îslam tarihinde, Mustalik Oğulları gazvesinin özel bir yeri vardır. Çünkü bu gazvenin arkasından toplumu yönlendirecek bazı hükümler konulmuştur. Nefisler ıslah edilmiş; hasta kalpli münafıkların, bu durumu tedavi edilmiştir. Bu gazveden sonra Hz.Peygamber, esir düşen erkeklerle kadınlar hakkında, kendisiyle savaşan kimselerin bellerini kırdıktan sonra lütuf-kar muamelede bulunmuştur. Esirleri fidye karşılığında serbest bırakmak ve erkekleri öldürüp kadınları cariye edinmek yerine, onları bedelsiz olarak serbest bırakma yoluna gitmiştir. Hz. Peygamberin muamelesi, herkes tarafından uyulması gereken bir sünnettir. Kendisi ile esir tuttuğu kimseler arasında bir savaş ihtimali sözkonusu olmadığı takdirde, onları köleleştirmeyi düşünmüyordu. Kendisi ile savaşan yahudilerin, esir tuttukları müslümanlan köleleştirip cariyeleştirdikleri beklenen bir ihtimal olduğundan, onlardan ele geçirdiği esirlere misli ile muamelede bulunmuş ve tuttuğu esirleri köleleştirip cariyeleş-tirmişti. Çünkü onlarla müslümanlar arasındaki savaş sona ermemişti. Onlar hala islamiyet için korkulu bir kuvvet olmakta devam ediyordu. Fakat Mustalik Oğulları gazvesinden sonra, onların müslümanlarla savaşacak durumları kalmamıştı. îşte bu savaş esnasında, münafıklar Muhacirlerle Ensar arasında fitne ateşini alevlendirmeye yönelmişlerdi. Münafıkların hedefi, İslamiyet için temel kuvvet oluşturan Muhacirlerle Ensar´dı. Hz. Peygamber bu durumda, işi yumuşaklıkla çözüme bağlayarak münafıklar hakkında gerekli tedbirleri aldı. Onların iç yüzlerinin açığa çıkmasını ve kavimleri tarafından dışlanmalarını bekledi. Onların bizzat kavimleri tarafından terbiye edilmelerini istiyordu. Çünkü münafık-lıklarmm etkisini kırmak, müslümanlar arasında hiç kimsenin onlara aldanmamasmı sağlamak bu şekilde gerçekleşecekti. Böylece Hz. Peygamber, onları kendi hallerine bırakmakla münafıklar hakkında nasıl muamele olunacağını açıklamış oluyordu. Onlara karşı sakınma çarelerine başvurmakla birlikte, kendi kendilerine müslümanlardan uzaklaşmalarını bekliyordu. Aslında bu iş çok önemli ve bir o kadar da tehlikeliydi. Çünkü bu yaptıkları işlerle Hz. Peygambere ve ailesine eziyet veriyorlardı. Nitekim İfk olayı da bu eziyetler cümlesindendi. Aslında tfk (iftira) büyük bir günahtı. Aynı zamanda İslam toplumu için de büyük bir tehlike teşkil ediyordu. Çünkü iftira nedeniyle toplumda kötülük yaygınlaşacak ve rezaletlerle mübarek İslam toplumu lekelenecekti. Bunun Ötesinde Hz. Peygambere de bir saldırı vardı. Risalet sahibinin makamı küçümseniyordu. Oysa Cenab-ı Allah onun hakkında şöyle buyurmuştu: “Andolsun, Allah´ın elçisinde sizin için, Allah´ı ve ahireti arzu eden ve Allah´ı çok anan kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab- 2\)
Hz. Aişe´ye yapılan bu iftira olayına, başlarında Abdullah bin Übeyy olmak üzere, münafıklar da katılmışlardı. Nitekim tertemiz olan mü´minlerin annesi Hz. Aişe, Abdullah bin Übeyy hakkında şöyle demişti: “Bu iftiranın en büyüğünü yapan, Abdullah bin Übeyy idi.” Münafıklara, bazı Muhacirler ve Ensarm da hataları yardımcı olmuştu. Olayı küçümseme kabilinden bazı iman ehli kimselerin dili de bu işe karışmış, bu olayı ağızlarına almaktan çekinmemişlerdi. Daha sonraları bu olay, toplumu kötülüklerden korumak için gereken tedbirleri alma hususunda müslümanlar için bir uyarı olmuştu. Zanla hareket edip tahminde bulunmaktan ve evlerin saygınlığını hiçe saymaktan kaçınmaları için bir ders teşkil etmişti. Bununla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Muhainme d´in eşine o yalanı uyduranlar içinizden bir güruhtur. Bunu kendiniz için bir kötülük sanmayın; aksine o sizin için hayır olmuştur.” o$w 11)
Hayır, Allah´ın nübüvvet evini kendisiyle şereflendirdiği şeydedir. Bunun ardı sıra iftira olayıyla kirlenen nefisleri temizlemek için, seksen değnek vurularak had tatbik edilmiştir. Böylece noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah´ın açıklamış olduğu hüküm şöylece tamamlanmış oldu: Bazı muhacirlerin irti-kab etmiş oldukları günah rahmet misali yağan yardımın onlardan ahkonmasını gerektirmedi. Onlara, suçtan caydırıcı haddin tatbik edilmesi ceza olarak kafi gelmişti.
İfk olayını bazı Siyer kitaplarıyla sahih sünnetlerde nakledildiği şekilde anlatalım:
Hz. Peygamber sefere çıkacağı zaman, zevcelerinden bazısını yanında götürmek için kura çekerdi. Mustalik Oğulları gazvesine giderken kura, Hz. Ebu Bekir kızı Aişe´ye isabet etmişti. Bunun üzerine o da Hz.Peygamberle birlikte gazveye gitmişti. Dönüşte def-i hacette bulunmak için devesinden inmiş ve kafileden geri kalmıştı. Şimdi biz olayı onun ağzından dinleyelim: uResulullah (sav) Mustalik Oğulları gazvesinden dönerken Me-dine-i Münevvere´ye yakın bir mevkie gelmiştik. Orada mola verdiler ve gecenin bir kısmını orada geçirdiler. Sonra bir mü-nadi, kafilenin yola çıkması gerektiğini ilan etti. Bunun üzerine orada bulunanlar yola çıkmaya başladılar. Ben de def-i hacette bulunmak için kafileden biraz uzaklaşmıştım. Boynumda bir gerdanlık vardı. Def-i hacette bulunduktan sonra, farkında olmadan gerdanlığım boynumdan düşmüş. Kafileye ulaştığımda gerdanlığımı aradım, fakat boynumda bulamadım. İnsanlar da artık yola koyulmuşlardı. Ben def-i hacette bulunduğum yere döndüm. Gerdanlığımı aradım ve buldum. Ordunun konakladığı yere geldiğimde orada kimse kalmamıştı. Bir müddet sonra ordunun aracıları gelip hevdecimi beni içinde zannederek deveye yüklemişler ve devemin yularını tutup götürmüşlerdi. Ben ordugaha döndüğümde orada ne bir çağıranın, ne de icabet edenin bulunduğunu görmedim. Artık herkes çekip gitmişti. Ben de çarşafıma burundum ve olduğum yerde uzanıp yattım. Biliyordum ki, beni hevdecimin içinde arayacaklar ve bulamayınca da geri dönüp beni arayacaklardı. Allah´a andol-sun ki, ben orada uzanmış vaziyette iken Safvan bin Muattal es-Sülemi yanıma geldi. O da bazı ihtiyaçları dolayısıyla kafileden geri kalmıştı. Yanıma yaklaştı, karaltımı gördü ve durdu. O, hicap ayetinin nüzulünden önce beni gördüğü için tanıdı. İnna lillah ve inna ileyhi raciun, Hz. “Peygamberin zevcesi! Neden geri kaldın, Allah sana rahmet etsin ” diye sordu. Ben sesimi çıkarmadım. Sonra devesini yanıma yaklaştırdı ve bin dedi. Kendisi geriye çekildi ve ben deveye bindim. O devenin yularını çekip süratle kafilenin peşine düştü. Allah´a an-dolsun ki, sabaha kadar askerin arkasından yetişemedik. Nihayet askerler, konak yerine inip yerleştiği sırada idi ki, bizim geldiğimizi gördüler. Fakat o zamana kadar iftiracılar, ağızlarına geleni söylemişlerdi. Bu nedenle askerlerde de bir sarsıntı ve panik meydana gelmişti. Vallahi ben bundan başka bir şey bilmiyorum. Bundan sonra da Medine-i Münevvere´ye gittik.”
