Yirmi Yedinci Söz İçtihad Risalesi
Beş altı sene mukaddem, Arabî bir risalede içtihada dair yazdığım bir mesele, iki kardeşimin arzularıyla, o meseleye dair haddinden tecavüz edenin haddini bildirmek için, şu Söz, o mesele-i içtihadiyeye dair yazıldı.
“Eğer o meseleyi Peygambere ve mü’minlerden ihtisas ve salâhiyet sahibi kimselere havale etselerdi, elbette o kimselerden hüküm çıkarmaya ehliyetli olanlar işin doğrusunu bilirlerdi.” Nisâ Sûresi, 4:83.
İÇTİHAD kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye Altı Mâni vardır.
(İçtihad tartışmaları ve içtihad kapısının yeniden açılması ve ihya edilmesi çabaları yeni yapılan ve yapılacak olan modernist ve reformist yorumlara İslami bir kisve bulabilmek ve bir meşruluk verebilmek çabasıdır. Onun için haddinden tecavüz edene haddini bildirmek için bu mesele yazılmıştır ibaresi kullanılmıştır.)
BİRİNCİSİ
Nasıl ki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir; yeni kapıları açmak, hiç bir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasıl ki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak, gark olmaya vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdât-ı ecânibin istilâsı ânında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalâletin tahribatı hengâmında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriplerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyete cinayettir.
(Yaşanılan zaman ve toplumun içinde bulunduğu durum atılacak adımları etkileyen ve belirleyen önemli unsurlardan birisidir. Hak söz ile batılın murad edildiği zamanlarda doğru bir hükmün hangi ortamda ve şartlarda hak olduğunun da açıklanması gerekir. Bir tohumu kış zamanında ekmeye çalışmak nasıl onun boşa gitmesine sebep verecekse, uygun toplumsal ortam yoksa tutmayacak ya da yanlış yöne çekilecek projeleri ve fikirleri ortaya atmak da savunulan davaya öyle zarar verecektir.
Bir toplum düşünün ki ,
-kötülükler yani münkerat onda yaygınlaşmış,
-kendi kültür havzasından olmayan yabancılara ait adetler o toplumu istila etmiş,
-yabancı hayranlığı ve onların yaşam tarzı ve alışkanlıkları insanları etkilemiş,
-dinin yasakladığı dinin ruhuna aykırı bidatlar çoğalmış,
-batıl din ve itikatlar, İslam dışı felsefi fikir ekolleri ve oryantalistlerin eserleri revaç bulmuş, rönesans aydınlarının fikirleri dimağları tesirine almış, ruhlarda büyük tahribatlara sebep vermiş,
böylesi bir durumda içtihad kapısını açmak ve gelin dini emir ve yasakları yeniden yorumlayalım, dinimizi daha iyi anlamaya çalışalım demek, İslam’ı yıkmaya çalışanlara koz vermek demektir. Çünkü münkeratın, bidatların, ecnebi yaşam tarzının, batıl fikirlerin insanların ruhlarını etkilediği bir yerde, içtihad yapacaklar bu akımların tesiri altında kaldığından, bunların çabası dini mevcut çağa uydurup, tahrip etmek olacaktır.
Üzerimize büyük bir sel geldiğinde, mevcut delikleri de kapamak gerekirken suyun içeri girip bizi mahvedeceği yeni deliklerin açılmasına imkan sağlamak kendi kendini öldürmek demektir. Fırtınalı havalarda tüm pencereleri kapamak gerekirken kapıları açmak akıl karı değildir. Topluma hakim olan ruh hali fırtınalı bir hava gibi tahrip edici ve sel gibi kasıp kavurucu olursa, o toplumda içtihad yapılamaz.)
İKİNCİSİ
Dinin zaruriyâtı ki, içtihad onlara giremez; çünkü kat’î ve muayyendirler. Hem o zaruriyat, kut ve gıda hükmündedirler. Şu zamanda terke uğruyorlar ve tezelzüldedirler. Ve bütün himmet ve gayreti, onların ikamesine ve ihyâsına sarf etmek lâzım gelirken, İslâmiyetin nazariyat kısmında ve selefin içtihadât-ı sâfiyâne ve hâlisânesiyle, bütün zamanların hâcâtına dar gelmeyen efkârları olduğu halde, onları bırakıp, heveskârâne yeni içtihadlar yapmak, bid’akârâne bir hıyanettir.
