Tevessül konusunda yapılan bir eleştiri yazısını yazar ismi belirtmeden alıp, bu konudaki itirazları sunmak arzusu ile bu makale kaleme alınmıştır. Parantez içindeki yazılar eleştiri konusu olan makaleye aittir.
(Kur’ân da ve hadislerde Allah’a yakınlığı sağlayan şeyler olarak ifadesini bulan Tevessül ve bu kavrama bağlantılı olarak şefaat, istimdâd ve istigâse kavramları, İslâm düşüncesinde tartışılan temel problemlerden biridir. Konunun tarih boyunca tartışılması; Özellikle Takıyyüddîn İbn Teymiyye ve Takıyyüddîn es-Sübkînin yaşadığı hicrî sekizinci asırdan bu yana canlılığını muhafaza etmesi, bugün İslâm dünyasında yapılan telif ve tercüme çalışmalarının yanı sıra, gazete, dergi ve internet gibi basın-yayın organları vasıtasıyla kamuoyuna intikal ettirilmesi bunun açık bir göstergesidir.[1])
Yukarıdaki paragrafta tevessül, şefaat, istimdad ve istigase kavramlarının İslam düşüncesinde tartışılan temel problemler olduğu söylenilmiştir. Bu ifade gerçeğin bir kısmını içermektedir. Aslında selef-i salihin dediğimiz İslam’ın ilk nesilleri olan sahabe, tabiin ve tebe-i tabiinin bu konularda sanıldığı gibi birbirleri ile ihtilaflı bir durumları yoktu.
Genel kanı ehl-i sünnet alimlerinin açıkladıkları şekildeydi. Daha sonraları farklı gurupların ve fraksiyonların çıkışı ile bu genel çizgiye itirazlar yapılmaya başlanılmıştır. Burada hiç bir zaman unutulmaması gereken müslümanların çoğunluğunun sahip olduğu genel bir kabul ve ona yapılan itirazlar olduğu gerçeğidir.
Nitekim bu konu da Şafii âlimlerinden İmam Sübki şöyle demiştir: “Peygamber (a.s.)’ı Allah’a vesile yapmak, istiânede bulunmak, şefaatçi yapmak güzeldir. Bunu seleften ve haleften hiçbir âlim inkâr etmemiştir. Daha sonra İbn Teymiyye geldi ve bunu inkâr etti ve sırat-ı müstakimden ayrıldı. Kendisinden önceki hiçbir alimin söylemediği bir şeyi söyleyerek bidat çıkardı. Böylelikle Ehl-i İslâm arasında (bu hususta) misal oldu.” (Feyzül Kadir, c.2, s.135 )
Makalemizi incelemeye devam edelim :
(Baştan ifade edelim ki, Tevessül ve istimdat gibi oldukça netameli ve ihtilaflı bir mevzuda birbirinden farklı- hatta karşı tarafı şirkle ve ilhadla suçlayabilecek kadar- görüş farklılıklarının olduğunu görmekteyiz. Her meselede olduğu gibi bu meselede de ifrat ve tefrit içindeki müslümanları görmekteyiz. Allah’a yakınlaşmak için salih amellerle, toplumun manevî önderlerinin vesîle edinilebileceği görüşünü savunanların yanı sıra; Kul ile Allah arasına peygamber bile olsa hiç kimsenin giremeyeceğini ifade ederek tevessülü kabul etmeyenler de bulunmaktadır. Her grup kendi düşüncesinin doğruluğunu ispat etmek için deliller getirmekten de geri durmamaktadır.[2]
Sosyal ilişkilerde Kurân ve sünnet ahlâkını hayata geçirmek zorunda olan müslümanlar, ihtilafa düştükleri konuları sözlü veya yazılı tartışırlarken, nezaket ve müsamaha göstererek çok daha merhametli, temkinli ve itidalli olmak durumundadırlar. Çünkü, kendi izinden gidilmesi halinde hayat ve diriliş vaad eden Yüce Kurân, müslümanların kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise merhametli olmalarını ve onların, birlikte hareket edip güç birliği tesis etmek suretiyle kâfirleri öfkeden çatlatacak hale gelmelerini istemektedir.[3]
Konumuzu daha iyi anlayabilmek için önce tevessül, istigâse ve istimdat kavramları üzerinde duralım: Sözlükte; vasıta, yakınlık, derece, mertebe, yol, rağbet, kendisiyle istenilen, arzu edilen bir şeye ulaşmaya yarayan şey anlamına gelen tevessül ve vesîle kavramları, Arapça “v-s-l” kök fiilinden türetilmiştir. Vesîle, ilim ve ibadetle Allah’a yaklaşmak, O’nun rızasını istemek ve kendisiyle başkasına ulaşılan şey şeklinde tarif edilir. Bununla beraber vesilenin kıyamet günündeki umûmî şefaat, cennetteki bir yer veya cennetin arşa en yakın bölgesi olduğu rivayet edilir. Tevessül de, kendisi ile bir şeye kavuşulan, yakınlık kazanılan, Allah Teâlâ ya yakınlaşmaya sebep olan şeylerdir.[4]
İstiğâse, “gavs” kökünden türemiştir. Lügatta “gavs”, sıkıntılı durumlarda yardım dileme anlamına gelir. Kendisinden yardım istenene de “müstağâs” denir. İstiğâse, sıkıntılı anlarda sıkıntının giderilmesini isteme anlamına gelmektedir. Sözlükte “tehlikeli durumlarda yardım isteme, imdada çağırma” anlamlarına gelen istimdad, tasavvufta ” peygamber ve velilere sığınıp herhangi bir dileğin gerçekleşmesi için onlardan yardım dilemek” manasında kullanılmıştır.[5] Bu anlamda istigâse, istiaze, iltica ve himmet ile aynı manada kullanılmıştır.
Sûfîlerin çoğu, hayatta olsun veya olmasın bir velînin mâneviyatından yardım dilemenin câiz, hatta gerekli olduğunu söylemişlerdir. Onlara göre çok uzakta bile olsa bir velî kendisinden istimdadda bulunanların yardımına yetişme gücüne sahiptir. Hayatta olan velîlerin mâneviyatından bu şekilde yardım isteme düşüncesinin ilk sûfîlerden itibaren mevcut olduğu bilinmektedir. Ma‘rûf-i Kerhî (ö. 200/816) yeğenine,“İhtiyacın olan bir şeyi Allah’tan talep ettiğin zaman beni aracı kılarak iste” demiş (Ebû Nuaym, VIII, 364), müridi Serî es-Sakatî’ye de benzer bir tavsiyede bulunmuştur.[6] Tarikat mensupları, özellikle tarikatlarının silsilesinde yer alan şeyhler aracılığıyla Allah’tan kendilerine feyiz ve yardım geldiğine inanmışlardır.)
İstimdadı benimseyenler tarafından ileri sürülen başlıca deliller şunlardır:
1) İstimdad “Allah nezdinde değerli bir kul olan velînin şefaatçı olması” anlamına gelmektedir. Allah’ın kendilerine şefaat etme izni verdiği kullarının bulunduğu ve bunların âhirette şefaat edeceği (el-Bakara 2/255; Tâhâ 20/109), ayrıca O’na yakın olmak amacıyla vesile edinmenin gerektiği Kur’an’la sabit olan bir husustur (el-Mâide 5/35)[7]. Peygamberler gibi ledünnî ilimleri Allah’tan vasıtasız alabilen velîler hayatta olmasalar bile istimdadda bulunan insanlara yardım edebilirler.[8]
2) Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Peygamber’in haklarında istiğfarda bulunduğu kimselerin affedileceği bildirilmiştir (en-Nisâ 4/64); İstimdad da buna benzemektedir.[9] (Yûsuf Şevkī el-Ûfî, s. 8).
3) Duaların her konuda etkili olduğu âlimlerce kabul edilen bir husustur. Velîlerden yardım istemek onların Allah nezdinde makbul olan dualarını talep etmek demektir.
4) Günahkâr bir kulun doğrudan Allah’a yönelmesi uygun olmadığından ilâhî dostluğu kazanmış bulunan velîlerin aracı kılınması gerekir.
5) Bu hususta bazı rivayetler de delildir. Mesela: Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Sizin biriniz bir şey kaybederse yahut yanında arkadaşı bulunmadığı bir yerde yardım dilerse ‘Ey Allah’ın kulları bana yardım edin! Ey Allah’ın kulları bana imdat edin!’ desin. Çünkü Allah’ın bizim görmediğimiz kulları vardır” [10] buyurmuştur. Bir diğer rivayette de : “İşlerinizde ne yapacağınızı şa-şırdığınızda kabir ehlinden yardım is¬teyiniz”[11] buyrulmaktadır.
İstimdadı benimseyenler tarafından ileri sürülen başlıca delilleri serdettik. İslâm âlimlerinin cumhuru ise, ileri sürülen delillerin sûfîlerce benimsenen anlamda bir istimdadı kanıtlayıcı mahiyet taşımadığı kanaatindedirler. Zira Allah’ın dışında başka kişilerden, ölülerden, mezarlardan, yatırlardan, şeyhlerden ve somut veya soyut putlardan, Allah’tan istenebilecek şeyleri onlardan istemek, bu anlamdaki sıkıntıların onlar tarafından giderilmesini beklemek Tevhid inancına aykırıdır. Allah’tan istenebilecek bir şey kesinlikle ne sağ ne de ölmüş kullardan istenir. Ölmüş kişilerin kendisi için Allah’a duâ etmelerini istemekte aynıdır. Bilindiği gibi ölenlerin böyle şeylere güçleri yetmez. Çünkü dünyada iken fani ve gücü çok sınırlı olan insan, öldükten sonra çürüyüp toprak olur. Kendisine bile bir hayrı olmayan kemiklerin, dirilere ne faydası dokunabilir? Ölmüşlerden veya yaşayan şeyhlerinden medet umanların bu anlayışlarını anlamak mümkün değildir. Böyle bir tavır İslâmla bağdaşmaz.)