Hz. Ebu Bekir´in kızı, sadık unvanlı mü´minlerin anası Hz. Aişe´nin ifadeleri bundan ibarettir. Bu ifadeler, olayı olduğu gibi açıklıyor. Gözüyle görüp müşahede ettiklerini anlatıyor. Şimdi de bu iftirayı yayanları ve yayılan sözleri nasıl anlattığını görelim. Gençliğinin baharındaki Hz. Aişe´nin, gönlünde meydana gelen çırpınışları nasıl anlattığını ve nasıl ağladığını görelim:
“Çok geçmeden ağır bir hastalığa yakalandım. Daha Önce böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Olay Hz. Peygambere ve ebeveynime intikal etmişti. Ama onlar bu hususta bana hiçbir şey söylemiyorlardı. Hz. Peygamberin, bana karşı lütufkar davranışlarında bir değişiklik gördüm. Daha önce hastalandığımda bana şefkatle davranırdı. Ben hastalığımın şiddetlendiğini söylediğim halde, eskisi gibi lütufkar davranmadı. Ben de onun bu halini yadırgadım. Bir ara yanıma geldi. Bana bakıcılık etmekte olan bir kadın vardı. Sadece ona: “Kızınız nasıl ” diye sordu. Daha fazla bir şey söylemedi. Ben kalbimde ona karşı bir kırıklık hissettim ve “Ey Allah´ın Resulü! îzin versen de anamın yanına gitsem. O bana baksa” dedim. Bana gidebilirsin, bunun bir sakıncası yok dedi. Ben de bunun üzerine anamın yanına gittim,ama hiçbir şey bilmiyordum. Hastalığım azıcık hafifleyince nekahet devresine girdim. Yirmi küsur gece geçmişti. Bir gece def-i hacette bulunmak için evden dışarı çıktım. Yanımda Mistah´ın annesi de vardı. Kadın yürürken ayağı sürçtü ve “Mistah´ın yüzü yere sürülsün” diye beddua etti. Dedim ki: “Bir muhacir için bu ne kadar kötü bir konuşmadır. Halbuki o, Bedir savaşına katılmıştır!” Kadıncağız bana: “Duymadın mı ” dedi ve yapılan iftiraları anlattı. Ben de, Mistah´ın bu olayın içinde olup olmadığını sordum. Kadın, olayın içinde olduğunu söyledi. Bunun üzerine derhal eve döndüm. Sürekli ağlıyordum. Adeta ciğerlerim parçalanıyordu. Anneme: “Allah seni bağışlasın, halk bazı şeylerden söz ediyor, ama sen bu hususta bana hiçbir şey anlatmıyorsun!” diye çıkıştım. Şu karşılığı verdi: “Kızcağızım, bunu kendine dert etme Alah´a andolsun ki, kendisini seven bir kocanın yanında bulunan ve kumaları olan güzel bir kadın hakkında mutlaka çok şeyler söylenir.”
Nihayet bir gün Hz. Peygamber, cemaat içinde ayağa kalkıp bir hutbe okudu. Ben de olanlardan habersizdim. Hz. Peygamber Allah´a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle dedi: “Ey insanlar! Bazı kimselere ne oluyor ki, ailem hakkında doğru olmayan şeyler söyleyerek bana eziyet veriyorlar. Allah´a andolsun ki, ben ailem hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyorum ve yine bu iftira olayına, hakkında iyilikten başka bir şey bilmediğim adamı da katıyorlar. Oysa o adam, benim evime ancak benimle birlikte girip çıkar.”
Bu yalanın büyüğünü Abdullah bin Übeyy bin Selül irtikab etmişti. Onunla birlikte Hazreçlilerden Mistah ile Hamne binti Cahş da vardı. Hamne´nin kızkardeşi Zeyneb binti Cahş, Hz. Peygamberin zevcesiydi. Kumalarım arasında Hz.Peygamber nezdinde bana denk olan ancak Zeyneb´ti. Fakat Zeyneb´i Allah muhafaza etmiş ve dinini korumuştu. O, benim hakkımda iyilikten başka bir şey söylememişti. Hamne´ye gelince; o, bu iftira olayında elinden geldiği kadar yalan sözler yaymıştı. Kızkarde-şinin yerini yükseltmek için, benim hakkımda kötü şeyler söylüyor ve bana zarar veriyordu. Ben de buna çok üzüldüm. Onun böyle konuşması ağırıma gitti.
Hz. Peygamberin cemaate hitabından sonra, Useyd bin Hu-deyr kalkıp şöyle dedi: Ey Allah´ın Resulü! Eğer bahsettiğin bu iftiracılar Evs kabilesinden iseler, biz onların hakkından geliriz. Eğer kardeşlerimiz olan Hazreç kabilesinden iseler, sen bize emrini ver, Allah´a yemin ederim ki, onlar, boyunlarının vurulmasını hak etmişlerdir.
Useyd bin Hudeyr´in bu sözleri üzerine, Sa´d bin Ubade kalkıp şöyle dedi (Sa´d daha önceleri iyi bilinen ve görünen bir insandı): Allah adına yemin ederim ki, sen yalan söylüyorsun. Hazreclilerin boyunlarını vuramazsın. Ama Allah´a yemin ederim ki sen bu iftiracıların Hazreçlilerden olduklarını zannederek böyle konuşuyorsun. Eğer bunlar senin kavminden olsalardı, böyle konuşmazdın!
Bunun üzerine Üseyd bin Hudeyr kalkıp şöyle dedi: Allah´a yemin ederim ki, asıl yalan söyleyen sensin. Fakat münafık bir adam olduğun için münafıkları koruyorsun. İnsanlara sert davranarak bela çıkarmak istiyorsun.
Bu konuşulanlar, iki kabile arasında,yani Evslilerle Hazreç-liler arasında neredeyse büyük bir kavganın meydana gelmesine sebep oluyordu. Hz. Peygamber, Ali bin Ebi Talib ile Üsame bin Zeyd´i çağırarak, kendileriyle istişare yaptı. Üsame, Hz. Aişe hakkında iyi şeyler söyledi. Sonra: “Ey Allah´ın Resulü! O, senin ailendir. Ben onun hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyorum. Bu söylenenler asılsız şeylerdir” dedi.
Hz. Ali ise şöyle dedi: “Ey Allah´ın Resulü! Şüphesiz (senin için) kadın olarak sadece o yoktur. İstediğin kadınla evlenebilecek durumdasın. Sen bu işi cariyene sor, o sana doğruyu söyleyecektir.”
Hz. Ali´nin bu sözleri üzerine Resulullah (sav) Berire´yi çağırdı. Ona, Hz. Aişe´nin durumunu sordu. Berire gelir gelmez, Ali kalkıp ona bir yumruk vurmuş ve Hz. Peygambere doğru söylemesini istemişti. Berire de şöyle dedi: “Vallahi ben A iş e hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyorum. Onu ayıplaya-mam. Yalnız şunu söyleyeyim ki, ben daha önceleri hamur yo-ğururdum. Ve Aişe´ye hamuru korumasını söylerdim. Fakat Hz. Aişe hamurun başında beklemekte iken uyuyakalır, öte taraftan koyun gelip hamuru yerdi.”
