İslam daveti arap beldelerini kapsadı. Kimi iman etti, kimi inkar etti. Kimi, kalbine iman girmemiş olsa bile teslim oldu. Kimi de ihlaslı bir şekilde inandı ve davetin yükünü omuzladı. îslam uğruna cihad etti. Araplardan, islamı bilmeyen kalmamıştı. Peygamber (sav) efendimiz ara vermeksizin, gevşemeksizin hak daveti yapıyordu.
Bundan sonra îslam davetinin arap beldelerine komşu bulunan ülkelere geçmesi gerekiyordu. Özellikle içinde arap ırkının yaşadığı beldelere sirayet etmesi icab ediyordu. Çünkü böyle beldeler, ırki oluşumu nedeniyle İslam davetine icabet etmeye daha yakındı. Mekke´de bütün arapların toplantı yeri olan Ka´be vardı. Orayı Cenab-ı Allah güvenli bir yer kılmıştı, çevresinde insanlar birbirlerini kapıp götürürlerken Ka´be güvenli bir yer idi.
İslam davetinin sirayet etmesi gereken ülkelerin başında Şam gelmekteydi. Orada Gassanlı araplar yaşamaktaydı. Orada müslümanlara tecavüz edilmişti. Peygamber efendimizin Şam´a bağlı Busra valisine gönderdiği elçisi öldürülmüş, bu sebeple Mute savaşı yapılmıştı. Mute savaşı nihayete ermiş ama kesin bir zafer elde edilememişti. Hezimete uğranılmamıştı. İslam ordusu Halid bin Velid´in maharetli kumandası sayesinde düzenli bir şekilde geri dönmüş idi. Halid´in islam tarihinde icra ettiği ilk başarılı komutası bu idi. Mute savaşının neticesi müslümanların aleyhine olmamıştı. 200.000 kişilik Bizans ordusunun karşısında sadece 12 kişi şehit olmuş, buna karşılık Bizanslılardan çok sayıda adam öldürülmüştü. Hatta bu savaşta Halid´in elinde dokuz kılıç kırılmıştı. Komutanların öldürülmesi, az sayıdaki îslam ordusunu hezimete uğratmamış ve olumsuz yönde etkilememişti.
Tebük gazvesinin, Mute gazvesinin bir devamı olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Mute´de başlatılan taktik Te-bük´te de, devam etmişti. Ancak Peygamber efendimizin gönderdiği elçinin Öcü alınamamıştı. Sebep seyir ve amaç bakımından Mute savaşının bir uzantısı olmakla birlikte Tebük gazvesinin vukuuna müstakil bir sebep vardı. Müslümanlarla diğer Ensar ve araplar, savaş kahramanlığının ateşine tutuşmuşlardı. Bunlar Romalılara yardım eden kendi ırkdaşları olan arap-larla savaşmak istiyorlardı. Irkdaşları olan arapların bir kısmı, İslama meyleden kimselere, Romalılarla elbirliği edip baskınlar düzenlemişlerdi. Bu yeni din, bir kuvvet sembolü haline gelmişti. Daha önceleri Romalılara destek vererek onların kuvvetleriyle şereflenen (!) araplar bu defa İslam´ın kuvvetiyle şereflenmeyi kendileri için hayırlı gördüler. Gerçekten de ´sen kar-deşimsin´ diyen bir kimseyle (sen benim kulum ya da tebaamsın´ diyen bir kimse arasında fark vardı. İşte bu sebeple Roma saldırılan karşısında boyun eğen kimseler İslam´a şiddetli bir eğilim göstermişlerdi. Çünkü ortaya çıkan bu yeni din, kendi kardeşleri olan kimselerin dini idi. Ayrıca Bizans temellerinden çatlamaya ve buhranlar yaşanmaya başlamıştı. Daha Önce Bizanslıların, yardımlarını gördükleri çok sayıdaki araplar İslama girmişlerdi. Örneğin Mute´de müslümanlarla savaşan Bizans ordusunun kumandanlarından biri olan Ferve bin Amr el-Hüzai müslüman olmuştu. Onun müslüman olduğunu duyan Bizanslılar Öfkelenmiş, onu hainlikle suçlayıp öldürmüşlerdi. Peygamber (sav) efendimiz müslüman olan bu adamın kanını yerde bırakmayacak, intikamını onlardan alacaktı. Böyle bir müslümanın öldürülmesi, Islama giren diğer kimseler için ürkütücü bir örnek olacak, başkalarının İslama girmelerine engel teşkil edecekti. Cenab-ı Allah´ın şu emri hak olmuştu.
“Onlarla savaşın ki, Fitne ortadan kalksın, din yalnız Allah´ın dini olsun (yalnız ona tapılsın).” (Bakara-193)
Cenab-ı Allahm şu buyruğuna itaat etmek de vacip olmuştu:
“Ey inananlar, kafirlerden size yakın bulunanlarla savaşın (onlar), sizde (kendilerine karşı) bir sertlik (ve şiddet) bulsunlar. Bilinki Allah takva sahipleriyle beraberdir” (Tevbe; 123) “Kendilerine kitap verilenlerden Allah´a ve Ahiret gününe inanmayan, Allah´ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din edinmeyen kimselerle küçül(üp boyun eğ)erek elleriyle cizye verecekleri zamana kadar savaşın” (Tevbe; 29)
Burada anlatılması gereken ve siğer kitaplarında bahsi geçen bir diğer husus da şudur: Cenab-ı Allah´ın; ^Müşrikler pistirler… Artık bu yıllarından sonra Mescidi harama yaklaşmasınlar” (Tevbe; 28) mealindeki ayeti celilesi nazil olduğunda; Ukaz, Zilmecaz, mecenne ve diğer panayırlarda Hac mevsiminde ticaret yapan tüccarlar, ticaretlerinin durgunlaşacağını zannettiler. Bu ve diğer sebeplerden ötürü Şam´da, Tebük gazvesi yapıldı. Böylece ticaret kapısı açıldı.
Bu, siyer kitaplarının anlattığı bir sebeptir. Siyer kitaplarında bundan sözedilmeseydi, biz bunu bir sebep olarak burada anlatmayacaktık. Peygamber efendimizin gazveleri maddi ticareti kolaylaştırmak için yapılmış değildir. Aksine îslami-daveti-ni rayına oturtmak ve kolaylaştırmak için yapılmıştır. Bu da asla ziyan «itmeyecek bir ticarettir. Kaldı ki, dini kazançlar daha bereketli ve daha verimlidir. Bu kazanç da, noksanlıklardan münezzeh yüce Allah´ın rızasıdır.
Mute ga zvesinden sonra Bizanslılar yeni dinin, kendi ahka-mıyla göntıllere hakim olduğunu, Mücahitleriyle de ülkelere egemen olduğunu gördüler. Devletleri yıkılmadan önce gerekli hazırlığı ya.pAp İslam devletini yıkmak zorunda olduklarını düşündüler. Bu sebeple de İslama karşı savaş açma hazırlığına giriştiler. Peygamber (sav) efendimiz de kendisini yurdunda yensinler diye onları bu savaş hazırlığı içinde kendi hallerine bırakacak değildi. Hiç bir millet yoktur ki, kendi yurdunda baskına uğrasın da sonunda zelil ve hakir düşmesin. Peygamber efendimiz Romalıların asker topladıklarını ve imparatorun da askerlere bir yıllık azıklarını verdiğini haber adı. Peygamber efendimizin Bizanslılara savaş açması durumunda Şam´da onlara tabii olan araplar güçlenecek ve üzerlerindeki Bizans baskısını bir kenara atıp kendilerini horlayan Bizanslıların hegemonyasından kurtulacak ve kendi kavimleri olan müslümanların iz-zetiyle şerefleneceklerdi.
Savaş Esnasında Durum
Hicretin Dokuzuncu senesi idi. Öyle anlaşılıyor ki haram ayların sonunda bulunuluyordu. Resulüllah (sav) efendimiz Bizanslılarla savaşmaları için insanlara hazırlık emri verdi. Mevsim çok sıcaktı. Peygamber efendimiz daha önceleri savaşa çıkarken hangi yöne gideceğini kimseye söylemezdi. Ancak uzun ve meşekkatli bir sefere çıkılacağı, konunun büyük bir önem taşıdığı ve insanların çok şiddetli bir mevsimde, dar bir zamanda zorlu bir cihada hazırlık yapmaları gerektiği için Tebük gazvesinde, seferin hangi yöne yapılacağım söyledi. O sıralarda halk ekinlerini, meyvelerini ve ürünlerini toplamakla meşguldü. Bazı yerlerde kuraklık mükemmeldi. Bazı kimselerin maddi irade ve arzuları manevi kazanç sağlama eğilimine üstün geliyordu. Peygamber (sav) efendimiz müslümanların nefislerini imtihan etti. Zaten bütün gazalar mü´minler için bir imtihan değil miydi Yalnız Peygamber efendimiz tebük gazvesinin zamanını kendi görüşüyle seçmiş değildi. Bu zamanı, Bizanslıların savaş iradeleriyle ilahi inayet seçip benimsemişti. Peygamber (sav) efendimiz, insanların niyetlerini Öğrenmek için bazı kimseleri deneyerek onlarla konuştu. Örneğin Cedd bin Kays´e şöyle dedi: “Ey Cedd! Rumlarla savaşmak ister misin Cedd, mütereddit ve azimsiz bir şekilde cevap verdi: “Bana izin verir misin savaşa katılmıyayım. Beni fitneye düşürme. Allah´a andolsun ki kavmim, benim kadınlara çok düşkün olduğumu bilirler. Rumların kadınlarını görünce onlardan vazgeçemeyeceğimden korkarım!”
