Bu gazve, Kureyşlilerle beraberlerindeki müşriklerin Medine´ye saldırı amaçlarının boşa çıkmasının sonuçlarından biridir. Onlar hendeği hedefleri olan Medine ile, kendi aralarında bir engel olarak görmüşlerdi. Bu sebeple de Kurayza Oğulları, Hz. Peygamberle yapmış oldukları muahedeyi çiğnemiş ve arkadan onun evine saldırmayı planlamışlardı. Bu planlarını gerçekleştirmek için olanca güçleriyle uğraşmışlardı. Bunu, Hz. Peygamberi arkadan vurmak ve onu yok etmek için bir fırsat olarak değerlendirmişlerdi. Hz. Peygamberle yapmış oldukları muahedenin şartlarına riayet ettikleri takdirde, barış ve güvenlik içinde yaşayarak mü´minlerle aynı hakka sahip olacakları yerde, Hz.Peygamberi arkadan vurup işini bitirmekle kendi hedeflerine ulaşacaklarını sanmışlardı. Bu sebeple Kureyşli-lere meylettiler, onlarla yardımlaştılar. Hz.Peygamberle beraberindeki mü´minlere arkadan saldırıp onların evlerini ele geçirmeye teşebbüs ettiler. Fakat Cenab-ı Allah onları öfkeleriyle geri çevirdi. Hiçbir hayır elde edemediler. Savaşta rüzgar estirip melekleri yardıma koşturarak Cenab-ı Allah mü´minlere yardımcı oldu. Bunu gören îslam düşmanları, fırsatın ellerinden kaçmış olduğunu anladılar. Akibetleri de perişanlık ve hüsran oldu.îşte bu müşrikler, yurtlarına geri döndülür. Artık kimsenin kendilerine saldırmayacağını zannetmişlerdi. Yaptıkları kötülüğün, işledikleri suçun cezasını Ödetecek kimse bulunmayacağını sanmışlardı. Kurayza Oğullarına gelince; onlar, müşriklere yaptıkları yardımın ve bozdukları anlaşmanın hesabını ağır bir şekilde ödeyeceklerdi. îşte bu sebeple kalbleri korku ve ürküntü doldu. Sonuç ise şöyle oldu: “Kitap ehlinden onlara yardım eden (Kurayza yahudi)lerini de kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü. (Onlardan) bir kısmını Öldürüyordunuz, bir kısmını da esir alıyordunuz. Onların topraklarını, evlerini ve mallarını ve henüz ayak basmadığınız bir toprağı size miras verdi. Allah, her şeye kadirdir.” (Ahzab: 26-27)
Hz. Peygamberin elinde şu üç ihtimal vardı:
Ya onları affedip yurtlarında güvenlik içinde bırakacak ve onlar da hıyanet ettikleri mü´minlerle yine yanyana, komşu olarak yaşayacaklardı ki, bu, imkansız olan bir şeydi. Çünkü affetmek, ancak kendisinden hayır beklenen kimseler için caizdir. Fakat bunlar ahde ve sözleşmeye riayet etmememişlerdi. Dolayısıyla bunları affetmek mümkün değildi.
Ya da Nadir Oğullarım sürgün ettği gibi, bunları da sürgün edecekti. Fakat bunlarla Nadir Oğullarını eşit tutmak adil bir davranış olmayacaktı. Çünkü Nadir Oğullan, her ne kadar Hz. Peygamberle yapmış oldukları muahedeyi çiğnemişlerse de, cürümleri bunlarmkinden daha aşağı derecedeydi. Onlar Hz.Pey-gamberin evlerine hücum etmemişlerdi. Kurayza Oğulları ise, hem alt taraftan, hem üst taraftan saldırmışlardı. Şirk ordusuyla işbirliği yapmışlar, başlıbaşına bir bela olmuşlardı. Hz. Peygamberin müşriklerle Medine arasına engel olarak hendek kazmasından sonra, bunlar daha da şiddetli saldırılarda bulunmuş ve kötü faaliyetler icra etmişlerdi.
Şu halde yukarıdaki iki cezadan birincisini Kurayza Oğullarına tatbit etmek, akıl karı değildi. îkinci hususu tatbik etmek ise, adaletle bağdaşmazdı. Geriye kalan üçüncü ihtimal onlarla savaşmaktı. îşte bu noktada hakikat şunu söylüyor: Yenik düşen hainlere yazıklar olsun. Bunlarla savaşılacak olursa, savaşın sonucu önceden biliniyordu. Hepsi baştan sona mahvedilecek, mü´minler rahatlayacaktı. Çünkü bunların müşriklere katılması mü´minleri öfkelendirmişti. Mü´minler bunları Nadir Oğullan gibi Medine´den sürgün etmek istemişler, ama Nadir Oğullarıyla eşit durumda olmadıklarından dolayı, Hz. Peygamber bunu kabul etmemişti. Allahü Teala´nm emrine dayanarak bunlarla savaşmayı uygun görmüştü. Ama bunlar teslim olmuşlardı.
Allah´ın Emri
Cenab-ı Allah Hz. Muhammed´e Kurayza Oğullarıyla savaşması için Medine´den çıkma emri verdi. Rivayete göre vahiy meleği Cebrail, Hz.Peygamberin yanına gelmiş, onun silahı elden bıraktığını görünce şöyle demişti: “Sen silahları bıraktın ama melekler bırakmadı. Onur ve üstünlük sahibi olan Allah seni Kurayza Oğullarına gidip onlarla savaşmanı emrediyorY*
Bu ilahi emir üzerine Hz.Peygamber Kurayza Oğullarına gitti. Zaten savaş mantığı da bunu gerektiriyordu. Allah´ın emri olan, sakınma ve tedbir de böyle yapılmasını şart koşuyordu. Hz. Peygamber, Rabbinin emrine icabet ederek halka duyuruda bulundu, işitenlerin ve itaat edenlerin gelmelerini, namazlarını Kurayza Oğulları yurdunda kılmalarını söyledi. Sefere çıkarken Medine´de vekil olarak Ibn Ümmü Mektum´u bıraktı. Ordunun bayrağını Ebu Talib oğlu Ali´ye verdi. Hz Ali ordunun önünde yürüyordu. Kurayza Oğullarının kalelerine yaklaştığında onların Hz. Peygamber hakkında çirkin şeyler söylediğini işitti. Azgınlık ve fesatlarını hala devam ettiriyorlardı. Bunların çirkin konuşmalarını işiten Hz. Ali, daha fazlasını duymamak için geri dönüp Resulullah´ın yanma geldi. Hz. Peygamber onların kendisi hakkında kötü şeyler söylediklerini ve Ali´nin de onların bu fena laflarını işitmek istemediğini anladı. Bunun üzerine Kurayza Oğullarının kalelerine yaklaşarak onlara şöyle seslendi: uEy maymunların kardeşleri! Allah sizi rüsvay etti mi, intikamını üzerinize indirdi miT Onlar şöyle karşılık verdiler: “Ey Eba Kasım, sen cahil bir kimse olmadığın halde niye böyle konuşuyorsun ” Hz.Peygamber askerlerini toparlayıp düzenledikten sonra üzerlerine yürümeye devam etti. Bayrak Hz. Ali´nin elindeydi. Yürüdüler ve nihayet onların kuyularından birinin yanına gelip konakladılar.
Sahabiler arasında ikindi namazını kılmamış olanlar vardı. Bunlar ancak ikindi namazlarını yatsı vaktinde kılabildiler. Çünkü Hz. Peygamber, Medine´de iken, sahabilerin ikindi namazını Medine´de kılmamalarını, Kurayza Oğulları yurdunda kılmalarını emretmişti. Onlar da kendilerine ikindi namazını kıldırması için Hz. Peygamberi beklemişlerdi. Bu sebeple ikindi namazlarını ertelemişler, yatsı vaktinde kılmışlardı. Bu ertelemelerinden dolayı Hz. Peygamber onları kınamamıştı.
Hz. Peygamber, Kurayza Oğullarıyla savaşmak için, onları kuşatma altına aldı. Bu, Allah´ın ona verdiği bir emirdi. Önce de söylediğimiz gibi, akla uygun olan da buydu. Ama onlar mü´minlerle savaşmak için kaleden dışarı çıkmadılar. Kuşatma 25 gece sürdü. Sonunda sıkıştılar ve takatsiz kaldılar Huyey bin Ahtab da Kab bin Esed´in kalesindeydi. Huyey, onları ahdi bozmaya teşvik etmişti. Herhangi bir durumla karşılaşa-, cak olurlarsa, kendisi de onlarla birlikte kalede bekleyeceği sözünü vermiş; müşrikler Muhammed´e darbe indiremeyecek olurlarsa, kendisinin de Kurayza Oğullarıyla birlik içinde hare ket edeceğini söylemişti. Gerçekten de sözünü yerine getirmişti.
Kurayza Oğulları Hz.Peygamberin kendileriyle savaşmadan çekip gitmeyeceğini kesinlikle anlayarak savaşın kaçınılmaz olduğunu gözleriyle görünce, liderleri Kab bin Esed onlara üç öneride bulundu:
1- Hz. Muhammed´e iman etmek. Bu önerisiyle ilgili olarak şu açıklamada bulunmuştu: Biz bu adama biat eder ve onu tasdikleriz. Allah´a andolsun ki onun kitap sahibi bir peygamber olduğu size açıklanmıştır. Kitabınız olan Tevrat´ta onun nitelikleri anlatılmıştır. îman etiğiniz takdirde mallarınız, çocuklarınız ve kadınlarınız emniyet içinde olacaklardır.
Onun bu Önerisi karşısında Yahudiler dediler ki: Biz Tevrat´ın hükmünden a´sla ayrılamayız ve onun yerine başka bir kitaba bağlananlayız.
2- Ya da çocuklarından ve kadınlarından ayrı olarak yenik düştükten sonra yine savaşacaklardı. Bunu kabul etmediler.
3- Cumartesi günü ansızın Hz. Muhammed´e saldıracaklardı. Çünkü müslümanlar, onların Cumartesi günü savaşacaklarını hiç beklemiyorlardı. Böyle olunca müslümanlar hazırlıksız yakalanacaklardı.
Sonunda teslim olmaya razı oldular, ancak sonucun ne olacağını bilmiyorlardı. Hz. Peygambere elçi göndererek Ebu Lübabe´yi yanlarına göndermesini istediler. Ebu Lübabe´nin yanlarına gitmekte olduklarını gördüklerinde erkekleri kalkıp onu karşıladılar. Kadınları´ ve çocukları da ona karşı yakınmaya başladılar. Bu manzara karşısında kalbi dayanamadı, merhamete geldi. Ona: “Muhamnıed´in hükmüne razı olmamızı uygun görür müsün ” dîye sordular. O da “evet” deyip eliyle boğazına işaret etti. Yani onun hükmüne razı olduğunuz takdirde hep birlikte boğazlanırsınız, demek istedi.
Ebu Lübabe der ki: “Vallahi ben böyle söyledikten sonra, daha Kurayza oğulannın yurdundan ayrılmadan Allah´a ve Resulüne hıyanet ettiğimi anladım.”
Sonra Ebu Lübabe bu yaptığından dolayı üzüldü. Utancından Hz. Peygambere uğramadan, arka yoldan Mescid-i Nebe-vi´ye gitti. Direklerden birine kendini bağlattı ve: “Bu yaptığım hıyanetten dolayı Cenab-ı Allah tevbemi kabul buyuruncaya kadar buradan ayrılmayacağım.” dedi. Mü´rninin kuvvetli kalbi işte böyle olur. Onun geciktiğini gören Hz. Peygamber nerede kaldığını sorunca durumunu ona arzettiler.
Şimdi Kurayza Oğullarının yaptıkları hıyanet ve ahde vefasızlık nedeniyle, hak ettikleri akıbeti anlatalım. Bunlar, İslam devletini yok etmek için çalışmışlardı. Ama Cenab-ı Allah bir işe hükmedince o iş mutlaka yerine gelir.
