Zayıf ve korumasız müininler uğradıkları eziyet dolayısıyla inliyor ve hallerini Peygamber efendimize şikayet ediyorlardı. Peygamber efendimiz de onların şikayetlerini dinliyor, bu nedenle de sürekli elem duyuyordu. Mü´minler hallerini ona şikayet ediyor, o da onlara sabretmelerini tavsiye ederek cenneti müjdeliyordu. Ama mü´minlerin çektikleri eziyetleri Peygamber efendimiz de çekmedikçe rahmet peygamberi olamazdı. Onlarla, birlikte eziyetlere katlanmasaydı, sevinç ve tasa halinde insanları birlik ve beraberlik, eşitlik içinde olmaya davet edemezdi. Her ne kadar Haşîm oğulları onun öldürülmesine engel oluyorlarsa da, onun hakarete uğramasına, alay edilmesine ve eziyet görmesine engel olamıyorlardı. Hatta Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi beyinsizler, ona karşı alenen eziyet etmeye cüret gösteriyorlardı. Hatta bir defasında lanetli Ebu Leheb, oğlunu Peygamber efendimize musallat etmiş, Mekke´nin en muteber şahsiyeti olan Ebu Talibin huzurunda onun yüzüne tükürt-müştü.
Buhari, Amr bin Asin şöyle dediğini rivayet eder:
“Bir ara Peygamber (sav) efendimiz Kabe´nin Hatim denen kısmında namaz kılarken Ukbe bin Ebi Muayt ona saldırmış ve elbisesini boynuna dolayarak şiddetle sıkmış ve boğacak hale getirmişti. Öte yandan Ebu Bekir (r.a) koşup gelerek Uk~ be´nin omuzlarından tutmuş ve onu Peygamber efendimizden uzaklaştırdıktan sonra şu ayet-i kerimeyi okumuştu:
“Rabbim Allah´tır, dediği için bir adamı mı öldürüyorsunuz Oysa size Rabbinizden belgelerle gelmiştir. Eğer yalancıy-sa, yalanı kendi zararınadır. Eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit etiklerinden bir kısmı başınıza gelebilir. Şüphesiz Allah, aşırı yalancıyı doğru yola iletmez.” (Mü´min: 28)
Ebu Cehil, namaz kılarken secdş haline bulunan Peygamber efendimizin üzerine deve pisliği atmıştı. Henüz küçücük bir çocuk olan Fatıma koşup babasının yanına gelmiş, o pislikleri sırtından alıp atmış ve müşriklere lanet okumuştu. Ebu Cehil, ta şafak atıncaya kadar düşünmüş ve Peygamber efendimizi öldürmek planları kurmuştu. Peygamber efendimizin akrabaları olan Haşim oğullarının, harekete geçerek onun intikamını alabileceklerini düşünmüyordu. Ebu Talib ile Allahin kılıcı Hamza´nın bir araya gelerek Muhammed´in kanını yerde bırakmayacaklarını ve pençelerinden kurtulamayacağını aklına getirmiyordu. Akrabaları her ne kadar onun dinine girmek hususunda birlik içinde olmasalar da, aşiretçilik duygusu sebebiyle Muhammedi korumaktan vazgeçmeyeceklerdi. Ama Ebu Ce-hil´deki derin kin, gözlerini kör etmiş ve kulaklarını sağırlaştır-mıştı. O ahmak, yapacağı işin sonunu düşünmüyordu. Sadece önleyemediği öfkesini dindirmek ve nefsini rahatlatmak istiyordu, îbn tshak´ın rivayetine göre, beyinsizlerin lideri olan Ebu Cehil, Kureyş topluluğu Önünde durarak onlara şöyle hitap etmişti:
“Ey Kureyş topluluğu! Görüyorsunuz ki, Muhammedi dinimizi kötülemekten, atalarımıza sövmekten, bize hakaret etmekten ve tanrılarımıza küfretmekten vazgeçmiyor. Allah´a söz veriyorum ki, yarın ben bir taşın üzerinde oturacak ve Muhammed namazda secdeye varınca, o taş ile ´kafasını ezeceğim! Ben onun kafasını ezdikten sonra Abdümenaf oğulları bana ne yaparlarsa yapsınlar.” Ertesi sabah, Ebu Cehil eline bir taş alıp oturdu ve beklemeye başladı. Resulullah (sav) gelip namaza durdu. Kureyşliler de bir tarafta toplanıp oturmuşlardı. Peygamber efendimiz secdeye varınca Ebu Cehil taşı aldı ve ona yöneldi. Yanına yaklaşınca korkak, ürkek ve rengi sararmış bir halde eli yanına indi. Nihayet taşı elinden attı. Kureyşliler´den bazı kimseler ona: “Sana ne oldu ey Eba Hakem ” diye sordular. O da şöyle cavap verdi: “Dün size söylediğimi yapmaya kalktım. Muhammed´e yaklaştığımda aramızda bir deve paydahlandı. Vallahi öyle bir deve görmemiştim. Onun gibi boynu uzun, başı büyük ve dişleri iri bir deve görmemiştim. Deve beni yemeye yöneldi. Ben de kaçtım.”[1]
——————————————————————————–
[1] îbn Kesir El Bidaye vennihaye c.3, 8.43.
