Peygamber efendimiz anasının karnında bir cenin iken Cenab-ı Allah ona ikramda bulunmuş ve onun için bazı harikalar yaratmıştı. Dünyaya gelişi de olağanüstü bir olay şeklinde tezahür etmişti. Çünkü doğumundan Önce ana rahminde iken Cenab-ı Allah onun yüzü suyu hürmetine fil sahiplerini, yani Ebrehe ve ordusunu geri püskürtmüş, kurdukları tuzağı boşa çıkarmıştı. Anasının karnında iken de Cenab-ı Allah, Amine Hatun´da fevkalade haller izhar etmişti. Hamilelik dolayısıyla herhangi bir zahmet ve meşakkate katlanmamıştı. Suyun oluktan akışı gibi Muhammed de anasının rahmine akmıştı. Hamilelik müddeti uzun sürmüş olsa dahi, annesi yine de bu süre içinde hiç bir zorlukla karşılaşmamıştı.
Sonra olaylar öyle bir gelişti ki bu durumun, gayb tarafından düzenlenen ve yeni doğacak çocuk için hazırlanan Rabbani işler olduğu anlaşılıyordu. Babası, onu Allah´ın bir emaneti olarak sabırlı ve kalbi müsterih olan Amine´nin rahmine bırakmıştı. Evlilikleri adeta bu emaneti Amine^ye bırakmak için gerçekleşmişti. Çünkü Abdullah, evlendikten kısa bir süre sonra zevcesini evde bırakarak gurbete gitmişti. Gurbetten dönmeden vefat etmişti. Böyle olunca da Peygamber efendimiz, Cenab-ı Allah´ın “Kün- feyekûn” buyruğuna uygun bir şekilde yaratılmıştı.
Peygamber efendimiz tam bir yaratılışa sahip olarak ana rahminden çıkıp dünyaya geldi. Ana rahminde hemen hemen bir seneden daha fazla müddet beklemişti. Doğar doğmaz hiç bir kadın tarafından kucaklanmadan beşiğe konulmuştu. Doğru sözlü anası Amine´nin dediğine göre o, doğarken iki elini yere dayayarak dünyaya gelmişti ki, onun bu durumu, secde eden bir kimseyi andırmaktaydı. Bazılarının rivayet ettiklerine göre o, iki dizi üstüne çökmüş halde dünyaya gelmişti. Doğunca anası şerefli dedesi Ab-dülmuttalib´e müjdeyi göndermişti. Müjdeciye, çocuğun dedesine şöyle demesini tembihlemiş ti: “Bir oğlun dünyaya geldi. Gel de onu gör.”
Amine, “çocuğun” demekle Abdülmuttalib´e ölen oğlu Abdullah için teselli etmek istemişti. Çünkü Abdülmuttalib, ölen oğlu Abdullah için çok hüzünlenmişti. Abdulmuttalib, Amine´nin yanına gelir gelmez, Amine ona çocuğun doğduğunu haber verdi. Bu çocuğun mertebesinin yüksekliğine dair gördüğü sadık rüyaları ona anlattı. Böylece kayınpederinin gönlünü sevinçle doldurdu. Kendisi de hüzünlüydü, ama sabrediyordu. Üzüntülüyken bile başkalarına teselli veriyordu. Her ne kadar da yanılması zor ve meşakkatli bir durum idiyse de bu hüznünün yerine sevinç koyarak dayanılması kolay bir durum meydana getirmek istiyordu. Cenab-ı Allah kaybettiği Abdullah´ın yerine, bütün yaratılmışların efendisini ona bedel olarak vermişti. Yaratılmışların efendisi olacak o yavrunun varlığı övülmüş idi. Bütün kâinat onu övüyor ve tenzih ediyordu. Cenab-ı Allah, onun yüzü suyu hürmetine kavmine uğur ve bereket verdiğine göre, ana rahmindeki bir cenin iken de onun şerefini ve yüceliğini bildiren harikalar meydana gelmişti. Anası bir takım sadık rüyalar görmüştü. Rüya, yüce Allah tarafından verilen ilhamdır. Ya da yüce Allah tarafından gelen birer yönlendirmedir. İlahi ilhamı ancak ruhu arınmış olan ve ruhsal algılayışları bulunan kimseler kavrayabilirler. Amine hatun, Peygamber efendimize hamile iken vücudundan bir nur çıktığını ve bu nurun Şam saraylarını gözlerinin önüne getirdiğini görmüştür. Bu hakikat, Peygamber efendimize isnadı sahih olan bir ha-dis-i şerif ile sabit olmuştur.
İbn İshak´ın anlattığına göre Amine hatun Muhammed (sav) ´e hamile iken kendisine melekût alemine mensup bazı kimselerin geldiğini ve şöyle dediklerini aktarmıştır: Sen bu ümmetin efendisine hamile oldun. O doğarken dedi ki: “Ben onu, her hasedçinin kötülüğünden tek ve bir olan Allah´a ısmarlıyorum. Sonra da O´na Muhammed adını ver.”