“Sonra Resulullah (sav) babamın yanına geldi. Annemle babam ve bir de Ensardan bir kadın yanımda oturuyorlardı. Ben ağlıyordum. O kadın da benimle birlikte ağlıyordu. Hz.Pey-gamber gelip yanımıza oturdu. Allah´a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle dedi: “Ey Aişe! insanların senin için söylediklerini biliyorsun. Allah´tan sakın! Eğer bir kötülük yaptıysan tevbe et. Çünkü Cenab-ı Allah kullarının tevbesini kabul buyurur” Onun bu sözleri üzerine artık gözlerimdeki yaşlar kurudu ve ben hiçbir şeyi hissedemez oldum. Resulullah´a cevap vermeleri için annemle babama baktım, fakat onlar hiç konuşmadılar. Allah´a yemin olsun ki ben, okunan ve kendisiyle namaz kılınan Kur´an-ı Kerim´in benim hakkımda açıklayıcı bir hüküm indirerek beni temize çıkaracağını düşünemeyecek kadar kendimi hakir ve düşük bir insan olarak görüyordum. Ne var ki, Resulullah (sav)ın uykuda bir rüya göreceğini ve Allah´ın o rüya ile benim suçsuzluğumu göstereceğini umuyordum. Hakkımda ayet-i kerime nazil olacak kadar büyük ikrama layık olmadığımı düşünüyordum.
Annem ile babamın Resulullah´a cevap veremeyeceklerini gördüm. Onlara, niçin cevap vermiyorsunuz diye çıkıştım. Onlar da ona ne cevap vereceklerini bilmediklerini söylediler. Gerçekten de o günlerde, Ebubekir ailesinin başına gelen felaket hiç kimsenin başına gelmemişti. Onlar susup cevap veremeyince tekrar gözlerimden yaşlar boşandı ve şöyle dedim: “Bu dedikodular tamamen asılsızdır. Ben bu konuda tevbeyi gerektirecek bir suç işlemedim. Allah, suçsuz olduğumu biliyor. Onların söylediklerini inkar etsem de siz beni doğrulamazsınız.” Sonra Yakub´un ismini hatırladım ve onun, kardeş katili olan oğullarına şöyle dediğini aynen tekrarlarım: “Artık (benim yapacağım iş) güzelce sabretmektir. (Bu) anlattıklarınıza (dayanmak için) ancak Allah´tan yardım istenir!” (Yusuf: 18)
Yemin ederim ki, Resulullah bulunduğu yerden kalkmadı. Allah ona vahiy gönderdi, elbisesine büründü ve deriden bir yastık alıp başının altına koydu. Ben bu halini görünce hiç ürkmedim. Suçsuz olduğumu ve Allah´ın adaletle davranacağını biliyordum. Annemle babama gelince, Allah´a yemin ederim ki, Resulullah´ın yanından ayrılmadılar. Halkın söyledikleri laflar, Allah tarafından doğrulanacak diye korkularından Ödleri kopuyordu. Sonra Hz. Peygamberin üzerindeki vahiy ağırlığı gitti. O, vahiy geldiği zaman kış günü bile yüzünde inci tanecikleri gibi ter damlacıkları oluşurdu. Vahiy hali geçince yüzündeki terleri silmeye başladı ve: “Müjdeler olsun ey Aişe! Ce-nab-ı Allah senin suçsuz olduğunu bildiren ayet-i kerimeleri inzal buyurdu!” dedi. Ben de elhamdülillah dedim. Sonra Hz. Peygamber yanımızdan ayrılarak halkın yanına gitti. Onlara hitapta bulunarak Cenabı Allah´ın indirmiş olduğu Kur´an ayetlerini onlara okudu. Sonra Mistah bin Esale ile Hassan bin Sabit ve Hamne binti Cahş gibi iftiracılar hakkında emir vererek, onları had cezasına çarptırdı”
Bu iftira olayım haksızlığa uğrayan Hz. Aişe´nin ağzından anlatmayı tercih edişimizin sebebi, bunun diğer bütün rivayetleri de içine almasından dolayıdır. Ayrıca bu rivayet, yaşı on-dördü henüz geçen ve bir çocuk mesabesinde bulunan şerefli Aişe´nin ruhi durumunu tasvir etmektedir. Cenab-ı Allah, kainatın efendisinin zevcesi olan bu temiz kızcağızı imtihan etmişti. Onun babası, mağarada Resulullah´a arkadaşlık etmiş olan Hz. Ebubekir*di. Çocukluk devresini henüz atlatmış bulunuyordu. Birinci aşamada tek başına kalma tehlikesiyle başbaşa kalarak imtihandan geçmişti. Buna rağmen vaveyla edip bağırıp çağırmamış, durumunu rabbine havale etmişti. Elbisesine bürünmüş, emin ve müsterih bir şekilde uyumaya başlamıştı. Her şeyi bilen ve gören Allah´ın kendisi hakkında vereceği emri beklemişti. Allah´ın kendisini zorda bırakmayacağını biliyordu. Daha sonra takvasıyla tanınmış bir adam gelip onu görünce Kinna lillah ve inna ileyhi raiciun” demiş ve geceleyin gördüğü bu manzara ile hayrete düşmüştü.
Rivayete göre onu orada bulan Safvan adındaki adam, hadım olup kadınlara tamahı olmayan bir insandı. Safvan: “Re-sulullah´ın eşi kalF diyerek hayretini açığa vurmuş ve devesini çöktürerek Aişe´yi bindirmişti. Aişe de, kimsenin yardımı olmaksızın kendi başına hevdecinin içinde bulunuyordu. Yanında hiç kimse yoktu. Daha önce kendisini içinde zannederek hevde-cini deveye yükleyip götürmüşlerdi. O ise, kafilenin ardında tek başına kalakalmıştı. Vücudu hafif olduğundan dolayı onu hevdecinin içinde zannetmişlerdi. Bundan sonra kafile gürültü, ile Medine´ye yol aldı. Münafıklar da dedikodularını başlattılar. Günah olan zannı terk etmeden, boş yere konuştular. Nitekim zannın günah olduğunu Cenab´ı Allah şöyle ifade buyurmuştur:
“Doğrusu zannın bir kısmı günahtır.”
İşin nereye varacağına, söyledikleri sözün ne gibi sonuçlar doğuracağına bakmadan, iftiraya uğrayan kadının ve onun ailesinin mevkiini düşünmeden yayılan iftira, fitneyi alevlendirmişti. Kötü zanlara kapılan insanlar hakkında Allahü Teala, şu ayetiyle uyarıda bulunmuştur:
“Onu dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz bir şey sanıyordunuz, oysa Allah katında önemi büyüktü. Onu işittiğinizde: “Bu konuda konuşmamız yakışık almaz; haşa, bu büyük bir iftiradır” demeniz gerekmez miydi Eğer mü´min kişilerdenseniz, Allah buna benzer bir şeye bir daha dönmemenizi tavsiye eder.”(Nur. 15-17)
Evet, o iftirayı gözleriyle değil de, dilleriyle ahverdiler. Onu ağızlarında geveleyen kimselerden aldılar. Yoksa bu konuda kesin bir bilgi sahibi değillerdi. Boş ve laubali sözlerin konuşulduğu toplantılar sırasında laf olsun diye anlatmış ve yaymışlardı. Bunu kolay bir şey ve normal bir durum sanıyorlardı. Halbuki bu, Allah katında büyük bir günahtı. Dolayısıyla mü´min-lerin bu sözleri hemen kabul edip yaymamaları gerekiyordu.