Resulüllah´ın Heybeti
Bu anlattıklarımız, müşriklerin Peygamber (sav) efendimize reva gördükleri bazı işkence ve eziyetlerdi. O yürüdüğü veya konuştuğu zaman onunla alay ederlerdi. Onun sihirbaz ve deli olduğunu söylerlerdi. Ona karşı inatçı bir tutum içine girerlerdi. O kabileleri İslam´a davet ederken kendisine karşı böyle tavırlar takınırlardı.
Acaba müşrikler, Peygamber efendimiz güçsüz bir kimse olduğu için mi ona eziyet veriyorlardı Peygamber (sav) efendimiz, aslında heybetli ve güçlü bir şahsiyete sahipti. Cenab-ı Allah ona tam bir insani kuvvet vermişti. O hem korkulan, hem sevilen bir kimseydi. Sevimliliği, heybetliliğini yok etmemişti. O karşısındakini korkutmak istediği zaman, bunu yapacak güçteydi. Cenab-ı Allah onu insanlara karşı koruyacaktı, ama bazı beyinsizlerle ahmaklar, asil kimseleri Peygamber efendimize karşı kışkırtmak istiyorlardı. Muhammed (sav) alicenab bir insandı. O insanlara kaba kuvvet göstermek ve onları korkutmak istemiyordu. Aksine insanlara yakın olmak, onlara iyi davranmak ve ülfet kurmak istiyordu. Peygamber (sav) efendimiz, yeri gelince müşriklerin kalplerine korku saçıyordu. Onun heybetli bir insan olduğunu iki olay naklederek kesin bir şekilde ifade etmek istiyoruz:
1- Abdullah bin Amr bin As şöyle demiştir:
“Bir gün müşriklerin Kabe yanındaki Hatim´de biraraya gelip toplanmış olduklarını gördüm. Resulullah (sav)´den bahsederek şöyle diyorlardı: “Bu adama sabrettiğimiz kadar hiç kimseye sabretmedik. O bize hakaret etti. Düşlerimizi bozdu. Atalarımıza sövdü. Dinimizi kötüledi. Cemaatimizi dağıttı. Tanrılarımıza küfretti. Doğrusu ona karşı biz büyük bir karar aşamasındayız.” Bu sırada Resulullah (sav) efendimiz çıkageldi. Kabe´ye yaklaştı. Hacer´ül Esvedi istilam etti. Sonra Kabe´yi tavaf ederek yanlarından geçti. Bazı laflar attılar. Bu lafları duyduğu ve rahatsız olduğu, Resulullah´ın mübarek yüzünden anlaşıldı. Geçip gitti, ikinci defa yanlarından geçtiğinde yine aynı şekilde sözlerle karşılaştı. Yine rahatsız olduğu, yüzünden anlaşıldı. Üçüncü kez yanlarından geçerken, yine aynı şekilde kendisine laflar atılınca Peygamber efendimiz onlara şöyle dedi: “Ey Kureyş topluluğu işitiyor musunuz ! Hayatımı elinde tutan Allah´a andolsun ki, ben size ölüm getirdim!” Orada bulunanlar bu sözünü işittiler, sükutla dinlediler. O kadar sessizleştiler ki, sanki herbirinin başının üzerinde bir kuş vardı da, o kuşu ürkütüp uçurmamak için seslerini çıkarmıyor ve hareket etmiyorlardı. Hatta orada bulunan müşriklerin Peygamber efendimize karşı en şiddetli olanları bile şöyle diyordu: “Ey Eba Kasım, doğruca yoluna git, sen cahil bir kimse değilsin.”