Kurayza Oğulları ve Sa´d bin Muaz´ın Hükmü
Kurayza Oğullan Sa´d bin Muaz´ın hükmüne razı oldular. Sa´d Evs kabilesindendi. Hz,Peygamberin onları Medine´den´ Kaynuka Oğulları ve Nadir Oğulları gibi sürgün etmesini arzu-luyordu. Kurayza Oğularıyla Kaynuka Oğulları ve Nadir Oğulları arasında suç benzerliği yoktu. Öncekiler İslamiyet´i Medine´den tamamen silmek için gelen müşriklerle işbirliği yapmamışlardı. Fakat Kurayza Oğulları böyle bir işbirliği içine girmişlerdi. Öncekiler, yani Kaynuka Oğullarıyla Nadir Oğulları müslümanlarla savaşmamışlar, sadece ahde vefasızlık etmişler ve anlaşma hükmüne riayet etmemişlerdi. Mantıken onların Medine´den sürgün edilmeleri ve bu cezanın onlar için yeterli´ görülmesi gerekiyordu. Çünkü orada kaldıkları takdirde, saygınlığı olan bir anlaşmanın hükümlerine uymayacaklardı. Kurayza Oğullarına gelince; bunlar, hem anlaşma hükümlerini çiğnemişler, hem de müslümanlarla savaşmışlar, Hz. Peygamberin evine hücum etmişlerdi. Savaş suçlusu sayılmaları ve ona göre muamele görmeleri gerekiyordu. Mü´minlere yaptıklarının aynısının, kendilerine de yapılması icabediyordu. Bunlar Sa´d bin Muaz´ın hükmüne boyun eğdiler. Sa´d, onların yanına süvari olarak gitmişti. Yaya olarak gidecek durumda değildi. Çünkü Hendek savaşında bir ok yarası almıştı. Kurayza Oğullarının yanına giderken de kavmi olan Evsliler, kendisinin onlar hakkında merhametli davranmasını tavsiye etmişler ve şöyle demişlerdi: “Ey Eba Amr! Müttefiklerine karşı iyi davran. Çünkü Resulullah (sav) onlara iyi davranman için sana yetki verdi” Kavminin ısrarlarını arttırmaları üzerine Sa´d şöyle demişti: “işte şimdi Sa´d´ı Allah için vereceği bir hükümde ki-nayıcılann kınamalarına aldırış etmeyeceği zaman gelmiştir.”
Hz. Peygamber Sa´d ´ı karşılarken ashabına dönerek: “Efendinizin-karşısında ayağa kalkın” demiş, sahabiler ayağa kalkarak Sa´d ´ı karşılamışlardı. Ensar da şöyle demişti: “Ey Sa´d! Resulullah (sav), müttefiklerin hakkında hüküm vermen için seni yetkili kıldı,”
Sa´d: “Vereceğim hükme razı olacağınıza dair Allah´ın ahdi ve misakı üzerine söz verin” dedi. Biraz daha konuştuktan sonra, hükmünü açıkladı: “Ey Kurayzalılar! Ben sizin hakkınızda şu hükmü veriyorum: Erkekler öldürülecek, mallarınız taksim edilecek, çoluk çocuğunuz ve kadınlarınız da esir alınacaktır^
Sa´d ´in hükmü işte buydu. Resulullah da onun bu hükmünü desteklemiş ve şöyle demişti: “Ey Sad! Yedi kat göğün üstünden Allah´ın vermiş olduğu hüküm ile hükmettin.” Resulullah, Sad´m vermiş olduğu hükmü Kurayzahlara tatbik etti. Az bir kısmı dışında erkeklerinin hepsi Öldürüldü. Öldürülmeyen erkekleri için sahabelerin bir kısmı, geçmişte yapmış oldukları iyilikten Ötürü kendilerine eman vermişlerdi. Malları, müslü-manlar arasında ganimet olarak paylaştırıldı. Böylece ganimetlerin taksim edileceği konusundaki hüküm açıklanmış oldu. Ayrıca kadınları da esir alındı.
Kurayza Oğulları Hakkında Verilen Hükme Bir Bakış
Şüphesiz ki bu, çok ağır bir hükümdü. Ama adildi. Acaba u hükmün hafifletilmesini gerektiren bir sebep yok muydu Bununla ilgili olarak deriz ki: Onlar savaşçıydılar. Son anlarına kadar savaşçılık vasıflarını taşıdılar. Hz. Ali kalelerine doğru giderken, onlara savaşçı olduklarını hatırlattı ve bu vasıflarıyla onlara hitapta bulundu. Hücum ederken de: “Hamza´nm tattığını tadacağım ve bunların kalelerini de fethedeceğim” demişti. Ali ile Zübeyr´in kendilerine saldırmakta kararlı olduklarını ve hücumlarını sürdürdüklerini görünce mağlup olacaklarını kesinlikle anladılar. Muaz oğlu Sad´m hükmüne razı olacaklarını bildirdiler. Kendileri hakkındaki hükmün onun tarafından verilmesini istediler. Bir kimsenin kendisi hakkında hüküm vermesi için bir hakem tayin etmesi* durumunda, hakemin vereceği karara önceden boyun eğmiş olduğu, kanuni bir gerekliliktir. Bunun üzerine Sad bin Muaz, onların ahde vefasızlıklarına karşı hüküm vermek için yanlarına gitti. Onu reddettiler. Böylece Sad, onların İslamiyeti kökten söküp atmak ve müslü-manları öldürmek niyetinde olduklarını anladı. Sonunda onun hükmüne boyun eğmek mecburiyetinde kaldılar. Haklarında verilen hükmün, Önceden işlemiş oldukları cürümlerden Ötürü verilmiş olduğunu idrak ettiler. Huyey bin Ahtab, kendisine kısas tatbik edilmek şeklindeki cezaya çarptırıldığında, Hz. Peygambere bakıp şöyle demişti: “Sana beslediğim düşmanlıktan ötürü kendimi kınamıyorum. Ancak Allah, kendisini terk edenleri terkeder.” Böyle dedikten sonra orada bulunan insanlara dönüp şöyle dedi: “Ey insanlar, Allah´ın emrinde mahzur ve sakınca yoktur. Bu O´nun yazgısı ve kaderidir. Bu, büyük bir öldürme hadisesidir. Allah ölümü israil Oğullarının üzerine yazmıştır.” Böyle dedikten sonra, vurmaları için boynunu uzattı. Böylece onlar, kendileri hakkında verilecek hükmün kısas olduğunu hissediyorlardı. Dolayısıyla, “Hz. Peygamber onlar için daha merhametli davransaydı iyi olmaz mıydıT´ demek anlamsızdır. Hz. Peygamber, onların erkeklerim öldürmeyecek-ti de ne yapacaktı Halbuki onlar, fırsatını bulsalardı, hem Hz. Peygamberi hem de müslümanları ve îslamı yok edecekler, Me-dineliler´i paniğe düşüreceklerdi. Caniyi affetmek, aslında bir zulümdür. Hz. Peygamberin, onları öldürmemesi ve mallarından mahrum ederek sürgün etmesi de bir tür aftı. Dolayısıyla, asıl böyle yapılsa zulüm işlenmiş olurdu. Sonra Medine´den sürgün edilseydiler ne olacaktı Aralarında yediyüzden fazla vurucu adam vardı. Bunlar Arap Yarımadasındaki diğer yahu-dilerle işbirliği yaparak müslümanlara karşı büyük bir ordu oluşturacaklardı. Bu ise, müslümanlar için korkulu bir durum yaratacaktı. Fırsatım buldukları takdirde müslümanlarm tepesine çökeceklerdi. Hırsıza merhamet ederseniz, o kendini toparlar, yardımcı ve destekçiler bulur, böylece bütün malınızı yağmalayıp elinizde, evinizde ne varsa hepsini alıp götürür.
Şu halde onları öldürmekten başka çare kalmamıştı. Ölüm, onların yaptıklarının tam karşılığıydı. Aslında onlar kendi nefislerini öldürmüşlerdi. Çünkü daha önce müslümanlara karşı tuzak kurmuş ve müslümanlara hıyanet etmişlerdi. Onların esir sayılacakları ve esirlerin de öldürülmeyeceğini söyleyenler çıkabilir. Buna karşı şu cevabı veririz:
Müslümanlarla Hz. Peygamber, henüz Arap Yarımadası´nda köklü bir devlet kuramamış ve güçlenmemişlerdi. İslam düşmanlarını esir almaya henüz yetkileri yoktu. Nitekim noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde ağır bas(ıp küfrün belini iyice kırjmadan esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz. Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah ise ahireti kazanmanızı ister. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir. “{EnM: 67) Hz. Peygamber onların belini iyice kırmadığından ve ağır yaralar meydana getirmediğinden ve onlar için hedeflenen amaca ulaşamadığından dolayı onları esir alması uygun olmazdı. Hem onlar kendileri için verilecek belirli bir hükme razı olmuşlardı. Ayrıca savaş, müslümanlar tarafından devam ettirilmekteydi. Kılıçlar kınlarına konulmamış, kalpler de sükunet bulmamıştı. Denebilir ki onlarla yapılan bu savaşın, müşriklerle işbirliği yaparak başlattıkları Hendek muharebesinin bir devamıdır. Cenab-ı Allah´ın kalplerinde meydana getirdiği korkudan dolayı, müşrikler kaçıp gitmişler, fakat bunlar yerlerinde kalmışlardı. Öyle ise bunlarla savaşmak gerekiyordu. Birisi çıkıp: “Peygamberler merhametli olurlar” diyebilir. Buna karşı biz deriz ki: Adalet rahmettir. Kısas hayattır. İslamm merhameti zulmü bertaraf etmek ve kökünden söküp atmaktır. Hz. Peygamber de bizzat şöyle buyurmuştur: “Ben merhamet peygamberiyim. Ben savaş peygamberiyim. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah da güçlüdür. Hikmet sahibidir”
Şer´i Hükümler
Namazla ilgili seri hükümler pratik olarak Hendek ve Ku-rayza Oğulları gazvelerinde sabit olmuştur. Kurayza Oğullarının mallarını taksim ederken de, ganimetlerin dağıtımına ilişkin seri hükümler konulmuştur. Denebilir ki, o zamana kadar yapılan gazalardan elde edilen ganimetlerin en fazlası, Kurayza Oğullarından elde edilen mallardı. Hendek gazasında namazla ilgili olarak konulan şer´i hükümlerden biri, Hz. Peygamberin evine saldınldığı esnada, ikindi namazının kılınmasının, gün batımından sonraya ertelenmesidir. O gün Hz. Peygamber, ikindi namazıyla akşam namazını cem-i te´hir şeklinde kılmıştır. Hz. Peygambere tabi olanlar, savaş mazeretinin iki namazı birleştirmeyi caiz kıldığım söylemişlerdir, Buna tabi olan fıkıhçılarm çoğunluğu ise, her türlü mazeret için iki namazın birleştirilerek kılınmasına cevaz vermişlerdir. Bu durumda te´hir edilen namaz, kaza değil eda şeklinde kılınmış sayılır.
Kurayza Oğulları gazvesinde ikindi namazıyla akşam namazı cem* edilerek kılınmıştı. Çünkü Hz. Peygamber, sahabileri Kurayza Oğullan yurduna doğru hareket etmeye çağırmış ve ikindi namazlarım orda kılmalarını söylemişti. Bazı sahabiler demişlerdi ki: ikindi namazını Kurayza Oğulları yurduna kavuşmadan kılmamak, bizim için azimet oldu. Biz Resulullah´ın kararma uyduğumuzdan dolayı günahkar sayılmayız.
Bu görüşe uyarak ikindi namazını akşama ertelemişler ve akşam namazıyla ikindi namazını cem ederek gün batınımdan sonra kılmışlardı. Ayrıca o zaman, insanların bir kısmı da ikindi namazını nafile olarak akşam namazından sonra yine kılmışlardı ve gruplardan hiçbiri diğerini ayıplamamıştı. Bu da, iki namazın cem´i te´hir şeklinde bir arada kılınmasının caiz olduğuna işaret ediyor. Ayrıca yanlışlıkla yapılan işlerden dolayı da insanın günahkar sayılmayacağını gösteriyor. Nitekim Hz. Peygamber bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Yanılma, unutma ve zorlanma nedeniyle işledikleri hatalardan dolayı ümmetimin üzerinden sorumluluk kalkmıştır.” Bu da mü´minlerin duasına icabet olarak konulan bir hükümdür. Onların dualarını Cenab-ı Allah şöyle naklediyor: “Rabbimiz, unutur, ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme! Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim meulamızsın. Kafirler toplumuna karşı bİZe yardim et\” (Bakara 286)
Kuşkusuz, Kurayza Oğulları gazvesine giden iki grup mü´minden biri hatalıydı, ama hatalı hareket ederken de içti-had yapmışlardı. Dolayısıyla sorumlulukları yoktu.
