Rabıta konusu üzerinde tartışılan ve tasavvufa karşı ön yargısı olanlarca en çok eleştirilen hususlardan birisidir. Aşağıda ismini vermeden alıntı yapacağımız makale de eleştirili amaçlı yazılmış bir makaledir. Biz bu makaleyi ve orada zikredilenlere karşı cevaplarımızı öz bir şekilde vermeye çalışacağız. Parantez içerisindeki yazılar bahsettiğimiz makaleye aittir. Diğerleri ise tarafımızca yazılan cevaplardır. Tevfik Yüce Allah’tandır.
( Yazı dizimizin son bölümünde sûfilerce tevessülün bir çeşidi sayılan “Râbıta” konusunu ele alacağız. Râbıta, üzerinde en çok tartışılan konulardan birisidir. Bu tartışma biraz da, râbıta kavramının sınırlarının net olarak belirlenememesinden kaynaklanmaktadır. Bu özelliğinden dolayı, böyle bir kavram üzerinde kalem oynatmak beraberinde bazı zorlukları da getirmektedir.
Râbıtayı kabul edip uygulayanların, onun dînî delilleri üzerinde fazla bir tereddüdünün bulunmadığı görülmektedir. Hatta böyle bir uygulamanın farz olduğunu iddia edenler olduğu kadar[1]; Uygulanış şekillerine bakarak, râbıtaya nass’larda açıkça bir işâret bulamayıp ve dolayısıyla onu, dînen bağlayıcı görmeyenlerin bir kısmı, ehl-i tasavvufa hürmeten sükût etme yolunu tercih ederlerken; Tevhidi önceleyen bir kısım âlimlerin de onun dış kaynaklı bir bid’at olduğunu ileri sürerek reddettiği, bazılarının ise şirk olduğu noktasına ulaşmış olduğu görülmektedir. Bazı cahil mürîdlerin râbıta ve râbıta yapılan şeyh hakkındaki yanlış inanç ve uygulamalarına bakıldığında, konunun bazen şirki hatırlatan tehlikeli boyutlara vardırılmış olabileceği bir hakikattir. )
Burada 1 numaralı dipnota dikkatinizi çekmek istiyoruz. Öncelikle dipnotu buraya alalım ve tarafsızca okuyalım. DİPNOTLAR [1] ” Rabıtanın (vesile himmet de dahil buna ) şirk ve küfür olduğu ithamına gelince Rabıta edilen şahsın buna ehil olup olmadığı davası bir yanda dursun, prensip olarak bu işi inkar etmek, Allah Rasulünü ‘nün Ruhaniyetinden , Hazret-i Ebubekir, Abdülhalık Gucdevani, Şah-ı Nakşibend, Ubeydullah Ahrar , İmam- Rabbani , Mevlana Halid ve daha nice büyüklerin Ruhaniyetine kadar top yekün mana alemini reddetmeye ve bütün bu büyükleri küfürle suçlandırmaya varacağından , küfrün ta kendisidir. Yani ”Rabıta ” Küfür diyenlerin, kendileri küfürdedir .” (Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Sh 276-277).
Görüldüğü gibi alıntı da rabıtayı inkar edip, onu küfür bir eylem olarak görenlere bir reddiye ve bunu yapanın küfre düşme ihtimali olduğu açıklanmaya çalışılmıştır. Böylesi büyük ve imanları kamil olan alimleri küfürle itham etmek, insanı küfre düşürebilecek çok büyük bir tehlikedir. Rabıtayı ve onu yapanları küfürle itham etmek müslümanların büyük çoğunluğunu dinden çıkmayla itham etmek demektir. Bu alıntıda rabıtanın farz olduğuna dair herhangi bir açıklama yoktur. Oysa yazı da rabıtanın namaz gibi , hac gibi sanki farz bir ibadet olarak görüldüğü gibi bir izlenim oluşturulmaya ve daha başlangıçta ehli tasavvuf mahkum edilmeye çalışılmaktadır. Bu açıkça yanlış bir yaklaşımdır. Makaleyi incelemeye devam edelim.
(RÂBITANIN TARİFİ : Lügatte, iki şeyi birbirine bağlayan ip, alâka, vuslat, münasebet, ilgi ve sevgi ile mensubiyet, cesur ve dayanıklı olmak gibi anlamlara gelen râbıta, birinci ve ikinci baplardan rabt vezninde türetilen, çoğulu revâbıt şeklinde gelen Arapça bir kelimedir.[2]
Kur’ân-ı Kerim’de yer alan ribât ve murâbata (Âli İmrân 3/200; Enfâl 8/60) ise, sınırlarda düşmanı gözetlemek, nöbet tutmak, verilen emrin eksiksiz yerine getirilmesi gibi anlamları ifade eder.[3]
Ribat ve murâbata ile aynı kökten gelen ve tasavvufî bir terim olarak kullanılan râbıta; Mürîdin, Allah’a vasıl olmuş kâmil şeyhinin rûhâniyetinden istimdatta bulunmasından ve onun sûretini (şeklini) çokça gözü önüne getirip yanındayken takındığı tavrı gıyâben de sürdürmeye çalışmasından ibarettir.[4]
Tarifini verdiğimiz mürşid râbıtası dışında, ölüm râbıtası ve huzur râbıtası da, sûfilerin tasnif ettiği en yaygın râbıta türlerindendir. Fakat üzerinde en çok tartışılan ve itiraz edilen râbıta türü mürşid râbıtası olduğundan, ağırlıklı olarak mürşid râbıtası üzerinde duracağız.
Hâlid el-Bağdâdî (ö.1242/1826), günlük zikrin yapılış şeklini ve edeplerini anlattığı bölümde, hayâlî râbıtayı şöyle anlatır: “Mürîd, şeyhine yönelir, onu hayâline alır, kendisiyle karşı karşıya oturduğunu düşünür, onun iki kaşı arasına baktığını hayâl eder. Çünkü mürşidinin feyiz gelecek yeri iki gözü arasıdır. Ondan nazarını kesmez. Mürîd, müşâhede ehli ise mürşidini doğrudan görür, değilse kesin inanarak görmüş gibi nazar eder. İşte bu şekilde mürşidini hayâlinde tutup ondan mânen faydalanma arzusunda olmaya, râbıta denir.”[5]
Günümüzde yazılan bir eserde de: “Günlük ders râbıtasının vakti, akşam-yatsı namazı arasıdır. Râbıta yapacak kimse akşam namazından sonra abdestli bir şekilde kıbleye karşı âdab üzere oturur, gözlerini kapatır, yirmi beş defa estağfirullah der. Kalbiyle mürşidine yönelir, onun dolunay gibi ilahî nurlarla parlayan cemâlini hayâlinde canlandırır. Onu gözünün önüne getirmeye ve ondaki nurlardan nasiplenmeye çalışır. Bunun için mürşidin iki kaşı arasından çıkan bembeyaz süt şeklindeki ilahî nûrun ve feyzin, mürîdin ağzından girerek kalbinin üzerine geldiğini, kalbinden yayılarak bütün vücudunu sardığını düşünür. Buna on, on beş dakika devam eder. Râbıtanın en azı beş dakikadır. Duruma göre bu süre uzatılabilir. Sonra yirmi beş defa estağfirullah diyerek gözler açılır. Ders olarak yapılan râbıta, ramazan ayının ve orucun bereketinden istifade etmek için ramazan ayında öğle ile ikindi namazı arasında yapılır.”[6] şeklinde uygulaması anlatılmaktadır.
Tasavvuf klasikleri diyebileceğimiz ilk eserlerde, bugün anlaşıldığı şekilde bir râbıta uygulamasına ve râbıta kavramına rastlanmamaktadır. Fakat sevgi, mehabbet, teslimiyet ve kalbi şeyhe bağlamak üzerine bina edilen râbıta uygulamasının ilk izlerine, mürşid-mürîd ilişkileri başlığı altında rastlamak mümkündür. Cüneyd-i Bağdâdî‟nin (ö. 297/909), sekiz esastan altıncısını, Kalbi devamlı şeyhin kalbine raptetmek şeklinde izah etmesi râbıtaya temel teşkil eden bir ilke olarak göze çarpmaktadır.[7] )
Buraya kadar yapılan açıklamalar önemlidir. Özellikle Cüneyd-i Bağdadi Hazretlerinden yapılan alıntı aslında meseleyi özetlemektedir. Kalbi devamlı şeyhin kalbine raptetmek olarak açıklanan esas aslında rabıtadır. Cüneyd-i Bağdadi Hazretleri eserinde bunu şerh etmeden belirtmiştir. Nasıl olacağını yazılı olarak açıklamamıştır. Buradan hareketle günümüzde anlaşıldığı gibi bir rabıta ilk asırlarda yoktu, dolayısı ile bu sonradan çıkmıştır ve bidattır gibi bir algının alt yapısı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu ilmi bir yaklaşım değildir. Yanlıştır.