Müşrikleri bu kadar ürküten şey, Muhammed (sav)in azmi ve heybeti idi. Onlar dehşete kapılmış ve heybetinden ötürü titremişlerdi. Bundan sonra Peygamber efendimize eziyet yapmak hususunda omuz omuza verip karar birliği yapmış iseler de, bu, onlar üzerinde heybetinin tesir icra etmesine engel olmamıştı. Bu olaydan sonra uzun bir müddet Peygamber efendimize karşılık verememişlerdi. Ancak aralarında konuşup tartıştıktan ve müşaverede bulunduktan sonra, onun heybetine karşı direnmekte ısrar etmişlerdi. Aslında Peygamber efendimiz ikinci kez de onlara mukabelede bulunmuş olsaydı. Onları daha çok ürkütecek ve heybetinden sarsacaktı. Fakat Peygamber efendimiz her zaman yumuşaklıktan yana olmuştu.
2- îraşi´nin hikayesi: îraş denen yerden bir adam, devesini alıp Mekke´ye getirmiş, orada Ebu Cehil´e satmıştı. Fakat Ebu Cehil, adamın hakkını ödemiyordu. îraşi, Kureyşlilerin meclisine geldi. Kendisine yardımcı olacak birini istedi. O esnada Peygamber efendimiz de Mescid-i Haram´ın bir tarafında oturuyordu, îraşi, Kureyşlilere şöyle dedi: “Ey Kureyş topluluğu ben garip ve yolcu bir adamım, Ebu Cehil benim hakkımı vermiyor, Ona karşı bana kim yardımca olacak !” Orada bulunanlar, Peygamber efendimizle Ebu Cehil arasındaki düşmanlığı bildikleri için işi alaya alarak Iraşlı adama, Peygamber efendimizi gösterdiler ve: “Ona git! O sana yardımca olur” dediler. îraşlı adam Resulullah´m yanına varıp durdu. Olayı anlattı. Peygamber efendimiz bu garip adama yardımcı olmak kararıyla kalktı. Yanında hiç kimse yoktu. Sadece Allah´ın yardımına güvenerek Ebu Cehil´in evine gitmek üzere yola koyuldu. Kureyş topluluğu, yanlarında bulunan birine, olup bitenleri görüp kendilerine anlatması için Peygamber efendimizi takip etmesini emrettiler. Resulullah (sav) nihayet Ebu Cehil´in kapısına vardı. Kapıyı şiddetle vurdu. O tacir ve azgın adamın hakkından gelmek istiyordu. İçeriden ukim o ” diye seslenince, Peygamber efendimiz Ebu Cehil´e şöyle cevap verdi: “Ben Muhammmed´im, dışarıya çık!” Ebu Cehil dışarıya çıktığında rengi sararmış, yüzünde bir damla kan kalmamıştı. Ebu Cehil´e kararlı ve heybetli bir eda ile: “Bu adamın hakkını hemen öde” dedi. Yalnız ve yardımsız kalmış olan o azgın ve sapık herif: “Ayrılmayın hemen hakkını getirip vereceğim” dedi. İçeriye girip adamın hakkını getirdi ve hemen oracıkta ödedi. Resulullah da oradan ayrilıp evine döndü. Cenab-ı Allah hakkı, Muhammed (sav)´in heybeti vasıtasıyla yerine getirmişti. îraşi, Peygamber efendimize “Hak senin yolundur” dedikten sonra kendilerinden yardım istemiş olduğu Kureyş meclisine vardı. Peygamber efendimiz hakkında övücü sözler söyledikten sonra: “Allah o adama hayırlar versin. Hakkı alıp bana verdi” dedi. Öte yandan müşriklerin, gözetim için gönderdikleri adam da gelip onlara şöyle dedi: “Tuhaf bir hal gördüm: Allah´a yemin olsun ki, Muhammed, Ebu Cehil´in kapısını çalınca Ebu Cehil dışarıya çıktı, ama sanki bedeninde ruh kalmamıştı!”