Neticede kötü sözler etrafa yayılmıştı. Muhacirlerle Ensar, münafıklarla halis müzminler işin aslını araştırmadan ve boş sözlerle iftiraları hakikatten ayırdetmeden bu iftirayı ağızlarında gevelemeye başlamışlardı. Fakat böylesine zor bir durumda yine Hz. Peygamberin büyüklüğünü ve inancını görmekteyiz. O, temiz ve iyi erkeklerin, temiz ve iyi kadınlara layık olduğuna inanmıştı. Ailesi hakkında iyi zan bekliyordu. Kendini tutup frenliyor ve iftiracılara karşı sabrediyordu, insanları yine insanlara şikayet ederek şöyle diyordu: “Bazı kimselere ne oluyor ki, ailem hakkında bana eziyet veriyorlar. Aile efradım hakkında doğru olmayan şeyler söylüyorlar. Allah´a yemin ederim ki, ben, aile efradım hakkında iyilikten başka bir şey bilmediğim ve evime de ancak benimle birlikte giren bir insana bühtanda bulunuyorlar.”
Hz. Peygamber, yalan sözleri yayanları ve bu iftiracıları dinleyenleri dolaylı olarak kınamıştı. Böylece iftiranın ağızdan ağıza dolaşmasına son verilmişti. Çünkü olaydan birinci derecede ilgili olan Hz. Peygamber, bu iftirayı reddedip yalanlamıştı. Mü´minler onun kendi nefsine uyarak konuşmadığım, sözlerinin hep vahye dayalı olduğunu biliyorlardı. Böylece fitne alevi söndürülmüştü.
Bu sözler, peygamberlik ahlakının gereği olarak söylenmiş sözlerdi. Ancak o, yine de bir insan olarak Hz. Aişe´yi yalanlamadığı gibi doğrulamamışti da. Çünkü o, gerçeğin er geç ortaya çıkacağını biliyordu.
Bu olayda da, yalan ve günah sözler vesilesi ile Allah tarafından imtihan edilen Hz. Peygamberin yüksek prensiplerini görmekteyiz. O, alelacele hanımına gidip ithamda bulunmuyor ve ona eziyet etmiyordu. İnsanın öfke, ya da şüphe anında yapacağı kötülükleri yapmıyordu. Aksine o, bu öfkesi anında bile hanımının suçsuz olacağı görüşüne meylederek öfkesini tutup sabrediyor, hanımım suçlama yoluna gitmiyordu.
Hz. Peygamber, bütün her şeye rağmen bu olaydan dolayı üzülüyor ve bu üzüntüsünü de açığa vuruyordu. Fakat Aişe´ye dedikoduyu anlatmayı düşünmüyor, onun temize çıkmasını bekliyordu. Böylece iftira fırtınası dinecek, kara bulutlar dağılıp gidecekti. Fakat Aişe (r.a) olayı Öğrenmişti. Ancak halk arasında cereyan eden durumlardan habersizdi. Onların neler söylediklerini bilmiyordu. Hz. Peygamber iftiracıların yalancı olduklarını ilan ederek fitne ateşini söndürmüştü. Temiz bir çocuk mesabesinde olan Hz. Aişe, hakkında günahkarların ve Allah´ın Kitabı´nda lanetlenen iftiracıların söyledikleri sözleri duymuştu. Cenab-ı Allah o iftiracıları lanetlerken şöyle buyurmuştur: “O namuslu, bir şeyden habersiz, inanmış kadınlara zina isnad edenler dünyada da, ahirette de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır.” (Nur: 23) Vefakar ve hiçbir şeyden haberi olmayan Hz. Kbu Bekir´in kızı ve Hz. Peygamberin zevcesi olan Hz. Aişe´ye zina isnad etmekten daha büyük bir günah var mıdır !
Hz. Peygamber, bu arada yakın arkadaşlarıyla istişarede bulundu. Hepsi de iftiracıların sözlerini yalanladılar. Hz.Pey-gamberin istişarede bulunduğu Hz. Ömer, şöyle demişti: “Ey Allah´ın Resulü! Sen temizsin. Allahü Teala seni pisliklere karıştırmaz. ”
Hz. Peygamber kendi akrabalarından da iki yakınına danışmıştı. Bunlar, Üsame bin Zeyd ile Ali bin Ebi Talib´ti. Üsa-me, Hz. Aişe hakkında iyi şeyler söyledi. Onun hakkında itminan ve rahatlık müjdeleyen sözler sarfetti.
Hz. Peygamberin hakkında: “Sizin en iyi hüküm vereniniz Ali´dir” dediği Hz.Ali ise ne övücü, ne de itham edip yalanla-yıcı sözler sarfetmedi. Hz. Aişe´ye hücum edici bir tavır takınmadı. Kuvvetli bir cevap verdi tarafsız davrandı.
Gerçekten de Hz. Peygamberin kalbindeki şüpheyi izale etmek için en iyi yol, Hz. Ali´nin tutmuş olduğu yoldu. O şöyle demişti: “Ya Resulullah! Şüphesiz dünyada senin için kadın yok değildir. Gerektiğinde Aişe´nin yerine başka bir kadınla evlenebilirsin.”
Kuşkusuz bunlar kocasını ihlasla seven bir kadının hoşuna gitmeyecek sözlerdi. Bu sözler, her ne kadar mü´minlerin annesi Hz JVişe´nin kalbini olumsuz yönde etkilememişse de, Ali´nin yargıdaki tarafsızlığını te´yid etmekte ve sözlerini kabule şayan kılmaktadır. İşi iyice araştıran bir hakem durumundaki Hz. Ali şöyle demişti: “Ya Resulullah! sen bu durumu cariyene sor. O seni rahatlatacak olan doğru sözleri söyleyecektir.” Böylece tahkikat ilerlemeye başlamıştı. Hz. Peygamber» Berire ismindeki cariyeye sordu. O da Hz. Peygamberin kalbini rahatlatacak sözler söyledi. Böylece içindeki şüphe bulutları dağılmaya başlamıştı. Berire şöyle demişti: “Vallahi ben, Aişe hakkında iyilikten başka bir şey bilmiyorum. Onu hiçbir şeyle ayıplamam. Ancak ben daha önceleri hamur yoğur urdum ve Aişe´ye hamurun başında beklemesini söylerdim. Fakat ben gittikten sonra o uyuyakalır, öte taraftan koyunda gelip hamuru yer ve giderdi.”
Bu sözler üzerine her ne kadar tam değilse de Hz. Peygamber biraz rahatlamıştı. Berire´nin, Hz. Aişe için söylediği uy-kuculuk vasfı, yalancı günahkarların yaydıkları kötü yaygara-nm sebeplerinden birini teşkil etmekteydi. Uykuculuk koyunun gelip Jîerire´nin hamurunu yemesine sebep teşkil ettiği gibi, iftiracı günahkarların suçlama kapısını açmaları için de bir se-beb teşkil edebilirdi.
Berire´nin yeminle, Hz. Aişe´nin suçsuz olduğunu söylemesinden sonra, Hz.Peygamber dünyada ve ahirette en çok sevdiği zevcesi Hz. Aişe´nin yanına gitti. Onun korkmaması gerektiğini ve onu terketmeyeceğini ima eden sözler söyledi: “Ey A işe!a insanların söyledikleri sözlerden haberin olmuştur. Sen Allah´tan sakın! Eğer kötü bir şey yaptıysan Allah´a karşı tevbe et! Çünkü Cenab-ı Allah kullarının tevbesini kabul buyurur.”