(Râbıta, Nakşibendî Tarîkatı’nın kurallarından biridir. Ancak zaman içinde kurumlaştırılmış olan râbıtanın, bütün tarîkat öncüleri tara¬fından onaylanmış, ya da üzerinde görüş birliğine varılmış çok net bir tanımı yok¬tur. Bununla birlikte gerek manzum, gerekse düz ifade olarak yalnızca birkaç kişi tarafından yaklaşık bir dille, râbıtanın ne olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Fakat başta Halid Bağdâdî olmak üzere bu şahıslar, meşruluğunun da ötesinde onun kaçınılmaz gerekliliğini, hatta râbıtanın, kaynağını Kurân-ı Kerîm’den ve Rasulullah (s)’ın sünnetinden aldığını kanıtlamak için olağanüstü çaba sarf etmişlerdir.
XIX. yüzyıla kadar râbıta hakkında önemli bir eleştiri yapılmamıştır. XIX ve XX. yüzyıllarda Hindistan’da kendisi de bir Nakşibendî Müceddidî olan Ahmed Şehîd Birîlvî ile Sıddîk Hasan Han Kannevcî ve İstanbul’da Hâfız Seyyid Hoca başta olmak üzere bazı kişiler tarafından râbıtaya eleştiriler yöneltilmiştir. Eleştirenlerin çoğu râbıtayı sadece bid‘at olarak görürken Hâfız Seyyid Hoca hem bid‘at hem şirk olduğunu ve putperestlik âdetlerine benzediğini öne sürmüştür. Bu eleştiriler üzerine bilhassa Nakşibendî Hâlidî mensupları râbıtayı savunmak için eserler kaleme almışlardır. )
Yukarıdaki paragrafta rabıtanın tüm tarikat öncüleri tarafından onaylanmış bir tarifi yoktur denilmektedir ki bu da doğru bir çıkarım değildir. Rabıta tüm tarikat önderlerince, kalbi kamil bir mürşide bağlamak ve onunla irtibat halinde tutmak olarak görülmektedir. Bunun böyle olduğunun delili tüm tarikat erbabının takdir ettiği Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin açıklamalarındadır. Bunu aslında yazar da zikretmiştir. ‘Fakat sevgi, mehabbet, teslimiyet ve kalbi şeyhe bağlamak üzerine bina edilen râbıta uygulamasının ilk izlerine, mürşid-mürîd ilişkileri başlığı altında rastlamak mümkündür. Cüneyd-i Bağdâdî‟nin (ö. 297/909), sekiz esastan altıncısını, Kalbi devamlı şeyhin kalbine raptetmek şeklinde izah etmesi râbıtaya temel teşkil eden bir ilke olarak göze çarpmaktadır.’ Kalbi devamlı şeyhin kalbine rabtetmenin rabıtanın tarifi olduğu konusunda sufiler arasında bir ihtilaf yoktur.
Burada üzerinde durulması gereken ikinci nokta ise 19.yüzyıla kadar rabıta hakkında önemli bir eleştiri yapılmadığının yazar tarafından itiraf edilmiş olmasıdır. Fakat bu gerçek başka bir gerçeğin üzerini örtmek için kullanılmıştır. Nakşidendi tarikatının kurucusu olan Şah-ı Nakşibend’den (1318-1389 ) yani 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar 500 yıl boyunca rabıta ümmetin alimleri tarafından kabul görmüştür. Bu konuda herhangi önemli bir eleştiri olmamıştır. Burada 5 asır boyunca rabıtayı kabul eden binlerce alimden bahsediyoruz. 19. yüzyıla gelince bazı kişilerce eleştirilmiştir. Bunların eleştirileri diğer alimlerin beş asırlık kabullerinden niye daha ehemmiyetli olarak kabul edilmektedir. Bu soru sorulmadan geçilmiştir.
Sıddık Hasan Han Kannevci Hindistanlı bir alimdir. Kendisi rey ekolüne, taklide, mezhep imamlarına, ehli tasavvufa ve özellikle İmam Azam Ebu Hanife ve Hanefi mezhebine ağır ithamlarda bulunmuştur. Hz. Peygamber’in kabrini ziyaretin bid‘at olduğu, kasten terkedilen namazların kazâ edilmeyeceği, başkasının küçük ya da büyük abdest bozduğu durgun sudan abdest alınabileceği, ticaret mallarından zekât verilmeyeceği gibi fıkhî görüşlerinin yanı sıra Sıddîk Hasan Han’ın başta Ebû Hanîfe olmak üzere birçok âlim hakkındaki olumsuz kanaatleri ve eserlerinde aktardığı tarihî mâlûmat da eleştiri konusu olmuştur. Ebû Hanîfe ve mezhebine yönelik ağır ithamlarda bulunmasına rağmen namazlarını Hanefîler gibi kılmasını hayretle karşılayan Abdülhay el-Hasenî’nin onun yakın arkadaşı Zülfikar Ahmed el-Hüseynî el-Mâlevî’den aktardığına göre Sıddîk Hasan Han, ölümüne yakın fıkıh ve tasavvuf imamları hakkındaki olumsuz kanaatlerinden dolayı tövbe etmiş, bu pişmanlığını, Abdülkadir-i Geylâni’nin Fütûhu’l-gayb adlı eserinin Urduca çevirisi olan son kitabı Makalatü’l-ihsan ve makamatü’l-irfan’ın son kısmında ifade etmiştir (Abdülhay el-Hasenî, VIII, 191-193).
Ahmed Şehid Birilvi’de 19.yüzyılda Hindistan’da yaşamış, İngilizlere ve onların yönlendirmesindeki sihlere karşı mücadele etmiş, cihad etmiş, fakat ehli tasavvufu da eleştirmiş bir islam alimidir.
19. yüzyıl ve sonrası İslam dünyasında bir kırılmanın yaşandığı ve müslümanların kendi kültür miraslarına şüphe ile bakmaya başladıkları bir çağdır. Arka arkaya alınan yenilgiler ve müslümanların perişan hali , kimi düşünür ve alimleri İslam şimdiye kadar yanlış yorumlandı ve anlaşıldı. Eğer doğru yorumlansaydı biz böyle olmazdık çıkarımına itmiş ve bu da onları garip ve farklı yorumlar yapmaya yöneltmiştir. Ehl-i sünnet imamları ve tasavvuf büyükleri bu kişilerce hedef tahtası yapılmış ve müslüman dünyanın perişanlığına ait tüm fatura onlara ve mezheplerine, meşreplerine kesilmek istenmiştir.
Bu açıklamalardan sonra makalemize tekrar dönelim ve yazılanları okumaya devam edelim :
(RÂBITA HAKKINDA DELİLLER : Biz bu bölümde tasavvufçuların râbıtaya getirdikleri delilleri madde madde verip, râbıtanın yanlışlığına kani olan muhakkik ulemanın bu konudaki açıklamalarını nakledeceğiz:
1) Râbıtaya Delil Ayetler:
“Ey iman edenler! Sabredin; (düşman karşısında) sebat gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.” (Âl-i İmran, 200)
Ayetteki râbitû emrinden neyin kastedildiği hususunda Nakşibendi şeyhi Ömer Ziyâüddîn Dağistânî (ö. 1339/1921) şöyle der: “Âdetleri terk etmek hususunda nefsin üstün gelme isteklerine karşı çıkın, taat ve ibadetlerin ağırlık veren acılığına karşı dayanma gücü gösterin. Cenâb-ı Hakk‟tan tecellî edecek ilâhî vâridâtları gözetebilmek için sırrlarınızı takviye edin. Şeriat, tarikat ve hakikate göre zuhur edecek vâridâta sırrlarınızı hazırlayın. Murâbatasız müsâbere, müsâberesiz de murâbata olmaz. Bunların eksiksiz ve semereli bir şekilde yapılabilmesi seyr-ü sülûk ile mümkündür. Kul ancak böyle manevî bir terbiye ile hâl ve makamları sonuna kadar aşabilir.”[8]
Bu ayette söz konusu olan “râbıta”nın ne demek olduğu hususunda mûteber âlimlerimizin yorumlarını zikredecek olursak:
İmam Nesefi râbitû emrini: “Cihat sırasında Al¬lah’ın düşmanları karşısında direnin, geri çekilmeyin. Cihat için hazırlıklı ve uyanık bulunun. Sınır ve nöbet yerlerinde direnip bek¬leyin, nöbetinizi ihmal etmeyin. Oralarda atlarınızı, her türlü silâhlarınızı, savaş araç ve gereçlerinizi sağlama alın. Sürekli teyakkuz hâlinde bulu¬nun ve her an savaşa çıkacakmış gibi hazır olun”[9] şeklinde açıklamıştır.