Ebu Cehil de Kureyş meclisine geldiğinde ona şöyle dediler: “Yazıklar olsun sana. Allah´a andolsun ki, bu güne kadar böyle bir şey yapmış olduğunu görmemiştik” Ebu Cehil onlara şu karşılığı verdi: “Vay halinize! Yemin ederim ki, Muhammed kapımı çaldığında ve ben onun sesini duyduğumda, içim korkuyla doldu. Kapıya çıktığımda da yanıbaşında damızlık bir deve vardı. O deve gibi başı, boyu ve dişleri iri bir deve görmedim. Allah´a andolsun ki, eğer ben onun istediğini yapmasaydım o deve beni mutlaka yiyecekti!”
Resulullah´m Heybeti ve Müşrikler
Müşrikler, özellikle yumuşak huylu ve mürüvvet sahibi olan, şiddetli mukavemet göstermeyen mü´minlere işkence ediyorlardı. Ebu Bekir, Osman, Cafer bin Ebi Talib gibi kendilerinden mukavemet beklemedikleri mü´minlere saldırılarını ar-tırıyorlardı. Bunların başlarında Hz. Muhammed (sav) vardı. Öte yandan hiç direnemeyecek olan güçsüz ve kuvvetsiz zayıf mü´minlere de türlü eziyet ve işkenceler yapıyorlardı. Ama güçlü ve kuvvetli olan, yaptıklarının karşılığını verebilecek mü´minlere asla sataşamıyorlar ve eziyet edemiyorlardı. Örneğin Abdulmuttalib oğlu Hamza´ya eziyet ettikleri duyulmamıştır. Çünkü onun direneceğini ve karşı koyacağını biliyorlardı, îşin sonucundan emin değillerdi. Ebu Cehil, Hz. Hamza tarafından yarılan başını unutmamıştı. Yüzlerini rezil rüsvay edip çirkinleştiren Hattab oğlu Ömer´e de eziyette bulunamamışlardı. Ömer onların burunlarını yere sürmüştü. Hepsini ezmişti.
Bu sebeple ona eziyet edemiyorlardı. Ondan korkup ürküyorlardı.
Muhammed (sav) efendimiz heybet hususunda Ömer´den daha aşağı derecede değildi. Ondan çok daha heybetliydi. Manevi kuvvet bakımından Hamza´dan da aşağı derecede değildi. Bedeni kuvvet açısından da ondan geri kalmazdı. Buna rağmen müşrikler, ona eziyet etmekten geri durmamışlardı. Ömer´le Hamza´nın müşriklere karşı mukavemetlerine izin verdiği gibi, niçin kendi kendisini savunmak için kuvvetini kullanmamıştı Eğer böyle yapsaydı, Ebu Cehil´in ve benzerlerinin alçaklıklarını önlemiş olacaktı, ama yapmadı. Davet uğrunda eziyetlere katlandı. Korkmadı, ürkmedi. Bela ve musibetlere razı oldu. Ashabından zayıf ve korumasız olanların işkencelere uğramaları karşısında şiddet kullanmadı. Bu, Peygamberliğin bir gereği idi. Çünkü o baskıcı ve mütehakkim olarak değil, tebliğci, davetçi ve ikna edici olarak gelmişti. Eğer heybetini ve gücünü bu yolda kullanmış olsaydı, insanlar hüccet ve delillerle ikna olarak değil, korktukları için onun dinine tabi olacaklardı. O zaman onun davetine icabet eden kimseler arasında nifak baş gösterecekti. Oysa bu din, mü´minlerin omuzları üzerinde yükselecekti. Münafıkların bu dini yükseltmeleri mümkün değildi.
Güvenilir Resul, mü´minlerin her ne şekilde olursa olsun, korkarak değil, severek ve gönülden İslam´a girmelerini istiyordu. Muhammed (sav)´in getirmiş ,olduğu İslamiyet, insanların görüp beğenerek seçmeleri ve kendilerinden sonraki nesillere bırakmaları için getirilmiş bir dindi. Çünkü bu din, sadece bir neslin değil, bütün mahlukatm diniydi. Öyleyse bu dini sadece Peygamber efendimize tabi olanların değil, bütün inananların omuzlarında taşımaları gerekiyordu. Bu da ancak kuvvetli bir imanla mümkün olabilirdi. Kuvvetli iman, Peygamberin huzurunda sahibine sabır ve sebatı telkin eder. Resulullah´m huzurunda uğradığı bela ve musibetlere karşı tahammül eder. Peygamber de onların dayanma güçlerim hisseder ki, risaleti yeryüzünün her tarafına tebliğ etmek gücüne sahip oldukları hususunda gönlü rahatlasın.
