Araplar puta^tapmayı çok ileri aşamalara götürdüler. Öyle ki put, onların idraklerinin ve akıllarının bir parçası haline geldi. Taşlardan medet umar oldular. Taşların ve putların kendi sorularına cevap vereceklerini ve dilediklerini yerine getireceklerini sanmaya başladılar. Ama bununla birlikte, şu kainatı yoktan yaratan yüce Allah´ı unutmadılar. Nitekim bu durumu Allahü Teala şöyle anlatmaktadır: “Andolsun onlara: ´Gökleri ve yeri kim yarattı ´ diye sorsan mutlaka: ´Allah´ derler.” (Lokman: 25)
İşte bu noktada Roma ve Yunan putperestliği, Arap putperestliğinden ayrılmaktadır. Çünkü, Arap putperestliğinde Allah´a iman vardır. Her ne kadar tevhid şeklinde olmasa bile, Araplar Allah´a inanırlardı ama bunun yamsıra başka varlıklara da inanırlardı. Romalılarla Yunanlılar´a gelince, hulul akidesi onlarda yaygın vaziyette idi. Onların putperestliğinde Allah inancından eser yoktu.
Bu ayrılığın asıl faktörü Araplar´da İsmail ve İbrahim peygamberlerden gelen tevhid inancının mevcut olmasıydı. Hz. İbrahim ve Yakub´un kendi çocuklarına yaptığı vasiyetin kalıntısı, varlığını hala devam ettirmekteydi. Nitekim bununla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “ibrahim de bunu kendi oğullarına vasiyet etti, Yakub da: ” Oğullarım, Allah, sizin için o dini seçti. Bundan dolayı sadece müslümanlar olarak ölünüz (dedi).” (Bakara: 132)
Roma ve Yunan putperestliği ile Arap putperestliği arasındaki farklılığın ikinci sebebi de şuydu: Araplar Kabe´ye ve Beyt-i Ha-ram´a saygı gösterirlerdi. Çünkü Kabe, kendilerine ataları İbrahim peygamberden miras kalmıştı. Putperest olmakla birlikte, Kabe´de İbrahim peygamberden kendilerine kalmış dini bir miras vardı. Örneğin Kabe´ye saygı gösterir, onu tavaf eder, hac ve umre ibadetlerini yapar, Arafat´ta, Müzdelife´de vakfede bulunurlar, kurban keserlerdi. Aslında olmayan şeyleri içine katmakla birlikte hac ve .umre için tehlil ve tekbirler getirirlerdi. İbn İshak, “Siret” adlı eserinde der ki: Kureyşliler´in Kinane koluna mensup kimseler, tehlil getirirken şöyle derlerdi: “Lebbeyk ey Allah´ım! Senin emrine itaat ederiz. Senin ortağın yoktur. Ancak kendisine ve elinde bulunan şeylere sahip olduğun bir tek ortağın vardır.” Telbiye getirerek Allah´ı birler, sonra da putlarım O´na ortak kılarlardı. Putlarının mülkiyet ve idaresini Allah´a bırakırlardı. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Allah, Peygamber efendimize şöyle buyurmuştur: “Onların çoğu Allah´a, ancak O´na ortak koşmuş kimseler olarak iman ederler.”
Araplar Allah´a iman ile putlara imanı birleştirmeye çalıştıklarından dolayı, putlara olan imanları, Romalılar´m putlara olan imanı gibi güçlü ve yaygın olamadı. Özellikle onlar, Peygamber efendimizin risaletle görevlendirilişinden Önceki zamanlarda bu durumdaydılar. Putlara olan inançları sağlam olmadığı gibi, Allah´a olan imanları da sahih değildi. Çünkü Cenab~ı Allah´a olan iman, ancak onun birliğine inanma durumunda tahakkuk eder ve hiç kimseyi zatı, yaratması, tekvini, ibadeti hususunda O´na ortak koşmama durumunda tahakkuk eder. Kısacası, ibadet yapılacaksa sadece bir ve tek olan Allah´a yapılmalıdır ki, sahih iman tahakkuk etsin.