Ganimetlerin Taksimi
Nadir Oğulları gazvesinde elde edilen mallar, gayrı menkul mallardı. Kurayza Oğulları gazvesinden önceki gazvelerde elde edilen ganimetlerin miktarı fazla değildi. Ama Kurayza Oğulları gazvesinden elde edilen mallar, öncekilere nisbetle daha çoktu. Özellikle menkul mallar daha çoktu. Bu sebeple bu ganimetlerin taksiminde Kur´an-ı Kerim´in nassı tatbik edilmiştir: “Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah´a, Resulüne ve (Resulü ile) akrabalığı bulunan(lar)a, yetimlere, yoksullara veyolcu(lar)a aittir.”(Enfai 4i)
Ibn tshak, Kurayza Oğullarının bıraktığı ganimetlerin müs-lümanlar arasında taksim edilişinden şöyle söz eder: Kurayza Oğullarının bıraktıkları malları, kadınları ve çocukları müslü-manlara taksim edildi. Atlar için iki, erkekler için bir pay şeklinde dağıtım yapıldı. Bu ganimetlerin beşte biri Allah´a, Resulüne ve Resulün akrabalarına ayrıldı. Kalan beşte dördü ise mücahitlerle atlarına dağıtıldı. Süvarilere üç, piyadelere de bir pay verildi. Süvarilerin şahısları için bir, atları içinse iki pay hesaplanmıştı. Kurayza Oğulları gazvesinde otuz altı at vardı. Artık bu taksimat, daha sonraki gazvelerde elde edilen ganimetlerin paylaştırılması için bir kanun haline gelmişti.
Fakat biz deriz ki, Sehim hesabına göre ganimetlerin ilk taksim edildiği gazve Kurayza Oğulları gazvesi değildir. Çünkü daha önce anlattığlmız gibi, Hafız İbn Kesir Tarih´inde şöyle der:
“Bilin ki, ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah´a aittir” Mealindeki ayet-i kerime, Bedir muharebesinde elde edilen ganimetlerin taksiminden önce nazil olmuştu. Hatta Hz. Ali´nin dediğine göre, o ganimetlerden kendisine hisse olarak iki deve düşmüştü. Bu gazvede elde edilen ganimetlerin taksi-mindeki yenilik, sadece Hz.Peygamberin süvariler için üç, yayalar için bir pay ayırmış olmasıdır. Bedir muharebesinde elde edilen ganimetlerin taksiminde böyle bir hesaplama yapılmamıştı. O zaman ganimet olarak at elde edilmemişti. Müslümanların sadece bir atı vardı. Rivayete göre o at da Zübeyr bin Avvam´a aitti. Benim kanaatim bundan ibarettir. Doğruyu noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah bilir.
Bazı Tenbihler
Bu tenbihlerin ilki şudur:
1- Ebu Kafi Selam bin Ebi´l Hakik, Hz. Peygambere karşı müşrikleri en çok kışkırtan bir ya-hudiydi. Kureyşlilerle Gatafanlıları müslümanlara karşı birleşik bir cephe haline getiren oydu. Müşrikleri Hendek gazvesinin yapılması için kışkırtan da bu adamdı. Aynı zamanda Kurayza Oğullarının başına gelen belaya o neden olmuştu. Fakat o, Huyey bin Ahtab gibi ahmaklık etmemişti. Çünkü Huyey bin Ahtab, Kurayza Oğullarının lideri olan Kab bin Esed´le sözleşmiş ve yenseler de, yenilseler de, onlarla birlikte kalelerinde kalacağını söylemişti. Fakat hakkın gözü gafil kalmaz. Hz.Peygambere düşman olan bütün Arapları kışkırtan Ebu Rafi Selam bin Ebî´l Hakik´den müslüraanların habersiz olduklarını söylemek mümkün değildir. O, müşrikleri müslü-manlara karşı yine birleşik bir cephe haline getirme gücüne sahipti. Cenab-ı Allah´ın emri gereğince ona karşı tedbirli olmak gerekiyordu: “Ey iman edenler! Tedbirinizi alın.” Onun yeniden fesad çıkarıp müşrikleri müslümanlara karşı kışkırtmadan Hz. Peygamberin onun hakkından gelmesi icabediyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, onu ikamet etmekte olduğu kale içinde öldürmek üzere bazı mü´minleri gönderdi.
2- Hz. Peygamber, Kurayza Oğullarının erkekleriyle çocuklarını birbirinden ayırıyordu. Çünkü ölümü hak edenlerle Öldürülmeyecekleri birbirinden ayırmak gerekiyordu. Böyle yapmakla Sad bin Muaz´ın vermiş olduğu hüküm tatbik edilmiş olacaktı. Bu sebeple büyükleri öldürüyor, küçükleri sağ bırakıyordu. İbn Atiyye el Kurzi´nin şöyle dediği rivayet edilir: “Re-sulullah (sav), Kasık tüyleri biten Kurayza Oğullarının erkeklerinin öldürülmesini emretmişti. Ben de o zaman ergenlik çağın-daydım. Kasığımda tüylerin bitmediğini gördükleri için beni serbest bırakmışlardı.
3- Ebu Lübabe´deki vicdan kuvvetine bakın: Kurayzalılar, Hz. Peygamberin hükmüne razı olmamaları hususunda görüşünü sorduklarında, o eliyle kendi boğazına işarette bulunmuş, yani Hz. Peygamberin hükmüne tabi oldukları takdirde boyunlarının vurulacağını söylemişti. Bunu der demez de yaptığı şeyin kötülüğünü anlamış ve pişman olmuş, bununla Hz. Peygambere hıyanet ettiğim anlamıştı. Çünkü onun izin vermediği bir şeyi, yetkisi olmadığı halde Kurayza Oğullarına açıklamıştı. Bu nedenle Hz. Peygambere uğramadan başını alıp Mescid-i Nebeviye gitmiş ve oradaki bir direğe kendim bağlatmıştı: “Yaptığım kötülüğü Allah kabul edinceye ve tevbemi kabul bu-yuruncaya kadar buradan ayrılmayacağım * demişti. Kurayza Oğullarının yurduna artık ayak basmayacağına dair Allah´a söz vermişti, “içinde Allah ve Resulüne hıyanet ettiğim bir beldeyi asla görmeyeceğim.” demişti.
Hz. Peygamber, Ebu Lübabe´nin geciktiğim gördü ve nedenini sorunca kendisine meseleyi anlattılar. O da şöyle buyurdu: “Ama eğer o bana gelmiş olsaydı, kendisi için istiğfarda bulunurdum. Fakat artık yapacağını yapmıştır. Cenab-ı Allah tev-besini kabul edinceye kadar ben onu bağlı olduğu yerden almayacağım”
Tevbe, önce işlenmiş olan günahları yok eder. Neticede Hz. Peygamber rabbinden gelen bir vahiyle Ebu Lübabe´nin tev-besinin kabul edildiğini öğrendi. Bunu mü´minlerin anası Um-mü Seleme´ye tebliğ etti. Çünkü Ebu Lübabe kendisini Um-mü Selem´nin evinin önündeki direğe bağlamıştı. Vahyin geldiğini duyunca Ümmü Selem bu müjdeyi Ebu Lübabe´ye vermek için izin.istemişti. Hz. Peygamber de: “Tabi… Eğer istersen müjdele” dedi. Bunun üzerine Ümmü Selem, kendi odasının kapısının önüne gidip: “Ey Ebu Lübabe, sana müjdeler olsun. Cenab-ı Allah senin tevbeni kabul buyurdu.” diye müjde verdi. Bu müjdeyi duyan sahabeler koşup Ebu Lübabe´yi çözmek istediler. Fakat Ebu Lübabe bunu kabul etmedi ve: “Hayır. Ancak Resulullah gelip beni buradan çözerse olur.” dedi. Hz.Peygamber sabah namazına gitmek için evinden çıktığında gelip Ebu Lübabe´yi bağlı bulunduğu direkten çözdü. Ebu Lübabe altı gece müddetle direğe bağlı kalmıştı. Ancak zevcesi her namaz vaktinde gelip onu çözer, namazını kıldıktan sonra onu direğe bağlardı. Onun hakkında şu ayet-i kerimenin nazil olduğu söylenir: “Başka bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler, iyi işle kötü işi birbirine karıştırdılar. Belki Allah bunların tev-besini kabul eder. Çünkü Allah bağışlayan, esirgeyendir” (Tevbe: 102)
Vicdanın, ya da nefsin hükmü işte buydu. Bu nefis ve vicdan, işlediği günahı hissederek tevbe etmek ister. Rabbinin mağfiretini ümit eder, affedilmek için de noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah´ın huzurunda boyun büküp kendini alçaltır. Su-fîler şöyle derler:
“İnsanda zillet ve kırıklık meydana getiren bir masiyet, övünç ve tekebbür meydana getiren bir taatten hayırlıdır.” İşte Ebu Lübabe´nin nefsi de böyleydi. O yalan söylemedi, ancak Resulullah´a hıyanet ettiği zannına kapıldı. Çünkü henüz yürürlüğe konulmamış bir hükmü, Kurayza Oğullarına açıklamıştı.
4- Hz. Peygamber Kurayza Oğullarının esir tutulanlarını Necid´e göndererek sattı. Bedelleri ile de müslümanları güçlendirmek için at ve silah satın aldı. Çünkü Cenab-ı Allah bir ayet-i kerimede müslümanlarm düşmana karşı hazırlıklı olmalarını emrediyor: “Onlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın.” (Enfei-eo)
Hz. Peygamber, Kurayza Oğullarından elde edilen kadınlardan biri olan Reyhane bintî Amr´ı, kendisi için ayırmıştı. Ona îslamiyeti teklif etti, ama o kabul etmedi. İslam´a girmeye yanaşmadı. Yahudilikte kalacağını söyledi. Fakat Hz. Peygamber onu îslam´a girmeye zorlamadı. Selim ve özgürce bir seçim yapmasını engelleyecek teşviklerde bulunmadı. Fakat daha sonra bu kadın, kendi rızasıyla Hz. Peygamberin yanına gelerek müs-lüman oldu. Hz. Peygamber buna çok sevindi. Onu azad etmek ve sonra da hür bir kadın olarak kendi serbest iradesiyle onunla evlenmek istediğini söyledi. Fakat kadın Hz. Peygamberin cariyesi olarak kalmayı tercih etti. Bu onun için daha kolay olacaktı. Çünkü kendisinde zevcelik yükümlülüklerini taşıyacak gücü görememişti. Hz. Peygamberin vefatına kadar yanında kaldı. Reyhani´nin adı, Hz. Peygamberin zevceleri arasında zik-redilmemiştir.
Kurayza Oğullarının kadınlarının esir alınması, Hz. Peygamberin savaş meydanındaki düşmanları üzerine kölelik bağı .koyduğuna işaret etmektedir. Onlara karşı misliyle muamelede bulunmak için onları esir aldı. Çünkü onlar da müslümanlar-dan bazı kimseleri esir almış olsalardı, mutlaka köleleştirecek, ya da cariyeleştireceklerdi. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim size saldırırsa, size saldırdıkları gibi saldırın; Allah´tan korkun. Bilin ki Allah, (günahlardan) korunanlarla beraberdir.” (Bakara: 194)
Müşrikler, savaşmadan da, müslümanlardan ele geçirdiklerini köleleştiriyorlardı. Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi onlar, kurdukları tuzak ve hıyanet neticesinde bazı müslümanları tutsak edip Mekke-i Mükerreme´de satmışlardı. Mekkeliler onlara azabın ve işkencenin en kötüsünü tattırmışlardı. Kurayza Oğullarından bir kısmını esir alıp at karşılığında Necid´de satmasından dolayı Hz. Peygamberi kınamak doğru olmaz. Bu anlattıklarımız gösteriyor ki, Hz. Peygamber Kurayza Oğullarıyla onların arkalarındaki müşriklere misliyle muamelede bulunarak esirlerini köleleştirmiştir. Çünkü müşrikler savaşmadan da kurdukları tuzak neticesinde elde etmiş oldukları müslümanları köleleştiriyorlardı. Hz. Peygamber, onların mütecaviz davranarak başlatmış oldukları bir savaşta kendilerinden ele geçirdiği kimseleri köleleştirmekle onlara karşı sadece mukabelede bulunmuştur. Onlar iki defa tecavüzde bulunmuşlardı. Bir defasında hıyanette bulunarak Hendek muharebesinde mü´minlerin evlerine arkadan saldırmışlar, ikinci defasında da onlar ve müşrikler ele geçirebildikleri müslümanları esir alıp köleleştirmişlerdi. Kureyşliler yakaladıkları müslümanları satıp işkenceye tabi tutuyorlardı. Nitekim Reci´ gününde de böyle yapmışlardı.