Fahruddin Râzi de: “Hak Teâlâ’nın “nöbet beklesin” emri ile ilgili iki görüş vardır:
1- Bu, o kimselerin atlarını hudutlardaki nöbet yerlerine, karakollara bağlamalarından ibarettir. Onlar atlarını, hasım tarafların her biri, diğeriyle savaşa hazır olacak bir şekilde atlarını bağlarlar ve beklerler. Nitekim Cenâb-ı Hak, “ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla, Allah’ın düşmanlarını ve sizin düşmanlarınızı korkutasınız” (Enfâl,60) buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s)’den: “Allah yolunda kim bir gün bir gece hudut nöbeti tutarsa, bir ay ihtiyacı dışında devamlı namaz kılan ve bozmadan oruç tutan kimsenin (ibâdeti) gibi ibâdet etmiş olur” dediği rivayet edilmiştir.
2- Murâbata, bir namazdan sonra diğer namazı beklemek manasına gelir. Bunun böyle olduğuna şu iki husus da delâlet etmektedir:
1. a) Ebu Seleme İbn Abdurrahman’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında, murâbata yapılan (hudut nöbeti beklenen ve kendisi için hususî atlar hazırlanan) bir savaş yoktu. Binâenaleyh bu âyet ancak, bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı bekleme hakkında nazil olmuştur.”
1. b) Ebu Hureyre (r.a)’nin, namazdan sonra diğer namazı beklemeden bahsedip, sonra üç kere, “Dikkat edin, ribât işte budur!” dediği rivayet edilmiştir.
Bil ki bu lâfzı, zikredilen bu manaların hepsine birden hamletmek mümkündür. “Ribâtın kökü bağlamak manasına olan “rabt” etmektendir. Nitekim bir şeye sabreden kimseye,”Kalbini ona bağladı” denilir. Başkaları, bu kelimenin “devam ve sebat etme” demek olduğunu söylemişlerdir ki bu mana, bizim söylediğimiz sabretme ve kalbi bir şeye bağlama manası ile alakalıdır. Sonra bu sebat ve devam, cihâd için olabileceği gibi, namaz için de olabilir.”[10]
Sonuçta Murabata – râbıta iki türlüdür:
1. Yukarıda söylediğimiz, İslam ülkesinin sınır boylarında nöbet tutmak ve düşmana karşı uyanık olmak. Bu mana murabatanın hakiki manasıdır.
2. Nefsin hilelerine karşı uyanık olmak. Bu da murabatanın mecazi manasıdır. Bu manada olarak Hz. Peygamber (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: “Bir namazın ardından diğerini beklemek ribat/rabıta kabilindendir”. “Size Allah’ın hatalarınızı ne ile sileceğini, derecelerinizi ne ile yükselteceğini söyleyeyim mi? Evet, buyur, söyle dediler. Zor şartlarda dahi mükemmel bir abdest almak, mescitlere doğru çok adım atmak, bir namazın ardından diğerini intizar etmek… İşte ribat/rabıta budur, ribat/rabıta budur, ribat/rabıta budur”[11]
Günümüz müfessirlerinden Vehbe Zuhaylî de der ki: “ Sabredin yani isabet eden ağır işlere karşı nefsinizi tahammülsüzlükten alıkoyun, dinî yükümlülükleri yerine getirmeye katlanın. Sabır yarışı yapın. Savaşta karşılaştığınız sıkıntılara kâfirlerden daha çok sabırlı olun, sabırda onları geçin. Onlar sizden daha ileri derecede sabredenler olmasınlar. Nöbet beklesin; ribat yapın, yani cihad için serhadlerde düşmana karşı gaza yapmak için gözetleyiciler ve nöbetçiler olarak yer tutun. Allah’tan korkun, kendinizi Allah’ın gazabından ve hiddetinden uzak tutun; ki felah bulasınız, felahı umabilesiniz. Felah, cennete nail olmak, cehennemden kurtulmak ve kast olunan amelleri yapabilmektir.”[12]
Görüldüğü gibi ribat veya râbıta cihadla, sabırla, ibâdetlere bağlanmakla ilgili kavramlardır. Tasavvufçuların anladığı gibi bir anlam taşımamaktadırlar. Ne peygamberimiz, ne sahabeler, ne de sonradan gelen büyük âlimler böylesine bir râbıta yapmamışlardır. Bu anlamda râbıta, sonradan uydurulmuş bir şeydir. Bu âyet aynı zamanda Mü’minlere, birbirlerine bağlanmalarını, birbirlerine destek olmalarını, toplu bir şekilde İslâm ümmeti bağını güçlendirmelerini de emretmektedir.
Nitekim Kur’an’ın birçok âyetinde mü’minlerin birlik olmaları emrediliyor, onların kardeş oldukları vurgulanıyor. Müslümanların cemaat olmalarının, Kur’an’a topyekûn sarılmalarının din ve dünya açısından sayısız faydaları vardır. İslâm, kişiyi Allah’a bağlayan ve kurtuluşa götüren bir dindir. Herkes kendi sorumluluğunu kendisi taşır. Ancak İslâm, en iyi şekilde, bir müslüman cemaat arasında, onlarla beraber yaşanabilir.
Şeytan ve onun yardımcıları müslümanları zayıflatmaktan ve İslâm’ın varlığını ortadan kaldırmaktan hiç bir zaman geri kalmadılar ve kalmayacaklar. Müslümanlar, cemaat halinde kuvvetli olurlar ve bu şekilde düşmanlarının zararını rahatlıkla savarlar. Rabbimiz, mü’minlerin her konuda, özellikle Allah’ın dinini koruma hususunda birbirlerine kuvvetli bağlarla bağlanmalarını, birbirlerine ‘rabt’ olmalarını istiyor. Bu bağ, sabır, tahammül, birbirlerinin ayıbını ve eksiğini örterek, birbirlerinin farklı görüşlerini hoş görerek, birbirlerinin zayıf taraflarını kapatarak olacaktır.
Sonuçta, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen kelimeleri Arapçadaki asıl manalarından çıkarıp başka manalarda, herhangi bir delile dayanmadan kullanmak elbette ki isabetli değildir. Bu itibarla (rabitû) kelimesinden maksadın, Nöbet tutunuz demek olduğu muhakkaktır. Rabıta kelimesinin aslı Kurân-ı Kerim’de ve sünnette bulunmaktadır ve hakikat ve mecaz anlamlarıyla bugünkü tarikatçilerin anladığı anlamda bir râbıta yoktur. Kurân-ı Kerim’de ve sünnette bulunan bir kavramı Hz. Peygamber’in ve onu izleyenlerin anladığı gibi anlamak esastır. [13] )
Sorulması Gerekenler ve Konunun Aslı
Allah’ın dinini korumak iki şekilde anlaşılır. Bunlardan birincisi İslam toplumunu ve ümmetini gelecek harici düşman saldırılarına karşı korumak. Düşman mukaddesatı yok etmek ve müslümanları dinlerini yaşayamaz hale getirmek ister. Bunu engellemek için müslümanlar birbiri ile irtibatlı, uyanık ve teyakkuz halinde olmalıdırlar.
İkinci olarak, İslam toplumunu koruyabilmek ve diğer İslami vazifeleri yapabilmek için kendini korumak. İnsan kendisini düzeltemedikten sonra toplumunu asla düzeltemez. Nefis, insan için bir cihad meydanı ve kalp ise korunması gereken ana merkezdir. İmanın mahalli, ibadetler için gerekli olan azim, kararlılık, niyet ve ihlasın çıkış yeridir. Amellerin temelleri kalpte atılır. Bundan dolayı şeytan ve nefis öncelik olarak kişinin kalbine sirayet etmek ister ve oraya saldırırlar. Kalbe şüphe, korku, gevşeklik, dünyaya meyil, rahatına ve keyfine düşkünlük gibi fikirleri atıp, boş hayallerle ve boş işlerin sevgisi ile onu uğraştırıp, amelden geri bıraktırmaya çalışırlar.
Selim bir kalp sahibi olmak şarttır. Sınır boylarında nöbet tutan ve sürekli uyanık bir halde, sabırlı, tahammüllü ve teyakkuzda olan müminlerin bu hali bize örnektir. Normal hayatımızda da dini vecibelerimizi yerine getirmek için ciddi bir gayret ve teyakkuz içinde olmak zorundayız. Bunun için kalbin uyanık olması gerekir. Nakşibendi alimleri bunu sağlamak için rabıtanın yapılmasını istemişlerdir. Rabıta kalbi sadık ve salih bir alime, gerçek bir mümine bağlamak ve onunla irtibatlı bir halde tutup, oraya şeytan ve nefsin ilka edeceği batıl vehimlerin ve şehvani dürtü ve düşüncelerin girmesini engellemek içindir.