Evet, kendi arzularına mağlub olan ve cihad esnasında nefsine yenik düşen Cedd böyle bir mazeret ileri sürmüştü. O, günaha karşı kendi nefsiyle cihad edemiyen nefsinin kulu ve kölesi olan kimseydi. Bir kimsenin kendi hevesine kul olması kadar büyük bir fitne var mıdır Onun bu zaafını gören peygamber efendimiz gazveye katılmamasına izin verdi. Çünkü iradesiz bir kimseden herhangi bir fayda umulmazdı. Bu, sabır ve nefsi bir cihada ihtiyaç gösteren, gırtlak gırtlağa yapılacak olan bir savaştı. Düşmana ulaşmak için katedilecek mesafe uzundu. Mevsim şiddetli derecede sıcak ve yollar engebeliydi. Düşmanla karşılaşmaksa çok büyükbir zahmetti. îşte bu gazve esnasında insanlar farklı düşünüyor ve her birinin kalbinde başka başka niyyetler bulunuyordu:
1- Kimi gayretsizlik edip Resulüllah (sav) efendimizin askerleri arasına katılmamış, çeşitli mazeretler uydurup münafıklarla birlikte şöyle konuşmuşlardı:
“Sıcakta sefere çıkmayın” dediler deki! “Cehennemin ateşi daha sıcaktır!” Keşke anlasalardı! Artık kazandıkları işlere karşılık, az gülsünler, çok ağlasınlar!” (Tevbe; sı-82)
îşte bunların bir kısmı zayıf imanlı, bir kısmı da gevşek azimli idiler. Moral güçleri, manevi kuvvetleri yoktu ki zorluklara karşı göğüs gerebilsinler. Bu nedenle sabırsızlanıp sızlanmaya ve düşmanla karşılaşmaktan korkmaya başladılar.
2- O zaman insanların bir kısmı da başkalarını savaştan geri durdurmaya çalışıyor ve müslüman mücahidleri savaşa katılmamaya teşvik ediyorlardı. Onlar hakkında yüce Allah şöyle buyurmuştu:
“Yakın bir dünya menfaati ve yakın bir yolculuk olsaydı (savaşa katılmayan o münafıklar) elbette sana tabi olurlardı. Fakat güç aşılacak mesafe kendilerine uzak geldi. Bir de: “Gücümüz yetseydi, sizinle beraber çıkardık” diye Allah´a yemin edecekler. Boşuna kendilerini mahvediyorlar. Allah, onların yalancı olduklarını biliyor. Allah seni affetsin. Doğru söyleyenler sana iyice belli olup, yalan söyleyenleri bilmezden önce niçin onlara izin verdin Allah´a ve ahiret gününe inananlar; canlarıyla, mallarıyla cihad etmeleri için izin istefyip geri kaljmaz-lar. Allah, takva sahiplerini bilir. Ancak Allah´a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri kuşkuya düşmüş ve şüpheleri içinde bocalayıp duranlar (Savaştan geri kalmak için) senden izin isterler. Eğer (Cihada) çıkmak isteselerdi, onun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarından hoşlanmadı da onları durdurdu: “Oturan (kadın ve çocuk)larla beraber otu-run!” denildi. Sizin içinizde (savaşa) çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka katkıları olmazdı. Sizi fitneye (birbirinize) düşürmek için hemen aranıza sokulurlardı. İçinizde onlara kulak verenler de vardır. Allah zalimleri bilir. (Onlar önceden de fitne çıkarmak istediler ve sana nice işleri ters çevirdiler ve nihayet hak geldi, onlar istemedikleri halde Allahın emri (onun
dini) galebe Çaldl” (Tevbe; 42-48)
3- Bu sınıf da iman ehli kimselerden teşekkül etmişti. Bunların hepsi canlarıyla ve mallarıyla cihad ediyorlardı. îslam davetini yayma uğruna canlarını ve mallarını esirgemiyorlardı. Bunlar hakkında Cenab-ı Allah, isimlerini peygamber efendimizin ismiyle bir arada zikrederek şöyle buyurmuştu:
“Andolsun Allah, peygamberi ve güçlük saatinde Ona w$an Muhacirleri ve Ensarı affetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalpleri kaymaya yüz tutmuş iken, yine de onların tevbesini kabul buyurdu. Çünkü o, onlara karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Tevbe; 117) ´
Allah ve Resulünün adlarının arap beldelerinde yücelmesi yolunda baş rolü oynayan ilk insanlar, işte bu ayeti Kerimede sözü geçen kimselerdir. îslamiyetin arap beldelerinin dışında yayılmaya başlaması ve cihadın Romalılara karşı yapılması esnasında da Cihad yükünü omuzlayanlar, yine bunlardı. Halbuki bir zamanlar araplar Romalıların adlarını duyunca ürkerlerdi.
Peygamber (sav) efendimizin münafıklara karşı ihtiyatlı davranması, beraberinde bulunan mü´minleri cihada teşvik etmesi, eksiklerini ve gediklerini kapatması, mü´minleri bu güçlük anında birbirine yardımcı olmaya Özendirmesi gerekiyordu.
Münafıklara gelince onlar, mü´minleri bu gazadan geri durdurmak için sürekli bir faaliyet içindeydier. Mü´minlere: “sıcakta savaşa gitmeyin.” diyorlardu Onları moralmen gevşetip cihaddan alıkoyuyorlardı. îşi daha da ileriye götürerek bir ya-hudinin evinde toplanıp istişare yapmaya ve cihadı engellemeye çalıştılar. Ibn Hişam´ın anlattığına göre bazı münafıklar Süveylim adlı bir yahudinin evinde toplanıyorlardı. Süveylim´in evi Casum mıntıkasmdaydı. Bunlar mü´minleri cihaddan alıkoymaya, Resülullahtan koparmaya ve Tebük gazvesini sabote etmeye çalışıyorlardı. Peygamber (sav) efendimiz bir kaç saha-bisiyle birlikte talha bin übeydullah´ı bu eve gönderdi. Süveylim´in bu fesat yuvası evini yakmalarını emretti. Talha da yaktı. Dahhak bin Halife arka taraftan eve girmeye çalışırken bacağı kırıldı ve içeridekil,er de kaçıp kurtuldular. Resulüllah (sav) efendimizin mücahid gözcü ve casusları hep bu fesatçı münafıklarla yahudileri gözetiyorlardı. Sabotajcı durumuna gelen bu fesatçıların tuzaklarını Cenab-ı Allah başlarına geçirdi. Peygamber (sav) efendimizde insanların azimlerini gevşetmeye ve Tebük gazvesini sabote etmeye çalışan kimselere karşı tedbirini alıyor, sabır ve kuvvetle onlara karşı dayanıyordu. Bu güçlük anında ashabının azmini biliyordu. Onları sefere çıkmaya teşvik etmekle yetinmiyor, bunun yanısıra biribirlerine yardımcı olmaya onları özendiriyor, savaş teçhizatını temin etmek için harcamada bulunmalarını tavsiye ediyordu. Kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmamalarını söyleyerek dikkatleri çekiyordu. Mücahidlerin azığa, bineğe muhtaç olduklarını, seferin zahmetli ve yolun meşakkatli, aynı zamanda da uzak olduğunu söylüyordu. Seferin zamanını belirleme seçeneği yoktu. Çünkü Bizanslıların İslam dinini arap diyarından söküp atmak, arapları da ezip horlamak için ordu topladıkları haberini almıştı. Bunu haber aldıktan sonra da beklemesi uygun olmazdı. Aksine, onlardan daha önce harekete geçmesi ve onları beklemesi zorunluluk haline gelmişti. Onlara karşı büyük bir orduyla sefere çıkmayı irade buyurmuş, 30.000 kişilik bir ordu ile yola koyulmuştu. Tabii ki bu ordunun elinde savaşacakları silah, binecekleri binek ve kendisinin yanında da ancak güçlü ve güvenilir kimselerin bulunması gerekiyordu.