Dikkat edilirse İslam alimlerinin cumhuru istimdadı savunanların delillerini geçersiz sayarlar, kanıtlayıcı mahiyette görmezler denilmekte ve fakat bunlar kimlerdir ve nasıl oluyor da cumhur oluyorlar ve nasıl oluyor da bu fikirleri çürütüyorlar açıklanmıyor. İnsaflı olalım derken mugalata yapılıyor.
(Bu hususta İmam Birgivî şöyle der: “Şeriate en uzak olan bid’at, birçok insanın yaptığı gibi, ölüden murâdının husûlü için yardım istemektir. Bu hal, puta tapmak gibidir. …Ölüden medet dilemek, şeklî bir benzeyiş değil; fiilî bir putperestlik, müşrikliktir. Ölüden yardım (dilemek avâmı) zavallılığa düşürmüştür. İnsanın büyüklüğüne inandığı ölünün kabrine tâzim ederek şirke düşmesi, ağaca, taşa taparak şirke düşmesinden kolaydır. Bu kolaylıktandır ki, çok insanlar mescitlerde duymadıkları huşû ve hudûu kabirlerde hissederler… Allah ile kendi arasında bir vâsıta ve şefaatçiyi kabule kendisini mecbur bilen adam, ya zanneder ki, Allah, kulunun istediğini bilmiyor. Yahut kendi uzaklarda olduğundan işitmiyor da böyle bir vâsıtaya muhtaç oluyor. Bir hükümdarın, kabul etmek istemediği dileği vezir ve memurlarının tesiriyle kabul ettiği gibi dünya büyüklerinin idarelerinde vâsıtaya mecbur oldukları gibi. Böyle fâsid ve bâtıl zanlara kapılan adam bilmiyor ki, padişah bu vâsıta ve müşâvirlere muhtaçtır.
Bazı câhiller “ziyâret” denilen türbelere giderek kıtlık, kuraklık, düşman istilâsı gibi felâketlerden korunmak, murâdına kavuşmak için ölüden medet umarlar. Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz, peygamberlerin kabirlerini mescid yaptıklarından dolayı yahûdilere ve nasârâya lânet etmiştir. Bu türlü hareketler insanı İslâm’dan uzaklaştırır, putperestliğe doğru götürür. Rasûlullah’ın şiddetle men ettiği kötülükleri teşvik edenler, kendilerine uyan câhilleri uçuruma sürüklemektedirler. Türbelere, mezarlara mum yakmak, çaput bağlamak bu gibi yerlerden, bu türlü hareketlerle peygamberlere velilere hürmet ve tâzimde bulunduklarını sananlar putlara tapanların, bu putlara gösterdikleri hürmete benzer. Öncekiler de, başlangıçta sevdikleri saydıkları ölülerin kabirlerine tâzimde bulunmuşlardı. Bu türlü bâtıl âdetleri terketmeyi saygısızlık sanma. Bid’atlerle meşgul kalpler sünnetlerden nefret ederler. Kendi bildiğince devam edenlere dikkat ederseniz, Müslümanların ihyâ etmeye çalıştıkları sünnetlerden yüz çevirdiklerini, hep bid’atlerle uğraştıklarını görürüz. Peygamberlere tâzim, sünnetlerine uymakla velîlelere muhabbet, nasihatlerini dinlemekle olur. Kabirlerin üzerine türbeler binâ etmek, bunlara duâlar edip adak adamak gibi bâtıl inanç ve geleneklerin hemen hepsi putperest aşıların tezâhürleridir, müşrikleri taklit etmektir. Kabirde yatanın velî olması, şeyh olması, duâya ihtiyacı olmadığı mânâsına gelmez. Birtakım bid’at ve dalâlet ehli sapıklar, ölüye yardım için yapılan duâyı, ölüden yardım şekline çevirdiler. Ondan medet beklemek, şifâ talep etmek mânâsında bozdular. Birtakım bid’atçiler çıkarak emrolunanlardan sapmış, nehyedilenleri irtikâba başlamışlardır. Gâfil ve safdil Müslümanlar maalesef bu sapıklığın yayılmasına âlet olmuşlardır.”[12]
Ayrıca bu konuda istimdatı savunanların delillerinin bir kısmı zayıf, bir kısmı da doğrudan doğruya istimdad konusuyla alâkalı değildir. Nitekim delil olarak zikredilen şefaat âyetleri âhiretle ilgili olup bunlarda hiçbir şekilde istimdada temas edilmemiştir. Bunun yanında Hz. Peygamber’in, haklarında istiğfarda bulunduğu kimselerin ilâhî affa mazhar olacağı belirtilmekteyse de bu âyet münafıklardan bahseden bir grup âyet içinde yer almakta olup konunun istimdadla ilgisi yoktur.
Bu hususta en çok kullanılan “İşlerinizde çaresiz kaldığınız zaman kabir ehline (yatırlara) muracaat ediniz” veya: “Ne yapacağınızı bilemez/şaşkın bir duruma düştüğünüz zaman kabir ashabından (ölülerden) yardım isteyiniz.”anlamındaki rivayetler hakkında Şeyhulislam İbn Teymiyye şunları söyler: “Hadis ilmine vakıf insanların icmaına göre bu hadis Peygamber (s.a.v.)’e iftira yoluyla uydurulmuş yalan bir hadistir. Âlimlerden hiç kimse böyle bir şey rivayet etmemiştir, güvenilir hadis kitaplarında da böyle bir şey yoktur.”[13] İbn Teymiyye başka bir yerde de şunları söyler: “Onlar -yani bid’atçılar- hadis ilminin uzmanlarınca yalan kabul edilen bir hadisi rivayet ediyorlar. O da şudur: İşleriniz sarpa sardığı zaman kabir ehline müracaat ediniz. Bu hadis olsa olsa ancak şirke kapı açmak için uydurulmuştur.”[14] )
İmam Birgivi kimdir ve fikirleri nelerdir ? Neden özellikle seçilmiştir. Onun üzerinde durmamız icap etmektedir. Birgivî, ilk İslâm derslerini babasından aldıktan, Arapça öğrendikten ve hâfız olduktan sonra İstanbul’da bir medresede tahsil gördü ve arkasından Bayramiyye tarikatına katıldı. Burada pîr olana kadar kaldı. Birgivî, çalışmalarında İbn Teymiye’nin yazılarını okuduktan sonra sûfîliğe cephe aldı. Sufîlere dînî görüşlerini mevzu hadisler, yalanlar ve halk âdetleri üzerine dayandırmakla suçladı.
Birgivî, eserlerini çoğunlukla Arapça yazardı. Arapça yazılmış olan “eṭ-Ṭarīkatu’l-muḥammediyye” en meşhurlarından biri olup bu eserde sûfîlerin uydukları ve ona göre küfür olan imanda yeniliklere (bid’at) cephe alır. Ona göre bid’atlar, küfürle haram arasıdır. Sûfî âlimlerce kabul edilen bid’at-ı ḥasene (iyi yenilik) ve bid’at-ı seyyieye (kötü yenilik) Ebu Hanife’nin yaptığı gibi istihsân la hükmedilemeyeceğini, çünkü onların Ebu Hanife zamanındakinden çok daha kötü olduğunu ileri sürer. Birgivî için evliyaların veya peygamberlerin ruhlarının hayatta olduğu, onlara yapılan yakarışlara icabet ettikleri, aynı anda birden fazla yerde bulundukları gibi inançlar küfürdür.
Vahdet el-vucûd doktrinini reddeder ve fikri ortaya atan İbn Arabî’yi sert bir dille eleştirerek onun kâfir olduğuna hükmeder. İbn Arabî’nin “Firavun’un inancı” konusundaki görüşlerinin aksini iddia eder. Peygamberin ebeveyni probleminde ‘Allah Resûlu’nun ebeveyninin … kâfir olarak öldüğü”nü ileri sürer.