Yazar makalesinde İmam razi’nin tefsirinden alıntıda bulunmaktadır. Bu alıntıyı aynen buraya alıyoruz. ‘ Bil ki bu lâfzı, zikredilen bu manaların hepsine birden hamletmek mümkündür. “Ribâtın kökü bağlamak manasına olan “rabt” etmektendir. Nitekim bir şeye sabreden kimseye,”Kalbini ona bağladı” denilir. Başkaları, bu kelimenin “devam ve sebat etme” demek olduğunu söylemişlerdir ki bu mana, bizim söylediğimiz sabretme ve kalbi bir şeye bağlama manası ile alakalıdır. Sonra bu sebat ve devam, cihâd için olabileceği gibi, namaz için de olabilir.”[10]
Sonuçta Murabata – râbıta iki türlüdür:
1. Yukarıda söylediğimiz, İslam ülkesinin sınır boylarında nöbet tutmak ve düşmana karşı uyanık olmak. Bu mana murabatanın hakiki manasıdır.
2. Nefsin hilelerine karşı uyanık olmak. Bu da murabatanın mecazi manasıdır.’ Bu açıklamadan sonra murabata kelimesi hiç bir şekilde tasavvuf ehlinin kast ettiği manaya gelmez demek ilmi insaf ile bağdaşmaz.Kalp korunması gereken sınır kapısıdır. Nöbet beklenmesi gereken düşmanın saldırı yeridir. Bunun için uyanık olmak ,hazır olmak gerekir. Rabıta gerçek ihlas sahibi kul ile irtibat halinde olmak, kalbi ona bağlayıp, onun gibi olmak için uyarmak ve diri tutmak demektir. Kalp uyanık olursa cihad edebilir. Salih, namazına, dini vecibelerine bağlı bir zata kalbi rabtetmek, bağlamak, ,irtibatlı kılmak kalbi korur. Bundan dolayı bu ayeti kerime ile rabıta arasında bir ilişki kurulmuştur.
Bir namazdan sonra diğer bir namazı gözlemek murabata sayılmıştır. Bu namaz dinin direği olduğu içindir. Dinin direği olan bir amel için bu söylendiğine göre , bu diğer dini amelleri yapmak için de seferber olun manasındadır. Onları da gözleyin demektir. Mana sadece namaz ile sınırlandırılamaz. Namazın ve tüm ibadetlerin aslı samimi bir niyet üzere ve ihlaslı olmalarıdır. Niyatin ve ihlasın mahalli ise kalptir. Kalbi selim kılmak ve onu manevi makamlara bağlamak için, bunların sahibi bir zat ile bağlantılı kılmak ise zaten olması gereken bir fiildir ve bunun adı da rabıtadır.
( “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.”(Tevbe,119)
Hâlid el-Bağdâdî, bu âyet hakkında şöyle demiştir:“Büyüklerimizden bazıları: ‘Ey iman edenler! Allah’tan korkunuz ve sâdıklarla beraber olunuz.’ âyetinin nass delaletiyle râbıtayı isbat etmişlerdir.”[14]
Bu hususta Ehl-i Sünnet ulemanın dediklerine bakalım: Tevbe Sûresi’nin 119’uncu âyet-i kerîmesi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in H. 8/M. 630 yılında tertip buyurduğu Tebuk Seferi’ne katılmaktan bilinçli olarak geri kalan Şair Kâab b. Mâlik, Hilâl b. Umeyye ve Mirâra b. Rabi’ adlarındaki üç zat hakkında inmiştir.[15]
Şeyhu’l islâm Ebussuûd el-İmâdî şöyle demektedir: “Ey İman edenler! Burada hitap geneldir. Bütün tevbekârlar öncelikle buna dâhildir. Bununla birlikte, özellikle Tebuk Seferi’ne katılmaktan kaçınanların amaçlandığı söylenmektedir.’Allah’dan sakınınız.’ Gerek işleyeceğiniz, gerekse bırakacağınız her şeyde (Allah’dan sakınınız.) Öncelikle savaşlar konusunda Hz. Peygamberle olan ilişkiler bu hitabın kapsamına girmektedir. ‘Ve sadıklarla birlikte olunuz.’ İmanlarında ve verdikleri sözde (onlarla) beraber olunuz. Ya da Allah’ın dini ile ilgili olarak (genel anlamda): niyette, sözde ve eylemde onlarla birlikte olunuz; veya her konuda (doğrularla beraber olunuz.) Veyahut tevbelerinde ve bağlılıklarında onlarla birlikte olunuz. Bu takdirde amaç, şu üç kişi ve benzer durumda olanlardır.”[16]
Dolayısıyla âyetin iniş sebebi berrak bir şekilde ortadadır. Şimdi, bu âyet-i kerîmeyi başka yönlere çekenlerin sapkınlıklarını teşhis edebilmek için onu, önceki iki âyetle birlikte tekrar inceleyelim. Allah Teâlâ, Tevbe Sûresi’nin, 117. 118 ve 119’uncu âyet-i kerîmelerinde meâlen şöyle buyurmaktadır:
Tevbe 117: “Gerçek şu ki Allah, Peygamber (s.a.v.)’i ve O’na o zor saatte uyan muhacirleri ve ensârı bağışladı. İçlerinden bazılarının kalpleri kaymaya yüz tutmuşken yine de onların tevbesini kabul etti. Çünkü O, onlara karşı şefkatli ve esirgeyicidir.”
Tevbe 118: “Keza seferden kendilerini geri bırakan o üç kişinin de tevbesini kabul etti. Dünya bütün genişliğine rağmen onların başına daralmıştı. Canları sıkıldıkça sıkılmış, ancak Allah’a sığınmaktan başka çareleri olmadığını anlamışlardı. (Nihâyet) tevbe etsinler diye Allah onların tevbesini kabul buyurdu . Çünkü elbette tevbeyi kabul eden ve elbette ki esirgeyen Allah’dır.”
Tevbe 119: “Ey iman edenler! Allah’ın emir ve yasaklarına titizlikle uyun ve doğrularla beraber olun.”
Görüldüğü üzere son âyet, öncekileri âdetâ tamamlayıcı bir anlam sergilemekte ve çok genel bir mesaj vermektedir. Dolayısıyla bu olayın gerek o günün şartlarında uyandırdığı izlenimler ve sebep olduğu olumsuzluklar, gerekse dünya durdukça meydana gelecek benzerlerinin neden olabileceği sonuçlar bakımından bu âyette bizlere yöneltilmiş o kadar büyük bir uyarı vardır ki bu noktayı bilinçli olarak göz ardı edip onu şu anki haliyle uygulanan râbıta uygulamasına kanıt göstermek, Allah’ın yüce kitabını ciddiye almamaktan başka bir şey değildir!)
Konunun doğru yorumu
Dikkat edilirse yukarıdaki 3 ayette bahsedilen kalplerin kayması karşısında, Yüce Allah’ın müminleri uyarmasıdır. Kalp kaymasına karşı 119.ayette bir ilaç sunulmaktadır. Bu ilaç, takva ve sadıklarla beraber olmaktır. Kalbin her türlü kaymalardan korunması için bu ilaç müminlere sunulmuştur. Takvalı olmak, böylece kalbe Allah korkusunu yerleştirmek ve sadıklarla beraber olmak. Onlardan ilham almak, hallerinden etkilenmek ve kendini böylece diri tutmak. Bunun için onlarla beraber olun denilmiştir. İnsanda asıl olan kalptir. Kalbin dahil olmadığı ameller zahiren var gibi olsalar da ,aslında yok hükmündedirler. Münafıkların zahiren müslümanlarla birlikte olma halleri buna örnektir. Kalplerinde bu birliktelikten eser yoktur. Beraber olmak sevmeyi gerektirir. Sevmek sevdiğini anmayı ,onu hatırlamayı, ona gitmeyi, onun yanında değilken bile onu hatırlamayı gerektirir. Kalpte beraberlik, tarafgirlik, sevgi ve muhabbet varsa, o kişi sadıkların yanında olmasa bile onlarla beraberdir. Veysel Karani buna en güzel örnektir.
Ayeti kerimelerde görüldüğü gibi takvalı olmak ve sadıklarla beraber olmak emredilmiş ve kurtuluş buna bağlanmıştır.İnsanın birisiyle beraber olması (birebir olmak,bir olmak, beraber olmak) ayrı olmayı da kapsamak üzere dört şekilde ele alınabilir.Bunlar:
1-Zahiren ve batınen beraber olmak
2-Zahiren beraber, batınen ayrı olmak
3-Zahiren ve batınen ayrı olmak
4-Zahiren ayrı ama batınen beraber (birlikte) olmaktır.
Bu dört kategoriyi sırası ile inceleyecek olursak,şu neticelere varılacağı görülecektir.
