Peygamber Efendimizin risaletle görevlendirilmesini anlatmadan önce bu konuya değindik ki Cenab-ı Allah´ın, yaratılmışlar arasından alemlere rahmet elçi olarak seçmiş olduğu şahsiyeti kamil ahlakıyla birlikte, tanıyalım ve rabbinin O´nu yüce bir terbiye ile eğitmiş olduğunu öğrenelim. Çünkü onun risaîeti, insanların kemale davet edilişi idi. O, beşeri nitelikleri içinde mutlak kemal idi. O´nun, ilahi vahiy yoluyla değil de fıtraten sahip olduğu karekter ve moral özellikleri öğrenmek istiyoruz. Her ne kadar bu karekter ve moral özellik, vahyin getirdiği prensiplere uygun idiyse de bu, yapısal özelliğinin gereği idi. Ayrıca Kur´an-ı Kerim´in O´nu nasıl terbiye ettiğini de anlatmak istiyoruz. Kur´an´ın terbiyesi sayesinde kuvvetli bir ahlaka sahip olmuştu. Aişe (r.a.)´nin de dediği gibi: “O´nun ahlakı Kur´an idi” O´nun, vahyi prensiplerle paralellik sağlayan fıtri ahlakını anlatmak istiyoruz. Ümmetini davet ettiği, Ümmetinin de davetine uyarak yaklaştıkları halde, yine de tam olarak ulaşamadıkları ahlakım anlatmak istiyoruz.
Kadi İyaz´ın Kitabüşşifa adlı eserinin mukaddimesinde Peygamber Efendimizin özellikleri anlatılırken şöyle denmektedir
“insanlardaki güzellik ve olgunluk özellikleri iki kısma ayrılır: Bunlardan biri fıtratın gerektirmiş olduğu dünyevi ze zaruri özelliklerdir. Dünya hayatının zaruretleridirler. Bir de dini müktese-bat olan hasletler vardır ki, bunların failleri övülürler. Bu özelliklere sahip olan imseler, derece itibariyle Allah´a yaklaşırlar. Sonra bunlar da iki gruba ayrılırlar: Bunlardan biri, sadece iki Özellikten birine mahsus olup diğeriyle içice girip imtizaç eder. Salt zaruri olan özellik, insanın irade ve çabasıyla elde edilmez; bu, insanın özünde var olur. Bu nitelikler Peygamber Efendimizde bulunduğundan dolayı yaratılış ve ahlakı mükemmeldi. Görünüşü güzel, aklı kuvvetli, anlayışı sağlıklı, dili fesahatli ve kendisi de ali cenab idi. Beslenmesi, uyuması, giyinmesi, barınması, evlenmesi, mal ve itibar kazanması gibi hayati zaruretlerini gerektirdiği nitelikleri de buna ilave etmek mümkündür
Uhrevi müktesabata gelince bunlara örnek olarakda şer´i faziletlerle yüksek moral Özellikleri, mesela din, ilim, hilim (yumuşak huyluluk) sabır,´ şükür, adalet, zahidlik, suskunluk, sevecenlik, vakar, merhametlilik, güzel huyluluk iyi geçinme ve benzeri huyları gösterebiliriz ki, bütün bunlar, güzel ahlak adı altında toplanırlar.”
Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığına göre Kadi İyaz, peygamber efendimizin sahip olduğu Özellikleri iki kısma ayırmıştır:
1- İnsani yaratılış sayesinde elde edilen nitelikler. Bunlar, fıtratın kemali olup peygamber efendimizin bedeni özellikleri de bunlara ilave edilebilir.
2- Şer´i prensipleri doğrultusunda elde edilen güzellikler. Bunlara örnek olarak da alçak gönüllülük, yumuşak huyluluk, sabır, şükür ve güzel muamele gösterilmiştir. Genel olarak insani erdemleri aynı potada eriten güzel ahlakla ilgili nitelikler bu kısımda mütalaa edilirler. Şer-i şerifin ve vahyi ilahinin hükmü gereğince kazanılan bu sıfatlara cömertlik, tevazu, sabır, fesahat, ağırbaşlılık, yumuşak sözlülük, latif muamelede bulunmak, zaaf ve zillete düşmeksizin yumuşak görünmek, şiddete kaçmadan doğru sözlülük örnek olarak gösterilebilir. İnsanın sağlam fıtra-tıyla vahiy bu güzel huylarda bir araya gelirler. Nitekim bu güzel sıfatların hepsi Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v)´de mevcut idi. Hem sağlam fıtratı hem de cenab-ı Allah´ın ikramı sayesinde risa-let görevini almadan önce bu niteliklere sahip kılınmıştı. Cenab-ı Allah O´nu, yaratılmışlara peygamber olarak göndermeye hazırlamak için bu özelliklere sahip kılmıştı.
Biz andığımız kitabın bu bölümünde anlatılan ve insani fıtat gereğince Cenab-ı Allah´ın onu sahip kıldığı özellikleri anlatacağız. Bu sıfatların bir kısmı muamelelerle diğer kısmı insani ilişkiler; sevgi, merhamet, şefkat ve fesahatla ilgiliydi. Bu vasıflar onu risalete ve peygamberlik yükünü omuzlamaya hazırlıyordu. Bu özellikler peygamberlikle görevlendirildikten (bi´set) sonra da kendisinde devam etmiş iseler, bu cenab-ı Allah´ın onda meydana getirmiş olduğu bir lütfudur. Cenab-ı Allah, bu özellikleri onun bünyesine tohum olarak ekti insanlar da o tohumlardan yeşeren yemişleri elde ettiler. Ashabın bir kısmının söyledikleri gibi bu nitelikler bi´setten sonra onda meydana gelmiş değildirler. Aksine bu nitelikler, bi´seti süresince kendisinde oluşmuşlardır. Üstün güce sahip kudretli Allah bu nitelikleri onda varetrniştir. Kamil bir insan olması ve risalet yükünü omuzlamaya hazırlıklı olması için Cenab-ı Allah, bu nitelikleri onda meydana getirmiştir.
Aklının Mükemmelliği
Hiç bir insanın aklı, Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.)´in aklı kadar mükemmel olmamıştır. Kendisine vahiy inmeseydi ve gökten hitap edilmeseydi bile, bir devlet kurmak, erdemli ve temiz bir toplum meydana getirmek için aklı tek başına yeterli olurdu. Fakat Cenab-ı Allah O´na olan nimetini tamamladı. O´nu kitap sahibi bir peygamber yaptı. İdraki sayesinde elde. ettiği şahsi kazancın yanısıra, ona yüksek bir insani nitelik ve doğru yola iletici ilahi ri-saleti verdi. Bunlardan birincisi, ikincisinin önülü durumundaydı. Bu ikisinden her biri diğerine muhtaçtı. Biri, diğeri olmadan varlığını koruyamazdı. Peygamberlik aklı kamil, fikri müdrik olmayan kimselere verilmezdi. Şahsiyeti yüce olan Resulullah´ı yüce rabbimiz seçerek peygamberliğe mahal kıldı. Emanetini O´na yükledi. İnsan aklı çok yüksek niteliklere sahip olsa bile, risalete mutlaka muhtaçtır. Çünkü yalnız başına akıl, yaşadığımız ve kıyamete değin yaşanacak zamanlarda ilgili önlemlerle donanmış olamaz. Akıl, ancak yaşadığı zamanla ilgili önlemleri alabilir. Vahyin hidayeti olmadan akıl, ileriki zamanları düşünemez. İleriyi perdeleyen Örtüleri aralayamaz. Geleceğini göremez. Şu halde geleceğini öğrenebilmesi için, Cenab-ı Allah´ın O´na bilgi ve ilim vermesi gerekir. Görünen ve görünmeyen alemleri bilen, yalnızca Allah´tır. Akıl her ne kadar güçlü de olsa kendi zamanından başka zamanların tedbiriyle donanamaz. Rabbimizin katındaki her şey, bir ölçü iledir.
Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.), donanmış olduğu mükemmel aklı ile gelişip büyüdü. Bu nitelikli aklı sayesinde akranlarından üstün oldu. Delikanlılık çağına gelince, aklı onu daha bir özellikli kılmaya başlamıştı. Bu durumunu dedesi Abdülmuttalib far-ketmişti. Bu nedenle de O´na kamil insanların ahlakını öğretmek için yanına almıştı.
Ağırbaşlı ve mütekamil bir insan olan Muhammed (s.a.v.), dedesi Abdülmuttalib´in vefatından sonra amcası Ebu Taîib´in evine gitti. Onun çocukları arasında yüksek bir mevki elde etti. Sofrada yemek yerken onlar gibi yarıştırmıyordu. Elini yemeğe uzatıp sıkıntıya girmiyor, izdiham yaratmıyordu. Aksine az yemekle yetinerek vakarını koruyor, hırsa kapılmıyordu.
Neticede amcası onun bu halini farkederek daha bir ilgiyle gözetmeye başladı. Kendisine ayrı tabakta yemek verdi. Ve kendi çocuklarıyla birlikte yemek yarışına girmesini Önledi. Nihayet peygamber efendimiz, para kazancak bir yaşa geldi. El emeği ile yiyeceğini sağlamak için, koyun çobanlığı yapmaya başladı. Onuruna leke getirmeden, kişiliğine bir eksiklik bulaştırmadan gücü oranında dünya menfaatini ve kazancını elde etmeye çalıştı.
İleriyi gören aklı sayesinde ömrünün ileriki yılları için hazırlığa girişti. Kendini, kavminin uğraş alanı olan ticarete hazırladı. Kavmi, ticaretle rızkım temin ediyor, kuvvetini bu yolda harcıyordu. Amcası Ebu Talib´e, kendisini Kureyş´in ticaret kervanıyla birlikte Şam´a götürmesi için ısrarlı bir teklifte bulundu. Amacı pazarlarda yapılan alış verişler üzerinde ihtisas sahibi olmak, gelir gider yollarını öğrenmekti. Henüz 12 yaşındayken amcasına böyle bir teklifte bulunmuştu. Bu kervanla birlikte gittiği ticari seyahatten döndükten sonra, aklı bu alandaki tecrübe ile dolmuştu. Pazarlar hakkında bilgi sahibi olarak az-çok mallarla ticaret yapmaya başladı. Malın hangisinin kazanacağım, hangisinin zarar edeceğini biliyordu. Aklının mükemmelliği dolayısıyla bu tacir genç, Kureyş toplantılarına katılıyordu. Kureyş´in düzenlediği toplantılarda hazır bulunuyor, orada söylenen haklı sözlere rıza gösteriyor, batıl sözlere karşı da nefretini yansıtıyordu. Batıl şeyleri asla tasvip etmiyordu. Hülasa bu toplantılarda nelerin söylendiğini araştırmak istiyordu. Ayrıca “Hilf ül-Fudul” topluluğu arasında bir üye olarak da yerini almıştı. Bu toplulukta üye olarak yerini almış olması, kızıl tüylü koyun sürülerine sahip olmaktan daha çok hoşuna gitmişti. Bu topluluk kadar hakka yardımcı olacak hiç bir güç göremiyordu. Hakkın ve hakikatin her tarafa yayılmasından sonraki İslamiyet döneminde dahi böyle bir topluluk üyesi olarak göreve çağnlsaydı, mutlaka icabet ederdi. Çünkü o böyle bir topluluğu şerefli ve üstün bir topluluk olarak görmüştü.
İşte böyle… Onun idrak edici bir akla sahip kılındığını görüyoruz. İyisini kötüsünden ayırd etmek, hastalıklarına çare bulmak için toplumla kurduğu bağlantıları ve edindiği tecrübeleri ile bu idrak edici aklını daha da mükemmelleştirmeye çalışmıştı. Cenab-ı Allah, kendi lütfü ile O´na ihsanda bulunduğu takdirde toplumun yaralarına merhem olmaya çalışacaktı.
O´nun dış görünüşlere değil de hakikatlere nüfuz eden akli gücünden söz ederken delilsiz taklitlerden nefret edişini debelirtme-miz gerekiyor. O, bir delile ve hakikatlere dayalı sabit bir ilme dayanmadan helal ve haram hükümlerini vaz´ eden cahiliyet adetlerinden nefret etmişti. Puta secde ettiği asla görülmüş değildi. Çünkü aklın hükmü, kendi şahsı için fayda veya zarara malik olamayan putlara secde etmemeyi gerekli kılıyordu. O, putların anılmasından, putlara ibadet edilmesinden rahatsız oluyordu. Henüz genç bir insanken rahip Buhayra´nın Lat ve Uzza adına kendisine yemin ettirmesi anında: “Lat ve Uzza´dan nefret ettiğim kadar hiç bir şeyden nefret çimiyorum !” diyerek red cevabım vermişti.
Kendisine Lat ve Uzza adına yemin veren bir tacir ile anlaşmazlığa düşmüş ve bu şekilde yemin etmeye yanaşmamıştı. Emin bir insan olduğunu anlayan tacir, O´na yemin verdirmeden hakkını teslim etmişti.
Kavminin, ibrahim´in hac menasikinin dışına çıkarak uyduruk adetler icad etmeleri, Kabe´ye olan aşırı tutkunlukları ve saygıları (!) nedeniyle Arafat´ta vakfe yapmaktan vazgeçerek hac me-nasikinde değişiklik meydana getirmeleri durumunda Muham-med bin Abdullah (s.a.v.), kamil aklı ile gelip İbrahim peygamberin hac menasikine göre hareket etmiş, vakti içerisinde Arafat´ta vakfe yapmıştır. Onun bu aklından daha mükemmel bir akıl var mıdır Bütün bunlar, ancak tartışmaya girmeden hikmet ile aklını kullanan, kavrayış sahibi bir insandan beklenebilir. Çünkü tartışma ve mücadele, taraflar arasında çekişme meydana getirir. Çekişmenin olduğu yerde de şüphe belirir. Çekişen taraflar arasında da hakikatler darmadağın olup zeval bulurlar.
Kureyşliler´in tümü O´nun aklının mükemmelliğini, idrakinin güçlülüğünü anlamışlardı. Tartışmanın kızıştığı, kılıçların çekilmek ve eğerlerin bağlanmak üzere olduğu bir sırada hakemliğine razı olmuşlardı. Oturum başkanı kendisim öne çıkmak ve anlaşmazlığa düşen insanlar arasında hak ile hüküm vermek üzere çağırdığında, Kureyşliler onun hakemliğine razı olmuşlardı. Çünkü onun vereceği hüküm, aklın ve hakkın hükmü olacaktı. Akıllı ve hikmetli davranmayan hangi şahsın hakemliğine insanlar rıza gösterirler ! O, basireti sayesinde insanları hükmüne boyun eğdirdi. Hacer´ül-Esved´i duvardaki yerine koyma hususunda herkesi ortak bir nokta etrafında topladı. Hiç bir kabileye ayrıcalık tanımadı. Hepsine ortaklaşa taşıttı. Başta taşı kendi eliyle alıp yaygının ortasına koydu. Kabile temsilcileri yaygının ucundan tutarak taşıdılar, duvardaki yerine getirdiler. Sonra kendisi tek başına taşı alıp iki mübarek eli ile duvardaki yerine yerleştirdi. Bunu aklının üstünlüğü sayesinde keşfetmişti. Oradaki herkes, onun yaptığına razı olmuşlardı.
Aklının mükemmelliği sayesinde, cahili gelenekleri sürdürenlerle birlikte olmadı. Asabiyet ağzıyla konuşmadı ve asabiyet etrafında mücadele vermedi. O, barış ve ahenk severdi. Savaş ve düşmanlık sevmezdi. Bu nedenle “Ficar” savaşına katılmadı, ancak amcalarım korumak amacıyla yüreğindeki acıma duygusuyla oklarını toplayıp veriyordu. Bu da akrabalık sevgisinden ileri geliyordu. Yoksa saygınlıkları ve haram ayları hiçe sayan “Ficar” savaşı nedeniyle bu işi yapmış değildi.
Bi´setten önceki hayatı boyunca Abdullah oğlu Muhammed (sav)´in, kendi heva ve heveslerini frenlediği, herkesçe bilinen bir gerçektir. Çocukluğunda, çocukların yaptığı basit işlere tevessül etmemiştir. Gençliğinin baharın -da iken dahi gençlerin yaptığı gayri meşru hareketlerde bulunmamıştır. Erişkin bir erkek olup ahlakı mükemmelleştikten ve bedeni olgunluğa erdikten sonra da, kendisine layık olmayan durumlara düşmemiştir. O, kendi heveslerine hakim olan güçlü ve dirayetli bir insan. Heveslerinin peşine düşmezdi. Şehveti, onu serkeşliğe yöneltemezdi. Çünkü heveslerin gücü ve buyurganlığı zayıfladığında, hakkın gücü ve otoritesi kuvvetlenir. Şehvetin hidddet ve şiddeti azaldığı zaman akıl söz sahibi olur. Aklın hükmü ise, heveslerle şehvetlerin hükmüne zıttır. Akıllı ve efendi kimse, hevesleri ile şehvetlerine hakim olan insandır. Bu gibi kimselerin akıllan söz sahibidir. Nefislerle gönüllere heva ve heves girdiği zaman, akıl, yolunu şaşırır; berraklığı bulanır. Abdullah oğlu Muhammed (sav), Kureyşliler´in en akıllısıydı. Çünkü onun hevesi, Mekke´nin büyüklerinde görüldüğü gibi kendisine hakim olamamıştı.
Kadi Iyaz, Peygamber Efendimizin aklının üstünlüğü ve bunun İslamiyetteki etkileri hususunda şöyle der:
“Peygamber efendimizin akimin mükemmeliğine, zekasının keskinliğine, duyularının güçlülüğüne, lisanın fesahatine, hareketlerinin mutedilliğine, şemailinin güzelliğine gelince, şüphesiz ki o, insanların en akıllısı ve en zekisi idi. Onun, halkın dahili ve zahiri durumlarına hükmedişini, avam (yığın) ve havassı (elit) idare edişini düşünen bir insan; şemailinin güzelliği, davranışlarının göz alıcılığının yanı sıra, kavrayışının mükemmelliğini de müşahede eder. Bütün bunların ötesinde Cenab-ı Allah, ona ilim vermiş ve şeriatı bildirmişti. Bunları öğrenmesi, daha önceki bir eğitiminden ve´ teşebbüsünden kaynaklanmıyordu. Daha önce hiç bir kitap mütalaa etmiş değildi. Bütün bunlar onun aklının üstünlüğünden, zekasının keskinliğinden kaynaklanıyordu.
Veheb bin Münebbih bu konuda şöyle der: “Yetmiş bir kitabı okudum. Hepsinde de Peygamber (sav)´in, insanlar içinde en mükemmel akla sahip bir insan olduğunu, görüşünün üstün olduğunu gördüm.”
Başka bir rivayette Veheb şöyle der: “Okumuş olduğum kitapların hepsinde gördüm ki, Cenab-ı Allah, dünyanın kuruluşundan sonuna kadar insanlara akıl vermiştir. Bütün insanlara vermiş olduğu akıl, Peygamber Efendimize vermiş olduğu aklın yanında ancak dünyadaki bütün kum tanelerinin yanında sadece bir kum tanesi kadardır.”[1]
Ibn Kesir şöyle der: ” Akıl sahibi herkes Muhammed (sav)´in, Cenab-ı Allah´ın yarattıklarının en akıllısı, hatta mutlak surette en akıllısı ve en mükemmeli olduğunu bilir.” [2]
Bi´setten sonra aklının ürünleri, reayasını yönetmesi esnasında açık seçik bir şekilde görülmüştür. Cenab-ı Allah ona seri hükümleri ve Reayaya göstermesi gereken şefkat ile merhameti vahyediyordu. Zalimin elini tutup zulmüne engel olması, hakkı batıla karşı himaye etmesi gerektiğini vahyediyordu. Ancak reayasına hakkı uygulama hususunda uygun bir yöntem seçmesi için onu yetkili kılıyordu. Uygulamalarında şeriatın hükümlerini açıklama bakımından bir hataya düştüğü takdirde, yüce Allah kendisini uyarıyordu.
Cenab-ı Allah´ın kendisinin insiyatifine bırakmış olduğu hususlarda Peygamber Efendimiz, akıllı siyaseti ve hikmetli yönetimi ile aklının üstünlüğünü insanlara göstermiştir.
Bir zamanlar münafıklık olayı şiddetlenmiş, münafıklar gemi azıya alıp müslümanlara çok zarar vermeye başlamışlardır. Hz. Ömer, Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.)´den, münafıkları Öldürmesi için kendisine izin vermesini istedi. Muhammed (s.a.v.), ona cevaben şöyle buyurdu: “İnsanlar, Muhammed kendi ashabını öldürüyor demesinler.”
Bilahare münafıklık olayı daha da şiddetlendi. Ancak her aile kendi arasında bulunan münafıkı öldürmeye yöneldi. Bu durumda Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştu: “Hani Ömer nerede Senin dediğin zaman onları öldürmüş olsaydık bugün onları öl dürmek isteyen bazı kimseler bize darılacak ve bizden kopacaklardı.”
O bu hikmetli aklı ile rabbinin risaletini karşıladı. Bu hikmetli aklıyla erdemli şehir olan Medine´yi idare etti. Medine, Allah´ın hükmüne, emir ve yasağına göre idare edildi. Orada İslam nizamı tatbik edildi.
——————————————————————————–
[1] Kadi İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 43.
[2] Ibn Kesir, el-Bidaye Ve´n-Nihaye, c. 6, s. 65.
Belağati
Resulüllah (s.a.v.), Kureyşliydi. Kureyşliler arasında doğup büyümüştü. Kureyş kabilesi, Araplar arasında en fasih lisan ile konuşan kabileydi. Peygamber Efendimiz, hac mevsiminde Mekke panayırlarında hazır bulunur, oralarda irşad edilen şiirlerin edebi tadım alırdı. Hevazin kabilesi arasında, Sa´d oğulları içinde fasih arapçayı öğrenmişti. Hevazinliler, Arapların en fasih konuşanlarıydılar. Böylece onun konuşmasında ve beyanında, akim dili ile mensup olduğu medeniyetin dili bir araya gelip birleşmişti. Buna bedeviliğin saflığı da karışmıştı. Bunun yanı sıra konuşmalarında tatlılık ve akıcılık vardı. Lehçesi, bedevilerin en fasih lehçesi idi.
İşte bütün bu sebeplerden ötürü Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.) insanlar arasında en fasih konuşan bir kimse olmuştu. Hikmet ve açık kelimelerle meramını ifade ediyordu. Başkalarına öğüdü bulunduğu zaman ağzından çıkan kelimeler, inci gibi saçılırdı. Bu kelimelerden hiçbiri batıl ve boşuna söylenmiş değildi. Geniş manaları kısa cümlelerle ve açık seçik kelimelerle ifade ederdi.