Görüldüğü gibi İbni Teymiye ve onun fikirlerini kabul edenler cumhur, ümmetin tevhidi önceleyen alimleri ve ümmeti şirkten, bidatlardan ve sapıklıktan kurtarmaya çalışan gayretli kişiler diye lanse edilmektedirler. Oysa bu fikirler aslında İslam ın ilk dönemlerinde olmayan ve sonradan çıkmış aşırı görüşlerdir. Gerçek ana İslami gövdeyi temsil etmezler. İmam Birgivi’ nin etkisi ile Osmanlı’da 16 yüzyılın sonunda ve 17.yüzyıl da Kadızade hareketi etkili olmuş ve bunlar hem halka ve hem de ehli irfana acımasızca saldırmışlardır. Tekke ve medrese arasında Selçuklu ve Osmanlı geleneğinde olan ve o zamana dek süren uyuma darbe vurmuşlardır. İmam Gazali’nin ikame ettiği medrese tekke uyumlu ekol bunlar tarafından yok edilmeye çalışılmıştır. Bu toprakları İslam ile tanıştıran ve Balkanlara kadar İslamı yaymış olan yesevi ekolu ve diğer maneviyat okulları sapık ve bidat olarak anılmıştır. Osmanlının ilk müftüsü Davud-i Kayseri Muhiddin İbn-i Arabi hazretlerinin (k.s.) ekolündendir. Osmanlı medrese ve tekke ekolünü beraber götürmüştür. Ne zaman ki bundan geri adım atılmış o zaman geri kalınmaya başlanmıştır. Burada Prof. Dr.Mahmut Erol Kılıç hocanın şu sözlerini almak istiyoruz : Mevlânâ’ya, Yunus Emre’ye ve Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn-i Arabî’ye referansı olmayan bir İslâmî düşünce, Türkiye’de yerli İslâmî düşünce değildir. Çünkü Selçuklu-Osmanlı düşüncesi bu üç babaya dayanır. Nakşî de olsun Kadirî de olsun Halvetî de olsun bu üç zatı kendilerinin babaları sayarlar. Tarikatçılık yoktur, onlarda hakikatçilik vardır. Artık bunun gibi bakılmıyor maalesef, bizim cemaatten olsun gibi bir şey. Ben bu röportajı verdim, bayramın olduğu hafta yayımlandı. Söz konusu dergi röportajı yayımlarken İbn Arabî’yi (k.s) çıkarmışlar. Şimdi bu senin haddin mi? O pirlerin bir gadabına maruz kalırsın anlayamazsın. Onların üstünü çizenlerin üstünü çizerler dikkat edin. Bunları rica ederim yayınlayınız, bir çizik de yersen iflah olmazsın. (http://www.edebifikir.com/roportaj/mahmut-erol-kilicla-roportaj.html )
Alıntıları Yorumlamaya Devam Edelim :
(Âlimlerimizin cumhuru istimdat (istigase, istiane) ile tevessülü birbirinden ayırırlarken, başta Takıyyüddîn es-Sübkî olmak üzere bazı alimler tevessül ile istimdatı aynileştirmişlerdir. Bu konuda Takıyyüddîn es-Sübkî: “Merâmı ifade esnasında kullanılan tevessül, istiğâse, istiâne, teşeffu, istişfâ, tecevvüh ve teveccüh lafızları arasında fark yoktur. Bu noktada, kalıplardan ziyade mânanın dikkate alınması icap eder. Bu lafızlarla kastedilen mâna da, ‘Hz. Peygamber (vasıtası) ile Allah’tan istemektir (ve hüve süâlullâh bin-nebiyyi). Selef de bunu böyle anlamaktaydı. Bununla da, kulun, Allah nezdinde değer ve mertebesi olduğuna inandığı zât ile Allah Teâlâ’dan isteyebileceği kastedilmektedir. Kuşkusuz, Peygamberin (s.a.) Allah nezdinde büyük mevkii, yüksek değer ve mertebesi vardır… Biz kesinlikle Allah’tan başkasından istememekte ve O’ndan başkasına duâ etmemekteyiz. Burada sevilen zâtı (mahbûb) zikretmek veya onu büyük telakki etmek, sadece Allâh’a yapılan duânın kabulüne sebep olmaktadır. Bu tevessül şekli, sahih hadislerde yer alan, “Allâhım! Sana ait olan her isimle ve esmâ-i hüsnâ ile senden istiyorum…” veya sâlih amellerle tevessülü ifade eden mağara hadisindeki duâsından farklı değildir”[15] demektedir.)
Dikkat edilirse cumhur ulema istimdat ile tevessülü birbirinden ayırırken, bazı alimler bunları aynı görmüşlerdir, denilerek bir algı operasyonu yapılmakta ve bunlar cumhurdan ayrıldılar ve dikkat edin bunlar sufilerdir imajı zihinlere yerleştirilmeye çalışılıyor. Oysa burada kasdedilen bu kavramlar arasında elbette ki nüans farkları vardır. Bunlar eşanlamlı kavramlar değillerdir. Fakat tüm bu kavramların aslında dayandığı bir ortak nokta vardır. Oda tevessül ve istimdad yapılacak olan zatın Allah c.c. katındaki yüce makamı ve mevkiidir. Bu herkesin kabul ettiği bir şeydir. Burada problem ya da yapılan itiraz bu zatların makamlarının olup olmadığı değil, bunların makamları ile tevessül yapılıp yapılamayacağıdır. Dolayısı ile bu alıntı ile aslında mana çarptırılmaktadır. Aslında yazar yazdığı dipnotta bunu kabul etmiş, fakat burada açıkça yazmayıp, dipnota almıştır. Dipnotu buraya alıp tekrar bakalım : ‘Sübkînin, “Merâmı ifade esnasında kullanılan tevessül, istiğâse, istiâne, teşeffu, istişfâ, tecevvüh ve teveccüh lafızları arasında fark yoktur” şeklinde yaptığı değerlendirmenin, bilahare birçok âlim tarafından da benimsenmiş olduğunu görmekteyiz. Mesela bkz. Muhammed Zâhid Kevserî, Mahkut-tekavvül fî meseletit-tevessül (Makâlât içinde); Zürkânî, Şerhul-Mevâhib, VIII, 317; Nebhânî, Şevâhid, s. 137-140; İbn Merzûk, Berâetül-eşariyyîn, I, 267. ‘
Yazarın alıntılarını değerlendirmeye devam edelim :
(Merhum üstad Saîd Havva’nın tesbit ve değerlendirmesi ise şöyledir: “Yâ Muhammed, benim için Rabbine şefâatte bulun! (yâ Muhammed işfa lî ilâ Rabbike) diyen kimse ile yâ Muhammed, bana şefâat et! (yâ Muhammed eşfinî) diyeni birbirinden ayırırım. Birincisi tevessüldür. İkincisi ise istiğâseye girer. Sâlihlerin kabirlerini ziyaret esnasında bazı kimselerin, “ey falan, beni evlendir!”, “ey falan, bana şifa ver!” veya “ey falan, ihtiyacımı gider!” gibi sözlerle doğrudan istekte bulunduklarını görüyoruz ki, bu bir istiğâsedir… Şüphesiz bu nevi nidâlar için bir takım tevil yolları varsa da, en azından bazı kimseler hakkında bu, bir şirk kapısıdır… Sûfîlerin kullandıkları “medet” lafzı, sâlihlerin isimlerini anmakla meydana gelen teberrük bâbındandır. Bazı kimseler de ruhların, bu şehâdet âlemiyle olan münasebetlerine dayanarak bunu kabul etmektedir. Ancak yapılan tevil ne olursa olsun, tevhidin özünü etkilemesine imkân veren bu tür söz ve davranışları temize çıkarmak için yeterli değildir. Allah Teâlâ, gelip geçmiş kardeşlerimiz için duâ etmemizi emretmiştir, onları çağırmamızı değil!… Şüphesiz bu yanlış bir harekettir. “[16]
İstiğâse konusunda yukarıda işaret edilen tevil yolu, belâğat ilminde “mecâz-ı aklî” diye bilinmektedir. Mecâz-ı aklî, fiilin hakiki fâil ve müessirine (mâ hüve leh) değil de, o fâilin mekân, zaman, sebep gibi alâkası bulunduğu bir şeye isnad edilmesi demektir. Bu edebî sanata göre, meselâ “Yeryüzü ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman…”(Zilzâl,2) âyetinde, ağırlıkları dışarı çıkaran Allah olduğu halde, fiil hakiki fâile değil, fiilin mekânına isnad edilmiş ancak Allah murad edilmiştir. İşte özellikle sûfîler de, kendisiyle istiğâse edilen zâtın hakiki fâil değil, hakikatte yardım edenin Allah olduğuna inandıklarını ve Ondan istediklerini (ki aksi halde onlar da bunun açık bir şirk olduğunu kabul eder) söylemektedirler.[17]
Şüphesiz yapılan tevil, samimi duygu ve düşüncelerle istiğâsede bulunan muvahhid bir Müslümanın küfür veya şirke nisbet edilmemesi hususunda tabiî ki bizi ihtiyata sevketmelidir. Ne var ki Müslüman, Allah’tan başkasının varlıklar üzerinde tesiri olabileceği izlenimini veren lafızlardan da kaçınmak zorundadır. Ayrıca selef devrinde başvurulmayan bu yolun, bir yöntem olarak benimsenmesi halinde, tevhidi sarsan şirke kapı aralamasından da endişe duyulmalıdır. Kişinin doğrudan Allahtan yardım istemesi, tehlikeli ve sıkıntılı zamanlarda sadece O’na sığınması, İslâm’ın itikad ve ibadet ilkeleri açısından tercih edilecek yegâne davranıştır. Bâzı kimselerin, sâlihlerin gıyablarında veya kabirlerini ziyâret esnâsında; “Ey filân zât! Bana şifâ ver! Benim şu ihtiyâcımı gider!” gibi sözlerle doğrudan doğruya kendilerinden talepte bulunmaları, türbelerin etrafında toplanıp medet, şifa, imdat beklemeleri son derece yanlış ve şirke kapı aralayabilecek olan istigâse cümlesindendir. Şüphesiz bu tür istigâseler için birtakım teviller yapılabilirse de, gâyet hassas olan tevhîd akîdesinin özünü zedeleyebilecek bu ve benzeri câhilâne hareketlerden şiddetle sakınılmalıdır. Müşkillerin bertaraf edilmesinde, kâinâtın sevk ve idâresinde, Allâh’tan gayrısının mutlak tasarrufunun bulunabileceği intibâını veren bu nevî ifâdeler, aslâ kullanılmamalıdır .)
