Uhud savaşından sonra Kureyşliler, Muhammcd (sav)´i hezimete uğrattıklarım iddia ediyor ve bu konuda şiirler söylüyorlardı. Arap beldelerinde şiir adeta bir yayın vasıtası haline gelmişti. Bir olay, bir kaside ile dile getirilecek olursa, bunu, uzak yakın bütün Arap kabileleri duyardı. İnsanlar, Kureyşli-lerle, Kureyşlilerin sürgün ettikleri Muhammed (sav) arasında meydana gelen şiddetli çarpışmanın nasıl sonuçlandığını öğrenmek istiyorlardı. Kureyşliler, Hz. Peygamberi Mekke´den çıkarmışlardı, ya da O, rabbinin emrine uyarak Mekke´den çıkmıştı. Kureyşliler kendi cahiliyet ve mütekebbir davranışlarıyla övünüyor, müslümanlara karşı savaş açıyorlardı. Muham-med (sav) ise hak yolunda cihad veriyor, hakka dayanarak batıla karşı savunma savaşı veriyordu. Etraftaki insanlar, hak ile batılın birbirinden ayrıldığı Uhud gününde müslümanların batılı bertaraf ettiklerini görmüşlerdi. Müşriklerin mü´minler önünden kaçıp hezimete uğradıkları haberi bütün Arap yarımadasında yayılmaktaydı. Bunun üzerine müşrik Kureyşlilerin gururları kırılmış, itibarları sarsılmıştı. Oysa daha Önceleri onlar Arapların en şereflileri ve en önde gelen liderleriydiler. Hz. Muhammed (sav) tarafından parçalanan şeref bayraklarını yeniden zirveye çıkardıklarına, eski heybetlerine kavuştuklarına, mü´minlerden öçlerini aldıklarına dair haberlerin Arabistan Yarımadasında yayılması gerekiyordu. Bedir´de Kureyşlilerin Araplar yanındaki itibar ve mevkileri sarsıntıya uğradığına ve diğer rakip kabilelerin, onların işgal ettiği mevkiyi ele geçirmek için harekete geçtiklerine göre, böyle bir durumda Kureyşlilerin Muhammedi Uhud´da hezimete uğratmış oldukları -bu onların hüsnü kuruntularıydı- haberinin bütün Arap yarımadasında yayılması ve bütün atmosferi bu haberle doldurmaları, her yerde konuşulan konunun bu olması gerekiyordu. Savaş, Mekke, Taif ve havalisi ile Hz. Peygamberin şehri olan Medine arasında cereyan etmişti.
Hz. Peygambere saldırmak için harekete geçtiler. Bedevi Araplar küfür ve iki yüzlülükte daha aşırı ve Allah´ın Resulüne indirdiği hükümlerin sınırlarım tanımamaya daha müsaittiler. Bedir´de Allah kendilerini yerle bir ettikten sonra, bazı kabileler yeniden müslümanları vurmaya yöneldiler. Müşrikleri müslümanlara karşı kışkırtacak faktörler yeniden harekete geçti. Kendi düşüncelerine göre, mü´minleri hezimete uğrattıklarını sanıyorlardı. Bu haberi her tarafa yaymaya ve putperestlerin mü´minlere karşı kinlerini alevlendirmeye çalıştılar. Arap kabileleri arasında hainlik ve dessaslık ruhu gittikçe kabarmaya başladı. Onlar, müşrik Kureyşlilere karşı yaltaklanmaya başladılar. Bütün bu olup bitenlere karşı Hz. Peygamber ve ashabı birbirlerine sabır tavsiyesinde bulunuyor ve Allah yolunda cihad ediyorlardı. Kureyşliler, müslümanları küçümsemelerine rağmen, yine şu iki düşünceyi kalplerinden ve zihinlerinden çı-karamıyorlardı:
1- Bunlar düşmanları olan mü´minlerden tam anlamıyla intikam alamamışlardı. Bedir savaşında müşrikleri yenmiş olan bahadır müslümanlarm çoğu hala hayattaydı ve bunların kılıçları, yeniden şakırdamak için, Hz. Peygamberden emir bekliyorlardı. Kureyşli müşrikler her ne kadar Hamza´dan öçlerini almış olsalar da, karşılarında hala Hz. Ali, Zübeyr bin Avam, Sad bin Ebu Vakkas, Ebu Ubeyde, Amir bin Cerrah gibi büyük şahsiyetler vardı. Yine Hz. Peygamberin vezirleri Ebu Bekir ile Ömer de bunlar arasındaydı. Karşılarında Allah ve Resulünün, parlayan ve gözlerini alan nurları vardı.
2- Mü´minlerin, ansızın üzerlerine baskın yapmalarından korkuyorlardı. Mü´minler, iman etmeleri için bunlara bir fırsat tanımışlardı. Fakat bunlar müşrikliklerini devam ettirdikleri ve mü´minlere karşı tecavüzlerini sürdürdükleri takdirde hakkın kılıçları kendilerini takipsiz bırakmayacaktı. Bu sebeple müşrik Kureyşliler mü´minlerin ne yapacaklarını takip ediyorlar ve diğer müşrik kabileleri Medine´li müslümanlara karşı kışkırtıyorlardı. Kendilerine bir, ya da birkaç mü´mini getirip teslim edecek olanlara bağışlarda bulunuyorlardı. Hz. Peygamberin adamlarını yakalayıp kendilerine getirebilecek olan bazı müşrikleri parayla satın alıyorlardı. Bedevi araplar, sahibi bulundukları küfür ve nifak hususunda çok azılıydılar. Mü´minlerin başlarına felaket gelmesini temenni ederler, maksatlarına kavuşmak için, her türlü hile ve hiyaneti işlerlerdi. Nitekim Hz. Peygamberin etrafa göndermiş olduğu seriyyeler de, bu bedevi Araplar vasıtasıyla müşrik Kureyşlilerin hile ve hiyaneti-ne maruz kalmaktaydılar. Hz. Peygamber hep tetikte duruyor ve müşrikleri takip ediyordu. Her taraftan onları gözetecek adamlar bulmaya çalışıyordu. Şit Hattab, Hz. Peygamberin, kabile ve beldelere, haber almak için gönderdiği seriyelere devriye adını vermektedir. Bunların bir kısmı mü´minlere ganimet getirmekte, bir kısmı da gözetlemekte olduklarından dolayı müşrik bedeviler tarafından yakalanarak Kureyşli müşriklere kurban olarak takdim edilmekteydiler. Tabii ki, müşrik bedevi Araplar arasında Islama meyilli olanlar da vardı. Bunları hidayete kavuşturmak için Hz. Peygamber bazı elçiler gönderiyordu. Fakat yine de bu elçiler, onların hile ve hiyanetlerine maruz kalarak öldürülüyor ve Kureyşli müşriklere takdim ediliyor, ya da satılıyorlardı.
Ben-i Esed Seriyyesi
Huveylid Oğulları Tulayha ile Seleme el- Esedi, Beni Esed kabilesinden çok sayıda adam topladılar. Mekke´deki müşriklerden birşeyler elde etmek maksadıyla Hz. Peygamber ile savaşacaklardı. Kureyşlilerin, mü´minlerin ve Medine´lilerin yenilgiye uğradıkları konusunda çevreye yaydıkları haberlerin gerçek olduğunu sanan bu kimseler, artık bundan sonra Medine´nin kendilerine, ya da kendi emsallerine boyun eğeceğini ve teslim olacağını tahmin etmişlerdi. Hz. Peygamber bunların komplolarını duydu. Amaçlarını gerçekleştirmeleri için çalışmalarına göz yumacak değildi. Hz. Peygamber´in, onların bu düzenlerini yürütmelerine izin vermesi düşünülemezdi. Muhacir ve ensardan 150 kişiyi Ebu Seleme kumandasında bunlara karşı gönderdi. Ebu Seleme´ye, Allah´ın buyruklarına karşı gelmekten sakınmasını ve beraberindeki müslümanlara iyi davranmasını tavsiye etti. Yola çıkan bu seriyye, Esed Oğullarına ait bir su olan Katan suyunun yanına geldi. Bunlar her ne kadar Hz. Peygambere karşı savaş hazırlığı içinde olsalar da, ansızın bastırılmaları sebebiyle ürküp dağılmışlar, deve ve koyun gibi bir çok hayvanlarını bırakıp kaçmışlardı. Ebu Seleme bu hayvanlara ganimet olarak el koymuş, üç kişiyi de esir alarak Medine´ye dönmüştü. Hz. Peygamber ganimetlerin beşte birini almıştı. Aralarında bir de köle bulunuyordu. Geri kalanlar da Ebu Seleme tarafından arkadaşları arasında paylaştırılmıştı. Nitekim Cenab-ı Allah da ganimetlerle ilgili hükmünü açklarken şöyle buyurmuştur: “Eğer Allah´a ve hakkı batıldan ayıran o günde, iki topluluğun karşılaştığı (Bedir) gün (ün) de, kulumuz (Muhammed) e indirdiğimiz (Ayetler) e inanıyorsanız, bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetlerin beşte biri Allah´a, Resulüne ve (Allah´ın Resulü ile) akrabalığı bulunan (lar) a, yetimlere, yoksullara ve yolcu (lar)a aittir.” (Enfa).4i)
Hz. Peygamber Ebu Seleme ve seriyyesini, hicretin dördüncü yılının Muharrem ayında göreve göndermişti. Bu görevde Ebu Seleme ve arkadaşları, on gece kalmışlardır. Bu seriyye-deki görevini tamamladıktan sonra Ebu Seleme, daha önce Uhud savaşında almış olduğu bir yara dolayısıyla hakkın rahmetine kavuşmuştur. Oğlu Amr, babası hakkında şöyle der: “Babamı yaralayan kişi Ebu Üsame el- Cüşemi idi. Yaralandıktan sonra bir ay tedavi görüp iyileşti. Muharrem ayında Hz. Peygamber onu seriyenin başında gönderdi. On geceden fazla bir süreyle eve gelmedi. Seriyyedeki görevini tamamlayarak Medine´ye döndüğünde, yarası yeniden kanamaya başlamıştı. Ve Cemaziyel- evvel ayının üçüncü gününde vefat ettir
îşte şehit.. O, görevini iki defa eda etmişti. Bir defasında Uhud´da çarpışmış ve yaralanmıştı. Aldığı yara, öldürücü olduğundan dolayı vakti tamam olunca ahirete irtihal etmişti. îkin-ci olarak da Esed Oğulları seriyyesi için görevlendirildiğinde Cenab-ı Allah ona ikramda bulunmuştu. Bu görevini tamamladıktan sonra yarası yeniden kanamaya başlamış ve çoluk çocuğunun arasında iken şehitlik mertebesine yükselmişti. Hz. Peygamberin onu Esed Oğulları üzerine özellikle göndermesinin sebebi, onun da Esed Oğulları kabilesine mensup olmasıydı. Çünkü kendisi Abdul-Esed Ebu Talha el- Esedi´nin oğludur. Hz. Peygamber bu mü´min adamı yine mü´minlerden seçtiği savaşçıların başına kumandan olarak görevlendirmiş ve kendi kavmi olan müşriklere karşı savaşmasını istemişti. Böyle yapmakla iki kazanç sağlamış olacaktı:
1- Îmana sevk edilmeleri için, müşrikler terbiye edilmiş olacaktı.
2- Cahiliyet düşüncesi olan ırkçılık ve asabiyet ortadan silinip yok edilecek, îslami birlik ruhu canlanacaktı.
Reci Seriyyesi
Reci, Usfan mevki´inde bir yer olup Mekke-i Mükerreme´ye sekiz millik bir uzaklıkta bulunuyordu. Ibn Kesir, Vakidi´ye uyarak, buna “Reci Gazvesi” adını vermişse de, biz bu isme muvafakat etmiyoruz. Çünkü bu olay, Kureyşlilerin teşvikiyle bazı müşriklerin hıyanet ve hilesi sonucu meydana gelmişti.
Kureyşliler, tam anlamıyla alamadıkları intikamlarına kavuşabilmek için bazı müşrikleri, mü´minlere karşı kışkırtmışlardı. Henüz öldüremedikleri bazı yiğit müslümanları yeniden müşriklerle savaşa sokmak için bu gibi tertiplere girmişlerdi.
Rivayetçilerin nakline göre, Reci kıssası, hıyanet kıssası-dır. Çünkü bu olayla müşriklerin kışkırtması neticesinde müslü-manlara karşı hile ve hıyanet yapılmıştır. Uhud gazasından sonra Adal ve Kare kabilelerinden iki heyet Resulullah (sav)´m yanına geldiler. Bunlar, Hevn bin Huzeyme bin Müdrike aşiretinden iki boy idiler. Dediler ki: “Ey Allah´ın Resulü! İçimizde müslümanlar vardır. Ashabından bir grubu bizimle birlikte gönder ki, bize Kur´an´ı okutsunlar, dinimizi öğretsinler, Islami hükümleri anlatsınlar.” Bunun üzerine Resulullah (sav) onlara bu amaçla ashabından bir grubu gönderdi. İbn İshak´m anlattığına göre, giden sahabiler altı kişiden oluşuyordu. Bu-hari ise bunların on kişi olduğunu söyler. İbn İshak´ın rivayetine göre Resulullah (sav), bu iman ve davet heyetinin başına Mersed bin Ebi Mersed el- Ganevi´yi lider tayin etti. Mer-sed, şehitlerin efendisi Abdulmuttalib oğlu ilanıza ile kardeş olmuştu. Resulullah´ın, Muhacirlerle Ensarı birbirine kardeş yaptığı zaman, Ha niza ile Mersed de birbirleriyle kardeş olmuşlardı. Buhari´nin bir rivayetine göre Hz. Peygamber, bu iman ve davet heyetinin başına Asım bin Sabit bin Eflah´ı lider tayin etmiştir. Haber ve hadis rivayetçileri, Buhari´nin bu rivayetinin esas alırlar. Vakıdi de bu rivayeti desteklemektedir.
Bu hidayet ve davet heyeti Medine-i Münevvere´yi terkede-rek Adal ve Kare taraflarına yöneldiler. Maksatları savaş değildi. Gitmekte oldukları kavmin kendilerine hile ve hıyanet, yalan ve desise ile komplo kurduklarından haberleri yoktu. Çünkü Arapların eşrafı arasında, o güne kadar böyle bir oyuna rastlanmamıştı.
Usfan ile Mekke-i Mükerreme arasındaki Reci denen yere, yani Huzeylilere ait suyun yanma geldiklerinde komplo ile karşılaştılar, İslama davet eden bu hidayet grubu, eli kılıçlı bazı kimselerin saldırısına uğradılar. Bunları hile ve desise ile ele geçirmek istiyorlardı. Sahabilere hitaben dediler ki: “Vallahi biz sizi öldürmek istemiyoruz! Sadece Mekkelilere teslim edip onlardan birtakım şeyler elde etmek istiyoruz.” Belki de bu sözleri doğruydu. Ama bu, Kureyşlerin elde etmiş oldukları yalancı zaferin hile ve desiselerinden biriydi. Kureyşlilerin oyununa gelmiş olan akılsızlar, sahabilere: “Size, sizi öldürmeyeceğimize dair teminat veriyoruz” demişlerdi. Bu söz karşısında sahabiler kılıçlarını bıraktılar. Halbuki daha önce kılıçlarına sarılarak vuruşmaya niyetlenmişler, teslim olarak ölmek istememişlerdi. Müşriklerin bu yalancı teminatları karşısında sahabiler grubunda bulunan Asım bin Sabit ile Mersed bin Mersed ve Halid bin Bükeyr: “Biz müşriklerin sözlerini ve anlaşmalarını kabul edemeyizl ” demişlerdi. Böyle demekte de haklıydılar. Çünkü önce hile ve hıyanete başlayanlar, onlardı. Verdikleri söz doğru bile olsa, kendilerine gerçekten dokunmayacak da olsalar, sonuçta yine de onları birtakım çıkarlar elde etmek uğruna Mekkeliler´e teslim edeceklerdi. Mekkeliler´in ise, onları öl-dürürek eziyete uğratacaklarında şüphe yoktu. İşte bu sebeple yukarıda isimlerini saydığımız üç sahabi, bunlarla vuruşup şehitlik mertebesine yükseldiler. Teslim olarak öldürülmektense, mücahitçe öldürülmeyi tercih etmişlerdi. Davet heyetindeki diğer mü´min kardeşleri ise sonu şehitlikle noktalanacak olan bu bahadırca davranış içine girmeyi uygun görmemişler, müşriklerin teminatına aldanarak teslim olmuşlardı. Ibn İshak´ın anlattığına göre, teslim olan üç kişi şunlardır: Zeyd bin Desi-ne, Hubeyb bin Adi ve Abdullah bin Tarık.