1-) Zahiren ve batınen beraber olmak :
Zahiren beraberlik aynı mekanı,aynı ortamı paylaşmak,bir arada olmak demektir.Kişi birisiyle aynı ortamı isteyerek ve severek paylaştığında,batını yani kalbi de o kişi ile birlikte olmuş olur.Bu tam birlik ve gerçek beraberlik halidir.Aynı mecliste,aynı duyguları paylaşmak. Kalplerin ve kalıpların bir olması,birlikte olması.Bu hal ibadetlerde de arzulanan bir haldir.İbadeti adetten ayıran en önemli husus,kalbin hazır olmasıdır. Kulun namazdan (kazandığı ecir) ancak aklı ererek kıldığıdır.(İhyâ-u Ulumid-dîn,c I. s-118)
Namazda bedenin olması,namazın rüku,secde,kıraat gibi rükunlarını yerine getirmek, namaz kılmak için yeterli şart değildir.Namaza kalbinde katılması, zahiren ve batınen namazda olmak gerekmektedir. “Namazlarını huşu ile kılan müminler kurtuluşa ermişlerdir.” buyrulmaktadır. (Müminun Suresi,1. ayet)
Abdulvahid bin Zeyd:”Alimler, kulun kıldığı namazdan, onun için sadece şuurlu olarak kıldığı kısımların sevap temin ettiği hususunda ittifak etmişlerdir.” demiş ve bu hususta bir icma bulunduğunu söylemiştir.Sahabelerden Ammar Bin Yasir´in (r.a.) bildirdiğine göre, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Öyle durumlar olur ki, kişi namazını bitirince defterine kıldığı namazın sadece onda biri, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri veya yarısı kadar sevap yazılır.”(Darimi, Salat, 91)
Tüm bu rivayetlerde de görüldüğü gibi,insan için sadece zahir ehli olmak yeterli değildir.İnsanı insan yapan husus onun görünmeyen boyutu,yani maneviyatıdır.Her şeye asıl manasını ve anlamını kazandıran bu manevi boyuttur.İnsanlara bakışı,onlara söylenen sözleri,karşılıklı ilişkileri ve ibadetleri anlamlı kılan aslında bu görünmeyen batıni boyuttur.
Konumuza dönecek olursak,sadıklarla beraber aynı mecliste veya ortamda olmak, zahiri beraberlik ve bu anda kalbin onlarla,onların sevgisi üzere olması ise batıni beraberliktir. Bu kalbi ilgi insanı,onları dikkatle dinlemeye,hal ve tavırlarını özümsemeye ve onlara benzemeye yönlendirir.Onlardan ruhen ve kalben istifade edebilmeyi sağlar.
2) Zahiren beraber,batınen ayrı olmak :
Bu münafıkların,ikiyüzlülerin, taraftar görünmek zorunda kalan korku içindeki kişilerin,dünyevi menfaatlerini fikirlerini açıklamamakta görenlerin,zalimlerden korkan mazlumların v.b. kimselerin durumudur.Böyleleri zahiren muhabbet belirtisi olan hal ve tavırlar sergilerken, içlerinde,batınlarında, özlerinde ise tam tersi bir haldedirler.Korkuları,çıkarları veya güttükleri siyaset onları böyle olmaya yönlendirmiştir.Özellikle münafıkların halleri bu şekildedir.
Onlar iman edenlere rastladıkları zaman: “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyla yalnız kaldıkları zaman: “Biz, sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz.” derler. (Bakara Suresi-14.ayet )
İnsanlardan öyleleri de vardır ki, inanmadıkları halde, “Allah´a ve ahiret gününe inandık.” derler. (Bakara- 8.ayet )
Sadıklarla beraber olma iddiasında bulunan kimi insanlar, kalben onların makamlarını inkar ve onlara karşı kalben bir buğz içindedirler.Kalplerinde safiyet yoktur.Nefisleri yoldan çıkmış, menfaatleri, dünyevi çıkarları onları sadıkların huzuruna yönlendirmiştir. Onlarla aynı ortamda olmalarına rağmen, kalben çok ama çok uzaklardadırlar.Beraberlikte asıl olan kalbi ilgi ve irtibattır.
3-) Zahiren ve batınen ayrı olmak :
Bu kafirlerin,inkarcıların,bidat ehlinin,düşmanlık güdenlerin ve bir guruba rakip olanların tavrıdır. Onlar arasında kalben hiçbir rabıta yoktur.Aralarında şefkati gerektirecek bir şeyler de yoktur.Ya da düşmanlık göstermeseler de farklı dünyaların insanları oldukları için birbirlerinin dünyasını önemsemez,ona karşı ilgi duymazlar.Aynı şeyleri hissetmez ve aynı ortamları isteyerek paylaşmazlar. Büyük bir hata içinde olanlar,inkarı meslek edinenler,şuç işleyenler, bozgunculuk yapanlarla bunların karşı safında olan müminler gibi aralarında bir beraberlik yoktur.
‘Rahman, Rahim olan Allah´ın adıyla.De ki: Ey kafirler! Ben sizin kulluk ettiğinize kulluk etmem. Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edenler değilsiniz. Ben sizin kulluk ettiğinize kulluk edecek değilim. Sizde benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz. Sizin dininiz size benim dinim bana.'(Kafirun Suresi)
‘Onların dinine uymadıkça ne Yahûdiler senden razı olurlar, ne Nasrânîler. De ki: Ancak Allah´ın hidâyet yolu, doğru yoldur. Bilgi sahibi olduktan sonra da onların nefsanî dileklerine uyarsan sana Allah´tan başka ne bir dost vardır artık, ne bir yardımcı. ‘(Bakara Suresi 120.Ayet)
4-) Zahiren ayrı ama batınen beraber (birlikte) olmak :
Bu birbirini çok sevenlerin,aşıkların yada birbirlerine karşı çok derin hisler besleyenlerin halidir. Sevgi öyle bir şeydir ki,kişi çok sevdiği birisini ondan ayrı olsa da,uzak kalsa da kalbinden çıkarmaz.Onu unutamaz.Çokça onu hatırlar.Hayal eder.Sureti gözü önünde şekillenir.Bu birisine karşı aşırı derece de kin ve nefret duyan içinde geçerlidir.O da içindeki yangından,duyduğu düşmanlıktan dolayı asla rakibini aklından çıkarmaz.Adeta onunla yatıp, onunla kalkar.İntikam hissini canlı tutmak için bu halini korur.Fakat bunlar arasında bir beraberlikten bahsedilemez.Birbirini sevenler ayrı yerlerde de olsalar manen irtibat halindedirler.Bu hayal,düşünce,kalp ve ruh birlikteliğidir.
Tevbe Suresi 119. ayetinde kast edilen sevgiden doğan birlikteliktir.Müminlerden istenen bu olduğu için,onlar ellerinden geldiğince sadıklarla aynı ortamı paylaşmaya çalışmalıdırlar.Onların hak ve sadakat üzere olan hayatlarından ve maneviyatlarından yararlanabilmenin yolu budur.Bu mümkün olmadığında ise batıni beraberliği esas almalıdırlar.
Nakşibendi büyüklerinden Ubeydullah Ahrar (ö 895/1490) bu ayeti şöyle açıklamıştır: “Buradaki sadıklarla beraber olma emri, mutlak ve daimî bir beraberliği ifade eder. Beraberlik iki türlü olur. Hakîkî ve hükmî beraberlik. Hakîkî beraberlik sadıklarla aynı mecliste büyük bir kalp huzuru ile fiziki olarak da ortamı paylaşmaktır. Hükmî beraberlik ise onlarla aynı mekanda olmanın imkansız olduğu zamanlarda gıyabî olarak suret ve sîretlerini tahayyül etmek suretiyle fikrî, zihnî ve kalbî olarak beraber olmaktır”.