Doğru olan istigase açıklanmadan yanlış olan ya da cahillerce yapılan yanlış anlaşılabilecek ifadelere bakıp, konuyu tam açıklamadan ortada bırakmak yanlış anlamalara sebep vermektedir. Allah’tan başkasının varlıklar üzerinde tesiri yoktur ifadesi ne kadar doğrudur. Onun izni ile bir kısım varlıklar diğer bir kısım varlıklar üzerinde tasarrufta bulunabilirler. Sebeplerin hakim olduğu bir alemde yaşıyoruz. Eğer varlıklar birbirine etki etmiyorsa, sebepler alemini kabul etmememiz gerekir. Sebeplerin bir etkinlik alanı vardır diyorsak, o zaman Allah’tan başkasının varlıklar üzerinde tesiri yoktur nasıl diyeceğiz. Burada önemli olan O’nun izni olmadan bir tesirin olamayacağı ve tesir edene o gücü ve izni O’nun verdiği ve dilediği zaman da geri alabileceği gerçeğidir. Bu yazı boyunca göz ardı edilmektedir.
Ayrıca selef zamanında olmayan bir yola başvurulmuş ve bununla tevhid sarsılmıştır denmekte ve bu yolun bidat olduğu izlenimi doğrulmaktadır. Kâtip Çelebi bu konuda ‘bid’at odur ki, din ve dünya işlerinde peygamberden sonra gelen dört halife zamanında yahut daha sonra çıkmış ola. Hz. Peygamber – Allah’ın salât ve selamı üzerine olsun- ve ulu arkadaşları – Allah onların hepsinden razı olsun- zamanında olmayıp kavli, fiili ve takriri sünnetlerden biriyle O’na işaret olunmamış ola ve hakkında eserler bulunmaya.
(DİPNOTLAR
[1] İbn Teymiyye, Takıyyüddîn Ahmed , Kâide celîle fit-tevessül vel-vesîle, Beyrut 1390; Sübkî, Takıyyüddîn Ebûl-Hasen Ali , Şifâus-sekâm fî ziyâreti hayril-enâm, Mısır 1318.; Muhammed Nâsıruddîn Elbânî (v. 1419 1999), et-Tevessül envâuhû ve ahkâmuh, Beyrut 1406;Muhammed Zâhid Kevserî, Mahkut-tekavvül fî meseletit-tevessül (Makâlât içinde), Kahire 1414; Abdullah b. Muhammed b. es-Sıddîk Gumârî, İrğâmul-mübtedi el-gabiyy bi cevâzit-tevessül bin-Nebiyy,Amman 1412;
Ülkemizde de Ali Ataç, Kelâm ve Tasavvuf Açısından Tevessül (Basılmamış doktora tezi), İstanbul 1993; Zekeriya Güler, “Vesîle ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri”, İLAM Araştırma Dergisi, c. II, sayı1,s.83-132.Mehmet Necmettin Bardakçı, “Tasavvufi Bir Terim Olarak Tevessül ve Vesile”,”Tasavvuf” dergisi, I 2, 33. Ahmet YILDIRIM tarafından Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları adıyla doktora tezi (Ankara 1996) , Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,Ankara 2000 gibi çalışmalar yapılmıştır.
[2] Özellikle Türkiye’de Nakşibendi tarikatına mensup başta Cübbeli Ahmet hoca olmak üzere bazı tarikat erbabının bu konudaki yanlış beyanatları ve buna karşın İbni Teymiyye ve Nasıruddin Elbânî çizgisini takip edenlerin, sözlü veya yazılı sert üsluplarıyla, tevessül konusunu gereğinden fazla büyüterek ümmetin tek meselesi bu imiş gibi davranmaları bir gerçektir.
[3] Zekeriya Güler, Vesîle ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri (Tahric ve Değerlendirme), İlam Araştırma Dergisi, c. II, sy. 1, . 83-132, Ocak-Haziran 1997
[4] İsmail b. Hammad el-Cevherî, Sıbab, (I-VI), Kahire 1982, c. V, s. 1841; Râğıb el-lsfahânî, el-Müfredât, Beyrut tarihsiz, s. 524; İbn Manzur, Lisânu l-Arab, (I-VI), Kahire tarihsiz, c. VI, s. 4737; Mütercim Asım Efendi, Okyanus, Kamusul-Muhît Tercümesi, İstanbul 1333, c. III, s. 374.;İbn Kesir, Tefsirul-Kur âni l-Azim., (I-IV), Beyrut 1969, c. II, s, 52.
[5] İbn Fâris, Mu cemu Makayîsi l-Luğa, Mısır 1971, IV. 400.
[6] Türkiye Diyanet İslam Ansiklopedisi, “İstimdad” Maddesi, cilt: 23, sayfa: 363-364, İstanbul, 2001
[7] Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Ġāyetü’l-merâm, Riyad, ts. (Metâbiu Necid), I, 251-255
[8] Hâlid el-Bağdâdî, Risâle fî ĥaķķı’r-râbıŧa ve’l-istimdâd mine’l-evliyâ (Risâle fî ĥaķķı’s-sülûk içinde), [baskı yeri ve tarihi yok], s. 20-25
[9] Yûsuf Şevkī el-Ûfî, Hediyyetü’ź-źâkirîn ve ĥüccetü’s-sâlikîn, Kahire 1307, s. 3, 7-9
[10] Taberani, el-Mu’cemü’l-Kebir, No: 290, 17/117, Heysemi, Mecme’u’z-Zevaid, No: 17103, 10/188
[11] İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşf’ul-hafâ, Beyrut 1988/1408, c. I, s. 8.
[12] İmam Birgivi, Ziyaretu’l-Kuburi, eş-Şeriyyeti ve’ş-şirkyiye (Şer’i ve Şirki Kabir Ziyareti) / (Bidat ve Müstehab Kabir Ziyaretleri), s.53-55,Guraba yayınları, İstanbul,1997
Şeyh Muhyiddin Muhammed bin Ali el-Birgivi el-Hanefi 1521 senesinde Balıkesir’de doğdu. Yöresindeki birçok alimden İslami ilim tahsil etti. Zamanında kabirler üzerine türbe yapılması, buralarda mum yakılması, ücret karşılığında Kur’an okunması gibi bid‘atlar ve ayrıca bâtıl itikadlarla, kadılar arasında rüşvetin yaygınlaşması, zengin çocuklarına ücretle ilmî pâyeler verilmesi gibi meşrû olmayan uygulamalara karşı da mücadele etti. İkinci Selim’in hocası Ataullah Efendi, Birgivi’nin ilimdeki kudretini takdir ederek, onu Birgi’de yaptırdığı medresenin müderrisliğine tayin ettirdi. Birgi’ye yerleşip ömrünü talebe yetiştirmek, vaaz vermek ve kitab yazmakla geçirdi. 1573’de vefat etti. Kabri, İzmir’in Birgi kasabasında bir tepededir. Fıkıhta Hanefî, itikadda Mâtürîdî olan Birgivî Mehmed Efendi’nin biyografisinden bahseden bütün kaynaklar, onun Osmanlılar döneminde yetişmiş seçkin bir âlim olması yanında dinî ve ahlâkî şahsiyeti bakımından da mükemmel bir insan olduğu belirtir. Birgivî son derece dürüst ve tavizsiz bir ilim adamıdır. Nitekim döneminde çok yaygın olan anlayışa rağmen hiçbir eserini herhangi bir devlet büyüğüne ithaf etmemiş, aksine devlet ileri gelenleri de dâhil olmak üzere her seviyedeki yöneticilerde ve görevlilerde gördüğü kusurları cesaretle tenkit etmiştir. Keşke Osmanlının tüm ilim adamları, İmam Birgivi gibi olsalardı.
[13] Şeyhu’l İslam İbn Teymiyye, Kâidetun celiletun fi’t-tevessuli ve’l-Vesîle, s. 267. Kitabın tahkikçisi Rabî b. Hâdî el-Medhalî dedi ki: “Ben bunu araştırdım ve sadece Acluni’nin Keşful-Hafa isimli eseri, c. I, s. 85’te şu lafızlarla buldum: “Ne yapacağınızı bilemez şaşkın bir duruma düştüğünüz zaman kabir ashabından (ölülerden) yardım isteyin” Aclûnî bunu, h. 940 yılında vefat eden İbn Kemal Paşa’ya nisbet etti. İbn Kemal Paşa’nın biyoğrafisi için Mucemu’l-Muellifin, c.I, s.238’e bak. İbn Kemal Paşa Osmanlı alimlerindendir, fakat hadis uzmanı değildir.!”
[14] Mecmuul-Fetava c. II, s. 293
[15] Sübkînin, “Merâmı ifade esnasında kullanılan tevessül, istiğâse, istiâne, teşeffu, istişfâ, tecevvüh ve teveccüh lafızları arasında fark yoktur” şeklinde yaptığı değerlendirmenin, bilahare birçok âlim tarafından da benimsenmiş olduğunu görmekteyiz. Mesela bkz. Muhammed Zâhid Kevserî, Mahkut-tekavvül fî meseletit-tevessül (Makâlât içinde); Zürkânî, Şerhul-Mevâhib, VIII, 317; Nebhânî, Şevâhid, s. 137-140; İbn Merzûk, Berâetül-eşariyyîn, I, 267.
[16] Saîd Havvâ, Terbiyetünâ er-rûhıyye, s. 312-313. Beyrut 1399. Merhum üstad Saîd Havvâ, “Yetiş ya Abdulkadir Geylani” gibi sözlerin Şia çevrelerinden neşet ettiğini söylemektedir.