Peygamber efendimizin bu sözleri karşısında, ağlamakta olan Hz. Aişe´nin gözlerindeki yaşlar kurudu. Çünkü o kendisine karşı az da olsa soğuk davranan Hz. Peygamberin bir hoşnutluk haline döndüğünü görmüştü. O ihtiyatlı ve şartlı bir rızayı değil, mutlak bir hoşnutluğu bekliyordu. Sevgili Resulün kendisine iyi davranmamasını ve iftiraları kesinlikle reddetmesini ümit ediyordu. O çocuk durumundaki temiz ve iffetli mü´mine, gözlerini etrafa gezdirerek Hz.Peygambere cevap verecek birini aradı. Kainatta en çok sevdiği Hz. Peygamber, iftiraları reddedici, kendisinin de suçsuzluğunu ispatlayıcı kesin bir söz söylememişti. Babası Ebubekir´le anası da Peygambere herhangi bir cevap vermemişlerdi. Etrafında itham fırtınaları esen suçsuz bir insanın hayret ve şaşkınlığı içindeydi. Her taraftan itham oklarına maruz kalmıştı. Bu durumda kendisini Allah´ın hükmüne teslim etti. Ondan başka herkesten umudunu kesmişti. Kur´an-ı Kerim´in, kendisinin suçsuzluğunu ispatlayıcı bir hüküm getireceğini de zannetmiyordu. Kendisinin bu makama erişemeyecek kadar küçük bir insan olduğunu düşünüyordu. Fakat onun Allah katındaki makamı çok büyüktü. O Allah´ın hükmünü bekleyerek itminan içinde sabretmiş ve suçsuzluğunu Allah´ın duyurmasını bekleyip, olanlara boyun eğmişti. Nihayet, suçsuzluğunu gösteren ayet-i kerimeler nazil olunca çok sevindi. Onun hakkında yiice Allah şöyle buyurmuştu: “Muhammed´in eşine o yalanı uyduranlar içinizden bir güruhtur. Bunu kendiniz için kötü sanmayın. Aksine o, sizin için hayırlı olmuştur. O kimselerden her birine kazandığı gü-nah(ın cezası) vardır. İçlerinden elebaşılık yapana ise büyük azab vardır. Onu işittiğiniz zaman inanan erkek ve kadınların kendiliklerinden güzel zanda bulunup da, “Bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi1 Dört şahit getirmeleri gerekmez miydi işte bunlar, şahit getirmedikçe Allah katında yalancı olanlardır. Allah´ın dünya ve ahirette size lütuf ve rahmeti olmasaydı, o kötü sözü yaymanızdan dolayı büyük bir azaba uğrardınız. Onu dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz ve onu önemsiz bir şey sanıyordunuz. Oysa Allah katında önemi büyüktü. Onu işittiğinizde: “Bu konuda konuşmamız yakışık almaz; haşa bu büyük bir iftiradır” deme-niz gerekmez miydi Eğer mümin kişilerseniz Allah buna benzer bir şeye bir daha dönmemenizi tavsiye eder. Allah size ayetlerini) açıkça bildirir. Allah bilendir, hikmet sahibidir, inananlar arasında hayasızlığın yayılmasını isteyenler için dünyada da, ahirette de acı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Allah´ın size lütuf ve rahmeti olmasaydı ve Allah çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (bu iftiranızdan dolayı büyük bir azaba uğrardınız! Ey inananlar, şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın ardına takılırsa, bilsin ki o, hayasızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer size Allah´ın lütfü ve rahmeti olmasaydı, hiçbirinizi ebediyen temize çıkarmazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah işitendir, bilendir, içinizden lütuf ve servet sahibi kimseler, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda göç edenlere (bir şey) vermemeye yemin etmesinler. Affetsinler, geçsinler. Allah´ın sizi bağışlamasından hoşlannîaz mısınız Allah bağışlayan, esirgeyendir, iffetli, habersiz, mü´min kadınlara zina isnat edenler dünyada da, ahirette de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır. O gün (kıyamette) dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir. O gün Allah, onlara hak (ettikleri) cezalarını tam verir ve onlar da bilirler ki, Allah, apaçık haktır. Kötü kadınlar kötü erkeklere; kötü erkekler de kötü kadınlara; iyi kadınlar iyi erkeklere; iyi erkekler de iyi kadınlara (meyleder). Bunlar (Peygamber, Aişe ve Safvan), onların dediklerinden uzaktırlar. Kendilerine (Allah´tan) bir mağfiret ve cömertçe bir rızık vardır” (Nur: n-26)
îşte îfk Olayı bundan ibarettir. Bu konuda nazil olup Hz. Ebubekir (r.a)in kızı ve mü´minlerin annesi Hz. Aişe´nin suçsuzluğunu gösteren ayet-i kerimelere bakalım. Bu ayet-i kerimeler, öncelikle kötülüğün toplumda insanların basit sandığı fakat aslında büyük günah olan şeylerden kaynaklandığına işaret etmektedir. Çünkü şer, kötülük ve günah, sonuçları bakımından basit olmayan şeylerdir. Bunlar toplumu çözüntüye uğratıp toplum içersinde edepsizliği yayarlar. Rezillikler önemsenmez, dolayısıyla cemiyet içinde erdemli olmayan bir kamuoyu oluşur. Rezaletler ve kötülükler de fasid kamuoyu içinde ürerler. Bu sebeple Kur´an-ı Kerim, insanlara emr-i bilma´ruf ile nehy-i anil-münker´in vacib olduğunu vurgulayarak belirtmiştir ki, fazilete dayalı, reziletten uzak ve aynı zamanda fazileti teşvik edip rezillikleri bertaraf eden erdemli bir kamuoyu oluşsun.
îkinci olarak bu ayet-i kerimeler, zina hususunda yapılacak suçlamanın ancak dört şahitle gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Aksi takdirde zina isnadı hususunda söylenen sözler, söyleyenin sosyal mevkii ne olursa olsun, Allah katında yalan sayılacak, bu yalanları söyleyenler de iftira haddine çarptırılacaktır.
Üçüncü olarak bu ayet-i kerimeler, zalim kimsenin işlediği suçun cezasını çektiği takdirde, ayrıca zulme uğratılamayacağı-nı ve daha önce kendisine verilmekte olan yardımlardan mahrum bırakılamayacağını göstermektedir. Nitekim Hz. Ebube-kir, kızı Aişe´ye iftira eden Mistah´ı daha önce yardım ettiği halde bilahare bu iftirasından dolayı yardımından mahrum bırakmıştı. Oysa Cenab-ı Allah, bu gibi kimselerin, cezalarını çektikten sonra Önceden yapılmakta olan yardımdan mahrum bırakılmalarını yasaklamaktadır. “Sizden fazilet ve servet sahibi kimseler, yakınlığı bulunanlara, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (bir şey) vermemeye yemin etmesinler, affetsinler,
geçsinler.” (Nur: 22)
Bu ayet-i kerime iki hususa işaret etmektedir: a- Günahkarlara ve asilere zekat verilmesi caizdir. Bazı fı-kıhçılar bu konuda hata etmişlerdir. Çünkü onlar, bir takım cürümleri işleyen kimselere zekat verilmeyeceğini söylemişlerdir. Halbuki asi ve günahkar kimselere zekat verildiği takdirde, onların kalbleri takvaya yaklaştırılmış olur. Onlara katı davranmak, daha fazla suç işlemelerine neden olur. Bağış ve ihsan,ne-fisleri yumuşatır. Bu gibi kimseler yaşan-tılannın, toplum içinde ve toplumla birlikte olması halinde, rahata daha yakın olacağını hissederler.