Şimdi de, savaş meydanlarında Kureyşliler´e ağır darbeler indiren ve Uhud gazasında Kureyşli bir kadının iki oğlundan birini öldürmüş olan Asını bin Sabit´e müşriklerin neler yaptıklarını gözden geçirelim. Öldürülen adamın annesi: “Eğer Asım´ı ele geçirirsem, andolsun ki, onun kafatasıyla şarap içeceğim” diye yemin etmişti. Asım bin Sabit öldürülünce, bu kadın onun başını istemişti. Fakat Cenab-ı Allah onun cesedini ve başını kötülüklere karşı korumuş, cesedinin etrafına bekçi olarak arıları göndermişti.
Şimdi de müşriklerin verdikleri teminata inanan ve Cenab-ı Allah´ın: “(Müşrikler) sizin hakkınızda, ne and, ne de andlaşma gözetmezler” (Tevbe.8) mealindeki uyarısını hatır-lamayan sahabilere dönelim. Müşrikler bunları esir aldılar ve satmak üzere Mekke´ye götürdüler. Mekke yakınındaki Zaran mevkiinde bu üç esirden Abdullah bin Tarık, elini bağından kutanp kılıcını aldı. Müşrikler kendisinden korktukları için eman dilediler ve kılıcına maruz kalmamak için bir süre ondan uzaklaştılar. Fakat daha sonra onu, taş yağmuruna tutarak öldürdüler. Ama o, teslim olmadan ölmüştü. Her ne kadar verdikleri teminata gü-venmişse de, yine boyun eğmeyip kurtulmuş ve şehitlik mertebesine, ulaşmıştı. Müşrikler, esir sahabilerden Hubeyb bin Adi ile Zeyd bin Desine´yi Kureyşliler´e satmışlardı. Hu-beyb´i Haris bin Ammar bin Nevfel´in oğulları satın almıştı. Çünkü Hubeyb, onların babaları Haris´i Bedir gazasında öldürmüştü. Bir süre onu yanlarında esir tuttular, büyük hakaretler ve eziyetler yaptılar. Ama o, imanından dolayı müsterihti ve tahammül gösteriyordu. Onu ne kadar ezseler, ne kadar horlasalar da, yine dayanıyordu. Çünkü mü´min nefsi asla al-çalmaz. Hubeyb, Allah Teala´nın mü´min kimsenin gadre ve hıyanete uğraması ve gördüğü eziyetlere sabretmesi durumunda, tıpkı savaş meydanlarındaki mücahitler mertebesine ulaştıracağını biliyordu. Müşrikler onu asmak için meydana getirdiler. O, iki rekat namaz kılmak için izin istedi. Sonra sevinç içinde cellatlara yönelerek şöyle dedi: “Allah´a andolsun ki, Ölüm korkusundan dolayı namazı uzattığımı sanmasay diniz, daha çok namaz kılacaktım.” Hz. Peygamber onun asılacağı zaman kıldığı namazdan haberdar olmuş ve bunu güzel karşılamıştı, işte bundan dolayı, asılacak kimselerin, asılmadan önce iki rek´at namaz kılmaları sünnet haline gelmişti. Namaz kıldıktan sonra onu sehpanın yanına getirdiler. Bağladıkları zaman şunları söylemişti: “Allah´ım! Biz senin Resulünün risa-letini tebliğ ettik. Sen de onu, bize yapılanlardan haberdar et Allah´ım! Sen bunların kökünü kazıyarak helak et. Ve hiç birini hayatta bırakmal”
Hubeyb, Allah´ın rızası uğrunda kahramanca şehit oldu. Kardeşleri Asım ve beraberindeki mücahitler de kılıçlarını bırakmadan cihad meydanında şehit düşmüşlerdi. Hubeyb, asılırken sabır ve metanet içinde şunları söylemişti: uVallahi ben müslüman olarak öldükten sonra, nasıl ölürsem öleyim, gam yemem. Bunların hepsi Allah yolundadır. O dilerse, ayrılıp dağılan vücudumun parçalarını yine mübarek kılar ve feyze kavuşturur.”
Zeyd bin Desine de Hubeyb´le aynı gün asılmıştı. Zeyd de sabırlı, rahat ve halinden memnun olup iman ferahlığı içindeydi. Şirkin lideri Ebu Süfyan bin Harb, Zeyd´e asılacağı sırada şöyle demişti:”AZ/a/ı aşkına söyle ey Zeyd! Şu anda senin yerinde Muhammed ´in olmasını, onun boynunu vurmamızı istemez miydin Sen de kendi ailende çoluk çocuğun arasında rahatça otururdun ” Ebu Süfyan´ın bu sözleri üzerine Zeyd şu anlamlı cevabı vermişti: “Allah´a andolsun ki, Hz. Mu-hammed´in şu anda benim yerimde olmasını kesinlikle istemezdim. Ailemin yanında, çoluk çocuğum arasında rahatça oturabilmek için, değil öldürülmesini, vücuduna diken batıp eziyet görmesini bile istememi” Zeyd´in bu sözleri karşısında şirkin ve tağutun Önderi Ebu Süfyan şöyle demişti: “İnsanlar arasında, Muhammed´in ashabının, Muhammed´i sevdiği kadar, kimsenin kimseyi sevdiğini gö´rmedimV Bundan sonra o sabırlı sahabi şehit edilmişti.
Reci gazası üç şeye işaret etmektedir:
1- Kureyşliler en alçakça planlara başvurarak müslümanla-ra karşı hile, hıyanet ve desiseler düzenlemişlerdir.
2- Kureyşliler Bedir´de yedikleri darbenin intikamını tam olarak alamamış ve kalplerindeki intikam ateşini söndüreme-mişlerdi. Uhud gazasında da, arzu etmedikleri halde savaşı bırakmak zorunda kalmışlardı. Çünkü içlerindeki intikam ateşini söndürmek amacıyla Uhud savaşında vuruşmaya devam etselerdi, daha fazla darbe yiyeceklerini anlamışlardı.
3- Kureyşliler´in, Hz. Muhammed´in hezimete uğradığı yolundaki yalan propagandaları etkisini göstermiş, bazı Araplar Kureyş hesabına çalışmaya ve Kureyşliler´i memnun etmeye çalışmışlardı. Bedir ile Uhud savaşları arasında yapılan propa-ganlar bu dereceye ulaşmamıştı. Ancak mü´minlerin yenilgiye uğradıkları konusundaki yalan haberin yayılmasından sonra, Uhud´u izleyen günlerde bazı Arap kabileleri Kureyşliler hesabına çalışmaya başlamışlardı.
Amr bin Ümeyye Seriyyesi ve B´ir-i Maune Faciası
Bu da, Reci faciasının arkasından gelen bir başka faciadır. Bu olayda da bazı kabileler Kureyşliler hesabına çalışmışlardır.
Bu olaydaki hıyanet sonucunda altı, ya da on mü´min değil,tam kırk mü´min hayatını kaybedip şehitlik mertebesine ulaşmıştır. Bu suikast olayı Mekke´de planlanmıştı. B´ir´i Maune faciasının meydana gelmesinden önce, Ebu Süfyan´m Hz. Peygamber için hıyanet planları hazırlamasından ve ona karşı savaş hazırlığı içine girmesinden bahsedeceğiz.
Vakidi´nin belirttiği üzere, Ebu Süfyan bin Harb, Mekke´de Kureyşli birkaç kişiye: “Muhammed Medine sokaklarında serbestçe dolaşıyor. Bir kolayını bulup ondan intikamımızı alacak kimse yok mudur ” demişti.
Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Kureyşliler, mü´minler-den intikamlarını alamamışlardı.
Ebu Süfyan´m teklifi üzerine adamın biri gelerek şöyle demişti: “Eğer karşılığını tam olarak verirsen, ben Medine´ye gider ve bir kolayını bulup Muhammed´i öldürürüm! Ben, Medine´ye giden tenha ve kestirme yolları biliyorum. Şehre girer ve hançerimle onun üzerine çullanır, işini bitiririm.” Bunun üzerine Ebu Süfyan, ona şöyle demişti: “Sen bizim arkadaşımız ve dostumuzsun, ne yapacağını bilirsin, yalnız bu planı gizli tut. Çünkü ben başkalarının bunu duyup da Muhammed´e haber vermesinden korkuyorum”
Suikastçı Medine´ye doğru yol almaya başladı. Beş gün sonra, geceleyin oraya ulaştı. Hz. Peygamberi sordu. Nihayet onu ashabı arasında mescidde sohbet ederken buldu. Hz. Peygamber onu görünce, mü´mine mahsus ferasetle bir hıyanet için geldiğini anladı. Adam: “Hanginiz Abdulmuttalib´in oğludur ” diye sorunca, Resulullah (sav), “Abdulmuttalib´in oğlu benimn diye cevap verdi. Adam, Ebu Süfyan´la planlamış oldukları suikastı uygulamak amacıyla Hz. Peygambere doğru ilerledi ve onun kulağına bir şeyler fısıldamak ister gibi, üzerine eğildi. O, bunu yaparken, bazı sahabiler tetikte bekliyorlardı. Hatta Useyd bin Hudeyr, onu tutup geri çekti ve “Resulullah´dan uzak dur” dedi, eteğinin altını yoklamaya başladı ve sakladığı hançeri buldu. “Ey Allah´ın Resulü! Bu adam Haindir. Seni öldürmek istiyor” dedi. Bunun üzerine suikastçı bağırarak “Kanımı bağışlayın, kanımı bağışlayın ey Muhammedi” diye yalvarmaya başladı. Hz. Peygamber de ona şöyle dedi: “Senin buraya gelmene sebep olan şeyi doğru olarak anlat. Eğer doğru konuşursan, senin için faydalı olur. Bana yalan söylersen, şunu iyi bil ki, senin maksadını Çenab-ı Allah bana bildirmiştir.”
Arabi korkuyla “Ben sana doğruyu söylersem bana bir zarar gelmez mi ” diye sordu. Peygamber efendimiz ona ” Doğruyu söylediğin takdirde sana hiç bir zarar gelmez” diye teminat verdi. Arabi de, Ebu Süfyan´ın kurduğu tuzakları ona anlattı. Hz. Peygamber onu, o gece Üseyd bin Hudeyr´in yanına misafir olarak bıraktı. Ertesi sabah da yanma çağırarak ona şöyle dedi: “Seni serbest bırakıyorum. Dilediğin yere gidebilirsin, ya da bundan daha hayırlı olan şeyi yapabilirsin”
Adam “Bundan daha hayırlı olan şey nedir ” diye sorunca Hz. Peygamber şu cevabı verdi: “Allah´tan başka tanrı olmadığına ve benim Allah´ın elçisi olduğuma tanıklık etmendir.” Bunun üzerine adam kelime-i şehadet getirerek müslüman oldu.
Böylece Hz. Peygamber, Mekke´deyken kendisi için kurulan tuzakları öğrendi. Mekke´li müşrikler savaşmaktan vazgeçip hile ve desiseye başvurmuşlardı. Hainlikleri ise Reci gününde ortaya çıkmıştı. Peygamberimiz Mekke´de olup bitenleri öğrenmek maksadıyla bir seriyye gönderdi. Ebu Süfyan´ın kendisine yaptığı suikasda misilleme yapmak istiyordu. “Hürmetler karşılıklıdır. Kim size saldırırsa, onun size saldırdığı kadar siz de ona saldırın, Allah´tan korkun” (Bakara: 194)
Hz. Peygamber bu seriyyenin başına, Amr bin Ünıeyye ed-Dâri´yi kumandan tayin etti. Amr bin Ümeyye, Araplar arasında büyük bir savaşçı olarak tanınırdı. îman etmiş ve mükemmel bir müslüman olmuştu. Beraberinde Seleme bin Eşlem de vardı. Bunlar Mekke´nin durumunu Öğrenmek ve Ebu Süfyan´a darbe indirmekle görevlendirilmişti. Mekke´ye gitmiş ve orada namaz kılarak Kabe´yi tavaf etmişler, Mekkeliler de gelişlerinden haberdar olmuşlardı. Önce de söylediğimiz gibi, Amr bin Ümeyye, cahiliyet devrinde gücünden korkulan bir savaşçıydı. Onu karşılamak için yığınlar harekete geçtiler. Fakat o, onları terketti. Onların durumlarını ve kurmakta oldukları suikast planlarını öğrendi. Kimse onu yakalayamadan arkadaşıyla birlikte Medine´ye döndü. Kendisini takibe çıkanları birer birer yakaladı. Bir kısmını öldürdü, bir kısmını da esir alarak Hz. Peygambere getirdi. Seleme bin Eşlem, ondan önce Medine´ye gelmişti.
B´ir´i Maûne Faciası
Hicretin dördüncü yılının Sefer ayında, Ebu Bera Amir bin Malik bin Cafer, Medine´ye seldi. Hz. Peygamber, ona müslü-man olmasını teklif etti. İbn Ishak´m anlattığına göre, müslü-man olmadı. Fakat olmamakta kararlı da değildi. Resulullah´a şöyle dedi: “Eğer ashabından birkaç kişiyi Necidlilere gönderir-sen, onları islam´a davet ederler. Umarım ki, bu davetleri boşa çıkmaz ve Necidliler müslüman olurlar.” Hz. Peygamber, “Ben Necidlilerin bir kötülük yapmalarından korkarım\n deyince, Ebu Bera şöyle dedi: tıSahabilerini ben himayeme alırım. Sen onları gönder ve insanları senin dinine davet etsinler.”
Ebu Bera´nın bu teminatı üzerine, Hz. Peygamber rahatladı. O, tebliğ fırsatı bulduğu zaman islamiyet´i tebliğ etmeyi çok arzulardı. Özellikle Ebu Bera´nın davetçi sahabileri himayesi altına alacağını duyunca, bu tebliğ tutkusu daha da fazlalaştı. İbn İshak´ın rivayetine göre kırk, Buhari´nin rivayetine göre ise yetmiş sahabiyi seçerek başlarına Ben-i Saide´nin kardeşi Amr´ın oğlu Münzir´i emir tayin etti.
Şimdi de Buhari´nin bu konuda söylediklerine kulak verelim: Hz. Peygamber, yetmiş sahabiyi Kur´an Öğreticileri olarak Necid tarafına gönderdi. Bunlar Bir-i Maune mevkiine geldiklerinde, Süleym Oğullarından Lihyan, Rail ve Zekvan kabilelerine mensup bazı kimselerle karşılaştılar. Sahabiler onlara : “Bizim sizinle bir işimiz yok. Biz sadece Peygamber Efendimizin verdiği bir görevi yerine getirmek üzere yola çıktık” dediler. Fakat buna rağmen müşrikler tarafından öldürüldüler.
Buharı, bu olayı anlatırken, der ki: Rail, Zekvan ve Useyye gibi, Süleym oğullarına bağlı kabileler Hz. Peygambere gelerek yardım talebinde bulundular. Hz. Peygamber de onlara 70 kadar Ensar´ı takviye kuvveti olarak gönderdi. O zaman bu saha-bilere “kurra” adı verilmekteydi. Bunlar aynı zamanda gittikleri yerde islamiyet´i yayacak ve oralardaki insanlara Kur´an öğreteceklerdi. Bu zatlar gündüzleri odun toplar, geceleri namaz kılarlardı. Nihayet Bi´r-i Maune mıntıkasına geldiklerinde müşrikler tarafından haince kurulan tuzağa düşürülüp öldürüldüler. Bu haberi duyan Peygamber efendimiz bir ay süreyle sabah namazlarında Rail, Zekvan ve Useyye kabilelerine beddua etmek maksadıyla kunut okudu. Müşrikler tarafından kılıçla doğranan sahabiler şöyle demişlerdi: “Kavmimize bizden haber ulaştırın. Biz Rabbimize kavuştuk. O bizden memnun oldu. Ve bizi de memnun etti,” Bunlar savaşçı değillerdi, düşmana karşı durabilecek silah ve teçhizatları da yoktu. Sadece tebliğci olarak yola çıkmışlardı.