İnsanların birbirleriyle ilişkileri ve kendi aralarında eğlenmeleri hususundaki beyanlarında istihfafın eseri görülmez, tatlı ve yumuşak sözleri, insana teselli verici bir rüzgar gibi kalpleri etkilerdi. Tatlı su; kalpleri dinçleştirir, gönüllerin susuzluğunu giderir.
Bi´setten sonra Ümmü Mabed, konuşmasını şöyle tasvir etmiştir: “Sustuğunda, üzerinde bir vakar görülürdü. Konuştuğunda da heybeti ve tatlı konuşması görülürdü. Konuşması açık seçik olup kelimeleri lüzumsuz ve işe yaramaz değildi. Kelimeler, aynı ipe saplanmış boncuklar gibi ağzından düzgün bir şekilde çıkardı.”
Risaletle görevlendirilişinden sonra Peygamber Efendimizin yaptığı konuşmaların tavsifi işte buydu. Bi´setten önceki amacı da böyleydi. Bi´setten sonra da böyle oldu. Risaletine mahal, vahyine nail olması için Cenab-ı Allah O´nu seçmişti. O hem açık seçik, hem de veciz konuşurdu. İfadesi kısa, anlamlan genişti. Ağdalı konuşmaz, kelimeleri anlaşılmaz değildi. Yumuşak sözlü olup kelimelerinde sertlik görülmezdi. Kendini zorlamadan güzel kelimelerle konuşurdu. Sözleri tatlıydı. Tatlılaştırmak için yapmacık süslemelere yönelmezdi. Kelimelerinde ve konuşmasında tabii bir güzellik vardı. Bu tabiiliğinde yapmacık yumuşaklıklar veya sertliklerden eser yoktu. Sözlerinde ilahi ilhamın manaları vardı. Cenab-ı Allah, onun kelimelerini saflıkla güzelleştirmişti. Çünkü o kelimeler, saf bir nefisten ve iman dolu kalpten çıkıyordu. Kalbinde imanla birlikte doğruluk da vardı. Kelimeleri, kendi nefsi gibi saftı. Lekelerden arınmıştı. Onun sözlerini, Cahiz şöyle tasvir etmiştir:
“Kullandığı kelimeler kısa, ama manası genişti ve tasvir edile-miyecek kadar yüksekti.´Tekellüften uzaktı. Uzatılması gereken yerde sözü uzatır, kısaltılması gereken yerde kısaltırdı. Garip kelimeler kullanmazdı. Argo kelimelerden uzak dururdu. O hikmet mirasını konuşurdu. Ancak günahtan uzak kelimelerle konuşurdu. Hakikatleri te´yid eder, ilahi tevfikten hoşnut olurdu. Cenab-ı Allah, onun bu sözleri üzerine sevgi ve muhabbet akıtmıştı. Onu kabul ile örtmüştü. Sözlerinde heybet ile tatlılığı bir araya getirmişti. Güzel ilham ile kelime sayısındaki azlığı bir araya getirmişti. Sözlerini tekrarlamaya ihtiyacı yoktu. Dinleyicilerin de tekrarlatmaya ihtiyaç duydukları görülmemiştir. Cümlelerinden bir kelime düşmediği gibi, sürçü lisan da yapmamıştır. Sözlerine karşı bir delil ileri sürülememiş, karşısında bir hasım duramamış, onu hiç bir hatip susturamamıştır. Bilakis uzun cümlelere kısa kelimelerle başlamıştır. Hasmını, yine ancak onun bildiği hususlarla susturmaya yönelmiştir. Hep doğru deliller ileri sürmüştür. Hak yolla amacına ulaşmak ve mücadeleyi kazanmak istemiştir. Bu hususta zorbalıktan medet ummamıştır. Rakibini susturmak için ayağım kaydırmaya yeltenmemiştir. Kimseyi ayıplamamış, kimseye lakap takmamıştır. Konuşması ne çok çabuk ne de çok ağırdı. Kelimeleri ne fazla, ne de eksikti. Sonra insanlar, Peygamber (s.a.v.) efendimizin kelamı kadar yararlı, doğru, dengeli, güzel, üsluplu, kolay telaffuzlu, anlamı açık, aydınlık bir söz ve ifade tarzı işitmiş değildirler.”
Peygamber Efendimizin sözlerinde anlam tutarlılığının yanı sıra, ortama uygunluk da vardı. Sözleri dinleyicilerin kulaklarını rahatsız etmezdi. Aksine tatlı suyun akışı gibi rahatlık ve yumuşaklıkla insanların yüreklerine akardı. Öyle olunca da o güzel sözlerle kapsamlı ifadeler arasında bir uyum sağlanırdı. Dinleyicilerin idrakleri zorlanmaz, kulakları rahatsız edilmezdi. Konuşmasında bir tatlılık vardı. Sözler açık seçik konuşan bir dilden dökülürdü. Harfler, mahreçlerinden düzgün bir şekilde çıkarak yerlerine konulurlardı. Dinleyenler, kelimelerin güzelliğinden sözlerin tatlılığından, manaların özgünlüğünden dehşete düşerlerdi. Katı olmayan bir üslup seçerdi. Konuşmasında asla tekellüf ve yapmacıklık yoktu. Aişe (r.a.) anamız, Peygamber Efendimizin konuşmasını değerlendirirken şöyle demiştir:
“Resulullah (s.a.v.), sizler gibi kelimeleri hızla ve peşpeşe konuşmazdı. Aksine o, açık seçik bir şekilde konuşur, dinleyenleri de, söylediklerini hafızalarına yerleştirirlerdi.”
Peygamber Efendimiz ağır konuşurdu. Sözleri alel acele ağzından çıkarmazdı. Hatta Aişe anamızın rivayetine göre, dinleyicileri Peygamber Efendimizin ağzından çıkan sözlerdeki harfleri saymak isteselerdi, sayabilirlerdi. Hiç şüphesiz bu konuşmanın en anlaşılır ve hitabın en belagatlısıydı. Çünkü konuşmadaki sükunet, dinleyiciye kelimelerin güzelliğini ölçme ve mana üzerinde düşünme fırsatı verir. Bu yolla konuşmacının sözlerini hafızasına kazıyabilir. Kendini zorlamadan ve usanç getirmeden onun fikirlerini, düşüncelerini izleyebilir. Ama çabuk konuşma halinde dinleyici, konuşmacının kasdettiği manayı takip edemezse amacım kavrayamazsa bıkkınlığa kapılabilir.
Peygamber Efendimiz kekelemeden, açık ve net bir şekilde konuşurdu. Sözlerinde, konuşma kusurlarından hiçbiri yoktu. Sakin ve derin bir sesle konuşurdu. Doğruluk, O´nun sözlerini güzel-leştirir ve kalbe nüfuz ettirirdi. Fikir soranları hakka ve doğruya yöneltirdi. Ses ahengi güçlü ve sakindi. Kaba konuşmaz, kelimelerinde sertlik görülmezdi. Fıtri nağmelerin derinliğinin yanı sıra sesinde bir güzellik vardı. Gürültüye meydan vermeden açık bir sesle konuşurdu.
Rivayete göre Peygamber Efendimizin iki şerefli torunundan biri olan Ali oğlu Hasan (r.a.) Resulullah´ın yanında büyüttüğü Mü´minlerin anası Hatice diğer evliliklerinden birinden olma Hind bin Ebi Hale: “Resulüllah nasıl konuşurdu ” diye sormuş.
Hind şu karşılığı vermiş: “Resulüllah (s.a.v.) sürekli mahzun ve düşünceliydi. Hiç rahat etmezdi. Gerekmediği yerde konuşmazdı. Sükutu uzun sürerdi. Kelimeleri, dilinin tamamını kullanarak telaffuz ederdi. Dil ucuyla konuşmazdı. Yumuşak konuşur, kabalık göstermezdi. Başkalarını tahkir etmezdi. Az olsa bile nimeti tazim ederdi. Hiç bir şeyi kötülemezdi. Övülmesi gerekmeyen şeyi de övmezdi. Şahsi öfkesinden dolayı kimseye karşı sert çıkış yapmazdı. Ancak hakka saldırı olduğu zaman haktan yana olur ve direnişe geçerdi. Bir şeye işaret edeceği zaman elinin tamamı ile işaret ederdi. Bir şeyi tuhaf karşıladığı zaman elini çevirirdi. Hayret ettiği hususlarda konuşurken sağ elinin baş parmağını sol elinin ayasına bastırırdı. Öfkelendiği zaman çekip gider, sevindiği zaman da gözünü kırpardı. Güleceği zaman tebessümden ileri gitmezdi.”
O´nun kelimelerinin etkileyiciliği ve sözlerinin parlaklığı ile konuşmasının güzelliği hususunda raviler ne derlerse desinler, yine de belağatini tam manasıyla anlatamazlar. Ondan aktarılan konuşmalarım dinlediğimiz zaman konuşmalarında toparlayıcı bir bilgiyi, her dinleyicinin hoşuna giden ifadeleri görürüz. Kelimelerinde ilhamın nüfuz ve insicamını, hikmetleri ve güzel kaynağı görürüz. Konuşmalarında, yumuşaklıkla kolaylığı bir araya getirmiş, kaba kelimeleri yumuşakça kullanmıştır. Sözlerinin anlamı gizlenmemiş, açıkça görülmüştür. Onun kelimeleri mana, hatıra ve kaynak bakımından gönülleri etkisi altında bırakırdı. Kalplerde yer bulurdu. Delil olarak kullanılan konuşması sıradan dinleyici kalabalığı tarafından derhal benimsenirdi. Aynı doğrultuda konuşması havastan oluşan kimselerin Önüne delil olarak ileri sürüldüğünde, dinleyiciler tarafından yine benimsenirdi. Her insan, kavrayış gücü ne olursa olsun, sözlerini anlardı. Konuşurken Peygamber Efendimiz, garip oldukları için garip, tatlı oldukları için de tatlı sözleri özellikle seçmezdi. Ağzına geleni muazzam bir üslupla telaffuz ederdi. Sözlerini nfk ve yumuşaklık ile insicamlı cümleler ve fıtri fesahat ile kullanırdı. Sadece onu sevdiğimizden dolayı değil, hakikate olan aşkımızdan dolayı bu hakkı teslim ediyoruz. O´nun konuşmasını vasfettikten sonra Ca-hiz´in şu sözlerini tekrarlamamız hak oldu. Cahiz, ´Bu sözleri sadece onu sevdiğinden ötürü kullanmış,´ denilmesin diye çok titiz davranmış ve şöyle demiştir: “Belki de ilmi kapasitesi olmayan ve sözlerin değerini anlamayan bir kimse, zanneder ki Peygamber Efendimizin sözlerini, aslında bulunmayan unsurlarla niteleyerek süsledik; Övüp şereflendirdik. Hayır, asla böyle bir şey yapmadık. Fazladan konuşma, alimlerce haram kılınmıştır. Hikmet sahipleri katında yapmacıklık, çirkin görülmüştür. Yalancılar, fı-kıhçılar nazarında itibarsız sayılmıştır. Benim peygamber sözünü gereğinden fazla övdüğümü methettiğimi iddia eden kimse, sapıklığa düşmüş ve emeği boşa gitmiştir.
Peygamber Efendimizin kitabındaki belagatı ve sözündeki kemali ifadeye çalışırken haddi aştığımızı söyleyen kimse, gerçekten günah söz söylemiştir. Çünkü onun insani beyan hususunda ulaştığı yüksekliğe, kimseler ulaşamamıştır. Bu, su götürmez bir gerçektir. Biz haddi aşmadık hatta onun belagatinin derecesine ulaşamadık ve ulaşanlayız da.
Kadi İyaz´m Muhammed (s.a.v.)´in fesahat ve belagatini dile getirmeye çalışırken söylediği sözleri okuyucuya aktarmamız hak olmuştur. Allah kendisinden razı olsun, Kadi İyaz bu konuda şunları söylemektedir:´
“Lisan fesahatine ve söz belağatine gelince, Peygamber (sav) efendimiz bu meziyetler için en faziletli bir örnek olmuştur. Onun fesahat ve belagat örneği olduğu, herkesçe bilinmektedir. Sözlerinin yapısı sağlıklıdır. İlgi çekici aydınlıkları vardır. Kısa ve veciz konuşurdu. Sözleri saf, kelimeleri net ve doğru anlamlıydı. Yap-macıklığa yeltenmezdi. Uzun manaları kısa kelimelerle ifade ederdi. Görülmemiş bedii hikmetlerle sözlerini süslerdi. Bütün Arapların lehçelerine vakıftı. Her ümmete kendi diliyle hitab ederdi. Lehçeleriyle diyalog kurardı. Belagat ile konuşur ve böylece tartışırdı. Oyleki sahabilerinin çoğu, bazan söylediği sözleri açıklamasını ve şerhetmesini isterlerdi. Konuşmasını ve sözlerini zihnine alıp üzerinde düşünen kimse, bunu anlar ve bu gerçeği kabullenir. Sadece Kureyş, Ensar ve Hicaz ehliyle konuşmazdı. Bunların yanı sıra Vatifet´ül-Hindi, Kutun bin Harise el Alimi, Eş´as bin Kays, Vail bin Hacer el Kindi ve diğer Himyer kabilele-riyle Yemen hükümdarlarıyla konuştuğu, hepimizin malumudur.”[1]
Bu ifadeler gösteriyor ki Peygamber (sav) efendimiz, Arapların bütün lehçelerini bilirdi. Çünkü Mekke-i Mükerremede ikamet etmişti. Hac mevsimlerinde Mekke´ye Arapların muhtelif kabileleri gelirlerdi. Kendisi de onların lehçelerini öğrenmeye özen gösterirdi. Zekası da bunu kavrayacak derecede yüksekti. Her duyduğunu öğrenebilecek kapasitede idi. Çevresinde cereyan eden her şeyi hafızasına yerleştirebilirdi. Bazı rivayetçilerin anlattıklarına göre o, Farsça ve Bizansça kelimelerin bir çoğunu bilirdi. Romalılara göndermiş olduğu mektupları da bunu te´yid eder. Bir mektubunda Herakliyus´a şöyle hitap etmişti: “Müslüman ol, beladan kurtul, Yoksa Berisilerin günahı senin üzerine olur.” “Berisi” kelimesi Bizans dilinde, “Avam tabakası ile çiftçiler ve diğer halk” kesimi anlamına gelir. Arapların lehçelerini ve dil farklılıklarını bilmiş olması, Cenab-ı Allah´ın kendisini umumi olan ilahi risalet için hazırladığını ispatlamaktadır. Bir çok lehçeleri ve dil farklılıklarını bildiğine delil olarak Kadi İyaz, O´nun Hemedanlılara, Vail bin Hacer´e yazmış olduğu mektuplarım ileri sürmektedir. Bu kelimelerini de, doğruluk bakımından Kureyş kelimeleriyle denkleştirmiştir.
Sonra Kadi İyaz, “Şifa” adlı eserinde şöyle der: “Onun mutad konuşmalarına, bilinen fesahatine ve bize aktarılan hikmetlerine gelince, bu konuda bir çok kitaplar yazılmıştır. Sözlerinden bazısına başkalarının fesahati asla denk olamaz. Cümlelerinden bazısına başkalarının belagatı asla yetişemez. Örneğin şöyle buyurmuştur;
“Müslümanların kanları birbirine denktir. Onların en düşükleri bile ümmetlerini korumaya gayret eder. Onlar, başkalarına karşı tek bir eldirler.”
“İnsanlar, tarak dişleri gibi eşittirler.”
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.”
“Kendisi için düşündüğün iyiliği, senin için düşünmeyen kimsenin arkadaşlığında hayır yoktur.”
“insanlar madenler gibidirler.”
“Haddini bilen kimse helak olmaz.”
“Kendisine danışılan kişi güvenilir olmalıdır.”
“Hayır söyleyip kazanan, ya da sükut edip salim kalan kimseye Allah rahmet etsin.”
“Müslüman ol ki beladan salim olasın ve Allah senin sevabını iki kez versin.”
“Kıyamet gününde en çok sevdiğim ve en fazla yakınımda oturan, sizin güzel ahlaklılarınız, omuzu düşük (mütevazi), başkalarıyla kolayca arkadaşlık eden ve edileniniz olacaktır.”
Peygamber Efendimiz kendisini ilgilendirmeyen boş şeylerden konuşmazdı. Başkalarına verebileceği şeyi verir ve cimrilik etmezdi.
Resulullah yine şöyle buyurmuştur; “iki yüzlüler, Allah katında itibar görmezler.”
Peygamber Efendimiz insanlan dedikodu yapmaktan, çok soru sormaktan, mallarını israftan verilmesi gerekeni vermemekten, annelere eziyet etmekten ve çocukları diri diri gömmekten sakın-dırmıştır.
“Her nerede olursa Allah´tan kork. Kötülüğün ardı sıra bir iyilik yap ki onu silip götürsün, insanlara güzel ahlakla muamele et”
“İşlerin en hayırlısı, orta yolda olanıdır.”
“Dostunu ihtiyatla sev çünkü o, günün birinde sana düşman olabilir.”
“Zulüm, kıyamet gününün karanlığıdır.”
Bazı dualarında da şöyle demiştir: “Allah´ım senin katından bir rahmet diliyorum. O rahmet ile kalbim doğru yola iletilip sükun bulsun. Onunla işlerim düzene girsin. Dağınıklığım düzelsin. Görmediğim durumları İslah edilsin. Görünürdeki durumum esenliğe kavuşsun ve yücelsin. Davranışlarım arınsın. Doğru yola iletileyim. Ülfet sahibi olayım. Onunla bütün kötülüklerden korunayım. Allah´ım ölüm anında kurtuluş diliyorum. Şehitler mertebesine kavuşmak, mutlu kimselerin yaşantısına ermek ve düşmanlara karşı muzaffer olmak diliyorum.”
Peygamber Efendimizin bazı hutbe, nutuk ve dualarının bazı cemaatlar tarafından aktarılan örneklerini sunmuş olduk.”[2]
Bundan sonra Kadi İyaz, Peygamber Efendimizin bazı kabilelerle yaptığı muahade ve barış anlaşmasının metinlerini aktarmıştır. Bazı kabilelerle yapmış olduğu anlaşmalardaki hükümlerle ince şartlan hiçbir katip yazamamış, hiç bir anlaşmacı tevsik edememiştir. Çünkü onun ifadeleri, mukayese kabul etmeyen, başkaları tarafından ifade edilemeyen yüksek bir seviyededir. Şanı takdir edilemiyecek edebi bir zirvededir. Muhammed (s.a.v)´in ifadeleri o kadar beliğdir ki, ondan önce hiç kimse o güzellikte ifadeler kullanamamıştır. Allah kendisinden razı olsun, Kadi İyaz bu konuda şöyle der:
“Daha önce benzeri görülmemiş ve ifadelerinin yüceliği kimseler tarafından takdir edilememiş sözlerini naklettim. Örneğin ´savaş kızıştı´, ´Burnu üzerine düşüp öldü1, ´Mu min aynı delikten iki defa ısırılmaz1, ´mutlu kişi başkalarına öğüt verendir. [3]
İşte böyle… Kadi İyaz, Peygamber Efendimizin nebevi kela-mmdaki fesahat ve belagatı ispatlıyor. Örnek olarak da yukarıdaki veciz sözlerini gösteriyor. O sözlerde parlak manalar ve nur fışkıran sözler vardır. O edebi sözleriyle, varlığın hakikatlerim formüle ediyor.
O´nu gören ve onunla bir arada yaşamış olan sahabilerinin bu konudaki sözlerim” ve siretinde nakledilen ifadeleri bir tarafa bırakıp kendisine sahih olarak nisbet edilen Müdevven hadislere yöneldiğimiz; bu hadiselerde beyan ve ifade düzgünlüğünü, lafızlardaki muhkem manaları araştırdığımız zaman şu sonuçlarla karşılaşırız:
a- Ağzından çıkan sözler, kolay ve akıcı bir biçimde çıkardı. Sözlerinde tabii bir güzellik vardı. Birbirleriyle uyum içindeydiler. Kelimeleri veciz olarak birbirlerini izlerlerdi. Sözlerindeki anlam bütünlüğü sağlıklı ve belirlenmiş bir amaca yönelikti. Düşüncelerini rahatlıkla dile getirirdi. Sözlerinde tabiat güzelliği gibi bir güzellik müşahade edilirdi. Bu hakikatleri anlamak istiyorsanız; onun kanaate davet edici, az ile yetinmeye çağına ve inatçılıktan vazgeçmeyi tavsiye edici sözlerine kulak verin:
“Zenginlik, mal çokluğuyla değildir. Asıl zenginlik gönül zenginliğidir. ”
Yine dilerseniz, Onun nefse hakimiyete davet edici sözlerine kulak verin:
“Kuvvetli kişi, başkalarını yere yıkıp mağlup eden kimse değildir. Kuvvetli kişi, öfke anında kendi nefsine hakim olan kişidir.”
O´nun bu derin manalar ifade eden ve kolay anlaşılır olan sözleri, insanların gönlüne işlerdi. Bütün öğüt ve yönlendirmeleri böyleydi. Bu nedenle sözleri çabucak hafızalara nakşedilirdi. Onun söylediği sözler, hafızalara yerleştirilmek için söylenen sözlerdi.
b- Nebevi belağatin özelliklerinden biri de Peygamber Efendimizin sözlerinin, fıtri akılların kapasitesinin üstüne çıkmayışıy-dı. Onun sözleri, derin manalar ifade etmekle birlikte fazla çaba sarfedilmeden anlaşılırdı. Ve ruhlara derinden derine nüfuz ederdi. Havas tabakasına mensup kimseler, bilmedikleri şeyleri onun sözlerinden öğrenirlerdi. İslam ümmetinin birliği ve yardımlaşmalarının gerekliliği hususunda söylemiş olduğu sözüne bakın:
“Mümin mümin için, birbirini tutan bina (taşları) gibidir.”
“Karşılıklı sevgi ve merhametleri bakımından mü´minlerin durumu, bir cesedin durumu gibidir. Cesetteki organlardan biri hastalandığı zaman diğer organları uykusuzluk ve ateş ile ona destek olurlar.”
Yüreklerindeki kin ve öfkeyi sökememelerine rağmen barış anlaşmasına katılanların bu muahedesini şu ifade siyle değerlendiriyor:
“Kin temeli üzerine kurulan barış!” Doğrusu her insan bilir ki kalpler fasittir. Zahiren yapılan sulh, kalplerde saklı olan kini ortadan kaldırmaz.
Çalışmanın erdeminden sözederken Peygamber Efendimiz her insamn kendi geçimini sağlaması gerektiği, kendisinden yararlanılması için de başkalarının yardımına hazır olması gerektiği hususuna değinerek şöyle buyurmuştur: ´Yüksekteki el, alçaktaki elden daha hayırlıdır,”
Anlaşmazlığa düşülmemesi gereken bir hususta şöyle demişti: “Bu işte iki keçi boyri”zmrıyla vuruşmasınlar.”