b- Kabalık, katılık ve suçluluk halinde bağış ve ihsanda bulunmak, suçluyu iyiliğe yaklaştırır ve faziletten uzaklaşmasına engel olur. Sadaka ve zekat, isyan ateşini söndürerek Allah´ın rahmet ve mağfiretine sebep olur. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Allah´ın sizi bağışlamasını sezmez misiniz ” Resu-lullah (sav) efendimiz de: “Sılayı rahim yapan, karşılıklı ziyaret ve iyilikte bulunan değildir. Aksine sılayı rahim yapan, bağların koparılması halinde ziyarette bulunan kimsedir.” buyurmuştur. Ayrıca bu ayeti kerimeler Hz.Peygamberin zevcelerinin mutlak surette temiz ve iffetli olduklarını göstermektedir. Çünkü kötü kadınlar kötü erkeklere; iyi kadınlar da iyi erkeklere meylederler. Bu, Cenab-ı Allah´ın kendi yaratıkları içinde tatbik edegeldiği bir konudur. Şimdiye kadar Firavun´un, Kur´an-ı Kerim´de hayırla yadedilen zevcesinden başka bu kanuna aykırı bir şahsiyet görülmemiştir. Çünkü bu iffetli ve mü´mine kadın, Allah´ın yaratıklarının en şerlisi ile bir arada evlilik hayatı yaşamıştır. Aynı şekilde Nuh ile Lut´un zevceleri de bu temiz ve şerefli peygamberlerin nikahlarında bulunup bunlarla birlikte hayat sürmüşlerdir. Bunlarla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah, inananlara da Fi-ravn´ın karısını misal gösterdi. O şöyle demişti: “Rabbim bana yanında, cennetin içinde bir ev yap, beni Firavn´dan ve onun (kötü) işinden uzak tut ve beni şu zalimler topluluğundan kurtar!” (Yine Allah, inananlara) îmranın kızı Meryem´i de (misal verdi). O ki ırzını korudu, biz de on(un rahmin)e ruhumuzdan üfledik. O Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti ve gönülden itaat edenlerden oldu” (Tahrim-11-12)
Bu iki ayet-i kerimeden önce de Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Allah inkar edenlere, Nuh´un karısı ile Lut´un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kulun (nikahı) altında idiler. Onlara hıyanet etiler. Kocaları, Allah´tan (gelen) hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Onlara): “Haydi, girenlerle beraber siz de ateşe girin” denildi.” (Tahnm: 10)
Hz. Peygamberin zevceleri de iyi, temiz ve iffetli kadınlardı.
Hz. Ali ve Hz. Aişe
Mü´minlerin annesi Hz. A i şe´nin de anlattığı gibi, bu kıssanın akışında görülüyor ki, HzAli´nin söylemiş olduğu sözler, Usame ile Hz. Aişe hakkında hayırlı ve iyi şeyler söyleyen diger sahabilerin sözleri gibi, Hz. Aişe´nin kalbinde hoşnutluk yaratmamıştı. Çünkü Hz. Ali´nin sözlerinde Aişe´nin lehine sayılabilecek şeyler yoktu. Ancak onun söylediği sözlerle, konuyu kapatmak ve meseleyi sona erdirmek için gerekli yol açılıyordu. Hz. Ali insanların böyle bir mesele ile meşgul olmamalarını ve konunun kapatılmasını istemişti. Hz. Ali´nin sözleri Aişe´yi memnun edecek türden değildi. Çünkü o, başkaları gibi Aişe´nin suçsuzluğunu açık olarak söylememişti. Halbuki Hz. Aişe, Hz. Ali´nin diğer sahabilerden daha çok kendisinin suçsuzluğunu anlamasını bekliyordu. Çünkü Hz. Ali´nin, peygamber eviyle alakası vardı. Onun yapacağı şahitlik, başkalarının şahitliğinden daha kuvvetli olacaktı. Oysa Hz. Ali, Resulullah için, kadın olarak sadece Aişe´nin bulunmadığını, istediği takdirde Aişe´nin yerine başka bir kadınla evlenebileceğini söylemişti.
Suçsuz ve temiz olan Hz. Aişe, Hz. Ali´nin sözlerinden hoşnut olmadığı için Hz. Peygamber tahkikatı daha da derinleştirme yoluna girdi. Bu tahkikatın peşi sıra Hz.Peygamber, rahatlamaya başladı. Ardısıra da Ai ş e´nin suçsuz olduğunu açıkladı. Çünkü bu konuda Cenab-ı Allah, Hz. Aişe´nin beraatini ifade eden ayet-i kerimeleri inzal buyurmuştu.
Tarihçiler, Hz. Aişe ile Hz. Ali arasında, daha sonra meydana gelen ihtilafın sebebi olarak bu sözleri göstermekte ve Hz. Aişe´nin Cemel vakasında Hz. Ali´ye karşı çıkışım bu sebebe
Biz deriz ki; Hz. Aişe, bizzat olayın içindeki insan olarak, kendisine yüklenen suçun bir iftira olduğunu bildiği için, Hz. Ali´nin olayı bu şekilde değerlendirmesinden haklı olarak rahatsız olmuştur. Ancak göründüğü kadarıyla bu rahatsızlık asla düşmanlığa varmamıştır. Hz, Ali´ye karşı kin beslemediğini de şu olay ispatlamaktadır:
Hz. Aişe, Cemel savaşma giderken önce şöyle demişti: Ta Resulullah! Ashabın içinde en çok sevdiğin ve seçkin bir dostun olan Ali hakkında konuşmaya geldim. Hoşnut olduğun ve sev diğin Ebu Talib oğlu Ali´nin aleyhinde konuşmaya geldim Onu sana şikayete geldim”
Hz. Aişe´nin, Resulullah´m en çok sevdiği sahabilerden biri ne öfke beslemesi mümkün değildir. Böyle bir şey yapması on dan beklenemez. Allah ondan da, Ali´den de razı olsun.
Kazf (İftira Haddi)
Kazf haddinin, Hz. Aişe´ye iftira edilerek kötü sözlerin toplum içerisinde yayılması sebebiyle meşru kılındığı düşüncesindeyim. Çünkü bu konuyla ilgili ayet-i kerimeler peşpeşe gelmiştir. Bunlarda anlatıldığına göre, zina şehadetinde dört erkeğin şahitlik yapma şartı aranmaktadır. Zina isnadında bulunan şahitlerin dörtten az olması halinde, isnadı yapan kişi yalancı sayılmaktadır.
îşte bu had, yalanın cezasıdır. Bunu Cenab-ı Allah şu ayet-i kerimede ifade buyurmuştur: “Namuslu kadınlara (zina suçu) atıp da, sonra (bu suçlamalarını ispat için) dört şahit getirmeyenlere seksen değnek vurun. Ve artık onların şahitliğini asla kabul etmeyin. Onlar yoldan çıkmış kimselerdir. Ancak bundan sonra tevbe edip inananlar hariç. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Nur. 4-5)
Bu ayet-i kerimelerin asli ve maddi bir cezaya işaret ettiklerini görmekteyiz. Bu ceza, suçlulara seksen değnek vurulmasıdır. Bu maddi cezadan hemen sonra iki manevi cezadan da bahsedilmektedir: Bunlardan biri, onların şahitliklerinin artık ebediyyen kabul edilmeyeceğidir. Çünkü onlar kaçılması gereken bir hususta yalan söylemişlerdir. Ayrıca Cenab-ı Allah, onları yalancılar olarak nitelemiş ve yalancılık vasfını sırf onlara tahsis ederek şöyle buyurmuştur: “Ona dört şahit getirmeleri gerekmez miydi Madem ki şahitleri getirmediler, o halde onlar Allah yolunda yalancıların ta kendileridir.” (Nur: 13) Allah´ın hükmü ile yalancılık vasfı sırf kendilerine tahsis edilen kimselerin şahitlikleri nasıl kabul edilecektir Bu sebeple bu gibi suçluların şahitlikleri ebediyyen kabul edilmeyecektir. Çünkü Cenab-ı Allah: “Artık onların şahitliklerini asla kabul etmeyin.” buyurmuştur.