(Dinin zaruriyat denilen kısmı yani kesin ve açık olan emir ve yasakları ki muhkem ayetlere dayanırlar, net ve belirlidirler. Üzerlerinde herhangi bir ihtilaf yoktur. Bunlar içtihad konusu olamazlar. Bunlar mümin için yaşamsal gıdalar hükmündedirler. Bunlardan vazgeçilmesi düşünülemez. Su gibi ve diğer alınması gereken gıdalar gibi alınmadıklarında manevi hastalıklara ve hatta manevi ölüme sebep verirler. Bunların yani farzların ve diğer yükümlüklerin terk edildiği ve önemsenmediği ve hatta değersiz addedildiği bir zamanda bütün gayret bunların yeniden ihyasına verilmelidir.
Ayrıca içtihad dinde örtülü olan hakikatları ortaya çıkarmak için gösterilen bir çabadır. İslamiyetin görüş bildirilecek nazariyat kısmında selef alimlerinin görüşleri önümüzde durmaktadır. Bu alimlerin yaptıkları içtihadlar saf ve halis niyetlerle yapılmış olup, bütün zamanların ihtiyaçlarını gidermeye dar gelmeyen bir yapıdadırlar. Bunların içtihadlarından yapılacak çıkarımlarla günümüz meselelerine çözümler bulmak varken, heva ve hevesleri meşrulaştıracak, onlara İslami elbiseler giydirecek ve bidatları, gayri meşru ve İslamiyetin ruhuna aykırı ecnebi adetlerini İslamileştirecek içtihadlara kapı açmak en büyük hiyanettir.
Asıl gayret dini hayatın ihyasına verilmelidir. Öncelik olarak insanların İslam dinini yaşamaya yeniden dönmeleri, farzları yaşayıp, haramlardan kaçan bir takva seviyesine gelmeleri gerekmektedir. İslami hakikatların layık oldukları yüce seviyeye toplum nezdinde çıkmaları sağlanmalıdır. Tüm gayret bu yöne doğru olmalıdır. Binanın temelleri çatlamışken, bunları tamir edip güçlendirmek yerine yeni bir kat daha çıkmaya çalışmak tüm yapının çökmesine zemin hazırlamak demektir.
Çünkü içtihad yapmak isteyenler dinin değişmeyen kısımlarına da el atmak istemekte ve haramları mübah hale getirip, yaşam tarzını tamamen batıya uydurmanın yollarını aramaktadırlar. Modernistlerin düşüncelerinde öne çıkan belli başlı maddeler vardır. Bunlar; Kuran merkezlilik, hadislere şüpheyle bakma, mezhep karşıtlığı, içtihat vurgusu, Kurani ilimlerin yetersizliğinin ifade edilmesi, yeni bir tefsir usulünün gerekliliği fikri, sebeb- i nüzule itibar göstermemek, konulu tefsiri önceleme, lafızdan ziyade manaya önem verme ve aşırı pozitivist yaklaşımdır.
Modernist ya da ıslahatçı yahut reformist düşünürleri aynı kategoride ele alacak olursak mucizeye bakışlarında da farklılık görülecektir. Batının aşırı rasyonel yaklaşımından hareketle mucizeleri ya reddetmişler ya da rasyonel izahlarla tabiatla uyuştuğunu ortaya koymaya çalışmışlardır. Akla uygun görmedikleri ayetleri metaforik ve sembolik bir şekilde açıklamışlardır, Kuran kıssalarının tarihsel gerçekliği tartışılmış, Kuran’da tarihsel yorumun benimsenmesi gerektiği vurgulanmıştır. Naslar o tarihin koşullarına göre yorumlanınca modern fikriyatın Kuran yorumlarına etki etmesi daha kolay olmuştur, yeni zaman, yeni koşullar yeni yaklaşımı gerektirmiştir.
İşte böylesi bir alt yapısı olan modernist İslamcıların ve laik modernistlerin içtihad söylemleri heva ve heves kapılarının açılması ve dinin zamana uydurulması çabasıdır.)
ÜÇÜNCÜSÜ
Nasıl ki, çarşıda, mevsimlere göre birer metâ mergub oluyor, vakit be vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyât-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer metâ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda, yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celb oluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ, şu zamanda siyaset metâı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi.
Ve Selef-i Salihîn asrında ve o zamanın çarşısında en mergub metâ, Hâlık-ı Semâvât ve Arzın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u Nübüvvet ve Kur’ân ile, kapatılmayacak derecede açılan ahiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesâilini elde etmek idi.
İşte, o zamanda zihinler, kalpler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle Yerler ve Gökler Rabbinin marziyâtını anlamaya müteveccih olduğundan, içtimaiyât-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu. Ona göre cereyan ettiğinden, her kimin güzelce bir istidadı bulunsa, onun kalbi ve fıtratı, şuursuz olarak her şeyden bir ders-i marifet alır, o zamanda cereyan eden ahval ve vukuat ve muhaverattan taallüm ediyordu. Güya her bir şey ona bir muallim hükmüne geçip, onun fıtrat ve istidadına, içtihada bir istidad-ı ihzarî telkin ediyordu. Hattâ o derece şu fıtrî ders tenvir ediyordu ki, yakîn idi ki kisbsiz içtihada kabiliyeti ola, ateşsiz nurlana… İşte, şu tarzda fıtrî bir ders alan bir müstaid, içtihada çalışmaya başladığı vakit, kibrit hükmüne geçen istidadı, nûrun alâ nûr sırrına mazhar olur, çabuk ve az zamanda müçtehid olurdu.
Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerâit-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inâyet inkısam etmiştir. Zihinler mâneviyâta karşı yabanîleşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi, dört yaşında Kur’ân’ı hıfz edip âlimlerle mübahase eden Süfyan ibni Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan on senede içtihadı tahsil etmişse, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin.
Çünkü, Süfyan’ın iptidâ-yı tahsil-i fıtrîsi, sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidad müheyyâ olur, nurlanır, her şeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda, çünkü zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış. Elbette fünun-u hazırada tevağğulü derecesinde, istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış; ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde, içtihadın kabulünden geri kalmıştır. Onun için, “Ben de onun gibi zekîyim, niçin ona yetişemiyorum?” diyemez ve demeye hakkı yoktur ve yetişemez.
(Her asrın ve zaman diliminin kendine özel şartları vardır. O asra, o döneme ait öne çıkan değerler ve herkesi etkisi altına alan yönelimler, akımlar bulunur. Buna o toplumun hakim olan anlayışı denilmektedir. Bu toplumsal kabuller ve hakim olan genel eğilimler toplum fertlerini ve aileleri ve insanların yetişme tarzlarını ve genel eğilimlerini etkiler.
Reform ve Rönesans’ın etkilerinden önce Avrupa’da etkili olan kilise ve onun anlayışı idi. Batıl bir din olan hristiyanlığın yanlışlarına isyan olarak doğan dinde reform hareketleri ve beraberinde gelişen sanat, bilim, tarih, felsefe vb. alanlardaki Rönesans akımı hayatın merkezine insanı oturttu. Daha önce kilise ve hristiyanlık merkezde iken, artık bilim ve insan merkeze oturtuldu. Din ve metafizik dışlandı. Önemsizleştirildi. Eski konumunu kaybetti.
İnsan ve onun dini metinlerden bağımsız özgürce yaşama, hayatı yorumlama, felsefe yapma, bilim inşa etme, dünyayı keşfetme ve yorumlama arzusu merkeze oturtuldu. Avrupa hristiyanlığı yeniden yorumladı, kilisenin etkisini minimize hale getirdi, dogmalarından kurtulunca süreç içerisinde büyük ilerlemeler elde etti. Elbette ki bu bir anda olmadı. Fakat zincirlerinden kurtulan bu güç her geçen gün biraz daha büyüdü. Avrupa sömürgeciliğin de sağladığı ucuz iş gücü ve hammadde temini ile dünyayı sömüren süper güç haline geldi.
İslam dünyası geri kalmışlığın verdiği eziklikle bir kurtuluş çaresi arıyordu. Batı karşısındaki kompleks onları taklit etmeyi doğurdu. Önce askeri alanda batı tarzı reformlar yapıldı. Daha sonra oradan gelen her şey el üzerinde tutulmaya, onların fikirleri, edebi eserleri, yaşam tarzları, dünyayı ve eşyayı yorumlayışları, felsefi akımları kabul görmeye, taraftar bulmaya başladı.
Bu zamanda revaçta olan siyaset ve siyasi akımlar , dünyaya yani medeniyetin getirdikleri şeylere, yapılan yeni icadlara, teknolojiye, sefahata duyulan meyil ve felsefi akımlara, batıdan gelen yeni fikir ve düşüncelere duyulan ilgidir. Önce batı adetleri, sonra kapitalist yaşam şekli, sonra modern hayat tarzı ve şimdilerde post modern yaşam ve hatta daha ilerisi konuşulmakta ve batıdan bunlar ithal edilmektedir.
Böylesi bir toplumsal yapı içerisinde yetişen bireylerin sağlıklı bir şekilde İslami metinleri yorumları beklenemez. Çağdaş yaşam tarzı ve fikir akımlarının etkisi o kadar büyüktür ki İslami camianın büyük çoğunluğunu da etkisi altına almıştır. İçtihad yapacak bir zihin bunlardan kurtulmuş olmalıdır. Bu gün için bu mümkün görünmediğine göre yapılması gereken içtihad faaliyetlerini ertelemek ve içtihadın yapılabileceği sağlıklı zihnin doğacağı İslami bir toplumu inşa etmek için gayret etmektir.
