Buhari ve diğerleri mut´a nikahının Mekke-i mükerremenin fethi esnasında nihai olarak haram kılındığını anlatırlar. Daha önce bu hususta tanınan ruhsatın, Mekke´nin fethi esnasında nesh edildiğini ve bu nikahın kıyamete kadar kesinlikle haram kılındığını ifade ederler.
Hayber gazvesi esnasında sabit olan hükümlerden sözeder-ken mut´a nikahından da söz etmiştik. Burada şunu söylemek istiyoruz ki, mut´a nikahı hiçbir zaman mubah kılınmamıştır. Ancak peygamber efendimiz bazı durumlarda bunu sükut ile karşılamıştır. Bu metres tutma gibi bir şeydir. Kur´an-ı Ke-rim´in kesin emredici ayetlerine dayanarak bu gibi nikah akid-lerinin yapılamiyacağım beyan buyurmuştur.
Burada bazı fıkıh ve hadis alimlerinin -her ne kadar daha önce işaret etmişsek de- bu konuda söylediklerini size aktarmamıza engel yoktur. Hafız ibn Kesir, tarihinde şöyle der:
“Mut´a nikahının Hayber gazvesinde yasaklandığını iddia eden kimseler, bu nikahın iki kez mubah kılındığını söylerler. îki kez mubah kılındığına göre iki kez de haram kılınmıştır. Şafii de bunun böyle olduğunu kesin bir ifadeyle anlatır. Mut´a nikahının bir defa haram kılındığını söyleyenler de olmuştur. Bu da Mekke´nin fethi esnasında olmuştur. Bu nikahın ikiden daha çok defalar mubah ve haram kılındığım söyleyenler de olmuştur. Bazı kimseler bunun zaruret içinde mubah kılındığını da söylemişlerdir. Buna göre zaruret görüldüğütakdirde mut´a nikahı mubah kılmabilir. Bu, îmam Ahmet´den gelen, ama şeriatla ilgisi olmayan bir rivayettir. Mubah kılınmasını gerektirecek zaruret ne olabilir Bu kavil, İbn Abbas´a nisbet edilmiştir.
İslam Üzerine Yapılan Biat
Mekke fethinin, savaş karşılaşması değil de dostluk ve sevgi havasını estiren bir karşılaşma olduğunu söylemiştik. Sevgi ve dostluğun yanısıra Islama davette bulunulmuştur. İnsanlar grup grup gelerek Allah´ın dinine girmişlerdi. Çünkügüçlüve herşeyi yerli yerince yapan Allah´ın yardımı gelmişti. Beyha-ki´nin rivayetine göre insanların büyük ve yaşlıları, idrak çağına ermiş gençleri ve küçükleri islam üzere biat etmek için peygamber efendimizin yanına gelmiş ve islam taatma girmek üzere biatta bulunmuşlardı. Allah´tan başka ilah olmadığına ve Muhammed´in de Allah´ın resulüolduğuna şehadet getirmişlerdi.
Kadınlar da bu şekilde biatta bulunmuşlardı. Haram kıla-nan şeyleri yapmamak üzere kendilerinden söz alınmıştı. îbn Cerir Et-Taberi bu konuda şöyle der: .
Peygamber efendimize biatta bulunmak için insanlar Mek-ke-i Mükerremede toplandılar. Peygamber efendimiz Safa tepesine gelip onlara karşı durup oturdu. Hattap oğlu Ömer ise onun biraz aşağısında yerini aldı. Allah´ın emrini işitip Resulüne elinden geldiğince itaat etmek üzere insanların biatlerini kabul etti. Erkeklerin biatleri tamamlandıktan sonra kadınların biatlerini kabul etti. Kadınlar arasında yüzüne peçe takarak kendini tanınmaz hale getiren Utbe kızı Hind de vardı. Çünküo, henüz yeni denebilecek bir suç işlemiş ve Hz. Hamza´yı öldürtmüştü. Peygamber efendimiz tarafından yakalanmak korkusuyla yüzüne peçe takarak kendini tanınmaz hale getirmişti ya da sevgili amcasına karşı yaptığı o desiseden utandığından dolayı böyle yapmıştı.