Bu gibi suçlular hakkında verilecek manevi cezaların ikincisi de, bunların fasıklık (yoldan çıkmış olmak)la nitelenmeleridir. Tevbe edinceye kadar bu nitelikleri devam eder. Ayet-i kerimede, tevbe ettikleri takdirde fasıklık vasıflarının kaldırılacağı ifade edilmektedir. Şu halde bu suçlarından sonra Nasuh tevbesi ile tevbe edenler fasık, hatta günahkar dahi olmayacaktır. Çünkü tevbe, önceden işlenen günahları yok eder. Nitekim bununla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Ve ben, Tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra da yola gelen kimseye karşı elbette çok bağışlayı-cıyımdır.” (Taha 82)
Resulullah (sav) kazf haddini Mistah´a, Hassan bin Sa-bit´e ve Cahş kızı Hamne´ye tatbik etti. Hanine, mü´minlerin anası Zeyneb binti Cahş´ın kızkardeşidir. Zeyneb binti Cahş, dindarlığından dolayı bu iftira hadisesinde ileri geri ko-nuşmamıştı. Halbuki Hz. Aişe´nin kuması olup Resulullah´m yanında hemen hemen ona eşit bir yere sahipti. Buna rağmen mütedeyyin bir kadın olmasından dolayı, Hz. Aişe´nin aleyhinde konuşmamıştı. Kazf haddi, bundan önce nazil olmuştu. Şimdi burada şu soru ortaya çıkmaktadır: îftira olayında, Hz. Aişe´nin aleyhinde konuşanlar üç kişiden daha fazlaydı. Hatta müminlerin anası Hz. Aişe, bu yalanın büyüğünü yayanın Abdullah bin Übeyy bin Selül olduğunu söylemiştir. Şu halde kazf haddi ne diye sadece üç kişiye tatbik edildi de, diğerlerine tatbik edilmedi
Bu soruya cevaben deriz ki: Hz. Peygamber, bu üç kişinin açıkça ve sarih ifadelerle Hz. Aişe´ye iftirada bulunduklarını söylemiştir. Diğerlerinin açıkça iftirada bulunduklarına dair bir delil elde edilememiştir.
Müminlerin anası Hz. Aişe: “Yalanın büyüğününidare eden, münafıkların reisi Abdullah bin Übeyy idi” dediği halde, ona niçin had^ tatbik edilmedi Halbuki en büyük günahkar Abdullah bin Übeyy idi.
Buna cevaben de şöyle deriz: Kuşkusuz yalanın büyüğü Abdullah bin Übeyy´in gayretiyle ortaya atılmıştı. Ancak o, başkalarının iftira etmesini kolaylaştıracak uyarılarda bulunuyordu, ama kendisi açıkça söylemiyordu. Bu haberi halk arasında ima ile yayıyordu. Halkı bu konuda konuşmaya sevk ediyordu. Ama kendisi sadece çok yakını olan kimseler arasında bu meseleyi konuşuyordu. Onlar da ima yolu ile halka bu meseleyi telkin ediyor, ama açıkça konuşmuyorlardı. Bu hareket de münafıkların özelliklerindendi. Onlar, kendileri gizlenirler ve konuşmazlar, ama başkalarını konuştururlar. Böylece haddi tatbik etme şartı, bu münafıkların üzerinde değil de, diğerleri üzerinde tahakkuk etti. Doğrusunu Allah bilir.
Kazf kelimesi, erkek veya kadına, zina isnadında bulunmf manasını iade eder.
Lian Haddi
Lian haddi, kazf haddinin açıklanmasının ardı sıra ve ifk hadisesinden önce nazil olmuştu. Kazf haddinin sebebi, aralarında evlilik akdi bulunmayan erkek veya kadının zina isnadında bulunmasıdır. Yani iftiraya uğrayan kimse, iftiracının eşi değildir. Lian haddine gelince, bu, erkeğin kendi karısına zina isnadında bulunması durumunda sözkonusu olur. Lian, zina isnadında bulunan kocanın, bu isnadında doğru söylediğine dair dört defa yemin etmesidir. Bu erkek karısının zina ettiğini, ya da doğan çocuğun kendisine ait olmadığını iddia eder. Beşincisinde de eğer yalan söylüyorsa, Allah´ın lanetini kendi üzerine çekmiş olur. Bu yeminler hem olumluluğu, hem de olumsuzluğu içerirler. Olumlu yemininde karısının zina yaptığını söyler. Olumsuz yemininde de, eğer yalan söylüyorsa Allah´ın lanetine müstehak olmasını ifade eder. Lian haddi, kazf haddinden sonraki ayet-i kerimede Cenab-ı Allah´ın şu buyruğuyla sabit olmuştur: “Eşlerine (zina suçu) atıp da kendilerinden başka şahitleri bulunmayan kimseler(e gelince): Onlardan herbirinin şahitliği, dört defa Allah´a yemin edip, kendisinin mutlaka doğru söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmek (şeklinde) dir. Beşincisinde eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah´ın lanetinin kendi üzerine olmasını diler. Kadının da dört defa Allah´a yemin edip kocasının mutlaka yalan söyleyenlerden olduğuna şahitlik etmesi, cezayı kendisinden kaldırır. Beşincisinde kocası doğrulardan ise; kendisinin Allah´ın gazabına uğramasını diler.” (Nur: 6-9)
Zina isnadında bulunan koca ile, karısı arasında evlilik hakikaten, ya da hükmen mevcut olduğu takdirde lian söz konusu olur. Evliliğin hükmen bulunmasına örnek olarak, zevcenin ric´i talakla boşanmış olup iddet beklemesini gösterebiliriz. Kocanın dört şahit bulamaması halinde, karısına zina isnadında bulunması ile lian hükmü gündeme gelir. Çünkü dört şahit bulamaması halinde, o öfkesini, hakimin huzurunda konuşup içindekileri dökmek suretiyle söndürmek ihtiyacmdadır. Adamın biri Hz. Peygambere gelip şöyle demişti: “Ey Allah´ın Resulü! Bir kimse karısını bir erkekle beraber görüp onu Öldürürse, siz de öldüreni öldürüyorsunuz. Eğer bu adam karısının yabancı bir erkekle yattığını söyler, fakat bunu isbatlamak için dört şahit getirmezse, ona iftira haddi tatbik edersiniz. Ama adam konuşmayıp susarsa, öfkesi ile susmuş olur. Allah´ım sen bunun hükmünü açıklal”
Adamın böyle demesi üzerine bu meselenin hükmünü açıklayıcı Han ayetleri nazil oldu.
Lian tamamlandığı takdirde, eşler artık ebediyyen evlenmemek şartıyla birbirlerinden ayrılırlar. Fıkıhçılarm çoğunluğu bu görüştedirler. Fakat Ebu Hanife´ye göre, bu koca kendini yalanladığı takdirde, yeni bir nikah ve yeni bir mehir ile karısıyla tekrar evlenebilir.
Günümüzde bazı kimseler şöyle diyorlar: Kadın kocasına zina isnad eder de, bu isnadını ispatlamak için dört şahit bulamazsa, yine lian haddi tatbik edilir mi
Buna cevaben deriz ki: Kur´an-ı Kerim´in nassı ile lian, ancak kocanın kendi karısına zina isnadında bulunması halinde gündeme gelir. Lianda koca, dört olumlu, bir de olumsuz olmak üzere beş defa yemin eder. Kadına gelince o, dört olumsuz ve bir de olumlu olmak üzere beş defa yemin eder. Hadler ancak nass ile sabit olabilirler. Çünkü hadler şüphelerle kaldırılabi-lerler. Peygamber efendimiz, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Yapabildiğiniz kadarıyla şüpheler sebebiyle hadleri bertaraf edin.”