Onların Allah´a imanla puta imanı birleştirme çabalarına işaret eden husus şudur: Onların puta olan imanları kuvvetli ve kalplerine yerleşik durumda değildi. Aksine putperestlik inançları hususunda da tereddüt içindeydiler. Bu alandaki inançları belirli bir istikrara kavuşmamıştı. Kalplerinde bu inanç dolayısıyla huzur ve sükûnet yerleşmemişti. Akılları da bu konuda istikrar bulmamıştı. Bulması da mümkün değildi. Çünkü, bir avuç toprağı, ya da bir parça taşı alıp ortaya koyuyor ve onu kendilerine mabud ediniyorlardı! Gündüzün başlangıcında ve gecenin yakın bir kısmında ona tapıyorlardı. Ancak onun yaratıcı olmadığına, aksine yaratılmış olduğuna da kesin bir şekilde inanıyorlardı.
Putperestliğin son zamanlarında putların gücü azalmıştı. Arap-lar´ın putlarla ilgili düşünceleri o kadar zayıflamıştı ki, bu putlar kendi elleriyle çelişecek, ya da onları istikrar bulmayan bir duruma sokacak faktörleri de beraberlerinde getirmişlerdi. Bu putlar kendi varlıklarıyla birlikte zayıflık ve merdudiyet etmenlerini de taşımaktaydılar. Ama kör taklit uğruna Araplar yine de bunlara tapmaktaydılar. Kör taklit, aklın ve idrakin yolunu tıkamıştı.
Kalplerde imandan eser yoktu
Anlatmak istediğimiz şudur; O zaman kalpler ve akıllar bomboştu. İnsanlar içlerindeki bu boşluğu dolduracak bir şeye ihtiyaç hissediyorlardı. Siyaset adamlarının da ifade ettikleri gibi, uzakdoğuda herhangi bir şeye iman yoktu. İnsanlara hükmeden şey, vehimlerden ve kuruntulardan ibaretti. Vehim ve kuruntular bir kalbe yerleşince artık o kalp, varlığım koruyamazdı. Ancak aklın hakem olduğu ve selim düşüncenin otoritesine boyun eğen nefisler ve kalpler, varlıklarım devam ettirebilirlerdi. Vehim ve kuruntular akla mukavemet edecek gücü kendilerinde bulamazlar. Vehimler, his gibidirler. Güneş ışığı ortaya çıkınca yok olup giderler. Aynı şekilde akıl da, vehimleri yok edip götürür, idraklerdeki bulanıklığı giderir.
Hindliler şiddetli bir vehmin egemenliğine girmişlerdi. Sosyal bir zulmün baskısı altındaydılar. Artık varlıklarını sürdürecek halde değillerdi. İranlılar arasında da, insanlığı yok edici tahripkar mezhepler zuhur etmişti. Bu mezhepler İranlılar´ın kökünü kazıyordu. Ahlaklarını yıkıyordu.
Romalılar´la onların zulümleri altında bulunanlar, inançlarını yitirmişlerdi. İnançlarını bırakıp kendi uydurdukları Hıristiyan putperestliğini kendilerine din edinmişlerdi. Ama bu putperestlik ile kalplere iman yerleşemezdi. Nihayet bu durum miladi 6. yüzyıla kadar devam etti.
İnançsızlık sadece fızikötesine özgü değildi. Bütün insani ve ahlaki değerleri kapsamına almıştı. Nitekim ibadet ve uluhiyet alanında da inançsızlık görülmekteydi. O zamanlarda sağlam bir ahlak mevcut değildi. Her millet, diğerine düşmanca nazarlarla bakmaktaydı. Ahlaki düşünce sadece aynı ülkenin vatandaşları arasında cereyan eden muamelelere mahsus olmuştu. Milletlerarasında genel anlamda ahlaki düşünceye riayet edilmiyordu. Filozoflar bile kendi milletlerinden başka milletlerin haklarını gö-zönünde bulundurmuyorlardı. Örneğin Eflatun, Yunanlılardan başka milletlere mensup kimseleri barbarlar olarak görüyordu. Bir kimse, vatanından uzak bir başka milletlere mensup bir kimseyi yakaladığında onu köle edinirdi. Eflatun´un kendisi bile köle olarak yakalanmış, nihayet fidye vererek kendini kurtarmıştı. Uluhiyete olan iman ortadan kalktığı gibi, insani değerlere olan inanç da kaybolu vermiş ti. Kalplerdeki iman boşluğunu dolduracak birisi gerekliydi. Alemlerin Rabbi Allah´ın elçisi Muhammed (sav)´e ihtiyaç vardı. Dünyanın ortasında durup, dünyalıları ilk nübüvvet toprağına davet edecek birinin ortaya çıkması gerekiyordu.