[17] Dilaver Selvi, Tevessül, www.imandanihsanatasavvuf.com
NOT:Genç Birikim Dergisinin Aralık 2014 Sayısında Yayınlanmıştır.)
Buraya Kadızade hareketi ve Birgivi hakkında daha ayrıntılı bilgiler verme zorunluluğu hissediyoruz. Lütfen aşağıdaki alıntıları okuyunuz.
Kadızadeliler Hareketi
Emine Yüksel Tarafından 08 Aralık, 2011 Tarihinde Yazıldı
Günümüz Sosyo- ekonomik ve politik ortamını şekillendirmesi açısından ve ortaya çıkmaya devam ettikçe bizi daha da aydınlatacak olması bakımından Osmanlı Devleti Tarihi, ilmi araştırmalarda bir kenara atılamayacak kadar önemli olaylara sahne olmuştur. Bu olayların ve durumların bir kısmına ulaşabilmekle beraber, bir kısmı hala açığa çıkarılmayı bekleyen bir deryadır. Biz de bu makalemizde günümüz fikir ve düşünce hayatına oldukça etkisi olduğunu düşündüğümüz, 17. yy’da bir Osmanlı fikir hareketi olarak doğan, fakat daha sonra siyasi bir kimlik kazanan ‘Kadızâdeliler Hareketi’ ni ele alacağız.
Öncelikle belirtmek gerekir ki 17. Yy.’a damgasını vurmuş olan Kadızâdeliler hareketi birçok yerli ve yabancı tarihçiye merak konusu olmuş, bu konuda çalışmalar yapılmıştır. Ahmet Yaşar Ocak, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Fahri Unan, M. Hulusi Lekesiz, Semiramis Çavuşoğlu, Hüseyin Akkaya, Cengiz Gündoğdu, Madeline C. Zilfi, Necati Öztürk, Dina Le Gall vs. bu konuda çalışmaları bulunan tarihçilerdir. Ayrıca dönemin müellifleri olan Kâtip Çelebi ve Naima da bu konuyu ele almışlardır.
Nedenlerini geçmişte arayarak şimdiyi anlamaya çalıştığımız, geleceği idrak edebilmemiz için de bize yol gösterecek olan tarihi bir bakış açısıyla hareket ederek, daha iyi anlaşılabilmesi için öncelikle Kadızâdeliler hareketinin fikri temellerine bakmanın yararlı olacağını düşündük. Bu fikri temellerin anlaşılmasından sonra, Kadızâdeliler hareketinin nasıl bir ortamda ortaya çıktığını, nedenlerini, süreçleri ve sonuçlarını değerlendirmeyi uygun bulduk.
I. Kadızadeliler Hareketinin Fikri Temelleri:
A. İbn-i Teymiyye Mektebi:
İbn-i Teymiyye Mektebi, Osmanlının kuruluşundan XVI. yy’ a kadar merkezi yönetimde etkili olan Fahr-i Râzî Mektebi[1]ne karşı bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Özellikle taşra uleması ve cami vaizleri arasında taraftar toplamıştır. Adını İbn-i Teymiyye’den alır. Bu şahsiyet 1328 yılında hapiste dayak yiyerek ve işkence görerek ölmüştür. Osmanlı devleti onun düşüncelerini ve ibadet şekillerini sistemsiz ve basitleştirilmiş bir şekilde almıştır. [2]
Bu mektep, Fahr-i Râzî mektebinin uygulamalarının İslam’a uygun olmadığı görüşünde olup, bu eğilimin Osmanlı’da yerleşmesini sağlayan asıl kişi Birgivî Mehmet Efendi’dir.
B. Birgivî Mektebi:
Birgivî Mehmet Efendi günümüzde de etkilerini devam ettiren bir İslam anlayışı ortaya koymuştur. Bu anlayışa göre dinin esasında olmayıp sonradan çeşitli sebeplerle dine karışmış olan uygulamalar (bid’at) kaldırılmalıdır. Amelde Hanefî mezhebine bağlı olan Birgivî, îtikâdî konularda zaman zaman Ahmed b. Hanbel tarafından kurulan ve daha sonra İbn Teymiyye tarafından hararetle savunulan Hanbelî mezhebinin fikirlerini benimsemiştir[3] Birgivî Mehmet Efendi’nin Osmanlı’nın kuruluşundan bu yana etkili olan Fahr-i Râzî mezhebine tepki olarak bu düşünceleri ortaya atması, onun ilmi kişiliğinden kaynaklanmaktadır.
Birgivî Mehmet Efendi’nin asıl adı, Takıyyüddin Mehmet’tir. 1523’te Balıkesir’ de doğmuştur. Babası Pîr Ali, müderristir. Babasının yanında Arapça ve mantık öğrenmiş, Kur’an’ı ezberlemiştir. Daha sonra İstanbul’a gelip Haseki Medresesi’nde, sonra da dönemin tanınmış âlimlerinden olan Ahîzâde Mehmet Efendi’den, Kızıl Molla lakabıyla tanınmış Rumeli kazaskeri Abdurrahman Efendi’den ders almıştır. Abdurrahman Efendi’den icazet alıp müderrisliğe başlamıştır. Kanunî döneminde Edirne kassam-ı askerî’si[4] olmuş, bu süre zarfında ders vermeye, camilerde vaaz vermeye devam etmiştir.[5]
Birgivî vaazlarında insanları Kuran’a ve sünnete uymaya davet etmiştir. Ona göre dine sonradan giren uygulamalar (bid’at) dinin yapısını bozmaktadır. Arapça olarak yazdığı kitaplarından en meşhuru ‘et-Tarikatu’l-Muhammediyye ’de dini, ahlaki ve tasavvufi olarak bu konu işlenmiştir. Bid’atları tek tek yazıp açıklamıştır. Birgivî’ye göre Bid’at küfür ve sapkınlık arası bir yerdedir. Kabirlerin üzerine türbe yapılması, mum yakılması, para karşılığı Kuran okutulması, rüşvet, batıl itikadlar, zengin çocuklarına parayla ilmi unvanlar verilmesi gibi konular caiz değildir.[6]Birgivî’nin bid’at olarak nitelendirdiği diğer bir konu da vakıflardır. Birgivî’ye göre para vakfetmek caiz değildir. Çünkü o paranın nasıl kazanıldığı bilinmemektedir. Yani helal olup olmadığı meçhuldür. Birgivî, vakıfların cevazına fetva veren dönemin şeyhülislamı Ebusuud Efendi ve Kadı Bilalzâde’ye reddiye olarak bir risale yazmıştır.[7] Fakat dönemin ilim adamları ve tarikat ehli böyle düşünmemektedir. Onlara göre bid’at-ı hasene(iyi, güzel) ve bid’at-ı seyyie(kötü, çirkin) vardır.
Daha sonra Birgivî, II. Selim’in hocası olan Ataullah Efendi’nin Birgi’de kurduğu medreseye müderris olmuş ve hayatına burada devam etmiştir. Ömrünün son dönemlerinde tekrar İstanbul’a gelmiş, Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’ya memleketteki adaletsizlikler konusunda nasihatte bulunmuştur. Devlet idarecilerini ve devletin durumunu tenkit etmiş, bu konuda büyük bir cesaret göstermiştir. Hiçbir eserini bir devlet büyüğüne ithaf etmemiştir.[8] Kendi görüşlerine ve bakış açısına göre dönemin siyasi, ekonomik, sosyal, ahlaki, dini durumu hakkında tahliller yapmış ve bunlar için bir hal çaresi bulmaya çalışmıştır. Durumun düzelmesi için de peygamber ve sahabe dönemine dönülmesi, bid’atlerin kaldırılması gerekliliğini vurgulamıştır.
Birgivî ayrıca bid’atlar konusunda tasavvuf ehlini de eleştirmiş, bu nedenle tasavvuf düşmanı olarak kabul edilmiştir. Ancak et-Tarikatu’l Muhammediyye’ nin şârihlerinden Abdülgâni en- Nablusî Birgivî’nin Ehl-i sünnet esaslarına bağlı tasavvuf büyüklerini değil tasavvuf adına bir yığın bid’at ve hurafe ortaya çıkaran sözde mutasavvıfları tenkit ettiğini belirtir.[9]
İlimleri de emredilen, yasaklanan ve mendup olan ilimler olarak 3’e ayırmıştır. ‘Emredilenler’ kesinlikle öğrenilmelidir. Kelam ve yıldız ilmini ‘yasaklanan ilimler’ olarak göstermiş fakat bunların hasmını yenmek için öğrenilebileceğini belirtmiştir. Mendup olan ilimler ise ibadetler için öğrenilmelidir. Tıp ilmi de mendup ilimlerin içindedir.[10]
Birgivî ayrıca emr-i bil maruf’un vacip olduğunu ileri sürmüştür. Bunu Ali İmran suresinin ‘Sizden öyle bir cemaat bulunmalıdır ki (onlar herkesi) hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar işte onlar muradına erenlerin ta kendileridir.’ ayetine dayandırarak belirtmiştir.[11]
Bu bilgiler çevresinde artık Kadızâdeliler’in bilgi ve görüşlerine, bunlara ortam hazırlayan durumlara ve olaylara daha geniş bir çerçeveden bakabiliriz.