Hadleri kıyas ile sabit kılmamız mümkün değildir. Çünkü kıyasın illeti, makis ile makisun aleyhte aynı ölçüde sabit değildir. Bunun sebebi şudur: Kadın erkeğin neslinin kabıdır. Doğan çocuğu, -başka bir erkekten olması halinde- nesebini reddetmek kocanın hakkıdır. Kaldı ki, kadının zinası, neseblerin birbirine karışması tehlikesi bakımından erkeğin zinasından daha şiddetli ve daha tehlikelidir. Kocanın karısına zina isnadında bulunması halinde lian hükmü oluşmaktaysa da, kadının, kocasına zina isnadında bulunması halinde lian hükmü gündeme gelmez. Çünkü kadın, erkeğin evinde kalmaktadır. Kocanın, kadının aleyhinde zina isnadında bulunması halinde, bu isnadını ispatlamak için dört şahit getirme imkanı olmayabilir. Erkeğin yaptığı zinalar ise çoğunlukla evinin dışında olur. Kadının kocasının zina ettiğini bilmesi, bir belgeye dayanmaz; ancak sezgi ve tahminle, ya da verdiği haberlerle olur. Çoğu zaman kadın, başkalarının ihbarına dayanarak kocasının zina ettiğini iddia eder. Bazan da kadın, belirli ihbarcılar olmaksızın kocasının zina yaptığını iddia eder ki, budurumda kocasına zina iftirasında bulunduğu sabit olur. Dolayısıyla kazf haddine çarptırılması gerekir. Bunlarla da yetinilmeyerek hem fasıklık-la nitelenir, hem de şahitliği ebediyyen kabul edilmez. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah kalplerde olanı bilir.
Zina Haddi
Okunan zina haddi, kazf haddi ve ifk (iftira) ile ilgili ayet-i kerimelerin peşpeşe gelmeleri, bu ayetlerin aynı zamanda, ya da birbirine yakın zamanlarda ve aynı münasebetle nazil olduklarını gösteriyor. Burada şu hususa da işaret etmek gerekir. Zina ile ilgili olarak birbirini açıklayıcı ayetler nazil olmuştur. Bunlardan ilki şudur: “Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin; eğer onlar şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm (alıp) götürünceye ya da Allah onlara bir yol gösterinceye kadar evlerde tutun (dışarı çıkarmayın), içinizden iki kişi fuhuş yaparsa, eziyet edin; eğer tevbe eder uslanırlarsa artık önlar(a eziyet)den vazgeçin. Çünkü Allah, tevbeleri çok kabul edendir. Çok esirgeyendir.” (Nisa: 15-16)
Bu iki ayet-i kerime, kadına mahsus ceza bulunduğu gibi, erkekle kadına genel olarak şamil olan cezanın da bulunduğunu ifade etmektedir. Kadını ilgilendiren ceza, onun ölünceye, ya da evlenme yoluyla Cenab-ı Allah kendisi için bir çare yara-tıncaya kadar, evde tutulup dışarı bırakılmamasıdır. Nitekim ayet-i kerimeden açıkça anlaşılan hüküm budur.
Hem erkeği, hem de kadını kapsamına alan cezaya gelince, bu, eziyet vermektir. Kadına verilen özel cezaya karşılık, erkeğe de ceza verileceğine dair sünnet vardır. Bu da erkeğin bir yıl süreyle sürgüne gönderilmesidir. Bu ceza, kadının evde tutulup hapsedilmesi cezasına karşılıktır. Erkekle kadına verilen eziyet cezası da birçok yazarların ifade ettikleri gibi, neshedilmemiş-tir. Çünkü nesih, ancak iki nas arasında uyum sağlanamaması halinde akla gelebilen bir şeydir. Oysa burada iki nassm arasında uyum sağlama imkanı vardır. Öyleyse bu cezanın tatbiki vacibtir. Çünkü ayetlerden herbiri diğerini tamamlamakta, ya da açıklamaktadır. Tıpkı zina cezasıyla ilgili olarak nazil olan ayetler arasında olduğu gibi. Nur suresinde bulunup eziyet verici cezayı açıklayan ayet-i kerime şudur: “Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine, yüz değnek vurun, Allah´a ve ahi-ret gününe inanan (insan)lar iseniz Allah´ın dini(ni uygulama hususujnda sizi onlara karşı acıma duygusu tut(up engelle)me-sin. Mü´minlerden bir grup da onlara yapılan azaba şahit olsun. Zina eden erkek, zina eden ve puta tapan kadından başkasıyla evlenemez. Zina eden kadın da, zina eden veya puta tapan erkekten başkasıyla evlenemez. Bu (tür evlenmek), mü´minlere haram kılınmıştır. “(Nur: 2-3)
Bundan sonra kazf haddi ayetleri, sonra da lian haddi ayetleri nazil olmuştur. Bunların peşinden de Hz. Aişe´ye yapılan zina isnadı suçunu tasvir eden ifk hadisesine dair ayetler nazil olmuştur. Zina isnadında bulunarak Hz. Aişe´ye cüretle dillerini uzatanlar, dinde edebsizliği yayıp toplumu fesada sürüklemiş, cemiyeti rezaletler içinde boğulan bir insanlar topluluğu olarak yaşayan kimseler haline getirmiştir. Bu gibi kimseler rezaletleri Önemsemezler. Burada iki hususa dikkatlerinizi çekmemiz gerekmektedir:
1- Biz bu hadlerle iligili ayet-i kerimelerin, mutlaka Musta-lik Oğulları gazvesinden sonra, ya da bu gazve esnasında nazil olduklarını veyahut ifk hadisesi esnasında nazil olduklarını söylemiyoruz. Kuvvetli zannımıza göre, kazf haddiyle zina haddine dair ayet-i kerimeler, ifk hadisesinden önce nazil olmuşlardır. Bu sebeple iftira suçunu işleyenlere kazf haddi tatbik edilmiştir. Kazf haddine dair ayet-i kerimeler Hz. Aişe´ye yapılan iftira esnasında nazil olmamıştı. Ancak iftiracılara verilen cezanın, devlet başkanının insiyatifi ile verilen bir ceza olduğunu söylemek doğru değildir. Cezalarla ilgili hükümler, kanunun çıkarıldığı andan sonraki suçları ilgilendirir. Kanunun çıkarılışından Önceki suçlara tatbik edilemez. Nitekim pozitif kanun bilgileri de bu prensibi benimsemişlerdir. Bu hususta bazı ihtilaflar varsa da, bunu ayırt etmemiz ve doğruyu bulup ortaya çıkarmamız gerekmektedir.
2- İslam hukukunda cezalar, suçu işleyenlerin durumlarına göre tatbik edilir. Suçun büyüklüğü oranında, ceza da büyür veya küçülür. Suç, aşağılayıcı bir unsurdur. Küçük insanlara göre, aşağılanmak, zaten önemli değildir. Bu gibi kimselerin şahsiyeti değer ifade etmez. Fakat itibarlı kimselerin suç işle-meleriyse, büyük bir hadisedir, işte bu sebeple îslam hukuku, miktarı belli cezaları kölelere yarı ölçüde tatbik etmiştir. Kölelerin cezası, hürlerin cezasının yarısı oranındadır. Örneğin cariyelerle ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Evlendikten sonra fuhuş yaparlarsa, onlara hür kadınlara yapılan işkencenin yarısı (uygulanır).”´(Nisa: 25)
Hür kadın zina ettiği takdirde yüz değnekle cezalandırılır. Cariye ise, zina ettiği takdirde, elli değnekle cezalandırılır. Köleler için de aynı hüküm geçerlidir. Hadlerin tümünde bu oran esas alınır. Yarılanmaya elverişli olan bütün cezalar için bu hüküm geçerlidir. Ayrıca fıkıhçılar, köleye tatbik edilen yarı oranındaki cezanın yine de hafifletilmesi gerektiği hususunda görüş birliği etmişlerdir. Buna göre köleye vurulan değnek, hür kimseye vurulan değnekten daha hafif bir şekilde vurulmalıdır. –