Zaruret Halinde İma ile Namaz
Savaş ve vuruşma esnasında namazın vaktinin çıkacağından korkulması halinde zaruret sebebiyle ima ile namaz kılmak caiz kılınmıştır. Bu hükmü, iki namazı cem´ edip bir arada kılma hükmünden sonra anlattık. Çünkü bu tanıdığı herkesi Hz. Peygambere karşı birleşik bir cephe halinde toplayıp saldırtmak isteyen bir adamla ilgilidir. O adam Haliç! bin Süfyan bin Ne-bih el-Hüzeli idi. Bu Kurayza Oğulları gazvesinden sonra olmuştur. Onun kötülüğe kalkıştığını ve savaşmak istediğini Hz.Peygamber kesin olarak haber almıştı. Hz. Peygamber kötülüğü, daha ortaya çıkmadan ortadan kaldırmaya çalışırdı. Bir adam asker toplayıp insanları İslam´a ve müslümanlara karşı kışkırtmaya ve bu hedefini gerçekleştirmek için çalışmaya başlamışsa, bu kötülüğü gerçekleştirmeden önce Hz. Peygamber onu yok etmeye gayret ederdi. Çünkü tedbir , bu şekilde hareket etmeyi gerektiriyordu. Çünkü onu kendi haline bıraktığı takdirde daha fazla insanın Öldürülmesine neden oluyordu. Halbuki Hz. Peygamber, -karşısındaki kimseler müşrik bile olsa- birçok kimsenin öldürülmesindense bir kimsenin öldürülmesini tercih ederdi.
Resulullah (sav) Halid bin Süfyan´a, Abdullah bin Enis´i gönderdi. Ve ona dedi ki: “Aldığım habere göre Halid bin Süfyan bin Mübeyh el-Hüzeli, benimle savaşmak için adam topluyor”
Abdullah bin Enis, Halid´i tanıyordu. Kılıcını kuşanarak yula çıktı. Onunla karşılaşıp konuşmakla meşgulken namazını kaçırmaktan korktu. Oysa namazın farzhğı asla düşmez. Bu maksatla namazını, yürürken ima ile rüku ve secdesini ima ile yaptı. Nihayet Halid´le karşılaştı. Halid ona: “Sen kimsin ” diye sordu. Abdullah: “Araplardan biriyim. Muhammed´le savaşmak için adam topladığını duyduğum için buraya geldim” dedi. Bunun üzerine Halid, onu doğruladı ve bu işle uğraştığını söyledi. Sonra biraz yürüdüler ve Abdullah bir fırsatını bularak onu öldürdü.
Bu anlatılanlarda gördüğümüz gibi, savaşta zaruret nedeniyle namazın ima ile kılınması caiz görülmüştür. Hz. Peygamber Abdullah ´m bu olay esnasında namazını ima ile kılmasını hoş görmüş ve onun bu yaptığını bir cihad olarak kabul etmiştir.
Halid´in bu şekilde öldürülmesi, hıyanet değildir. Çünkü o, insanları savaşa davet ediyordu. Böyle yapan bir kimsenin de her zaman için Ölümü beklemesi gerekirdi. Aslında onun öldürülmesi, birçok kimsenin hayatının kurtarılması demekti. Büyük zararı önleme yolunda küçük zarara katlanmak normaldir. Bu anlatılanlar gösteriyor ki Hendek gazasından sonra birçok münkir ve inatçı kimseler inatlarını sürdürmekte ısrar ediyordu. Böyle yapmakla da müslümanları mağlup edeceklerini sanıyorlardı. Kuvvetin kendi ellerinde olduğunu, müslümanlarla savaşacaklarını ve hiç kimsenin kendilerine karşı çıkamayacağını düşünüyorlardı.
Hendek Gazasının Süresi
Peygamber (sav) efendimiz, Şevval ayının sonlarıyla Zilkadenin tamamında ve Zilhicce ayının da başlarında Hendek ve Ku-rayza Oğulları gazasıyla meşgul olmuştur. Hendek ve Kurayza Oğulları gazasından sonra Ebu Süfyan´m kızı Ümmü Habi-be ile evlenmiştir. Ondan sonra da Zeyneb binti Cahş ile evlenmiştir. Daha önce de Zem´a kızı Şevde ve Ebu Bekir´in kızı Aişe ile evlenmişti. Bedir savaşından sonra, arkadaşı ve yardımcısı Hattab oğlu Ömer´in kızı Hafsa ile evlenmişti. Uhud savaşından sonra Ümmü Seleme ile evlenmişti. Müstalib Oğullan gazvesinden sonra Haris´in kızı Cüveyriye ile evlenmiştir. Hayber gazasından sonra da Huyey bin Ahtab´ın kızı Safiye ile evlenmişti.
Hz. Peygamberin Mü´minlerin Annesi Zeyneb ile Evlenmesi
Ahzab ismini alan surede, iki hüküm nazil olmuştur: Bunlardan biri evlat edinmenin haram kılınması, ikincisi de bu ha-ramlığın Hz. Peygamberin, mü´minlerin annesi Cahş kızı Zeyneb ile evlenişinde tatbik edilmesidir. Bu nedenle Hz.Peygam-berin Zeyneb ile evlenmesini anlatmamız gerekiyor. Çünkü bu evlenme11 şer´i bir hükmün tatbikiydi. Bunun hemen arkasından şer´i bir hüküm nazil olmuştur.
Evlat edinmenin haramlığı Ahzab suresinin başında nazil olmuştur. Allahü Teala şöyle buyuruyor:
“Allah, bir insanın (göğüs) boşluğuna iki kûlb koymamıştır. Allah zihar yapmanız (sen bana annemin sırtı gibisin demeniz) suretiyle eşlerinizi (anneleriniz gibi) kendinize haram saymanız için yaratmamıştır. Evlatllıkarınızı da Öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerdir, Allah gerçeği söylemektedir, doğru yola O iletir. Evlatlıkları babalarına nisbet edin. Bu Allah katında en doğru olandır. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, bu takdirde onları din kardeşi ve dostlarınız olarak kabul edin,” (Ahzab:
3-4)
Bu, içinde hiç şüphe bulunmayan kesin bir haramlık hükmüdür. Bu nedenle erkeğin, evlat edindiği kimsenin boşamış olduğu karısıyla evlenmesi caiz kılınmıştır. Çünkü´ evlat edindiği kimse onun, oğlu değildir. Karısıyla evlenilmesi haram olan oğul, kişinin öz oğludur. Yoksa evlatlık edindiği çocuğun boşa-dığı kadınla evlenmek kişiye haram kılınmamıştır. Bu sebeple mahrem kadınlar bölümünde Cenab-ı allah şöyle buyurmuştur. “Kendi sulbünüzden gelen oğullarınızın karıları (da size haram kilindi.)” (Nisa 23)
Evet, bu böyledir. Çünkü Hz. Peygamber, İslam, aile fertleri arasında dayanışma ve bağlılığı bir hüküm olarak ortaya koymuştur. Ailenin güçlü olması, aile bireyleri arasındaki dayanışmaya bağlıdır. Çünkü yabancıların aile fertleri arasında yer alması, aile düzenini bozar. Onlar arasında hak sahibi olanları, haklarından mahrum kılar. Bu, Kur´an-ı Kerim´in şu ifadelerinde kesinleşen kurala aykırı düşmektedir: “Rahim sahipleri (akrabalar) da Allah´ın kitabında birbirlerine öteki mü´minler-den ve muhacirlerden daha yakındırlar” (Ahzab. 6)
Arap beldelerinde evlat edinme geleneği yaygındı. Bu gelenek Roma hukukundan alınmıştı. Hz. Peygamber de Roma hukukundan alınan bu geleneğe dayanarak Zeyd bin Harise´yi evlat edinmişti. Tabii ki, onu evlat edinmesi, kendisine vahyin nazil olmasından ve risalet görevini almasından önce olmuştu.
Peygamber efendimizin Z eyd´i evlat edinmesi şöyle olmuştu: Zeyd, Hz. Peygamberin kölesiydi. Akrabaları fidyesini vererek onun azad edilmesini istemişlerdi. Peygamber efendimiz de: “Eğer sizi seçerse, o sizin olsun” demişti. Bunun üzerine akrabaları onu almak istemişler, ama Zeyd, Hz. Peygamberin yanında kalmayı tercih etmiştir. Hz. Peygamber de bunun üzerine onu azad etti ve evlat edindi. Nitekim o zaman Arap beldelerinde evlat edinme geleneği de vardı. Peygamber efendimiz tarafından evlat edinildikten sonra halk onu “Harise oğlu Zeyd” olarak değil “Muhammed oğlu Zeyd” diye çağırmaya başlamıştı. Peygamber efendimiz onu Cahş´m kızı Zeyneb´le evlen-dirmişti. Zeyneb soylu ve güzel bir kadındı. Hz. Peygamber ise Kureyşlilerden olup Arapların en ulusu ve itibarlısıydı. Aynı zamanda onların en kıymetli şahsiyetlerinden biriydi. Nitekim onunla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Size, sizin en şerefliniz olan bir elçi gelmiştir.” (Tevbe 128)
Evlat edinmenin haramlığmı ve evlatlıkların, kişilerin kendi soylarından olmadıklarını ifade eden ayet-i kerimeler nazil olduktan sonra Zeyneb, Zeyd ile olan evlilik hayatını sürdüremez oldu. Çünkü artık Zeyd ´in Muhammed´in oğlu olmadığı söyleniyordu. Ve eskisi gibi “Harise oğlu Zeyd” olarak çağrılacaktı. Zeyneb, buna dayanamadı.
Zeyd Hz. Peygambere karısının neseb bakımından kendisine üstünlük iddiası tasladığını şikayet etti ve Hz. Peygamber de ona: “Karını yanında tut ve Allah´a karşı gelmekten sakın” dedi. Cenab-ı Allah, Peygamberi Muhammed (sav)´e, Zeyd´i karısını boşamaktan men etmesini emretti. Çünkü Cenab-ı Allah artık bu işe hüküm vermişti: “Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman artık inanmış bir erkekle kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.” (Ahzab 36)
Cenab-ı Allah Zeyd´in Zeyneb´i boşamasına hükmetmişti. Zeyneb boşanıp iddetini tamamladıktan sonra, yine Cenab-ı Allah´ın emri üzerine Hz. Peygamber onunla evlendi. Böylece evlat edinme yasağının ameli bir tatbikatı gerçekleştirilmiş oldu. Hz. Muhammed (sav) de, bu örnek ile evlat edinmenin yasaklanmış olduğunu ve tatbikatta kesinlikle reddedildiğini gösterdi. Rabbinin emrini infaz etmek ve kişilerin kendi evlatlıklarının boşadığı kadınlarla evlenmelerinde bir sakınca olmadığı böylece gösterilmiş oluyordu. Onun bu evliliği şehvet, ya da arzuya dayanan bir evlilik değildi. Sadece Rabbinin emrine icabet etmek için evlendi. Büyük tarihçi Ibn Cerir et-Taberi gibi şahsiyetlere iftira ederek Hz. Peygamberin şehvet uğruna Zeyneb´le evlendiğini iddia eden Batılı yazarlar yalan söylemişlerdir. Bu konuda varid olan hıristiyan ve yahudi nakilleri asılsızdır. Bunlar her ne kadar günahın ne demek olduğunu bilmeseler de, büyük günahlara girerek bu yalan ve iftiraları yaymaktadırlar. Ne yazık ki bazı çevreler de onların bu asılsız iftiralarına kanmışlardır.
Hz. Peygamberin, Allah´ın emri üzerine Zeyneb´le evlendiğini ifade eden ayetler gayet açıktır. Ayrıca evlatlıkların boşadık-ları kadınlarla babalıklarının evlenmelerinin hiçbir mahzuru olmadığını ifade eden ayetler de açıktır. Dahası Peygamber (sav) efendimizin de kendi adamlarından hiçbirinin babası olmadığını ifade eden ayetler vardır. Bu konudan bahseden ayetlerin hepsinin de gizli tarafı yoktur. Bununla beraber o zamanki Arap toplumundaki gelenekler ile yalanın revaçlandırılması, bu konuda insanları etkiliyor ve anlayışlarını bozuyor, nefisleri ve anlayışları üzerinde büyük bir afet meydana getiriyordu. Ama olayların kendileri üzerinde bir değişiklik meydana gelmiyordu. Hakikatleri açıklayan, yalancıları yalanlayan ve onların bu konuda revaçlandırdıkları yalan düşünceleri boşa çıkaran ayet-i kerimeleri okuyalım. Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
“Allah ve Resulü, bir işte hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur . Kim Allah´a ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur. Allah´ın nimet verdiği; senin de kendisine nimet ver(ip hürriyete kavuştur) duğun kimseye: “Eşini yanında tut. Allah´tan kork” diyordun. Fakat Allah´ın açığa vuracağı şeyi içinde gizliyordun, insanlardan çekmiyordun. Oysa asıl çekinmen gereken Allah´tı” (Ahzab 36-37)
Hz.Peygamberin insanlardan çekinerek gizlediği şey, Allah´ın, boşandıktan sonra Zeyneb´le evlenmesi konusunda verdiği emirdi. Cenab-ı Allah, Zeyneb´in boşanmasını takdir etmişti. Onun açıkladığı şey işte buydu. Zeyneb´le evlenmesi şehvet ve arzudan dolayı değildi, insanların, kendi evlatlarının karısıyla evlendi diye Hz.Peygamber hakkında dedikodu yapmalarından çekinmişti. Bu, yani evlatlıkların boşadıkları kadınlarla evlenme adeti Araplar arasında rastlanılmayan bir şeydi. Aslında Hz. Peygamberin insanlardan değil, fakat Allah´tan çekinip korkması gerekirdi. Çünkü haksız yere insanları memnun etmek, hakkın emrine karşı gelmeyi caiz kılmaz.