Şimdi de bu davet kervanının, haince düşürüldüğü tuzağın ayrıntılarını aydınlatmaya çalışalım:
´ Bunlar, Ebu Bera´nın isteği üzerine, Resulullah´ın emrettiği gibi hidayet rehberleri ve mürşitler olarak yola çıktılar. Başlarındaki kumandan Amr oğlu Münzir ile birlikte Hz. Peygamber, Amir bin TufeyTe bir mektup da göndermişti. Bu mektubunda sahabilerin savaşçı değil, tebliğci olduklarını açıklıyordu. Ama o zamanlar Amr bin Tufeyl, müminîerin düşmanı olan bir kimseydi. Şirk konusunda arkadaşı olan Ebu Bera´nın verdiği teminatı dikkate almamıştı. Ancak müminlerin yola çıkarılmaları, Ebu Bera´nın verdiği teminat üzerine gerçekleşmişti, tşin başında Hz. Peygamber, mü´minleri göndermek istememişti. Fakat îslami tebliğ dolayısıyla mü´minleri göndermeye razı almuştu. O zaman bu sahabi heyetinin hile ve hıyanete uğrayacaklarını beklemiyordu. Sahabilerin başında bulunan kumandan Münzir bin Amr, mektubu verdiği Amir bin Tufeyl tarafından öldürüldü.
Buharı, Amir bin Tufeyl´den bahsederken, onun, peygamberliği bir nevi hükümdarlık zannetmiş olduğunu anlatmaktadır. Peygamber efendimiz şu üç şeyden birini seçmesini önermişti:
1- Sehl yöresi Hz. Peygambere, Mudar yöresi ise Amir bin TufeyFe ait olacak.
2- Çöldeki davarlarla, ahali Hz.Peygambere, köy ve kasabalardaki ahali ise Amir bin Tufeyl´e ait olacak.
3- Ya da Amir bin Tufeyl, Hz. Peygamberin halifesi olacak, yahut Gatafan´da kendisiyle Hz. Peygamber çarpışacaklardı.
îşte Amir bin Tufeyl, o zamanlar böyle bir durumdaydı. Çevreyi biliyordu. Bununla yetinmedi, daha ileri giderek Amir Oğulları´nı, mü´min heyete saldırmak için yardıma çağırdı. Fakat etraftaki kabileler Ebu Bera´nın bunları himayesi altına almış olduğunu bildiklerinden dolayı Amir bin TufeyFin isteğine mavafakat etmediler. “Ebu Bera´nın himayesi altına aldığı ve kendileriyle anlaşma yaptığı kimselere biz ilişmeyiz” dediler.
Bunun üzerine Amir bin Tufeyl, Süleym Oğulları´ndan Useyye, Zekvan ve Rail kabilelerini işbirliğine çağırdı. Bunlar bu hıyanet ve alçaklık içinde ona ortak oldular ve mü´minleri kuşattılar. Kılıçlarını çekip mü´minleri doğramaya başladılar. Ancak Sad bin Zeyd, kılıçlarından kurtulup kaçabildi. Sad, Zeyd bin Neccar´m kardeşiydi ve yaralanmıştı. Ancak öldüğünü sanarak bırakmışlardı. Amir bin Umeyye ed-Damiri ile ensardan bir adamı da esir almış, fakat daha sonra bunları serbest bırakmışlardı. Bu serbest bırakılanlar gelip durumu Hz. Peygamber´e haber verdiler. Peygamber Efendimiz, gönderdiği sahabi heyetinin başına gelenlerden dolayı çok üzüldü ve otuz gün süreyle müşriklere beddua ederek sabah namazlarında ku-nut okudu.
Bi´r-i Maune faciası Safer ayında vuku bulmuştur. Bi´r-i Ma-une, Mekke ile Medine arasındaki bir mıntıkadır. Bu kıssada bazı hususlar üzerinde durmamız gerekmektedir:
1- Ebu Bera müslüman değildi. Ancak İslam´a meyli vardı. Fakat kavminin lideri olduğundan dolayı, onlarla birlikte hareket etmek, kendisinden nefret ettirmemek için, onları zorlamak istemiyordu. Ancak, bazı davetçilerin gelerek, onları İslam´a davet etmelerini istemişti. Onların müslümanlıkla tanıştıklarını ve İslamiyet´i kucakladıklarını görünce kendisi de müslüman olduğunu ilan edecekti, islam davetçilerini kendi himayesi altına almakla yetinmişti.
2- Hain Amir bin Tufeyl, müşrikler hesabına çalışıyordu. Kureyşlilerin güçlü olduklarını görmeseydi, bu hainliği yapamazdı. Kureyşlilerin güçlü olduğu zanmna da, onların yaydıkları: “Biz Muhammed´i hezimete uğrattık\n şeklindeki yalan habere inanarak kapılmıştı.
3- Peygamber Efendimiz onlara, ibadetlerine bağlı, geceleyin namaz kılan, gündüzleri odun toplayan tebliğcileri göndermişti. İçlerinde Zübeyr, Sad bin Ebi Vakkas ve Ebu Talib oğlu Ali gibi savaşçılar da yoktu. Her ne kadar isimlerini saydığımız bu şahsiyetler, ibadet hususunda onlardan daha geride kalmıyorlarsa da, bundan fazla olarak bir de savaş kabiliyetine sahiplerdi.
4- Peygamber efendimizin, davet için gönderdiği elçileri, bununla iki defa hıyanete uğramış oluyorlardı, tik defasında Reci mıntıkasında suikasda maruz kalmışlar, ikinci olarak da Bi´r-ı Maune´de suikasda uğramışlardı.
îslam ümmetinin kumandanı olan Peygamber Efendimiz, böyle kolayca aldatılabilen bir insan mıydı Biz deriz ki: Peygamber de olsa O, hileye ve hıyanete maruz kalmaktan uzak değildi. O da herkes gibi bir insandı. Gerekli tedbirleri almakla yetinirdi. Ama Cenab-ı Allah onun hile ve hıyanete maruz kalacağını takdir buyurmuştu. îhlaslı ve şerefli kerem sahibi kimseler de hileye maruz kalabilirler. Ama alçak ve hain kimseler için de, Cenab-ı Allah şerri takdir ettiğinden dolayı bunların, şerefli ve iyi insanlar gibi hileye maruz kalmaları pek kolay olmaz. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Seni aldatmak isterlerse (korkma) Allah sana yeter. Seni ve inananları yardımıyla destekleyen, kalplerini uzlaştıran-O´dur, Eğer yeryüzünde bulunan herşeyi sarfetsen bile, yine onların kalplerini uzlaştıramazdın; fakat Allah onları uzlaştırdı. Doğrusu O, üstündür, hikmet sahibidir. Ey peygamber! Allah´ın yardımı sana ve sana uyan müminlere yeter” (Enfai 62-64)
Hz. Peygamberin de alçak, hilekar ve hain kimseler tarafından oyuna getirilmesi, Allah´ın bir takdiriydi. Hz. Peygamber rabbinin risaletini tebliğ etmeyi ve A rapları vahdaniyet yoluna iletmeyi, insanların noksanlıklardan münezzeh olan bir ve or-taksız Allah´a ibadetlerini temin etmeyi fazlasıyla arzuluyordu. Zaten onun peygamber olarak gönderilişinin ve bu alandaki görevinin gereği buydu. Onun savaşması, sırf savunma maksadına yönelikti ve îslam davetini tecavüzlerden korumak içindi. Yoksa savaş, onun için asıl ve tek amaç değildi. îslami daveti kolaylaştıracağını söyleyen bir kimse yanına geldiği zaman, onun bütün arzularına icabet ederdi. Hür kimseler, işin başındayken karşı tarafa hile ve tuzak kurmazlar. Ancak karşı taraftan hile ve desise gördükleri zaman onlara misillemede bulunurlar. Gerçek şu ki, hiçbir zaman Hz. Peygamber karşı tarafa hile ve desise yapmayı düşünmemiştir. Çünkü o, Rabbinin emirlerini tebliğ etmek isteyen bir elçiydi. Bununla ilgili olarak yüce Rabbimiz, O´na hitaben şöyle buyurmuştur: “Ey elçi, Rab-binden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini yapmamış olursun” (Maıde- 67)
Kendilerine îslamiyeti anlatmaları için, öğretici isteyen kimselerin isteklerine cevap vermemesi, Peygamberimiz için mümkün değildi. Cenab-ı Allah, bir işin yapılmasını takdir ettiğinde, o iş mutlaka olur. îşte Reci´ gününde de böyle olmuştu. Bi´r-i Maune faciasında Peygamber Efendimiz oyuna gelmedi. Aksine, uyanık davrandı. Göndereceği sahabilere Necidliler´den kötülük gelmesinden, eziyete maruz bırakılmalarından korktu. Çünkü Necidliler, kaba insanlardı. Ebu Bera´dan himaye sözü ve teminatı almadan sahabilerini oraya göndermeye muvafakat etmedi.
Peygamberimiz, Amir b. TufeyPe, Ebu Bera´dan teminat aldığına dair bir mektup göndermiş, fakat Amir bu mektubu kılıcıyla parçalamıştı. Bu da, onun Ebu Bera´dan güvenlik için teminat aldığını göstermektedir. Ayrıca Amir Oğulları kabilesi de sahabileri öldürme hususunda Amir bin TufeyTin iş birliği çağrısına kulak asmamışlar, Ebu Bera´nın verdiği teminata riayet etmişlerdi. Bu da, Hz. Peygamberin işi sağlama bağlamak maksadıyla Ebu Bera´dan teminat aldığını ispatlamaktadır. Ama hile ve hıyanet, Amir bin TufeyTi başkalarından yardım isteğinde bulunmaya şevketti ve başkaları onunla işbirliği yaptılar. Neticede, o tertemiz abid ve zahid insanlar kılıçtan geçirildiler. Hz. Peygamber bu hainlerin hıyanetlerini öğrenince, o sahabileri Necidliler´e gönderme arzusunda olmadığından dolayı, başlarına gelen felaket nedeniyle Rabbi tarafından sorumlu tutulmamasım dilemişti ve hainlere de otuz gün süreyle, sabah namazlarında beddua ederek kunut okumuştu. Aslında bu işte, Ebu Bera´dan teminat aldığı için kendisi oyuna gelmemişti. Her ne olursa olsun; Amir bin Tufeyl, bu hıyaneti müminlerin Uhud´da hezimete uğradıklarına dair yalan haber yayılmasından cesaret alarak işlemişti. Kureyş´e yaltaklanan hainlerin kalpleri ve gönülleri ferahlamıştı. Bunlar Kureyşliler´in daha güçlü oldukları zannma kapılan kimselerdi. Ama müminlerin dostu ve yardımcısı, Cenab-ı Allah´tır.
Nadir Oğulları Gazası
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Uhud gazasında müslü-manların hezimete uğradıkları konusunda bir zannın doğması, yahudilerle münafıkların kinlerim açığa vurmalarına sebep oldu. Mü´minlerden korktukları için, daha önce açığa vuramadıkları düşmanlıklarını alenen ortaya koymalarına neden oldu. Mü´minlere yapılan ihanetler peşpeşe sürünce yahudilerle münafıklar, bu hıyanet içinde kendilerine düşen rolü oynamaktan geri kalmayacaklardı. Onlar mü´minlere yakın bir yerde bulunuyorlardı. Dolayısıyla daha fazla kötülük ve hıyanet yapabilme imkanına sahiptiler. Bu sebeplerden ötürü Hz. Peygamber onlara karşı tedbirler aldı ve bütün harekatlarını gözetlemeye başladı. Başkalarının yapmakta oldukları hıyanete girişeceklerini, kalplerinde gizledikleri düşmanlıklarını açığa vuracaklarını gösteriyordu. Zaten yaptıkları bazı işlerde de mü´minlere olan hıyanetleri açığa çıkıyor, öfkeleri ağızlarından dışarıya vuruyordu.
Amr bin Ümeyye ed-Damiri Hz. Peygamberin eman verip himayesine aldığı iki kişiyi hata sonucu olarak öldürmüştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Ben ailelerine onların diyetlerini ödeyeceğim” demişti. Medine´ye teşrifi esnasında Hz. Peygamber yahudilerle, diyet ödeme hususunda birbirlerine yardımcı olacaklarına dair anlaşma yapmıştı. Amr bin Ümeyye ed-Damiri´nin öldürdüğü adamların diyet payını Nadir oğulları yahudilerinden almak için Ebu Bekir, Ömer ve Ali ile birlikte yanlarına gitti, Hata eseri olarak öldürülen iki adamın diyetlerinin ödenmesinde Hz. Peygambere yardımcı istenildi. Hz. Peygambere yumuşak bir şekilde cevap verdiler ama hainliklerini gizlediler. Ona: “Ya Ebel Kasım! İstediğin hususta sana yardımcı olacağız” dediler.
Hz. Peygamber onların gizlice bir araya gelerek fısıldaştıkla-rını ve müslümanların aleyhine tertipler kurduklarını sezdi. Bunların amacı Hz. Peygamberi öldürmekti. Birbirlerine, “Bu adamı bundan daha uygun bir durumda yakalayamayız” demişlerdi.
Hz. Peygamber ve beraberindeki büyük sahabiler orada bulunduğu sırada, yahudiler birbirlerine, “kim şu evin tepesine çıkarak Muhammed´in üzerine bir kaya parçası atar ve bizi ondan kurtarır!)” diye sordular. Onların bu sorusuna Amr bin Cihaş bin Kab: uBu işi ben yaparım” diye cevap verdi. Hz. Peygamberin üzerine kaya parçasını fırlatmak üzere dama çıktı.
Hz, Peygamber onların gizlice birbirlerine sokulup fısıldaş-tıklarını ve şüpheli hareketlerde bulunduklarını görünce, kendisine karşı bir suikast planladıklarını anladı. Zaten Reci ve Bi´r-i Maune olaylarında da hainlik yaptıklarını görmüştü. Hz. Peygambere yine hainlik yapacakları kesindi. Özellikle onların fazlaca si´dip geldiklerini ve hareket içinde olduklarını, isteğine cevap vermekte geciktiklerini görünce, kendisine bir suikast hazırlamakta olduklarını kesin olarak anladı. Zaten Cenab-ı Allah da, onların kurdukları tuzağı peygamberine haber vermişti.
Öte yandan Medine´deki sahabiler. Hz. Peygamber ve arkadaşlarının geciktiklerini görünce başlarına herhangi bir iş geldiği düşüncesiyle yola çıktılar. Bunlar yolda, dönerken karşılaştıkları Hz. Peygamberden Nadir oğulları yahudilerinin kendisine kurdukları haince tuzağı öğrendiler.
Nadir Oğullarının Medine´den Sürgün Edilmeleri
Yahudiler, anlaşma gereği diyet hususunda Hz. Peygambere yardımcı olmak mecburiyetinde olmalarına rağmen, onun bu husustaki yardım isteğine cevap vermediler. Üstelik de çirkin bir tuzak kurdular. Böylece anlaşmayı ilk bozan, kendileri oldu. Artık Hz. Peygamber, onfarla bir arada yaşamanın mümkün olmadığını anlamıştı. Çünkü onlar, Hz. Peygamberin kendileriyle yapmış olduğu muahedeyi ihlal etmişlerdi. Ama Hz. Peygamber, o ana kadar söz konusu muahedeye harfiyen riayet etmişti. Halbuki muahede ve sözleşmelerde karşılıklı hak ve yükümlülükler vardır. Tarafların ikisi de muahedenin şartlarına riayet etmekle mükelleftirler. Riayet edilen, maddelerine uyulan bir anlaşma olmadan, güzelce komşuluk yapmak mümkün değildir. Bu durumda Nadir Oğullarını Medine´den sürgün etmek zorunlu bir hale gelmişti. Kaldı ki Hz. Peygambere, onların hainlik yapacakları ve kendisine süikastda bulunacakları Allah tarafından haber verilmişti. En hafif ceza, onların Medine´den sürgün edilmeleriydi. Anlaşma yapan iki taraftan, yükü en hafif ve sayısı en az olanın (yani yahudilerin) Medine´den göç etmesi, sahibi olduğu arazileri de Medineliler´e bırakması gerekiyordu. Medineliler´in huzur ve güvenlik içinde yaşamaları ancak bu şekilde mümkündü.
Muahedeyi ilk olarak bozdukları için Hz. Peygamber artık onlarla komşuluk yapamayacaklarını Nadir Oğulları´na bildirdi ve Medine´yi terketmelerini istedi. Çünkü onlar Amir bin Ümeyye ed-Damiri´nin hataen öldürdüğü iki adamın diyetini verme hususunda Hz. Peygamber´e yardım etmemiş, üstelik ona karşı ikinci defa girişimde bulunmaya yeltenmişlerdi. Hz. Peygamber onların suikasda yeltendiklerini kesinlikle bilmesine rağmen, onlar böyle bir komploya girişmediklerini ve böyle bir niyetleri olmadığını iddia etmişlerdi. Bu iddialar doğru olsa bile, diyet hususunda Hz. Peygambere yardım etmemekle bu muahedeyi yine bozmuş sayılırlardı. Artık muahedeye riayet etmeden Medine´de ikamet etmelerinin imkanı kalmamıştı. Hz. Peygamberin bu isteğine karşılık, Abdurrahman bin Übey bin Selül, yahudileri Medine´den çıkmamaları konusunda zorluyor ve kendilerini destekleyeceğini, savaş açıldığı takdirde de onların safında yer alıp müslümanlara karşı savaşacağını söylüyordu.