Bugün Süleymaniye medresesinde on binlerce yazma eser orada dururken, tercüme edilmeyi beklerken, ilahiyat camiasının çoğu oryantalistlerin eserlerini okumakta, oryantalistlerin bakış açıları ile İslamı yorumlamaya çalışmaktadırlar. İleri derece de osmanlıca, farsça ve klasik arapça öğrenmek yerine ingilizce ve ileri derece de olmayan bir arapça ile yetinilmektedir. Kendi medeniyet havzalarına yabancılaşmış bu insanlar içtihad yapacağız iddiası ile ortalarda gezmektedirler. Batı felsefesine, oryantalist yaklaşımlara, siyasi akımlara ve dünyaya karşı duyulan ilgi , nefsin tezkiye edilememiş olması, içinde bulunulan kompleksli ve kendi geçmişine karşı güvensiz yapı onları içtihad yapmaya ehliyetsiz hale getirmiştir. Niyetler saf ve temiz, amaç sadece rızay-ı ilahiyi elde etmek olmaktan çıkmıştır. Ne yazıktır ki bu hale müptela olanlar bu durumda olduklarından gafil bir haldedirler. Kendilerinin selefi salihinin saf, temiz, ihlaslı ve sadece rızay-ı ilahiye ve ahirete dönük kalpleri gibi bir kalbe sahip olmak zorunda olduklarından gafildirler. )
DÖRDÜNCÜSÜ
Nasıl ki, bir cisimde, neşvünemâ için tevessü meyli bulunur. O meyl-i tevessü ise—çünkü dahildendir—vücut ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat, eğer hariçte tevsi için bir meyil ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrip etmektir, tevsi değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine Selef-i Salihîn gibi takvâ-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyât-ı diniyenin imtisali tarikiyle dahil olanlarda meylü’t-tevessü ve irade-i içtihad bulunsa, o kemâldir ve tekemmüldür. Yoksa, zaruriyâtı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meylü’t-tevsi ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrip ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmaya vesiledir.
( Eşyada asıl olan büyümek, gelişmek ve genişlemek yönündedir. Özellikle canlı varlıklar da bu çok daha açık bir şekilde görülür. Bu büyüme, yayılma ve genişleme meyli onun tekamül etme arzusundandır. Doğal bir süreçtir. Fakat ona dışarıdan doğal olmayan bir şekilde müdahale edilse ve normal olmayan bir şekilde ve olağan dışı bir süreçle büyüme ve genişleme sağlanmaya çalışılsa bu o şey için bir tahriptir. Bir ağaç fidanı toprağa ekilir, sulanır ve mevsimlerin geçmesi ile o yavaş yavaş büyür, gövdesi ve dalları kalınlaşır. Ama siz mevsimlerin geçmesini beklemeden, bulduğunuz ağaç parçalarını onun gövdesini yarıp içine koymaya ve onları ona yapıştırmaya çalışsanız bu tahriptir. Büyüme değildir.Aynen bunun gibi içtihad yapmak iddiası ile ortaya çıkanlar selefi salihin zatlar gibi takvalı ve dinin emirlerine tabi ve bu konuda çok hassas olsalar, onların bu arzusu bir terakki ve faydalı bir iş olarak değerlendirilebilir. Ama dini emirleri yerine getirmeyen ve bu konularda tembellik içinde olan ve meyilleri dünya olan, dünya hayatını ahirete tercih etmiş bir şekilde yaşayan ve İslam dışı felsefi akımların, oryantalistlerin etkisi altında kalan bu kişilerin içtihad yapmaları terakki değil tahrip olacaktır. Bu kişilerin iç dünyaları problemlidir. Kalplerinde maraz vardır. )
BEŞİNCİSİ
Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını arziye yapar, semâvîlikten çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer’iye dahi, onun ahkâm-ı mesturesini izhar ettiğinden, semâviyedirler.
Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise, tercihe sebeptir; icaba, icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünkü illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte, şu hakikatin aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arziyedir, semâvî değildir.
( Hikmet diye yapılan açıklamaları illet olarak görüp, bunların üzerinden hareket edip İslami emirleri geçersiz ve zamanı geçmiş gibi gösterme eğilim maalesef görülmektedir. Mesela niye bir erkek dört kadınla evleniyor ama bir kadın sadece bir erkekle evlenebiliyor hikmeti nedir dendiğinde, hikmet olarak neslin karışmaması, çocuğun babasının anlaşılması içindir dendiğinde artık tıp gelişti , çocuğun kimden olduğunu tıp tespit edebiliyor denmektedir. Oysa neslin karışmaması kadının birden fazla erkekle evlenememesi yasağının hikmetlerinden sadece birisidir. Tek hikmet değildir. Pek çok hikmetten birisidir. Kadın ve erkeğin yapıları birbirinden farklıdır. Asıl hikmet bunun fıtrata aykırı oluşudur. İlleti ise Rabbimizin böyle buyurmasıdır. Biz hikmetlerini ister tespit edelim ister etmeyelim ya da hikmet dediğimiz şeyler bir zaman sonra hikmet olmaktan çıksın illet değişmediği için hüküm değişmez.