( “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının, O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.”(Mâide,35)
Muhammed b. Abdullah Hânî (ö. 1279/1862), Behcetü’s-seniyye’sinde şöyle der: “Bu âyetteki mefhum mânâ umumîdir. Gelen emir vesîle aramak olduğuna göre, râbıta, vesîlelerin en faziletlisi olma durumunu kazanır. Ki bu vesîle, ya Resulüllah (sav) Efendimizdir, yahut onun mânevî varisleri, nâibleridir.”[17]
Mâide Sûresi’nin 35’inci âyet-i kerîmesi- ondan önceki iki âyet ve sonraki iki âyetle birlikte beş âyet olarak aynı olay hakkında birbirlerini tamamlayıcı şekilde inmişlerdir. Rivâyet edildiğine göre Ukl ve Urayna Kabîleleri’nden bir topluluk Medîne’ye gelerek Peygamber (s.a.v.)’i ziyaret etmiş ve Müslüman olmuşlardı. Çölün mahrumiyetinden şikâyette bulunan bu adamlara Allah’ın Elçisi ilgi göstermiş, hem İslâm’a ısınmaları, hem de dinlenmeleri için onları Medîne dışında havadar bir yerde ağırlamak istemişti. Ne var ki bu vahşi çöl adamları konuklandıkları bu mevkide bir süre kalıp rahatladıktan sonra Rasulullah (s.a.v.) tarafından onlara, sütünden yararlanmaları için tahsis edilmiş olan deve sürüsünün çobanını öldürmüş, develeri de alıp kaçmışlardı. İşte Mâide Sûresi’nin 35’inci âyet-i kerîmesi, yakalanan bu canilere uygulanacak cezayı bildirmek üzere inerken, bu münasebetle savaşlarda düşmana karşı nasıl davranılacağı ve Allah’ın hoşnutluğunun (başta cihad olmak üzere) çeşitli hayırlı amellerle nasıl kazanılacağı hakkında 34. 36. ve 37’nci âyet-i kerîmeler de (belki bu ilgiyle ve) bir çeşit tamamlayıcı bilgi olarak inmişlerdir.[18]
Meşhur müfessir İbni Kesir, ilgili ayetin tefsirinde der ki: “ Süfyân es-Sevrî der ki: Bize Ebu Talha… İbn Abbâs’tan nakletti ki; buradaki ‘vesileden’ maksad, yaklaşmadır. Mücâhid, Ebu Vâil, Hasan, Katâde, Abdullah İbn Kesîr, Süddî ve İbn Zeyd de böyle derler. Katâde de der ki: Allah’a itaat ederek ve O’nun hoşlanacağı amelleri yaparak O’na yaklaşın, demektir. İbn Zeyd bu âyeti bu şekilde okur. Bu imamların söyledikleri konuda, müfessirler arasında bir ihtilâf yoktur.”[19]
Vehbe Zuhayli’nin yorumunu nakledelim: “Yüce Allah, mümin kullarına kendisinden korkmalarını (takva sahibi ol¬malarını) emretmektedir. Allah’a itaat ile birlikte söz konusu edildiği takdirde, takvadan maksat, haramlardan uzak durup yasak kılman şeyleri terk etmek olur. O halde ey müminler! Allah’ın emirlerine bağlanmak, yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah’ın gazabından, cezasından korkun. Ona yakınlaşmanın yollarını gereken şekilde arayın. Bu ise sizi onun rızasına ulaştıracak, ona yakınlaştıracak, cennette onun mükâfatını elde etmenizi sağlayacak olan yoldur.”[20]
Bu Ayetteki “vesile”; Allah yolunda, O’nun dininin hâkimiyeti uğrunda cihad etmektir. Yoksa, buradaki vesile’nin anlamı; bazı kimselerin zannettikleri gibi, Allah ile kul arasında yaklaştırıcı aracılar edinmek demek değildir. Allah, kuldan uzak değildir ki, Allah’a yaklaşmak için aracıya ihtiyaç olsun. Bu türden bozuk itikâdlar, insanları putlara ya da sâlih bilinen kimselere tapmaya, türbe ve mezarları ibâdetgâh edinmeye kadar götürür. Oysa Kur’an’da vesile dendiğinde anlaşılması gereken şey, bunlar değildir. Selef-i Sâlihîn’in tefsirleri incelendiğinde görülecektir ki, vesile’nin, Allah Teâlâ’ya sâlih ameller ile yakınlaşmak dışında bir anlamı bulunmamaktadır.
Burada Allah Teâlâ’nın bizden istediği şey: O’na yakınlık kazanmak için her yararlı işe sarılmak ve bütün hayırlı yolları denemektir. Çünkü bu âyet-i kerîmedeki ‘vesîle’ araç demektir. Öyle ise Rabb’imizin yakınlığını ve hoşnutluğunu bizim için sağlayacak olan her şey, bu âyet-i kerîmenin kapsamı içine girmektedir. )
Konunun doğru yorumu
Rabıta bir tefekkür çeşididir. Kişinin kalbini sevdiği, saygı değer, yüce bir zata, ihlaslı gerçek bir İslam alimine bağlaması, onun yüce hallerini tefekkür etmesidir ki, bu kişiyi o zata benzemeye ve onun gibi olmaya yönlendirir. Tefekkür, İslami bir ameldir. Allah’ın zatı dışında yarattıkları tefekkür edilebilir. Yüce Allah’ın kendisine ihlasla yaklaşan bir kuluna verdiği yüce makamları ve onun nurunu ve imanını arttırdığını ve insanlara en güzel bir örnek kıldığını düşünmek ve bunu düşüne düşüne o zata olan sevgi ve bağlılığını perçinlemek ve bu vesile ile dini daha iyi yaşar bir hale gelmek neden olumsuzlanmaktadır.
Vesile eşittir cihad demek ve diğer vesile olabilecek amelleri red etmek ya bir önyargı ya da ilmi olmayan bir insafsızlıktır. Kaldı ki ayetin tefsirini yapan müfessirler de bunu söylememişlerdir. Bir mümini ve onun güzel ve nurlu hallerini düşünmek ve kendisine de geldiğini hayal edip, bir coşkuyla dolmak ve kendini motive edip, amele sarılmak, kulu Allah’a yaklaştıran ne de güzel bir vesiledir.
(D) “Andolsun, o kadın (Züleyha) ona (Yûsuf‟a) musallat olmayı kafasına koymuştu. Eğer Rabbinin burhânını (delilini) görmemiş olsaydı, o da o kadını arzulamıştı. İşte Biz ondan o fenalığı ve fuhşu bertaraf edelim diye burhân gönderdik. Çünkü Yusuf, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.”(Yûsuf,24)
Bu âyeti, velîlerin tasarrufuna ve râbıtaya delil olarak gösterenlerden biri olan Hâlid el-Bağdâdî, özellikle mutezilî olan Zemahşerî’yi kaynak göstererek şu açıklamaları yapmıştır: “Rûhânî imdat ve tasarrufu, tefsirlerinde açıkça ifade edenlerden birisi de“Keşşâf” sahibidir. Her ne kadar o, bu konuda orta yolu bırakıp, (müfessirlerin çoğunun rivayet etmiş olduğu) tefsiri inkâr etmişse de söz konusu metni şu şekilde eserine almıştır: “Yûsuf (as), (kadınla aynı odada kaldığı ve onun çirkin teklifiyle karşılaştığı zaman) “sakın, sakın” diye bir ses işitti. Yûsuf (as) bu sese aldırış etmedi. Sesi ikinci sefer işitti, yine önem vermedi. Üçüncü sefer “ondan yüz çevir!” diye bir ses işitti. Bu söz de kendisine tesir etmeyince Hz. Yakub‟un (as) sûreti -parmaklarının ucunu ısırır bir halde- Yûsuf‟a (as) göründü. Bu esnada Yûsuf’un (as) göğsüne eliyle vurduğu da bazıları tarafından ifade edilmiştir.”[21]
Sûfiler, bu âyetteki burhân’ı, kâmil velîlerin uzaktan imdat ve tasarrufuna delil kabul etmişlerdir. Sûfîlere göre râbıta, bu âyetin tefsirinde açıklandığı üzere, (Yûsuf’un (as) Yakup‟u (as) hayâlen görmesi gibi) mürîdin, şeyhinin hayâlini gözünde ve gönlünde taşımasıdır.[22]
Bu âyette asla şu anki uygulanan haliyle râbıtanın meşruluğuna asla delil olamaz şöyle ki; muhakkik Ehl-i Sünnet müfessirleri âyetteki “Burhân” ifadesini şöyle izah etmişlerdir:
Fahruddin Razi der ki: “Ayetteki ‘Rabbin burhanı’ ile ne kasdedildiğini şöyle açıklarız: Peygamberlerin ma’sum (günahsız) olduğunu kabul eden muhakkik âlimler Hz. Yusuf’un gördüğü burhanı, birkaç şekilde açıklamışlardır.
1. a) Bu, zina fiilinin haram olduğu hususundaki, Allah’ın hüccetinin ve zina edecek kimseye terettüb eden cezanın bilinmesidir.
1. b) Allah Teâlâ, peygamberlerin nefislerini kötü huylardan temizlemiştir. Hatta Allah’ın, peygamberlerin yakın arkadaşlarının nefislerini bile, böyle kötü huylardan temizlediğini söyleyebiliriz. Nitekim Cenab-ı Hak, “Ey ehl-i beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler” (Ahzab, 33) buyurmuştur. Binâenaleyh burada Hz. Yusuf’un gördüğü bildirilen ilahî burhandan maksad, peygamberler için güzel huyların tahakkuk etmesi, onları öyle kötü işlere yönelmekten alıkoyan hallerin hatırlatılmasıdır.
2. c) Yûsuf (a.s), odanın tavanında,”Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz ki hayâsızlıktır, kötü bir yoldur” (İsra, 32) ayetini yazılı olarak gördü.