Ibn Kesir, Tarih´inde konuyla ilgili olarak şunları söyler: Münafıklar Nadir Oğulları´na haber göndererek, yerlerinden ayrılmamalarını tenbihlediler ve onları müslümanlara karşı direnmeye teşvik ettiler. Bu konuda kendilerine yardımcı olacaklarına dair söz verdiler. Böylece Nadir Oğulları´nın gönülleri rahatladı ve cesaret kazandılar. Huyey bin Alıtab da müslümanlara karşı son derecede öfkelenmiş ve Nadir Oğulları´m cesaretli davranmaya davet etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber´e haber göndererek anlaşmalarını bozduklarını açıkça duyurdular. Böylece sadece diyet hususunda yardımlaşmayı öngören muahede maddesini değil, anlaşmanın tümünü bozduklarını ilan etmişlerdi. Bu da onların, Hz. Peygamber´e savaş ilan etmeleri anlamına geliyordu. Tabii ki, bu durumda Hz. Peygamber, hareketsiz kalamazdı. Anlaşmalara riayet etmeyen ve komşuluk ilişkilerine önem vermeyen ve üstelik hıyanet hazırlığı içinde bulunmalarına göz yumması düşünülemezdi. Dolayısıyla Hz. Peygamber, onların Medine´den çıkmalarını emretti. Her ne kadar münafıklar gizli veya açık olarak onları destekle-mekteyseler de, Hz. Peygamber onları sürgün etmeye kararlıydı. Medine´ye vekil olarak İbn Ümmü Mektum´u bıraktı. , Ve Nadir Oğulları´na doğru yola koyuldu. Bu olay Rebiul evvel ayında başlamıştı. Beraberindeki Muhacir ve Ensar´la birlikte Nadir Oğulları yurduna gitti ve orada konaklayarak kuşatmaya aldı. Fakat Nadir Oğulları kalelerine sığınmışlardı. Hz. Peygamber onların hurmalıklarının kesilip yakılacağını bildirince: “Ey Muhammetd Sen, insanları fesaddan ve bozgunculuktan ahkoyar ve böyle davrananları ayıplarsın. Peki bu hurmalıkları kesip yakmak da neyin nesi oluyor ” dediler.
Nefislerinin zayıflığı ve manevi güçsüzlükleri dolayısıyla Hz. Peygamberin bu tehdidinin gerçek olduğunu zannettiler. Oysa bu tehdit, kolayca teslim olmaları için bir taktikten ibaretti. Yoksa Haşr süresindeki ayet-i kerimelerin de ifade ettikleri gibi, onların hurmalıkları ne kesilmiş ne de yakılmıştı.
Daha önce de anlattığımız gibi, münafıklar başlarında Abdullah bin Ubey bin Selül olduğu halde Nadir Oğulları´na, yerlerinde durup direnmeleri için haber göndermişlerdi. Bu haber üzerine Nadir Oğulları da, yerlerinde kalarak direnmişlerdi. Sonuçta Hz. Peygamber, onları kuşatma altına almıştı. Bu münafıklar fesat ve azgınlıklarım sürdürerek yahudilere haber gönderip şöyle demişlerdi: Biz sizi müslümanlara teslim etmeyeceğiz. Eğer sizinle savaşıhrsa, biz de sizin safınızda yer alarak onlara karşı savaşacağız. Eğer Medine´den çıkarıhrsanız, biz de sizinle beraber çıkarız.
Yahudiler münafıkların bu sözlerinin doğru olduğunu zannederek, vaadlerini ve yardımlarım beklediler. Halbuki münafıklar müslümanların arasında yaşıyor ve yahudilere hiçbir yardımda bulunmuyorlardı. Bunun üzerine yahudiler, paniğe kapıldılar. Cenab-ı Allah onların kalblerine korku bırakmıştı. îşte tam o esnada, Medine´den çıkmayacakları konusunda verdikleri sözden döndüler ve Hz. Peygamberin savaş ve kuşatmasına gerek kalmadan, şehirden çıkma konusundaki teklifini hiçbir zorluk çıkarmadan kabul ettiler. Daha önce münafıkların kışkırtması sebebiyle Medine´den çıkmaya razı olmamışlardı. Bu inatlarından vazgeçtiler ve kanlarını bağışlamasını istediler. Develeriyle taşınacak mallarını da götürmeyi Önerdiler. Resu-iullah (sav) bu önerilerini kabul buyurdu. Bunun üzerine develerinin taşıyabileceği kadar mallarını alıp Medine´den çıktılar.
Öyle ki, evlerinin kapılarını bile söküp develerine yüklediler ve Hayber´e doğru gittiler. Hayber kalesinde Kaynuka Oğullar´m-dan olan yahudilerle birleştiler. Bir kısmı da Şam´a gitti. Hay-ber´e gidenlerden biri de İbn Übeyy el-Hakik idi. Huyey bin Ahtab da onunla beraber Hayber´e gitmişti. Bunlar, yahudile-rin Önde gelen şahsiyetleriydiler. Yahadiler onların sözlerine itaat ederlerdi.
Nadir Oğulları yahudilerinin yaptıkları, Hz. Peygamberin onlara karşı sergilediği tutum ve Allah´ın bu konuda verdiği emirlerin çoğu, Haşr suresinde anlatılmaktadır. Nitekim bu surede Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah´ı teşbih ederler. O, üstündür, hikmet sahibidir. Kitap ehlinden inkar edenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O´dur. Oysa ey inananlar, çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin kendilerini Allah´tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah´ın gazabı onlara ummadıkları yerden geldi, kalplerine korku saldı; evlerini kendi elleriyle ve müminlerin elleriyle yıkıyorlardı. Ey akıl sahipleri! İbret alın! Eğer Allah onlara sürülmeyi yazmamış olsaydı, başka şekilde azap verecekti. Ahirette onlara ateş azabı vardır. Bu, Allah´a ve Resulüne karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah´a karşı gelirse, (bilsin ki) Allah´ın azabı şiddetlidir. İnkarcı kitap ehlinin yurtlarında hurma ağaçlarını kesmeniz veya onları kesmeyip gövdeleri üzerinde ayakta bırakmanız Allah´ın izniyledir. Allah, yoldan çıkanları böylece rezilliğe uğratır.” (Haşr: 1-5)
Hz. Peygamber onları onaltı gece kuşatma altında tutmuş ve sonra Medine´den sürgün etmişti.
Nadir Oğulları´nın Gazası Esnasında ve Sonrasında İnen Şer´i Hükümler
Nadir Oğulları gazası esnasında ve bu gaza sonrasında üç şer´i hüküm indirilmiştir:
1- Tahribin men edilmesi: Hz. Peygamber kuşatmanın uzun sürmesinden sonra, Nadir Oğulları´na hurmalıklarını kesip yakacağı tehdidinde bulundu. Onlar da, kendisinin başkalarını tahribatta bulunmaktan men ettiği halde, hurmalıkları ne diye keseceğini sordular ve bunun doğru bir şey olmadığını söylediler. Aslında Hz. Peygamber, bunu, onları korkutmak için bir tehdit olarak söylemiş, fakat hurmalıklarına dokunmamıştı. Onlar kalelerine sığınmış, kalenin üstünden mü´minlere taş fırlatıyorlardı. Dolayısıyla onları kalelerinden indirmek gerekiyordu. Ayet-i kerime, Hz. Peygamber´in hurmalıkları değil, hurmaları kesmeleri için sahabilere emir verdiğini ifade etmektedir. Hz. Peygamber hurma ağaçlarını kesmiş olsaydı, orada hurmalık kalmazdı.
Konuyu tam olarak açıklığa kavuşturabilmek için, bununla ilgili fıkhi hükümleri anlatmamız gerekmektedir. Bu fıkhi hükümlerin esası da, sürgün olayıyla ilgili olarak okuduğumuz Haşr suresinin ayetleridir. Genel olarak tahribatta bulunup hurmalıkları kesmenin yasaklığı Hz. Ebu Bekimin askerlerine yapmış olduğu vasiyette de göze çarpmaktadır. Hz. Ebu Bekir bütün söz ve davranışlarında Hz. Peygamber´e tabi olan bir insandı. Onun askerlerine yapmış olduğu vasiyeti, îmanı Ahmed bin Hanbel şöyle rivayet etmektedir:
Hz. Ebu Bekir askerlerini bir sefere uğurluyordu. Başlarına kumandan olarak Yezid bin Ebi Süfyan´ı tayin etmişti. Kendisi yaya, Yezid ise atma binmiş olarak yollarına devam ediyorlardı. Yezid: “Ey Ebu Bekir, eğer sen de ata binmezsen, ben inerim” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir ona şöyle cevap verdi: “Ben binmeyeceğim ve sen de inmeyeceksin. Çünkü attığım adımlar Allah yolunda atılan adımlardır… Gittiğimiz yerde kendilerini manastırlara kapamış olan bazı din adamları göreceksiniz. Onlara ilişmeyin ve inançlarıyla başbaşa bırakın. Yine ilende tepelerinin ortalarını traş etmiş ve etraftaki saçlarını sarık gibi bırakmış olan bazı kimseler göreceksiniz. Bunların tepelerinde traş etmiş oldukları yerlere kılıçla vurun. Ben sana 10 tavsiyede bulunacağım: “Asla kadınları, çocukları, yaşlıları öldürmeyin. Meyveli ağaçlıkları ve hurmalıkları tahrip etmeyin. Mamur yerleri yıkmayın. Yemek için olmadıkça, koyun veya sığır kesmeyin, insanların kökünü kazımayın ve hıyanet etmeyin.”
Resulullah´ın halifesi Hz. Ebu Bekir´in vasiyeti işte buydu. Bu vasiyeti Hz. Peygamberin yol göstericiliği ve irşadı doğrultusunda yapmış olduğu muhakkaktı. Buna dayanarak bizler de, Hz. Peygamberin Nadir Oğulları´na ait hurmalığı kestiğini kesinlikle kabul etmiyoruz. Ebu Bekimin yapılmasını yasakladığı bir işin, Peygamber Efendimiz tarafından da yasaklanmış olduğu kesindir. Ayrıca sürgün olayından bahseden Kur´an-ı Kerim, Nadir Oğulları´nın hurmalıklarının kesildiğinden bahsetmemiştir. Olsa olsa O, hurma ağaçlarının meyvelerini kesmiş, ağaçlara hiçbir zarar vermemiştir.
Fakat bütün bu anlatılanlara rağmen fıkıhçılar, müslüman-larla müşrikler, ya da genel olarak kafirler arasında savaş kızıştığı zaman, düşman yurdunu tahrip etmenin, yani onların ağaçlarını kesip binalarını yıkmanın ve yemek için olmasa bile hayvanlarını kesmenin, ya da genel olarak onlara zarar vermenin caiz olup olmadığı hususunda ihtilaf edip farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Fıkıhçılarm çoğu bu tahribe cevaz vermişlerdir. Çünkü savaş, geride hiçbir şeyi bırakmaz; her şeyi tahrip eder. Savaşta insanları öldürmek mubah kılındığına göre, insanlar dışında kalan hayvan ve bitkilerle diğer şeyler, kendilerini savaşın sadmelerine karşı nasıl koruyabilirler Fıkıhçılar bu görüşlerinde Hz. Peygamberin bazı gazalarında yapmış olduğu olayları göz önünde bulundurmuşlardır. Şöyle ki:
1- Nadir Oğulları olayında Hz. Peygamber sahabelerine onların evlerinin tahrip edilmesini emretmiştir. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Evlerini kendi elleriyle ve müzminlerin elleriyle tahrip ediyorlardı. İbret alın ey basiret sahipleril”
2- Hz. Peygamber sahabilerine, Malik bin Avf m köşkünün yakılmasını emretmişti. Malik, Taif de müşrik ordusunun kumandanıydı. Ayrıca Taif kalesine mancınıkla taş atılmasını da Hz.Peygamber emretmiştir.
3- Hz. Peygamber, Taifte Sakif Oğulları´na ait bağların kökten kesilmelerini emretmiştir. Bu emri verdiği zaman Sakif Oğulları “Bağlarımız kesildikten sonra artık biz neyle yaşa-rızV.” diyerek vaveyla koparmışlardı.
Savaşın zorlu ve şiddetli olması durumunda bu gibi tahribatın yapılacağını söyleyen çoğunluktaki fıkıhçılarm delilleri işte bu saydıklarımızdan ibarettir.
Savaş esnasında tahribatın yasak olduğunu savunan diğer fıkıhçı grubuna gelince bunlar, her ne kadar ekseriyette değilseler de, Hz. Ebubekir´in sözünü kendileri için delil edinmişlerdir. Bunlar, Hz. Ebu Bekir´in, Hz. Peygamberin sünneti dışına çıkmayacağını, onun sözlerini ve davranışlarım kendisi için rehber edinmiş olduğunu söylerler. Bu görüşte olan fıkıhçı-ların başında Şam fıkıhçısı Evzai gelmektedir. Bu, savaş zarureti olmadıkça tahribatın caiz olmadığını söylemiştir. Örneğin, bir kaleye sığınan düşmanı ele geçirmek için kalenin yıkılmasından başka çare yoksa o zaman kalenin yıkılması caiz olur. Ya da, mesela düşman askerleri sık ağaçlarla kaplı bir ormanın arkasına sığınmışlarsa ve bu orman içinde müslümanlara tuzak hazırlama ihtimali varsa, bu durumda o ormanın kesilmesi caiz olur.
Savaş esnasında zorlayıcı bir zaruret olmaksızın düşman yurdunu tahrip etmenin caizliğine fetva verenlerin delillerine bakan bir kimse, bu delillerin mutlak caizlik ifade etmediğini görecektir. Çünkü Hz. Peygamber, Nadir Oğulları´nm kaleye sığınmış olduklarını ve kaleden mü´min askerlerin üzerine taş attıklarını gördüğü için evlerini yıkmıştır. Mü´minlere gelen eziyeti bertaraf etmek için, o evlerin ve kalelerin yok edilmesi zorunluluk halini almıştı. Kaldı ki bütün fıkıhçılar, zaruretlerin ancak kendi ölçüleri oranında bertaraf edilmesi gerektiği görüşü üzerinde sözbirliği etmişlerdir.
Hz. Peygamber Avf bin Malik´in köşkünün yıkılmasını, o köşkün müslümanlara karşı bir kale olarak kullanıl-masmdan dolayı emretmişti. Aynı şekilde Sakif Oğulları´na ait Taif deki kalelere de savaş zarureti nedeniyle mancı-mklarla taş atılmıştı. Yoksa maksat tahrip etmek ve bozmak değildi. Yine Hz. Peygamber, Taif de bulunan Sakif Oğulları´na ait bağların kökten kesilmesini, o bağların üzümlerinden şarap elde edildiği için emretmişti. Şarabmsa haram olduğu bilinmektedir.
Öyle görülüyor ki Hz. Peygamber, hurmalıkların ve bağların sadece kesilmesini emretmiştir. Kendisi kesmemiştir. Yahut kesmiş olsa bile, düşmanı korkutmak için az miktarda kesmiştir. Maksadı da onların savaşı sürdürmek yerine bir an önce teslim olmalarını sağlamaktı. Böylece canlar korunacak, kanlar akmayacaktı. Zaten müşrikler de, müslümanlann ağaçları kesmeye yöneldiklerini görür görmez hemen teslim olmuşlardı.
îslam hukukunun Kitap, Sünnet ve sahabilerinin uygulamaları gibi kaynaklarına müracaat eden bir kimse, İslamiyetin tahribe cevaz vermediğim, aksine bunu yasakladığını görecektir.