Bundan sonra noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah açıkladığı hükümde şöyle buyuruyördu: “Zeyd, eşi ile ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik ki evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü´minlere bir sorumluluk olmadığı bilinsin. Allah´ın buyruğu (her zaman) yerine gelecektir,” (Ahzah 37)
Bundan sonra yüce Allah, Hz. Peygamberin Zeyneb´le evlenmesinin kendi emrine dayanılarak yapıldığını açıklamıştır. Hz. Peygamber, Alah´m emrini infaz etmekten dolayı sorumlu tutulamazdı, insanlar dedikodu etseler de, etmeseler de, bu hususta onun için bir sorumluluk sözkonusu değildi. Kelimeleri yüce olan Allah şöyle buyurmuştur: ´Allah´ın kendisini takdir ettiği bir şeyi yerine getirmekte, peygambere herhangi bir güçlük yoktur. Sizden önce geçenler arasında da Allah´ın adeti böyleydi. Allah´ın emri, olup bitmiş bir kaderdir. (O peygamberler), Allah´ın gönderdiği emirleri duyururlar. Allah´tan korkarlar ve O´ndan başka kimseden korkmazlardı. Hesap görücü olarak Allah yeter. Muhammed, sizin erkeklerinizden birinin babası değil, fakat Allah´ın Resulü, peygamberlerin sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir.” (Ahzab 38-40)
işte bu naslarla evlat edinmenin haramlığı ve İslamiyet nazarında tanınmayan bir şey olduğu sabit olmuştur. Bu hüküm peygamberlerin seyyidi, iffetli ve şerefli Muhammed (sav) üzerine tatbik edilmiştir. O zaman düşünemeyen ve muhtelif işlere yönelen iftiracıları Cenab-ı Allah lanetlemiştir. Onlar, üzerinde ittifak edilen manalar üzerinde düşünmek için çaba sarfetmi-yorlardı.
Resulullah´ın Evine İzinsiz Girmenin Yasaklanması
Hz.Peygamberin evi, bütün mü´minlerin evi gibiydi. Mescid-i Nebeviye´nin bitişiğindeydi. Bu evler arasında da en yakın olan Hz. A i ş e´nin ikamet ettiği evdi.
Öyle görülüyor ki mü´minler Hz. Peygamberin evine rahatlıkla girip çıkıyorlardı. Fakat îslami edepleri kalplerine sindirmiş olup karekterlerini islamiyet´le süslemiş olan mü´minler, Hz. Peygamberin evine girerken izin isterlerdi. Herhangi bir sebep olmadan oraya girmezlerdi. Orayı kendileri için sohbet meclisi yapmazlardı. Fakat îslami terbiyeyi tam olarak içine sindirmemiş olan bazı mü´minlerin bu evlere giremeyeceklerinin ve buraları gelişigüzel sohbet meclisi yapamayacaklarının açıklanması gerekiyordu. Nitekim bu konuda açıklayıcı hükümler de nazil oldu. Hadis alimleri Hz. Peygamberin evine gelişigüzel girmeyi yasaklayan ayetlere, hicap ayetleri adını vermişlerdir. Bu ayetlerin nüzulünden sonra hiç kimse izin almadan Hz. Peygamberin evine girip konuşulanlara kulak veremeyecekti. Hicap ayeti, Hz.Peygamberin Cahş kızı Zeynefo´le gerdeğe girdiği gece nazil olmuştur. Enes bin Malik´in rivayetine göre Hz. Peygamber Cahş kızı Zeyneb´le evlendiği zaman mü´minleri yemeğe davet etti. Onlar da peygamber evine gelerek yemek yediler. Ve yemekten sonra sohbet için oturdular. Peygamber efendimiz kalkmak istediği halde, gelenler hâlâ oturuyorlardı. Sonunda Peygamber efendimiz sohbet meclisinden kalktı. Cemaat de onunla birlikte çıktılar. Ancak üç kişi oturmaya devam etti. Peygamber efendimiz hanımı Zeyneb´le gerdeğe girmek için geldiğinde orada birkaç kişinin oturmakta olduklarını gördü. Sonra onlar kalktılar. Kalktıklarında Hz.Peygambere haber verildi.
Buhari ile Müslim´in bu konuda yaptıkları rivayetin özeti şöyledir: Hz. Peygamber Zeyneb ile evlenmesi dolayısıyla sahabilerine düğün yemeği vermişti. Yemek yendikten sonra kalkıp gitmediler. Hz. Peygamber kalkmaya hazırlanıyordu. Fakat onlar bir türlü kalkmak bilmiyorlardı. Sonra ayağa kalktı, bu görenler de kalkıp gittiler. Ancak üç kişi, hala oturuyordu. Onlar otururken Hz. Peygamber kalkıp hanımının odasına girdi. Oturanlar ancak bunu görünce kalktılar.
Buhari bu manada bir başka hadisi de Hz.Peygamber´in hizmetkarı Enes hazretlerinden rivayet ediyor. Bu rivayete göre, Hz. Peygamberin müzminlere yaptığı yemek daveti geniş ve kapsamlıydı. Bu konuda Enes hazretleri şöyle diyor: “Resulull-lah (sav) Cahş kızı Zeyneb ile gerdeğe girdi. Müslümanları düğün yemeğine davet etmesi için, bir adamı görevlendirdi. Yapılan davet neticesinde halk Hz. Peygamberin evine geldi. Oturup yemek yediler. Yemeğini yiyenler çıkıp gidiyorlardı. Herkesi davet ettim ve sonunda davet edecek kimse bulamadım ve: aEy Allah´ın Peygamberi! Artık davet edecek kimse kalmadı” dedim. Bunun üzerine Hz.Peygamber, yemeklerin kaldırılmasını emretti. Fakat üç kişi oturup Hz.Peygamberin evinde sohbetlerine devam ettiler. Hz.Peygamber çıkıp Hz, Aişe´nin odasına gitti. Ve ey aile efradı Allah´ın rahmet ve bereketi ile selamı sizin üzerinize olsun dedi. Hz. Aişe de selamına karşılık vererek Allah´ın selamı rahmet ve bereketi senin de üzerine olsun. Aileni nasıl buldun Allah onu sana mübarek etsin dedi. Bunun üzerine Hz.Peygamber oradan çıkıp diğer hanımlarının odalarına uğradı hepsine de Aişe´ye söylediğinin aynısını söyledi. Onlar da kendisine Aişe gibi cevaplar verdiler. Sonra geri geldiğinde o üç kişinin hala oturup sohbetlerini devam ettirdiklerini gördü. Hz. Peygamber onlara kalkıp gitmelerini söyleyemeyecek kadar utangaç biriydi/1
Bu rivayetlerin hepsi de, birbirine benzemektedir. Ancak bazısında fazla tafsilat vardır. Bu anlattığımız olay, Hz. Peygamberin evine gelişigüzel girmeyi men eden ayetlerin nüzulü için yakın bir sebep teşkil etmektedir. Bununla ilgili olarak şu ayet-i kerime nazil olmuştur: “Ey inananlar! Yemeğe çağrılmadan peygamberin evlerine girmeyin. Fakat davet edilirseniz girin ve yemeği yiyince dağdın. Sohbet için de girip oturmayın. Bu haliniz peygamberi üzüyor, o da size bir şey söylemeye çekiniyordu. Allah, gerçeği söylemeden çekinmez. Peygamberin eşlerinden bir şey istediğinizde, onu perde arkasından isteyin. Bu sayede sizin gönülleriniz de onların gönülleri de daha temiz kalır. Bundan sonra ne Allah´ın peygamberini üzmeniz ve ne de onun eşlerini nikahlamanız asla caiz değildir. Doğrusu bu, Allah katında büyük (bir günahjtır. Bir şeyi açığa vursanız da, gizlese-niz de Allah şüphesiz her şeyi bilir. Kadınların babaları, oğulları, erkek kardeşlen, erkek kardeşlerinin oğulları, kızkardeşle-rinin oğulları, hizmetçi kadınları ve cariyeleri hakkında bir sorumluluğu yoktur. Ey kadınlar! Allah´tan korkun; şüphesiz Allah, her şeyi görendir´´ (Ahzab: 53-55}
Bu, eğitime ihtiyacı olan bir millet için Allah tarafından yapılan bir uyarıdır. Bu terbiye ve yönlendirmedir. Ancak bu eğitim sayesinde o toplum sevgi ve merhamet temelleri üzerinde durabilirdi. Bu eğitim sayesinde insanların birbirine psikolojik eziyet vermesi Önlenmiş oluyordu.
Genel Olarak İzin İstemenin Vacib Oluşu
Kur´an-ı Kerim´in nassı ile îslam dini, içindeki ev halkından izin almadan ve selam vermeden başkasının evlerine girmeyi yasaklamıştır. Bu yasak, nefisleri terbiye etmek, insanlar arasında tam bir güven oluşturmak içindir. Bu sayede insanların kuşkuları önlenmiş olacaktır. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Ey inananlar! Kendi evlerinizden başka evlere izin almadan, seslenip sahiplerine selam vermeden girmeyin. Eğer düşünürseniz, bu sizin için daha iyidir. Eğer evde kimseyi bulamazsanız yine de size izin verilmedikçe içeriye girmeyin. Size: “Dönün” denirse, dönün (girmekte ısrar etmeyin). Bu, sizi daha çok temize çıkarır. Allah yaptıklarınızı bilendir, içinde malınız bulunan boş evlere girmenizde bir sorumluluk yoktur. Allah, açığa vurduğunuzu da, gizlediğinizi de bilir.” (Nur: 27-29)
Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, ev içindeki hizmetçilerle cariye ve kölelerin durumlarını da açıklamıştır. Bunların geceleyin, sabah namazından önce ve öğleden sonra haremlik kısmına girerken izin istemelerini vacib kılmış ve şöyle buyurmuştur: “Ey inananlar, ellerinizin altında bulunan (köleler, hizmetçi)ler ve sizden henüz erginliğe ermemiş (çocuk)lar, üç vakitte (odalarınıza girebilmek için) izin istesinler: Sabah namazından önce, Öğleden sonra elbisenizi çıkardp yakacağınız vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin üstünüzün açılabileceği üç vakittir. Bunların dışında (hizmetçilerin ve çocukların izin almadan içeri girmelerinden dolayı) ne size, ne de onlara bir günah yoktur, (onlar sizin) yanınızda dolaşırlar, birbirinizin yanına girip çıkarsınız. Allah size ayetleri böyle açıklar. Allah bilendir, hikmet sahibidir. Çocuklarınız ergenlik çağına erdikleri zaman, kendilerinden öncekilerin izin istedikleri gibi izin istesinler, işte Allah size ayetlerini böyle açıklıyor. Alah bilendir, hikmet sahibidir. Evlenme arzusu kalmamış oturan (ihtiyar) kadınların, kasden süs göstermeye çalışmadan dış örtülerini bırakmalarında kendileri için bir günah yoktur. Ama sakınmaları, kendileri için daha hayırlıdır. Allah işitendir, bilendir” (Uur. 58-60)
Ben-i Lihyan Gazası
Ben-i Lihyanlılar, Hz. Peygambere gelerek, kendilerine İslam´ı öğretecek ve Kur´an´ı ezberlettirecek sahabiler göndermesini istemişlerdi. Hz.Peygamber sahabilerinden İslam dinini bilen altı kişiyi öğretici olarak göndermişti. Fakat daha sonra, onların bu sahabileri esir alıp Kureyşlilere satmak niyetinde oldukları anlaşıldı. Sahabilerin bir kısmım öldürdüler. Kalanlarını da sattılar. Müşrikler ise, o sahabilere türlü işkencelerde bulundular ve kötü bir şekilde asarak şehid ettiler.