îbn tshak´ın anlattığına göre Resulüllah (sav) efendimiz sefer için ciddiyetle hazırlığa başladı. İnsanlara cihad ve süratli davranma emrini verdi. Zenginlere de orduyu teçhiz etmek için mali yardımda bulunma tavsiyesinde bulundu. Allah yolunda cihad edecek kimselere binek temin edilmesini çmir buyurdu. Bu orduya yardım etme yarışında Hz. Osman başta geliyordu. Yardımın büyük bir kısmını o yapmıştı. Ordunun hemen hemen tamamının bineğini temin etmişti. Ahmed bin Hanbel´in rivayetine göre Hz. Osman, başlangıçta 1000 dinar yardımda bulunmuş ve bu paraları Peygamber efendimizin önüne bırakmıştı. Abdullah bin Ahmed´in, babasından naklen yaptığı bir rivayette şöyle denmektedir: “Peygamber (sav) efendimiz cemaate hitapta bulundu. Güçlüklerle savaşacak orduya mali yardımda bulunmak için halkı teşvik etti. Osman bin Affan hazretleri, sırt çulları ve semerleriyle birlikte 100 deve verdi. Peygamber efendimiz minberin bir basamağına basarak aşağıya indi; sonra yine teşvikte bulununca Hz. Osman sırt çulları ve semerleriyle biraber 100 deve daha verdi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz: “Bundan sonra yapacağı işlerden dolayı Osman´a sorumluluk yoktur!” dedi. Güçlük ordusunu teçhiz eden kimseler hakkında da şöyle buyurdu: “Güçlük ordusunu teçhiz edeni Allah bağışlasın”.
îşte bu mü´minlerin bir kısmı hem kendi nefsiyle cihada katılmış, hem de seferde kendisine lazım olacak erzakı sırtına alıp getirmişti. Abdurrahman bin Avf böyle yapmıştı. Kimi de, başkalarına lazım olacak azık ve binekleri getirip bağışlamıştı. Ebu Bekir ve Ömer böyle yapmıştı. Diğer varlıklı Muhacir ve ensar da çeşitli bağışlarda bulunmuşlardı. Ancak sadık mü´minler arasında bazı kimseler vardı ki, bunlar ağlıyorlardı. Cihad etmek ve böylesine bir seferde Peygamber efendimizden geri kalmamak arzusunu kalplerinde duyuyorlardı. Bunlar yedi kişiydiler. Kendilerine “ağlayanlar” adı verilmişti. Peygamber efendimize varıp kendilerine sefer için binek temin etmesini istemişerdi. Peygamber efendimiz ise onlara: usizi bindirecek binek bulamam” demişti. Bu cemaat hakkında yüce Allah şöyle buyurmuştu.
“Allah´a inanın, resüluyle beraber cihad edin!” diye bir sure indirildiği zaman içlerinden servet sahibi olanlar senden izin istediler: “Bizi bırak, oturanlarla beraber oturalım” dediler.
Geride kalan kadınlarla beraber olmaya razı oldular. Kalpleri mühürlendi; artık onlar anlamazlar. Fakat Resul ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. îşte bütün hayırlar onlarındır ve işte murada erenler onlardır. Allah, onlar için altlarından ırmaklar akan, içlerinde ebedi kalacakları cennetler hazırlamıştır, işte büyük kurtuluş budur.
Özür bahane eden bedeviler, kendilerine (savaşa katılmama hususunda) izin verilsin diye geldiler; Allah´a ve Resulüne yalan söyleyenler oturdular. Onlardan inkar edenlere acı bir azap erişecektir. Zayıflara, hastalara, harcayacak bir şey bulamayanlara, Allah ve Resulü için öğüt verdikleri takdirde (savaşa katılmamalarından ötürü) bir günah yoktur. îyilik edenlerin aleyhine bir yol yoktur. (Onlar kınanmazlar). Allah bağışlayan esirgeyendir.
Kendilerine (binek sağlayıp) bindirmen için sana geldikleri zaman sen: “Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum” deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözlerinden yaş akarak dönen kimselerin aleyhine de (yol yoktur, onlar da kınanmazlar).
Ancak o kimselerin kınanmasına yol vardır ki, zengin oldukları halde (geri kalmak için) senden izin isterler. Geri kalan kadınlarla kalmaya razı oldular. Allah da onların kalplerini mühürledi; artık onlar bilmezler” (Tevbe, 86-93)
Ordunun sefere çıkmasından öce binek bulamadıkları için ağlayanların bir kısmı Resülüllahm yanından -bir şey elde etmemiş vaziyette- çıkıp dönmekte iken yolda, îbn Yamin bin Ümeyr bin Kab ikisine rastladı. Bunlar ağlamaktaydılar. Niçin ağlıyorsunuz diye sorduğunda dediler ki: uResulullah´a vardık kendisinde bize vereceği binekler bulamadık. Sefere giderken bize lazım olacak azığımız da yok.” Bunun üzerine tbn Yamin onlara bir saka devesi verdi. Böylece onlar sefere katıldılar. Bi- , nek bulamayanlardan biri de Atiye bin Zeyd idi. Sefere çıkamadığından dolayı Cenab-ı Allah´a özrünü beyan edip şöyle diyordu: “Allahım şüphesizki sen bize cihadı emrettin ve cihad etmemiz için bize teşvikte bulundun, sonra cihada giderken bana lazım olacak azığı bana vermedin beni bindireceği bir bineği Resulüne vermedin mal, had, ya da ırz hususunda bana gelen haksızlıkların bedelini tasadduk olarak veriyorum” dedi, sonra da mü´minlerle beraber yola çıktı.
Yola Çıkış
Peygamber (sav) efendimiz 30.000 kadar askerden oluşan ordusuyla yola koyuldu. Münafıklar ve şüphe ehliyle birlikte
Abdullah bin Übeyde peygamber efendimizin peşine takıldı. Bir süre sonra da geri döndü. Bu davranışıyla da müminleri peygamber efnedimizden ayırıp geri döndürmek ve müminlerin kalplerine şüphe saçmak istemişti.
Peygamber efendimiz, Medine´de vekili olarak Muhammed bin Seleme el-Ensari´yi bırakmıştı. Hz. Ali´yi de kendi ailesinin başına sorumlu olarak tayin etmişti. Hz. Ali´yi ailenin başına yetkili bir kimse olarak görevlendirmesi hicret gününde onu emanetlerin başına sorumlu bir kimse olarak tayin etmesine benziyordu. Çünkü sefer mesafesi uzaktı. Ailevi işleri halletmesi için ailenin başına kendi içinden bir ferdi tayin etmeyi uygun buldu. Peygamber efendimizin emir vermesinden sonra Hz. Ali´nin bir diyeceği kalmamış, aksine itaat etmesi zorunlu olmuştu. Fakat insanların kalplerine şüphe saçıp etrafı fesada vermek, dostlar arasında dedikodu yapıp jurnalcilik yapmak durumunda olan münafıklar, aslı olmayan bir şayia yaydılar. Hz. Ali güya tembellik edip savaşa katılmadığı için, peygamber efendimiz ister istemez onu savaştan muaf tutmuş (!) dediler. Bu hususta daha çok dedikodu yapınca artık Hz. Ali dayanamayıp silahını aldı, yola koyuldu. Nihayet Resülüllah (sav)´e kavuştu. Cüruf mevkiinde mola vermiş olan peygamber efendimize gelip, münafıkların dedikodularını, olduğu gibi nakletti. Peygamber efendimiz de ona şu cevabı verdi: “Onlar yalan söylemişlerdir, ben seni arkamda bıraktığım ailemin işlerini idare etmen için halefim olarak bıraktım. Hem kendi ailem hem kendi ailen için yetkili bir idareci ol. Musa´ya göre benim için Harun gibi olmak hoşuna gitmezmiş Yalnız benden sonra Peygamber gelmeyecektir77.
Bu hadisi Buhari müslim ve Ebu Davut el-Teyalisi rivayet etmişlerdir.
îmam Ahmed bin Hanbel´in rivayetine göre mücahid Hz. Ali, savaş meydanı boşken, çok kimseler savaştan geri kalmışken, keskin kılıcını kuşanmayıp kendi evinde oturmayı kendi nefsi için çok gördü. Resülüllah (sav) efendimize: “Beni kadınların ve çocukların arasında brakma!” deyince Resülüllah ona şöyle dedi: uEy Ali benim için Musa´ya göre Harun durumunda olmak istemez misin Yalnız benden sonra Peygamber yoktur,n Hz. Ali´den de böylesi bir davranış beklenirdi. Çünkü takva sahibi müminler Tebük gazvesine çıkmak için adeta biribirleriyle yarışırlarken, Resulüllah (sav) efendimiz tenleri kavurucu sıcak çölde yürürken, mü´minler kendi evlerinde, aile efradı arasında rahat etmeyi nefislerine yediremiyorlardı.