Şimdi de biraz, Nadir Oğulları´nın sürgünlerinden bahseden ayeti kerimeler üzerinde düşünelim. Bu ayeti kerimelerin her halde mutlak olarak tahribi kabul etmediklerini ve tahribe izin verecek şekilde yorumlanamayacağını göreceğiz. Kur´an-ı Ke-rim´de sözü edilen kesmeden kasıt, ağaçların kökünün değil, meyvelerinin kesilmesidir. Ayet-i kerimede buna şöyle değinilmektedir:
“Hurma ağaçlarını kesmeniz, veya onları kesmeyip gövdeleri üzerinde bırakmanız hep Allah´ın izniyledir. (Allah) yoldan çıkanları böylece rezilliğe uğratır” (Haşr: 5)
Bu ayeti kerimede geçen (lîne) kelimesinden kasıt, ağacın semeresidir, yani hurmadır. Arap lügatları da bunu doğrulamaktadır. Zira (lîne) kelimesinin cem´i (lûn) dur. O da, lügatçı-ların ittifakına göre bir çeşit hurmadır. Kaldı ki, ayeti kerime, mücahitleri hurmayı kesmekle, kökü üzerinde bırakmak arasında muhayyer bırakmıştır. Bu da hurmanın ağaç üzerinde bırakılmasını, ya da kesilmesini icab ettirmektedir. Ayeti kerimede geçen “usûl” kelimesinden kasıt da hurma ağacıdır. Kur´an-ı Kerim´de ağacın kesilmesinin mübahlığına işaret eden hiçbir ayet bulunmamaktadır. Ayrıca Nadir Oğulları gazasıyla ilgili olarak rivayet edilen eserlerde sahabilerin hurma ağaçlarını değil de, hurmaları kestiklerini ifade etmektedirler. Rivayete göre Hz. Peygamber Ebu Leyla el-Mazini´yi Abdullah bin Selam ile birlikte Nadir Oğulları hurmalığında yarıcılık usulüyle çalıştırmıştır. Bu, Nadir Oğulları´nın sürgün edilmelerinden önce olmuştu. Ebu Leyla, acveyi (iyi bir cins hurma), tbn Selam ise Lünu (aşağı kalitedeki bir cins hurma) kesip toplardı. Ebu Leyla´ya: “Niye acveyi kesip topladınT diye sorulduğunda: “Bu, Nadir Oğullarını daha çok öfkelendirir diye böyle yaptım” demişti.
Abdullah bin Selam´a da: “Niye bunu kestin ” diye sorulduğunda, o şu cevabı vermişti: “Ben Cenab-ı Allah´ın, peygamberini onlara üstün kılacağını ve mallarını da ganimet olarak ele geçireceğini kesinlikle biliyordum. Acveyi (iyi cins hurmayı) Resulullah´a bırakmayı istedim, çünkü acve Nadir Oğulları´nın en seçkin mallarındandır.”
Meyvelerin kesilmesi, ağaçların tahrip edilmesi anlamına gelmez. Çünkü neticede kesilen meyve ve hurmalar da insanlar tarafından yenilecektir.
Savaşla ilgili olarak varacağımız yıkma, yakma ve tahrip etme gibi hükümler hep şeriatın kaynaklarından ve Hz. Peygamberin savaşta yaptığı tatbikatlardan öğrenilebilir. Şöyle ki:
1- Asli hüküm, ağaçları kesmemek ve binaları tahrip etmemektir. Çünkü savaşın amacı halka eziyet vermek değildir. Sadece zalim yöneticinin eziyetlerini bertaraf etmektir. Bu konuda birçok hadis ve eser varid olmuştur.
2- Ağaç kesmek ve bina yıkmak, düşmanın ağaçlarla binaları siper edinip müslüman orduya eziyet vesilesi yapması durumunda, savaş zarureti olarak caiz olduğuna göre, bu gibi hallerde îslam ordusunun, düşmana ait ağaçları kesip binaları yıkması caiz olur. Bu, savaşın getirdiği bir zaruret nedeniyledir. Nitekim Hz. Peygamber de Sakif Oğulları´na ait Taif kalesini yıkmıştır.
3- Savaşta düşmanın yurdunu tahrip etmenin caiz olduğunu söyleyen fıkıhçılarm sözleri, bu gibi zaruretler halinde söz konusudur. Yoksa salt düşmana eziyet verip, onları bozguna uğratmak caiz değildir. Çünkü karşıdaki milletin tamamı bizim düşmanımız değildir. Düşmanımız olanlar sadece bizimle vuruşmak için silahı ele alanlardır.
Ganimetler ve Ganimetlerle İlgili Genel Hükümler
Nadir Oğullarının bıraktıkları ganimetler, çevredeki kasaba halklarından elde edilen ilk ganimeti ve arazi ile hurmalıklar ve kalelerden meydana geliyordu. Düşmanların arazilerinin istila edilmesi durumunda, bu araziler savaşçılara dağıtılacak mıydı, yoksa müslümanlar çıkarma alıkonulup sahiplerinin eli altında verecekleri bir haraç karşılığında bu arazilerin gelirine mi sahip olacaklardı Fıkıhçılar bu konuda haracın bir tür icar bedeli olduğu görüşündedirler.
Nadir Oğullarının sürgün edilmelerinden sonra bıraktıkları mallarla ilgili olarak Cenab-ı Allah şu açıklayıcı hükmü indirmiştir.:” Allah´ın onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince, siz, (onu elde etmek için) onun üzerine ne at ne de deve sürmediniz. Fakat Allah, peygamberlerine, dilediği kimselere karşı üstünlük verir, Allah her şeye kadirdir. Allah´ın o kent halkından, Resulüne verdiği ganimetler, Allah´a, Resule, (Resule) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, (yolda kalan) yolcuya aittir. Ta ki (o mallar), içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah´tan korkun. Çünkü Allah´ın azabı şiddetlidir (bir de o mallar,) göç eden fakirlere aittir ki, (onlar), yurtlarından ve mallarından (sürülüp) çıkarılmışlardır; Allah´ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah´a ve Resulüne (canlarıyla, mallarıyla) yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır. Ve onlardan önce o yurda (Medine´ye) yerleşen, imana sarılanlar (yani daha önce Medine´yi yurt edinen ensar veya ilk önce hicret edip Medine´ye yerleşen müslüman-lar), kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen (ganimet)lerden Ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilimi) duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, (göç edene yoksul kardeşlerini) öz canlarına tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına erenlerdir. Onlardan sonra gelenler derler ki: “Rabbimiz bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla, kalblerimizde inananlara karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisini”
(Haşr: 6-10)
Bu yüce nassın, Allah tarafından Resulüne ve beraberindeki mü´minlere ganimet olarak ihsan edilen malları iki kısma ayırdığını görmekteyiz:
1- Ekin, ürün veya arazi gibi olmayıp sabit olmayan mallar. Resulullah bunları Cenab-ı Allah´ın meşru kıldığı şekilde taksim edip mücahitlere dağıtırdı. Bununla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Fakat Allah, peygamberlerine, dilediği kimselere karşı üstünlük verir.” Yani Peygamber efendimiz, o ganimetleri uygun gördüğü şekilde taksim ederdi. Ayrıca Allahü Teala bununla ilgili olarak bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Eğer Allah´a (hak ile batılın) ayrılma gününde, o iki topluluğun karşılaştığı (Bedir) gün(ün)de kulumuz (M u -hanimed)e indirdiğimiz (ayetler)e inanmışsanız, bilin ki, ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah´a, Resulüne ve (Allah´ın Resulü ile) akrabalığı bulunan(lar)a, yetimlere, yoksullara ve yolcu(lar)a aittir. Allah her şeye kadirdir.” (Enfai: 4i)
2- İkinci kısım ganimetlere gelince; bu, Cenab-ı Allah´ın yardımıyla müminlerin Medine çevresindeki kent halklarından elde etmiş oldukları ganimetlerdir ki, bunlar gayrı menkul olan hurmalık ve zirai arazilerdir. Bunları Cenab-ı Allah´a, Resulüne, (Resulüne) akrabalığı olanlara, yetimlere, düşkünlere ve yolda kalmış olan yolculara tahsis etmiştir.
Şimdi şöyle bir soru gündeme gelmektedir: Bu ganimetler, beşe bölünerek beşte biri Allah´a, Resulüne, Resulün akrabalarına, yetimlere, düşkünlere dağıtıldıktan sonra geri kalan beşte dördü mücahitlere mi paylaştırılacaktır Bazı sahabiler ganimetlerin taksim edilmesinden yana olduklarını açıklamışlardı. Bunlar arasında bulunan Bilal fikrini şiddetle savunmaktaydı. Ömer, Ali ve diğer sahabilerse bu gayrı menkullerin vakfedilip gelirlerinin müslümanlar çıkarına sarfedilmesi gerektiği görüşünü ortaya atmışlardı. Bu ihtilaf, Sevad-ı Irak arazilerinin ele geçirildiği zamanda meydana çıkmıştı. Hz. Ömer, Sahabileri Medine dışında toplamış, üç gece onlarla tartışmıştı. O ganimetten elde edilen malların sadece zenginler arasında dolaşıp el değiştiren bir şey olmaması gerektiği görüşünü savunuyor ve diyordu ki: Cenab-ı Allah, iran´ı Mısır´ı ve Şam´ı müslümanlara nasib etti. Eğer bunlardan elde edilen gayrı menkuller, mücahitler arasında taksim edilirse, sınırları korumak için askerlere ne verebiliriz Çoluk çocuğu yaşatmak için onlara ne saklayabiliriz Karşı taraftaki sahabiler ise bu gayrı menkullerin kendileri için ganimet olduğunu ileri sürerek, bu görüşe karşı çıkıyorlardı. Hz. Ömer´e karşı çıkan ve kendi düşüncesini şiddetle savunanların başında Bilal ile arkadaşları geliyordu. Hz. Ömer ise: “Allah´ım beni Bilal ve arkadaşlarına karşı koru. Sen bana yardım et” demişti.
Aradan tam üç gece geçtikten sonra, Hz. Ömer, kendisiyle muhalifleri arasında Ensardan bir grubun hakemlik etmesini istemişti. Ensardan oluşacak hakem heyetinin beşi Evs kabilesinden beşi de Hazreç kabilesinden meydana gelecekti. Hakemler geldiğinde, Hz. Ömer meseleyi açtı. Kendisiyle muhalifleri arasında hüküm vermelerini istedi. Kendi görüşünü sosyal açıdan yararlı bir görüş olarak onlara sunduktan sonra Cenab-ı Allah´ın şu ayet-i kerimesini okudu: “Allah´ın, o kent halkından, Resulüne verdiği ganimetler Allah´a, Resule, (Resule) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara (yolda kalan) yolculara aittir. Ta ki (o mallar) içinizde yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın,”(Haşr 7) Bu ayet-i kerimeyi okuduktan sonra sözünü tam.olarak açıkladı. Ayet-i kerimenin kapsamında bulunan kısımları bir bir anlattı. Gayrı menkul ganimetlerin vakfedilmesi halinde, gelirlerinin başta muhacirlere, sonra muhacirleri Medine´de bağırlarına basıp evlerinde barındıran ve onlara yardım eden ensara, sonra onlara tabi olanlara, sonra da onların ardısıra gelecek olanlara ait olacağını söyledi. “Onlardan sonra gelenler derler ki: “Rabbimiz, bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi bağışla.” (Haşr: ıo>
Hz. Ömer onlara, bu ayet-i kerimeleri okuyunca, aradaki ihtilaf sona erdi ve elde edilen gayrı menkullerin, gelirleri müs-lümanlarm çıkarma sarfedilecek şekilde, vakfedilmesi hususunda görüş birliğine varıldı. Çünkü şu ayet-i kerime de bunu emretmektedir: “Allah´ın, o kent halkından, resulüne verdiği ganimetler Allah´a, Resule, (Resule) akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara (yolda kalan) yolcuya aittir.” (Haşr: 7)
Resulullah (sav) efendimiz Nadir Oğulları´nm arazilerinden elde edilen ürünleri, Ensar´ı onların külfetinden kurtarmak için, muhacirlere vermişti. Çünkü Ensar, mallarıyla evlerini muhacirlerle paylaşmışlardı. Hz. Peygamber Nadir Oğullarının arazilerinden elde edilen ürünleri muhacirlere vermiş, onların yanı sıra Ensar´dan da sadece Ebu Dücane ile Sehl Ibn Hanife vermişti. Çünkü bunlar muhtaç kimselerdi.
Netice itibariyle ganimet olarak elde edilen mallar ve ürünler ihtiyaç sahiplerine, Hz. Peygamberin yakınlarına, yetimlere ve miskinlere dağıtıldı. Bu uygulama Muhacirlerle Ensara tabi olanlara ve ondan sonra gelenlere de tatbik edildi. îşin doğrusunu en iyi bilen, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah´tır.
İçkinin Haram Kılınması
İbn İshak´ın Siretfi ile “Sıhahü´s-Sünne” adlı eserlerde de anlatıldığı gibi, Nadir Oğulları gazasından sonra içki yasağını bildiren ayet-i kerimeler nazil olmuştur. Açıkçası bu yasak, içkinin mahiyetini ve iç yüzünü eksiksiz bir şekilde açıklıyordu. Çünkü Allah´ın nuru ile bakmakta olan Hattab oğlu Ömer hazretleri, uzun uzadıya rabbine dua ederek içki hakkında açıklayıcı bir hüküm indirilmesini dilemişti. Bunun üzerine Ce« nab-ı Allah şu ayet-i kerimeyi inzal buyurmuştur: uEy inananlar! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar, üzerine yazılar yazılmış) şans okları (çekmek ve bunlara göre hareket etmek), şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan, şarap ve kumar (yolu) ile aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah´ı anmaktan ve namazdan alıkoymak istiyor. Artık (bunlardan) vazgeçtiniz değil mi ” (Maide: 90-91)
İşte bu ayet-i kerimelerle içkinin kesin olarak yasaklandığı ve haram kılındığı bildiriliyordu.
Bu hükmün açıklanışından Önce de Kur´an-ı Kerim ve emin olan Peygamber efendimiz içkiyi benimsememişti. Ancak kesin haramlık hükmünün ilanından önce içki içilmesini af ile karşılamışlardır, îslami prensiplere zıt olduğu halde Kur´an-ı Ke-rim´in sükut ile karşıladığı şeyler, mubah değil, fakat atfedilebilecek şeylerdir. Bu gibi şeylerin affedilmesi, bunların asıl itibariyle iyi ve güzel şeyler olmadıklarını, îslamiyetçe benimsen-mediklerini gösterir, işte yukarıdaki ayet-i kerimelerin nüzulünden önce içki içmek, affedilebilir işlerdendi. Fakat haram kılıcı nassın gelmesinden sonra yasaklanmıştır. îçki yasağıyla ilgili hüküm Kur´an-ı Kerim´de dört mertebe halinde nazil olmuştur:
1- İçkinin asıl itibariyle güzel bir şey olmadığı açıklanmıştı. Buna Cenab-ı Allah şu ayet-i kerime ile işaret etmişti: “Hurma ağaçlarının meyvalarından ve üzümlerden de içki ve güzel rızık elde edersiniz.´7 (Nahi. 67)
Yani hurmalardan ve üzümlerden sarhoş edici şeyler elde edersiniz. Bu sarhoş edici şeyler karşılığında da güzel rızık elde edersiniz. Güzel rızkın mukabilinin kendisi gibi güzel bir şey olması mümkün değildir. Bu da, içkinin hoş karşılanmayan ve güzel olmayan bir şey olduğuna işaret ediyor.
2- İçkinin zarar verici günah bir şey olduğu açıklanıyor. Her ne kadar içinde cüz´i fayda varsa da, onun getireceği günah, kazandıracağı faydadan çok daha büyüktür. Bu sebeple içkinin hoş olmayan, merdud bir şey olduğu şu ayet-i kerime ile açıklanmıştır: “Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar De ki: “O ikisinde büyük günah vardır. İnsanlara bazı faydaları varsa da, günahları yararlarından büyüktür.” (Bakara- 219)
Şeriatlerin hepsine ve normal akıllara göre zararı faydasından daha büyük olan şey, haramdır. Çünkü haramlık, mübah-lık ve mendubluk, zarara ve faydaya bağlıdır. Ancak faydası daha büyük olan şey, şeriat koyucu tarafından istenilen bir şey olur ve zararı daha büyük olan şey yasaklanır. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, faydası ile zararı birbirine karışan bazı şeyler de yaratmıştır. Sırf faydalı olan bir şeyi bulmak mümkün olmadığı gibi, sırf zararlı olan bir şey bulmak da mümkün olmayabilir. Bu durumda şer´i hüküm, o şeydeki fayda, ya da zararın çokluğuna veya azlığına göre verilir. Bu gibi şeylerin şeriatça istenilir olmaları, onlardaki faydaya, yasaklanmış olmalarıysa zarara göre olur. Fakat konunun baş kısmında naklettiğimiz ayet-i kerime her ne kadar içkinin haram-lığma delalet etmekteyse de, sarih olmayan bir delaletle bunu bildirmektedir. Bu sebeple Hz. Ömer şöyle demişti: “Allah´ım içki hakkında bize sadra şifa verecek bir açıklamada bulun.”