Kendisine biat etmek üzere kadınlar peygamber efendimizin yanına yaklaştıklarında peygamber efendimiz şöyle dedi: “Allah´a ortak koşmamak üzere bana biat edin.” Hind: “Allah´a and olsun ki erkeklerden almadığın bir taahhüdübizden alıyorsun” dedi. Peygamber efendimiz yine: “Hırsızlık yapmamak üzere… ” dedi. Hind de şu karşılığı verdi: “Allah´a andolsun ben daha önceleri Ebu Süfyan´m malından azar azar birşeyler aşırı-yordum bunun bize helal olup olmadığını bilmiyordum.” Bu sö-züduyan Ebu Süfyan: “Geçmişte aşırdıkların sana helal olsun” dedi. Resulullah (s.a.v.) efendimiz de: “Şüphesiz ki sen Utbe kızı Hind´sin” deyince Hind: “Evet” geçmişimi affet ki Allah da seni bağışlasın” dedi. Peygamber efendimiz: “Zina da etmeyecekler.. ” deyince Hind şu karşılığı verdi: “Ey Allah´ın Resulü! Hür bir kadın hiç zina eder mi ” diye sordu. Sonra peygamber efendimiz: “Çocuklarını Öldürmeyecekler…” deyince Hind şöyle cevap verdi: “Biz onları küçük iken besleyip büyüttük ama siz ve ashabınız büyüyen çocuklarımızı Bedir´de öldürdünüz” Hind ´in bu cevabı karşısında Hz. Ömer katıla katıla güldü. Sonra peygamber efendimiz: “Ellerinizle ayaklarınız arasından bir iftira düzüp getirmeyeceksiniz … ” dedi. Bunun üzerine Hind şu karşılığı verdi: “Allah´a and olsun ki böyle bir iftira düzüp uydurmak çok çirkindir.” Peygamber efendimiz: “Bana karşı gelmeyeceksiniz…/´ deyince Hind: “Meşru emirlerine elbette ki karşı gelmeyeceğiz.” cevabını verdi. Bunun üzerine peygamber efendimiz Hz. Ömer´e “Onların biatlerini kabul et ve onlar için Allah´tan mağfiret dile. ÇünküAllah bağışlayan ve esirgeyendir7´ dedi. Hz. Ömer de biatlerini kabul etti. Peygamber efendimiz kendisine helal olan kadınlardan başka hiçbir kadının vücuduna dokunmaz ve onunla tokalaşmazdı. Ancak sözlübiat yapar ve şöyle derdi: “Benim bir kadına hitap etmem yüz kadına hitap etmem gibidir.”
Zevceye Verilecek Nafaka
Zevceye verilecek nafaka, koca üzerinde bir vecibedir. Fıkıhçılar nafakayı, “temkin nafakası” ve temlik nafakası” olmak üzere iki kısma ayırmışlardır ki, asi olan temkin nafakasıdır. Temlik nafakasına gelince bu erkeğin örfe uygun bir şekilde karısına yetecek nafaka miktarını takdir edip bu nafakayı na-kid ya da yiyecek maddesi ya da başka çeşit bir mal olarak ona vermesidir. Peygamber efendimiz Mekke´nin fethi esnasında temkin nafakasını teşri kılmış idi. Ebu Süfyan´m zevcesi Hind ona şöyle demişti: “Ey Allah´ın resulü Ebu Süfyan cimri bir adamdır, bana ve çocuklarıma yetecek miktardaki nafakayı vermiyor, onun bilgisi dışında malını alacak olursam, benim için günah olur mu ” onun bu sorusuna karşı peygamber efendimiz şu cevabı vermişti: “Ebu Süfyan´ın malından meşru Ölçüde saha ve çocuklarına yetecek kadarını alabilirsin.”
Beyhaki, Hz. Aişe´nin şöyle dediğini rivayet eder: Hind binti Utbe peygamber efendimize şöyle dedi: “Vallahi Ya resulullah dün yeryüzünde senin çadırındakiler kadar zillete ve hakarete uğramasını özlediğim bir çadır halkı yoktu! Bugün sabaha çıkınca, yeryüzünde senin çadırındakiler kadar izzet ve şerefe ermesini özlediğim ve çok sevdiğim bir çadır halkı yoktur!” dedi.
Sonra Hind yine sözüne devamla şöyle dedi: Ya Resulallah! Nefsim kudret elinde olan Allah´a and olsun ki Ebu Süfyan cimri bir adamdır. Haberi olmaksızın onun malından yersem günahkar olur muyum ” Peygamber efendimiz ona cevaben dedi ki: “Meşru Ölçüde yersen günahkar olmazsın.”