Adamın biri çıkıp da şöyle diyebilir: “Bizim Peygamber´in şerefli oluşunu rüyalara dayanarak nasıl ispatlayabiliriz Halbuki rüyaların bir kısmı karışık ve değer ifade etmeyen şeylerdir. Bunlar Jnze birşey ispatlamazlar.”
Bu soruya şu karşılığı veririz: Sadık rüyalar, ilhama benzerler. Ya da vahiy gibidirler. Veya Peygamber efendimizden rivayet edildiği gibi bu rüyalar, vahyin bir parçasıdırlar. Peygamber efendimiz buyurmuşlar ki: “Sadık rüya nübüvvetin parçasından bir parçadır.” Sahih hadislerde sabit olduğuna göre Peygamber efendimize, risaletie görevlendirilmesinden önce zuhur eden harika hallerden bir bölümü de sadık rüyalar idi. O gördüğü sadık rüyaları, tıpkı sabah aydınlığı gibi net olarak görürdü.
Dinî hakikatlerin sadık rüyalar hakkında söyledikleri işte bunlardır. Günümüzde psikoloji alanında söz sahibi olanlar derler ki: Sadık rüyaj yüce alemlerdeki ruhî ve manevî görüntülerdir.
Şüphesiz ki sadık rüyalarla, maddî hallerin veya uyumakta olan kişinin psikolojisinin belirtileri olan karışık düşler arasında fark vardır. Örneğin yediği ağır yemekten dolayı rahatsız olan veya mahmur, sinirleri bozuk, ruhen muzdarip veya maddî ya da şehevî konularla uğraşan kimselerin gördükleri rüyalar, karışık düşlerden ibaret olup, hiç bir değer ifade etmedikleri gibi bir gerçeği de dile getirmezler. Bunların yorumu olmaz. Uzman kimseler bu gibi rüyaları yorumlamazlar.
İnsanlardan bazıları sadık rüyaları inkar etmekte, kısacası bütün rüyaları yalanlamakta, görülen rüyaların batını aklın birer yansıması olduğunu söylemektedirler. Bunlar sadık rüyaların anlamını kavrayamadıklarından dolayı böyle düşünmektedirler. Çünkü bunlar, sadık rüyaları tecrübe etmemişlerdir. Cenab-ı Allah, bunlara manevî kuvvet ve ruhî güç vermemiştir. Bu nedenle lezzetlerle şehvetlerin oluşturduğu tortulara galip gelemezler. Yatarken mahzun olarak ya da karınları tıka basa dolu olarak yatarlar. Yatağa uzanırken içlerinde heves ve şehvetlerin etkisi vardır. Bunların geceleri gündüzleri gibidir. Uykuları uyanıklık gibidir. Hayatlarının tümü, uykuda maddî olarak yeniden şekillenir. Uykularıyla uyanıklıkları arasında herhangi bir fark yoktur.
İffetli, temiz ve sabırlı anası Amine´nin, rüyasında gördüğü şeref ve onur müjdelerine dayanarak da çocuğuna Muhammed adını verdiğini daha Önce de söylemiştik. Kendisine rüyasında görünen melekûtî biri ona bu emri iletmiştir.
Kavmi içinde ibadeti ile ünlenmiş olan Abdülmuttalib´in gördüğü rüya da Amine´nin bu rüyasıyla uyum sağlamıştı. Abdül-muttalib kavmi içinde ibadeti ile tanınmıştı.Onun bu ibadetinde mahrumiyet yoktu. Bilakis mürüvvetini güzelleştiren unsurlar vardı. Onun rüyası sadık idi. Abdülmuttalib´e, “Bu çocuğa niçin Muhammed adını verdin ” diye sorduklarında, Kureyş´in lideri şöyle demişti: “Rüyamda sırtımdan çıkan gümüş bir zincir gördüm. Bu zincirin bir ucu gökte, diğer ucu yerde idi. Yine bir ucu doğuda, diğer ucu da batıdaydı. Sonra bu zincir bir ağaca dönüş tu. O ağacın her yaprağında nur vardı. Yine gördüm ki, Doğulu-lar´la Batılılar´ın tümü o ağacın dallarına tutunmaktadırlar”
Abdülmuttalib, gördüğü bu rüyanın yorumunu yaptırmak için tabirci bir adama baş vurdu. Kendisine yapılan yorumda denilir ki: Senin sulbünden bir çocuk dünyaya gelecek ve Doğu ile Batı aleminin tümü onun peşinden yürüyeceklerdir. Gökte ve yerde Övülecektir. [1] Abdülmuttalib´in bu rüyası şefkatli ananın da gördüğü rüya ile uyum sağlamıştı. Şefkatli anası Amine, Peygamber efendimizin doğumu esnasında gördüğü bu rüyasını onun şerefli dedesi Abdülmuttalib´e anlatmıştı. Ve rüyasında kendisine telkin edilen ismi, yani Muhammed ismini doğan çocuğa vermişlerdir.
“Ona salatü selam getirin
Çünkü daha önce Allah, ona salatü selam etmiştir.
Onu bütün yaratıklar içinde üstün kılmıştır.