1. d) Bu, fuhşiyyatı işlemeye mâni olacak olan “nübüvvet”tir. Bunun delili, peygamberlerin, insanları kötülüklerden ve rezil-ü rüsvay eden şeylerden men etmek için gönderilmiş olmalarıdır. Dolayısı ile eğer peygamberler, kendileri her türlü kötülük ve fuhşa yönelirken, insanlara bunu yasaklamaya kalkışırlarsa, “Ey iman edenler, niçin kendinizin yapmadığı şeyleri söyleyip emrediyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, en şiddetli bir buğz bakımından Allah indinde büyüktür” (Şaff, 2-3) ayetinin muhtevasına girmiş olurlar.”[23]
Hâlid el-Bağdâdî‟nin, yukarıdaki âyette geçen burhân kelimesini “Yakup‟un (as) sûretinin görünmesi” şeklinde yorumlarken Zemahşerî’yi refere etmesi çok mânidardır. Sanki bakınız mutezilî olan Zemahşeri bile buna inanıyor, siz nasıl inanmazsınız imasında bulunmaktadır. Halbuki Zemahşeri böyle diyenler var diyerek onları eleştirmek için yazmıştır. Çünkü Zemahşeri’nin konuyla ilgili ayetin tefsirinde aynen şu ifadeler bulunmaktadır : “Ayette geçen “burhan” kelimesi şu şekillerde açıklanmıştır: Yusuf (a.s.) bir ses duydu, ‘Aman kadına yaklaşma!’ diye, ama aldırmadı. İkinci kez duydu, demini bozmadı. Üçüncü kez duydu, beriye çekildi ama Hz. Yakup’u parmaklarını ısırmış halde görünceye kadar bir şeyden etkilenmedi…Bu ve bunun gibi şeyler hurafeci zorbaların tutundukları şeylerdir. Allah Teâlâ’ya ve peygamberlerine iftira bunların dini olmuştur…”[24]
Biraz düşünülse bunun Yusuf Suresindeki başka âyetlere de aykırı olduğu görülür. Bir âyette şöyle buyruluyor: “(Yakub) Onlardan yüz çevirdi. Vah Yusuf’um vah!” dedi. Üzüntüden iki gözüne de ak düştü. Kederi içine gömülüydü.“ (Yusuf 84) Bu olay, Yusuf’un, Mısır’a gelen kardeşlerinden Bunyamin’i, hırsızlık bahanesiyle alıkoymasından sonra olmuştu. Eğer Bunyamin’i Yusuf’un alıkoyduğunu bilseydi Hz. Yakub, böyle üzülür müydü?
Şu halde âyet-i kerîmedeki burhan ifadesini sırf râbıta için bir kanıt olarak ileri sürmek; ya da genelliğini kabul etmekle beraber hiç bir alâka yokken onu râbıta ile iliştirmek ve hele bütün bunların ötesinde, râbıtayı meşrulaştırmak için bu âyet-i kerîmeyi ve üstteki diğer üç ayet-i kerimeyi alet etmek, iki ihtimali ortaya getirmektedir:
Birinci ihtimal : İslâm’ı çarpıtmak ve onu içeriden çökertmek için amaçlı düşmanlıktır ki bu ihtimali râbıta yapanlar ve yaptıranlar için düşünmek mümkün değildir.
İkinci ihtimal: Bilgisizlik, ya da bilgi yetersizliğidir; Buna bağlı şartlanmışlık altında gösterilen direniş ve inattır. Yani bu iş, esasen akıllı bir düşmanın marifeti olmasa gerektir.)
Yazar makalesinde Halid-i Bağdadi Hazretlerini Zemahşeri ve ona ait eleştirisi üzerinden vurmaya kalkışırken Fahreddin Razi’nin tefsirinden bir alıntı yapmakta ve bu alıntı üzerinden Halid-i Bağdadi hazretlerini cahillikle itham etmektedir. Fakat aslında Fahreddin Razi’nin tefsirinden alıntıyı yaparken kendi görüşüne aykırı olan yerleri kesmekte ve onları almamaktadır. Bakınız Fahreddin Razi tefsirinde burhan ile ilgili neler diyor :
İkinci Mesele
Ayetteki “Rabbin burhanı” ne kasdedildiğini şöyle açıklarız: Peygamberlerin ma´sum (günahsız) olduğunu kabul eden muhakkik alimler Hz. Yusuf´un gördüğü burhanı, birkaç şekilde açıklamışlardır.
a) Bu, zina fiilinin haram olduğu hususundaki, Allah´ın hüccetinin ve zina edecek kimseye terettüb eden cezanın bilinmesidir.
b) Allah Teâlâ, peygamberlerin nefislerini kötü huylardan temizlemiştir. Hatta Allah´ın, peygamberlerin yakın arkadaşlarının nefislerini bile, böyle kötü huylardan temizlediğini söyleyebiliriz. Nitekim Cenab-ı Hak, “Ey ehl-i beyt, Allah sizden ancak kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak diler” (Ahzab, 33) buyurmuştur. Binâenaleyh burada Hz. Yusuf´un gördüğü bildirilen ilahî burhandan maksad, peygamberler için güzel huyların tahakkuk etmesi, onları öyle kötü işlere yönelmekten alıkoyan hallerin hatırlatılmasıdır.
c) Hz. Yûsuf (a.s), odanın tavanında,”Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, şüphesiz ki hayasızlıktır, kötü bir yoldur” (İsra, 32) ayetini yazılı olarak gördü.
d) Bu, fuhşiyyatı işlemeye mâni olacak olan “nübüvvet”tir. Bunun delili, peygamberlerin, insanları kötülüklerden ve rezil-ü rüsvay eden şeylerden men etmek için gönderilmiş olmalarıdır. Dolayısı ile eğer peygamberler, kendileri her türlü kötülük ve fuhşa yönelirken, insanlara bunu yasaklamaya kalkışırlarsa, “Ey iman edenler.Niçin kendinizin yapmadığı şeyleri söyleyip emrediyorsunuz? Yapmayacağınızı söylemeniz, en şiddetli bir buğz bakımından Allah indinde büyüktür” (Şaft, 2-3) ayetinin muhtevasına girmiş olurlar.
Hem sonra Allah Teâlâ, yahudileri “Siz, insanlara iyiliği emredersiniz de, kendinizi unutur musunuz?” (Bakara, 44) diye ayıplamıştır. Yahudiler için ayıp olan bir şey, mucizelerle desteklenmiş bir peygambere nasıl isnad edilebilir?
Bu günahı Yusuf (a.s)´a nisbet edenler de, bu “bürhân´ın ne demek olduğu hususunda, şu izahları yapmışlardır:
1) “Kadın, evin ortasında inci ve yakut kakmalı bir puta yöneldi ve onun üzerini bir bezle örttü. Bunun üzerine Hz. Yusuf (a.s): “Bunu niçin yaptın?” dediğinde de, “Ben putumun bir günah işlerken beni görmesinden utanırım” dedi. Hz. Yûsuf (a.s) da: “Sen, aklı olmayan, duymayan bir puttan utanırken ben nasıl olur da, herkesin yaptığını (gücünü) kendisine veren ilahımdan utanmam. Allah´a yemin olsun ki, ben bu işi kesinlikte yapmam!” dedi” Bu görüşte olanlar, “işte bürhân budur” demişlerdir.
2) Onlar, İbn Abbas (r.a)´dan şunu rivayet etmişlerdir: “Hz. Yûsuf (a.s)´a, babası Ya´kûb, parmaklarını ısırır olduğu halde ve “Peygamberler zümresinden takdir edilmiş olduğun halde, tacirlerin işini mi yapıyorsun? Bundan utan!” der vaziyette temessül etti, göründü.” Bu aynı zamanda İkrime, Mücahid, Hasan el-Basri, Said b. Cübeyr, Katâde, Dahhâk, Mukâtil ve İbn Şîrîn´in görüşüdür. Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir: Hz. Yakup (a.s.) Yusuf (a.s.)´a göründü ve onun göğsüne vurdu. Böylece onun bütün şehveti, parmak uçlarından (adetâ) çıkıp gitti.”