Hz. Peygamberin, bu çirkin davranışlarından dolayı onlara derslerini vermesi gerekiyordu. Hakikatlerin iç yüzünü anlayamayan bazı kimselerin zannettikleri gibi, bu bir intikam değildi. Bu önce bir kısastı. Kısası da, öldürülen sahabilerin velilerinin tatbik etmesi gerekiyordu. Onların velileri ise Allah ve Resulü ile mü´minlerdi. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Sizin veliniz (dostunuz) ancak Allah, O´nun elçisi ve müminlerdir .” (Maide 55)
Sonra bunları şiddetli bir şekilde terbiye etmek gerekiyordu. Çünkü bunlar islam daveti hususunda hainlik yapmışlardı. Başkalarına ibret olması ve başkalarının da hidayet adı altında müslümanlara hıyanette bulunmaması için, bunların, en şiddetli bir şekilde cezalandırılmaları icab ediyordu.
Kureyza Oğulları gazvesinden sonra Hz.Peygamber, hicretin beşinci yılı Zilhicce ayının kalan kısmı ile Muharrem, Safer ve Rebuülevvel ile Rebiülahir aylarını Medine´de geçirdi. Bu süre içinde insanlara dinlerini öğretiyor, islam davetini tebliğ ediyor, Arap kabilelerine davetçi ve mürşit olarak gidip onlarla ilişkiler kuruyordu. Kendilerinden sonraki nesillere îslam fıkhını aktaracak olan sahabilerine de îslami şiar ve prensipleri öğretiyordu.
Cemaziyelevvel ayında Hz.Peygamber Ben-i Lihyan kabilesine doğru yola çıktı. Reci faciasında şehit edilen Hubeyb ibn Adi ile arkadaşlarının öcünü almak istiyordu. Bu gaza, hicretin altıncı yılında olmuştur.
Beyhaki bu olayın, hicretin dördüncü yılında olduğunu anlatmış, ancak İbn İshak, hicretin altıncı yılında meydana geldiğini söylemiştir. Biz de siyerle ilgili hususlarda daha güvenilir olduğu için ibn İshak ´in söylediğini esas alıyoruz. Nitekim imam Şafii onunla ilgili olarak şöyle demiştir: Siyer ilmi hususunda insanlar, Muhammed bin İshak´ın çocukları durumundadır.
Hz.Peygamber bir grup sahabi ile birlikte yola çıktı. Hainleri ansızın bastırmak istiyordu. Medine´den çıkarken maksadının anlaşılmaması için Şam yoluna gidecekmiş gibi bir intiba bıraktı. Çünkü savaş bir hiledir. Bir süre Şam yoluna doğru yürüdükten sonra, ansızın Mekke´ye yöneldi ve hızla yol almaya başladı. Asıl amacının anlaşılmasından önce Ben-i Lihyan kabilesine ulaşmak istiyordu. Fakat Ben-i Lihyan kabilesi, korktukları için tedbir aldılar. Hz. Peygamberin kumandası altındaki iman ehlinin yeniden güçlendiklerini anladılar. Korunmak için dağların tepesine kaçtılar. Bu durum karşısında Hz. Peygamber, onları ansızın bastırma planının suya düştüğünü anladı ve ikiyüz süvari ile Gassan taraflarına yönelip, orada konakladı, iki süvariyi, etrafı kolaçan etmesi için, keşif görevlileri olarak vazifelendirdi.
Hz- Peygamber kabilelerin durumunu Öğrenmek ve islam davetini tebliğ etmek için bir süre dolaşıp Cenab-ı Allah´ın şeriatını çöl ahalisinden kabul edenlere açıkladıktan sonra, Medine´ye döndü. O bu mübarek seferinde her ne kadar hainleri ve facirleri hıyanetlerinden ötürü cezalandıramadıysa da, çevredeki beldelerle çöl ahalisi ve kabileler onun güçlendiğini ve fırsat bulduğu her yerde dinini tebliğ ettiğini anladılar. Bununla birlikte Arap kabileleri içindeki kötü kimseleri ürküttü. îs-lam´ın heybetini etrafa gösterdi. Böylece din düşmanları, bu yeni dinin hakkı ve adaleti getirdiğini ve bunları koruyacak güce sahip olduğunu anlayıp düşünmeye başladılar.
Hz. Peygamber, bu seferden ganimet malı elde etmemiş, fakat îslam davetini etrafa yaymak gibi, manevi bir kazançla dönmüştü. Allah´ın güç ve kuvvetini Arap beldelerine yaydı. İslamiyet´i etrafa yaymak için gerekeni yaptı. Bundan sonra da Şam taraflarına ve diğer yörelere yönelecekti.
Zi-Kared Gazvesi
Hendek savaşından sonra, Gatafanhlar öfkeli bir şekilde oradan ayrılmışlardı. Çünkü onlar sulh beklemişler, ama Hz. Peygamber sulhu kesin karara bağlamamış, sadece onları Kureyşli müşriklerden ayırmak için bir pazarlığa girişmiş, bu pazarlık da gayesine ulaşmıştı. Sonunda Gatafanhlar Kureyşlilerle birlikte yenik ve perişan bir halde geri döndüler. Fakat savaşla elde edemediklerini küçük saldırı ve yağmalarla elde etmek istemişlerdi. Nisbi bir yağmadan ve gasbtan sonra firar etmiş, hırsızlar gibi davranmışlardı. Bu arada Gatafanhlardan bir miktar süvari ile birlikte, Şezareli Uyeyne bin Hısm, ormanlıkta yayılmakta olan sağmal develere saldırmak için plan kurdu. Bu develer Ebu Zerri Gıfari´nin oğlu ile karısının gözetiminde ormanlıkta otlamaktaydı ve Hz.Peygambere ait idiler. Uyeyne bin Hısm´ın kumandasındaki süvariler bu baskında Ebu Zerr´in oğlunu öldürmüşler ve develerle birlikte karısını da götürmüşler, bu davranışlarıyla yağmacı yol kesicilere benzemiş-lerdi. Bunun müslümanlara eziyet vereceğini düşünmüşlerdi. Her ne kadar bu, Arapların asaletine ve mürüvvetine yakışan bir hareket olmasa da, savaşta kılıçla elde edemediklerini böylece elde etmek istemişlerdi. Onların bu yaptıklarını bazı mü´min süvariler öğrendiler. Bunların başında Seleme bin Ekva vardı. Talha bin Ubeydullah´ın hizmetçisi de beraberindeydi. Onun bir atı vardı. Sabahleyin ormanlığa doğru gitti. Seniyetül-Veda denen yere geldiğinde saldırganların atlarının bir kısmım gördü ve mütecavizlerin peşine düşüp onları yakaladı. Onlara durmadan ok yağdırıyor ve bir taraftan da şöyle diyordu: “Alın işte, ben Ekvan´ın oğluyum. Bu gün alçakların öleceği gündürl” ok atmakta güçlü olduğu için, karşı taraf onu bir punduna getirip yakalamaya ve yok etmeye çalışıyorlardı. Süvariler kendisine doğru yöneldiklerinde dönüp rastgele kaçıyor, arada bir ok atmak için de yeniden onlara dönüyordu. Tekrar şunları söylüyordu: “Alın işte! Ben Ekva´ın oğluyumV Saldırganların durumu Hz. Peygambere haber verildi. Ekva´ın oğlunun naralarını işittiğinde muhacirlerle ensardan bazı süvarileri imdada çağırdı. Öne atılan ilk süvari, Esved oğlu Mikdad idi. Ardı sıra süvariler peşpeşe gelmeye başladılar. Zerrin Oğullarından Ebu Iyaş ismindeki bir adamın atı vardı. Hz. Peygamber ona: “Şu atı senden daha iyi bir biniciye versen olmaz mil” dedi. O da: ııbenden daha iyi ata binen bir kimse yok” demişti. Ama atının üzerinde elli adım gitmeden yere yuvarlanıp düştü. Bunun üzerine atına başkaları bindi. O yağmacı kaçakları yakalamak için süvariler peşpeşe geliyorlardı. Hz. Peygamber de beraberindeki süvarilerle birlikte Medine´den çıktı. Yerine vekil olarak İbn Ümmü Mektum´u bıraktı. Hz. Peygamberle beraberindeki sahabiler seferlerine devam ettiler ve develerinin bir kısmını kurtardılar. Kaçak saldırganlardan yakaladıklarını da öldürdüler. Hz. Peygamber, sonunda Zi-Kared mıntı-kasındaki dağın eteklerinde konakladı. Arkadan da bir kısım sahabiler gelip kendisine katıldılar. Orada bir gün bir gece kaldı ve sonra Medine´ye döndü. Her yüz kişiye bir deve verdi. Saldırganlar kaçmakla uğraşırlarken Ebu Zerr Gıfari´nin zevcesi, Hz. Peygambere ait bir deveye binerek kaçıp kurtulmuştu. Kurtulduğu takdirde de o deveyi Allah rızası için kesmeyi adamıştı. Onun bu kararını duyan Hz. Peygamber, tebessüm etmiş ve şöyle buyurmuştu: “Allah seni bu deveye bindirip kurtardığı takdirde bunu boğazlamayı adamışsın. Oysa Allah´a isyan durumunda ve sahip olmadığın şeyler hususunda adak olmaz. Buı benim develerimden biridir. Onun için sen Allah´ın bereketi ile kendi ailene dön.” Bedevilerin saldırılarından birini geri püskürten bu gazve, bu şekilde sona ermiş oldu.
Mustalik Oğulları Gazvesi
Ifon İshak´ın anlattığına göre, bu gazve hicretin altıncı yılında, Şaban ayında, bir başka rivayete göre ise, hicretin beşinci yılının Şaban ayanda yapılmıştır. Vakıdi, Tarih´inde bu gazvenin hicretin beşinci yılında, Şaban ayının ikinci gecesinde yapıldığını söyler.
Çağdaş yazarlardan bazılarının anlattığına göre, bu gazvenin hicretin altıncı yılında yapılmış olması mümkün değildir. Çünkü bu gazvenin arkasından îfk hadisesi meydana gelmiştir. Anlatıldığına göre bu hadisede Sa´d bin Ubade ile Sa´d bin Muaz arasında tartışma meydana gelmiştir. Sa´d bin Muaz ise, Kurayza gazvesinden sonra hicretin beşinci yılında daha Önce aldığı bir yaranın etkisiyle vefat etmiştir.
Yalnız bu tartışma, Sa´d bin Ubade ile Sa´d bin Muaz arasında değil, Üseyd bin Hudayr ile Sa´d bin Ubade arasında meydana gelmiştir. Şu halde Ifk hadisesini delil göstererek bu gazvenin hicretin beşinci yılında meydana geldiğini söylemeye imkan yoktur. Aslında bu raviyetlerden herhangi birini tercih edecek bir sebep de bulamamaktayız. Ancak biz bu gazvenin hicretin beşinci yılında olduğu görüşünden yanayız. Bu gazvenin Hendek savaşından önce yapıldığını söyleyenlerin görüşünü tercih etmemizi gerektiren bir gösterge yoktur. Biz İbn İshak´ın bu konudaki kronolojisine dayanarak bu gazvenin Hendek savaşından sonra yapıldığını söylemekteyiz. Çünkü biz, si-ret ilminde ibn Ishak´a uymanın daha güvenilir olduğunu kabul ediyoruz. Nitekim İmanı Şafii de, insanların siret ilminde Muhammed İbn İshak´ın çocukları durumunda olduklarını söylemiştir.
Hz. Peygamber, Mustalik Oğullarının kendisine karşı asker topladıklarını ve Huzaalılarla işbirliği yaptıklarını öğrenmişti. Prensip olarak Hz. Peygamber, kendisine bir kavmin saldıracağım kesinlikle öğrendiği zaman, onların saldırmalarına fırsat vermeden kendisi onları bastırırdı. Çünkü kendi yurtlarında baskına uğrayan milletler mutlaka zillete düşerler. Hz. Peygamber Medine´den çıkarken yerine vekil olarak Ebu Zer el-Grfari´yi bıraktı. Vakidi´nin de dediği gibi, yediyüz sahabisiyle birlikte Mustalik Oğullarına doğru yola çıktı. Nihayet Müreysi denen ve Mustalik Oğullarına ait olan bir suyun yanma gelip konakladı. Muhacirlerin sancağı Ebu Bekir es-Sıddık´ın elinde, Ensarın sancağı da Sa´d bin Ubade´nin elinde idi. Bir başka rivayete göre muhacirlerin sancağı Ammar bin Yasir´in elindeydi.