Ebu Hayseme´nin iki arap karısı vardı. Bunlar kanepelerinin çevresine su serpmiş, evin havasını serinletmiş ve kocalarıyla serin bir havada oturmak istemişlerdi. Onların çevreye su serptiklerini gören Ebu Hayseme şöyle demişti: “Resülullah (sav) efendimiz güneşin altında ve sıckalarda yol yürüsün de, Ebu Hayseme serin bir gölgede ve rahat bir mekanda ve güzel kanlarıyla huzur içinde istirahat etsin!. Bu insafa sığmaz Allah´a andolsun ki ben sizin kanepelerinizin üzerine varıp oturmayacağım! Resulüllah (sav)´e gidip kavuşacağım yol azığımı hazırlayın”. Böyle dedikten sonra, ailesine kendisinden sonra bakmaları için bazı sahabilere tenbihatta bulundu. Devesine binerek yola koyuldu. O kadar süratle gittiki, nihayet Resülü-lah (sav)e kavuştu. Resulüllah (sav) efendimiz Allah´a güvenerek beraberindeki mü´minlerle yoluna devam ediyordu. Bazıları: “Falan adam seferden geri kaldı” diyor. Onun için peygamber efendimiz sahabilerine şu cevabı veriyordu: “Onu bırakın ger onda bir hayır varsa, gelir size ulaşır, eğer onda hayır yoksa zaten gelmemiş ve Cenab-ı Allah bizi ondan kurtarıp rahata kavuşturmuştur”. Sefere katılmayanları bu şekilde hatırlatırlarken nihayet söz Ebu Zer´den açıldı. Ebu Zer´rin de seferden geri kaldığı söylendi. Halbuki devesi onu güç durumlara düşürmüştü.
Ebu Zerr´in devesi ağır yürüyordu, ama o bir an evvel Resül-lüllah (sav) efendimize kavuşmak istiyordu. Devesinin ağır yürüdüğünü görünce indi, devesini çölde terkedip yaya yürümeye başladı. Nihayet Peygamber efendimizin kafilesine yaklaştı. Müslümanlardan biri bakıp onu gördü ve: “Ya Resulüllah yolda yaya bir adam geliyor” deyince Resulüllah (sav) efendimiz: “O Ebu Zer olmalı” dedi. Orada olanlar, yaya olarak gelmekte olana adamı süzüp baktıklarında: “Ya Resulüllah vallahi o Ebu Zer´dir” dediler. Resulüllah (sav) efendimiz bu defa şöyle dedi: “Allah Ebu Zer´re rahmet etsin o yalnız başına yürür, yalnız başına da hasrolur”.
Hz. Osman tarafından Rabaza´ya sürgün edilmiş iken Ebu Zer orada, çölde yalmz başına vefat etmiş nihayet Abdullah bin Mesud gelerek onu defnetmiş ve üzerine ağlamış ve: “Resülül-lah´ırı senin hakkında söylediği söz gerçekleşti!” demişti.
Bu gazve islami bir seferdi. Ad ve Semud kavminin eserlerinin bulunduğu tarafa gidiliyordu. Peygamber efendimiz Ad ve Semudun mahalline, Hiçi denen yere uğradı. Resulullah (sav) efendimiz onların mahallerini görmemek için elbisesini yüzüne perde yaptı, bineğini de hızlandırdı, sonra yanında bulunan sa-habilere şu emri verdi: “Kendi, nefislerine zulmeden Ad ve semud kavimlerinin evlerine ancak ağlayarak ve onların başına gelen musibetlerin sizin başınıza da gelmesinden korkarak girin!”. Böyle demekle Peygamber efendimiz onları, Ad ve Semud kavminin geride bıraktıkları izden ibret almaya davet ediyordu. Sadece gezinti için oralarda dolaşmalarım istemiyordu.
Çölde seyretmekteyken sahabiler şiddetli bir susuzluk hissetmeye başladılar. Susuzluklarını giderecek suları da yoktu. Durumu peygamber efendimize arzettiklerinde o Cenabı Allah´a el açıp yalvararak yağmur duası yaptı. Duasından sonra Cenab-ı Allah, içi su dolu bir bulutu üzerlerine gönderdi. Bu-lutttaki sular sağnak yağmurlar halinde boşaldı. Sahabiler de susuzluklarını giderdiler. Suya olan ihtiyaçlarını karşıladılar. O sıralarda Peygamber (sav) efendimizin devesi kaybolmuştu. Ama nerede olduğunu sahabilere haber verdi. Sahabiler de onun haber verişi üzerine giderek belirtilen yerde devesini buldular. Çölün zahmet ve meşakkatine rağmen Resulullah (sav) efendimiz beraberindeki mü´minlerle birlikte yola devam etti. Bu seferden geri kalan münafıkların bazıları, sefere katılmamakla yetinmediler; ayrıca Peygamber efendimiz ve beraberindeki mü´minlere tahkir edici sözler sarfedip alay ettiler. Ama o yine de Tebük yolunda seyrine devam ediyordu. Münafıklar: “Siz Bizanslılarla savaşmayı araplarla yapılan savaşa mı benzetiyorsunuz Allah´a andolsun ki sizi yarın iplere bağlamış va-ziyyette görür gibi oluyoruz!” diyor ve sahabileri korkutmaya çalışıyorlardı. Bu konuşmalarından Peygamber efendimizin haberdar olduğunu duyduklarında özür dileyerek kendisine: “Biz sadece seferin zahmetlerini unutmak için lafa dalıp konuşuyor ve şakalaşıyorduk” dediler. Onların bu melanetlerini haber veren Cenab-ı Allah şöyle buyuruyordu:
“Şayet kendilerine sorsan (andolsun ki: biz ancak yol zahmetini duymamak için lafa dalmış bulunuyor, şakalaşıyor, eğleniyorduk) derler”.
Allah ve Resulü için nasihat eden müminlerin durumu ile savaştan geri kalıp evlerinde oturmaya razı olan münafıkların durumu işte böyleydi. Müminler çölleri, sahra ve vadileri, Allah ve Resulünün emirlerinin tahakkuk edeceği bir gayeye ulaşmak için tepiyorlardı. Ve nihayet Allah´ın lutfu ile gayelerine salimen ulaştılar ve salimen de Medine´ye döndüler.
Resulullah Efendimizin (sav) Tebük´e Ulaşması ve Hutbesi
Resülüllah (sav) efendimiz Şam mmtıkasındaki Tebük´e iman ordusuyla birlikte ulaştı. Yolda herhangi bir çarpışmaya maruz kalmadı. Çünkü yolu üzerinde kendileriyle savaşacak Bizanslı askerlere rastlamamıştı. Bazı hıristiyanlarla Zimmilik akdi yapmış, yolu üzerinde bulunmayan bazı kabilelere de se-riyyeler göndermişti. İleride bu faaliyetlerine işarette bulunacağız.
Tebük´e ulaştığında, oradaki bir hurma ağacının yanına durdu. Sahabilere, iman ordusuna hitaben peygamberlik hikmetini ve risalet ahlakını içeren bir hitabede bulundu, imam Ahmed bin Hanbel´in rivayetine göre orada irad ettiği hutbenin metni şudur: Resulullah (sav) efendimiz sırtım hurma ağacına dayayarak iman ordusuna şu hitapta bulunmuştu: “İnsanların en hayırlısını ve en şerlisini size bildirmemi istemez misiniz Bilesiniz ki insanların en hayırlısı, atının ya da devesinin yahut piyade olarak ayaklarının üstünde ölünceye kadar Allah yolunda çalışıp çabalayan kimsedir, insanların en kötüsü de günahkar, cüretkar ve facir kimsedir ki, Allah´ın kitabını okur, ama ondaki hükümlere bakıp uymaz”.
Beyhaki´nin rivayetine göre peygamber efendimiz Tebük´e varışının ertesi günü sabahleyin, layıkı veçhiyle Allah´a hamdü senada bulunduktan sonra şöyle dedi:
“iyi bilinizki sözlerin en doğrusu Allah´ın kitabıdır. Yapışılacak, tutunulacak en sağlam kulp takva kelimesidir. Dinlerin hayırlısı ibrahim´in dini´dir. (Islamiyettir)
Sünnetlerin hayırlısı Muhamed´in sünnetleridir.
Sözlerin şereflisi zikrullahtır.
Kıssaların güzeli şu Kur´andır.
Amellerin hayırlısı, Allah´ın yapılmasını gerekli kıldığı farzlardır.
Amellerin kötüsü, bidatler, sonradan sonraya ihdas edilenlerdir.
En güzel yol ve gidişat, Peygamberin yolu ve gidişatıdır.
Ölümlerin şereflisi, şehitlerin ölümüdür.
Körlüğün körü, doğru yolu bulduktan sonra sapmaktır.
Amellerin hayırlısı yararlı olandır.
Doğru yolun hayırlısı, kendisine uyulandır.
Körlüğün kötüsü, kalp körlüğüdür.
Veren el alan elden hayırlıdır.
Az olup yetişen şey, çok olup Allah´a taatten oyalayarak alıkoyandan hayırlıdır.
Özür dilemenin kötüsü, ölüm gelip çattığı andaki özür dilemedir.
Pişmanlığın kötüsü kıyamet gününde duyulandır.
İnsanların hayırsızı Cuma´ya en son gelendir.
insanların hayırsızı, Allah´ı kötü bir dille anandır.
Yanlışları en çok olan; dili, çok yalan söyleyendir.
Zenginliğin hayırlısı kalp zenginliğidir.
Azıkların hayırlısı takva azığıdır.
Hikmetin başı Allah korkusudur.
İçine yakın bırakılan kalp; şüphe ve küfür bırakılandan hayırlıdır.
Ölünün üzerine ağıt dökmek, bağıra bağıra ağlamak, cahili-ye devri işlerindendir.