Zatını övenler, müjdeler olsun size”
Muhammed adı daha önce Araplar arasında bilinen bir ad değildi. Siyer alimlerinin anlattıklarına göre cahiliyet devrinde bu adı sadece üç kişi almıştır. Bunlar da Peygamber efendimizle çağdaş kimseler idiler.
Ravz´ül- Enf adlı kitabın sahibi bu konuda şöyle demiştir:
“Peygamber efendimizden önce, üç kişiden başka bu adı alan kimse görülmemiştir. Ancak bu üç kişinin babalan, Peygamber efendimizin adım duydukları ve vaktin yaklaştığını öğrendikleri zaman kendi çocuklarına bu adı vermek istemişlerdi. Hicaz´da doğup peygamberlikle şereflenecek kimsenin kendi çocukları olmasını arzulamışlardı. Ibn Forek, Kitabül Füsûl adlı eserinde anlattığına göre bu üç kişi şunlardır: Muhammed bin Süleyman bin Mecaşi´. Bu, şair Ferezdak´ın dedesidir. Diğeri Muhammed bin Ahiha el Celah´tır. Üçüncüsü Muhammed bin Hamran bin Ra-bia´dır.
Bu saydığımız kimselerin babalan bazı hükümdarlara uğramışlardı. Bunların önceki dinlere ait kitaplardan bilgileri vardı. Kendilerine ulaşan haberde, dünyaya bir peygamberin geleceği söylenmişti. Bu üç kişiden her biri, hanımlan hamile iken şöyle yemin etmişlerdi: “Eğer benim bir çocuğum doğarsa, ona Muhammed adını vereceğim.”
Muhammed adının çok az olduğunu ispatlamak için bu hikâyeyi buraya aldık. Çünkü bu isim daha önce Araplar arasında bilinmemekteydi. Bu adı alan kişilerin sayısının üçten ibaret olduğu görüşüne hemen hemen muvafakat etmekteyiz. Faraza üç kişiden daha fazlası bu ismi almış olsa bile, yine de bunlann sayılan çok olmamıştır. Bu ismi almalarına belirttiğimiz hikmet, bir neden teşkil etmiş olsun olmasın bu ismi alanlann sayısı fazla değildir. Çünkü Muhammed adı Araplar arasında Peygamber efendimizin doğumuna yakın bir zamanda öğrenilmiştir. Biz bu görüşün doğruluğundan yanayız. Çünkü Ahmed adı ile bir peygamberin geleceğine dair müjde, Yahudilerle Hıristiyanların kitapla-nnda bilinen bir husus idi. Yahudilerin çoğunluğu her ne kadar Peygamber efendimizin risaletle görevlendirilişini inkar etmişlerse de onun geleceğine dair müjdeler, ehli kitabın kitaplarında yer almıştı. ” O bildikleri kendilerine gelince onu inkar ettiler .” (Bakara: 89)
“Vicdanları onları (n doğruluğuna) kanaat getirdiği halde, onları inkâr ettiler.” (Nemi: 14)
Peygamber efendimize verilen Muhammed adı Allah tarafından seçilmiştir.
Şimdi de, bu ismin mânâsına lügat açısından kısaca işaret etmek istiyoruz. Şöyle ki: Muhammed şeklindeki tef il sigası, kelimedeki eylemin ve meydana gelişin sürekli yenilenmesine işaret eder. Yani bu kalıpta ifade edilen fiilin, anbean, sürekli bir şekilde yenilenişini ve tekrarlanışını ifade eder. Yani Muhammed adını alan bir kimsenin hamdi ve övgüsü sürekli bir şekilde yenilenerek, ruhunu Cenab-ı Allah´a teslim edinceye kadar devam eder. Bu da onun her zaman uğurlu ve hayırlı bir kimse olduğunu ifade eder. Böyle bir kimse hamd ve övgüyü gerektiren hayır fiilini işlemekten yine bu ismin icabâtından olan doğru sözü söylemekten, Allah´ın dini olan hak ile hakikatin yayılışına kadar cihad etmekten geri durmaz. Çünkü Allah´ın dini olan İslamiyet, kıyamet gününe kadar devam edecektir.
Peygamber efendimizin isimlerinden biri de Ahmed´tir. Bu isim, İncil´de Musa Peygamber´in müjdelerinde mevcuttur. Ah-med kelimesi, hamdü sena kökünden gelen Efalü´tafdil´dir. Yani çokça hamd eden, çokça övgüde bulunan ve çokça Allah´ı zikreden mânâsına gelir.
İncil´de ve Musa Peygamber´in müjdelerinde Resulüllah (sav)´ın geleceğine dair müjdeler hep Ahmed kelimesi ile olmuştur. Çünkü o, hayatında ve Özellikle risaletle görevlendirilmeden sonra hep Ahmed ismi ile meşhur olmuştur. En çok bu isimle çağırılmıştır. Çünkü Ahmed adını kendisinden başka alan hiç bir adaşı görülmemiştir. Bu nedenle hakkında verilen müjdeler hep bu isimle yapılmıştır.
——————————————————————————–
[1] el-Iktifâ, c. 1, s. 168. –