Cenab-ı Alah´ın hayır ve bereketinin yeryüzüne tevdi edildiğine, her yere rızıktan yana kendi hissesinin verildiğine işareten şöyle buyurmuştu: “Her yer, kendi seması ile (mıhlanır.)”
Erkeklerin hanımlarına şefkat ve yumuşaklıkla davranmaları gerektiğine şu sözleriyle işarette bulunmuştur: “Yavaş ol. Şişelere yumuşak davran (yoksa onları kırarsın).”
Bütün bunlar, Arap edebiyatında daha önce örneklerine rastlanmamış özgün özdeyişlerdi. Bunların manaları açık, maksatları belirgindi. Avam tabakasına mensup kimseler de bunları rahatlıkla anlayabilirlerdi. Havas tabakasına mensup kimselerin kulakları, bu kelimelerden rahatsız olmazdı. Aksine herkes, daha önce bilmedikleri şeyleri bu kelimelerde görüp öğrenmişti.
c- Peygamber Efendimizin sözleri; hikmet taşıyan, uzun manaları kısa kelimelerle ifade eden sözlerdi. Kelime sayısı azdı. Fakat yeni manalar taşırdı. Daha önce bilinmeyen sözler söylerdi. Bakınız, bir defasında kendisine şöyle bir soru yöneltilmişti: “Ağızlarımızdan çıkan kelimelerden ötürü hesaba çekilecek miyiz ”
Cevaben şöyle buyurmuştu: “insanları yüzüstü cehenneme düşüren şey, dillerinin mahsulünden başka bir şey midir ”
Akrabalarının birbirlerinden kopması ve ilişkilerinin kesilmesi durumunda sıla-i rahim yapıp akrabalarına ziyarete giden kimse için şöyle demişti:
“Karşılıklı ziyarette bulunan kimse sıla-i rahim yapmış değildir. Ancak karşı tarafın ilişkiyi koparması durumunda ziyarete giden kimse sıla-i rahim yapmıştır.”
“Konuşup kazanan, ya da susup beladan salim kalan kula Allah rahmet etsin.”
d- Açıkça görüldüğü gibi Peygamber (sav) efendimiz, akıl ve vicdanlara hitap ederdi. Konuşurken bazı kelimelerden hoşlanmadığı, ya da anlam zorlamalarına kaçtığı görülmemiştir. Bilakis kelimeler, ağzından rahatlıkla akıp giderdi. Tatlı ve düzgün konuşurdu. Sözlerinde irşat ve yönlendirme vardı. Mü´minleri, söz ve davranışlarında olumlu olmaya ve düşünmeden başkalarını taklid etmemeye davet edici sözlerine bakın:
“Sizden herhangi biri, her hususta başkalarıyla beraber olmasın. Böylesi der ki: insanlar iyilik ederlerse ben de iyilik ederim; insanlar kötülük ederlerse ben de kötülük ederim Böyle olmayın, ama nefsinizi ağır tutun, insanlar iyilik yaptıklarında siz de iyilik yapın. Kötülük yaptıklarında kötülükten uzak durun.”
e- Peygamber Efendimizin sözlerinde yapaylık yoktu. Onun sözleri zatı itibariyle bedii bir değer taşımaktaydı. Sözlerinde ba-zan seciler görülmüştür, ama bu secileri amaçlayarak üretmiş değildir. Bu, onun sözünün muhkemliğinden ve sağlamlığından doğmuştur. Örneğin bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Allah o kula rahmet etsin ki, konuşunca kazandı. Veya susunca beladan salim kaldı.”Şüphesiz ki bu sözde seci vardır. Ya da secie yakın ifadeler vardır. Ama bu sözü söylerken herhangi bir yapaylığa ve kelimeleri zorlamaya yeltenmemiştir. Onun ağzından çıkan her kelime, mutlaka bir mana için kullanılmıştır. Yerinde kullanmıştır. Eğer onun sözlerindeki bir kelimeyi değiştirecek olursanız mana bozulur. Örneğin yukarıdaki hadis-i şerifte geçen “ganime” kelimesini -taşıdığı zengin manalarla birlikte- o manayı taşıyan başka bir kelime ile değiştirmemiz mümkün müdür Böyle yaptığımız takdirde cümledeki vecizlik ve insicam bozulacaktır. Aynı şekilde hadisin sonundaki “selime” kelimesini de değiştirme imkanımız yoktur. O kelimenin taşıdığı ırz ve lisan selametine dair manaları başka bir kelimede bulamazsınız. Peygamber Efendimizin sözlerinde aklın coşkun yansımaları müşahede edilmekte ve inatçı tutumdan uzak durulduğu görülmektedir. Peygamber Efendimiz hikmetli sözlerden başka şeyler söylememiştir. Hep faziletten sözetmiştir. Onun konuşmasının amacı da buydu. Sözlerinde bir tatlılık vardıysa da bunu, kelimeleri zorlayarak meydana getirmiş değildir. Cümle yapısına zorki bir düzen getirmemiştir. Tabii sözü perdeleyen yapaylıklara yönelmemiştir. Vezin ve kafiyelerin gürültüsü altına girmemiştir. Onun sözlerindeki güzellik tabii idi. Lafızlarındaki süsler yapmacık değildi. Tıpkı hamamda konuşan kimsenin sesinin kendiliğinden yankı yapması gibi sözlerinde bir seci ve yankı görülürdü. Bunu isteyerek yapmazdı. Bütün bu özellikler doğal olarak konuşmasında görülürdü. Seri hakikatleri, fikhi manalardaki incelikleri açıklarken de bu özellikler müşahede edilirdi. Örneğin akidlerdeki batıl şartları ve bu şartların geçersizliklerini açıklarken şöyle buyurmuştur:
“Bazı kimselere ne oluyor ki, Allah´ın kitabında bulunmayan şartlan akidlerinde şart koşuyorlar Allah´ın kitabında bulunmayan bir şart geçersizdir. Bu, yüz şart da olsa batıldır. Allah ´m yargısı haktır. Allah´ın şartı daha güvenilir ve daha sağlamdır. Velilik hakkı azad edene aittir.”
Görülüyorki ifadelerindeki güzellik, muhkem bir insicam içindedir. Sözlerindeki güzellik, herhangi bir süsleme cihetine gidilmeden kendiliğinden zuhur etmektedir. Bütün bunlara rağmen sözlerinde derin fıkhi anlamlar taşımaktadır. Bunu fıkıhçılar kavrayabilirler Gerçi fıkıhta belli bir seviyeye erişememiş olanlar bile bu sözleriyle neleri amaçlamış olduğunu anlayabilir. Herhangi bir fikri zorlama ve çabaya ihtiyaç kalmadan, sözleri açık seçik bir şekilde ağzından dökülmüştür. Kelimeleri derli toplu, cümleleri insicamlıdır. Doğrusu güzel şeyler sağlam ve açık sözlerle ifade edilebilirler.
f- Kıssaları anlatırken tasvir üslubunu kullandığı görülmüştür. Kıssalardaki hakikatleri ve ibret noktalarını ağzından su misali akan sözlerle ifade buyurmuştur. Anlatmış olduğu kıssaları okuyan, ya da dinleyen kimseler amaçlanan şeyleri rahatlıkla anlayabilir, hedeflenen gerçek manaları kolaylıkla kavrayabilirler. Lafızda israfa gidilmemiş, manalar eksik bırakılmamıştır. Teferruata dalmadan meramını tam bir şekilde ifade etmiştir. Lüzumsuz şeyler söylememiştir. Örneğin Buharı ile diğerlerinin rivayet etmiş oldukları mağara arkadaşlarının kıssasını aktaralım buraya:
“Bir ara üç kişi yolda yürümekte iken yağmura yakalandılar. Bir dağdaki mağaraya sığındılar. Dağın üst taraflarından kopar büyük bir kaya parçası, gelip mağaram kapısına dayandı. Kapıyı tamamen kapattı. Birbirlerine dediler ki: Allah için işlemiş olduğumuz salih amellerinizi hatırlayın. Bu amellerinizi söyleyerek Allah´a yalvarın, belki Cenab-ı Allah kapıyı bizim için açar.
Aralarından biri dedi ki: “Allah´ım benim yaşlı ebeveynim, zevcem ve küçük çocuklarım vardı. Onları beslerdim. Akşam dönüşünde davarlarımdan sağdığım sütü eve götürür, önce ebeveynime verir, çocuklarımdan önce onlara içirirdim. Günün birinde bir ağaç beni meşgul etti. Ancak akşam olunca eve gelebildim. Ebeveynimin uyumakta olduklarını gördüm. Her günkü gibi davarı sağıp sütü getirdim. Yanı başlarına durdum. Onları uykularından uyandırmak istemedim. Sütü onlardan önce çoculara vermek de hoşuma gitmedi. Halbuki çocuklar ayaklarımın yanında bağrışmaktaydılar. Tan yeri ağanncaya kadar bu halde bekledim. Ey Rabbim eğer bunu senin rızanı kazanmak için yaptığımı biliyorsan, kapıyı azıcık arala da semayı görebilelim.”
Cenab-ı Allah kapıyı biraz araladı, aradan semayı görebildiler.
Diğeri ise şöyle dedi: ´Allah´ım benim bir amcam kızı vardı. Erkeklerin, kadınlara duydukları sevginin en şiddetlisi olan bir sevgiyle onu sevdim. Onu istedim, ama o isteğime cevap vermedi. Nihayet ona yüz dinar götürdüm. O yüz dinarı elde edinceye kadar çok yorulmuştum. Dinarları götürüp ona verdim. Bacaklarının arasına oturduğumda bana: “Ey Allah´ın kulu, Allah´tan kork. Bekaretimi ancak nikah ile çöz.” dedi. Ben de bacaklarının arasından kalkıp gittim. Ey Rabbim eğer bunu senin rızanı kazanmak için yapmış isem, kapıyı bizim için biraz daha arala.” Böyle dedikten sonra kapı biraz daha aralandı.
Üçüncüsü ise şöyle dedi: ´Allah´ım ben bir ölçek pirinç karşılığında bir işçi tutmuştum, işini tamamladığında “Hakkımı ver.” dedi. Bir ölçek pirinci verdim, pirinci kabul etmedi. Ben de pirinci onun namı hesabına ekmeye başladım. Hasattan elde ettiğim paralarla bir inek ve yavrusunu elde ettim. (Yine günün birinde bana gelerek): “Allah´tan kork hakkımı yeme ve bana zulmetme.” dedi. Ben de: “Şu ineği ve yavrusunu git al” dedim. ´Benimle alay mı ediyorsun1 Allah´tan kork ve benimle alay etme´, dedi. Ben de: “Seninle alay etmiyorum. İneği ve yavrusunu al.” dedim. Bunun üzerine ineği ve yavrusunu alıp gitti.
Allah´ım eğer bunu senin rızanı kazanmak için yaptığımı biliyorsan, mağaranın kapısının kalan kısmını da bizim için aç.´ Böyle demesi üzerine Cenab-ı Allah, mağaranın kapısının kapalı kalan kısmını da açtı.”
Şu gerçek kıssanın üzerinde biraz duralım. Bu kıssadaki ifadeler kolay ve düzgündür. Ayrıca bu ifadelerin yanı sıra bazı fiillerin tasviri de yapılmaktadır. Bu fiiller, faillerinin gönlünden zuhur etmiştir. Bu fiilleri yapanlar, Cenab-ı Allah´ın rızasını amaçlamışlardır. Hadis-i şerif, ibret ve mana bakımından doğru olmanın yanı sıra, açık ve net ifadelidir. Bu kıssadan elde edilen ibret ve manalar şunlardır:
1- Ameller, niyetlerle kaimdirler ve Cenab-ı Allah, ancak iyi amelleri kabul buyurur. Amelin iyi olması da ancak onunla Allah´ın rızasının amaçlanmasıyla mümkündür. Allah katında bulunan şeyleri talep eden kimse, mal, şeref ve itibar peşine düşmez. Sadece Allah´ın rızasını arzular. Nitekim peygamber (s.a.v.) efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Sizden biriniz, sevdiği şeyi Allah için sevmedikçe iman etmiş olamaz.”
2- Yüce Allah´ın takdiri, O´nun ilminde değişmez bir düzene göre seyreder. O´nun takdir ettiği sonsuz hikmete göre cereyan eder. Eksikliklerden münezzeh olan yüce Allah, kendisine yönelen kimselerin sıkıntısını giderir. Darda kalan kimsenin duasına icabet eder. Tabiiki darda kalan kimsenin kalbi ihlaslı ve hedefi hayır olup Cenab-ı Allah´ın katında bulunan şeyleri amaçlamış ise, duasına icabet edilir. Nitekim noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“(O) ülkelerin halkı inanıp (Allah´ın azabından) korunsalardı. elbette üzerine gökten ve yerden bolluklar açardık.” (Araf: 96)
3- Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, insanlara, özellikle yakınlarına fayda veren, olumlu işlere yönelen olumlu mü´minleri mükafatlandırır. Nitekim anılan hadis-i şerifte de görüldüğü gibi o üç kişiden biri ebeveynine iyilikte bulunmuş, onları kendi küçücük yavrularına tercih etmiştir. Yavrularını açlıktan kıvranır vaziyette bıraktığı halde ebeveyninin yanı başında, şafak sökünceye kadar beklemiştir. Onları rahatsız etmemiştir. Bu da onların rızasını tercih edişinden dolayıdır. Çocukları kendisinden bir parça olduğu halde ebeveynini onlara tercih etmiş olması, aslında ebeveynini kendine tercih etmesi demektir. Çocuklarını ebeveynine tercih etmiş olsaydı aslında kendini ebeveynine tercih etmiş olurdu. Ebeveynini çocuklarına tercih etmiş olması, aslında ebeveynini kendinden üstün tutması demekti. Onun bu durumu şu ayeti kerimeye uymaktadır:
“Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi (Yoksul kardeşlerini) öz canlarına tercih ederler.” (Ha§r:9.)
4- Andığımız hadis-i şerifte sözü edilen üç şahıstan ikincisinin yaptığı gibi serden, bütün imkanların mevcut olmasından sonra-uzaklaşıp kaçmak, kişinin sevap kazanmasına yol açan olumlu işlerdendir. Fazilet, olumluluktur. Olumsuzluk değildir.
5- Sözkonusu hadis-i şerifte sözü edilen üç kişiden üçüncüsünün yaptığı gibi hakkı sahibine vermek, İslamın faziletindendir. Başkalarının hakkına göz diken kimse Allah´a yakın olamaz. Allah´a en yakın kişi, başkalarının hakkını yemeyen, hak sahibine, hakkını veren kimsedir. Bu arada anılan kıssa, işçinin ücretinin ödenmesinin zorunluluğuna işaret etmektedir. Alın teri kurumadan hakkını vermenin zorunlu olduğunu ifade etmektedir. Şüphesiz ki, Cenab-ı Allah, güzel iş yapanın ecrini zayi etmez.
g- Şunu da belirtelim ki peygamber (s.a.v.) efendimizin akdetmiş olduğu muahedelerdeki sözlerinin muhkemliği, belağatin en yüksek örneğini, ahlakın en güzel numunesini teşkil etmektedir. Akdetmiş olduğu muahedelerle dikkate almadığı hiç bir hak kalmamıştır. O, hakları açık seçik bir tarzda ifade etmiştir. Belirsizlikleri giderici, çekişmeleri önleyici olup, kavram kargaşalığına yer bırakmamıştır. Taraflara yüklenilen görevlerin hepsini açık ifadelerle, karmaşıklığa meydan vermeyecek, zulme mahal bırakmayacak bir şekilde kayda geçirmiştir. Anlaşmalarını sarih bir şekilde kaleme aldırmıştır. Şartların tamamını yazıya dökmüştür. Çünkü şartların bulunduğu yerde haklar kesilir.
Çağımızın yöneticileri, Peygamber Efendimizin dikte ettirdiği muahede metinlerini ihlaslı bir şekilde inceleyecek olur ve hakka yönelmek isterlerse; kaynak olarak, ümmi peygamberimizin dikte ettirdiği muahede metinlerinden daha zengin bir kaynak bulamazlar. Allah izin verirse, Peygamber Efendimizin siyasetini ele aldığımız zaman bu konuda ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.
——————————————————————————–
[1] Kadi İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 44.
[2] Kadi İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 46.
[3] Kadi İyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 46.
Kamil Ahlak
a- Merhamet
Eksikliklerden arınmış olan yüce Allah, şerefli peygamberine şöyle demiştir:
“Ve doğrusu sen, büyük bir ahlak üzerindesin.” (Kalem: 4.) İmam Ahmed bin Hanbel´in “Müsned” adlı eserinderivayet ettiğine göre peygamber (s.a.v.) efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Ben ancak ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim. ”
“Rabbim beni terbiye etti. Edebimi güzel yaptı.”
Ahlakın kemali ifadesi çok kısa olmakla birlikte zengin anlamlar ihtiva etmektedir. Bu kelime, fazilet sevgisini, fazilete tutkunluğu ve faziletin hakkını vermeyi kapsamaktadır. Ayrıca hüsnü muaşereti, sevginin letafetim, sıla-i rahmi, uzak-yakm komşu iyiliği, insanları sevmeyi, onlara merhamet etmeyi, mütevazi olmayı, güler yüzlülüğü, insanları sevecen bir çehre ile karşılamayı, ağır başlılığı, yumuşak huyluluğu, kabalıktan uzak durmayı, öfkeyi bastırmayı, nefse hakimiyeti, hayayı, tanınan tanınmayan herkese selam vermeyi, elde mevcut şeylerle cömertlik etmeyi, elde mevcut bulunmayan şeylere karşı zühd göstermeyi, kabalıktan sakınmayı, kötülüklere karşı afkarhğı, hataları müsamaha ile karşılamayı, kötülüğe iyilikle karşılık vermeyi, kalbi kinden arındırmayı, cahiliyetten yüz çevirmeyi, karşılıklı sövüşme ile tartışmadan uzaklaşmayı, kolaylık göstermeyi, zorluk göstermekten sakınmayı kapsamaktadır. Özetle güzel ahlak; nefsi ter-biyelendirmeyi vicdan eğitmeyi, insanlarla ülfet peyda etmeyi, onlara yakın olmayı, onlara karşı alçak gönüllü olmayı, zayıflara şefkatli olup onlara yakın olmayı, onların acılarına ortak olmayı, sevinçlerine katılmayı, günaha karışmadan insanlarla beraber olmayı kapsamına almaktadır.
Doğrusu güzel ahlak, hakka daveti etkilemektedir. Delil ve mukayese güzel ahlakın hak yoluna daveti etkilediği oranda bir etkiye sahip değiller. Güzel ahlak, Peygamberlik niteliklerinden-dir. Muhammedi ahlakın doğurduğu olumlu sonuçlarla ilgili olarak Cenab-ı Allaha şöyle buyurmuştur:
“Allah´ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak davran-dm ve eğer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyle ise onlar(ın kusurların)dan geç, onlar için mağfiret dile. (Yapacağın iş(ler) hakkında onlara danış. Bir kere de azmettin mi, artık Allah´a dayan; çünkü Allah kendine dayanıp güvenenleri sever.” (Ali İmran: 159.)
b-Af
İnsanları hak yola iletmesi, dosdoğru yola kavuşturması için Cenab-ı Allah, Muhanımed (s.a.v.)´i hazırlamıştı. Ona kamil ahlak bağışlamıştı. Kamil ahlakı sayesinde insanların kalplerini
birbirine ısındırmış, onları bir araya getirmişti. Ancak taşkınlık edip büyüklük taslayan ve heveslerini hakka tercih eden kimseler, bu birlik ve beraberliğin kapsamı dışında kalmışlardı. Peygamberlikle görevlendirilmesinden önceleri de aşiretini sever, dostlarını kendine yakın tutardı. Kimseye düşmanlıkla davranmazdı. Bilakis kavmi arasında temiz bir melek olmuştu. Çirkin söz ve fiillerden uzak dururdu. Heveslerine uymaz heveslerinin serkeşliğine fırsat vermezdi. Kimseye düşmanlıkla mukabelede bulunmaz, kavga ve gürültü çıkarmazdı. Söz ve fiillerinde kabalığa ve çirkinliğe yanaşmazdı. O doğru sözlü ve güvenilir bir insandı. Muhtaca yardım eder, zayıfın imdadına koşardı. Zamanın musibetleri karşısında felaketzedelere yardım elini uzatırdı. Allah´ın yasakları çiğnenmedikçe ya da faziletler tecavüze uğramadıkça, kendisine zulmedenleri affederdi.
Meryem oğlu Isa müsamahakâr olup kötüleri affederdi. Peygamberlerin tamamının ahlakı böyleydi. Özellikle Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.)´in ahlakı da böyleydi. O olumlu bir insandı. Olumsuz değildi. Hayır işler, kötülükten uzak dururdu. Sabırlı ve müsamahakar bir tacirdi. Rivayet olunduğuna göre Kureyşli-ler´den biri, bi´setten önce peygamber efendimizle bir alış veriş yapmıştı Fakat Muhammed (S.A.V.)´de bir alacağı kalmıştı. Peygamber Efendimiz onu üç gece bekledi. Adamın kaybolup da hakkı zayi olmasın diye alış veriş yapmış olduğu yere gidip orada bekledi.
Onun bu ahlakı peygamberlik sonrasında da devam etmiştir. Bu güzel ahlakı, İslam davetini yaparken kendisine destek olmuştu. Kötülükleri affetmeyi kendine şiar edinmişti. Rabbinin: “Affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme.” Emrine uyarak cahiliyetten yüz çevirmişti. Onun bu güzel ahlakı, insanları delile gerek kalmadan imana çekiyordu. Her ne kadar hakkın kendisi asıl itibariyle açık ve net idiyse de onun bu güzel ahlakı hakka daha da açıklık ve netlik kazandıryordu. Affın, insanı Islama davet edici bir unsur olduğunu ortaya koyan bir olayı aktaralım size
Garis bin Haris, bir ağacın altında istirahate çekilip uyumakta olan Resulüllah (s.a.v.)´i öldürmeye yeltendi. O esnada çevresinde bulunan insanlar da çevreye dağılmış dinleniyorlardı. Peygamber Efendimiz uyandığında Garis´in yanı başında dikilmiş ve kılıcını çekip kafası üzerinde durdurmuş olduğunu gördü. Garis: “Seni benden kim kurtarır ” diye soruyordu. Peygamber (sav) inanmış bir kalp ve sadık bir lisan ile: “Allah koruyacaktır.” dedi. Böyle deyince de Garis´in elindeki kılıç yere düştü. Bu defa Peygamber Efendimiz kılıcı alıp Garis´e doğrultarak: “Ya seni benden kim kurtaracak ” diye sordu. Garis: “Bu kılıcı eline alanların en hayi-lısı ol.” deyince Peygamber efendimiz onu bıraktı ve affetti. Ga-ris´in nefretten sonra kalbi Peygamber Efendimize ısınmaya başladı. Daha önceleri onu öldürmek isterken bilahare onun yoluna davet eden bir insan oldu. Kavmine dönerek insanları Muham-med´e ısındırmaya ve dinine yaklaştırmaya çalışıyor, şöyle diyordu: “Allah´ın en hayırlı kulunun yanından size geldim.”