Ganimet mallarına hiyanet, cehennem korlarındandır.
Şiir, iblisin işlerindendir.
Şarap, içki; günahların her çeşidini bir araya toplayandır.
Kadınlar, şeytanın tuzaklarıdır.
Gençlik, delilikten bir bölümdür.
Kazançların kötüsü, faiz kazancıdır.
Yemelerin kötüsü yetim malını yemektir.
Mutlu kişi; kendinden başkasının halinden öğüt alıp ibretle-nendir.
Yaramaz ve haydut kişi, daha anasının karnındayken yaramaz ve hayduttur.
Her biriniz dört arşın yere (kabre) varır. îş ise (amellerin muhasebesi işi) ahirete kalır.
Amellerde esas olan sonuçlarıdır.
Düşüncelerin kötüsü; yalan, yanlış düşüncelerdir.
Her neki ileride gelecektir, o yakındır.
Mü´mine sövmek, günahkarlık ve dini emirleri saymazlıktır. Mü´mini Öldürmek küfürdür.
Mü´minin etini yemek (Gıybetini yapmak) Allah´ın buyruklarına karşı gelmektir.
Müminin malının haramlığı, dokunulmazlığı, kanının ha-ramlığı ve dokunulmazlığı gibidir.
Yalan yere, Allah üzerine yemin eden kişi yalanlanır.
Af dileyen kişi Allah tarafından af olunur.
Kim öfkesini yutar, yeherse Allah onu mükafatlandırır.
Uğradığı ziyana katlanan kişiye Allah karşılığını verir.
Gösterişe uyan kimseye Allah da gösteriş yapar (gösterişinden ötürü onu cezalandırır).
Allah, güçlüklere sabredip katlanan kimsenin sevabını kat kat artırır.
Allah´a isyan eden kişiyi Allah azaba uğratır.
Ey Allahımî Beni ve ümmetimi yarlığa!
Ey Allahımî Beni ve ümmetimi yarlığa!
Ey Allahım! Beni ve ümmetimi yarlığa!
Kendim ve sizin için Allah´tan mağfiret dilerim!”
Tebük Savaşının Sonuçları
Tebük´te savaş olmadı, zira peygamber efendimiz Bizanslıların asker topladıklarını ve imparatorun hazırlanan orduya bir yıllık erzakı verdiğini haber almıştı. Böyle yapmakla imparator araplar üzerindeki eski hegomonyasmı, irade ve nüfuzunu devam ettirmek istiyordu. Çünkü Mute savaşında çok sayıda Bizanslı askerin Ölümü onu sarsmıştı. Peygamber ordusu fire vermeyecek şekilde geri çekilmişsede Bizanslılar müslümanları takip etmeye cesaret edememişlerdi. İmparator ve tebaası olan Hıristiyanlar yeni dine, İslamiyyete hücum edip kökünden yıkmak istiyorlardı. Çünkü ortaya yeni çıkan bu din, en azından Şam´da Bizans devletinin temellerine dinamit yerleştiriyordu, îşte bütün bu sebeplerden dolayı Peygamber efendimiz, Medine´de bekleyecek durumda değildi, aksine kendisinin Bizanslılar tarafından teşekkül edilen ordunun üzerine gitmesi icab ediyordu. Şehadet isteyen askerlerden teşekkül eden bir orduya Şam taraflarına doğru yola çıktı. Yola çıktığını haber alan He-rakliyus ve komutanları onu karşılama hususunda tereddüt ettiler. Çünkü Bizans ordusu Tebük´te 200.000 kişiden teşekkül ettiği halde 3.000 kişilik islam ordusu önünde epeyi zayiat vermişti. Öyle görülüyor ki Tebük vak´asmda imparator, Mute savaşında olduğu gibi Şam çevresindeki araplardan yardım elde etmeyi başaramamıştı. İşte bu sebepten dolayı Bizans kuvvetleri zayıf kalmış ve müslümanların karşısına çıkamamışlardı. Peygamber efendimizde herhangi bir savaşla karşılaşmadı. Tebük savaşının yegane sonucu, Cenab-ı Allah´ın Bizanslıları müminlerden ürkütmesi ve ziyan içerisinde geri döndürmesi olmuştu. Böylece Peygamber efendimiz de Mute savaşında ricat eden islam ordusunun öcünü Bizanslılardan almıştı.
Fakat Peygamber efendimizin tekerrür eden dini fitneyi önlemesi gerekiyordu. Bunun için Bizanslılar üzerine Usame ordusunun gönderilmesini ve bu ordu vasıtasıyla iman ehli olan kimselerin herhangi bir müslümanı düşmana teslim etmeyeceğini, yahut yardımsız bırakmıyacağım kafirlere bildirilmesir´ tavsiye etmişti.
Tebük´te savaşla ilgili neticeler elde edilmediği, ancak yukarıda bahsi geçen neticeler elde edildiği bilinmekle beraber, bıraktıkları izler savaş sonucunda daha az tesirli değildi. Hatta daha fazla tesirler bırakan bazı sonuçlar elde edilmişti. Şöyle ki:
1- Peygamber (sav) efendimiz arap sahrasında Şam´a komşu bulunan arap kabilelerinin durumlarını öğrenmişti. Bundan sonra kılıçlarıyla boyunlarına vuran Bizanslılara tabi olmasınlar diye bu arap kabilelerinin kalplerine islami izzet ruhunu aşılamıştı. Müslümanlara tabii olarak güçlenmelerini istemişti. Romalıların kendilerinden kaçtığını onlara göstererek. Bizans ordusunun zayıfladığını bildirmek istemişti. Romalıların nüfuzunu parçalayıp daha önce kendilerine yaptıkları eziyetlerin öclerini almak için müslüman olup güç kazanmaları gerektiğini onlara bildirmişti. Müslüman olduklarında Romalılardan öçlerini alacak, boyunlarına islam kılıcıyla vuracaklardı. Nitekim bilahare yapılan Yermük muharebesinde bu durumlar gerçekleşmişti.
2- îslam kelimesi Şam mıntıkasında, Gassan hıristiyanları arasında yayılmaya başladı. İslam´a tabii olanların sayısı arttı. İslama girenlere engel olan kimseler azaldı. Oradaki araplar, istikbalin islamın olacağını anladılar. Çünkü islamiyet Allah´ın diniydi. İçinde aşla sapıklık bulunmayan hakkın diniydi. İçinde asla eğrilik bulunmayan dosdoğru bir dindi. Bu sebeple artık araplar Bizanslılara yardım etmeyeceklerdi. Yermük savaşında Romalılarla müslünıanlar arasında vuku bulan çarpışmalarda araplar artık romahlara yardım etmez olmuşlardı.
3- îslami düşünce Hıristiyanlar arasında kabul görmeye başlamıştı. Hıristiyan büyüklerin nezdinde Îslami gerçekler belirmiş ve kabul edilmişti. Müslüman olan kimse, İslam dinine sarılmıştı. Müslüman olmayanlarsa, müslümanlarla barış akdi yapmıştı. Bundan böyle Şam´a yakın mıntıkalara müslümanla-rm seriyyeleri gidecekti.
tslami ilkelerle Hıristiyanlar arasında görülen en belirgin diyolog, belki de Herakliyusun Peygamber efendimize mektup yazışı idi.
Bizans İmparatorunun Peygamber Efendimize Gönderdiği Mektup
Peygamber (sav) efendimiz Tebük´e varıp konakladığında Bizans imparatoru ordusunu göndermeden önce Peygamber efendimize bir mektup göndermişti. İmam Ahmed Bin Han-bel´in rivayetine göre Bizans imparatoru, Hıristiyan araplardan sorumlu bir adamı çağırdı ve ona: “Dili, arap dili olan, söyleneni iyi ezberleyen bir adam çağır bana. Onu şu zata – Yazısının cevabıyla birlikte- göndereceğim” dedi. Bu emri üzerine Tenuhi isminde bir adamı imparatorun yanına götürdüler.
Tenuhi derki: “Herakliyus bana bir yazı verdi ve dedi ki: “Yazımı o zata götür. Sakın, onun söylediklerinden hiç bir şeyi unutma. Benim için onun söyleyeceklerinden şu üç şeyi ezberinde tut:
1- Bak bakalım, bana yazmış olduğu yazı hakkında bana hiçbir şey söyleyecek mi
2- bak bakalım; yazımı okuduğu zaman (gece ve gündüz) sözünü anacak mı
3- Bak bakalım; kendisinin sırtında seni şüphelendirecek bir şey görebilecek misin
Yazı yanımda olduğu halde Tebük´e geldim. O sırada Resü-lüllah (sav) ashabının arasında, dizlerini dikip iki elini kavuşturmuş olarak su başında oturuyordu. Onlara “sahibiniz, efendiniz nerede ” diye sordum. îşte orada oturuyor, dediler yanına kadar varıp önüne oturdum. Yazıyı kendisine sundum, alıp yanına koydu, bana: “Sen kimlerdensin ” diye sordu. Ben: “Te-nuhlardan bir kimseyim” dedim.