3- İçkiden alıkonulma hususunda insanların terbiye edilmeleri. Daha önce devamlı içki içmekte olan kimseleri, bütün gündüz boyunca ve gecenin bir kısmında içki içmemeye ve uzak durmaya davet eden ayetler nazil olmuştur. Bunlardan sonra kesin haramlık hükmünü açıklayan ayetler nazil olunca, mü´min kimseler tamamıyla içkiden kopmuş ve içki içmez hale gelmişlerdi. İnsanları bütün gün boyunca ve gecenin bir kısmında içki içmekten men eden ayet-i kerime şuydu: “Ey inananlar, sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar namaza yaklaşmayın” (Nisa: 43)
Çünkü namaz dinin direği ve yakıni imanın temel esasıdır. Müzminlerin bu farizayı yerine getirmeleri zorunludur. Namaz vakitleri de gündüzün tamamına ve gecenin de bir kısmına yayılmıştır. Ayet-i kerimede içkiliyken namaza yaklaşmama emri verildiğine göre, müslümanlar sabah namazına içki içmeden tam ayık olarak gidecekler, dolayısıyla sabahları içmekte oldukları içkiyi terkedeceklerdi. Gündüz ise çalışmak gerekirdi. Boş şeylerle uğraşacak halde değildiler. Böyle olunca, iş ciddileşiyor ve içki içemiyorlardı. Öğle vakti gelince yine içkiye yaklaşamayacaklardı. Çünkü öğle namazını kılmaları gerekiyordu, îkindi vakti için de aynı şeyler sözkonusuydu. Nitekim akşam vakti gelince yine içki içemeyeceklerdi. Çünkü akşam namazına gideceklerdi. Sabahleyin içki içemedikleri gibi, akşam da içme fırsatı bulamayacaklardı. Geriye sadece yatsı namazından sonra içki içebilecek bir zaman bulacaklardı. Fakat yatsıdan sonra da, gündüzün yorgunluğu nedeniyle uyku bastıracak ve yine içki içme imkanına sahip olamayacaklardı.
4- Mü´minler, içkinin güzel bir şey olmadığını, zararının faydasından daha büyük olduğunu idrak ettikten ve ona bağımlılıktan kurtulduktan sonra, Cenab-ı Allah, içkiyi kesin olarak haram kılan şu ayet-i kerimeyi indirmiştir: “Ey inananlar! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar, üzerine yazılar yazılmış) şans okları (çekmek ve bunlara göre hareket etmek), şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (Maide: 90)
Bu ayette içkinin haram kılındığı şiddetli bir ifadeyle açıklanıyor. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, bu haramlı-ğın hikmetini de, içkinin insanlar arasında düşmanlık ve öfkeyi yaydığı gerekçesine bağlıyor. Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi, Hz. Ali ile Hamza arasında meydana gelen tadsız durum, içki yüzünden ortaya çıkmıştı. Eğer ikisi de peygamber ailesinden olmasalardı, iş daha da vahimleşecekti. Ayrıca içkinin haram kılınış sebeplerinden biri de, onun insanları Allah´ı zikretmekten alıkoymasıdır. Çünkü içki, insanın vicdanının sesini zayıflatır, kalbini perdeler ve hayrı anlamaz hale getirir. Na-´ mazdan alıkoyar. Bu gibi şeyler de, insan için en büyük kötülüklerin kaynağıdır.
Bu sosyal ıslahatın savaştan sonra yapılmış olması dikkat çekicidir. Çünkü erdemli bir toplumun, kendini düşmandan ve tehlikeli saldırılardan, aynı zamanda dahili günahlardan koruması gerekir. Yahudilerle yapılan savaş ve Medine´den sürgün edilmelerinin arkasından, içkiyle savaşılarak bu zararlı unsurun toplum hayatından sökülüp atılması sonucunda nefsi bir cihad verilmiş olup, iki cihad bir araya getirilmiş olmaktadır.
Nadir Oğulları Gazasının Yahudiler Üzerindeki Etkisi
Önceki sayfalarda Nadir Oğulları´nı ve onların kalblerinde müslümanlara karşı gizledikleri kötülüğü nasıl açığa vurduklarım ve Hz. Peygambere karşı düzenledikleri suikasdı anlatmıştık. Neticede Hz.Peygamber onları sürgün etmek mecburiyetinde kalmıştır. Çünkü etrafında yılanlarla ejderhalar bulunurken kendisi rahat yaşayamazdı. Etrafındaki insanlar andlaşma ve muahedelere riyat etmeyerek kendisine komplo kurarlarken, bir fırsatını bulup kendisine kötülük yapmak istemekteyken, kendisi rahat yaşayamazdı.
Geçmişte olduğu gibi bugün de yah´udiler, kuvvetten başka bir şeye inanmazlar. Kuvveti gördüklerinde boyun eğip teslim olur ve ikiyüzlülük ederler. Az da olsa, içlerinden bazıları kuvvetin darbesi karşısında hak yola ermiştir. Medine´de yahudi olarak sadece Kurayza Oğulları vardı. İslam´ın kuvveti karşısında korkuya kapılmışlardı. Hatta içlerinden bazıları, öz oğulları gibi tanıdıkları Hz. Muhammed´in dinine girmeyi düşünüyorlardı. Dindar adamlarından biri olan Amr bin Sa´di el-Kurzi, Nadir Oğulları´nm sürgün edilmelerinden sonra, onların yurtlarına gidip evlerinin arasında dolaşmış harabeye dönen terkettikleri yerleri gezmişti. Orada ne çağıran, ne de cevap veren vardı. Kendi ırkdaşlarmm bu durumu onu tekrar Tevrat´a göz atmaya yöneltti. Tevrat´ta Resulullah hakkında anlatılanlara baktı. Yahudilerin gizlediklerini açığa vurmaya niyetlendi. İbretler açığa çıkmıştı. Kavmi olan Kurayza Oğullarıyla karşılaşıp onlara şöyle dedi: Bazı ibretler gördüm. Kardeşlerimiz olan Nadir Oğulları´nın yurduna gittim. Oraların ıssız olduğunu gördüm. Halbuki daha önce oralarda onur, şeref ve üstünlük vardı. Parlak akıl ve zeka vardı. Mallarını, mülklerini başkalarına terketmişler. Zelil bir şekilde oradan çıkıp gitmişler. Kaynuka Oğulları da silah ve teçhizat sahibi oldukları halde güçlü ve kalabalık olmalarına rağmen, yine sürgün edilmişler. Bir kısmı da esir alınmış. Ey kavmim! Olanları gördünüz. Artık bana itaat edin. Gelin Muhammed´e tabi olalım. Vallahi sizler de O´nun geleceği hususunda Tevrat´ta müjde verilen peygamber olduğunu biliyorsunuz.
Onun bu sözleri karşısında kavmi sustu. Ka´b bin Esed´den başka konuşan olmadı. Ka´b ona: Ey Ebu Abdurrahman! Muhammed´e tabi olmana engel olan ne var diye sorunca o da: “Sen varsın ey Ka´b” cevabım verdi. Ka´b dedi ki: Niçin seninle onun arasında hiçbir şey olmuş değildir!
Orada hazır bulunan yahudilerden bazıları dediler ki: Sen, bizim adımıza anlaşma yapan ve söz veren birisin. Bizim sözcümüz sensin. Eğer Muhammed´e tabi olursan, biz de ona tabi oluruz. Ona tabi olmazsan, biz de tabi olmayız.
Yahudilerdeki bu hayırlı gelişme, Nadir Oğullan´mn başına gelen felaketi görmelerinden sonra olmuştur. Daha Önce Kay-nuka Oğulları´mn başlarına gelen felaket de kendileri için bir ibret teşkil etmekteydi. Karşı karşıya bulundukları İslamiyet meselesi üzerinde düşünmeye başladılar. Yanlarında kitap yoktu. Şaşkınlığa düştüler. Her ne kadar kabul etmeseler de, tanıdıkları hak ve hakikat ile karşı karşıdaydılar. Taassupları onları haktan uzaklaştırıyordu. Düşmanlarına galip gelecekleri konusunda besledikleri umut, onları hakkı kabulden uzaklaştırıyordu. Bu umut onlara yetiyordu. Düşmanlarına karşı kendilerini güvenlik içinde hissediyorlardı. Sonra ırkdaşları olan Kaynuka Oğulları´yla, Nadir Oğulları´mn başlarına gelen felaketler, onları asla ürkütmüyordu.
Sadece kendilerim sevmelerinden ve düşünmelerinden dolayı -zaten hep kendilerini düşünürler- işlerini başkalarının koruması altına bırakmayı kararlaştırdılar. Kendileri zarara uğramadan, başkalarını bu işe alet etmeyi düşünürler. Zaten bu, onların ayrılmaz bir vasfıdır. Maruz kaldıkları eziyetleri, başkalarının kılıçlarıyla bertaraf ederler. Kendileri mümkün oldukça ellerine kılıç almazlar. Neticede kafirliklerinde ısrar etmek üzere karara vardılar. Mekke müşrikleriyle ittifak kurdular, onlarla tedbir birliği içine girdiler. Bu hainane ittifaklarının etkisi Hendek savaşında fazlasıyla görüldü. Çünkü bunlar münafık ve müşriklerle ittifak kurmuşlardı. Önde müşriklerin, arkadan da yahudilerin eliyle müslümanları vuracaklardı. Ortada ise, münafıklar fesad çıkarıp mü´minlerin safları arasına gevşeklik ruhunu aşılayacak ve mü´minlerin cephe gerisini korumasız bırakacaklardı.
Şimdi de olayların birbirini takip edişlerine bakalım.
Zatü´r-Rika Gazvesi
Zatü´r-Rika hurmalığı olan bir yerdir. Buraya Zatü´r-Rika´ (yamalılar) denmesinin sebebi, bu mıntıkadaki sancaklara yama takılmasından dolayıdır. Bazıları bunun başka sebebe dayandığını söylemişlerdir. Denildiğine göre. Zatü´r-Rika´ mıntıkasında yaşayan kimseler sıcakların şiddetinden dolayı yürürken yarılan ayaklarına kiremit parçalan bağlarlarmış. Bu gazve, hicretin üçüncü yılında Cemaziyel-ahir ayında olmuştur. Hz. .Peygamber beraberindeki dörtyüz savaşçı ile Ben-i Muharip ve Ben-i Salebe gibi Gatafan kabilesine bağlı aşiretlere yönelmiştir. Çünkü Amir bin Tufeyl, yetmişten fazla sahabiyi hile ve hıyanet neticesinde öldürmüş, bununla da Uhud savaşından sonra mü´minlerin hezimete uğradıkları konusunda yalan propagandaya inandığını göstermiş ve müslümanları horla-mıştı. Bu yalan propaganda sahrada etkisini göstermişti. Ku-reyşli kafirler eski heybetlerini kazanmak ve Arapları Hz. Peygamber ile beraberindeki mü´minlere karşı kışkırtmak istiyorlardı.
Bütün bunlar karşısında Hz. Peygamberin iman kuvvetini ilan etmesi ve haince tuzaklar kurularak öldürülen suçsuz, tak-valı mü´minlerin intikamım alması gerekiyordu. Önce de söylediğimiz gibi, Hz. Peygamber, beraberindeki dörtyüz savaşçı ile birlikte yola çıktı. Gatafanlılar çok kalabalıktı. İbn Ishak´m anlattığına göre, her iki taraf da, birbirlerini görünce ürkmeye başlamışlar ve bunun sonucunda savaş olmamış ve tabii ki Hz. Peygamber de, bu gazvedeki amacına ulaşmamıştı. Böylece haince kurulan tuzak neticesinde öldürülen takvalı mü´minlerin intikamını alamamıştı. Gatafanlılar´ın büyük bir yekun teşkil etmelerinden ve Medine ile savaş alanı arasındaki mesafenin çok uzak olmasından dolayı, bunlarla savaşılmamış ve öldürülen yetmiş kadar mü´mimin intikamı almamamışsa da, düşmana korku verilmişti. Kureyşliler´in onlar hakkında yaydıkları yalan propagandanın etkisi de yok olmuştu. Buna ek olarak Arap beldelerini dolaşmış, yolların girdisini çıktısını öğrenmişti. Sonra Kureyşliler´e de, onları her tarafta gözetmekte olduğunu, dilediği takdirde kervanlarını kontrol altına alabileceğini hissettirmişti.
Sonucundan emin olunmayan bir savaşa girmektense, amaca savaşmadan ulaşmak daha hayırlıdır. Yetmiş kadar sahabi-nin intikamına gelince, onlar haince bir tuzak neticesinde öldürülmüşlerdi. Ahde vefasızlık sonucunda katledilmişlerdi. Bunu hiç bir Arap benimsemez. Mürüvvet sahibi hiç kimse bunu kabul etmez. O sahabilerin haklarında verilecek olan hüküm, Allah´a bırakılmıştır. Muhakkak ki Allah, o müşrikleri her tarafta gözetmektedir. Hz. Peygamber, onların Allah´a ve peygambere indirilen hükümlere iman etmeleri durumunda, onlardan intikam alacak değildi.
Korku Namazı
Müşrikler savaşa iyice hazırlanmışlardı. Fakat Cenab-ı Allah onların kalplerine bir korku bırakmıştı. Ama yine de, mü´minlerin onlara karşı tedbirli olmaları gerekiyordu. Çünkü müşrikler kendi aralarında, mü´minlerin namaza durdukları esnada saldırma hususunda anlaşmışlardı. Çünkü onlar, mü´minler için namazın her şeyden daha önemli olduğunu biliyorlardı. Mü´minler namaza durunca ansızın üzerlerine çullanmak istiyorlardı. Ama Cenab-ı Allah, kendi ordusunu tedbirli olmaya çağırdı ve şöyle buyurdu: “Ey inananlar, (uyanık bulunup) korunma tedbirlerinizi alın.”(Nisa 7i)
îşte bu gibi durumlarda korku namazı meşru kılınmıştır. Bu namazın Zatü´r-Rika´ gazvesinde meşru kılındığı konusunda şu ayet-i kerime nazil olmuştur: “Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman inkar edenlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsa-nız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Muhakkak kafirler açık düşmanınızdır. Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir bölük seninle beraber namaza dursun ve silahlarını da yanlarına alsınlar, (namazda olanlar) secdeye vardıklarında arkanıza geçsinler. Bu kez namaz kılmayan öteki bölük gelsin; seninle beraber namaz kılsınlar. Korunma tedbirlerini ve silahlarını da alsınlar. Kafirler, size ansızın bir baskın vermek için, silah ve eşyanızdan ayrılmış bulunmanızı dilerler. Yağmurdan zarar görecekseniz veya hasta olursanız, silahlarınızı bırakmanıza engel yoktur, fakat dikkatli olun. Şüphesiz Allah, kafirlere ağır bir azap hazırlamıştır. Namazı kıldıktan başka, Allah´ı ayakta iken, otururken, yanlarınız üzerinde yatarken de anın. Emniyete kavuştuğunuzda, namazı (tam) kılın. Çünkü namaz, mü´minlere vakitli olarak farz kılınmıştır. O düşman topluluğu takip etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı çekiyorsanız onlar da- sizin çektiğiniz gibi acı çekmektedirler. Üstelik siz Allah´tan, onların ummadıkları şeyleri ummaktasınız. Allah bilendir, hikmet Sahİbİ-dİr.” (Nisa: \0\~\04)
Öyle görülüyor ki, bu ayet-i kerimeler, mü´minlerle müşriklerin birbirlerine karşı tam tedbir almış vaziyette karşılaştıkları bir anda nazil olmuştur. Bu ayetlerin işaret ettiği şer´i hükümleri şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Sefer, ya da korku nedeniyle dört rek´atlı namazlar kısal-tılabilir. Buna şu ayet-i kerime delalet etmektedir: “Yeryüzünde sefere çıktığınızda, inkar edenlerin size bir kötülük yapmalarından korkarsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yok-tur.”