Peygamber efendimizin ahlaki güzelliklerinden söz eden ve mü´minlerin anası Hatice´nin, önceki evliliklerinden doğan oğlu Hind bin Ebi Hale şöyle demektedir: Resulülîah (sav) dilini tutar, konuşmazdı. Ancak milleti ilgilendiren, onları nefret ettirmeyen ve birbirine ısındıran hususlarda konuşurdu. Her kavmin büyüğüne ikramda bulunur, onu onların basma emir tayin ederdi. İnsanları sakındırıp uyarırdı. Hiç kimseye kötülük düşünmezdi. Ashabının durumunu araştırır ve insanlara, halkın durumunu sorardı. İyi kimselere iyilikte bulunur ve desteklerdi. Kötü kimseleri kınar ve ayıplardı. Mutedil olup anlaşmazlık çıkaran bir insan değildi. Halkın gaflet içine düşüp batıla meyletmelerinden korktuğu için, kendisi uyanık dururdu. Her duruma karşı hazırlıklı idi. Hakkı teslim etmede kusur göstermezdi. İnsanların seçkin ve hayırlıları ona arkadaş olurlardı. En çok nasihat tutan kimse, onun yamnda üstün kimse idi. Onun yamnda en yüksek makamda bulunan kimse, insanlara iyilikte bulunan kimse idi. [1]
Onun topluluk arasında nasıl davrandığına ilişkin bilgiler veren Hind bin Ebi Hale, şöyle demektedir: Halkın toplu oturduğu yere vardığında neresi boş ise oraya otururdu. Başkalarım da böyle yapmaya özendirir ve bu yolda emir verirdi. Toplantıda bulunan herkese paymı verirdi. Yani herkesle ilgilenirdi. Birlikte olduğu kimseler Meclis arkadaşları kadar önemsediği kimsenin olmadığım anlarlardı. Bir kimse bir ihtiyacı hususunda kendisiyle konuştuğu zaman onu sabırla dinler, hemen çekip gitmezdi. Ancak kendisiyle konuşmakta olan kimse sözünü bitirip gitmeye yöneldiği zaman oradan ayrılırdı. Kendisinden herhangi bir hususta dilekte bulur an kimseye makul cevap verirdi. İnsanların hepsine güzel ahlak ve sabırla davranırdı. Hak hususunda herkes onun yanında eşitti. Onun oturduğu meclis, hikmet, haya, sabır ve emanet meclisi idi. Onun oturduğu meclislerde sesler yüksel-mezdi. Haram şeyler övülmezdi. Hatalar işlenmezdi. Yanında oturmakta olan herkes mutedil olup takva hususunda birbirleriyle yarışırlardı. Mütevazi kimseler olup büyüklerini sayar, küçüklerine merhamet ederlerdi. Muhtaç kimseleri kendilerine tercih eder, yabancının hukukunu korurlardı.
Resulüllah (s.a.v), her zaman güleryüzlü, yumuşak huylu, mütevazi, merhametli bir kimse idi. Kaba, gürültücü, kavgacı, kötü söz söyleyici, ayıplayıcı, lüzumundan ziyade şakacı değildi. Hoşlanmadığı şeyleri görmezden gelirdi. Umduğu şeyler hususunda ümitsizliğe kapılmaz, elde edemediği şeylerden ötürü de hayıf-lanmazdı. Tartışmadan, kendisini ilgilendirmeyen şeylerden ve ısrardan uzak dururdu. İnsanları da bu üç şeyden uzak tutmaya çalışırdı. Hiç kimseyi ayıplayıp kötülemez, gizli taraflarını araş-tırmazdı. Ancak sevabını umduğu şeylerden sözederdi. Konuştuğu zaman, yanında bulunan kimseler başlarını önlerine eğip dinlerlerdi. Tıpkı başlarının üzerinde bir kuş duruyormuş da onu ürkütmemek için kafalarını kaldırmıyor gibiydiler. Sustuğu zaman onlar konuşmaya başlarlardı. Yanındayken birbirleriyle tartışıp çekişmezlerdi. Meclis arkadaşlarının güldükleri şeye kendisi de gülerdi. Onların beğendiklerini kendisi de beğenirdi. Garip kimseleri sabırla dinler, dileklerine kulak verirdi. Öyleki O´nun ashabı, konuşurken çok yumuşak huylu olduğunu görürlerdi. Kimsenin sözünü kesmezdi. Ancak kendisiyle konuşan kimse yanından ayrılacağı zaman kendisi de ayrılır ve sözünü noktalardı. Yumuşak huyluluk gösterir, kötülükten sakınır, takdir ve tefekkür ederdi. İnsanlara eşit şekilde bakar ve onları dinlerdi. Lüzumlu şeyler üzerinde tefekkür ederdi. Kendinde hem yumuşak huylu-luğu hem de sabrı birarada toplanmıştı. Hiç bir şey gözünden kaçmazdı. [2]
——————————————————————————–
[1] Ibn Kesir, el-Bidaye Ve´n-Nihaye, c. 6, s. 33.
[2] Ibn Kesir, el-Bidaye Ve´n-Nıhaye, c. 6, s. 33.
Örnek Ahlak
Yukardaki başlığı kısaca değerlendirelim. Hak davetçisi ve Allah tarafından omuzuna yüklenilen risalet sahibinin ahlakının nasıl olması gerektiği ve bu ahlakın davete icabete etkisi hususunda mezkur cümlenin delalet ettiği mana üzerinde de durmamız icabediyor.
Muhammedi davetin harikalarını sayan bazı yazarlar derler ki “Muhammed (s.a.v.)´ in en görkemli yanı, ahlakıydı. O´nun ahlakı, insanoğulları arasında harikulade bir şeydi. Ahlakı, meleklerin-kinden daha yüceydi. Çünkü meleklerin ahlakı yaratılışlarının gereği olarak güzelleşmiştir. Çünkü onlar: “Allah´ın kendilerine verdiği emirlere karşı gelmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar.”
Muhammed (s.a.v.)´de İsa peygamberin mücerred ruhaniyeti yoktu. Aksine Onda insani ruhaniyet vardı. Ayrıca bedeni istek ve artık vardı.Tabii ki bununla birlikte ruhi soyutlanışda vardı. Mu-hammed(s.a.v.), insanlarla ilişkisinde kendisinden insanın örnek nitelikleri tecelli ederdi. Tabiatında ilahi bir ruhaniyet vardı. Ahlakı, terbiye ve iradesine hakimdi. Edep ve iradi davranış O´nun karekterine sinmişti. İffetliydi ama kadınlardan da uzak değildi. Asla fuhşiyata ve kötülüğe sapmamıştı. Ondaki fazilet kendisini kötülüklere karşı korumuş, serden uzak tutmuştu. Kadınlardan uzak duran kimsenin gösterdiği iffet; kendisini baskı altında tutan şehvetleri ve kendisine sorun çıkaran hevesleri bulunan kimsenin gösterdiği iffet kadar kıymetli olamaz. İki kuvvet arasındaki çarpışma sonucunda zafer iffetin, galibiyet faziletin olacaktır. Kendiliğinden ve ucuza maledilen şey, çarpışma ve galebe neticesinde elde edilen şey kadar değerli olamaz.
Beslemesi Hind bin Ebi Hale´nin ifadesine göre Muhammed´in nitelikleri arasında ilk sırayı dil tutumluluğu almaktadır. Sanki o´nun dili bir kapalı sandık içindeydi de umduğu bir hayır, sözkonusu olmadan dilini kıpırdatmaz ve konuşmazdı. Nefrete karşı insanları teşvik etmezdi. Aksine muhataplarını ilgilendiren ve onlara yarar sağlayan hususlarda konuşurdu. Konuşmasında muhataplarının gönüllerini birbirine ısındırır, kalplerini birbirine yaklaştırır, gariplerini de onlara dost kılardı. Hak sahibine hakkının verilmesini emrederdi. Tartışmaya girmez, kırıcı sözler kullanmazdı. Hiç kimseyi kötülemezdi. Dil sürçmesinden çekindiği için gereksiz yere konuşmazdı. Yasaklara karşı çıkmazdı.
Muhatabı sözünü bitirmeden araya girmez ve sözünü kesmezdi. Konuştuğu zaman, sözü açıklayıcı ve hikmetli olurdu. Hülasa O; diline hakimdi. Gerek duymadan konuşmazdı. Ancak bir hakkın ortadan kaldırılacağı, ya da batıla dalınacağı zaman ağırlığını ortaya koyarak konuşurdu. Kalpleri birbirine ısındırmak, insanları birbirine dost kılmak, iyi bir şeye önayak olmak gerektiği zaman konuşurdu. Dili, iradesinin dışına çıkmazdı. Aksine dili iradesinin tamamlayıcısıydı. İradesinin hakimiyeti altındaydı. Zaten iradesi de Hak içindi.
2- Peygamber Efendimizin ahlaki nitelikleri bakımından ikinci sırayı ashabı ile ülfet kurması onlarla arkadaşlık kurması almaktadır. O´nun yüksek duyguları ashabının duyguları ile bütünleşmişti. Ruh ve yüreklerinin içine dolmuştu. Yüksek şahsiyetli olanlarına ikramda bulunur, düşük seviyede olanlarını da yüceltmeye çalışırdı ki kendini Peygamber Efendimizin ve ashabının bir arkadaşı bilsin. Sevgisini ashabının arasında eşit olarak dağıtırdı. Herkese arkadaşlık hakkını verirdi ki sahabilerinden her biri, onun ilgisine mazhar olduğunu anlasın. Güzel bir durumla karşılaştığında beğendiğim ve o şeyin güzel olduğunu ilan ederdi. Çirkin bir şeyle karşılaştığı zaman da yol gösterici ve güvenilir bir kimsenin yumuşaklığıyla arkadaşlarının dikkatini çeker, onları uyarırdı. Onlarla ülfet peyda eder, nefret ettirmez, kendine yaklaştırır uzaklaştırmaz ve batıl karşısında da susmazdı.
Ashabının gafil kalıp batıla meyletmelerinden korktuğu için hep uyanık dururdu. Kimseye karşı kalbinde kötü duygular taşımazdı. Onları kötülüklerden kurtarmaya çalışırdı. Kendisinden bir kötülük geleceğini zanneden kimseleri uyarma hususunda çok titizdi. Böylelerini, suratını asmadan kaba söz söylemeden uyarır ve sakındındı. Bütün ´davranışlarında sıcak alaka gösterir, insanlarla arkadaş olmaya çalışır, başkaları da onu kendine yakın görürdü. Kalbini insanlara açardı. Böyle yapardı ki insanların hayırlıları kalplerinde gizledikleri şeyleri açıklasınlar. Diğerleri de gönüllerinde sakladıkları kötü şeyleri açıklamaktan utansınlar. Bilakis böylelerinin kötü duyguları kalplerinde hapsedilsin ve açığa çıkarılmasın. Belki de böyle yaptıkları takdirde o kötü duygular gizlenip yokolur ve durumları düzelirdi. Çünkü çirkin huylar, nurdan ve sudan uzak kaldığı zaman solar belki de kuruyup giderler.
3- Peygamber Efendimizin üçüncü sıradaki özelliği de müteva-zi ve kerem sahibi oluşuydu. Tevazuunda alçalma ve zillet yoktu. O, bir topluluğa girdiğinde neresini boş bulursa, oraya otururdu. Ashabını da böyle davranmaya teşvik ederdi. Onlarla yanyana ve omuz omuza otururdu. Rahmet kanadını onlara dokundurur, bu hususta onları eşit tutardı. Yumuşak ve alçakgönüllüydü. Hoşuna gitmeyen şeyi gördüğünde, onu görmezden gelirdi. Ancak susması irşat görevini bırakması anlamına gelmezdi. Bu gibi durumlarda mutlaka hakkı söylerdi. İrşat görevini yerine getirirken de yumuşak bir biçimde uyarıda bulunur, hatta bazen işaretle yetinirdi. İşaretin yetmediği durumlarda taarizde bulunurdu. O da yetmezse umumi uyarıda bulunurdu. Bazı kimselerin kötü davrandıklarını ve çirkin fiiller işlediklerini görünce bu kötülüklerini ve çirkinliklerini yüzlerine vurmaz, bilakis şöyle derdi: “Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle ve şöyle yapıyorlar ” Şüphesiz ki kınama genel ifadelerle yapıldığı zaman kimseyi incitmez. Umumi ifadelerle yapılan kınamalar şüphesiz ki daha etkili olur.
Peygamber Efendimiz çok az şaka yapardı. Şaka yaptığı zaman da hikmetli ifadelerle yapardı, Yaptığı şakalarla bazı gerçekleri açıklamayı gözetirdi. Örneğin halası Safîye´ye şöyle demişti: “ihtiyarlar cennete giremezler.” Bunun üzerine halası ağlamaya başlamış, ağladığını görünce de şöyle demişti: “Cennete girerken göğüsleri tomurcuklanmış yaşıt kızlar olacaksınız.”
O´nun bu ifadesinde yumuşak ve latif bir şaka vardır. Ama aym zamanda bu ifadelerle ahiretle ilgili bir durumu da açıklamaktadır.
4- Peygamber Efendimiz´in dördüncü sıradaki sıfatı, kabalıktan ve katılıktan uzak oluşudur. O kimseye karşı kaba ve katı davranmaz, kimseyi kötülemez ve ayıplamazdı. Başkalarının gizli taraflarım araştırmaz, kötü konuşmaz, çirkin söz etmez doğru olsa dahi hoşa gitmeyen ifadeler kullanmazdı. Ancak bir hakkın zayi olmasına veya batılın galebe çalmasına sebebiyet verecek durumlarda ağır da olsa, kaba da olsa hakkı söylemekten çekinmezdi. Bu gibi durumlarda susmak doğru değildir. Hakkın kaybolmasından endişe duyduğu zaman, konuyu açıklar ve ağır kelimeleri seçmeye gerek duymadan gerekeni söylerdi.
5- Peygamber Efendimiz mutlak surette insanları kötülemekten sakınırdı. Ancak hakkın gerektirdiği zorunlu hallerde bunu yapmaktan da çekinmezdi. Fakat üstü kapalı ifadeler kullanır sevabını umduğu hususları konuşurdu, insanlara yararlı olacak şeyler anlatırdı.
6- Peygamber Efendimiz, önce de işaret ettiğimiz gibi hep susmayı tercih ederdi. O´nun susması, konuşmaktan aciz oluşundan değildi. Aksine susması, konuşmadan önce düşünen kimsenin susmasıydı. Kendisi gibi yüksek bir şahsiyete sahip olmayan şeylerin kendisi aleyhinde şüyu bulmasından sakındığı için susardı. O´nun susması hilimdi, akıldı. Bazı şeyleri görmezden gelmesi ve kötü söz söylemiş olanı affetmesi gerektiği zaman susardı.
7- Kendi şahsını ilgilendiren şeylerden ötürü öfkelenmezdi. Ancak Allah için ve ilahi yasakların çiğnenmemesi için öfkelenirdi. İlahi yasakların çiğnendiğini gördüğü zaman, Allah´ın haddini tatbik edinceye kadar susmazdı.
Hind Bin Ebi Hale´nin Peygamber Efendimiz´in evsafı hakkında söylediği sözleri aktardık. Hind, gözlemci bir kişiliğe sahipti. Ufak işaretler ve küçücük bakışlar dahi O´nun gözünden kaçmazdı. Kalplerdeki şekülenişleri sezinlerdi. Bilinçaltı oluşumları açığa çıkarırdı. Kelimelerin ifade ettiği peygamberimizin bazı niteliklerini özetle aktarmış olduk.
Şimdi de Peygamber Efendimiz´in nasıl vefakar bir arkadaş, yumuşak huylu, kabalıktan ve zorbalıktan uzak bir insan olduğunu anlamamız için kendisiyle arkadaşlık etmiş olan kimselerin kendisi hakkında söyledikleri sözlerin bir kısmım aktaracağız:
Urve bin Zübeyr, teyzesi ve mu minlerin annesi Aişe (ra)´dan rivayet ediyor. Aişe ki, Peygamber Efendimiz ile hayat arkadaşlığı yapmıştır.Peygamber Efendimiz bütün bir insanlığın sorumluluğunu omuzlarken bu uğurda savaşır ve cenk alanlarını kateder-ken Aişe O´nunla hayat arkadaşlığı yapmıştır. Aişe, Muham-med´in ahlakı hakkında şöyle demiştir:
“Resululîah (sav), ne bir hizmetçiyi ne de bir kadını eliyle döğ-müş değildir. Allah yolunda cihad için olmadıkça hiç bir şeye eliyle vurmuş değildir. İki şey arasında seçim yapacağı zaman, günah olmadığı takdirde o şeylerin en kolayını ve en sevimli olanını seçmiştir. Kendi şahsı için başkalarından intikam almamıştır. Ancak Allah´ın yasakları çiğnendiği zaman Aziz ve Celil Allah adına intikam almıştır.”
Ebu Hureyre, Peygamber Efendimiz´i şöyle anlatır:
“O (bir kimseye yöneldiğinde) tamamen yönelirdi, (bir kimseden ayrılıp gideceği zaman da) tamamen sırtını dönüp giderdi. Anam babam O´na feda olsun, asla kötü iş yapmaz ve kötü söz söylemezdi. Çarşılarda bağırıp çağırmaz ve gürültü yapmazdı.”
Bu büyük sahabinin Peygamber Efendimiz´in hakkında yapmış olduğu bu tavsif, Peygamber Efendimiz´in insanlara nasıl davrandığını ortaya koymaktadır. Ebu Hüreyre, O´nu şu üç nitelikle vasfetmiştir:
1- Peygamber Efendimiz bir insana yöneldiği zaman bütün cephesiyle ona yönelirdi. Profilden karşılamazdı.Veya dilinin ucuyla onunla konuşmazdı.Yahut Önemsemeyen insanların karşılayışı gibi karşılamazdı. Aksine yönelirken net ve açık bir şekilde tam olarak yönelirdi. Ayrılırken de aynı şekilde sırtını dönüp ayrılır ve giderdi. Sözünü tamamlamadan kimseden ayrılıp gitmezdi. Karşısındaki kimsenin konuştuklarının tamamım dinlerdi. Muhatabı konuşurken sırtım dönüp gitmez ve yüz çevirmezdi.
2- İnsanlara kötü sözlerle cevap vermezdi. Konuşmayı asli mecrasının dışına çıkarmazdı. Beslemesi Hind bin Ebi Hale´nin O´nun hakkında yaptığı tavsiflerde de buna işaret etmiştik.
3- Peygamber Efendimiz çarşılarda ve pazarlarda başkalarıyla tartışmaz, bağırıp çağırmaz ve öfkelenmezdi. Aksine O´nun bütün söz ve davranışları yerli yerince ve güzeldi. Önce de işaret ettiğimiz gibi o mütevazı idi. Son derece alçak gönüllüydü. Hükümdar ve peygamber ya da hükümdar ve kul olma mertebelerinden birini seçme hakkına sahip kılınmış; O da kul ve peygamber olmayı seçmişti.
Alemlere rahmet olarak Allah tarafından gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz işte böyle bir şahsiyetti. Cenabı Allah O´nu cahiliyet taassubunun ve soy övüncünün hakim olduğu bir topluma peygamber olarak göndermişti. Onlara gönderilen peygamberleri, zorba bir hükümdar olmakla kul bir peygamber olmak arasında seçim yapmak hakkına sahip kılınmış, Oda kul-pey-gamber olmayı seçmişti. Çünkü O insanlara gönül yoluyla yaklaşmak arzusundaydı.Onlara büyüklük taslamak istemiyordu. İr-şad, ancak insanlara yakın olan kimseler tarafından gelir. Onlara karşı üstünlük taslayan kimseler irşad görevini yapamazlar. Böyleleri toplumu irşaddan daha da uzaklaştırır.
Ebu Ümame (ra)´den rivayet:
“Resulüllah (sav) bir değneğe dayanarak yanımıza geldi. Gelince biz huzurunda ayağa kalktık. Bu halimizi gören resulüllah şöyle buyurdu: “Birbirlerine tazimde bulunan acemlerin kalkışı gibi kalkmayın! Ben ancak köle yeyişi gibi yemek yiyen ve köle oturuşu gibi oturan bir kulum!”
Kadi Iyaz´m “Şifa”adlı kitabında şu ifadelere rastlamaktayız: Hz.Ömer´in rivayetine göre Resulüllah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa´yı haddinden fazla büyüttükleri gibi beni büyütmeyin. Ben sadece bir kulum (Benim için) Allah´ın kulu ve elçisi deyin.”
Enes (ra)´m rivayetine göre aklına bir şey takılan kadının biri Peygamber Efendimize´gelerek: “Benim sana soracağım var.” Peygamber Efendimiz de ona cevaben şu karşılığı vermiş: “Ey falanın annesi, Medine´nin hangi sokağında dilersen otur, ben de seninle birlikte oturacak ve ihtiyacını giderinceye kadar yanından ayrılmayacağım.”[1]
Resulüllah (sav), ailesi içinde de mütevazi idi. Ev işlerinde hane halkına yardım eder, çalışmaktan geri durmazdı. Kendi elbisesini yıkar, koyununu sağar elbisesini yamar, ayakkabısının söküğünü diker, kendi hizmetim kendi görür, devesini bağlar su taşıyan hayvanının yemini verir, hizmetçiyle birlikte yemek yer ve eşyasını taşırdı.
Medine´deki cariyelerden biri, kendisine yardım edecek bir erkeğe ihtiyaç duyduğunda Resulüllah (sav)´e rastlamıştı. Resulüllah onun ihtiyacını gidererek yardımına koşmuş ve işini görmüştü. Sonra da şerefinden hiçbir şey eksilmeksizin kendi işine dönmüştü.
——————————————————————————–
[1] Kadi Iyaz, eş-Şıfa, c. 1, s. 76.