Sen, islamiyete, hanif olan islamiyete, baban ibrahimin dinine girsen olmaz mı diye sordu. Ben a\e: “Ben bir kavmin yanından gelen elçisiyim ve o kavmin dinindeyim onların yanma dönünceye kadar da onu değiştirtmem ve ondan dönemem” dedim. Güldü.
“Sen her istediğini hidayete erdiremezsin fakat Allah´tır ki kimi dilerse ona hidayet verir. Ve o hidayete erecekleri daha iyi
bİUrn (Kasas; 56)
Bu mealdeki ayeti Kerimeyi okudu. Sonra şöyle dedi: “Ey Tenuhi kardeş! Ben kisraya bir yazı yazmıştım. O yazıyı yırttı. Vallahi kendisinin saltanatı da Öyle parçalanacaktır! Senin hükümdarına da bir sahife yazmıştım O onu tuttu ve yırtıp atmadı. Kendisi yaşadığı müddetçe Bizans halkı onun yüzünden sıkıntı çekmeyecekler, hayır görmekte devam edeceklerdir!”
Kendi kendime (İşte hükümdarımın bana tavsiye ettiği üç şeyden biri!) dedim. Hemen ok çantamdan bir ok olarak kılıcımın kınına bunu yazdım. Resulullah bundan sonra Herakliyu-sun yazısını solunda oturan bir adam verdi. “Yazılarınızı size okuyacak adamınız kimdir ” diye sordum. Muaviyedir, dediler. Muaviye yazıyı okumaya başladı. Muaviye, Herakliyusun mektubunun şu bölümüne gelmişti: “Beni, genişliği yerlerle gök kadar olan ve müttakiler için hazırlanmış olan cenete davet ediyorsun! O halde cehennem nerededir ” Muaviye mektubun bu bölümündeki soruyu okuyunca Resulullah (sav) efendimiz. “Sübhanellah! Gündüz gelince gece nerededir ” buyurdu. Ben yine çantamdan ok çıkararak kılıcımın kınına bunu da yazdım. Getirmiş olduğum mektubun okunması tamamlanınca Resulul-lah: “Senin bir hakkın vardır. Sen bir elçisin. Eğer yanımızda bağışlanacak bir şey olsaydı onu sana bağışlardık. Ne var ki biz sefer halindeyiz” dedi. Orada toplanmış bulunan cemaat arasından birisi şöyle dedi: “Ben ona bağışım vereyim”. Böyle dedikten sonra yükünü açtı. Altlı üstlü sarı bir elbise getirip yanıma koydu. “Bu bağışın sahibi kimdir ” diye sordum. Osman´dır dediler. Resulüllah (sav) efendimiz: “Bu elçiyi hanginiz misafir edip ağırlayacak ” diye sordu, ensar gençlerinden biri “Ben…” diyerek ayağa kalktı. Ben de ayağa kalktım. Kendisiyle birlikte oturduğum meclisten çıkıp gittiğim sırada, Resulüllah (sav) efendimiz bana,: “Ey Tenuh´lu kardeş gel” diyerek seslendi. Hemen geri döndüm, önünde oturduğum yere kadar gelip ayakta durdum. Belinin kuşağını çözüp sırtını açtı. “îşte, emrolundu-ğun şey orada, iyice bak!” dedi. halbuki ben onu unutmuştum, çevrelenen halkın arka tarafına geçtim. Resulüllah (sav) abasını sırtından indirdi. Birde ne göreyim: iki omuzunun körek kemikleri arasında Kulak kıkırdağı yumuşaklığında büyükçe bir mühür !n
Peygamber Efendimizin Eyle Meliki ile Yaptığı Barış Akti
Tebük´e yapılan seferin çok yararlar sağladığını söylemiştik. Çünkü yabancılarla Müslümanlar arasında fikri ve siyasi bağlar kurulmuştu. Tebük´te peygamber efendimizle Herakliyus arasındaki yazışmaların sonucunu da anlatmıştı. Şimdi de meşhur bir rivayetten bahsedeceğiz. Şöyle ki: Eyle Hükümdarı Yuhanna bin Ru´be peygamber efendimize gelerek cizye vermiş ve barış anlaşması yapmıştı. Cerba ve Ezrah mıntıkasının insanları da gelerek peygamber efendimize cizye vermişlerdi. Peygamber efendimiz de onlarla barış içinde bulunduğuna ve onlara eman verdiğine dair bir yazı yazmıştı. îbn ishak´m anlattığına göre, bu yazı hala onların yanındadır.
Peygamber efendimizin Yuhanna bin Rü´be´ye yazdığı Mektubun metni şudur:
“Bismillahirrahmanir rahim. Bu, Allah ve Allah Resulü Mu-hammed tarafından Yuhanna´bin Rübe ile Eyle halkından denizdeki gemilerde bulunanları ve karad yürüyen dolaşanları için eman yazısıdır. Gerek bunlar ve gerek Şam, Yemen ve deniz sahili halkından Eylemlilerle birlikle bulunanlar, Allahın himayesindedirler ve Muhammed peygamberin himayesinde-dirler. Onlardan bir kötülük işleyeni, yanındaki malı koruya-mıyacak; Onun malı da, insanlara helal olacaktır. Gerek su almak isteyenin, gerek denizde ve karada istediği yola gitmek isteyenin engellenmesi helal olmayacaktır.”
Görülüyor ki, Eyle hükümdarına verilen bu ahidname özel olmayıp umumidir. Çünkü sadece Eylelileri kapsamamakta, aksine Şam´h, Yemenli kimselerle denizlerde dolaşan insanları da kapsamına almaktadır. Şu halde yukarıda belirtilen zümrelerin beraberliği Hıristiyanlıkta idi. Yani anılan grupların hepsi hıristiyan idiler. Cenup´teki Yemenliler ve Eyle´liler hüküm ve siyaset bakımından bir beraberlik içinde değillerdi. Ancak din bakımından beraberlik içindeydiler. Şu halde Peygamber efendimizin zimmet akdi, o bölgedeki bütün Hıristiyanları kapsıyordu. Tabiiki koymuş olduğu şartlara riayet ettikleri takdirde himaye göreceklerdi. Her ne kadar Peygamber efendimizle barış anlaşması yapan şahıs Eyle hükümdarı idiysede O anlaşmanın şartlarına riayet eden kimseler de zimmet akdinin kapsamına gireceklerdi. Peygamber efendimizin yazdığı bu eman-name ile Hıristiyan araplarm çoğu, heyetler halinde Peygamber efendimize gelerek teslimiyetlerini arz ettiler. Mezkur emannamenin bir benzerini de Cehm bin Salt ile Şurahkil bin Hasene´ye de yazdı ya da yukardaki anlaşmada geçen haklar bu iki şahsa da tanındı. Yine bu emannamenin bir benzerini Cerba ve Ezrah halkına yazdı. Emannamenin metni şöyle idi:
“Bismillahirrahmanir rahim. Bu, Resülüllah Muham-med´den Cerba ve Eznah halkına yazılmış bir mektubtur ki, Onlar Allah´ın emanı ve Muhammed (sav)´ın emanı ile emniyettedirler. Yalnız her Recep ayında 100 dinar altın ve 200 okka gümüş vereceklerdir. îyilik ve müslümanlara ihsan ile onların korunacağını tekeffül ederim. Kendilerine sığınan müslüman-lar da himaye görürler.”
Böylece Peygamber efendimiz Müslümanlarla, Hıristiyanlar arasında özel akidler yapıyor, Müslümanların islam davetçileri olarak çevre ülkelere gitmelerine yol açıyordu. Şüphesiz ki bu da islam davetinin ileriye gitmesini sağlayan büyük sonuçlardan biriydi. Peygamber (sav) efendimiz savaşçı olarak değil, aksine bir hidayet rehberi, müjdeci ve uyarıcı, aynı zamanda izni ile Allah´a davet edici, aydınlatıcı bir güneş olarak gelmişti. Peygamber (sav) efendimiz çevredeki belde ve kabilelerle akid-ler yapmakla yetinmemiş idi. Tebük´te iken oraya yakın olan şimaldeki kabilelere de seriyyeler göndermiş, onlarla barış anlaşması yapmıştı.
Halid Bin Velid´in Devmetül Cendel´e Gönderilişi
Halid bin Velid başında komutan olduğu seriyyesiyle birlikte kinanelilerden Ukaydir bin Abdülmelik´e gönderildi. Ukaydir Devmetül Cendel´in emiri idi, Hıristiyandı. Halid bin Velid´in seriyyesinde 420 süvari vardı. Beyhaki´nin anlattığına göre bu Seriyye muhacirlerden teşkil edilmişti. Başlarında Ebu Bekir es Sıddik vardı. Halid ise arabilerin başındaydı. Peygamber (sav) efendimiz seriyyeyi yola koyarken Halid´e: “Sen ukaydiri yaban sığırı avlarken göreceksin” demişti. Bu da Ukaydirin, ciddi işlerle uğraşmayan bir emir olduğunu göstermekteydi.