Her ne kadar rivayet ve lafızları muhtelif olsa da bu hadisi şerif üç şeye delalet etmektedir:
1- Kadın zengin de olsa yoksul da olsa, çalışıp kazanmaya muktedir olsa da olmasa da nafakasını kocasının sağlaması vaciptir. Çünkükocasından aldığı nafaka, evlilik hukukuna riayet etmesinin ve kocasının evini idare edip çoluk çocuğunu terbiye etmesinin karşılığıdır. Bu, evlilik hayat düzenindeki bir iş bölümünün gereğidir. Kadın ev idaresini üstlenir erkek ise evdeki aile efradının rızkını temin etmek için .çalışıp çabalar. Bu se-bebledir ki Veda Haccmda peygamber efendimiz erkeklere hitaben şöyle buyurmuştur: “Kadınların meşru çerçevede rızık ve giyeceklerini temin etmek, sizin üzerinize bir borçtur.”
2- Yukarıda nakledilen hadislerde geçen Hind´in soruları ve peygamber efendimizin ona verdiği cevaplardan anlaşıldığına göre koca kendi mali gücünisbetinde karısına nafaka temin etmek, çoluk çocuğa rızık getirmek, bu hususta hıyanet etmeksizin dürüst davranmak mecburiyetindedir.
3- Mahkemenin kararına ya da veliyyül emrin vereceği emre gerek kalmaksızın kadının evlilik nafakasını ve çoluk çocuğunun masrafını kocanın temin etmesi sabit bir haktır. Bu, anlaşma ya da yargıya dayanmaksızın şer´i hükümler gereğince kadına tanınan bir haktır. Ancak bu nafakanın miktarı, karı koca
arasındaki anlaşma ile belirlenebilir. Ancak prensip olarak nafakanın koca tarafından verilmesi şer´i hüküm gereğince vaciptir.
Mekke´nin Fethinden Sonra Hicretin Hükmü
Rivayete göre Mekke-i Mükerremenin fethinin tamamlanışından sonra peygamber efendimiz kalkıp cemaate şöyle hitap etmiştir: “Mekkenin fethinden sonra hicret yoktur, ancak cihad ve niyyet vardır. Savaşa çağırıldığınızda hemen koşun.”
Bu mana, olayların mantığına göre doğru verilmiş bir manadır. Mekke-i Mükerremenin fethinden önce Habeşistan´a ya da Peygamber şehri olan Medine´ye hicret edilmişti. Mekke-i Mü-kerremede ezilmekten kaçan müminler güven ve sükun diyarı olan Habeşistan´a ve Özellikle Yesrib´e (Medineye) hicret etmişlerdi. Çünkü Medine-i Münevverede îslama davet eden ve cihad eden îslami bir kuvvet teşkil edilmekteydi. Şayet Mekke-i Mükerremenin bir islam diyarı haline gelmesinden sonra oradan hicret edilmesine müsaade edilseydi, içinde beyti haram bulunan o beldenin sakinleri de hicret edecek ve Allah´ın haremi boşalacaktı. Mekkeden herhangi bir beldeye fetihten sonra hicretin men edilmesi, yasaklık manasını değil de muhacirlik sevabının kazanılamıyacağım belirtmek içindir. Örneğin rızık taleb etmek için Mekke-i Mükerremeyi bırakıp başka bir diyara giden kimse, bundan dolayı günahkar olmaz, ancak hicret sevabını kazanamaz. Yalnız Cenab-ı Allah´ın şu buyruğuna icabet ederek rızık talebinin sevabını kazanma durumu söz konusudur:
“Allah yolunda göç eden kimse yer yüzünde gidecek çok yer bulur, bolluk bulur.” (Nisa- 100)
Yalnız, Mekke´nin fethinden sonra da yapılacak bazı hicretlerden dolayı sevap kazanılabilir. Bu, yasaklanmayan hicret türünden olmalıdır. Böyle bir hicretten dolayı mü´min kendini hesaba çekmeli ve kafirler arasında zulüm, eziyet görüp ezilmekte ise müslümanların güç birliği ettikleri, kamil ve kapsamlı bir birlik meydana getirdikleri bir îslanı diyarına göçmelidir. Bu hususta Cenab-ı Allah bir ayeti kerimede şöyle buyurmuştur.
“Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: “Ne işte idiniz ” dediler.(bunlar): “Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük” diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: “Peki, Allah´ın yeri geniş değil miydi ki, onda göç ed(ip gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir yere gid)eydiniz ” işte onların durağı cehennemdir, ne kötübir gidiş yeridir orası!