Heybeti
Zelilce olmayan tevaazuuyla birlikte Peygamber Efendimiz´in kalplere saldığı bir heybeti vardı, Allah tarafından alemler için elçi seçilen Peygamber Efendimiz´in heybeti diğer insanların heybetinden çok daha şiddetliydi. Fazla heybet sahibi olduğunu bildiğinden ötürü tevazu gösterirdi. Bu tevazu ile insanlara lutufkâr muamelede bulunurdu. Heybetle alçakgönüllülüğünün kaynağı birdi. Heybetle tevazu özdeşleşmişti. Ancak güçlü şahsiyet sahibi kimseler alçalmadan tevazu gösterirler. Böyieleri yapıp yapmadıkları işlerde ezikliğe kapılmadan tevazu gösterirler.
Peygamber Efendimiz´in sahabeleri arasında oturuşunu anlatanlar O´nun heybetinin yüksekliğine, vakarının ve davranışının güçlülüğüne işaret ederler. Peygamber Efendimiz´in bulunduğu mecliste ağırbaşlılık hüküm sürerdi. Konuşmaya izin vermediği zaman kimseler konuşamazdı. Sustuğunda meclis arkadaşları da susarlardı.O´nun sözünün dışına çıkmaz, iradesinin uzağında kalmazlardı. Ama O tevazu ve itmi´nanı asla elden bırakmazdı. Çoğu kez kendisiyle konuşanlara yakın olmak için yanlarına gidip otururdu. Onları doğru yola iletmek isterdi. Kadınlar bulunduğu yerde oturdukları zaman bazen ileri geri konuşur, kaba sözler ederlerdi. O, bakışlarıyla onları susturmaya kadir olduğu halde konuşmalarına engel olmaz, onları susturmazdı. Yine günün birinde bazı kadınlara irşaatta bulunmaktaydı. Kadınlar sözünü keserek bazı sorular yöneltiyorlar ve yüksek sesle konuşuyorlardı. O esnada Ömer (ra) içeriye girdi. Kadınları, peygamber efendimizin sözünü keserek sorular yönelttiklerini ve bağrıştıklarını gördü. Fakat kadınlar, Hz. Ömer´in içeri girdiğini görünce sustular. Susmalarını gören peygamber efendimiz dişleri görünecek şekilde tebessüm buyurdu. Ömer: “Allah seni hep güldürsün ya Resulullah niçin gülüyorsun ” diye sorunca o şerefli, merhametli ve şefkatli resul şu cevabı verdi: “Bu kadınlar sen gelmeden Önce bana karşı yüksek sesle konuşup bağrışmaktaydılar. Seni görünce sustular.”
Ömer: “Ey nefislerinin düşmanları olan kadınlar! Resulul-lah´tan korkmuyorsunuz da benden mi korkuyorsunuz !” diye onlara çıkıştı. Kadınlardan biri: “Ama sen katı ve kabasın ey Ömer!” dedi. Bu sekide konuşan kadını Resulullah (sav) susturdu ve o güçlü heybetli insanın, yani arkadaşı Ömer´in katı yürekli olmadığım ifade ederek şöyle dedi: “Hayır! Şeytan Ömer´in geçtiği yollarda yürüyemez!”
Hz. Ömer, Peygamber efendimizden daha heybetli değildi. Bilâkis peygamber efendimiz hem heybetli, hem de sevimliydi. Fakat o kalplere nüfuz ederdi. Heybetini korkunç hale getirmezdi. O, insanlara doğru you gösermek için heybetliydi. Hem heybetliyken, hem mütevazi iken gayesi irşattan başka bir şey değildi. Bi´setinin başlangıcında heybetine dair aktarılan haberler çeşitlidir. Bu hususta çeşitli olaylar aktarılmıştır, ama peygamber efendimiz bu heybetim çok nadir kullanmıştır. Maksadı da, insanların yaptığı İslâm devletine icabet etmeleriydi. Davetine hem heybeti, hem de rağbeti katardı. Amaç, kıyamet gününde Allah´ın rızasını kazanmaktan başka bir şey değildi. Fakat şirkin önderleriyle karşılaştığı ve görüştüğü zaman onların ilâhi gazaba sebep olarak istihzala-rıyla karşılaştığında onları, Allah´ın azabıyla başbaşa bırakırdı. Ondaki kuvvet, ilâhi bir heybetten doğuyordu. Buna ilişkin iki olayı anlatacağız:
1- Anır bin As´ın rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a.v.) efendimiz günün birinde Kâbe-i muazzamayı tavaf ediyordu. Kureyşten bazı kimseler Kabe´nin çevresinde oturmaktaydılar. Tavaf esnasında Peygamber efendimiz yanlarından geçtikçe O´na laf atıyorlardı. Rahatsız olduğu yüzünden anlaşılıyordu. Bu saygısızlıklarını, peygamber efendimiz tavafın yedi şavtanı tamamlayıncaya kadar sürdürdüler. Tavafı tamamladıktan sonra onlara dönerek sağlam bir azim, kuvvetli bir iman ve heybetle şöyle dedi: “Ey Ku-reyş topluluğu! Yüzler çirkin oldu. Burunlar yere sürüldü. Ben size Ölüm getirdim!” Bunu, ya da buna benzer sözleri söyledi. Onun bu sözleri Kureyşîileri ürküttü ve paniğe düşürdü. Böyle dedikten sonra hepsi de ona güzel sözler söylemeye ve gönlünü almaya başladılar: “Ey Ebal Kasım, rahat ve bereket içinde yoluna devam et. Biz senden asla kötülük görmedik”.
Hiç kuşkusuz ondaki bu insani heybeti, alemlerin rabbi kendisine bahsetmişti. Dolayısıyla ayırıcı özelliklerden biri de heybetiydi. Onun Kureyşlilere yapmış olduğu tehdit; güçlü, kuvvetli ve heybetli bir kimseden sudur ettiği için müşrikleri etkilemiş, onları ürkütmüştü.
2- İnsanlar içinde Peygamber efendimize en çok taşkınlık eden, Amr bin Hişam´dı. İslâm tarihi ona hakettiği Ebu Cehil unvanını vermiştir. Şerefli bir kimse olmadığı için ağzına geleni söylerdi. Kötülük yapmasını engelleyecek yüksek bir ahlâkı da yoktu. Yüreğine çöreklenmiş bulunan kini onu ileriye itiyordu. Peygamer efendimiz,insanlarm Muhammedi davete karşı şefkat duygularını harekete geçirmek için onun kötülüklerine ve taşkınlıklarına sabrediyordu. O tağutu, şerre yönelme halinde kendi haline bırakıyor ve zorbalığına sabırla direniyordu.
Araplardan birinin Ebu Cehil´de alacağı vardı. Ebu Cehil, adamın borcunu ödemekte gecikiyor, ödemek istemiyordu. Ödemediğini gören alacaklısı, Mekke´nin önde gelen Ebu Cehil benzeri kimselere başvurarak yardımlarını istedi. Onlar da işi alaya alarak alacaklıyı Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v. )´e havale ettiler. Adamcağız, Peygamber efedimizin yanına giderek yardımını istedi. Peygamber efendimiz de onunla birlikte Ebu Cehil´in evine gitti. Kapıyı vurdu. Ebu Cehil sarsıntı ve ürküntü içinde kapıya çıktı. Muhammed´in azminin verdiği korkudan dolayı her tarafı titriyordu. Peygamber efendimiz ona: “Adamın borcunu öde” dedi. Ebu CemTdeki cahiliyet mütekebbirliği alçalmaya başladı. Zillet gösterip boyun eğdi. Hor ve hakir bir şekilde boyun büküp adamın borcunu ödedi. Böylece emsalleri olan müşrikler arasında gülünç duruma düştü. Peygamber efendimiz kendisinin heybetinden ürken kimselerin korkusunu hafifletirdi. Günün birinde yanına bir adam gelmiş, onun heybeti karşısında titremeye başlamıştı. Peygamber efendimiz ona: “Kendine gel ben bir hükümdar değilim. Sadece Kureyş kabilesine mensup, ekmek yiyen bir kadının oğluyum”.
Ebu Hüreyre´den rivayet: “Peygamber (s.a.v.) efendimizde birlikte pazara gittik. O bir kaç don satın aldı. Terazi başında duran adama da: “Tart ve tartının hakkını ver” dedi. Böyle deyince tacir, Peygamber efendimizin eline atılıp öpmeye başladı. O´da elini geri çekti ve şöyle dedi: “Bu, Acemlerin kendi hükümdarlarına yaptıkları bir muameledir. Oysa ben hükümdar değilim. Sadece sizden biriyim.” Böyle dedikten sonra satın aldığı donları teslim aldı. Ben taşımak için elinden almak istedim. Bana şöyle dedi: “Bir şey satın alındığı zaman sahibinin onu taşıması gerekir.”
İnsanların çok azında tevazu ile heybet bir arada bulunur. Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.), heybetin en yüksek derecesine ulaşmıştı. Aynı zamanda tevazu derecelerinin de en yükseğine ulaşmıştı. Bu tevazu nedeniyle ihtiyaç sahiplerine ve zaaf içinde bulunan kimselere yanaşır, zayıf ile ünsiyet kurar, ihtiyaç sahipleri de ihtiyaçlarını gidereceğini kendisinden umarlardı.
Büyüklük taslayanların çoğu, zafiyet hisseden ve kendilerinde şahsi iktidar bulamayan kimselerdir. Bunlar heybetlerini kullanır, büyüklük taslayarak zaaflarını örtmeye çalışırlar. İnsanları ezip sırtlarından geçinmeye gayret ederler ki, eksiklerini gidersin ve zaaflarını hafifletsinler; ya da kaynağı servet olan yapay heybetler yaratırlar. Oysa malları ve servetleri ellerinden gidince heybetleri de gider. Heybetlerinin kaynağı belki de makam ve mevkidir. Bununla üstünlük taslarlar. Oysa makam ve mevkile-rinden düşürüldükleri zaman, küçülür ve silinirler. Fakat Cenâb-ı Allah´ın kendilerine bahşetmiş olduğu fazilet ve manevi kuvvete dayanırlar. Böyleleri yapmacık heybete, insanlara karşı üstünlük taslayıp taşkınlık yapmaya gerek duymaz ve insanları ezip hor görmezler.
İlimden, ahlâktan ve faziletten kaynaklanan fıtri heybet ile tevazu, aynı ağacın iki dalı gibidirler. Bunlar ile tevazu asla birbirlerinden ayrılmazlar. Çünkü fıtri heybet, sun´i gıdaya muhtaç değildir. Bilâkis bu türde olan heybet, sahibinin mütevazi olmasını da gerektirir ki sahibi, insanlarla ülfet etsin ve sosyal olgunluğa erişsin.
Af ve Müsamaha s
Af ve müsamaha, selim kalpten ve yüce ahlâktan kaynaklanır. Allah hem kendisinden, hem babasından razı olsun Aişe anamız, Peygamber (sav) efendimizin ahlakıyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Onun ahlâkı, Kur´an idi” Peygamber efendimiz Kur´anm hidayetini tatbik etmiş, onun yoluna tabi olmuş, asla sapmamış ve doğru yoldan dışına çıkmamıştır. Çünkü yüce Allah O´na şu emri vermişti:
“Affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme ” (Araf: 199)
Yine Peygamber efendimiz, Cenâb-ı Allah´ın şu kavli şerifine kulak vermişti:
“iyilikle kötülük bir olmaz (sen, kötülüğü) en güzel olan şeyle sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmalık bulunan kimse sanki sıcak bir dost oluvermiştir .” (Fussılet: 34)
Cenâb-ı Allah bi´setten önce peygamber efendimizi risalete hazırlamıştı. İnsanların hatalarım bağışlar, yanlışlıklarını görmezden gelirdi. Af ve müsamaha, ancak kin ve öfkeden arınmış olan bir kalpte bulunur. İnsanları hakka yöneltmeye çalışan bir kimsenin ileriye doğru bakması, geriye yönelmemesi gerekir. Kin ve öfkeye iltifat etmemesi icab eder. Herkesin durumuna göre muhasebe etmesi gerekir. Aksi takdirde geriye doğru gider. Gelecekte yapması gereken işleri düşünemez olur. Mazide kalan rahatsızlıklarından kaynaklanan öfkesini dindirmeyi düşünür. İnsanları hakka davet edici risalet görevini üstlenen kimse, kendisini hazırdaki durumu düşünmekten alıkoyan gerici değildir. Bilakis böyleleri gelecek için hazırlık yapmaya çalışır.
Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.)´i, Rabbi en güzel bir şekilde terbiye etmişti. En büyük hidayet yolunu ve en kuvvetli risalet yükünü omuzlaması için Rabbi onu yaratmıştı. Onu güzel bir ahlak ile terbiye etmişti. Gönlü her zaman Cenab-ı Allah´ın kendisi için hazırlamış olduğu hak davetini omuzlamaya hazırdı. Kendini bu yola adamıştı. Kalbinde sakladığı bir kini yoktu. Risalet görevini en mükemmel bir şekilde tebliğ etmeye kendini vermiş; bunu kendi nefsi için kaçınılmaz bir görev bilmişti. Kin ve öfke, ruhunu meşgul etmemişti. Kalbi, düşmanca duygularla dolmamıştı. Göğüslere ve kalplere takılan kin dikenleri, insanı çalışmaktan ve salih amel işlemekten alıkoyar; insanlarla onların bağlantısını bozar, aralarına düşmanlık fikirlerini yerleştirir. Oysa Allah´ın peygamberi, kinle meşgul olmaktan çok daha yüksek mevkilerde bulunmaktaydı.
Allah tarafından risaletle görevlendirilmeden önce Peygamber Efendimiz işte bu vasıfta ve bu konumda idi. Bütün hayatı boyunca cahili kinle uğraşmadığı bilinmektedir. Düşmanca duyguları etrafa saçmamıştır. Aksine o risaletinin son zamanlarında da tam bir müsamaha ve affı ilan ediyordu. Peygamberlere yakışan güçlü bir azimle şöyle diyordu:
“Bilesiniz ki cahiliyetten kalma kan davaları kaldırılmıştır, ilk kaldırdığım kan davası, amcam Abdulmuttalib oğlu Haris´ir, kan davasıdır ´
Bi´setten sonra da kin ve düşmanlığa meydan verecek açıkları kapatmaya son derece özen gösteriyordu. Halk arasında koğucu-luğu, -doğru da olsa- laf gezdirmeyi yasaklayarak bu amacını gerçekleştirmişti. Sahih hadisde sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Hiçbiriniz, başka birinizin söylediğini bana ulaştırmasın. Ben selim bir kalple aranıza çıkmak istiyorum. ” [1]
Son derece affedici ve müsamahakar olduğundan, böyle olmayı sevdiğinden dolayı kendisini ilgilendiren bir haksızlık ve saygısızlık karşısında hiç kimseyi kınamamıştır. Resulüllah (s.a.v.)´in hizmetkarı Enes bin Malik konuyla ilgili olarak şöyle der:
“Allah´a andolsun ki Resulüllah, yaptığım hiçbir şey içinniçin böyle yaptın, yapmadığım birşey için de niçin böyle yapmadın dememiştir.”
Yine sefer ve hazar halinde ona hizmet etmiş olan Enes (r.a.) şöyle der:
“Resulüllah (s.a.v.), insanların en güzel ahlaklısı idi. Bir iş için beni bir yere göndermek istedi. Ben de gitmem dedim. Ama kalbimde, Resulüllah´m emretmiş olduğu yere gitme düşüncesi vardı. Dışarı çıktım; pazarda oyun oynamakta olan çocukların yanına vardım. Bir de baktım ki Resulüllah (s.a.v.), arka taraftan gelip kafamı tutmuş, kendisine baktığımda gülüyordu ve “Ey Enes-cik, sana emrettiğim yere gittin mi ” diye sordu. Ben de “Evet gidiyorum Ya Resulüllah” diye cevap verdim.”
Bunun üzerine Resulüllah (s.a.v.)´in hizmetkarı Enes, kendisine emredilen işi yapmak üzere yoluna devam edip gitti. [2]
Peygamber efendimizin nübüvvet haberleri arasında şüphesiz bu haber, küçük görünmektedir. Ama mana bakımından büyüktür. Bu haberde Peygamber efendimizin müsamahakarlığı ve ahlaki yüceliği görünmektedir.
1. Kendisine karşı inatçılık eden hizmetçisini affedip asiliğini müsamahayla karşılamıştır. Zahiren emrini reddeden Enes´i kınamamış ve azarlamamıştır. Bu asiliği nedeniyle onu sorgulama-mış, bilakis onu kendi takdiriyle başbaşa bırakmıştır. Bu işi kendi rızasıyla yapmasını beklemiştir.
2. Güzel af ve müsamahakarlığının, Enes´in gönlünde ne gibi sonuçlar doğurduğunu öğrenmek için, Enes´in peşine düşerek onu izlemiştir. Müsamaha ve toleransı ile Peygamber Efendimiz gönülleri bir güneş gibi aydınlatmıştır. İnsanları zorlamadan, sıkıştırmadan öfke ve gazapla kalplerini kilitlemeden, onlara kardeşçe davranmıştır.
3. Emrine karşı gelen Enes´e öfkelenmemekle yetinmemiş, aynı zamanda kendisiyle şakalaşmış ve kafasını avucuyla tutmuş; sonra da şakalaşarak ey “Enescik” diye seslenmiştir. “Enescik” diyerek onu nazlandırmak istemiştir. Halbuki Enes kendisine karşı gelmiş ve buyruğunu reddetmişti.
Sonra da müsamaha ve affın; zahiri davranışlardan yola çıkarak sorguya çekilmekten vazgeçmenin zaferini ilan edercesine şöyle demiş:” Sana emrettiğim yere gittin mi ”
Bu nübüvvetin olgunluğunu ve yolunu kaybedip ürkmüş nefisleri hakka davet eden peygamberi ahlakın yüceliğidir. Görüldüğü gibi af ve müsamaha ile insanlara yaklaşarak ünsiyet peyda etmiştir.
Yine aynı Enes şöyle diyor: “Peygamber Efendimizle birlikte yolda yürümekteydim. Üzerinde kaba astarlı bir aba vardı. Arabi-nin biri onu yakalayarak abasının ucunu tutup şiddetle çekti. Arabi abasını çekmekte iken ben Resulüllah´ın omuzuna baktım. Abanın yaka kısmı omuzunu kızartmıştı. Sonra Arabi şöyle dedi: “Ey Muhammedi Adamlarına emret de senin yanında bulunan Allah ´m malından bana versinler.” Peygamber Efendimiz arabiye dönüp gülmeye başladı. Sonra da ona yardımda bulunmaları içiı ilgililere emir verdi.”
Peygamber efendimizin bu af ve müsamahakarlığı bi´setinden önce de vardı. Şahsına şiddetli eziyet verdikleri zaman da böyle davranırdı. Kureyş´in şiddetli baskı ve eziyetlerine karşı yumuşak sözlerle karşılık verirdi. Eziyete karşı müsamahakarlıkla karşılıkta bulunurdu. Bu hali ile Cenab-ı Allah onun vasıtasıyla dilediği kullarını hidayete erdiriyordu. Eğer af ve müsamahakarlığı esas olmasaydı, Lut peygamberin dilediği gibi kavmine bela ve musibet gelmesini Allah´tan isterdi. Nuh (a.s.) rabbine şöyle niyazda bulunmuştu:
“Rabbim, yeryüzünde kafirlerden tek kişi bırakma. Çünkü sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar ve yalnız ahlaksız ve nankör (insanlar) doğururlar.” {Nuh 26-27)
Fakat Cenab-ı Allah peygamberlerin bazısını bazısına üstün kılmıştır. Her ümmetin bir peygamberi vardır. Bu peygamberlerin ahlakı, ümmetini hidayete ve doğruluğa iletmeye elverişli bir ahlak olmalıdır.
Rivayet olunduğuna göre Kureyşliler peygamber efendimizi yalanlayıp ona aşın derecede eziyet verdiklerinde Taife giderek Sa-kif kabilesine sığınmıştı. Fakat Sakif kabilesinin Önde gelen adamlan, ayak takımlarını kışkırtarak Peygamber efendimize saldırt-mışlardı. O esnada Cebrail (a.s.) gelerek kendisine şöyle demişti: “Doğrusu Cenab-ı Allah kavminin sana karşı cephe alışını ve sana kötülükle mukabelede bulunuşunu görüp işitmiştir. Bunun için de dağların meleğine, senin emrine girmesi için buyruk vermiştir.”
Bunun üzerine dağların meleği Peygamber efendimize seslenerek: “Dilediğin gibi bana emir ver, dilersen Ahşebeyn (Mekke-i Mü-kerreme´yi çevreleyen iki dağ) dağlarını kaldırır, bu kavmin üzerine bırakırım”
Ali cenab ve müsamahakar Peygamberimiz Cenab-ı Allah´a şöyle dua etmiştir: “Allah´ım milletimi bağışla. Çünkü onlar bilmiyorlar. ”
îbn El-Münkedir´in anlattığına göre Cebrail (a.s.), Peygamber (sav)´e şöyle demiştir: “Doğrusu yüce Allah göklerle yere ve dağlara, sana itaat etmeleri için emir vermiştir.”
Peygamber efendimiz: “Belki Cenab-ı Allah tevbelerini kabul eder umuduyla onlara beddua etmeyi erteleyeceğim” demişti.
Peygamber efendimizin af ve Özverisi, kendisine eziyet eden, kendisiyle savaşan, her türlü baskı ve işkence yöntemini kullanan ve çeşitli tuzaklar kuran kavmini affederken görülmüştür. Zalim ve işkenceci kavmine karşı kuvvetli bir zafer elde ettiğinde onları bağışlamıştı. Cenab-ı Allah´ın başarılı kılması sonunda Mekke-i Mükerreme´yi fethettiğinde Kureyş topluluğuna seslenmişti. Kendileri muzaffer olsalardı, şahsına ve müminlere karşı neler yapacaklarını düşünmemiş, aksine kendisi gibi yüce bir şahsiyetin onlara nasıl davranması gerektiğini ve gönüllerini hoş tutup kalplerindeki kini gidermek için nasıl muamelede bulunmasının icab ettiğini düşünmüştü. Bu düşünce içinde yeri gelmiş bir dostluk havasına bürünerek onlara şöyle demişti: “Size ne yapacağımı sanıyorsunuz ” Onlar da: “Şerefli ve alicenap bir kardeş şerefli ve alicenap kardeş oğlu! Senden sadece hayır yapacağını bekliyoruz” demişlerdi. Bunun üzerine kendisi de şöyle demişti: “Kardeşim Yusuf un, kardeşlerine dediğini size söylüyorum: Bugün size kınama yok, Allah sizi bağışlar; o merhametlilerin merhametlisi-dir! Gidin bakalım artık serbestsiniz.”
Islamiyette yeni bir dönemi karşılamak için bu sözüyle gönül-lerdeki kin ve düşmanlıkları sona erdirmiş, düşmanca duyguları kulak ardı etmişti.