Halid bin Velid yola çıktı. Ukaydir´in kalesine yaklaştı. Onu gözle görebilecek kadar yakın oldu. Mehtaplı bir geceydi. Ukaydir kalenin üstünde karısıyla birlikte yatağa uzanmıştı. O sırada bir yaban sığırı gelerek boynuzuyla kalenin kapısını tırmalayarak aşındırmaya başladı. Karısı; “Sen hiç bunun gibisini gördün mü ” diye sorunca, Ukaydir; şöyle cevap verdi: “Hayır vallahi hiç böylesini görmedim.” Karısı: “Şu kapıyı tırmalayıp oynatan da kim oluyor ” diye sorunca, Ukaydir: “Hiç kimse…” diye cevap verdi ve kalkıp atına binerek kaleden aşağıya indi. Denildiğine göre yaban sığırı, Ukaydir´i kaleden aşağıya indirmek için kale kapısına toslamış ve kapıyı zorlayarak hareket ettirmişti. Ukaydir´le birlikte hane halkından bir kaç kişi de kaleden aşağıya inmişlerdi. Aralarında kardeşi Hassan da vardı. Çıktıktan sonra Resülüllahın süvarileri Ukaydir yakaladılar, kardeşi Ha´ssan´ı da -mücahidlere karşı direndiğinden dolayı- öldürdüler.
Ukaydir refah içinde yaşayan bir kimseydi. Üzerinde altın sırmalarla işlenmiş ipekten bir cübbe vardı. Halid bin Velid cübbeyi üzerinden çıkarıp Resülüllaha gönderdi. Sahabiler cüb-beyi görüncü hayretle seyretmeye, elleriyle dokunmaya başlamışlardı. Peygamber efendimiz, bu cübbeye aldanmamalarını, bunun insanı azdıran dünya nimetlerinden biri olduğunu söylemiş ve sahabilerini ahiret nimetlerini elde etmeye davet ederek şöyle buyurmuştu: “Siz bu cübbeye hayran mı oldunuz Canım kudret elinde olan Allah´a yemin olsun ki Sad bin Muaz´ın cennetteki mendilleri bundan daha güzeldir!”
Peygamber efendimiz kendisine cizye vermesi şartıyla Ukaydir´le anlaşma yaptı. Vakidi´nin rivayetine göre Ukaydir´le birlikte 1000 deve, 400 zırh, 400 mızrak bulunuyormuş. Bu rivayetin sıhhat derecesi ne olursa olsun, neticede Peygamber efendimiz Ukaydir´i serbest bırakmış o da kendi köyüne dönmüştü. Öyle anlaşılıyor ki, zımmilik anlaşması yaparak onu salıvermişti. Bu anlaşma gereğince Ukaydir ve beraberindeki kimseler Vakidi´nin de anlattığı gibi zımmi olmuşlardı.
Müslümanların Tebük´ten Dönüşleri
Tebük gazvesi mübarek bir gazve olmuştu. Bu gazvenin özü, gayesi ve neticesi islam daveti idi. Bu gazve sayesinde arap beldelerinin kuzeyinde islam daveti yayılmıştı. Bu iklimlerdeki araplar islamiyetle tanışmışlardı. Bundan böyle tslamiyetin nuru Şam´da yayılacaktı. Böylelikle İslam ordusunun fütuhatına zemin hazırlanmıştı. Böylece îslam ordusuyla Romalılar ve araplar arasında muharebeler olacaktı. Bu arapların bir kısmı da Şam araplarıydıki bunlar İslam adına gaza etmişlerdi.
Nihayet Peygamber efendimiz Medine´i Münevvereye döndü. Tebük´te 20 gece ikamet etmiş, sonra da dönüş için yola çıkmıştı, îbn İshak´ın sözlerinden anlaşıldığına göre Tebük´teki ikameti 20 geceyi aşmamıştı. Ancak Medine´den geliş ve Medine´ye dönüş süresi buna dahil değildi. Bu süre zarfında çeşitli kabilelerle zimmilik akdi yapmış, Romalıların hegemonyasını yıkmış, insanlara lüks ve refah içinde eğlenerek, avlanarak hükmeden kimselerin tahakkümüne nihayet vermişti. îslam daveti Bizans´a mücavir arazilere ulaşmıştı. Artık Bizanslıların hakimiyeti silinip yok olma aşamasına gelmişti. Arabistan´da müslümanlar fitneye düşürülemiyecek ve onlara eziyet edilemiyecekti.
Medineye dönüşü esnasında peygamber efendimizden harikulade durumlar zuhur etmişti. Gerçi bu harikulade haller onun hayatında çok görülmüştü. Bunlar da onun peygamberliğinin birer delili idiler. Her nereye giderse bu mucizeleri izhar ediyordu. Medine´ye dönüş yolunda Sahabiler şiddetli denecek kadar susamışlardı. Kum çölünde su çok nadir bulunuyordu. Yolda bir vadide su sızıntısına rastladılar. Su adeta damlıyarak akıyordu. Peygamber efendimiz, o suya yaklaştıklarında kendisinden Önce hiç kimsenin su başına gitmemesini emir buyurdu. Ama bazı münafıklar kendisinden önce suya vardılar. Oradan ancak bir ya da iki, ya da üç süvari istifade edebilir, sonra da su kururdu. Peygamber efendimiz su başına vardığında su bulamadı. Kendisinden önce su başına varıp suyu kurutanlara beddua etti. Sonra elini, suyun sızmakta olduğu yüksekçe yerin altına koydu.Dilediği şekilde Rabbine tazarru ve niyazda bulunarak dua etti. Su sızıntısının görüldüğü yerden adeta yıldırımı andıran bir ses duyuldu. Ve sular gürül gürül akmaya başladı. Hem peygamber efendimiz hem de beraberindeki insanlar ka-nmcaya kadar içtiler ve suya olan ihtiyaçlarını karşıladılar. Peygamber efendimiz yanında olanlara şöyle dedi: “Eğer siz veya sizden biriniz sağ kalacak olursa, vadinin Önünden, sonundan, sulu, bol otlu ve bol nimetli olduğunu muhakkak işitecek-sinizdir.”
Bu durum tıpkı kavmi kendisinden su istediklerinde taşa vurarak, taştan on iki gözelik su fışkırtan Musa Peygamberin izhar ettiği durum gibidir. Bu hususta Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Bir zamanda Musa kavmi için su istemişti; “Asanla taşa vür” demiştik. Bunun üzerine taştan on iki göze fışkırmıştı. Her bölük, kendi içecekleri pınarı bilmişti. “Allah´ın rızkından ye-yin, için ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak (şuna buna) saldırmayın” (demiştik)” (Bakara; 60)
Musa´nın kendi asası ile bulup çıkardığı pınar peygamberlik pınarıydı. Muhammed (sav)´in kendi eliyle sıvazlayıp bulduğu pınar, peygamberlik pınarıydı. Kaynak isyan etmiş, azıcık su damlatmaya başlamıştı. Muhammed (sav) dua etmiş, kaynak yarılmış ve yıldırım sesini andıran ses vererek gürül gürül su akıtmıştı.
Komutan Askerini Gözetir
Annenin yavrusuna şefkatli oluşu gibi komutan da askerine şefkatli olmak mecburiyetindedir. Çünkü askerleri Allah yolunda canlarını feda etmek için evlerinden ve yurtlarından çıkıp sefere gelmişlerdir. Maksatları mal biriktirmek değildir. Aile efradını, çoluk çocuklarını ve istirahatlarını bırakıp gelmişlerdir. Bunlara ahirette mükafat olarak ancak cennet vardır. Dünyada da ikram göreceklerdir.
Gazilerden biri yolda vefat etmişti. îmanlı ve gönülden inanan bir kimseydi. İslamiyeti yaymak uğruna kavmine karşı direnmiş ve nihayet onlar da elbisesinden tutup kendisini çekiş-tirmişlerdi. Bu mü´min Abdullah Zülbicadeyndi. Vefat etmişti. Peygamber efendimiz ve iki yardımcısı Ebu Bekir ile Ömer onu defnetmişlerdi. Bu konuda İbn İshak´m söylediklerine kulak verelim, Abdullah bin Mes´ud şöyle anlatır: “Tebük gazvesinde Resülüllah (sav)´ın yanında bulunuyordum. Gece yarısı kalktım, garnizonun her kenarında ateş parıltısı gördüm; gidip ateşe bakayım dedim. Bir de ne göreyim: Resülüllah (sav) ile Ebu Bekir ve Ömer orada bulunuyorlar. Abdullah Zülbicadeyn el-müzeni vefat etmiş, onun için bir mezar kazmışlardı. Mezar olarak kazdıkları çukurun içine Resülüllah (sav) inmiş, Ebu Bekir ve Ömer de mütevaffa Abdullah´ı mezara sarkıtıyorlardı. Resülüllah (sav) efendimiz onlara: “Kardeşinizi bana yaklaştırın” dedi. Onlar da Abdullah´ı mezara yavaşça sarkıttılar. Resülüllah onu yanı üzerine yatırırken şöyle dedi. “Allahım ben Abdullah´tan razıyım sen de ondan razı ol.”