2- Bu ayet-i kerime ile korku namazı da şer´i bir hüküm olarak sabit olmuştur. Ayetin zahirinden de anlaşıldığı gibi, korku namazı iki rek´at olarak kılınır. Cemaatin hepsi imamla birlikte iftitah tekbirini alırlar, ancak cemaatin bir grubu silahlarını alarak gelip imama tabi olur ve onunla birlikte bir rek´at namaz kılarlar. Diğer grup ise namaz kılmakta olanları koruma altında tutarlar. Birinci grup imamla birlikte bir rekatı kıldıktan sonra namazdan çıkar diğer grup gelip silahlarıyla birlikte imamla birlikte bir rek´at kılarlar. Böylece imam ikinci grup ile kıldırdığı bir rek´at namaz neticesinde kendi ikinci rek´atını ta-mamış olduğundan dolayı selamını verir. Bundan sonra imamla birlikte ilk rek´atı kılmış olan grup gelip kendi başına imama tabii olmaksızın ikincirek´atı kılıp selam verir. Bu durumda ilk grup lahik sayılır. İkinci grupsa bunlardan sonra gelerek kalan ikinci rekatlarını kendi başlarına kılar. Ve selamlarını verirler. Bunlar da mesbuk sayılırlar. Çünkü bunlar imamla birlikte ilk rek´atı kılamamışlar, sadece ikinci rek´atı onunla birlikte kı-labilmişlerdi.
Korku namazı konusunda şu hususlara dikkat etmemiz gerekmektedir:
1- Bu namaz iki rek´attir. Bir rivayete göre sefer hali olmadığı zamanlarda korku halinde bu namaz dört rek´at olarak kılınır. Gerek Hz. Peygamber, gerekse bütün diğer imamlar korku namazım kıldırdıklarında cemaati iki gruba ayırırlar. Gruplardan biri namaz kılmakta olan grubu korur. Ama başta bu grup da diğeriyle birlikte namaz için iftitah tekbirini almıştır. Birinci grup namazı kılarken, bu sefer bunlar, onları korurlar.
2- Bu namazı imam olarak kumandan, ya da vekili kıldırır ki, namaz ile imamet arası birleştirilmiş olsun.
3- Askerlerin hepsi cemaat sevabından istifade etmelidir. Çünkü bu namazda hem lahik olanlar, hem de mesbuk olanlar cemaat faziletini kazanırlar. Lahik, namaza başladıktan sonra, ara veren kimsedir. Bu sonra gelip namazını tamamlar. Mesbuk ise namaza bilahare gelip imama tabi olan kimsedir. İmamın selam vermesinden sonra, başta kalan eksik kısmı tamamlar. Yine cemaat sevabını kazanır.
Hz. Peygamberin korku namazı kıldırması konusunda İbn Hişanı bir kaç rivayette bulunmuştur. Peygamber efendimiz birden fazla yerde korku namazı kıldırmışsa da, hepsinin özü birdir. Rivayete göre Cabir bin Abdullah şöyle demiştir:”Re-sulullah (sav) bir gruba iki rek´at namaz kıldırdı ve sonra selam verdi. Düşmana karşı duran diğer grup gelince onlara da ayrı olarak iki rek´at daha kıldırdı.” Yukarıdaki ayet-i kerime de bu doğrultudadır. Bu rivayet Hz. Peygamberin, askerlere dört rek´at namaz kıldırdığını göstermektedir. Her grup kaçırdığı namazı kılmıştır. Yine Cabir´in şöyle dediği rivayet edilir: “Resulullah (sav) bize namaz kıldırdı. Hepimize rüku yaptırdı. Sonra kendisi secdeye varınca askerlerin ilk yarısı onunla birlikte secdeye vardılar. Başlarını secdeden kaldırdıklarında, bu sefer onları korumakta olanlar secdeye kapandılar. Sonra ilk yarı geriye çekildi. îkinci yarı öne geçip onların namazdaki yerini aldılar. Hz. Peygamber onlara da rüku yaptırdı ve onları korumakta olanlara secde yaptırdı. Bunlar başlarını secdeden kaldırdıklarında kendi başlarına diğerleri secdeye kapandılar.
Son olarak Hz. Peygamber hepsine rüku yaptırdı. Bundan sonra da herkes kendi başına iki secde yaptı.”
Bu rivayetin ifadelerinde tutarsızlık vardır ve ayet-i kerimenin de bu rivayete muvafık olmadığı görülmektedir. Birinci rivayet daha tercihe şayandır. Dört mezhep imamı da birinci rivayeti esas almışlardır. Yukarıda geçen ayet-i kerimeler, namazın seferde, hazarda, korku ve güvenlik durumunda sakıt olmayacağını göstermektedirler. Ancak korku ve sefer halinde namaz kısaltılabilir, ya da ima ile kılınabilir. Ancak Allah´ın zikri olduğu için, hiçbir durumda terkedilmez. Kulun her zaman ve her durumda yanı üzere yattığı halde bile Allah´ı zikretmesi ve namazını kılması gerekir. Güvenlik ve rahatlık hallerinde namazın rükuu, secdesi ve diğer erkanı ile tam olarak eda edilmesi gerekir, imamlığın da muktediliğin de tam olarak yerine getirilmesi icabeder. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Güvene kavuştunuz mu namazı (tam) kılın. Çünkü namaz, mü´minlere vakitli olarak farz kılınmıştır” Yani namazı belirli vakitlerinde kılmak farzdır. Hiçbir halde namazdan geri kalmak caiz olmaz. Onu terketmenin mazereti yoktur. Çünkü namaz kılan kul, Rabbi ile konuşma mertebesine yücelmektedir. îşte dosdoğru din budur!
Zatü´r-Rika Gazvesi Hakkında
Müşrikler 70 kadar Kur´an öğreticisi sahabiye hıyanet ederek onları öldürdüler. Kendileri için teminat verdikleri halde onlara suikast düzenlediler. Sahabiler ellerindeki eraan mektubu ile yanlarına geldikleri halde, o mektubu yırtıp parçaladılar. Yoldan çıkarak onları öldürdüler. Yeminlerine ve anlaşmalarına riayet etmediler. Onlar bunu yaparlarken, bundan daha kötüsünü, daha feciini yapmak isteyen biri de vardı.
İbn Ishak´m rivayetine göre, Goris bin Haris adında Muharip Oğulları kabilesine mensup bir kişi, kavmine: “Sizin için Muhammed´i öldüreyim mi ” demiş, onlar da: “Onu nasıl Öldürürsün ” diye sorunca: “Bir tuzak kurarak” diye cevap vermişti. Diğer hainler, onun bu önerisini benimsediler. Hile ve hıyanet yapma hususunda sabırsız olduklarından dolayı, önceki hıyanetlerini yenilemek istiyorlardı. Bunlar Araplar arasında hilekar ve hain olan kimselerdi. Bahadır ve kahraman değildiler.
Goris, Resulullah (sav)´m bulunduğu yere doğru yola çıktı. Mescid-i Nebevi´ye geldi. O, arkadaşları ile birlikte, hiçbir şeyden haberi olmadan rahat ve huzur içinde sohbet etmekteydi. Kılıcı dizinin üstünde idi. Adam: “Ya Muhammed şu kılıcına bakabilir miyim ” dedi ve kılıcı alıp titretmeye başladı. Resu-lullah´ı Öldürmek niyetindeydi. Ama Cenab-ı Allah onu rezil edip durdurdu. Sonra: “Ey Muhammed benden korkmuyor musun ” diye sordu. Hz. Peygamber: “Senden korkmuyorum^ cevabını verdi. Adam: “Elimde kılıç olduğu halde yine de korkmuyor musun ” diye sorunca, Hz. Peygamber şu-cevabı verdi: “Hayır, Allah beni senden koruyacaktır^
Bu Ibn İshak´ın rivayetidir. Buharı ve Müslim´in rivayetinde ise şu ifadeler yer almaktadır: Hz. Cabir, Peygamber efendimizle birlikte Necid, yani Zatü´r-Rika* gazasına gitti. Derken kafile, çalılıklarla kaplı bir vadiye uğradı. Orada mücahitler ağaçların altına dağılıp gölgeîenmeye ve istirahat etmeye başladılar. Hz. Peygamber de dinlenmek için bir ağacın gölgesi altına gitti. Kılıcını ağaca astı. Cabir ´in anlattığına göre, saha-biler uykuya dalmışlardı. Birden, Resulullah´m sesiyle uyandılar. Sahabiler O´na: “Buyur ya Resulullahl” diyerek koştuklarında, yanında bir Rabinin durduğunu görmüşlerdi. Hz. Peygamber: “Ben uykudayken, bu adam kılıcımı ağaçtan alıp kınından çıkardı ve seni benden kim korur diye sorunca, ben de aMlah korur” diye cevap verdim” dedi. Bunun üzerine adam kılıcı kınına sokup oturmuş ve Resulullah da onu cezalandırmamıştı.
Müslim´in rivayetinde ise şöyle bir fazlalık vardır: Hz. Cabir dedi ki: “Biz Resulullah´la birlikte gazaya gittik. Zatü´r-Ri-ka denen yere vardık. Yolda giderken gölgesi bol bir ağaca rastladığımızda, onu istirahat etmesi için Hz. Peygambere bırakırdık. Yine bir ağaç altında gölgelenip istirahat etmekteyken, müşriklerden bir adam onun yanına gitti. Onun kılıcı ağaçta asılıydı. Müşrik adam kılıcı alarak Resulullah´a çekti ve “Benden korkuyor musun ” diye sordu. Resulullah (sav): “Hayır” diye cevap verdi. Adam “Seni benden kim korur ” diye karşılık verdi.”
Rivayete göre adamın elindeki kılıç yere düşünce Resulullah (sav) kılıcı eline aldı ve: “Ya seni benden kim korur ” diye sordu. Adam boyun eğip teslim olarak: “Bu kılıcı eline alan iki kişinin hayırlısı, sen ol” diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona: “Allah´tan başka Tanrı olmadığına tanıklık ef dedi ve adam da: “Hayır ben bunu yapmam. Ancak seninle savaşmayacağıma ve seninle savaşanlara yardımcı olmayacağıma söz veririm” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, onu serbest bırakmış, adam oradan uzaklaşınca kendisi de ashabının yanına gitmiş ve: “İnsanların en iyisinin yanından size geldim” demişti.
Bu konuda doğruluğu konusunda herhangi bir şey söylenemeyecek olan çeşitli rivayetler vardır ki, bunlar birbirlerini tamamlamakta ve aralarında ihtilaf görülmemektedir. Bunların hepsinde de olayın Zatü´r-Rika gazvesinde cereyan ettiği anlatılmaktadır. Bu olayın başka gazalarda geçtiği konusunda bazı rivayetler bulunmaktaysa da, bu, olayın tekrar ettiğine delalet eder. Yoksa söz konusu rivayetler arasında bir çelişki meydana gelmez. Biz bu olayı iki sebepten dolayı anlattık:
1- Bazı müşrikler iyi komşuluk ahlakına uymayan, mürüvvetle çelişen bir takım davranışlar içine girmişlerdi. Bu davranışlarında rastgele adam öldürme ve haince tuzaklar kurma rezaletleri vardı. Bunu Hz. Peygamber´e kafirliklerinden, fasıklık ve inatlarından Ötürü reva görmüşlerdi.
2- Goris´in, Hz. Peygamber´e kılıç çekme olayında, şüphesiz ki, bir mucize vardır. Çünkü adam vurmak için kılıcı çektiği esnada eli tutuluyor ve kılıç, kendisinin istememesine rağmen elinden düşüyor. Halbuki o, Hz. Peygamber´e kötülük yapmak niyetindeydi. Bu suikasdini, tatbik sahasına koyacağı zaman eli kendisine hıyanet ediyor ve kılıcı yere bırakıyordu. Hz. Peygamber bir çok zamanlar bu gibi durumları izhar etmiştir. Ama bunların hiç birini kendi peygamberliği için bir delil olarak ileri sürmemiş ve bu mucizelerle Araplara meydan okumamıştı. Aksine, onlara yalnızca Kur´an-ı Kerim´le meydan okumuştu. Çünkü Hz. Peygamber, Musa´nın asası ve isa´nın alacalarla körleri iyileştirmesi gibi maddi mucizeler getirmemişti. Çünkü bu gibi mucizelerin tesiri anında yok olur. Oysa Hz. Peygam-ber´in mucizesi kalıcı ve ebedi idi. Çünkü onun peygamberliği, sadece kendi zamanıyla kısıtlı değil, ebediydi. Onun , insanlığa bütün nesillerde, bütün çağlarda ve bütün mekanlarda meydan okuduğu ebedi ve kalıcı mucizesi Kur´an-ı Kerim´dir.
“De ki: “Andolsun, eğer insan(lar) ve çiniler) şu Kur´an´ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olfup yardım etjseler de (bunu yapamazlar). ” (İsra 88)
Hz. Peygamber Ashabının Arasında
Gazalar ve seriyyeleri anlattıktan sonra şimdi de Hz. Peygamber ile sahabileri arasındaki edebi yönü anlatalım. Hz. Muhammed (sav) ile sahabileri arasında kalbi bağlar bulunuyordu. Resulullah, ashabına son derecede şefkat, sevgi ve merhamet gösterirdi. Muhtaca yardım eder, zayıf olanı destekler ve ihsanda bulunurdu. Onları savaş meydanına çıkarırken, ashab Onun kendilerine acıyıp sevdiğini hissederlerdi. Hz. Peygamber hem merhamet, hem de kahramanlık ve savaş peygamberiydi. Savaştan ve kahramanlıktan önce merhamet gerekir. Çünkü zafer, orduya ve reayaya merhametle kazanılır. Onları koruyup kollamak zaferin ilk şartıdır.
Hz. Peygamber, Cabir bin Abdullah´ın arkadaşlarından geri kaldığını, yolda onlara yetişemediğini görmüştü. Cabir´in geride kalmasının sebebi, devesinin zayıf olmasıydı. Hz. Peygamber ona: “Neyin var ey Cabir ” diye sorunca, Cabir şu cevabı vermişti: “Ey Allah´ın Resulü! Geride kalmama sebep devem-dir.” Bunun üzerine ona, devesini çöktürmesini emretti. Cabir de Hz. Peygamberin emri ile oradaki ağaçlardan birinden bir değnek kesti. Hz.Peygamber Cabir´in kestiği değneği eline alarak deveye birkaç defa dürtüverdi. Sonra: uEy Cabir, bin bakalım” dedi. Cabir deveye bindi. Biraz yol aldıktan sonra Cabir şöyle dedi: “Seni hak ile gönderen Allah´a andolsun ki, bu deve çok süratli yürüyor ve asla geride kalmıyor.”
Kumandan, askerlerini işte böyle gözetir. Zayıfı araştırıp bulur ve onu güçlendirir. Geride kalanı da kendi haline bırakmaz. Allah ne kadar nasib etmişse o kadar yürüsün, demez.
Biz bu olayı, yalnızca bir nakil olarak buraya almadık. Bunun aynı zamanda Hz. Peygamber´in bir mucizesi olduğunu da göstermek istedik. Cabir ´in devesinin kıssası bununla da bitmiyor. Çünkü Hz. Peygamber, deveyi satın almak istiyor. Ama Cabir, ona hediye olarak vermek istiyor. Hz. Peygamber ise hediye olarak kabul etimiyor ve onunla pazarlığa girişiyor.
Hz. Peygamber: “Bir dirheme verir misini” deyince Cabir kabul etmedi. îki dirheme çıkardı, yine kabul etmedi. Artırmaya devam etti. Nihayet bir okka (kırk dirhem) altın vereceğini söyledi. Ama Cabir yine deveyi Peygamber Efendimize hediye olarak takdim etmek istiyordu. Oysa Hz. Peygamber, mutlaka pazarlıkla alacağını söylüyordu.
Hz. Peygamber sefer halindeyken bile, arkadaşlarının durumunu Öğrenir ve dertlerine çare arardı. Seferde iken böyle yaptığına göre onlara yardımcı olması,durumlarını araştırması ve onlara dert ortağı olması gerekiyordu.
Cabir´e sordu:
Ey Cabir evlendin mU
– Evet, ey Allah´ın Resulü.
– Aldığın kadın dul mu, bakire mi -Dull
– Bir cariye alsaydın daha iyi olmaz mıydı
– Ey Allah´ın Resulü! Babam Uhud savaşında şehit oldu. Geriye yedi kız çocuğu bıraktı. Onları bir araya getirecek bir kadınla evlendim. Onları koruyup gözetiyor ve idaresi altında tutuyor.
– înşaallah şefkatli ve ülfetti olur. isabet etmişsinl Resulullah (sav) bu merhamet ve sevgiyle de yetinmiyor, arkadaşı Cabir için düğün yemeği vereceğini söylüyordu. Medine´den üç millik mesafede olan Sırar mevkiine varınca, orada bir deve boğazlıyor. Kendisi ve aile efradı ondan yiyorlar, fakat deveden bir şey eksilmiyordu.
Bu kadar sevgi ve dostluk karşısında Cabir, kendi devesini Hz. Peygambere göndermeyi uygun görmüştü. Çünkü deveyi ona daha Önce hibe etmişti. Gönderdiği deveyi Hz. Peygamber geri çeviriyor, bununla da yetinmeyerek devenin bedeli olan bir okka (kırk dirhem) altını da beraberinde Cabir´e gönderiyordu.