Hak yoluna davet eden kimsenin, nefsini iki şeyden arındırması gerekir:
1. Daha önceleri insanların kendisine yaptıları eziyetlerden haksızlık ve kötülüklerden doğan acı ve kederleri kalbinden çıkarıp atmalıdır. Onlara kötülükle mukabelede bulunmamalı, kalbini intikam duygularıyla doldurmamalıdır. Haklı da olsa, elden alınmış bir hakkı geri almak için de olsa, öc alma duygusunu gönlüne yerleştirmemelidir. Bunun çaresi de, insanın geçmişteki kötülükleri unutması ve düşmanlarına müsamahayla karşılık vermesidir. Unutmanın yegane yolu budur. Geçmişteki kötülükleri affetmek, kurtuluşa davet eden, hakka çağıran kimseyi güçlendirir.
2. Hak davetçisi bencillikten uzak durmalı, kendini düşünmemelidir. Bu da başkalarını kendi şahsına tercih etmesini gerektirir. Davetini yaptığı inanç uğruna kendini feda etmesini icap ettirir. Bencillikten kalbi temizlemek, ancak batıla yol açmayacak şekilde haklardan feragat etmek ve başkalarının hukukuna boyun eğmekle mümkün olur. Bunu yaparken de umumun hakkını savunmaktan vazgeçilmemelidir. Davetçi, kendi kişisel hakkını unutur, hatta şahsıyla ilgili hakları önemsemeyip ihmal eder, ama umumun hukukunu çiğnetmez. Davetinin icaplarını gözardı etmez. Umumun haklarını korumaya kendini verebilmek için, kendi haklarından fedakarlık edip özveride bulunur.
Hak davetçisinin ve insanlar arasında haktan yana olan kimselerin bu nitelikte olması gerektiğine göre, alemlerin rabbi tarafından elçi olarak gönderilen şahsın nasıl olması gerekir O kendi hukukunu unutur, şahsına yapılan tecavüzleri bağışlar, ama insanların hukukunu hatırında tutardı. Umumun haklarının bir bölümünün dahi çiğnenmesine müsaade etmezdi. Müminlerin annesi Aişe (r.a.), Peygamber efendimizin vasıflarını anlatırken şöyle demiştir: “Kötü söz söylemez, kaba davranmaz, gürültü çıkarmaz, çarşı pazarlarda bağırıp çağırmazdı. Kötülüğe kötülükle mukabelede bulunmaz, bilakis affedip bağışlardı.”
Özetle Peygamber efendimiz hep hayrı taşımıştır. Nefsini, başkalarına tecavüzde bulunmaya yönelten şeylerden uzak tutardı. Hep faydalı olmuştu. Allah rızası için olmadıkça, kimseye karşı tiksintisini belirtmez, öfkelenmez ve buğz etmezdi.
——————————————————————————–
[1] İbn Kesir, el-Bidaye Ve´n-Nihaye, c. 6, s, 38.
[2] İbn Kesir, el-Bidaye Ve´n-Nihaye, c. 6, s, 38.
Hayası
Haya, insanın sahip olduğu manevi bir sıfattır. Eseri insanın davranış ve eylemlerinde görülür. Hayâlı kişi, insanların nefretini mucib davranışlarda bulunmaz. Alışkın olmadıkları işleri yapmaz. Fazilete aykırı hareketlerde bulunmaz ve kötü sözler söylemez. Rezilce işleri alenen yapmaz; insanların kabulle karşılamadıkları işlere girişmez. Günaha sebep olmadıkça toplumun gönlünü hoş edecek işlerde bulunur.
Şunu da belirtelim ki haya ile karıştırılan veya ilk görüldüğü anda haya ile çeliştiği zannedilen başka bir sıfat da vardır. Bazı kimseler hayanın nefsi zaafîyet olduğunu ve haya nedeniyle susmanın bir nevi riya ve gösteriş olduğunu zannetmişlerdir ki, bu yanlıştır. Çünkü gerçek haya zaaf değildir. Zaaftan da kaynaklanmaz. Aksine olgunluktan kaynaklanır. Çünkü hayâlı kimse, ancak olgun ve kamil davranışlarda bulunarak insanlara görünmek ister. Yine asıl itibarıyla rezil işlerin kendisinden çıkmamasına özen gösterir. Bu, bir zaaf değildir. Aksine toplumu çözüntü ve sosyal bağlardan kopup, insani rabıtalarla ilişkiyi kesme noktasına getirecek olan kirlerden ve pisliklerden arındırmaktır.
Cesaret ile haya bir arada bulunurlar. Hatta bunların bir arada bulunması, kişinin olgunluğun zirvesine ulaştığını gösterir. Yeri gelince hak sözü söylemek, haya ile uyum sağlar. Hak sözü gerektiğinde söylemeyip sükut ile geçiştirmek, haya sayılmaz. Bilakis bu, boyun eğmektir. Haya, faziletleri korumaktır. Rezilliklerin ortaya çıkmaması için gerekli baskıyı yapmaktır. Hayanın, doğru sözü ve hakkı söyleme hususunda cesarete etkisi olduğuna göre o, hakka davet edici kimseyi, şiddete başvurmadan yumuşaklıkla konuşmaya yöneltir. Bu, sertçe konuşmaktan daha uygun ve daha tesirlidir. İnsanları doğru yola daha çok iletir. Eğer hak, yüksek sesle ve alenen konuşmayı gerektiriyorsa, bu kuvvet vasfını alır ki, haya buna engel değildir.
Hiç kimse, hayanın riya ve gösteriş olduğunu zannetmesin. Haya, sadece hakkı söylemeyi gerektirir. Hakkı örtbas etmemeyi icap ettirir. Batıla göz yummayı gerektirmez. Haya, sahibini hakkı öne sürme imkamna eriştirir. Böyleleri işi sağlamca ele alarak hakkı savunurlar. Fakat davalarım, kabalığa yönelmeden, yumuşak bir üslupla dile getirirler.
Kadi İyaz, “Şifa” adlı eserinde hayanın açıklamasını yaparken şöyle der
“Haya ve kötülükleri görmeme sıfatına gelince, şunu deriz ki: Haya, insamn yüzünü örten bir perdedir. Hoşlanılmayan bir iş yapıldığında bu duygu belirir. Ya da yapılmaması yapılmasından daha hayırlı olan bir durumla karşılaşıldığında bu duygu belirir. Kötülükleri görmeme vasfına gelince bu, insanın kendi tabiatı icabı olarak hoşlanmadığı şeyleri görmezden gelmesi demektir. Peygamber (s.a.v.) efendimiz insanların en hayâlısı idi. Onların bilinmemesi gereken taraflarını görmezden gelirdi. Yüce Allah buyurmuştur ki: “Bu (hareketiniz) Peygambere eziyet ediyor. Fakat o (size bunu söylemekten) utanıyordu. Amma Allah hak (ki söylemek)ten utanmaz .” (Ahzap53)
Ebu Said El Hudri (r.a.)´den rivayet:
“Resulüllah (s.a.v.), örtüsü içindeki bakire kızdan daha hayâlı idi.” [1]
Peygamber efendimizin hayası, genel hal ve hareketlerinde görülürdü. Bütün davranış ve hareketlerinde hayâlı olduğunu ispatlayan bazı davranışlarını örnek göstereceğiz:
a. Fazla cömert olduğundan dolayı bazı sahabileri onun evine giderek yemek yerler, sonra da konuşmaya dalarlardı. Bu da Peygamber (s.a.v.) efendimize eziyet veriyor, onu rahatsız ediyordu. Evi içinde ızdırap çekiyordu. Aynı zamanda hane halkı da bu durumlardan rahatsız oluyorlardı. Ama kendisi, sahabilerine evden çıkmalarını söylemeye utanıyor, ya da bu hususta onlara herhangi bir işaret vermekten çekiniyordu. Nihayet Cenab-ı Allah, bu hususta mü´minleri terbiye etmeyi üstlendi. Resulünü hayatının yasalarına aykırı davranmaktan affedip şöyle buyurdu:
“Ey inananlar, yemeğe çağrılmadan peygamberin evlerine girmeyin (şayet yemek haricinden size izin verilmiş de girmişseniz) yemek vaktini gözetlemeyin (yemek gelsin diye oturup durmayın). (Yemeğe) davet edildiğiniz zaman girin; yemeği yiyince dağdın. (Birbirinizle veya ev halkıyla) söze dalmayın. Çünkü bu (hareketiniz) Peygambere eziyet ediyor. Fakat o (size bunu söylemekten)-utanıyordu. Ama Allah, hak(kı sÖylemek)ten utanmaz. Onlardan, (yani peygamberin hanımlarından) birşey istediğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, hem sizin kalpleriniz, hem de onların kalpleri için daha temizdir. Sizin, Allah´ın Resulüne eziyet etmeniz ve kendisinden sonra onun eşlerini nikahlamanız asla olamaz. ” (Ahzap 53)
b. Onun hayâlı davranışlarından biri de şöyleydi: Bir hakkın zayi edilmesi durumunda haksızı karşısına almazdı. Bilakis bir kimsenin, hoşlanmadığı bir işi yaptığını haber aldığında onu karşısına alıp da niçin şer1 an caiz olmayan bu işi yaptın demez, ancak şu yolu izlerdi: Topluma hitap ederek şöyle derdi: “Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle yapıyorlar, veya böyle diyorlar .” Bu hitaptan sonra halkın umumunu, hoşlanmadığı o işi yapmaktan sa-kındırırdı. Ama duyduğu o kötü fiili işleyen kimsenin adından söz etmezdi. Çok hayâlı olduğundan dolayı umumi olarak yasaktan bahseder, yasaklanmış bir davranışta bulunan kimsenin ismini açıklamazdı. Protestosunu kapsamlı ve genele yöneltirdi. İstenmeyen bir davranışta bulunması muhtemel herkese genel hitapta bulunurdu. Şunu da belirtelim ki işlenen çirkin fiil, şahsını ilgilendirdiğinde kimseyi kmamazdı. Protestosunu, sadece suç işleyen kişiye yöneltmeden genel ifadelerle yapardı. Bütün bunlarla birlikte o, her işini hikmetlice yapardı. Çünkü suç işleyen kimseyi karşısına alıp onu kınayacak olsaydı, suçlu eziklik duyar ve perişan olurdu. Belki de suçluyu defalarca kınamak ve ayıplamak, onun, suçu tekrarlamasına ve sürekli suç işlemesine neden olurdu. Ayrıca suçluyu azarlayıp rezil etmek, ona karşı şeytana yardımcı olmak demekti. Nitekim Peygamber (s.a.v.) efendimiz, içki içen bir kimseyi cezalandıran sahabilerin, suçluya “Allah seni rezil etsin” dediklerini duyduğunda şöyle demişti: “Suçluya karşı şeytana yardım etmeyin!”
c. Peygamber efendimiz nadir görülen suçlardan birinin işlendiğini haber aldığında, suçluyu karşısına alıp onu suçtan sakın-dırmazdı. Aksine, onu engellemeleri için ashabına teşvikte bulunurdu. Bir defasında, üzerinde safran beyazıyla boyalı süslü ve bakanların gözlerini kamaştıran bir elbiseyi giymiş olan biri yanına geldi. Elbisenin olgun kimselere yakışmayan bir giysi olduğunu gördüğü halde onu, bu elbiseyi giymekten alıkoymamıştı. Ancak adam yanından çıkıp gittikten sonra, sahabilerin bazılarına, onu bu elbiseyi giymekten men etmelerini emretmişti. Çünkü Peygamber efendimizin o adamı, söz konusu elbiseyi giymekten menetmesine öncelikle hayası mani olmuştu. İkinci olarak da yaptığı kötü işi ilan etmenin adama ağır geleceğini hissettiğinden onu uyarmamıştı. Üçüncü olarak da o elbiseyi giymekten sakın-dırmakla, adamın toplum içinde eziklik duyacağını düşünmüştü. Bu nedenle bu adamı kendisi men etmemiş, sakındırmaları için sahabilerini görevlendirmişti.
d. Peygamber efendimizin hayâlı ve insanlara karşı latif, sevecen olduğunu gösteren davranışlarından biri de şu idi: Bir adamla karşılaşıp konuştuğunda profilden değil, vücudunun tamamı ile yönelerek konuşurdu. Adam sözünü bitirmeden ve çekip gitmeden kendisi gitmezdi.
Peygamber efendimizin hizmetçisi Enes (r.a.)´den rivayet olunduğuna göre Peygamber efendimiz, biriyle karşılaştığında, muhatabının konuşmasını bitirmesinden önce kimse ayrılmazdı.
Yine Enes´in rivayet ettiğine göre bir şahıs kendisiyle tokalaş-tığı veya kendisi başka biriyle tokalaştığı zaman karşı taraftaki şahıs elini çekmeden kendisi çekmezdi. Adamın biri kendisine sır vermek istediği zaman eğilir, kulağını onun ağzına yaklaştırırdı. Adam konuştuğu süre içinde başını eğik tutardı.
Biri çıkıp da diyebilir ki: Peygamber efendimizin hayası ve insani nitelikleri davetini yapma hususunda kendisine kolaylık sağlamış mıdır Yoksa bu nitelikleri şahsi bir özelliği olup hak daveti ve risalet tebliği ile bir ilgili yoktu, denilebilir mi
Buna cevaben deıiz ki: Davetçinin ahlakı, insanları yapılan davetin alanına çeker. Eğer davetçi kötü huylu, kavgacı ve gürültücü olursa, insanlar kendisinden nefret ederler. Davetine de icabet etmezler. Ancak davetin rengiyle değil de özüyle ilgilenen yalın hak aşıkları, bu gibi şeylere aldırmayarak davetine icabet ederler.
Güzel ahlak, kişioğlunun ilgisini çektiğine ve onu doğruluğa yönelttiğine göre ruhsal ilginin konusu olan ahlakın en güçlü yansıması en güçlü ahlaktır. Haya, sahibini öyle erdemli kılar ki, hoşa gitmeyen şeylerle insanların karşısına çıkmaz. Aksine alışkın oldukları şeylerle karşılarına çıkar ki, bilinçaltı bir tepkiye yol açmasınlar ve haktan uzaklaşmasmlar. Eğer davetçi kaba davranıp sert ve kötü konuşursa, davetine köstek olur. Ondaki istiskal ve ağırdan alma, davetinin reddedilmesine neden olur. Haya ile birlikte yumuşak huyluluğun olması, zaaftan değildir. Bu bilakis insanın hak üzerindeki kuvvetinden kaynaklanır. Bu niteliklere sahip olan kimselerin davetleri kolayca mesafe kateder ve insanların gönüllerinde yer tutar. Peygamber efendimizin evsafım anlatan Ebu Talib oğlu Ali (r.a.), şöyle demiştir: “Peygamber efendimiz insanların en geniş yüreklisi idi. En doğru lehçeyi konuşandı. Yumuşak huylu ve güzel geçindi idi.”
Peygamber efendimizde güzel ahlak ile hayanın ve hakka tutunmanın bir arada bulunması, onu, insanları hak hususunda güzellikle uyarmaktan alıkoymamıştır. Bu sayede o, kalplere nüfuz etmiş ve amacına ulaşmıştır.
Onunla bir arada yaşamış olan sahabilerden Ibn Cübeyr, onda haya, terbiye ve hoş sohbetin bir arada bulunduğunu isbatlayan bir kıssa nakletmektedir. Şöyle ki: “Resulüllah (s.a.v.)´le birlikte ´Merrüzzahr´ denilen yere vardık. Ben bahçemden çıkmıştım. Bir de baktım ki, kadınlar toplanmış, sohbet ediyorlar. Hoşuma gittiler. Eve döndüm. Dolaptan süslü bir elbise çıkarıp giydim. Sonra da kadınların yanına varıp oturdum. O esnada Resulüllah (s.a. v.) de kubbesinden (evinden) çıkıp yanıma geldi ve ey Ebu Ab-dillah, ne diye kadınların yanında oturuyorsun diye sordu ve çekip gitti. Ben de peşine düşüp dedim ki: Ya Resulüllah, benim serkeşlik edip kaçan bir devem var, ona bir bağ arıyorum.”
Ben böyle dedikten sonra Resulüllah (s.a.v.) çekip yoluna gitti. Ben de peşine düştüm. Nihayet abasını çıkarıp helaya girdi. Def-i hacette bulunduktan sonra çıkıp abdest aldı ve yanıma geldi. Bana “Ey Eba Abdillah! Serkeşlik eden deveni ne yaptın ” dedi Sonra birbirimizden ayrılarak yolumuza gittik. Daha sonra nerede karşılaşırsak bana mutlaka şöyle derdi: “Selam sana ey Eba Abdillah! Serkeşlik edip kaçan deven ne yaptı ”
Ben acele ile Medine´ye gittim. Fakat mescidden ve Resulül-lah´ın yanında oturmaktan uzak durdum. Uzun bir süre sonra mescidin tenhalaşacağı saati gözledim. Mescid tenhalaşınca içeri girip namaz kılmaya başladım. O esnada Resulüllah (s.a.v.) evinin odalarından birinden çıkıp bana doğru geldi, iki kısa rekat namaz kıldıktan sonra yanıma gelip oturdu. Ben de yanımdan kalkıp gider ve beni bırakır umuduyla namazı uzattıkça uzattım. Peygamber efendimiz bu durumu görünce şöyle dedi: “Ey Eba Abdillah! Sen namazı dilediğin kadar uzat, sen buradan gitmedikçe ben buradan gidecek değilim.” Ben kendi kendime dedim ki: “Allah´a andolsun ki Resulüllah (s.a.v.) den özür dileyecek ve onun gönlünü serinleteceğim.” Namazı tamamladıktan sonra peygamber efendimiz bana şöyle dedi: “Selam sana ey Eba Abdillah! Serkeşlik eden deven ne yaptı ”
Ben de dedim ki: “Ey Allah´ın Resulü! Seni hak din ile gönderen Allah´a yemin olsun ki, ben müslüman olduğumdan beri devem serkeşlik edip kaçmamıştır.” Bunun üzerine Resulüllah (s.a.v.) iki ya da üç kez bana: “Allah sana rahmet etsin” dedi ve ondan sonra da artık bana takılmadı.[2]
Değerli okuyucu Peygamber efendimizin, sahabelerini kötü söz söylemeden haya çemberinin ve Muhammedi hidayetin dışına çıkmada nasıl terbiye ettiğini görüyor musun Bir adamın kadınlarla bir arada oturduğunu, onlardan hoşlandığını ve onların hoşuna gitmek için de güzel giysiler giyindiğini görüyor; kadınlar arasında niçin oturduğunu soruyor, o da cevap verirken yalan söylüyor. Bu adam iki hata işlemiş oluyor:
1. Kadınlar arasında oturan adam haya perdesini parçalıyor ve onların arasına giriyor.
2. Sonra da orada oturmasına gerekçe olarak da aslı olmayan birşey söylüyor.
Peygamber efendimiz ona sürekli bir biçimde niçin oturduğunu soruyor ve bu sorusunu ısrarla tekrar ediyordu. Çünkü daha ilk anda kendisine verdiği cevapta yalan bulunduğu vehmine kapılmıştı. Adamın gerçeği söylemediğini sezinlemişti. Bu nedenle mezkur soruyu tekrarlamıştı. Adamın tevbe ve istiğfarda bulunmasını sağlamak için bu soruyu defalarca ona yöneltmişti. Ayrıca söylediği yalandan ötürü de af ve mağfiret dilemesi için şakavari bir halde anılan soruyu ısrarla yöneltmişti. Mizahi bir üslupla yönelttiği bu soruyla aslında onu kınamayı amaçlamıştı. Nihayet adam, işlediği günahı ikrar etmiş, Peygamber efendimize karşı yalan söylediğini itiraf etmişti. İtiraf da tevbe kapılarının ilkidir. Adamın, peygamber efendimizle karşılaşmaktan kaçması da, onun işlediği günahtan ötürü pişman olduğunu göstermektedir.
——————————————————————————–
[1] Kadi Iyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 68.
[2] İbn Cevzi, el-Vefa bi Ahbaril Mustafa, c. 3, s. 449.
Cömertliği
Kendisiyle gururlanma ve övünme amacı güdülmezse cömertlik, elbette ki hayır kapılarından biri olur. Cömert kişi, ihtiyaç sahiplerine yaptığı iyilik ve bağışları başa kakmaz. Yardım dileyenin yardımına, muhtacın ihtiyacına koşar. Allah katındaki sevabı umarak sadaka verir. Bu yaptığı iyiliklere karşılık olarak da insanlardan karşılık ve şükran beslemez. Böyle olunca da cömertlik, toplumsal yönü olan güzel bir ahlak olmaktadır. Toplum bireyleri arasında sevgi bağlarını tesis etmektedir. Hikmet sahipleri, faziletin hikmet, cesaret, iffet ve cömertlikten ibaret dört şey olduğunu söylemişlerdir. Cömertlik, umumi bir erdem olup ancak kendi şahsı üzerinde toplumun haklarını hisseden kimselerde görülür.
Peygamber efendimiz cömertti. Elinde bulunan şeyi kendisi muhtaç olsa bile başkasına verirdi. Mü´minlere, kendileri muhtaç olsalar bile, başkalarım kendi nefislerine tercih etmelerini öğretmişti.
Peygamber efendimizin cönıertliğiyle ilgili olarak İbn Abbas´ın şöyle dediği rivayet edilir: “Hayıryapma hususunda Peygamber efendimiz insanların en cömerdi idi. Özellikle Ramazan ayında, oldukça cömert davranırdı. Cebrail kendisiyle buluştuğunda Peygamber efendimiz, esen rüzgardan daha çok cömert davranırdı.” Cömertlik onun ayrılmaz bir vasfı idi. Cömertliği hep yukarıya doğru yükselir, asla alçalmazdı. Cömertlik derecesi Ramazan ayında daha da artardı. Özellikle Cebrail´in kendisiyle Kur´an müzakere ettiği Ramazan´ın son on gününde cömertlik derecesi daha da yükselirdi. Bi´setinden önce de cömertlik ahlakıyla ah-laklanmıştı. Nitekim bu ahlakı ve bu vasfı bi´setinden sonra da devam etmişti. Sahip olduğu bütün niteliklerin olumlu yanları artmıştı. Hatice (r.a.), ona şöyle demişti: “Sen muhtacı kalkındırır, yoksulu kazandırırsın.”
“Eş-Şifa” adlı kitapta şöyle bir olay nakledilmektedir: “Peygamber efendimiz, Hevazin kabilesine esirlerini iade etmişti. Esirler altı bin civarındaydı. Abbas, kendisine taşınamayacak kadar çok altın vermişti. Abbas´a doksan bin dirhem fidye yükünü yüklemişti. Bu fidyeler bir hasırın üzerine bırakılmış, sonra da Peygamber efendimiz onları müsiümanlara dağıtmıştı.” Peygamber efendimiz, son derece cömert olduğundan dolayı kendisine getirilen ganimetleri müsiümanlara dağıtırdı. Şahsı için fazla bir-şey ayırmaz, kendisine yetecek kadarını alırdı. İhtiyaç içinde bulunan hiçbir kimsenin isteğini geri çevirmez, cömertliğiyle onun ihtiyacım karşılardı. Bütün varını bu uğurda feda etmekten çekinmezdi. Başkalarının ihtiyacını vermek için borç altına girerdi.