İçki haramdır, hikmeti akıl melekesini iptal etmesidir, ben bir şişe içiyorum ama hala aklım başında, bundan dolayı bana haram değildir, denilebiliyor. Oysa illet sarhoşluk verecek özelliği taşıyan içecek olmaktır. Kişinin akli melekesini alsın ya da almasın hüküm değişmez. Çünkü alkollü içkiler sarhoş edici özellik taşırlar. Kişinin dirençli olması illeti değiştirmez. Ayrıca zararı sadece bedene ve akla değil nefis ve ruhadır. )
İkincisi: Şu zamanın nazarı, evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise, evvelâ ve bizzat saadet-i uhreviyeye bakar; ikinci derecede, âhirete vesile olmak dolayısıyla, dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı, ruh-u şeriattan yabanîdir. Öyle ise şeriat namına içtihad edemez.
Üçüncüsü: اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبِيحُ الْمَحْظُورَاتِ ( el-Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ 2:35.) kaidesi, yani, “Zaruret haramı helâl derecesine getirir.” İşte, şu kaide ise, küllî değil. Zaruret, eğer haram yoluyla olmamışsa, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa, su-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeplerle zaruret olmuşsa, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ, bir adam, su-i ihtiyarıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse, tasarrufâtı, ulema-i şeriatçe aleyhinde câridir, mazur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı vaki olur. Bir cinayet etse, ceza görür. Fakat su-i ihtiyarıyla olmazsa talâk vaki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir İçki müptelâsı, zaruret derecesinde müptelâ olsa da diyemez ki, “Zarurettir, bana helâldir.”
İşte, şu zamanda zaruret derecesine geçen ve insanları müptelâ eden, bir beliyye-i âmme suretine giren çok umurlar vardır ki, su-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüt ettiklerinden, ruhsatlı ahkâmlara medar olup haramı helâl etmeye medar olamazlar. Halbuki, şu zamanın ehl-i içtihadı, o zaruratı ahkâm-ı şer’iyeye medar yaptıklarından, içtihadları arziyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, semâvât ve arzın Hâlıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdahale o Hâlıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdahale merduddur.
(Yüksel tahsil yapmak mecburidir, onun için kız öğrenciler başlarını açarak okuyabilirler ya da bir kısım makam ve mevkileri elde etmek için namazları terk edebilirsiniz. Çünkü bu zarurettir ve zaruretler haramları helalleştirir denilebilmektedir. Bu devirde ekonomik olarak güçlü olmak zorundasınız, onun için işletmenize faizli kredi alabilirsiniz ya da piyasa zorunluluğu var daha çok kazanmak zorundasınız ve bundan dolayı karınızdan feragat edip işçilerinize asgari ücretten daha yüksek ücret veremezsiniz denilebilmektedir. )
Meselâ, bazı gafiller, hutbe gibi bazı şeâir-i İslâmiyeyi Arabîden çıkarıp her milletin lisanıyla söylemeyi iki sebep için istihsan ediyorlar.
Birincisi: “Tâ siyaset-i hazıra avâm-ı Müslimîne de o suretle tefhim edilsin.” Halbuki, siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet içine girmiş ki,vesvese-i şeyâtîn hükmüne geçmiştir. Halbuki, minber vahy-i İlâhînin tebliğ makamı olduğundan, o vesvese-i siyasiyenin hakkı yoktur ki o makam-ı âliye çıkabilsin.
İkinci sebep: “Hutbe, bazı suver-i Kur’âniyenin nasihatleri anlaşılmak içindir.” Evet, eğer millet-i İslâm, İslâmiyetin zaruriyâtı ve müsellemâtı ve malûm olan ahkâmını, ekseriyet itibarıyla imtisal edip yerine getirseydi, o vakit nazariyât-ı şer’iye ve mesâil-i dakika ve nesâyih-i hafiyeyi anlamak için, bildiği lisanla hutbe okunması ve suver-i Kur’âniyenin—eğer mümkün olsaydı—tercümesi belki müstahsen olurdu. Fakat namaz, zekât, orucun vücubu ve katl, zina ve şarabın haramiyeti gibi malûm olan ahkâm-ı kat’iye-i İslâmiye mühmel kalıyor. Avâm-ı nâs, onların vücubunu ve haramiyetini ders almaya muhtaç değiller. Belki, teşvik ve ihtar ile o ahkâm-ı kudsiyeyi hatırlatıp, İslâmiyet damarını ve iman hissini tahrik etmekle, imtisallerine teşvik ve tezkire ve ihtara muhtaçtırlar. Halbuki, bir âmi, ne kadar cahil dahi olsa, Kur’ân’dan ve hutbe-i Arabiyeden şu meâl-i icmâliyeyi anlar ki, “Herkese ve bana malûm olan imanın rükünlerini ve İslâmiyetin umdelerini, hatip ve hafız ihtar ediyor ve ders veriyor, okuyor” der, kalbinde onlara karşı bir iştiyak hasıl olur. Acaba kâinatta hangi tabirat var ki, Arş-ı Âzamdan gelen Kur’ân-ı Hakîmin i’cazkârâne, müfehhimâne ihtarlarına, tezkirlerine, teşviklerine mukabil gelebilsin?