Bu olayı burada anlatmamızın nedeni, kalplerimizi onun sevgisiyle doldurmamız gerektiği söylemek içindir. Cabir´in gönderdiğini deveyi görünce: “Bu ne ” diye sormuş, yanındakiler de: “Cabir´in devesidirn diye cevap vermişlerdi. Kendisi Cabir´in nerede olduğunu sormuş ve sonra kalkıp yanına gitmiş, şöyle demişti: uEy kardeşimin oğlu! Al devenin yularını tut. Bu senindir^
Başka bir rivayete göre ise, Bilal´i çağırarak ona şu direktifi vermişti: “Al şunu Cabir´e götür ve ona bir okka altın verin
Hz. Peygamberin sahabilerine karşı beslediği sevgi ve merhametin, onları ne kadar sevindirip memnun ettiğini, yeryüzünde onlara kuvvet olmak için sıkıntılarını giderdiğini anlamak için bu kıssayı burada anlattık. Otorite, kabalık ve tahakkümle değil, sevgi, şefkat ve merhametle olur!
İkinci Bedir Gazası
Uhud gazasının müşrikler tarafından sona erdirilmesi üzerine Ebu Süfyan adeta tehdit edercesine müslümanlara: “Gelecek yıl buluşalım ´ demişti. Hz.Peygamber´in ashabı, müşriklerle karşılaşmaktan korkmuyordu. Bu nedenle Hz. Peygamber, hicretin dördüncü yılının Şaban ayında müşriklerle karşılaşmak için Medine´den çıktı. Uhud´da yaralanan ve şehit düşen müslümanların, özellikle amcası oğlu ve aynı zamanda süt kardeşi olan şehitlerin efendisi Hz. Hamza´nın öcünü almak istiyordu. Belirlenen vakitte Bedir´e gitmek üzere Medine´den çıktı. Yerine, Abdullah bin Übey bin Selül´ün, yani münafıkların reisinin oğlu Abdullah´ı vekil bıraktı. Abdullah, babası gibi değil, aksine takvalı, imanlı dürüst ve iyi bir insandı. Öyle ki, münafıklar işi azıttıkları zaman, Hz. Peygambere gelerek: “Ey Allah´ın Resulü! İzin ver de, babamı öldüreyim. Onu bir başkası öldürürse belki ağırıma gider. İzin ver de onu ben öldüreyim” diye müracaatta bulunmuştu. îman ve mü´minlik mertebesinin yüceliğinden dolayı, Hz. Peygamber onu, Medine´ye vekil bıraktı. Öte yandan bu imanlı kişinin babası ve münafıkların reisi Abdullah bin Übey, müslümanları, Kureyşliler´le karşılaşmak üzere Medine´den çıkmamaya ikna etmek istiyor, bu uğurda gayret sarfediyordu. Rivayete göre Hz.Peygamber, Ebu Süfyan´la karşılaşmak üzere mü´minleri savaşa çağırmıştı. Münafıklarsa mü´minleri durdurmaya çalışıyorlardı. Fakat neticede Cenab-ı Allah, dostlarını münafıkların oyunundan kurtardı. Müslümanlar Bedir´e doğru yola koyuldular. Yanlarına sermayelerini de aldılar. “Ebu Süfyan´ı bulursak ne ala., yoksa yanımızdaki sermaye ile Bedir´deki mevsimlik eşyalardan satın alırız” diye düşünüyorlardı. Görüldüğü gibi müslü-manlar, her şeyden önce şirkin burnunu kırmak maksat ve ni-yetindeydiler.
Hz. Peygamber beraberindeki binbeşyüz sahabi ile Bedir´e doğru yol almaya başladı. Maksadı düşmanla karşılaşmaktı. Oraya vardığında kimseyi bulamadı. Sekiz gece orada bekledi. Kararlaştırıldığı gibi, Ebu Süfyan kumandasındaki Kureyşli-ler´İe karşılaşacaktı, ama belirlenen süre içinde kimse gelmemişti.
Öte yandan Ebu Süfyan da Mekke´den çıkmak istiyor, fakat bunda tereddüt ediyordu. Nihayet Mekkeliler´le birlikte Bedir´e gelmek üzere yola çıkmış, ancak Zahran nahiyesine bağlı “Me-cenne” denen yere gelip konaklamıştı. Buraya kadar geldiği halde, akibetinin kötü olmasından korktuğu için, hala tereddüt içinde bulunuyordu. Bu sebeple geldiği yerden geri dönmek fikrini uygun buldu.Geri dönerken kavmine şöyle diyordu: “Ey Kureyş topluluğu! Savaşmak sizin için ancak bolluk ve refah senelerinde uygun olur. Bolluk senelerinde develeriniz ağaçlardan istifade eder, sizler de develerin sütünü içersiniz. Ama görüyorsunuz ki, bu yıl kıtlık var. Ben geri ^dönüyorum. Siz de benimle birlikte geri dönün.”
Mekkeliler daha önceleri yine Ebu Süfyan kumandası altında Medine´ye saldırmak üzere giden ve hiçbir şey yapamadan geri dönen orduya Sevik ordusu demişti ve bu ordu ile giden, sonra da eli boş olarak geri dönen askerlere, “Siz sadece sevik (kavut) suyunu içmek için sefere çıktınız” demişlerdi.
Bu sözde bir nevi kınama ve küçümseme vardır. Çünkü onlar savaş için sefere çıkmışlar, ancak müslümanlarla karşılaşmadan ve onlara yaklaşmadan gerisin geri dönmüşlerdir. Bu da Ebu Süfyan´ın düşmanla karşılaş-maktan vazgeçtiğini gösteriyor. Onun sefere çıktıktan sonra geri dönmek için gösterdiği sebep, kıtlıktı. Oysa kıtlık, Mekke´den çıkmadan önce de vardı. Eğer bu sebep, onun seferden geri dönmesi için geçerli bir sebepse, daha Mekke´deyken yola çıkmaması gerekirdi. Fakat o, sefere çıktıktan sonra yenilginin mukadder olduğunu düşünmüştü. Zaten yenilginin acısını defalarca tatmıştı. O, sefere çıkmaktansa kendi yerinde rahatça oturmayı, ganimet elde etmektense başına bela açmadan geri dönmeyi daha uygun bulmuştu.
Hz. Peygamber, Bedir suyunun yanında iken Damüre oğullarından bazısı yanına geldiler. Hz. Peygamber Vedan gazasında onlarla anlaşma yapmıştı. Hz. Peygambere: “Kureyşlilerle karşılaşmak için mi geldin ey MuhammedV.” diye sordular. Onların bu sorusu, Uhud gazasından sonra Kureyşliler´in Hz. Muhammed´in -yenik düşmediği halde- yenik düştüğü konusunda yaydıkları yalan propagandadan sonra Kureyşliler´e meylettiklerini gösteriyordu. Hz. Peygamber de onlara şöyle cevap verdi: “Evet ey Damüre oğullarının kardeşi! Eğer istersen aramızdaki anlaşmayı bozar ve Cenab-ı Allah aramızda hüküm verinceye kadar seninle çarpışırızl” deyince, onların sözcüleri (mahşi) şu karşılığı vermişti: “Hayır, Allah´a andolsun ki, ey M uhammed, bizim böyle bir şey yapmamıza gerek yokl”
Hz. Peygamber savaş yapmadan Medine-i Münevvere´ye geri döndü. Bu geri dönüş, Kureyşli müşriklerin korkaklığından kaynaklanıyordu. Bu da, onların müminlerin hezimete uğradıklarına dair yalan propagandalarından umdukları neticeyi yok ediyordu. Ama Hz. Peygamberce müminlerin durumunu Arap beldelerinde zayıflatmak ve prestijlerini sarsmak istemişlerdi. Kendi şereflerini yükselterek, insanları kendi heybet rüzgarlarına kaptırmak istiyorlardı. Ama bu korkaklıklarıyla, umdukları neticeyi önceden kaybetmiş oldular.
Vakıdi der ki: Mü´min askerler Bedir´de kaldıkları sekiz gece boyunca ticaret yaptılar. Çünkü karşılarında savaşacak kimse bulamadılar. Pazar sekiz gün devam etti, bol malla Medine´ye döndüler. Bire iki kazanmışlar ve sermayelerini iki katına çıkarmışlardı. Nitekim bununla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Bundan dolayı Allah´tan bir nimet ve bollukla geri döndüler. Kendilerine hiçbir kötülük dokunmadı. Ve Allah´ın rızasına uydular. Allah büyük kerem sahibidir.” (Al-i İmran:174)
Devmetü´l-Cendel Gazası
Devmetü´l-Cendel, Şam taraflarında Medine´ye 15 gecelik uzaklıkta bir yerdir. Hz. Peygamber´in daha önceki seriyyeleri-nin çoğu, Mekke ve çevresinde, Necid ve oraya yakın olan yerlerde cereyan etmişti. Bu gazasında ise Şam taraflarına yönelmişti. Maksadı, Rum Kayseri´ne kendi varlığını ve gücünü bildirmekti. O zaman Şam´a Rum Kayseri hükmediyordu. Onların bu yeni dinden haberdar olmalarını ve müslümanlarm şimdiki halleriyle gelecekteki durumlarını anlayıp islam´a ısınmalarını istiyordu. Bu da onlar için İslam´ın geleceği konusunda bir uyarı olacaktı. Nitekim Hz. Peygamberin hayatında Romalılarla yapılan savaşlarda da bu durum asli maksad olarak göze çarpmaktadır.
İşte bu maksatla Resulullah (sav) Şam´ın Arabistan´a yakın olan kısmını hükmü altına almak üzere sefere çıktı. Ayrıca Devmetü´l-Cendel denen yerde büyük bir topluluk yaşamaktaydı. Bunlar bir nevi yol kesicilerdi. Mıntıkalarından geçen kimselerin mallarını çalar, ya da yağmalarlardı. Orada büyük bir pazar ve panayır vardı. Hz. Peygamber, Şam tarafına gitmek istediklerinde1, ordusunun ve askerlerinin yollarını emniyet altına almak için o taraflara gaza etmek mecburiyetindeydi. Hicretin beşinci yılı, Rebiulevvel ayında Medine-i Münevvere´den çıktı. Yerine vekil olarak Siba´ bin Arfete el-Gıfari´yi bıraktı.
Görüldüğü üzere Hz. Peygamber, Medine´den ayrıldığında, yerine vekil olarak aynı kimseleri değil, her defasında başka bir kimseyi bırakıyordu. Bununla tüm mü´minlerin -kabilelerine veya sınıflarına bakmadan- yönetimde hak sahibi olduklarını göstermek istiyordu. Resulullah (sav) beraberinde 10 sahabi ile birlikte yola çıktı. Geceleri yürüyor, gündüzleri gizleniyordu. Yaz mevsimi olduğu için, geceleyin yol almak daha kolay oluyordu. Her ihtimale karşı o, gidişini etraftan gizlemek istiyordu. Çünkü savaş bir hiledir. Yanında kılavuz olarak Azire oğullarından Hadi Hırrit vardı. Düşman, Devmetü´l-Cendel´e yaklaştıklarında onların gelişinden haberdar oldu. Her biri bir tarafa kaybolup saklanmıştı. Hz. Peygamber onların mıntıkasında ordugah kurdu, ama karşısında kimseyi bulamadı. Günlerce orada bekledi. Etrafa seriyyeler gönderdi. Bunlar kavimlerin arasına girerek hem onları İslam´a davet ediyor, hem de durumlarını araştırıyorlardı. Bu arada o mıntıkada yaşayan bir kısım halk müslüman oldu. Resulullah (sav), Medine´den çıkışından bir ay sonra geri döndü.
Hz. Peygamber Medine´de
Son Bedir gazası, hicretin dördüncü yılı, Şaban ayında yapılmıştı. Sonra beşinci hicri yılda, Rebiulevvel ayında Devmetül-Cendel gazası olmuştu. Daha sonra Hz. Peygamber, altı aydan daha fazla bir süre gaza yapmadan beklemişti. Ne yapacaktı O bu süre içinde yine risaleti hakkıyla tebliğ ediyordu. Çünkü o, savaş için değil, rabbinin risaletini tebliğ etmek için gönderilen bir peygamberdi. Savaş, ancak îslam davetinin karşısında engel olarak duran kimseleri bertaraf etmek ve Hz. Peygambere ve mü´minlere karşı tuzak kurup onları İslam´dan geri çevirmek isteyen kimselerin oyunlarını bozmak için meşru kılınmıştır. Yani, Allah´ın hükümlerini insanlara açıklamak, ilahi risaleti tebliğ etmek esastır. Yüce Rabbimiz Kur´an´da şöyle buyurmaktadır: “Ey elçi! Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O´nun elçiliğini´yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur.” (Maıde: 67)
Hz. Peygamber gazalar arasındaki dönemlerinde, gönderildiği risaletin hakikatlerini açıklamaya çalışıyor, şer´i hükümleri insanlara duyurmak için gayret sarfediyordu. Mü´minleri, rabbinin kendilerini davet ettiği şey hususunda aydınlatıyordu. Onların imkan buldukları kadarıyla Kur´an´ı hıfzetmeleri yolunda çaba gösteriyordu. Bu arada Zeyd bin Sabit gibi bazı sahabiler de, Kur´an-ı Kerim´in tamamını hıfzediyorlardı. Ancak alıştırma yoluyla öğrenilmesi mümkün olan hususları sa-habilerine öğretiyordu. Mesela Nadir Oğullan gazvesinden sonra Cenab-ı Allah, içkiyi yasaklayan ayetleri indirmişti. Yasaklayıcı müeyyideleri ve cezaları açıklayarak bu içki yasağını infaz etme ve yürürlüğe koyma işini bizzat Hz. Peygamber üstlenmişti. Mesela içki içen biri, O´nun huzuruna getirildiğinde, ona iki ayakkabısıyla kırk defa vurmuştu. Böylece içki haddi seksen darbe olarak belirlenmiş oldu. Sahabilerin çoğunluğu içki haddini bu sebebe dayanarak seksen değnek olarak kabul etmişlerdir. Hz. Peygamber içki içmeyi men etme hususunda şiddetli davranmış ve içki içen hakkında şöyle buyurmuştu: “Içer-< se ona vurun, tekrar içerse onu değnekle sopalayın. Tekrar içerse öldürünl" Bir grup insan gelerek: uBiz soğuk bir yerde yaşıyoruz ve içki içerek ısınıyoruz" demişlerdi. Hz. Peygamber şer´i hükümleri açıklamış, Allah´ın emirleriyle yasaklarını infaz etme hususunda sahabilerini eğitmiş, Allah tarafından konulan hudutları çiğnetmemiş ve ihtilaf edilen hususlarda Allah´ın indirdikleriy-le hükmetmiş oluyordu. Hz. Peygamber, sahabilerine evlilik hükümlerini izah etmiş, evlenilmesi haram olan mahremlerin kimler olduklarını açıklamıştı. Zina sayılan birleşmelerle, nikah sayılan birleşmelerin arasındaki farkı bildirmişti. Erkeğin karısı, kadının da kocası üzerindeki haklarını bsyan etmişti. Özel mülkiyet hükümleri yanında, genel mülkiyet hükümlerini de açıklığa kavuşturmuştu, insanların birey olarak hak ve yükümlülüklerini anlatmıştı. İslamiyet´i öğrenmek için gelen heyetleri karşılamış, her kabile veya aşirete, dinlerini öğretecek sahabilerini göndermişti. Böylece Cenab-ı Allah´ın şu buyruğu tahakkuk etmiş oluyordu: "Her topluluktan bir grubun toplanıp dini iyice öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman (Allah´ın yasak kıldığı şeylerden) kaçmaları için onları uyarmaları gerekmez mi " (Tevbe: 122) Kendisine gelen insanla irşadda bulunuyor ve onları doğru yola iletiyordu. Bazan da onlara, kendi yakınlarındaki sahabi-lerle doğru yolu gösteriyordu. Adamlarını, insanlara Kur´an öğretmeleri ve irşadda bulunmaları için gönderiyordu. Hikmet ve ilim sahibi Allah katından gönderilen Kur´an´ı alıyordu. Yanında bulunup da güzel yazı yazan sahabileri, Cebrail´in getirdiği ayetleri yazmakla görevlendiriyordu. Onlara alış veriş, şart, muamele ve borç gibi, îslam toplumuna yön veren hükümleri Öğretiyordu. Böylece erdemli bir şehir oluşuyordu. O, bu şehir içinde insanlara rabbinin risaletini tebliğ ediyordu. -