İhtiyaç sahiplerinin taleplerini karşılamak için mevcut malı yoksa, borç altına girerdi. Adamın biri, bir ihtiyacını gidermesi için kendisinden bir miktar mal istemişti. Ona “Yanımda birşey yoktur. Ancak benim namıma gidip başkasından birşeyler satın al. Alacaklı yanıma geldiğinde hakkını öderim” demişti.
Hz. Ömer, Peygamber efendimizin, yanında verecek bir malı bulunmadığı zaman ihtiyaç sahiplerinin borçlarını üstlendiğini görmüş ve ona “Ya Resulullah böyle yapmaya Allah seni mecbur etmemiştir. Gücünü aşan işleri yapmakla yükümlü değilsin ” demişti. Rasulüllab, arkadaşı ve veziri Ömer el-Faruk´un böyle deyişinden hoşlanmamıştı. Çünkü o, Cenab-ı Allah´ın kendisine verdiği fıtrat ve karekteri ile kendinin arasına başkalarının girmesini istemiyordu. Çünkü o bu seciye ve karekteri ile diğer kerem ve cömertlik sahiplerinin üstüne yükselmişti. Hz. Ömer´in, peygamber efendimize böyle dediğini gören Ensardan bir adam şöyle demişti: “Ya rasulüllah! Allah yolunda malımı harca. Arşın sahibinin senin malını azaltacağından korkma.” Adamın bu sözleri üzerine Peygamber efendimiz, önce yüzünü ekşitmiş, bilahare tebessüm etmişti. Yüzünü astıktan sonra güler yüzle adama dönerek: “Ben zaten böyle yapmakla emrolunmuşum ” demişti. Bu haberi “Tirmizi” rivayet etmiştir.
Cömertliği, rabbine aşırı derecede güvenmesinden kaynaklanıyordu. Sebeplere sarılmakla birlikte rabbine karşı aşırı bir güven duygusu beslemekteydi. Ayrıca insanları kendine tercih ediyor, bu nedenle cömert davranıyordu. Muhtaç gördüğü herhangi bir kişinin ihtiyacını gidermek için kendini zorluyordu. Onun cömertliği yalın cömertlik türünden değil bir nevi yükümlülük tü-ründendi. O, kendini cömert davranmaya mecbur hissediyordu. Davranışlarıyla, sözünü doğrulayan peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Her kim mal bırakırsa mirasçılarına bırakmıştır. Her kim çoluk çocuk bırakırsa, bana aittir ve onlar benim sorumluluğumda-dır.”
İnsanların malları kendilerine aittir. Ancak vermekle yükümlü oldukları zekatları, kendilerine ait değil de yoksullara aittir. Kendi geçimlerini sağlayamayanlar, peygamberin bakım ve sorumluluğu altındaydılar. O yalnız basma onların yüklerini omuz-luyordu. Çünkü yoksullar Allah´ın bakıp geçindirdiği kimselerdir.
Resulullah da onların yüklerini omuzunda taşıyordu. Hizmetçisi Enes bin Malik, şöyle demiştir: “Resulullah hiç bir şeyi saklayıp biriktirmezdi”
Ebu Hüreyre´den rivayet edildiğine göre adamın biri Peygamber efendimizin yanına gelerek ondan bir şeyler istedi. Peygamber efendimizin yanında ona verecek bir şeyi yoktu. Bunun için de başkasından borç alarak o yoksula verdi.
Peygamber efendimizin cömertliği gittikçe artıyordu. Öyle ki isteyen kimseye elbisesini çıkarıp verdiği de olmuştur. Tabara-ni´nin ibn Ömer´den rivayet ettiğine göre, Peygamber (s.a.v.) efendimiz, elbiseci bir adam görmüş ondan 4 dirheme bir gömlek satın almıştı. Gömleği giyip dükkanın dışına çıktıktan sonra Ensardan bir adamla karşılaşmıştı. Adam: “Ya Rasulüllah bana bir gömlek giydir de Allah sana cennet giysilerinden birini giydirsin” dedi. Adamın bu isteği üzerine Peygamber efendimiz gömleğini çıkarıp ona giydirdi. Sonra dükkan sahibine dönerek, ondan 4 dirheme bir gömlek daha satın aldı. Yanında 2 dirhemi kalmıştı. Azıcık yürüdükten sonra yol kenarında bir cariyenin ağlamakta olduğunu gördü. Ona: “Niçin ağlıyorsun ” diye sorunca cariye şöyle dedi: “Ya Rasulüllah! Sahiplerim bana un satın almam için 2 dirhem para verdi. Fakat paraları kaybettim. Cariyenin ağlayışına dayanamayan Peygamber efendimiz yanında kalan 2 dirhemi çıkarıp ona verdi ve yoluna devam etti. Fakat cariyenin ağlamaya devam ettiğini görünce onu yanına çağırdı ve “Niçin ağlıyorsun İşte 2 dirhemi de benden aldın ” diye sordu. Cariye: “Sahiplerimin beni dövmelerinden korkuyorum” deyince Peygamber efendimiz onu yanına alarak sahiplerine götürdü. Selam verdi. İçeridekiler sesini tanıdılar. Sonra gelip, “Anamız babamız sana feda olsun Ya Rasulüllah, seni buraya kadar yorup getiren sebep nedir ” diye sordular. Peygamber efendimiz, “Şu cariyeyi döveceğinizden korktum da buraya kadar geldim” deyince sahibi “Artık o Allah rızası için serbesttir. Onu alıp götürebilirsin” dedi. Bunun üzerine Peygamber efendimiz de onlara hayır ve cenneti müjdeledi.
Peygamber efendimizin yanında 10 bereketli dirhem vardı. Bu dirhemlerin bereketli olduklarım Peygamber efendimiz şöyle ifade buyurmuştu: “Cenab-ı Allah 10 dirheme bereket kattı. Onun Peygamberine ve Ensardan bir adama birer gömlek giydirdi. Ve bir cariyeyi de hürriyetine kavuşturdu. Kendi kudreti ile bizi rızıklandıran Allah´a hamdederim” [1]
Peygamber (s.a.v.) efendimiz malını Allah yolunda harcar, insanları da mallarım bu uğurda harcamaya teşvik ederdi. Cömert idi. Kendisine rızkım Cenâb-ı Allah´ın vereceğine sonsuz güveni olduğundan dolayı cömert davranırdı. Bilal´a şöyle derdi: “Ey Bilal malını Allah yolunda harca, arşın sahibinin, senin malın, azaltacağından korkma”
Bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurmuştur: “Her sabah iki melek yeryüzüne iner. Bunlardan biri şöyle der: “Allah´ım malını senin yolunda harcayana zenginlik ver.” Diğeri de şöyle der: “Allah´ım cimrilik edenin malını zayi et.”
Peygamber efendimizin bu cömertliği sadece risaletle görevlendirilmesinden sonra olmamıştır. Risaletle görevlendirilmesinden sonra cömert olduğu gibi daha önceleri de cömert idi. Bu konuda ibn Kesir şöyle der: “Peygamber efendimiz bi´setten önce de sonra da; hicretten önce de sonra da yoksulların, öksüzlerin, zayıfların ve düşkünlerin sığınağı olmuştur.”
Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.)´in cömertliği, maldan yüz çeviren, malı istemeyen ya da kendini dünya hayatından soyutlayan kimsenin cömertliği gibi değildi. O, mal geldiği zaman yüz çevirmezdi. Bilâkis helal yollardan mal kazanmak arzusundaydı. Kazancında temizlik vardı. Murdarlık yoktu. Ancak zayıflara, öksüzlere, dullara ve düşkünlere ulaşmak, onların yardımına koşmak için malı bir vasıta olarak görürdü. Kazancını temiz ve güvenilir eliyle onlara ulaştırırdı.
Peygamber efendimiz ticaret yoluyla hem kendisi hem de güvenilir, iffetli ve temiz zevcesi Hatice için kazanç sağlama yolunda, ticari bir muhit olan Mekke´de elde etmiş olduğu çalışma deneyimlerini kullanıyordu. Kazancı, sadece şahsı ve zevcesi için değil, yoksullara düşkünlere ve zayıflara zevcesiyle birlikte yardımda bulunmak için elde ediyordu.
İsa Peygamberin maldan uzak durduğu ve zahidane bir hayat yaşadığı rivayet edilir. O, kazanmak için çaba göstermemiş aksine kazançtan kendini soyutlamıştı. Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.)´e gelince o, hayatla iç içe olmuş, çalışıp çabalamış, ömrünün baharında mal elde etmek için ticaret yapmıştır. Elde ettiği kazancı zayıflara harcamıştır. O bir işçi gibi kendini işe vermiştir. Tabii ki hem İsa´da hem Muhammed´de fazilet ve üstünlükler vardı, ancak Muhammed (s.a.v.)´in zahidliği olumlu idi. Çünkü o mal kazanır, temiz kazanç ile mal elde ederdi. Bu kazancı umuma yarar sağlayan bir kazançtı. Ya ziraatla uğraşır, elde ettiği ürünlerden yararlanırdı, veya elinin emeğiyle kazanç sağlardı ki, böylece toplumsal servetin nemalanmasına katkıda bulunurdu. Yahut yeryüzünün hayır ve bereketlerini bir iklimden diğer iklime ticaret vasıtasıyla aktarırdı. Bunda umuma faydalar vardı. Sonra elde etmiş olduğu kazancı, o cömert insanın elinde kalmazdı. Kazancı başkalarına da sirayet ettirir, diğer insanları da kendi kazancından faydalanırdı. Öyle ise ondaki zahidlik olumlu, emek isteyen ve faal bir zahidlikti.
——————————————————————————–
[1] ibn Kesir, el-Bıdaye Ve´n-Nihaye, c. 6, s. 65.
Şefkat ve Merhameti
Resulüllah (s.a.v.), şefkatli ve merhametli bir insan olarak vasıflandırılmıştır. Şefkat ve merhamet, birbirine yakın anlamlar ifade eden iki kelimedir. Cenab-ı Allah, peygamber efendimizin bu vasfıyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Andolsun, içinizden size öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, müminlere şefkatli, merhametlidir. ” (Tevbe 128)
“(Ey Muhammed), biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik. ” (Enbiyâ 107)
Bu konuyla ilgili olarak yazdığımız bahislerde de kesin olarak açıkladığımız gibi, rahmetin eserleri genel olur. Peygamber efendimiz de buna işarette bulunmuştur. O, insanları rahmete çokça özendirmiştir. Ashabından bazısı şöyle demiştir: “Ey Allah´ın resulü! rahmetten çokça bahsediyorsun. Biz de eşlerimize ve çoluk çocuğumuza merhamet ediyoruz.” Bunun üzerine peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: “Benim istediğim bu değildir. Asıl istediğim şey, bütün topluma merhamet etmenizdir .”
Şefkat ile eşanlamlı olan merhamet, özeî bir konumda bulunurlar. Peygamber efendimizde bütün topluma ve umuma karşı merhamet duygusu bulunduğu gibi özel bir şefkati de vardı. Ancak bu özel şefkati, umuma olan merhameti ile çelişmediği zamanlar varlığını gösterirdi. Peygamber efendimiz Allah´ın takdir ettiği cezayı (had) gerektiren suçu işleyen zalim ve günahkarlara karşı da şefkat gösterirdi. Bu nedenle Cenâb-ı Allah şu uyarıcı buyruğunu vermişti:
“Zina eden kadın ve zina eden erkeğin her birine yüz değnek vurun; Allah´a ve ahiret gününe inanan (insan)lar iseniz Allah´ın dini(ni uyguluma hususu)nda sizi, onlara karşı acıma duygusu tut(up engelle)mesin. Müminlerden bir grup da onlara yapılan azaba şahit olsun.” (Nur2)
Peygamber (s.a.v.) efendimiz çekingen yaratılışlı kimselere merhametle yanaşırdı. Onlara şefkat göstererek dostluk kurar, kendine yakın tutardı. O ürkek ve katı yapıdaki kimseleri kazanmasını bilirdi.
Rivayete göre Arabinin biri Peygamber efendimizin yanma gelip ondan bir şeyler istemiş Peygamberimiz de ona vermişti. Sonra da “Sana yeterince ihsanda bulundum mu ” diye sorunca Arabi: “Hayır, pek iyi bir şey vermedin ” demişti. Arabinin böyle demesine öfkelenen müslümanlar kalkıp onu dövmek istemişlerdi. Peygamber efendimiz, yerlerinde durmalarını işaret ettikten sonra kalkıp evine gitmiş, o Arabiye bir şeyler daha göndermişti. Sonra gelip, “Şimdi sana yeterince iyilikte bulundum mu ” diye sorunca, Arabi şu karşılığı vermişti: “Evet Allah sana, ailene ve aşiretine hayırla mukabelede bulunsun.” Peygamber efendimiz ona demişti ki: “Daha önce dediğini dedin ve ashabımın gönlünde sana karşı kırgınlık meydana geldi. Eğer dilersen şimdi benim yanımda söylediğin sitayişkâr sözlerini onların huzurunda da tekrarla ki, sana karşı kalplerinde meydana gelmiş olan kırgınlık ortadan kalksın.” Arabi, evet diye cevap verdi. Ertesi gün akşam vakti gelip Peygamber efendimizin yanına durdu. Peygamber efendimiz şöyle dedi: “Şu Arabi bizim hakkımızda söylediğini söyledi. Biz de ona fazladan ihsanda bulunduk. Bunun üzerine o iyiliğimizden hoşnut oldu.”
Arabi de şöyle karşılık verdi: “Evet. Allah sana, ailene ve aşiretine hayırla mukabelede bulunsun. ”
Arabinin böyle demesi üzerine Peygamber efendimiz şu açıklamada bulundu: “Benimle şu adamın durumu, devesi ürküp kaçmış olan bir adamın durumuna benzemektedir. Devesini yakalamak için insanlar peşine düşüp kovalarlar. Kovaladıkça da hayvancağız daha da kaçıp uzaklaşır. Sahibi, takibe koyulmuş olan insanlara seslenerek şöyle der: ´Benimle devemin arasından çıkın; ben ona sizden daha merhametliyim ve onun durumunu sizden daha iyi bilmekteyim.´
Adam devesine cepheden yaklaştı ve onu yakalayıp yerdeki süprüntülerin üzerinden kaldırdı. Sonra da yanına getirdi yere çöktürdü yükünü sırtına vurup bağladı sonra da kendisi üzerine binip o insanlara karşı durdu. Ben de eğer bu adamın söylediği sözlerinden ötürü sizinle onu başbaşa bırakmış olsaydım, onu öldürürdünüz. Dolayısıyla o da cehenneme giderdi ,” [1]
Bu hadis, Peygamber efendimizin İslâm davetini ve irşadını yaparken hikmetle davrandığını, insanları hak yola iletirken ürkütmediğini, bilâkis ürkek kimseleri kendine yaklaştırdığını, onları cezalandırmadığını, tam aksine hakka yakın kıldığını, helak etmediğini, farklı yapıdaki insanları akıllıca idare ettiğini, şiddete başvurmadan onları doğru yola yönelttiğini haber vermektedir. Bu hadis-i şerifte peygamber efendimizin tam bir şefkate sahip olduğunu, bu şefkatinin de gönüllere ilaç olduğunu müşahede etmekteyiz. Şiddet hiçbir zaman için çare değildir. Aksine şiddet, kaba davranarak insanları haktan koparmaya ye uzaklaştırmaya yol açarak; kötülükte ısrar etmeye neden olur. İnsanların kötülük çemberinin dışına çıkmalarına engel olur.
Bütün bu yöntemlerde ilâhi risaleti tebliğin kemal noktası açıklanmaktadır. Yöneticinin, idaresi altında bulunan kimseleri nasıl yöneteceği ve onları hak noktasına nasıl getireceği, onları nasıl himaye edeceği Öğretilmektedir.
Peygamber efendimizin şahsi şefkati, kendisiyle ilişki kuran kimseler tarafından muamelelerinde müşahede edilmiştir. O, eşlerine, akrabalarına, uzak yakın bütün taallukatma merhamet ve şefkatle davranırdı. Örneğin amcası Abbas, Bedir gazasında esir düştüğünde uyuyamaz olmuştu. Amcasının iniltisini duyduğunda ağlamaya başlamıştı. Bu meselede birbiriyle çelişen iki durum görülmektedir:
1. Amcası Abbas için elem duymuştu. Çünkü amcası esir düşmüş ve esaretin acılarını tadıyordu. Bundan dolayı ona karşı şiddetli bir şefkat duygusunu hissetmeye başlamıştı. Fazlasıyla üzülüyordu.
2. İnsanlar arasında eşit muameleyi gerektiren adalet. Buna göre aynı mucib sebeplerle karşısına çıkan kimselere eşit muamelede bulunması gerekiyordu. Hem şefkat sebeplerini, hem de adaletin mucib sebeplerini bir kişinin kendinde bir arada bulundurması pek zordur. Ancak bu, Muhammed (s.a.v.) için pek de zor değildi. Peygamber efendimizin hem şefkatli hem de adaletli davrandığı, kendi damadına yönelik uygulamalarında açıkça görülmüştür. Damadı bir gazada esir düşmüştü. Onu, hürriyetine kavuşabilmesi için fidye vermekten affetmemişti. Esirlerini, fidye olmadan serbest bırakmayı kabul etmemişti. Damadı, kendi zevcesi ve Muhammed (s.a.v.)´in kızı Zeyneb´i babasına göndermişti. Zeyneb kendi çeyizi olan bir mücevheri, kocasının kurtuluş fidyesi olarak Peygamber efendimize takdim etmişti. Bu mücevher, Peygamber efendimiz nazarında kadınların en şereflisi ve en kıymetlisi olan Hatice tarafından kızı Zeyneb´e düğün hediyesi olarak verilmişti. Zeyneb, bu mücevheri fidye olarak babasına takdim ederken babasının şefkatli gönlünde merhamet duygusuyla adalet duygusu karşı karşıya geldi. Onun mübarek kalbi bu duyguların etkisi altında kaldı. Kızına karşı son derece şefkatliydi. Bu mücevheri görünce, geçmişteki anıları tazelendi. Bu anılar onun nazarında en vefakâr, en kıymetli, en şefkatli, en aziz kadın olan Hatice´ye aitti. Her ne kadar anıları tazelendi, kızına karşı şefkat duygulan kabardıysa da esirler arasında ayrım yapmadan adaleti tatbik etmesi gerekiyordu. İşte bu noktaya gelindiğinde çok zor bir durumla karşılaşmıştı. Duyguları kuvvetlenmiş, kalbi adalet ve şefkat duygularının etkisi altında kalmıştı. Muhammed (s.a.v.) gönlünde tazelenen anıların çokluğundan ve bunlara karşı görevini de yerine getirmesi gerektiğinden dolayı ağlamaya başladı. Fidyeler üzerinde hak sahibi olan gazilerle mücahitleri huzuruna çağırdı. Ne yapacağını onlara sordu. Görüşlerini aldı. Kendi görüşünü onlara zorla kabul ettirmek istemiyordu. Neticede hak sahibi olan mücahitlerle gaziler, fidye olarak takdim edilen mücevheri sahibesine, yani Zeyneb´e iade etmesini önerdiler.
Bu rivayette Peygamber efendimizin hem babalık şefkatini hem de iyi, temiz, şefkatli ve iffetli zevcesinin anılarını, bunların yanı sıra yapılması gereken adalet görev anlayışını kendinde topladığını müşahede etmekteyiz. Şüphesiz ki babalık şefkati görev ile çelişmez. Şefkati en çok insanlara uyguladığı eşitlikte görülmüştür. Kızı Zeyneb´in oğlunun can çekişmekte olduğunu duyduğunda da şefkat duyguları kabarmıştı. Zeyneb, bu ümmetin peygamberi olan babasına ölmekte olan torununu görmesi için haber göndermişti. Fakat o şefkatli insan, can çekişmekte olan torununu görmeye dayanamayacağını bildiğinden dolayı kızına şu mesajı iletmişti: “Doğrusu, aldığı da verdiği de Allah´a aittir. Her şeyin, onun katında belli bir eceli vardır. Sabredelim ki ibret alalım.”
Fakat Zeyneb, babasının gelip can çekişmekte olan torununu görmesi için ısrar ediyordu. Bu iş için babasına yemin vermişti. Neticede Peygamber efendimiz, beraberindeki sahabilerle birlikte Zeyneb´in evine gelmişlerdi. Çocuğu alıp kucağına koymuş ve çocuk kucağındayken can vermişti. Çocuğun ruhunu teslim ettiğini gören Muhammed (s.a.v.)´in gözlerinden yaşlar boşanmaya başlamıştı. Onun bu halini gören Sa´d bin Ebi Vakkas, “Bu da ne, ya Resulüllah ” diye sorunca, Resulüllah şöyle cevap vermişti: “Bu, Allah´ın dilediği kulunun kalbine yerleştirdiği rahmetidir. Allajı, ancak merhametli kullarına rahmet eder.”
Peygamber efendimizdeki görev yapma sorumluluğu ve şefkati, oğlu İbrahim´in vefatı anında da açıkça müşahede edilmişti. Yaşı ilerlediği halde Cenâb-ı Allah, İbrahim´i ona bağışlamış, sonra da bu emanetini geri almıştı. Peygamber efendimizin bir baba olarak, İbrahim´in vefatında gösterdiği hüznü, başka hiçbir zaman görülmemişti. Çünkü başına gelen bu ağır musibetten dolayı ağlamaya başlamıştı. Üsame bin Zeyd, Muhammed (s.a.v.)´in ağladığını görünce feryad-ı figan etmeye başlamıştı. Onun bu halini gören Peygamber efendimiz yasaklayıcı mahiyette şu ifadelerle onu uyarmıştı: “Ey Üsame! Ağlamak rahmandandır, bağırıp çağırmak şeytandandır!”
Peygamber efendimiz bir yandan ağlıyor, bir yandan da şöyle diyordu: “Ölüm haktır. Gönül hüzünlenecektir. Gözyaşaracaktır. Ey ibrahim! Doğrusu senin bizden ayrılmandan ötürü biz hüzünlenmekteyiz.”
ibrahim´in vefat ettiği günde güneş tutulmuştu. Onu ve babasını sevenler, “Güneş, ibrahim´in vefatından dolayı tutuldu” dediler. Ama vehimlerden uzak ve sahih inancın peygamberi, hüznünü unutarak insanların dikkatini çekmişti. Ya da görev anlayışı hüznünü bastırarak insanlara uyarıda bulunmuştu. Zaten onun durumu hep böyleydi. Kalkıp toplumun huzuruna çıktı ve şu sözleri irâd etti: “Doğrusu Güneş ile Ay, Allah´ın (kudretini isbatla-yan) ayetlerinden iki ayettirler. Ne bir kimsenin ölümü, ne de bir kimsenin yaşaması için tutulmazlar.”