II. Kadızadeliler Hareketi:
XVII. Yy, Osmanlı Devleti’nin siyasi, iktisadi ve sosyal bunalımlar yaşadığı bir dönemdir. Bu nedenle devrin devlet adamları ve âlimleri çözüm yolları aramaya girişmişlerdir. Kadızâde Mehmet Efendi isimli bir zatın Osmanlı geleneksel düşüncesinden farklı[12] bir takım düşünceler ortaya atmasıyla başlayan ‘Kadızâdeliler Hareketi’ bu döneme damgasını vurmuştur. Kadızâdeliler Hareketi’nin Osmanlı geleneksel düşünce yapısından ‘farklı’ oluşu, XVII. Yy.a gelene kadar Osmanlı Devleti’ndeki tekke – medrese uyumunun bu dönemde bozulması ve huzursuzluk yaratacak olayların ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. Bu hareket IV. Murat (1623- 1640) zamanında başlayıp IV. Mehmet (1648-1687) devrinin ortalarına kadar devam etmiştir.[13] İslam dininin bid’atlardan kurtulup en saf haline (Hz. Muhammed ve sahabe dönemi) dönmesini savunan ‘selefiyeci’ (püritanist) bir anlayıştır. Devletin buhranlı ve zor zamanlarında çare üretmek için ortaya atılan bu tarz görüşler ve düşüncelerin yaygın olması pek tabidir.
A. Kadızâdeliler Hareketinin Ortaya Çıkışının Nedenleri:
1. Tekke- Medrese Münasebetlerindeki Çözülmeler:
Osmanlı düşünce sistemi iki kaynaktan beslenmektedir. Bunlardan biri medreseler diğeri ise tekkelerdir. Osmanlı medreseleri Selçuklu ve Anadolu Beylikleri medreselerinden etkilenmiş ve eğitim tarzları da bu medreselere göre şekillenmiştir. I. Beyazıt döneminde ilk düzenlemeler yapılmış, Fatih döneminde ise köklü bir teşkilatlanma sürecine girmiştir. Kanunî’nin Süleymaniye Medreseleri’ni açmasıyla da Osmanlı mükemmel- klasik dönemini yaşarken, düşünce hayatında da en mükemmele ulaşılmıştır. Medreselerin teşekkülüyle Osmanlı ilim anlayışı idari ve dini bir muhteva arz etmeye başlamıştır.[14]
Osmanlı’da ilim adamları medreselerde akli ve nakli ilimleri öğrenmişlerdir. Zihin, hafıza ve muhakeme fonksiyonu dikkate alınarak nakli bilgiler yanında düşünceyi geliştiren akli, felsefi, kelamî bilgilere de yer verilmektedir. Fahrettin Razi, Nasrettin et-Tûsî, Seyyid Şerif Cürcânî bu ilim adamlarına örnek olarak gösterilebilecek kişilerdir.
Osmanlı düşünce hayatına yön veren bir diğer yer ise tekkelerdir. Tekkeler Osmanlı’nın kuruluşundan beri varlıklarını sürdürmüşlerdir. İslam ile sosyal hayatı birleştirerek ilim, irfan ve ilahi aşkla ilgilenmişlerdir. Türklerin İslamlaşmasında da etkili olan Yesevi dervişleri ve Horasan erenlerinden gelen bir gelenekle, Osmanlı devletinin kuruluşunda tarikatlar ve tasavvuf ehlinin en yüksek seviyesine ulaştığını görürüz. Bu tarikatlar da medreseler gibi akla, ilime ve ahlaka önem vermişler ve varlıklarını medreselerle uyum içinde devam ettirmişlerdir.
XVI. yy sonuna kadar Osmanlı yöneticileri tekke ve medrese dengesini korumaya çalışmış, ‘Din-i Devlet ve Mülk-i Millet’i yaşatmaya çalışmışlardır.[15] Her ne kadar tekke- medrese ayrımı var ise de, medreselerdeki hukuk, ilahiyat, mantık, dilbilgisi öğrenimi, tekkelerdeki ‘hikmet’ öğrenimiyle birbirini tamamlıyordu. XVII. Yy’a kadar tekke ve medrese arasındaki kavgaların yok denecek kadar az olması da medresede eğitim veren müderrislerin aynı zamanda birer şeyh olmasıydı.
Ulemanın Osmanlı sarayı içinde kendine büyük bir yer bulması, devlet idarecileriyle ittifak içinde olması, onların devlet emri altına girmelerine neden oluyor, fakat uygulamada Osmanlı padişahlarının onlardan meşruiyet almaları, yönetim anlayışında etkili olmalarını sağlıyordu.
XVII. yy’a kadar ahenk içinde devam eden tekke- medrese münasebetleri bu yüzyılda bozulmaya başlamıştır. Beşik ulemalığı sistemi ilmî bilgiden yoksun müderrislerin ortaya çıkmasına, medreselerde akli ilimlerin okutulmamasına, ilim sahasında bir durgunluğa sebep olmuştur. Şeriata muhalif olanlar, özellikle Sünni olmayan unsurlar çok sert bir biçimde cezalandırılmış, sürülmüş ve idam edilmiştir. Böylece tekke medrese anlaşmazlıkları çok derin bir hal almıştır. Bunun da devletin idari ve askeri, sosyal ve ekonomik buhranlarıyla doğrudan ilgisi vardır.
2. Askeri ve İdari Yapıdaki Çözülmeler:
Kanuni’nin son yıllarında hükümdarlık müessesesi bozulmaya başlamış, başa tecrübesiz padişahlar geçmiştir. III. Mehmet’in şehzadeleri sancağa gönderme geleneğini bitirmesiyle devleti yönetme tecrübesinden mahrum olan şehzadeler, idari konularda sıkıntılara sebep olmuşlardır. I. Ahmet döneminde ‘Ekber ve Erşed’ kanunu çıkarılsa da tecrübesizliğin ve şehzade rekabetinin önüne geçememiştir. II. Osman, IV. Murat, İbrahim ve IV. Mehmet çocuk yaşta tahta geçmişlerdir.
İdari yapıdaki bu bozukluk askeri alanda yankı bulmuş, kapıkulları güçlenmiş ve tımar sistemindeki bozuklular tımarlı sipahilerin önemi azaltmıştır. Sekban ve Levend gibi tüfenkli askeri bir sınıf oluşmuş, fakat bunlar da zaman zaman halkı rahatsız edecek eylemlerde bulunmuşlardır.
3. Sosyo-ekonomik Yapıdaki Çözülmeler:
Tımar sisteminin bozulması Osmanlı askeri sistemini alt üst ettiği gibi ekonomik yapıyı da alt üst etmiştir. Topraktan sağlanan vergiler azalmış, iltizam ve emanet gibi usuller ortaya çıkmıştır. Sadece olağanüstü zamanlarda alınan avârız vergisi sürekli hale gelmiş ve halkı bezdirmiştir. İran ve Avusturya ile yapılan savaşlar devlet hazinesinin boşalmasına neden olmuş, ağır vergiler konmuştur. Avrupalı tüccarların ülkeye girmesi ve rekabeti arttırması Osmanlı tüccarını olumsuz etkilemiştir. Celâli isyanları nedeniyle ‘Büyük Kaçgunluk’ adı verilen daha güvenli yerlere gitme isteği konargöçer bir hal almış, Anadolu ve Rumeli’de birçok yer harabe olmuştur. Reaya ve askeri sınıf arasındaki tam ayrılık dengesi bozulmuş, halkın bir kısmı asker olmuştur.
B. Kadızâdeli Mehmet Efendi:
Kadızâde Mehmet Efendi 1582’de Balıkesir’de doğmuştur. Kadızâde lakabı babasının kadı olmasından kaynaklanmaktadır. Gençliğinde Birgivî’nin talebelerinden ders almıştır. İstanbul’a gelip Halveti tekkesine girmiş fakat tasavvufun fikirlerine uymadığı gerekçesiyle Fatih Camiine daha sonra da Ayasofya Camii’ne vaiz olmuştur. IV. Murat cemiyet hayatını düzeltmek istediğinde, kahvehaneleri ve tütünü yasaklamış; bu sert tedbirleri alması konusunda IV. Murat’a destek veren tek zümre de Kadızâdeliler olmuştur. Kadızâde Mehmet Efendi’nin devlet idarecilerinin istediği tarzda vaazlar vermesi devlet erkânının hoşuna gitmiş ve Osmanlı tarihine ‘Hoca Nüfuzu’ olarak geçen bu husus halkın ciddi oranda huzursuzluğuna sebep olmuştur. Kadızâdeli Mehmet Efendi XVII. Yy’da giderek ağırlaşan iktisadi, içtimai ve siyasi şartlarından kurtulmak için IV. Murat’a “Tacu’r- resail fi Menahici’l Vesail” adında bir risale sunmuştur. Bu risale İbn-i Teymiyye’nin “es-Siyasetü’ş-şeriyye” adlı risalesinin çevirisidir.[16] Buradan anlaşılır ki Kadızâdeli Mehmet Efendi, İbn-i Teymiyye’nin ve Birgivî Mehmet Efendi’nin görüşlerini tamamen kabul etmiş, üzerine bir şey eklememiştir.