3) Onlar şöyle demişlerdir: “Hz. Yusuf (a.s), birisinin gökten kendisine “Ey Ya´kûb´un oğlu, sen kuşlar gibi olma. Kuşun tüyleri vardır. Ama zina ettiğinde, o güzel tüyleri dökülür (güzelliği gider) diye seslendiğini duydu”
4) Onlar, İbn Abbas (r.a)´ın şöyle dediğini nakletmişlerdir: “Hz. Yûsuf (a.s), Yakub (a.s)´un temsilini (hayalini) görünce de, vazgeçmedi. Ta ki Cebrail (a.s), onu geri tepince bütün şehveti kayboldu´.´ Vahidî bu rivayetleri nakledince, kibirlenerek (laf atarak), “Bu, tenzili (Kur´ân´ın nüzulünü) gören zatlardan, Kur´ân´ın tefsirini alan tefsir önderlerinin görüşüdür” demiştir. Ona şöyle denilebilir: “Sen, bize hiç bir faydası bulunmayan, bu laf atmalardan başka bir şey söylemiyorsun. Senin, buna delilin nerede?” Hem, aynı şeyde delillerin birbirin´ıtakib etmesi caizdir. Yûsuf (a.s), asli delillere göre, zinadan uzak durmuştur. Binâenaleyh ona, bu kadar engel ilave edilince, onun bu işten vazgeçmesi kuvvetli ve sakınması mükemmel olmuş olur. Şaşılacak şey! Onlar Hz. Peygamber (s.a.s)´in -kendisinin hiç bir dahli olmaksızın-hücresine bir köpek yavrusunun girmesi üzerine Cebrail (a.s)´in kırk gün Hz. Peygamber (s.a.s)´e gelmemiş (vahiy getirmemiş) olduğunu nakletmişlerdir. Bu konuda ise, Yusuf (a.s)´un, zina işi ile meşgul İken, Cebrail (a.s)´in ona gittiğini iddia etmişlerdir. Şaşılacak şey ki, onlar Hz.Yûsuf un, Cebrail (a.s)´in gelmesi sebebi ile, bu işten imtina etmediğini iddia ediyorlar. Halbuki en fasık ve en kâfir birisi bile fuhuşla meşgul iken, ansızın yanına sâlihlerin sureti ve şekli üzere olan bir kimse girse, ondan utanır, kaçar ve o işi bırakır. Burada ise, Hz. Yûsuf (a.s), Ya´kûb (a.s)´un parmaklarını ısırdığını gördüğü halde, ona önem vermediği rivayet edilmektedir. Sonra güya Cebrail (a.s), o azametine rağmen, onun yanına girmiş de, Yusuf yine Cebrail´in gelmesi ile, bu kötü işten imtina etmemiş de, ancak Cebrail (a.s) onun sırtına vurmaya mecbur kalmıştır. Binâenaleyh biz, dini hususlarda sapmaktan ve yakîni elde etmek hususunda çaresiz kalmaktan Allah´ın bizi korumasını isteriz. İşte bu konudaki sözümüz, özetle bundan ibarettir. Allah en iyi bilendir. [95]
Görüldüğü gibi Halid-i Bağdadi hazretlerinin benimsediği delili Fahreddin Razi de zikretmiştir. İlk dönem önemli müfessrilerinden de zikredilmiştir. Bu İkrime, Mücahid, Hasan el-Basri, Said b. Cübeyr, Katâde, Dahhâk, Mukâtil ve İbn Şîrîn´in görüşüdür. Kabul edilir, muteber görüşlerden birisidir. İnsaf bunun böyle olduğunu ortaya koymaktır. Sırf haklı çıkayım diye yalan söylemek ve hakikatın üstünü örtmek değildir. Bu rivayeti buraya tekrar alıyoruz. ‘ Onlar, İbn Abbas (r.a)´dan şunu rivayet etmişlerdir: “Hz. Yûsuf (a.s)´a, babası Ya´kûb, parmaklarını ısırır olduğu halde ve “Peygamberler zümresinden takdir edilmiş olduğun halde, tacirlerin işini mi yapıyorsun? Bundan utan!” der vaziyette temessül etti, göründü.” Bu aynı zamanda İkrime, Mücahid, Hasan el-Basri, Said b. Cübeyr, Katâde, Dahhâk, Mukâtil ve İbn Şîrîn´in görüşüdür. Saîd b. Cübeyr şöyle demiştir: Hz. Yakup (a.s.) Yusuf (a.s.)´a göründü ve onun göğsüne vurdu. Böylece onun bütün şehveti, parmak uçlarından (adetâ) çıkıp gitti.’
Yüce Allah c.c. bizleri dinini gerçekten anlayanlardan ve O’nun sadık dostlarına karşı hüsn-ü zan sahibi olanlardan eylesin. Rabbimizim her şeye gücü yeter.
DİPNOTLAR
[1] ” Rabıtanın (vesile himmet de dahil buna ) şirk ve küfür olduğu ithamına gelince Rabıta edilen şahsın buna ehil olup olmadığı davası bir yanda dursun, prensip olarak bu işi inkar etmek, Allah Rasulünü ‘nün Ruhaniyetinden , Hazret-i Ebubekir, Abdülhalık Gucdevani, Şah-ı Nakşibend, Ubeydullah Ahrar , İmam- Rabbani , Mevlana Halid ve daha nice büyüklerin Ruhaniyetine kadar top yekün mana alemini reddetmeye ve bütün bu büyükleri küfürle suçlandırmaya varacağından , küfrün ta kendisidir.Yani ”Rabıta ” Küfür diyenlerin, kendileri küfürdedir .” (Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumları, Sh 276-277).
[2] Fîrûzabâdî, el-Kâmûsu‟l-muhît, Dâru’l-ihya, Beyrut, 1991, II, 532-533.
[3] İbn Manzûr, Lisânü’l-arab, Dâru Sadr, Beyrut 1990/1410, VII, 302
[4] Haydarizâde İbrahim Fasîh, Mecd-i Tâlid fî Menâkibi‟ş-şeyh Hâlid, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1292, s. 73; Muhammed b. Abdullah el-Hânî, Behcetü‟s-seniyye, Işık Kitabevi, İstanbul 1977, s. 42; Abdülhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe, Necm-i İstikbâl Matbaası, İstanbul 1342, s. 14; Necdet Tosun, “Râbıta”, DİA, XXXIV, s. 378.
[5] Bağdâdî, Risâle-i Hâlidiyye, s. 56
[6] Muhammed Saki Hâşimî, Arifler Yolunun Edepleri, Semerkand Yayınları, İstanbul 2008, s. 81-2
[7] Necmeddîn Kübrâ, Tasavvufî Hayat (Usulu Aşere / Risâle ile’l-hâim / Fevâihu’l-cemâl) haz. Mustafa Kara, Dergâh Yayınları, İstanbul 1980, s. 94
[8] Ömer Ziyâüddîn Dağistânî, Tasavvuf ve Tarikatlarla ilgili Fetvalar, çev. İrfan Gündüz – Yakup Çiçek, Seha Neşriyat, Ankara 1986, s. 148
[9] İmam Nesefi, Nesefi Tefsiri (Medarikü´t Tenzi´l- ve Hakaiku´t-Te´vil), Ravza Yayınları: 2/490-491
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/299-301
[11] Müslim, Tehâret, 41; Tirmizi, Teharet, 39; Neseî, Teharet, 106; Muvatta, Sefer, 55
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsiru’l-Munir, Risale Yayınları: 2/462
[13] Büyük Kur’an şehidi Seyyid Kutub da bu ayetin tefsirinde şöyle der: “Murabata -hazarlıklı olma cihad için mevzilere yerleşmek, düşmanın saldırısına açık noktalarda direnmek. Müslüman kitle, dava yükünü omuzlamaya ve onu insanlara sunmaya çağrıldığı andan itibaren, bir an bile gafil olmamış, uyuşukluk göstermemiş ve hiçbir zaman düşmanları onları korkutamamıştır. Kıyamete kadar cihada hazırlanmaktan vazgeçmediği sürece hiçbir zaman veya mekandaki düşmanları da asla onları korkutamaz. Bu dava insanları, pratik bir hayat metoduyla yüzyüze getirmektedir. Mallarına, hayat ve yaşayışlarına hükmettiği gibi vicdanlarına da hükmeden bir metod… İyi, adil ve dosdoğru bir metod… Ancak kötülük; iyi, adil ve dosdoğru metoddan rahatsız olur. Batıl; iyiliği, adaleti ve doğruluğu sevmez.”( Fi Zılal-il Kur’an,c.2, s: 298-299-300, Dünya Yayınevi)
[14] Esad Sahib, Buğyetü’l-vâcid, s. 73. Reşehât’taki pasajlar için bk. Herevî, Reşehât, ss. 184-185
[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li- Ahkami’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 8/434-435; Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 12/215-216
[16] Ebussuûd el-İmâdî, İrşâd’ul-Akl’is-Selîm İla Mazâyâ’l-Kitab’il-Kerîm
[17] Kadir Taşdemir, Tasavvufta Mürşid Rabıtası, s.30, Basılmamış Doktora Tezi,Rize, 2010
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/436-437; İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/181-185
[19] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, Çağrı Yayınları: 5/2268-2271
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/444-445.
[21] Kadir Taşdemir, Tasavvufta Mürşid Rabıtası, s.33-34
[22] Hasan Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s.371, Ensar Neşriyat, İstanbul 2007
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 13/ 209-210-211
[24] Zemâhşerî, el-Keşşâf, c. I, s. 467, el-Matbaat’üş-şarkiyye