Böyle dedikten sonra imam olup, insanlara Güneş tutulması (Küsuf) namazını kıldırdı.
Abdullah oğlu Muhammed (sav) her zaman için şefkatli, sevecen, merhametli bir kimseydi. Ancak beşerî duyguları hiç bir zaman görevinin üstüne çıkmamıştır. Aksine görevini her şeyin üstünde tutmuştur. Onun, görevini başka her şeye tercih etmesi elbette ki şanına yaraşırdı. Şefkat ve merhameti sadece bazı kimselere özgü değil, aksine herkesi şümulüne alırdı. Bazan öfkelenirse de kızgınlığı, sadece hak ve hakikat içindi. Kalbi her zaman için kötü duygulardan arınmış ve takvalı idi. İnsanlara kötülük yapma düşüncesini taşımazdı. Umumi rahmeti her zaman onu etkisi altında tutardı. Rahîm olan rabbine yalvarıp yakarırken şöyle derdi:
“Allah´ım ben insanlardan biriyim. İnsanların öfkelenişi gibi ben de öfkelenirim. Herhangi bir adama beddua etmiş isem, onu koru ve temizle. Kıyamet gününde onu kendine yakın eyle. ”
Peygamber efendimizin şefkati, hayatının tümünde tezahür etmişti. Aklına bir şey takılan kadının biri, yolda ona yaklaşarak derdini kendisine anlatmaya başlamıştı. O da eğilerek kadının derdini dinlemeye başlamıştı. Kadının gönlüne sükûnet vermişti.
Cariyenin biri efendisi tarafından un satın alması için kendisine verilen parayı düşürüp kaybetmişti. Ağladığım gören peygamber efendimiz, un parasını kendi cebinden ödemişti. Efendilerinin kendisini dövmelerinden korkan cariye ağlıyordu. Peygamber efendimiz onu dayaktan kurtarmak için beraberine alıp efendilerinin evine götürmüştü.
Torunları Hasan ile Hüseyin´den biri, kendisi seccadede iken sırtına çıkıp oturmuştu. Onu rahatsız etmemek için secdesini uzatmıştı. Şefkatli ve merhametli dedesinin sırtından ininceye kadar peygamber efendimiz onu rahatsız etmiyor ve sırtından indirmiyordu.
Ağlamakta olan bir çocuğun sesini duyan Peygamber efendimiz namazını çabuk kılıp selâmını vermişti ki, ağlayan çocuğa merhamet eden biri gitsin de onu sustursun.
Adamın biri çıkıp da şöyle diyebilir: “Peygamber efendimizin şefkatli olduğu herkesçe kabul edilen bir husustur. Ancak onun bu şefkatinin peygamberliği veya mü´minlerin yöneticiliği ile bir bağlantısı var mıydı İsa Peygamberin şefkati, onun -devlet kurucusu olmasa da- ruhaniyetinden kaynaklanıyordu,”
Bu soruya cevaben deriz ki: “İsa peygamber risalet sahibi idi. Bu risalet görevinin gereği olarak, kendilerini hakka davet ettiği kimselere karşı şefkatli ve merhametli olması normaldi. Şefkat, risalet ve davetin gereklerindendir. Şefkatli ve merhametli kimsenin yaptığı davete temiz kalpler, imanlı gönüller icabet ederler. Şu halde insanları, davetçiye çeken şey, kabalık ve katılık değil, merhamet ve şefkattir. Hakka davet eden nefislerin bir kısmını Cenâb-ı Allah, davetçinin iman gücü ve şefkati ile hakikate açar. Yine davet edilen insanların bir kısmının gönüllerinde, hakka icabet etmek için delil ve belgelere ihtiyaç hissederler. Bunlar, burhan ve delil ehlidirler. Peygamberlerle beraber, izhar edecekleri mucizeleri vardır. Öte yandan hakka davet edilenlerin bir kısmının üzerinde de perdeler vardır. Bunlar, hakikate burhan ve gerçekler ile davet edilirler. Bunlara tekrar tekrar davette bulunurlar. Eğer hak ve hakikate karşı tecavüzde bulunurlarsa tuzakları başlarına geçirilir.
Şefkat, yöneticiliğin gereklerindendir. Resulüllah (s.a.v.), yöneticilere, yönetimleri altında bulunan kimselere merhametli ve şefkatli davranmaları çağrısında bulunmuştur. Halka karşı zorba, katı, horlayıcı bir tavırla yaklaşmamalarını Öğütlemiştir. Bununla ilgili olarak da şu duayı yapmıştır:
“Allah´ım! Ümmetimin başında yönetici olarak bulunup da onlara merhamet eden kimseye sen de merhamet et. Ümmetimin başında yönetici olarak bulunup da onlara katı davrananlara sen de katı davran,”
Peygamber efendimizin bu duasını en iyi anlayanlardan biri, Emir ul-Mü1 minin Hattab oğlu Ömer hazretleri olmuştur. O, peygamber efendimizin gösterdiği doğru yoldan yürümüş, onu kendine örnek edinmiştir. Halka karşı şefkatli ve merhametli olduğunu hissetmediği kimseleri yönetici kimseleri yönetici olarak tayin etmemiştir. Ancak gerektiğinde de haddi tatbik eden insanların bu tutumları şefkat ve merhamete aykırı değildir. Çünkü kamuyu ilgilendiren hususlarda şefkat ve merhamete yer yoktur.
Hz. Ömer´in vali tayin etmeyi düşündüğü kimselerden biri Hz. Ömer´in yanına gitmiş, Hz. Ömer´in kendi çocuklarından birini Öpmekte olduğunu görünce şöyle demiş: “Ey mu´mirilerin emiri, çocuğunu mu öpüyorsun ” Onun bu sorusu karşısında Hz. Ömer, “Evet, sen çocuğunu öpmez misin ” diye mukabil bir soru yöneltince, adam hayır diye cevap vermiş. Bu cevabı karşısında Hz. Ömer şöyle demişti: “Ben de seni vali tayin etmeyeceğim! Çünkü çocuğuna merhamet etmeyen kimse halkına hiç merhamet etmez! ”
——————————————————————————–
[1] Kadi lyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 72.
Doğruluğu, Güvenilirliği ve İffeti
Peygamber efendimizin doğru sözlü olduğunu söylemeye gerek yoktur. Aynı şeklide onun güvenilirlik ve iffetinden bahsetmek de fuzulidir. Çünkü o, doğruluğuyla tanınan sadık bir kimseydi. Aklı tekamül ettikten sonra ruhunu teslim edinceye kadar yaşadığı sürece, yalan söylediği asla görülmemiş ve duyulmamıştır.
Yalancılık, Arap büyüklerinin ahlâkından değildi. Akıllarına, ruhlarına, dillerine ve düşüncelerine hükmeden zorba bir hükümdarın bulunmadığı ülkelerde yaşamış olmalarından dolayı elde ettikleri Özgürlük, onları doğru konuşma melekesine sahip kılmıştı. Bir mükafat elde etme umuduyla yağcılık yapan kimse-lerdeki yaltaklanma, onlarda yoktu. Çünkü zorba hükümdarların yönettiği yerlerde yaşayan kimselerde ayrılmaz iki nitelik mevcut olur: Bu niteliklerden biri nifak, diğeri de yalancılıktır. Çünkü nifak, asıl itibarıyla yalandır. Yalansa, nifakın ayrılmaz özellikle-rindendir. Bu nedenle Peygamber (s.a.v.) efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Münafıkın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, Va´det-tiğinde sözünü yerine getirmez; kendisine güvenildiğinde hiyanet eder.”
Araplarda nifak ya da yalancılık görülmemiştir. Ancak meliklerin ya da melikler gibi emirlerle müstebit hükümdarların yönettikleri beldelere komşu mıntıkalarda yaşayan araplarda münafıklık ve yalancılık müşahede edilmiştir. Örneğin Şam´daki Gas-sanilerle Numanlılara yakın mıntıkalarda yaşayan araplarda bu gibi vasıflar görülmüştür. Bu yörelerde yaşayan araplarda münafıklık, yalancılık, yağcılık gibi niteliklerin bulunması normaldi.
Münafıklıkla yalancılığın gerisinde emanete hıyanet de görülürdü.
Tarihi rivayetlerde nakledildiğine göre şirkin lideri Ebu Süf-yan ile Bizans İmparatoru Herakliyus arasında Peygamber efendimizle ve onun şerefli soyuyla ilgili bir konuşma cereyan etmişti. Bu konuşma esnasında Ebu Süfyan, “Muhammed bizim aramızda yüksek soya sahip bir kimsedir. Kendisine tabi olan kimselerden de soy bakımından üstündür” demişti. Ayrıca Ebu Süfyan, Peygamber efendimizin ahlakıyla ilgili sorulara, yalancılığa sapmadan doğru cevaplar vermiş ve Herakliyus´a anlattığı hakikatlerin eserinden öfkelendiği halde şöyle demiştir: “Araplar arasında yalan söylediğime ilişkin bir söylentinin hafızalara yerleşmesinden korkmasaydım, bu hususta mutlaka yalan söylerdim.”
Mekke, Medine araplarıyla sahra ortalarındaki Arapların arasında yalancılığa cevaz verilmediği, bilinen bir husustur. Nifak hasleti de böyleydi. İslâm davetine icabet eden müslümanlar arasında da münafıklığa rastlanmamıştır. Ancak Yahudiler münafıklık etmişlerdir. Yahudilere komşu bulunan Medineli müşrikler de münafıklığa bulaşmışlardır. Müslümanlar güçlenince bunlar münafıklık yapmaya başlamışlardı.
Şu halde Muhammed (s.a.v.)´in, sadık kimseler arasından sadık bir insan olduğunu söylemek garip karşılanmamalıdır. Fakat Peygamber efendimizin doğruluğu, Mekke ve havalisinde yaşayan diğer kimselerin doğruluğundan apayrı idi. Ondaki doğruluk ve sadakat, Cenâb-ı Allah´ın kendisini alemlere rahmet ve resul olarak hazırladığı kimseye yaraşan bir sadakat ve doğruluk idi. Peygamber efendimiz, sadece doğru sözlü değildi. Doğru sözlü olmanın yanı sıra duygu, gönül ve fiil bakımından doğru ve sadık bir kimse idi. Duygu sadakatinden kasıt onun eşyaya ve şahıslara bakarken onları doğru bir şekilde tavsif etmesidir. Görünen dış kısımların arka planındaki gizlilikleri açığa çıkarmasıdır. Sonra nefis ve gönül bakımından doğru oluşuna gelince o, hayrın yerlerini bilir böylece hayır fiiller işlerdi. Şerrin yerlerini de bilir, böylece serden uzak dururdu. O maksat ve heveslerinde, amaç ve gayelerinde doğru bir insandı. Hakikatleri net bir şekilde algılar ve onlara yönelirdi. Bu yönelişinde asla eğriliğe yer yoktu. Onun idraki de müstakim ve doğru idi. Gönül ve vicdan ile ilgili her hususta sadık ve doğruydu.
İmanın esası, amel söz ve izanda ihlaslı olmaktır. îmanın yalanla bir arada bulunduğu asla tasavvur edilemez. Nübüvvetinden sonra kendisine şöyle bir soru yöneltilmişti: “Mü´min korkak olur mu ” Cevaben şöyle buyurmuştu: “Olabilir.”
Yine sorulmuştu: “Mü´min cimri olabilir mi Cevaben: “Cimri olabilir” demiştir.
“Mü´min yalancı olabilir mS” diye sorulunca şu cevabı vermişti: “Mü´min yalancı olamaz”
Çünkü yönelimlerde söz ve davranışlarda yalan ile ihlas, birbirinin zıddı olan iki şey olup bir arada bulunamazlar.
Peygamber efendimizin güvenilirliğine gelince şunu bilmemiz bu*hususta bizim için yeterli olacaktır. Bütün Kureyşliler onun güvenilir bir insan olduğunu görmüş ve tasdik etmişlerdi. Nihayet O´na “el-Emin” (Güvenilir) adım vermişlerdi. O, güvenilirlikle bilinir ve güvenilir insan anlamına gelen “el-Emin” adıyla çağrılırdı. Doğrusu güvenirlik ile sadakat, birbirinden ayrılmayan iki kardeştir. Doğruluk olmadan güvenirlik, güvenirlik olmadan doğruluk mümkün değildir. Doğruluk, bütün erdemlerin insanda bulunmasını gerektirir. Yalan ise, bütün rezilliklerin yuvasıdır.
Peygamber efendimizin iffetine gelince bu, cenâb-ı Allah´ın onu sefahate düşmekten korumasıdır. Şehvetlerle sapıklıkların yam sıra mutlaka her çeşidiyle eğlence ve lehviyatta bulunur. Ce-nab-ı Allah onu, sadece heves ve sapık şehvetlerden korumamıştı. Bunların yanı sıra onu şehvetlere ve heveslere yönelten ön fiillerden ve sebeplerden de korumuştu. Masumane de olsa o´nu heves ve eğlencelere karşı koruma çemberi içine almıştı.
Önce de anlattığımız gibi o genç bir delikanlı iken, çeşitli eğlencelerin düzenlendiği bir ev düğününe gitmeyi arzulamıştı. Fakat oraya yaklaştığında Cenâb-ı Allah o´na ağır bir uyku vermişti. Böylece eğlenceye katılmamıştı. Ertesi sabah güneşin sıcaklığı onu, uykusundan uyandırmıştı. Başka bir gece eğlenceyle karşılaşmamıştı. Neticede Cenâb-ı Allah, onu sefahata düşmekten korumuştu. Böylece evleninceye kadar şehvetlerin tahakkümü ve azıtmış heveslerin hegemonyası altına düşmemişti. Evlenince, helal yoldan şehvetini tatmin etmişti.
Ahde Vefası
Kişinin seciyesi, kendisiyle irtibatı ve güzel arkadaşlığı bulunan kimselerin hukukuna ne kadar riayet ettiğiyle anlaşılır. Seciyeli kimseler, arkadaş hukukuna riayet eder. Dostluk ve arkadaşlık bağlarını asla koparmaz. Dostluk ve arkadaşlıkla ilgili anıları hatırlar ve inkâr etmez.
Vefakârlık, alıcenab insanların vasfıdır. Peygamber efendimizin vefakârlığı kadar Cenâb-ı Allah ona müsamahakâr bir ahlâk bahsetmişti. Hayra inanan bir karekter sahibi olup hayır ehli kimseleri tanırdı ve onların hukukuna riayet ederdi. Peygamber efendimizin arkadaşlarına ve dostlarına karşı vefakâr olduğu, onun temiz siretini okuyanların bakışlarında müşahede edilir. Şöyle ki:
a- Vefakarlığım en açık bir şekilde anlatan lisan, onun mu min-lerin anası Hatice´ye karşı gösterdiği vefakârlıktır. Hatice´nin arkadaşlarını sever; Hatice´nin adı anılınca onu hayırla yadeder ve hep güzelliklerinden bahsederdi. Onun arkadaşlarıyla olan bağlantısını devam ettirirdi. Öyle ki Peygamber efendimizin sevgili zevcesi ve mü´minlerin anası Aişe (r.a.) bu hususta şöyle demiştir: “Hatice´yi kıskandığım kadar hiçbir kadını kıskanmadım. Çünkü Peygamber efendimizin hep ondan bahsettiğini duyardım. Bir koyun kestiğinde onun etini Hatice´nin dostlarına hediye ederdi. Günün birinde Hatice´nin bacısı Peygamber efendimizin yanına girmek için izin istedi. Peygamber efendimiz onu buyur etti. Kadın yanına girdi. Ona güler yüz gösterdi. Ve halini, hatırını sordu. Kadıncağız yanından çıktıktan sonra Peygamber efendimiz bana şöyle dedi: “Bu kadın, Hatice´nin sağlığında da yanımıza gelirdi.´
Güzel ahidlere ve sözlere riayet edip vefakârlık göstermek, kişinin imanına delalet eder. Kâinatın en ulu şahsiyetinin vefakâr olduğunu söylememiz bu hususta yeterlidir. Peygamber efendimizin, insanların en vefalısı olması zorunluydu. İyi ve temiz zevcesi Hatice´ye karşı vefalı olduğunu gösteren Örneklerden biri de şudur: Peygamber efendimiz Hz. Hatice´den çok defa övgüyle söz ettiğinden dolayı bir defasında Hz. Aişe ona şöyle demişti: “O bir acuzeden başka neydi ki Allah sana ondan daha hayırlı (bir kadını) verdi.” Aişe´nin böyle demesi üzerine Peygamber efendimiz şu karşılığı vermişti: “Şunu iyi bil ki Allah ondan daha hayırlı (bir kadını) bana vermedi. İnsanlar beni inkâr ederlerken o bana iman etti. insanlar beni yalanlarken o beni doğruladı, insanlar beni mahrum bırakırken o kendi malıyla bana yardımcı ve destekçi oldu. Başka kadınların vermediği çocukları cenâb-ı Allah onun vasıtasıyla bana nasip etti.”
Peygamber efendimiz Hz. Hatice´yi aşırı derecede sevdiğinden dolayı, Hatice´nin önceki evliliklerinden doğan çocuklarından birini gördüğü zaman ona şefkat ve sevgisini yağdırırdı. Bir defasında Hatice´nin Önceki evliliklerden doğan oğlu Hale´nin sesini duyduğunda odadan dışarı çıkıp sevinç ve ferahla, “Hale, Hale..” diye seslenmiş, onu yanına alıp ikramda bulunmuştu ve çok kıymet vermişti.
b- Peygamber efendimizin vefakârlığını ve dostuklara kıymet verdiğini dostlukları unutmadığını ispatlayan en açık davranışlarından biri de şudur: Ebu Katade´nin rivayet ettiğine göre Peygamber efendimizin yanına Habeş kralı Necaşi tarafından bir heyet gelmişti. Necaşi, daha önceleri Habeşistan´a hicret eden müs-lüman heyeti barındırmış ve onlara ikramda bulunmuştu. Kral Necaşi´nin gelen heyetini Peygamber efendimiz ayakta karşılamış, onlara hizmet etmiş ve ikramlarda bulunmuştu. Sahabiler: “Ya Rasulüllah onlara senin yerine biz hizmet ederiz ” dediklerinde o, vefakâr ve dostlukların kıymetini bilen Peygamber (s.a.v.) efendimiz şöyle cevap vermişti: “Doğrusu bunlar bizim arkadaşlarımıza ikramda bulunmuşlardı. Onlara bizzat mukabelede bulunmak istiyorum.”
Evet Muhammed (s.a.v.) iyiliğe karşı iyilikle mukabelede bulunurdu. Eğer böyle yapmasaydı insanlar arasında kadirşinaslık ve vefakârlık denen hasletler kaybolup giderdi. Peygamber efendimiz insanlara bir nümune-i imtisaldı.
c- Peygamber efendimizin vefakar ve kerem sahibi olduğunu, sevecen, kendisiyle dostluk arkadaşlık gibi irtibatları bulunan kimseleri unutmadığını, aradan uzun zamanlar geçse de hatıraları hafızasında tuttuğunu ispatlayan örnek davranışlarından biri de şudur: Alicenab insan, zayıf da olsa güçlü de olsa, ilişkileri yeni de olsa kendisiyle arkadaşlık edenlerin arkadaşlıklarını unutmaz. Peygamber efendimiz Hevazin kabilesinden müslümanla-rın eline geçen esirler arasında Şeymâ adındaki bir kadına rastlamıştı. Bu kadın, onun süt kardeşiydi. Onu görür görmez tanıdı. Tanıyınca da abasını sırtından çıkarıp yere yaydı ve Şeyma´yı abasının üzerine oturttu. Ona şöyle bir Öneride bulundu: “Eğer istersen Mekke´de benim yanımda kalır, ikram ve sevgi görürsün. Yok eğer bunu istemezsen sana bir miktar yardımda bulunur ve seni kavmine gönderirim.” Peygamber efendimizin bu önerisi üzerine süt kardeşi Şeyma, kavminin yanına gitmeyi tercih ettiğini söyledi. Peygamber efendimiz de onu kavmine gönderdi.
Amr bin Said´den rivayet: Günün birinde Resulüllah (sav) oturmaktayken süt babası yanına gelip oturmak istedi. Peygamber efendimiz üzerindeki giysilerden birini çıkarıp yere yaydı. Süt babası o yaygının üzerine oturdu. Sonra anası geldi, anası için de bir giysisini çıkarıp yere serdi ve o giysinin üzerine oturttu. Sonra süt kardeşi geldi, Peygamber efendimiz kalkıp onu da karşıladı ve önüne oturttu.
d- Peygamber efendimiz, kendisine dostluk gösterisinde bulunan kimselere karşı vefakar davranırdı. Hatta kendisinin doğumu esnasında sevinç gösteren bir cariyeye de ikramda bulunmuştu. Bu cariye Ebu Leheb´e ait olup, ilk doğduğu zamanlarda peygamber efendimizi emzirmişti. Ayrıca peygamber efendimizin doğumu esnasında Ebu Leheb´e giderek bir yeğeninin doğmuş olduğunu müjdeledi. Ebu Leheb de bu müjdesinden dolayı onu azad etmişti. Peygamber efendimiz sürekli olarak o kadınla irtibatta bulunur, ona haber salıp, halini sorar, yardımda bulunurdu. Sağ olduğu sürece o kadından yardımım ve ilgisini kesmememişti. Kadıncağız vefat ettikten sonra peygamber efendimiz onun akrabalarının bulunup bulunmadığım sormuş, hiç bir akrabasının hayatta olmadığını kendisine bildirmişlerdi. Bunun üzerine peygamber efendimizin o kadınla olan irtibatı, ister istemez kesilmiş oldu.
Peygamber efendimizin ahlâki güzelliklerinden biri de onun akrabalarını ziyaret edişi ve akrabalık bağlarını korumasıydı. Akrabaları her ne kadar kendisine yardımcı ve destekçi olmadıysalar da onlara yakın ilgi gösterirdi. Sadece kendisini ziyaret edenleri değil, ziyaret etmeyenleri de ziyaret ederdi. Rivayete göre Peygamber efendimiz bazı akrabalarından bahsederken şöyle buyurmuştur: “Onlar bana yardımcı olmadılar. Yalnız onlar içir bir rahim (akrabalık bağı) vardır ki ben onun ıslaklığıyla ıslana-
(15) Kadİ İyaz. eş-Şifa, c. 18, s. 74-75.