( Osmanlı döneminde cuma hutbelerinin tamamı arapça olarak okunmaktaydı. Hutbe namaz gibi olduğundan ve namazın dili arapça olduğundan hutbede arapça okunurdu. O dönemde tecdidi, dinde yeni içtihadları ve reformu savunanlar hutbenin arapça değilde her milletin lisanına göre okunması gerektiğini ileri sürmeye başladılar. Sebep olarak da insanlar bir şey anlamıyorlar oysa şu zamanda müslümanların hepsinin toplandığı cuma namazı gibi bir anı boş geçirmek olmaz. İnsanları siyasi olarak şuurlandırmak ve kimi Kuran surelerinin anlamlarını öğretip onları bilinçlendirmek gerekir demekteydiler.
Bediüzzaman bu değişim arzusuna karşı çıkmakta ve siyasilerin beyanlarında yalana ve çarpıtmaya çok rastlandığını ve böylesi bir ortamda cuma hutbelerinde siyasi mesele ve görüşler serdedilmeye başlanırsa hakla batılın, yalan ile doğrunun bu yüce makamda birbirine hepten karışacağını ve bunun dini mercilere olan güveni sarsacağını dile getirmektedir. İkinci eleştirisi ise insanlar dini emirlere tam anlamıyla sarılmış ve yasak olanlardan uzaklaşmış olsalar, onlara Kuran’ın hikmetlerinden bahsedebilirsiniz ama bugün insanlar farzlara uyma ve haramları terk etme konusunda uyarılmaya muhtaçtırlar ve zaten genel olarak İslam’ın şartlarını, farz ve haramları bilmektedirler, demektedir.
Burada dini millileştirme ve dönüştürme projesinin ve bunun için içtihad müessesesini kullanarak yapılmak istenilen tahribatın ayak sesleri duyulmaktadır. Cumhuriyetin 1924 -1946 yılları arasında uyguladığı din politikalarının ilk adımları görülmektedir. Hutbelerin ana dilde okunması, ezanın türkçeleştirilmesi, türkçe Kuran ve türkçe ibadet , dilin arapça ve farsça kelimelerden temizlenmesi ve öz türkçeye dönülmesi, harf inkilabı, Buhari türkçe tercümesi , türkçe Kuran meali projesi ve Kuran tefsiri çalışmaları hep bir projenin birlikte düşünülmesi gereken parçalarıdır. Dinde içtihad yapmak isteyenlerin aslında yapacakları tahrifatı içtihad gibi bir İslami kavramın altına saklamaya çalıştıkları görülmektedir. Orjinal metinleri ile bağı koparılmış bir dini yaşam biçimi oluşturulmaya çalışılmıştır. )
ALTINCISI
Selef-i Salihînin müctehidîn-i izâmı, asr-ı nur ve asr-ı hakikat olan asr-ı Sahâbeye yakın olduklarından, sâfi bir nur alıp hâlis bir içtihad edebilirler. Şu zamanın ehl-i içtihadı ise, o kadar perdeler arkasında ve uzak bir mesafede hakikat kitabına bakar ki, en vâzıh bir harfini de zorla görebilirler.
Eğer desen: Sahâbeler de insandırlar; hatadan, hilâftan hâli olmazlar. Halbuki, içtihadâtın ve ahkâm-ı şeriatin medarı, Sahâbelerin adaleti ve sıdkıdır ki, hattâ ümmet “Sahâbeler umumen âdildirler, doğru söylerler” 1 diye ittifak etmişler.
Haşiye-1 İ’câza dair olan Yirmi Beşinci Söz, Kur’ân’ın hakikî tercümesi mümkün olmadığını göstermiştir.Dipnot-1 İbni Hibbân, es-Sahîh 10:477; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid 1:153; İbni Hacer, Fethu’l-Bârî 2:181, 6:499.