Yalnız hiçbir çareye gücüyetmeyen ve göç için yol bulamayan, gerçekten zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Çün-küAllah´ın, bunları affetmesi umulur. Allah, çok affeden, çok bağışlayandır.” (Nisa97-99)
Bu ayeti kerime îslam cemaati kendisine kuvvet versin diye, yeryüzünde kafirler tarafından ezilip horlanan herkesin hicret etmesini zorunlu kılmaktadır. Böyle bir kimse islam toplumuna katıldığı takdirde o topluma da kuvvet vermiş olur. Birlik ve beraberlikten kuvvet doğmakta, özellikle bu durumda müslü-manlar toplu bir kuvvete sahip olmaktadırlar. Kafirler arasın-” da yalnız kalıp ezilmek, diğer müslümanlar için de zillet sebebi olur,. îslam toplumu bu durumda bir arada bulunma kuvvetinden yoksun kalır. Bu sebebledir ki peygamber efendimiz bir başka hadisinde şöyle buyurmuştur: “Hicret devamlıdır.”
Kafir ile müslümamn birleşip bir araya gelmelerinden söz e-derken de şöyle buyurmuştu: “Birbirinden ayırdedilip seçilemezler. ”
Sona eren hicret, Mekke-i Mükerremeden başka bir yere yapılacak olan hicrettir. Diğer beldelerden yapılacak hicrete gelince bu kesinlikle sona ermiş değildir. Hafız îbn Kesir bu konuda şöyle der:
“Ehli harbe komşu olmak ve dini şiarları izhar edememe gibi sebeblerden dolayı hicret etmek mecburiyeti doğabilir Bu durumda îslam diyarına hicret etmek vacip olur ki, bunun vücu-bunda alimler ihtilaf etmemişlerdir. Ancak bu hicret, Mekke´nin fethinden önce yapılan hicret gibi değildir. Nasıl ki Allah yolunda yapılan bütün cihad ve infaklarm tümümeşru olup kıyamet gününde rağbet edilen birer amel iseler de, Bunlar Mekke´nin fethinden önce yapılan ciha(J ve infak kadar sevaba elbette ki vesile olamazlar. Nitekim bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur.
“Elbette içinizden (Mekke´nin) fetih(in)den önce (hak yolunda) harcayan ve savaşan(lar, ötekilerle) bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infat eden ve savaşanlardan daha büyüktür.”
(Hadıd.lO)
Şüphesiz ki, Mekke´nin fethinden önce yapılan cihad müslü-manların kuvvetini oluşturmak içindi. Mekke´nin fethinden sonra yapılan cihad ise îslamm varlığını devam ettirmek içindi. Varlığı devam ettirmek, varlığı meydana getirmekten daha kolaydır. İşte bu sebepledir ki, fetihten Önce yapılan cihad, fetihten sonra yapılan cihaddan daha çok sevaba vesile olmuştur. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah hayır ve faziletin daha çok nerede bulunduğunu elbette ki bizlerden daha iyi bilir.
Mekke-i Mükerreme Arazisinin Mülkiyeti
Mekke-i Mükerreme arazilerini mülk edinmek caiz olur mu, olmaz mı Bu konuda selefi salihin arasında farklı görüşler belirmiş, neticede iki görüş ortaya çıktı.
1- Mekke-i Mükerreme arazileri mülk edinilemez. Bu görüşte olanların dayanağı şudur: Herşeyden önce Mekke-i Mükerreme bir ibadet yeridir. Mahlukatm mabedidir. Cenab-ı Allah´ın gerek yerli gerek dışarıdan gelen bütün insanlar için haram kıldığı bir yerdir. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Görmediler mi çevrelerinde insanlar kapıldp öldürülür veya esir edil)irken biz(kendi şehirleri Mekke´yi), güvenli, dokunulmaz bir bölge yaptık “(Ankebut 67)
Şüphesiz ki bütün Mekke-i Mükerreme arazisi güvenli bir haremdir. Orası hac vazifesinin eda edildiği ve haram kılınan bir yer olduğuna göre, mabeddir. Mabedler ise kişilerin mülkiyetine geçirilemez. Orası satılmayacak, hibe edilmeyecek ve miras olarak başkalarına intikal etmeyecek şekilde kullara vakfe-dilmiştir.