Abdullah bin Mesud der ki: “Keşke bu mezara sarkıtılan kişi ben olsaydım.”
Abdullah´a “Zülbicadeyn” denmesinin sebebini izah eden îbn Hişam şöyle der: “Abdullah İslama meyletmiş, kavmi, onu İslama girmekten men etmiş ve ona çeşitli baskılar yapmışlardı. Nihayet müslüman olmuş. Bu sebeple de kavmi onu elbisesiz bir şekilde terk etmişlerdi. Üzerinde bicattan başka bir giysi yoktu. Bicad, kaba kumaştan dokunmuş bir giysidir. Müslüman olunca kavminin elinden kaçıp Peygamber efendimizin yakınına gelmişti. Ama kavmi onu kovalamış ve üzerindeki giysisini çekiştirip parçalamış ve ikiye ayırmışlardı. O da bu giysinin bir kısmınıozun atmış bir kısmını da peştemal olarak sarmıştı, işte bu sebepten ona iki bicat sahibi anlamına gelen Zül-bicadeyn lakabı verilmişti.”
Görünüz işte peygamber ve güvenilir bir mücahit olan efendimiz, mücahitlere nasıl ikramda bulunmuştu. Vefat eden mücahitleri kurtlara yem olarak çölde ve açıkta bırakmamış, aksine Ölümleri halinde de onlara tıpkı hayattaki gibi ikramda bulunmuştu ki, mü´minler kendilerini îslam daveti uğruna feda etmekten kaçınmasınlar.
Cenab-ı Allah´ın Peygamberlerini Koruması
Yüce Alalı buyurdu ki:
“Ey Resul! Rabbinden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini yapmamış olursun Allah seni insanlardan korur.n (Maide;67)
Peygamber efendimiz hiç ara vermeksizin îslam davetini sürdürüyor, Mekke-i mükerremeden Medine´yi münevvereye kadar mesafeyi çölün zahmetlerine göğüs gererek kat ediyordu. Sonra ilahi risaletin Bizanslılara üstün gelmesi için sahraları ve vadileri aşarak Şam mıntıkasına gidiyordu. Gayesi, Bizanslıları, onlara tabi olan kimseleri, îslamın izzeti önünde boyun eğdirmekti. Güçlü ve muktedir olan Cenab-ı Allah, onu suikast-çilere karşı o uçsuz bucaksız çöllerde korumasaydı, onu kim koruyabilirdi
îslam ordusunun arasına bazı münafıklar sızmışlardı. Ancak bunlar mü´minleri seferden geri döndürmek için Medine´i münevvereye dönmüşlerdi. Bir kısımları da îslam ordusunun arasında kalmışlardı. Maksatları fırsatım buldukları takdirde yolculukta veya savaş esnasında mü´minleri bozguna uğratmaktı, fakat sürekli gözledikleri fırsatı Cenab-ı Allah kendilerine vermemişti.
Tebük seferi nihayete erip de Peygamber efendimiz Medine´ye dönerek îslami davete başlayınca münafıklar ve kafirler müslümanları hezimete uğratmak maksadıyla tereddüt zehrini, gevşeklik mikrobunu saçacakları bir ortam bulamamışlardı. Çünkü savaş ve çarpışma vuku bulmamıştı. Peygamber efendimizin güçlük ordusuyla Medine´i Münevvereye güven ve selamet içinde döndüğünü görünce ona karşı bir suikast planladılar. Yolda yüksek bir dar boğazdan kendisini uçuruma yuvarlamayı tasarladılar. Daha önceleri de Medine-i münevverede Yahudi mahallesinde bir evin duvarı dibinde otururken Yahu-, diler damın üzerinden Ona tas atarak suikast teşebbüsünde bulunmuşlardı. Bu defasında da hain münafıklar onu dar bir boğazda uçuruma yuvarlamak istemişlerdi. Ama birinci sui-kastte Cenab-ı Allah peygamberini haberdar kıldığı gibi bu ikincisinde de haberdar kılmıştı.
Peygamber efendimiz dar boğaza yaklaştığı zaman orduya: “Siz vadi içine gidiniz; orası sizin için hem daha kolay hem daha geniştir.” buyurdu. Kendisi de dar boğaza doğru tırmanmaya başladı. Müslümanlar ve bütün ordu vadinin içine doğru yol almaya başladılar. Ancak kötü niyetli suikastçiler de peygamber efendimizin ardı sıra darboğaza doğru çıkmaya başladılar ki, amaçlarını gerçekleştirebilsinler. Onlar tuzak kurmuşlardı, ama Cenab-ı Allah tuzaklarını başlarına geçirdi. O tuzak kuranların tuzaklarını boşa çıkaranların en hayırhsıdır. peygamber efendimiz de onların murdarca tuzak kurduklarını anlamıştı. Bunun için hazırlandılar ve maskelendiler, tanınmamak için yüzlerine peçe çektiler ama bilahare müslümanlar onları ortaya çıkarmıştı. Onlar büyük bir suça teşebbüs etmişlerdi. Peygamber efendimizi uçurumun aşağısına yuvarlamak istemişlerdi. Peygamber efendimiz devesinin yularını çekmesini Ammar bin Yasir´e, arkadan sürmesinide Huzeyfe bin Yaman´a emretti. Peygamber efendimiz iki arkadaşıyla birlikte bu minval üzere seyrine devam etmekteyken, hayvanları üzerinde, yüzleri örtülü bir grup gelip çevrelerini sardılar. Ammar dönüp onların hayvanlarının yüzlerine deynekle vurdu. Huzeyfe ile Ammar, Peygamber efendimizin bineğinin yularını nöbetleşe çekiyorlardı. Huzeyfe bin Yeman, peygamber efendimizin devesinin üzerinde giderken uyuklamaya başladığı sırada arkalarmdan gelen bazı kimselerin: “Onu, hayvanından bir düşüre-bilsek, boynu kırılır. Biz de kendisinden kurtulup rahata ereriz” dediklerini işitti. Peygamber efendimiz canına kasdetmek istediklerini anlayınca o münafıklara kızdı. Kendilerini yüzgeri etmesi için Huzeyfe´ye emir verdi. Huzeyfe hemen dönüp onları hayvnalarınm yüzlerine elindeki deynekle çarpıverdi. “Ey Allah´ın düşmanlarır diyerek bağırdı. O sırada Peygamber efendimiz de bağırınca bu münafık grup hemen geri döndüler. Allah onların kalplerine korku düşürdü. Kurdukları tuzağın Peygamberimize açıklandığını sandılar. Boğazdan acelece aşağıya inip halkın arasına karıştılar. Peygamber efendimiz, Huzeyfe´ye´ “Bu süvarilerden herhangi birini tanıyabildin mi ” diye sordu. Huzeyfe şöyle cevap verdi: “Ya Resülüllah! Hayvanların falan ve falan şahsa ait olduğunu anladımsa da adamlar, yüzlerini örttükleri ve gece de karanlık olduğu için kendilerini iyice görmedim. Teşhis edemedim!”
Bu defa peygamber efendimiz Ammar bin Yasir´e sordu: “Sen o cemaati tanıyabildin mi ” Ammar şöyle cevap verdi: “Hayvanların hepsini tanıdım, fakat üzerindekiler maskelenmiş idiler” Peygamber efendimiz bu defa Ammar ile Huzeyfe-ye birlikte sordu:”O grubun bana ne yapmak istediklerini anladınız mı ” Onlar da hayır ya Resülüllah deyince Resülüllah şöyle buyurdu: “Onlar arkamdan gelerek beni uçurumdan aşağı yuvarlamak istediler.” Sahabiler: “İzin verde boyunlarını vuralım ´ dedilersede bunu uygun görmeyip şöyle cevap verdi: “Muhammed´in kendi arkadaşlarını öldürdüğünü söyleyerek insanların dedikodu yapmalarını istemiyorum ´
Bu kıssadan bahseden Ibn İshak, peygamber efendimizin şöyle buyurduğunu nakleder:”
“Allah onların (suikastçilerin) adlarını ve babalarının adlarını bana bildirdi. Sabah olunca inşaallah onların adlarını size bildireceğim şimdi gidin (rahatınıza bakın ey Huzeyfe).” Sabah, olunca Sahabiler toplandılar ve rivayete göre peygamber efendimiz o suikastçi münafıkların adlarını sahabilere birer birer bildirdi.
Ancak bu hususta rivayetçiler çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Her ne ise.. Peygamber efendimiz Huzeyfe´ye bu münafıkların adlarını kimselere anlatmamasını tavsiye etmiştir. Anlatıldığına göre Huzeyfe, o münafıkların adlarını biliyordu. Ancak Peygamber efendimiz bunu ona bir sır olarak emanet etmişti. Hatta denilir ki Peygamber efendimizden sonra herhangi bir kimse öldüğü zaman onun durumunu Huzeyfe´nin davranışlarından anlarlarmış. Huzeyfe onun üzerine cenaze namazı kılarsa mümin olduğu; eğer kılmazsa münafık olduğunu, en azından durumunun şüpheli olduğunu anlarlarmış.