Elcevap: Evet, Sahâbeler ekseriyet-i mutlaka itibarıyla hakka âşık, sıdka müştak, adalete hâhişgerdirler. Çünkü yalanın ve kizbin çirkinliği, bütün çirkinliğiyle ve sıdkın ve doğruluğun güzelliği, bütün güzelliğiyle o asırda öyle bir tarzda gösterilmiş ki, ortalarındaki mesafe, Arştan ferşe kadar açılmış, esfel-i sâfilîndeki Müseylime-i Kezzab’ın derekesinden, âlâ-yı illiyyînde olan Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın derece-i sıdkı kadar bir ayrılık görülmüştür.
Evet, Müseylime’yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü’l-Emin aleyhissalâtü vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur. İşte, hissiyât-ı ulviyeyi taşıyan ve mehâsin-i ahlâkiyeye perestiş eden ve şems-i Nübüvvetin ziya-yı sohbetiyle nurlanan Sahâbeler, o derece çirkin ve sukuta sebep ve Müseylime’nin maskara-âlûd muzahrafat dükkânındaki kizbe, ihtiyarıyla ellerini uzatmamak; ve küfürden çekindikleri gibi, küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri; ve o derece güzel ve medar-ı fahr ve mübahat ve mirac-ı suud ve terakki ve Fahr-i Risaletin hazine-i âliyesinden en revaçlı bulunan ve şâşaa-i cemâliyle içtimaât-ı insaniyeyi nurlandıran sıdka ve doğruluğa ve hakka—ve bilhassa ahkâm-ı şer’iye rivâyetinde ve tebliğinde—elbette ellerinden geldiği kadar talip ve muvafık ve âşık olmaları kat’îdir, zarurîdir, şüphesizdir.
Halbuki, şu zamanda, kizb ve sıdkın ortasındaki mesafe o kadar kısalmış ki, adeta omuz omuza vermişler. Sıdktan yalana geçmek, pek kolay gidiliyor. Hattâ, siyaset propagandası vasıtasıyla yalancılık, doğruluğa tercih ediliyor. İşte, en çirkin şey, en güzel şeylerle beraber bir dükkânda, bir fiyatla satılsa, elbette pek âli olan ve hakikat cevherine giden sıdk ve hak pırlantası, o dükkâncının marifetine ve sözüne itimad edip körü körüne alınmaz.
( Bu zamanın insanları için yalan söylemek sıradan bir şey halini almıştır. Sıdk ile kizb arasındaki mesafe adeta sıfırlanma noktasına gelmiştir. Hatta dünya sevgisi öylesine güçlüdür ki siyasiler hedeflerine varmak için her yolu meşru görmekte ve yalanı hiç çekinmeden söyleyebilmektedirler. Toplum bunları görmekte ve bunlardan etkilenmektedir. Yalan sıradanlaşmakta ve sanki doğru ile aynı seviyeye gelmektedir. Oysa sahabe asrında bu asla böyle değildi. Selef-i salihin müçtehidleri sahabe dönemine yakın oldukları için görüşleri pak ve hakikata daha açık idi. Bu zamanın toplumu bozuk olduğu için içtihad edeceklerin hakikata bakışları da perdelidir. Toplumsal yapı ve toplumda görülen manevi hastalıklar ve sorunlar bu toplumun çocukları oldukları için onları da ekseriyet olarak etkisi altına almıştır. İnsan yaşadığı coğrafyanın, yetiştiği ailenin, aldığı eğitimin, toplumun ona yüklediği değerlerin, ona miras kalan tarih anlayışının etkisi altındadır. Bunlar hakikat önündeki perdelerdir. Bunlardan başka en önemli perde de kişinin kendi nefsidir. İçtihad edecek kişinin bunlardan arınması gerekir ki muradı ilahiyi bulabilsin. )
Hâtime
ASIRLARA GÖRE şeriatler değişir. Belki bir asırda, kavimlere göre ayrı ayrı şeriatler, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.
Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, asırlara göre şeriatler değişir; milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur.
Enbiya-yı sâlife zamanında tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca iptidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatler, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıt’ada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatler bulunurmuş. Sonra, Âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidaî derecesinden idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılâbat ve ihtilâtatla akvâm-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatle amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriate ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir. Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyede gitmediğinden,mezhepler taaddüt etmiştir. Eğer, beşerin ekseriyet-i mutlakası, bir mekteb-i âlinin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhepler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem o hale müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz.
Eğer desen: Hak bir olur. Nasıl böyle dört ve on iki mezhebin muhtelif ahkâmları hak olabilir?
El cevap: Bir su, beş muhtelif mizaçlı hastalara göre nasıl beş hüküm alır. Şöyle ki: Birisine, hastalığının mizacına göre su ilâçtır; tıbben vâciptir. Diğer birisine, hastalığı için zehir gibi muzırdır; tıbben ona haramdır. Diğer birisine az zarar verir; tıbben ona mekruhtur. Diğer birisine zararsız menfaat verir; tıbben ona sünnettir. Diğer birisine ne zarardır, ne menfaattir; âfiyetle içsin, tıbben ona mübahtır. İşte hak burada taaddüt etti. Beşi de haktır. Sen diyebilir misin ki, “Su yalnız ilâçtır, yalnız vâciptir, başka hükmü yoktur”?