îkinci olarak da harem ve benzeri kelimelerle ifade edilen bütün araziler Mekke-i Mükerreme arazisi demektir. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“inkar edenler, Allah´ın yolundan ve gerek yerli, gerek dışarıdan gelen bütün insanlar için ibadet yeri yaptığımız mescidi haramdan(insanlan) geri çevirenler (bilsinler ki), kim orada( böyle) zulüm ile haktan sapmak isterse ona acı bir azap tattınri2.”(Hacc:25)
Bu nassın zahir ifadelerinden ve işaretlerinden de anlaşılıyor ki, Mekke-i Mükerremenin tamamı, hem yerliler hem de dışarıdan gelen kimseler için bir ziyaretgahtır. Oranın bütün arazileri mabeddir; miras olarak başkalarına intikal etmez ve herhangi bir kimsenin mülkiyetine geçemez.
Bu görüşte olanların delili de şudur: Mekke-i Mükerreme arazilerinin satılmasını, icare verilmesini, miras olarak başkalarına aktarılmasını açıkça yasaklayan haber ve hadisler varid olmuştur. Abdullah bin Ömer hazretleri şöyle demektedir: “Mekke-i Mükerreme evlerinden elde edilen kira bedelini yiyen kimse, şüphesiz ki karnına cehennem ateşini tikınmış olur/´
Üçüncü olarak da Hattab oğlu Ömer hazretleri Mekke evlerine kapı takılmasını yasaklamış ve evinde kapısı bulunan kimselere de kapılarım kilitlemeyip açmalarını emretmiştir ki yerliler ve dışarıdan gelen ziyaretçiler o evlerde kolayca barınabilsinler nitekim bu hususu yüce Allah da açıkça emir buyurmuştur.
Ömer bin Abdülaziz hazretleri tabiinden bir cemaatın huzu-rund&:”Mekke~i Mükerreme evleri kiraya verilmeyecek…” diye bir emirname yazmıştır.
Mekke-i Mükerreme arazilerinin satılamayacağına, kiraya verilememeyeceğine, miras olarak intikal edemiyeceğine ve herhangi bir kimsenin mülkiyetine geçirilemeyeceğine kail olan kimselerin ileri sürdükleri görüşler işte bunlardı
Mekke-i Mükerreme arazilerinin mülkiyete geçirilmesini mubah sayanların delillerine gelince, onlar derler ki noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, Mekke´nin mülkiyetini sahiplerine izafe etmiş ve şöyle buyurmuştur: “(Orası) göç eden fakirlere aittir ki (onlar) yurtlarından ve mallarından (sürülüp) çıkarılmışlardır.” (HaşirS)
“Göç edenler, yurtlarından çıkarılanlar.”(Ali îmran:i95)
“Allah sizi, ancak sizinle din hakkında savaşan, sizi yurtlarınızdan çıkaran ve çıkarılmanız için yardım eden kimselerle dost olmaktan men eder.” (Mümtehine:9)
Bütün bu naslarda ´diyar´ kelimesi izafet-i ihtisas ile muhacirlere izafe edilmiştir. Mekke´nin fethi esnasında adamın biri peygamber efendimize: “Yarın hangi evine konuk olacaksın ” diye sorunca, peygamber efendimiz ona: “Ukeyl bize bir ev bırakmış mı ki ” diye cevap vermişti.
Evet o sıralarda peygamber efendimize hiçbir ev kalmamış-tı.Amcası Ebu Talib´in evleri, oğlu Akil´e intikal etmişti. Diğer kardeşleri ondan babalarının mirasını almamışlardı. Çünkü A 1 i müslüman idi. Babası Ebu Talib´ten gayrı müslim oluşu nedeniyle -miras payı alamamıştı. Babasına sadece kardeşi Akil ile diğer müşrik akrabaları mirasçı olabilmişlerdi. Peygamber efendimiz, kendi evlerini Akil´in ele geçirmiş olduğunu haber alınca bu emlaki onun elinden almamıştı. Bu da gösteriyor ki Mekke-i Mükerremedeki emlak miras yoluyla başkalarının mülkiyetine geçebilir. Zaten peygamber efendimiz de Akil´in aldığı malların normal bir mülk olduğunu sükut ile karşılayarak onaylamıştı.