Peygamber efendimizin heybet ve cazibesine kapılarak İslam´a giren kimseler, onun ortadan kayboluşundan sonra kısa süre içinde İslam´ı terkettiler. Bu durumu Medine´deki mü´minlerin durumuyla kıyaslamak gerekir. Medine´deki mü´minler arasında nifak yoktu. İnananlar, diğer insanlara hükmedecek bir kuvvete sahipti. Ama sabır ve sebat içinde değil, gelişigüzel inançsız bir şekilde islam´a giren kimseler arasında nifak baş-göstermişti. Bunun yanında mücahit ve sabırlı kimselere yaraşan bir iman ile Peygamber efendimize tabi olan müslümanlar da vardı. Ama bunlarla birlikte her zaman güçlülerin peşine takılan bedevi çöl Arapları da bulunuyordu. îşte bunlar hakkında Cenab-ı Alah şöyle buyurmuştur:
“Bedevilerin küfür ve nifakları her yönden daha ileridir. Allah´ın, Resulüne indirdiği şeylerin sınırlarını bilmemek, onlara daha layıktır.”(Tevbe:97)
işte bu nitelikteki kimseler, Peygamber (sav)´in vefatından sonra islam´dan çıkmış, irtidat etmişlerdi. Doğrusu yüce Allah, Resulüne, insanları hikmetle islam´a davet etmesini emretmiş ve şöyle buyurmuştu:
“(Ey Muhammed), sen hikmetle, güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et.” (Nahh 125)
Bu ayet-i kerime, Peygamber efendimizin islam davetini yaparken mütevazi olmasını, kendilerine hitapta bulunduğu kimselere yumuşaklıkla telkinlerde bulunmasını, onlara karşı kaba, katı yürekli, ürkütücü ve korkunç tavır takınmamasını emrediyordu.
Peygamber (sav) efendimiz davetini açıklarken mütevazi davranmıştı. Onun bu mütevaziliği kendisine karşı cüretkar davranıp hakka başkaldıran kimselerin cesaretlerini art-tırdığı gibi, zayıf ve korumasız kimseleri de kendisine yaklaştırmıştı. Bu zayıf ve korumasız kimseler vasıtasıyla islam daveti ilk aşamada tebliğ edilmiş oluyordu. Başkalarına tahakküm etmeden ve herhangi bir baskı yönüne gitmeden, hakkın kuvveti zuhur etmiş oluyordu. Onun bu mütevaziliği bazı kimseleri kendisine mütecaviz davranmaya sevketmişse de, bazı güçlü kimseleri ona yaklaştırmıştır. Birçok kimseler onun şerefli geçmişini ve şimdiki muazzam yaşantısını gördükleri ve kendisine eziyet eden kimselere de sırf gönül rızasıyla müsamahakar davrandığını müşahade ettikleri için müslüman olmuşlardır. Ona yapılan eziyetler başkalarının nazar-ı dikkatlerini celbetmiş ve hür kimselere yapılmaması gereken muameleler kendisine tatbik edilince, insanların dikkat nazarları onun üzerinde yoğunlaşmıştı. Bu da hiçbir ayırım yapmadan bütün insanları onun daveti üzerinde düşünmeye sevketmiş, birçok kimsenin yardımcı ve destekçi olarak İslam´a girmelerine yeterli bir sebep olmuştur.
Bütün bu sebeplere dayalı olarak ve Allahü Teala´nın peygamberliğini kime vereceğini herkesten daha iyi bildiği ve İslamiyet´i sabit kılıp yaydığı için, peygamberi Muhammed (sav)´in, İslamiyet´i hoşgörüyle yaymasını uygun görmüştür. Bu sebeple Peygamber efendimiz, davetini insanları ürkütmeden ve şiddete başvurmadan tebliğ etmiştir. İslam daveti kaba güçle değil, kuvvetle yayılmıştır. –