( Burada Üstad Bediüzzaman mezheplerin hikmeti ilahinin sevki ile belli coğrafyalara yayıldığını ve belli kavimler arasında belli bir mezhebin daha etkin olduğunu söylemekte ve bununda o kavimlerin yaşam tarzlarının onları o yöne itmesi ile olduğunu söylemektedir. Yani müçtehidler samimi bir niyetle içtihad yapmışlar ve onların her birinin içtihadı bir müslüman toplumun yaşam tarzına ve manevi yapısına daha uygun gelmiş ve onlarca benimsenmiştir, demektedir. Yaşam tarzı mezheplerin yayılma alanlarını genel itibarı ile belirler. İslam ümmeti farklı milletlerden meydana gelmiş ve geniş bir coğrafyaya yayılmıştır. Bu coğrafyada farklı yaşam tarzları ve alışkanlıklar vardır. Buna görede İslam dairesi içinde olmak şartı ile farklı mezhepler olacaktır, demektedir.)
İşte bunun gibi, ahkâm-ı İlâhiye, mezheplere hikmet-i İlâhiyenin sevkiyle ittibâ edenlere göre değişir. Hem hak olarak değişir ve her birisi de hak olur, maslahat olur. Meselâ, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle İmam-ı Şâfiîye ittibâ eden, ekseriyet itibarıyla Hanefîlere nisbeten köylülüğe ve bedevîliğe daha yakın olup, cemaati bir tek vücut hükmüne getiren hayat-ı içtimaiyede nâkıs olduğundan, her biri bizzat dergâh-ı Kàdıu’l-Hâcâtta kendi derdini söylemek ve hususî matlubunu istemek için, imam arkasında Fâtihayı birer birer okuyorlar. Hem ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir. İmam-ı Âzam a ittibâ edenler, ekseriyet-i mutlaka itibarıyla, İslâmî hükûmetlerin ekserîsi o mezhebi iltizam etmesiyle, medeniyete, şehirliliğe daha yakın ve hayat-ı içtimaiyeye müstaid olduğundan, bir cemaat bir şahıs hükmüne girip, bir tek adam umum namına söyler; umum, kalben onu tasdik ve rapt-ı kalb edip, onun sözü umumun sözü hükmüne geçtiğinden, Hanefî mezhebine göre imam arkasında Fâtiha okunmaz. Okunmaması ayn-ı hak ve mahz-ı hikmettir.
Hem meselâ, madem şeriat, tabiatın tecavüzâtına sed çekmekle onu tâdil edip nefs-i emmâreyi terbiye eder. Elbette, ekser etbâı köylü ve nim-bedevî ve amelelikle meşgul olan Şâfiî mezhebine göre, kadına temasla abdest bozulur, az bir necaset zarar verir. Ekseriyet itibarıyla hayat-ı içtimaiyeye giren, nim-medenî şeklini alan insanlar ittibâ ettikleri mezheb-i Hanefîye göre, mess-i nisvan abdesti bozmaz, bir dirhem kadar necasete fetvâ var.
İşte, bir amele ile bir efendiyi nazara alacağız. Amele, tarz-ı maişet itibarıyla, ecnebî kadınlarla ihtilâta, temasa ve bir ocak yanında oturmaya ve mülevves şeylerin içine karışmaya müptela olduğundan, san’at ve maişet itibarıyla tabiat ve nefs-i emmâresi meydanı boş bulup tecavüz edebilir. Onun için, şeriat onların hakkında o tecavüzâta sed çekmek için, “Abdest bozulur, temas etme. Namazını iptal eder, bulaşma” mânevî kulağında bir sadâ-yı semâvî çınlattırır. Amma o efendi, namuslu olmak şartıyla, âdât-ı içtimaiyesi itibarıyla, ahlâk-ı umumiye namına, ecnebî kadınlara temasa müptelâ değil; mülevves şeylerle, nezafet-i medeniye namına kendini o kadar bulaştırmaz. Onun için, şeriat, mezheb-i Hanefî namıyla ona şiddet ve azimet göstermemiş, ruhsat tarafını gösterip hafifleştirmiştir. “Elin dokunmuşsa abdestin bozulmaz; hicab edip kalabalık içinde suyla istinca etmemenin zararı yoktur; bir dirhem kadar fetvâ vardır” der, onu vesveseden kurtarır.
İşte, denizden iki katre, sana misal… Onlara kıyas et. Mizan-ı Şa’rânî mizanıyla, şeriat mizanlarını bu suretle muvazene edebilirsen et.