Kadızâdeli Mehmet Efendi’nin tartıştığı konular çeşitli başlıklar altında toplanabilir. Bunlar; akla dayanan ilimlerin meşru olup olmadığı, Hızır Aleyhisselam’ın hayatta olup olmadığı, Ezanın, Kuran’ın ve Mevlit’in makamla okunup okunamayacağı, sema ve devranın caiz olup olmadığı, Tasliye ( Hz. Muhammed’e salâvat) ve tarziye (sahabeye Radiyallahu anh demek)’nin caiz olup olmadığı, tütün içmenin caiz olup olmadığı, Hz. Muhammed’in ebeveyninin imanla ölüp ölmediği, Firavunun imanının caiz olup olmadığı, İbn-i Arabî’nin kâfir sayılıp sayılmayacağı, Yezid’e lanet edilip edilemeyeceği, Hz. Muhammed’in ölümünden sonraki örf ve adetlerin terkinin şart olup olmadığı, kabir ve türbe ziyaretlerinin caiz olup olmadığı, Regaib, Kadir ve Berat gibi gecelerde cemaatle namaz kılınıp kılınamayacağı, büyüklerin eteklerinin öpülmesinin doğru olup olmadığı, el sıkışmanın, kahve içmenin caiz olup olmadığı, emr-i maruf ve nehy-i ani’l münker meselesi gibi konulardır. Bu konular aynı zamanda Kadızâdeli Mehmet Efendi ve Abdülmecid Sivasî arasındaki tartışmaların odak noktasını oluşturur. Bu tartışmalar şeriat- tarikat çekişmesi olarak da yorumlanabilir.
Mehmet Efendi sema ve devran, akli ilimlerin tahsili, ezan, mevlid ve Kuran’ın makamlı okunması, Tasliye ve tarziye, türbe ve kabir ziyareti, cemaatle nafile namazları kılma tütün ve sigara içilmesi, inhina(eğilmek) ve musâfaha(el sıkışmak, tokalaşmak) konularının hepsinin haram olduğunu belirtmiş, Abdülmecid Sivasî ise genel olarak bunun tersini söylemiştir.
Kadızâdeliler hareketinin ilk safhaları camilerde ve padişah meclislerinde ortaya çıkmıştır. Genel olarak Kadızâdeliler’in padişah üzerinde etkili olduğu görülür. IV. Murat 1633’te İstanbul’da Cibali’de çıkan bir yangın sonrası Kadızâdeli Mehmet Efendi’nin etkisiyle İstanbul’daki bütün kahvehaneleri yıktırmış, tütün içme yasağına uymayanları katletmiştir. Ancak IV. Murat’ın tarikat ve şeriat ehlini dengede tutma politikasının olduğunu, Sivasîlere ve ona bağlı dervişlere müdahale etmeyeceğine dair teminat verdiğini Naima kaydeder.[17]
Devrin en önemli tanıklarından biri olan Kâtip Çelebi de bu konuda görüşlerini belirtmiştir. Kâtip Çelebi bu konuda ‘bid’at odur ki, din ve dünya işlerinde peygamberden sonra gelen dört halife zamanında yahut daha sonra çıkmış ola. Hz. Peygamber – Allah’ın salât ve selamı üzerine olsun- ve ulu arkadaşları – Allah onların hepsinden razı olsun- zamanında olmayıp kavli, fiili ve takriri sünnetlerden biriyle O’na işaret olunmamış ola ve hakkında eserler bulunmaya. Bu makale iki bölüktür. Birine bid’at-ı hasene derler. İlk zamanlarda olmayıp sonradan gerektiği için din ulularının caiz gördükleridir mesela minareler yapmak, kitaplar yazmak gibi. Bir bölüğü de Bid’at-ı seyyiedir. İtikat işlerinde sünnet ehlinden başka koldan azmış olan bölüklerin akaidi gibi. Ve dinin amel ile ilgili konularında halkın kendi asılsız inancına göre ibadetler ortaya koymak gibi.’[18]demiştir.
Kâtip Çelebi akli ilimlerin okunması ve okutulması konusunda da tartıştıktan sonra ‘ İmdi gerektir ki basiret sahipleri, insanlığın ondan ayrılmaz yönleri olan temeddünün ve toplu halde yaşamanın gerektirdiklerini… – bilmeli bu bilindikten sonra da – hikmet-i temeddünün – medeni olmanın- sırları gittikçe açılır…’ demektedir.[19]
Ayrıca Kâtip Çelebi Emr-i bil ma’ruf konusunda da düşüncelerini belirtmiş, emr-i bil ma’ruf yapacak kişilerin ehil olması gerektiğini belirtmiş ve eğer ehil kişiler yapmazsa ‘ Müslümanların birbirleriyle savaşıp döğüşmelerinin çoğu buna dayanmaktadır’ [20] demiştir. Bu doğrultuda Kâtip Çelebi’nin ve Abdülmecid Sivasî’nin akli ilimlerin okutulması ve Emr-i bil ma’ruf konularındaki görüşlerinin yakın olduğunu söyleyebiliriz.
C. Üstüvânî Mehmet Efendi:
Kadızâde Mehmet Efendi’den sonra da onun taraftarları düşüncelerini vaazlarda, camilerde yaymaya devam etmişlerdir. Haram ve şeriata göre yasak olduğu kesin olmayan bazı uygulamaların haramlığını ve yasaklığını iddia etmişler ve bunları yapanları kâfir olarak nitelendirmişlerdir. Tasavvuf ehlinin ibadetlerine, sema ve devrana, cemaatle nafile namazı kılanlara karşı çıkmışlardır. Saraydaki baltacı, bostancı ve kapıcıların bazılarını etkileri altına alıp kızlar ağasına ve valide sultana kadar ulaşıp siyasi güç sahibi olmuşlardır. Burada ön plana çıkan kişi Üstüvânî Mehmet Efendi’dir. Hareketin bu ikinci ve saldırgan safhası Sultan İbrahim’in saltanatının son zamanlarına IV. Mehmet’in saltanatının da ilk zamanlarına denk gelir.[21]
Kadızâdeli Mehmet Efendi’nin yanında yetişmiş olan Üstüvânî Mehmet Efendi de Ayasofya vaizliğine kadar yükselmiş bir kişidir. Saray çevresindeki helvacılar, bostancılar ve Enderun-ı Hümayun’un hademelerinin okuryazar kısmı ondan ders almışlardır. Üstüvânî Mehmet Efendi aynı zamanda Has Oda’da padişaha vaazlar vermiş ve padişah şeyhi olarak ün kazanmıştır. Naima’ya göre Üstüvânî Mehmet Efendi sarayda öyle büyük bir nüfuz elde etmiştir ki azil ve tayinlerde söz sahibi olmaya başlamış, aynı zamanda halkı da tahrik etmeye devam etmiştir.
Bu dönemde Üstüvânî Mehmet efendiye karşı tarikat ehlini temsilen Abdülmecid Sivasi’nin yeğeni Abdülahad Nuri’yi görürüz. Abdülahad Nuri, Kadızâdeliler’in fikirlerini eleştirmiş, eserler yazmış hatta çevresindekileri de tahrik etmiştir. Bunlardan en önemlisi Kürt Molla lakaplı Mehmet Efendi’dir. Kürt Molla ve Mehmet Ağa Camii imamı Tatar İmam lakaplı Kefevî Hüseyin Efendi özellikle Birgivî’ nin “et- Tarikatu’l Muhammediyye” adlı eserini eleştiriyorlardı. Her ikisi de “et- Tarikatu’l Muhammediyye” ye şerh yazmışlar fakat Kadızâdeliler tarafından pusturulmuşlardır. Kürt Molla İstanbul’u terk etmiş, Tatar İmam da Kadızâdeliler’i halk önünde tartışmaya davet etmiştir. Fakat Kadızâdeliler bu davete icabet etmemişlerdir. 1653’te IV. Mehmet’in emriyle Bahaî Mehmet Efendi sadaretinde bir ulema meclisi toplanmış, “et- Tarikatu’l Muhammediyye”ye yazılan şerhler geçersiz sayılmıştır.[22] Bu olayda Kadızâdeliler’in saraydaki nüfuzunun ne kadar etkili olduğu ortadadır.
Kadızâdeliler bu dönemde başka olaylara da neden olmuşlardır. Sadrazam Melek Paşa’dan bir buyruldu alarak Halveti tekkelerini basmışlar ve dervişleri dağıtmışlardır. Kadızâdeliler, Üstüvânî Mehmet Efendi’nin önderliğinde Şeyhülislam Bahaî Mehmet Efendi’den sema ve devranın haram olduğuna dair fetva alıp, Abdülmecid Sivasi’nin halifelerinden Abdülkerim Çelebi’nin tekkesini basıp takipçilerini öldüreceğini, bu tekkenin “temelini kazıp toprağını denize dökmedikçe” orada namaz kılmanın caiz olmadığını bildirmişlerdir. Abdülkerim Çelebi şeyhülislama başvurmuş, şeyhülislam Üstüvânî’ yi çağırmış fakat Üstüvânî sadrazama sığınmıştır.