Mekke-i Mükerremedeki mülklerin kişilere ait kılınabileceğini ileri sürenler, delil olarak şu misalleri de zikretmektedirler. Mekke-i Mükerremedeki evler, sahiplerinin adlarıyla anılırlardı. Örneğin Ümmü Hani´nin evi, Hatice´nin evi gibi. Mek-keliler evleri tıpkı menkul mallar gibi miras yoluyla mülkiyetlerine geçirilebiliyorlardı. Diğer bir örnek de şudur: Safvan bin Ümeyye, emirül müminin vasfı ile Hz. Ömer´e bir ev satmış Hz. Ömer de suçluların kötülüklerini önlemek için o evi hapishane olarak kullanmıştı.
îşte Yukarıdaki misallerde de görüldüğügibi Mekke evleri alınıp satılabiliyor ve miras yoluyla şahıstan şahısa intikal edebiliyordu.
îbn Kayyım, iki grubun delilleri arasında uzlaşma sağlamaktadır, şöyle ki: Satış, icara vermek ve miras edinme yolunda cevaz veren fıkıhçılarm delilleri, Mekke´deki binaları konu edinmektedir. Arazilere gelince, Mekke´deki arazilerin alınıp satılması ve miras olarak başkalarının mülkiyetine geçmesi caiz değildir. Böylece Mekke-i Mükerremedeki arazilerin müslü-manlarm maslahatları için vakfedilmiş olduğunu bildiren hüküm kesinlik kazanmaktadır. Binalara gelince onlar, içlerinde ikamet eden kimselerin mülkiyetinde olup miras yoluyla başkalarına intikal edebilirler. Doğruyu en iyi bilen yüce Allah´tır.
Peygamber Efendimize Sövmenin Hükmü
Mekke-i Mükerremenin fethi esnasında, peygamber efendimize sövmenin hükmüsabit olmuştu. Çünkücariyenin biri peygamber efendimize sövmüş, efendisi de o cariyeyi öldürmüştü. Ayrıca peygamber (s.a.v.) efendimiz kendisini hicvedici şarkılar okuyan iki cariyenin kanlarını da mubah kılmış ve kanlarını mubah kıldığı dokuz kişi arasında bunların da -Kabe-i muazza-manın örtüsüne tutunmuş olsalar dahi- öldürülmelerini emir buyurmuştu. Kab bin Eşref de peygamber efendimize söven bir kimse olduğu için peygamber efendimiz onun da Öldürülmesini emir buyurmuştu. îşte bu sebebledir ki, zımmi bir kimse peygamber efendimize sövdüğütakdirde onun zimmilik anlaşması yürürlükten kaldırılır. Peygamber efendimize sövmek, yeryüzünde fesad çıkarmak ve zimmilik hükmünün dışına çıkmak demektir. Bir devletin hükümranlığı altında yaşayan bir kimsenin, o devletin kurucusuna itaat etmesi zorunlu olur. Peygamber (s.a.v.) efendimiz de îslam devletinin kurucusu olduğuna göre ona sövmek, bu itaatin dışına çıkmak olur.
Bu arada garip bir sual ortaya atılmaktadır. Biz ateşe taptığı, teslise inandığı ve buna benzer Allah nezdinde hata ve günah sayılabilecek işleri yaptığı halde zimmi kimsenin zimmilik anlaşmasının yürürlükte kalmasını kabul ediyoruz da, Peygamber efendimize sövdüğüzaman zimmilik anlaşmasını niye yürürlükten kaldırıyoruz
Aslında bu tuhaf bir kıyaslama olmakla birlikte buna cevaben deriz ki:
Yukarıda sayılan hususlar, onların itikatlarına göre normaldir. Müslümanların devletinin gölgesi altında kalmalarını bu yanlış inançlarına rağmen ve bu inançlarını reddettiğimiz halde yine kabul ediyoruz. Fakat onları kendi inançları ve dinleriyle başbaşa bırakmakla da emrolunmuşuz. Onların ateşe tapmalarının, teslise inanmalarının, devlet nizamını bozacak bir tarafı yoktur. Ayrıca zimmilik anlaşmasını yürürlükten kaldıracak bir sebeb de değildir. Peygamber efendimize sövmelerine gelince. Bu, önemli bir takım problemlerin ortaya çıkmasına yol açmaktadır. Örneğin bu zimmiler peygamber efendimize sövmekle, dolaylı olarak İslama saldırmış olmaktadırlar. Müslümanları kendi dinleriyle başbaşa bırakmamaktadırlar. Buna karşı müslümanlar onları kendi dinleriyle başbaşa bırakmaktadırlar. Bunun ötesinde onlar, peygamber efendimize sövmekle tslam devletine itaat etmemiş ve düzenin dışına çıkarak asi durumuna gelmiş olmaktadırlar.