Hz. Peygamber, Mustalik Oğullarına şöyle denilmesini emretti: “La ilahe illallah” deyin, kendinizi ve mallarınızı koruyun!” Bu çağrıya icabet etmediler ve savaşacaklarını bildirdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, mü´min mücahitlerle onlara hücum etti ve on kişiyi öldürdü. Kalanlarım ve çoluk çocuklarını da esir aldı. Onlardan kurtulan olmadı. Bu gazvede mü´minlerden Hişam bin Sababe adındaki bir şahsı, düşmanlardan kanı helal biri zannederek, ensardan bir kişi öldürmüştür. Bu, yanlışlıkla yapılan bir işti ve dolayısıyla akrabalarına sağlam bir diyet verilmesi gerekiyordu. Nitekim Hz. Peygamber, bunun diyetini Mekke´den gelerek müslüman olduğunu söyleyen kardeşi Makis bin Sababe´ye Ödemiştir. Çünkü Ma-kis, Medine´ye gelerek kardeşinin diyetini istemişti. Diyeti aldıktan sonra bir müddet Medine´de mü´minlerle beraber yaşamıştı. Nihayet günün birinde fırsatını bularak kardeşinin katilini Öldürmüştü. Oysa daha önce de belirttiğimiz gibi, bu öldürme olayı yanlışlıkla meydana gelmişti. Bu olaydan sonra da dinden çıkarak Mekke-i Mükerreme´ye geri dönmüştü. Böyle yapmakla iki suç işlemişti. Biri diyeti aldıktan sonra kardeşinin katilini öldürmesidir. Aslında bu durumda kısas tatbikine gerek yoktu. Böyle yapmakla haddi tecavüz edip günaha girerek kardeşinin öcünü almıştı, ikinci suç ise müslüman olduğunu açıkladıktan sonra dinden çıkmasıydı. Bu iki suçundan dolayı da Öldürülmesi gerekiyordu. Bunun üzerine Hz.Peygam-ber, onun kanını mubah kıldı. Böylece Makis bin Sababe, Mekke fethedildiğinde kanı mubah kılman kimseler listesine girmişti, “Bunlar, Kabe´nin örtüsüne tutunsalar bile öldürüleceklerdi. Bu olay dinden çıkan kimsenin Öldürülmesi gerektiğini ifade etmektedir. Nitekim bu gibi kimseler, Hz. Peygamberin şu buyruğunun da kapsamına girmektedirler: “Dinini değiştiren kimseyi öldürünV
Makis bin Sababe´nin kardeşinin katilini öldürmesi, ya da kendisinin dinden çıkması nedeniyle kanının mubah kılmma-sındaki delalet, kanının mubah kılınmasını gerektiren sebebin belirlenmesi bakımından ihtimal manasını taşıyan bir delalettir.
Fitnenin Alevlenmesi ve Bu Alevlerin Söndürülmesi
Bu gazvede fitne ateşi alevlendirilmiş, ancak Hz. Peygamber kendi hikmeti ile bu ateşleri söndürmüştür. Şöyle ki: Bu gazve esnasında insanlar su başına gelip ihtiyaçları olan suyu alıp gidiyorlardı. Suya gelenler arasında Hz. Öm er´in işçisi olup atını sürmekte olan Cehcah bin Mesud da vardı. Bu işçi ile Avf Oğullarının müttefiki olan Vesnan bin Veber el-Cüheni su başında yer darlığından dolayı birbirlerine sıkıntı verdiler ve kavgaya tutuştular. Vesnan, “Ey Ensar topluluğu]” diye, Hz. Ömer´in işçisi de, “Ey muhacirler topluluğu*” diye bağırarak yardım isteğinde bulundular. Ensariler mütttefîklerinin imdat çağrısına icabet etmedikleri gibi, muhacirler de Hz. Ömer´in işçisinin imdat çağrısına cevap vermediler. Ancak münafıklar, aradaki kavgayı kızıştırmak için meseleyi istismar ettiler. Olayı duyan Abdullah bin Übeyy bin Selül adındaki münafık lider, beraberindeki adamlarla öfkelendi. Oturduğu mecliste Zeyd bin Erkanı da vardı. Ancak o münafık değil, tam aksine sağlam bir müzmindi. Abdullah bin Übeyy bin Selül şöyle demişti: Şu müslümanlar memleketimize gelerek, bize karşı üstünlük taslıyor Ve Övünüyorlar. Vallahi bizlerle şu kureyşli deve çobanlarının durumu tıpkı şu ata sözünü andırıyor: “Köpeğini besle, seni yesin. Ama Allah´a andolsun ki, Medine´ye döndüğümüz takdirde güçlü olanlar zelil olanları oradan çıkarıp sürgün edecektir” Daha sonra etrafında bulunanlara yönelip şöyle dedi: “Başınıza ne iş açtınız ! Onları kendi beldenize yerleştirdiniz. Mllarınızı onlarla paylaştınız. Vallahi eğer elinizdeki malları onlardan alıkoyduğunuz takdirde sizi evlerinize geri döndürmezler*” Zeyd bin Erkanı, bu sözleri işitince Hz. Peygamberin yanına gitti. Haberi ona ulaştırdı. Yanında Hattab oğlu Ömer de vardı. Ömer ona dedi ki: uAbbad bin Bişr´e emir ver, Abdullah bin Ubey bin Selul´u öldürsün.”
Hz. Ömer bu sözleri eman hamiyyeti ile söylemişti. Fakat Resulullah (sav) yumuşak huylu bir insandı. O olaylara ve durumlara göre hareket ederdi. Hz. Ömer´in bu sert konuşması üzerine şöyle dedi: “Bu nasıl olur ey Ömer Onu öldürdüğümüz takdirde, insanlar Muhammed kendi arkadaşlarını öldürüyor demezler mi Abdullah bin Übeyy bin Selül´ün öldürülmesine izin vermedi, ama ordunun Medine´ye geri dönmesine izin verdi. Bunun üzerine ordu Medine´ye geri döndü. Hz. Peygamberin bu tedbiri her ne kadar fitneyi kökten kazımadıy-sa da, fitne ateşinin alevlenmesini önledi. Fitne kalplere girip dillerde dolaşınca onu alevlendirecek sözleri söyleyenler çok olur. Fitne ateşini söndürüp şiddetini hafiiletmekse, onun yayılmasına engel olur. İnsanlar artık onu bırakıp başka şeylerle meşgul olurlar. Ordunun Medine´ye dönme emrinin verilmesi, insanların o fitneyi bırakıp başka şeylerle meşgul olmasını sağladı.
Abdullah bin Übeyy bin Selül Resulullah (sav)m yanına gelerek kendisine yapılan isnadları reddetti. Çünkü münafık, her zaman gizlenir. Açığa çıkmamak için gereken çabayı sarfe-der. Gerçek yüzü ortaya çıkacağı zaman da, onu hemen gizlemeye çalışır. Onun fitneciliği ortaya çıkınca, örtbas etmek için yalan yere yemin edip “ben böyle şey söylemedim; ağzımdan bu gibi sözler çıkmadı” diye yeminler etmeye başladı.
Kavminin düşüncesine göre, o, şerefli ve ulu bir´kimseydi. Hz. Peygamberin yanmdayken, orada hazır buMnan Ensardan bazı arkadaşları da suçunu hafifletmek ve/OÎayın büyüklüğünü gözlerden saklamak için şöyle dediler: “Ey Allah´ın Resulü! Size bu haberi getiren o genç bir vehme kapılmış olabilir. Bu adamın söylediklerini hafızasında tam olarak tutamamış ve size yanlış beyanda bulunmuştur.”
Hz. Peygamber, insanları Medine´ye geri dönme hazırlığıyla meşgul ederek bu fitne ateşini söndürmeye çalışıyordu. Çünkü dönüş hazırlığını Medine´ye normal gidiş vaktinden önce başlatmıştı. Öyle ki Üseyd bin Hudeyr, bunu Hz. Peygambere sorarak şöyle demişti: uEy Allah´ın Peygamberi! Çok erken bir saatte dönüyorsunuz. Halbuki daha önceleri böyle bir vakitte geri dönmezdiniz ]” Resulullah ona şöyle dedi:
– Arkadaşınızın söyledikleri sana ulaşmadı mı
– Hangi arkadaşım ya Resulullah
– Abdullah bin Übey bin Selül.
– Güya Medine´ye dönüldüğünde güçlü olanlar güçsüz olanları oradan çıkarıp kovacakmış! Böyle bir iddiada bulunmuş.
– Ey Allah´ın Resulü! Andolsun ki dilediğin takdirde sen onu Medine´den çıkarıp kovabilirsin. O güçsüzdür, sen güçlüsün! Ey Allah´ın Resulü, ona merhamet et. Siz gelmeden önce Medi-neliler onun için taç hazırlıyorlardı. Fakat siz geldikten sonra onun itibarı kalmadı. Onun hakimiyetini elinden aldığınızı zannediyorl
Hz. Peygamber ordusunu yola çıkardı. Akşama kadar durmadan yürüdüler. Geceleyin de sabaha kadar, mola vermeden yollarına devam ettiler. Nihayet ikinci gün, güneş doğuncaya kadar da yürüyüşlerini sürdürdüler.
Bunun gerekçesini İbn îshak şöyle açıklıyor: Peygamber insanları dünkü fitne sözlerini unutsunlar ve başka şeyle meşgul olsunlar diye, yürütmeye başlamıştı. Güneş doğunca mola verdiler, artık ister istemez uzanıp uyumak mecburiyetinde kaldılar. Yorgunluk dolayısıyla bir gün önceki ihtilafı hatırlayacak durumda değillerdi. Bedeni yorgunluk ruhi ıstıraplarını unutturmuştu. Böylece fitne ateşi de sönmüştü. Aksi takdirde kötü sonuçlar doğuracak bir fitne meydana gelecek, münafıklardan kaynaklanan böyle bir nifak bazı ensar ile muhacirleri de yakacaktı. Bu sebepledir ki, Hz. Peygamber, muhacirlerle ensarın imdada çağrıldıklarını duyduğu esnada şöyle demişti: “Bu imdat çağrısına icabet etmeyin. Bu çağrı kokuşmuş ve murdar ca-hiliyet çağrısıdır.”
Abdullah bin Übeyy bin Selül´ün oğlu Abdullah, babasının yaptıklarını duyduğu zaman çok üzülmüştü. O, imanı kuvvetli bir kimseydi. Hz. Peygamberin yanına gelerek şöyle dedi: “Ey Allah´ın Resulü! Babam Abdullah´ı işlediği suçlardan dolayı Öldürmek istediğini duydum. Eğer bunu mutlaka yapacaksan, onu öldürme işini bana bırak. Ben onun başını koparıp sana getiririm. Vallahi bütün Hazrecliler, bu kabile içinde babasına karşı benden daha iyi davranan bir kimse bulunmadığını bilir. Fakat babamı Öldürme emrini başkasına verdiğin takdirde, baba katilimle birlikte halk arasında dolaşmaya tahammül edememekten korkarım. Kafir olan babamı Öldürdüğü için o mü´min insanla vuruşmak mecburiyetinde kalırım ve dolayısıyla cehenneme girerim.”
Bunun üzerine Hz. Peygamber, Abdullah´a şöyle dedi: “Biz senin babana merhamet edeceğiz. Aramızda bulunduğu sürece kendisiyle güzelce sohbet edeceğiz.” Abdullah bin Ubey´in fitneciliğini, Hz. Peygamber kendi tedbirli siyaseti sayesinde her ne kadar büyümeden önlemişse de, bu olay Hz.Peygamberi çok etkilemişti. Aynı zamanda mü´minler de bu olaydan fazlasıyla etkilenmişlerdi. Ibn Ubeyy´in kavmi onu herhangi bir fitneye girişmekten engelleme hususunda aşırı derecede hassasiyet gösteriyorlardı. Onun kalbindeki münafıklığına delalat eden herhangi bir söz söylemesi halinde, ayıplayıp kınıyorlardı. Onu cezalandıranlar, kendi kavmi idi.
Bunun üzerine Hz.Peygamber, Hattab oğlu Ömer´e şöyle demişti: “Nasıl, görüyor musun ey Ömer Onu öldürmeni söylediğin günde öldürülmesini emretmiş olsaydım, yer yerinden oynayacaktı. ” Bunun üzerine Hz. Ömer, hakikati anlayarak şöyle dedi: “Vallahi şimdi, Resulullah´ın emrinin benim isteğimden daha muazzam ve daha isabetli olduğunu anladım.”