Bu dönemde Kadızâdeliler’in saray nüfuzu Çınar Vak’a’sına kadar sürmüştür. Naima’ya göre Çınar Vak’ası’ndan sonra sadrazamlığa getirilen Boynueğri Mehmet Paşa tayin işlerinde ulema ve vaizlere danışmayı terk edip bu işleri kendisi yapmaya başlamıştır. Buna karşılık Kadızâdeliler, Venedik donanmasının Çanakkale Boğazı’nı abluka altına almasını fırsat bilerek halkı kışkırtmaya başlamışlardır. Bunların bid’atların terk edilmemesinden, rüşvetin artmasından ve tarikat ehlinin himaye edilmesinden kaynaklandığını söylemişlerdir. [23]Köprülü Mehmet Paşa’nın sadaretinin 8. Günü, Fatih Camii’nde na’t-ı şerif okunurken Kadızâdeliler müezzinlere engel olmaya çalışmışlar, Daha sonra İstanbul’daki tekkeleri yıkmaya, dervişleri tecdid-i iman[24] a davet edip kabul etmeyenleri öldürmeye, padişahtan bid’atları kaldırmak için izin istemeye ve camilerde tek minare kalacak şekilde diğer minareleri yıkmaya karar vermişlerdir. Fatih Camii’nde toplanmışlar, Köprülü Mehmet Paşa devrin âlimlerine Kadızâdeliler hakkındaki fikirlerini sormuş ve padişahtan Kadızâdeliler’in katli için ferman almıştır. Bu ceza sürgüne çevrilmiş, Üstüvânî, Türk Ahmet ve Divâne Mustafa Kıbrıs’a sürülmüş, böylece hareketin ikinci safhası sona ermiştir.[25]
D. Vânî Mehmet Efendi:
Hareketin üçüncü safhasını vaiz Vânî Mehmet Efendi başlatmıştır. Van’da doğmuş, medrese eğitimi almış ve Erzurum’a gitmiştir. Burada verdiği vaazlarla şöhret olmuştur. Fazıl Ahmet Paşa ile Erzurum valisiyken yakınlaşmış, Paşa 1661’de sadrazam olunca da Edirne’ye davet edilmiştir. Edirne’ye gelince Sultan Selim Camii’nde vaazlar vermeye başlamıştır. IV. Mehmet’in himayesiyle şehzade Mustafa’nın hocası olmuştur. Böylece sarayda nüfuzu artmış ve padişah üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Vânî Mehmet Efendi seleflerinin de yaptığı gibi, tarikat ehline tavır almıştır. Mevlevilerin sema ve Halvetilerin ‘tahta tepmek’ adıyla anılan ayinleri padişah tarafından yasaklanmıştır. 1081 yılında meyhaneler yıktırılmış, 1087’ de kabir ziyareti sultan tarafından yasaklanmıştır. Osmanlı maliyesinde de birçok örfi vergi bid’at olarak nitelendirilip, şeriata göre vergi toplanmaya başlanmıştır.
Vani Mehmet Efendi’nin vefatından sonra da tarikat- şeriat tartışmalarının az da olsa devam ettiği görülür. 1692’de Mehmet Efendi’nin takipçileriyle mutasavvıf Niyazi Mısrî’ nin Bursa Ulucamii’nde kadir gecesinde cemaatle namaz kılarken meydana gelen bir hadise bunu kanıtlar niteliktedir.
Sonuç:
İbn-i Teymiyye ve onun düşüncelerinden büyük ölçüde etkilenmiş olan Birgivî ekolünün bir devamı niteliğinde olan Kadızâdeliler hareketi yeni bir tartışma ortamı yaratacak fikirlerle ortaya çıkmamıştır. Kadızâdeliler hareketi fikri alanda zayıf kalmış, fakat uygulamada saldırgan bir tutum izlemiştir. Bunun nedeni de saray ve çevresinde siyasi nüfuz elde etmeleri, padişahlar üzerinde etkili olmuş olmalarıdır.
Kadızâdeliler, İbn-i Teymiyye ve Birgivî Ekolünün tekrarlayıcısı olarak tarihten bu yana var olan tekke- medrese ahengini alt üst etmiş, Türklerin İslam’a giriş süreciyle başlayıp Selçuklu’ya ve Anadolu Beylikleri’ne taşınan, XVII. Yy’a kadar da Osmanlı’da varlığını devam ettiren fikir ve düşünce geleneğini yok saymıştır.
Kadızâdeliler ve ondan önceki tüm selefiyeci hareketler, devletin sosyo-ekonomik, askeri ve idari sıkıntılarından yararlanmış, düşüncelerini bu şekilde uygulamaya koymayı başarmıştır. İstanbul’da padişahlara kabul ettirdikleri düşüncelerini halkı ve özellikle tasavvuf ehlini huzurluk içinde bırakarak kabul ettirmeye çalışmışlardır. Tekkeleri yıkmaya çalışmışlar, dervişleri öldürmüşler, kahvehanelerin kapatılmasına, tütünün yasaklanmasına neden olmuşlar, halkı çok sert tedbirlerle yola getirmeye çalışmışlardır.
Kadızâdeli Mehmet Efendi ile IV. Murat devrinde fikri alanda başlayan ilk safha Sivasîler – Kadızâdeliler tartışmasını karşımıza çıkarmış, Sultan İbrahim’in son yılları ile IV. Mehmet saltanatının ilk yıllarına denk gelen ikinci safha yine Sivasîlerden Abdülahad Nuri ile Üstüvânî tartışması ile devam etmiş, IV. Mehmet’in saltanatının son yıllarındaki üçüncü safha ise Vânî Mehmet Efendi ile Halveti ve Mevlevi şeyhleri arasında devam etmiştir.
Dönemin müellifleri olan Kâtip Çelebi ve Naima da Kadızâdeliler hakkında bilgi vermiş, Kadızâdeliler’e karşı Sivasîlere daha yakın bir tutum içinde hareket etmişlerdir.
Devletin kötü gidişatına çözüm arayışları adı altında, siyasi nüfuzlarını din adına kullanmaları, ayrıca islamlaşma sürecinde çok etkili oldukları görülen Horosan erenleri ve Yesevî dervişlerini, tasavvuf ehlini, Gazâlî ekolünü devam ettiren çeşitli ilim adamlarının düşüncelerini, kısacası Selçuklu ve Anadolu Beylikleri’yle ,Osmanlı’nın XVII. Yy’a kadarki tarihi ve dini mirasını bir anda silmek,-dinin tarihi sürecini inkâr etmek- kanaatimizce Kadızâdeliler’in en büyük hatalarından biri olmuştur.
Kaynakça:
1. ÇAVUŞOĞLU, Semiramis, Kadızâdeliler, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 24, İstanbul: TDV Yayınları, 2001.
2. ÇELEBİ, Kâtip, Mizanü’l Hakk fi İhtiyaru’l Ahakk (Neşr. Orhan Şaik Gökyay), İstanbul: Kabalcı Yayınları, 1980.
3. KARAGÖZ, Memet, Osmanlı Fikir Hayatında Kadızâdeliler, Türkler, Cilt 11, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002.
4. Naima Mustafa Efendi, Tarih-i Naima (çev. Zuhuri Danışman) , İstanbul: Zuhuri Danışman Yayınevi, 1969.
5. OCAK, Ahmet Yaşar, ‘XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Dinde Tasfiye(Pürütanizm) Teşebbüslerine bir Bakış: Kadızâdeliler Hareketi’ , TKA, XVII-XXI/ 1-2, Ankara 1984.
6. OCAK, Ahmet Yaşar, Klasik Dönem Osmanlı Düşünce Hayatı, Türkler, Cilt 11, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 2002.
7. UNAN, Fahri, Dinde Tasfiyecilik Yahut Osmanlı Sünniliğine Sünni Muhalefet: Birgivî Mehmet Efendi, Türk Yurdu, Sayı 36, Ankara, Ağustos 1990.
8. YÜKSEL, Emrullah, Birgivi, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, İstanbul: TDV Yayınları, 2001.
________________________________________
[1] XVI. Yy’a kadar Osmanlı merkezi yönetiminin hukuki temellerine dayanak oluşturan mezhep. Akıl ve re’y esasına dayanır. Necmettin Ömer Nesefî, Ebukasım Mahmut Zemahşerî, Burhanettin Merginânî, Fahrettin Râzî, Nasurittin Tûsî, Kadı Beyzâvî, Adududdin İcî, Seyyid Şerif Cürcânî, bu ekolün temsilcilerindendir.
[2] OCAK, Ahmet Yaşar, Klasik Dönem Osmanlı Düşünce Hayatı, Türkler, Cilt 11, Ankara 2002 ,s.21.
[3] UNAN, Fahri, Dinde Tasfiyecilik Yahut Osmanlı Sünniliğine Sünni Muhalefet: Birgivî Mehmet Efendi, Türk Yurdu, Sayı 36, Ankara, Ağustos 1990, s. 33-42.
[4] Askeri sınıf mensubu kişilerin mirasını taksim etmekle görevlendirilmiş memur.
[5] YÜKSEL, Emrullah, ‘Birgivi’ , TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 6, İstanbul 2001, s.192
[6] A.g.m
[7] A.g.m
[8] A.g.m
[9] Çavuşoğlu, a.g.m, s.192
[10] KARAGÖZ, Memet, ‘Osmanlı Fikir Hayatında Kadızâdeliler’, Türkler, Cilt 11, Ankara 2002, s. 147
[11] A.g.m.
[12] Unan, a.g.m, s.36
[13] Karagöz, a.g.m, s.141
[14] Karagöz, a.g.m s.143.
[15] Karagöz, a.g.m, s.144.
[16] OCAK, Ahmet Yaşar, ‘XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Dinde Tasfiye(Pürütanizm) Teşebbüslerine bir Bakış: Kadızâdeliler Hareketi’ , TKA, XVII-XXI/ 1-2, Ankara 1984, s.206
[17] ÇAVUŞOĞLU, Semiramis, ‘Kadızâdeliler’ TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 24, İstanbul 2001,s. 101
[18] Kâtip Çelebi, Mizanü’l Hakk fi İhtiyaru’l Ahakk (Neşr. Orhan Şaik Gökyay), İstanbul 1980, s. 72-73
[19] Kâtip Çelebi, a.g.e, s.17- 24
[20] Kâtip Çelebi, a.g.e. s. 85-88.
[21] Çavuşoğlu, a.g.m, s.101
[22] Çavuşoğlu, a.g.m, s.101
[23] Naima, VI, s. 225
[24] İmanı yenileme, temizleme.
[25] Çavuşoğlu, a.g.m, s.102