Cenab-ı Allah Münafîkun suresinin bir kısmını bu olaya tahsis etmiştir: “Münafıklar sana gelince: “Senin şüphesiz Allah´ın elçisi olduğuna şehadet ederiz” derler. Allah senin kendisinin elçisi olduğunu Allah bilir, bunun yanında Allah, münafıkların yalancı olduklarını da bilir. Onlar yeminlerini kalkan edinerek Allah´ın yolundan alıkorlar. Onların yaptıkları ne kötüdür! Bu önce inanıp sonra inkar etmiş olmalarındandır. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık inanmazlar, Ey Muhammedi Onlara baktığın zaman cüsseleri hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin, tıpkı sıralanmış kof kütükler gibidirler, her çığlığı kendi aleyhlerine sayarlar, onlar düşmandır. Onlardan sakın. Allah canlarını alsın, nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar Onlara: “Gelin de Allah´ın Resulü sizin için mağfiret dilesin” dendiği zaman, başlarını çevirirler; büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün. Onlar için Allah´tan mağfiret dilesen de, dilemesen de birdir. Alah onları bağışla-mayacaktır. Doğrusu Allah, yoldan çıkmış bir toplumu doğru yola iletmez. Bunlar “Allah´ın peygamberinin yanında bulunanlara bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler” diyen kimselerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah´ındır. Fakat münafıklar bu gerçeği anlamazlar: “Eğer bu savaştan Medine´ye örtersek, şerefli kimseler alçakları andolsun ki, oradan çıkaracaktır.” diyorlardı. Oysa şeref Allah´ın, onun elçisinin ve müzminlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.” (Munafikun. 1-8)
Cenab-ı Allah´ın münafıklar hakkında verdiği hüküm işte budur. Cenab-ı Allah onların hakikatleri anlamadıklarına ve Resulün onlar için istiğfarda bulunmasının kendilerine fayda vermeyeceğine hükmetmiştir. Çünkü onlar küfürlerinde çok ileri gitmişlerdir. Küfür ise, münafıklıktan ve inattan kaynaklanır. Küfrün kaynağı çoğunlukla, hakkı anlamamaktır. Üzerlerindeki sapıklık ve cehalet perdesi kalktığı zaman, onların tevbeleri yakındır. Münafıklara gelince, bu küfrün inat ve kin gibi iki derecesini ifade eder. Bunda cahillik yoktur. Bunlar bilerek inkar ederler ve hakikatleri gizlemeye çalışırlar. Cenab-ı Allah onların kalplerini mühürlemiştir. Bu nedenle onları hakikati anlamayan kimseler olarak nitelemiştir. Hakkın nuru onların kapalı kalblerine girmez.
Mustalik Oğullarından Elde Edilen Esirler ve Cariyeler
Müslümanlar, Mustalik Oğulları gazvesinde kafirlerin bellerini kırdılar. Artık mü´minlere saldıracak güçleri kalmadı. Öldürülenler öldürüldü, kalanlar da esir edildiler. Hz.Peygamber onları nihai olarak köleleştirmedi. Başta işi sıkı tuttu. Rivayete göre onları muhariplere ganimet olarak dağıttı ama sonra serbest bıraktı.
Görülüyor ki, Hz. Peygamber, esirlere yaptığı muamelelerde her zaman olumlu davranmıştır. Mustalik Oğulları gazvesi, Kurayza gazvesinden sonra meydana gelmiştir. Kurayza gazvesinde erkekleri öldürmüş, kadınları esir almıştı. Onları Necid pazarlarında at karşılığında satmıştı. Bu atları müslümanlar için kuvvet olarak bulundurmaya ihtiyacı vardı. Ama Mustalik Oğulları gazvesinde Hz. Peygamber, hikmetli bir tasarrufa yöneldi. Aldığı esirlerden hiçbirini satmadı. Hatta onları muharipler arasında taksim ettikten sonra, kadınlarından hiçbirinin cariye yapılmamasına hüküm verdi.
Siyer kitaplarının nakillerine göre, müslümanlar, bu gazada esir alınan kadınlarla erkekleri kendi aralarında paylaştırmışlardı. Resulullah´a da Haris´in kızı Cüveyriye düşmüştü. Cü-veyriye daha sonra Hz.Peygamber tarafından nikahlanarak mü´minlerin anası olma vasfına erişmiştir. Bu konuda bazı rivayetleri nakleden tbn Hişam şunları söylüyor: Söylendiğine göre Resulullah (sav) Mustalik Oğulları gazvesinden dönerken beraberinde Haris kızı Cüveyriye ´yi de getirmiş, onu Ensar-dan bir adama emanet bırakmış ve korumasını emretmişti.
Hz. Peygamber, Medine´ye döndükten sonra, Cüveyriye´nin babası Haris, kızını kurtarmak için fidye Ödemeyi kabul etmişti. Fidyeleri alıp Medine´ye doğru yola çıktı. Akik vadisine geldiği zaman, fidye olarak getirmekte olduğu develere baktı. Develer içinde iki tanesi çok hoşuna gitti ve bunları Akik vadisinin kuytu bir yerine sakladı. Sonra diğer develeri önüne katarak Hz.Peygamberin yanına gitti ve şöyle dedi: “Ey Muham-m e d! Kızımı esir aldınız, işte bu develer onun kurtuluş fidyesi-dir.n Hz. Peygamber´se şöyle cevap verdi: “Akik vadisinin kuytu bir yerine sakladığın iki deve nerede ” Hz. Peygamberin bu sorusu üzerine Haris şehadet getirerek müslüman oldu ve şöyle dedi: “Allah´tan başka tanrı olmadığına ve senin ey Mu-h amme d, Allah´ın elçisi olduğuna tanıklık ederim. Vallahi o develeri gizleyişimi Allah´tan başka kimse görmemişti.”
Haris´le birlikte iki oğlu ve aşiretinden bazı kimseler de müslüman oldular. Adam gönderip, saklamış olduğu o iki deveyi getirerek Resulullah´a takdim etti. Resulullah da, kızı Cü-veyriye´yi ona teslim etti. Cüveyriye de müslüman oldu ve İslamiyet´ini güzelce devam ettirdi. Hz. Peygamber onu babasından isteyerek evlendi. Dörtyüz dirhem de mehir verdi. Bunun üzerine sahabiler, Cüveyriye´nin akrabalarından olan esirleri birer birer serbest bıraktılar. “Hz. Peygamberin akrabalarını elimizde esir tutamayız” diyorlardı.
Hz. Cüveyriye´nin esir düştüğünü, Hz. Aişe´nin şu rivayetinden anlamaktayız: “Resulullah (sav) Mustalik Oğullarından elde edilen esirleri mücahitler arasında taksim etiğinde, Ha-ris´in kızı Cüveyriye, Sabit bin Kays´ın, ya da onun amcasının oğlunun payına düşmüştü. Cüveyriye azad edilme karşılığında onunla bir mükatebe anlaşması yapmıştı. Cüveyriye tatlı ve güzel bir kadındı. Hz. Peygamberin yanına gelerek, yapmış oldu-ğu mükatebe bedelini ödemesi hususunda yardım istedi ve şöyle dedi: “Ey Allah´ın Resulü! Ben Haris kızı Cüveyriye´yim. Kavmimin hanımı durumundayım. Sizce gizli olmayan bir belaya maruz kaldım. Sabit bin Kays´m veya onun amcası oğlunun payına düştüm. Beni azad etmesi için onunla mükatebe akdi yaptım. Bu akdin bedelini ödeyebilmek için senden yardım istemeye geldim.”
Onun bu isteği üzerine Hz.Peygamber kendisine şöyle dedi:
– Senin için bundan daha hayırlı olan bir şey yok mudur
– O nedir ya Resulullah
– Senin mükatebelik bedelini ödemem ve seninle evlenmedir.
– Olur, ey Allah´ın Resulü.
– Öyle ise, ben de böyle yaptım.
îki rivayet arasındaki farka gelince. Ibn Hişam´ın anlattığına göre, Cüveyriye´yi Hz.Peygamberle evlendiren bizzat babasıdır. Ve Cüveyrîye asla cariyelik bağı altına girmemiştir. Çünkü babası, deve vererek onun kurtuluş fidyesini Ödemiştir. Bu rivayette ayrıca onun dörtyüz dirhemlik mehri aldığı da kay de dilmektedir.
Ibn Ishak´m rivayetine göre Cüveyriye, cariyelik bağı altına girmiş ve kurtuluş için de mükatebe akdi yapmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber onun mükatebelik bedelini ödemiştir.
Ibn Hişam´ın rivayetinin daha tutarlı olduğunu görmekteyiz. Bu rivayetteki ifadeler Islami hükümlerle daha uygundur. Çünkü onu evlendiren bizzat velisidir. Bu da İslamiyet´te yerleşik bir hüküm haline gelmiştir. Ebu Hanife dışında, kadının bizzat kendini evlendirmesine cevaz veren bir mezhep imamı yoktur. Bu hükmünde, cumhuru fukaha Ebu Hanife ´ye muhalefet etmiştir.
Ayrıca Ibn Ishak´m rivayetinde, hadis için illet olabilecek unsurlar vardır. Bu rivayette Hz. Aişe´ye -ki o, Cüveyriye´nin tatlı ve güzel bir kadın olduğunu söylemiştir- nisbet edilen şöyle bir ifade vardır: “Vallahi ben onu odamın kapısında gördüğüm zaman, ondan hoşlanmadım ve benim onda gördüklerimi Hz. Peygamberin de göreceğini anladım. Ve odama girdim”
Bu ifadelerin Hz. Aişe´ye nisbet edilmesinin doğru olmayacağı görüşündeyiz. Çünkü onun İslamiyet´te büyük bir yeri vardır. Kendisinin Cüveyriye´de gördüklerini Hz. Peygamberin de göreceğini söylemiş olması, doğrusu akla uymamaktadır.
Hadis kitaplarında, İbn İshak´ın rivayeti geçmektedir. Bu rivayetlerdeki ifadeler ne olursa olsun, Hz. Peygamberin Cü-veyriye ile evlenmesi neticesinde sahabiler, Cüveyriye´nin esir düşen akrabalarını azad etmişlerdir. Biz de Hz.Peygamberin onunla evlenmiş olması, sahabilerin kendi ellerindeki esirleri serbest bırakmaları için yeter bir sebep olduğunu söylüyoruz. Bu olay üzerine yüz erkek azad edilmiş, kavmi de müslü-man olup İslamiyet´in gölgesi altına girmişlerdi. Müslüman oluşlarından sonra îşlam devleti, onlardan zekat toplamaya başlamıştı.
Yanlış Anlama
Cüveyriye ´nin akrabaları ve aşireti müslüman olarak İslam devletinin gölgesi altına girdikten ve Medinelilerin hükmüne tabi olduktan sonra, Hz. Peygamber, kendilerinden zekat toplaması için Velid bin UkbebinEbi Muayt´ı görevli olarak onlara gönderdi. Ukbe´nin oğlu Velid´in kendilerine gelmekte olduığunu duyduklarında atlarına binip onu karşılamaya çıktılar. Velid ise onların kendisine saldıracaklarını zannedip korkmuştu. Bu durumu gören Ukbe oğlu Velid, Hz. Peygambere dönüp onların kendisini öldürmeye yeltendiklerini ve daha önce vermeyi kabul ettikleri zekatı vermediklerini bildirdi. Bu haber bazı müslümanları öfkelendirip galeyana getirdi. Aslında işin esası bir yanlış anlamadan ibaretti. Heyetleri Hz. Peygamberin yanına gelerek şöyle dediler: Bize elçi gönderdiğini işittik. Ona ikramda bulunmak ve ödemeyi kabul ettiğimiz zekatı teslim etmek için kendisini karşılamaya çıktık. Ama o hemen geri döndü. Kendisini öldürmek için çıktığımızı sana iletmiş olduğunu duyduk. Vallahi biz onu karşılamaya bu maksatla çıkmadık.
Öyle görülüyor ki Ukbe oğlu Velid, onların hareketlerini yanlış anlamış ve bazı mü´minlerin dillerinde dolaşmakta olan onlara karşı sefer tertipleneceği haberim duyduklarından dolayı korktukları için Hz. Peygamberin yanına, heyet olarak geldiklerini zannetmişti. Halbuki mü´minin durumunu devamlı iyiye yormak gerekir. Cenab-ı Allah´ın şu ayet-i kerimeyi bu nedenle inzal buyurduğu rivayet edilir: “Ey inananlar, size fasık bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz pe sonra yaptığınıza pişman olursunuz.9* (Hucurat 6)
Kalblerde gizli olanı en iyi bilen Cenab-ı Allah´tır.