Mekke-i Mükerreme´nin lideri durumundaki Ebu Talib ile, Peygamber efendimizin zevcesi, müzminlerin annesi Hatice´nin vefat ettiği yıla, Peygamber efendimiz hüzün yılı adını vermişti. Hüzün yılında o, iki büyük dostunu ve teselli kaynağını kaybetmişti. Bunların vefatlarından sonra, hısım ve akrabaları içinde, onların yerlerini dolduracak kimse çıkmamıştı. Çünkü bu iki kişi, ondan hiçbir yardım ve desteği esirgemiyorlar, her türlü eziyetlerden koruyorlar, müşriklerin tutumundan dolayı duyduğu teessürleri gidermeye çalışıyorlardı. O, bu iki kişinin varlığıyla sükun ve huzur buluyordu.
Peygamber efendimizin hayatını inceleyenler, Ebu Talib´in, yeğeni Muhammed´e gösterdiği şefkati, hiçbir babanın kendi evladına bile göstermeyeceğini anlar. Ebu Talib, yeğeni Hz. Muhammed´in davetine icabet etmemiş olduğu halde, yine de ona şefkat göstermiş ve onu himaye etmişti. Söylenildiğine göre o, Kureyşliler´in hakaret ve kınamalarından çekindiği için Peygamber efendimizin çağrısına cevap vermemiştir. Şüphesiz Al-lahü Teala bu durumu bilmekteydi. Aslında bütün bu olup bitenler, Muhammedi davete taalluk eden şeylerdi. Belki de Ebu Talib, Peygamber efendimize ve onunla birlikte iman edenlere yapılan eziyetleri hafifletmek için kavminin eski dininde görünmeyi uygun bulmuştu.
Eğer Ebu Talib, Hamza, Ali, Osman ve diğer Abdü Menaf oğulları gibi Muhammedi davete iman etmiş olsaydı, Peygamber efendimizi koruyamaz ve Kureyşliler´in saldırılarını geri püskürtemezdi. Çünkü müslüman olsaydı, Kureyşliler onu da düşmanları arasında görecekler, dolayısıyla onun otoritesine boyun eğmeyeceklerdi. Görünürde müşriklerin dininde idi, ama gerçekte müslüman olup olmadığını ancak yüce Allah bilir. Kalplerde gizli olan şeyleri bilmeye gücümüz yetmediği için, onun mü´min mi, yoksa kafir mi olduğunu bilemiyoruz. Fakat görünüşte o, imana davet edilmiş, ama icabet etmemiştir.
Peygamber efendimiz şu sözüyle, Ebu Talib´in himayesini hayırla yadetmiştir: “Ebu Talib hayattayken Kureyşliler bana eziyet edemediler. Onun vefatından sonra yapmış oldukları eziyetleri, hayatında iken bana yapamamışlardı.”
Mü´minlerin annesi Hatice, işler sarpa sardığı ve kavminden şiddetli muhalefet gördüğü zaman Peygamber efendimiz için huzur ve sükun kaynağı olmuştu. Peygamber efendimiz, kavminin küfür ve düşmanlığının şiddetlendiği zaman, yorgun olarak evine döner, orada´ şefkatli zevcesi Hatice´nin güler yüzüyle karşılaşırdı. Hatice, onu şu sözlerle teselli ederdi: “Andolsun ki, Rabbin seni yalnız bırakmayacak ve perişan etmeyecektir. Çünkü sen, akrabalarını ziyaret eder ve yardıma muhtaç olanlara yardım elini uzatırsın. Zamanın musibetlerine karşı fela-feetzedelere yardımcı olursun. Onların gönüllerini hoşnut eder, sıkıntılarını giderir, mahzun kalplerini sükunete kavuşturursun.”
Hz. Muhammed (sav)´e bağlı olan Hatice´nin bu tatlı ve hikmetli sözleri, zor günler geçiren Peygamber efendimiz için en büyük teselli olurdu. Gerçekten de Hatice onu sükun ve huzura kavuştururdu. Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmuştur:
“Onun ayetlerinden biri de, kaynaşmanız için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koymasıdır.” (Rum: 21)
Hüzün yılı, ravilerin kesin ifadelerine göre hicretten üç yıl Öncedir. Namaz bu yıldan sonra farz kılınmıştır. Çünkü Ebu Talib ile Hatice´nin vefatı Miraç olayından Öncedir. Allahü Tea-la adeta iki sevgili dostunun kaybından dolayı çok üzülen elçisini, Miraç olayı ile teselli etmek istemiştir. Yine bu olayla yüce Peygamberimiz, asıl ve kalıcı dostun yalnızca Allah olduğunu görmüş, sadece O´nun himayesinin kalıcı ve ebedi olduğunu anlamıştır.
Peygamber efendimizin siyerini yazanların bir çoğu Miraç hadisesinin üzerine kudsi şeyler söylemişlerdir. Çünkü bu gece esnasında tevhidle ilgili îslami farizalar -ki bu da namazdır-açıklanmıştı. Bu konuda tbn Kesir, Tarih-i Kebir adlı eserinde şöyle der:
“Beyhaki diyor ki… Hatice ile Ebu Talib, hicretten üç yıl Önce, yani boykottan kurtuludukiarı yıl vefat etmişlerdir. Hatice, Ebu Talib´den otuzbeş gün önce vefat etmiştir. Rivayete göre Zühri şöyle demiştir: ´Hatice, Peygamber efendimizin Medine´ye hicretinden Önce Mekke-i Mükerreme´de vefat etmiştir. Bazıları ise namazın farz kılınmasından önce vefat ettiğini söylemişlerdir. Ben de derim ki, onların bu sözleri, Hatice´nin Miraç gecesinde namazın farz kılınmasından önce vefat etmiş olduğunu gösteriyor. Bizce de en münasip olan, Beyhaki ile diğerlerinin söyledikleri gibi, Ebu Talib ile Hatice´nin Miraç hadisesinden önce vefat etmiş olmalarıdır.”
Ebu Talib´in İmanı
Ebu Talib´in îslam davetinde önemli bir yeri olduğu şüphesizdir ve hiçbir mü´min bu komuda tartışmaz. Çünkü o gerçeği görüyor, o gerçeğin davetçisini himaye ediyor ve İslam´ı savunuyordu. Bu konuda uğradığı b askılara cesaretle göğüs geriyordu. Boykot altında, HaşimoğuUları ve Muttaliboğullarıyla birlikte geçim darlığı çekmeye ve her türlü mahrumiyete katlanmayı göze almıştı. Yüksek bir şerefe sahip olan ve hakkı savunmaktan korkmayan Ebu Talib,, her şeye rağmen görünürde Allah´ın dinine girmemişti. Ama onu savunmaktan da geri durmadı. Ebu Talib´in bunu cahili yet asebiyeti dolayısıyla yaptığında inananlar olduğu gibi, Muhammed (sav)´e olan aşırı sevgisi nedeniyle yaptığına inananlar da vardır. Onu harekete geçiren sadece asebiyet değil, aynı zamanda Peygamber efendimize olan aşırı sevgisi idi.
Burada şöyle bir soru ile karşılaşmaktayız. İslam davetini şirke karşı koruma sınavında başardı olan Ebu Talib, kalbine iman nuru girmeden mi vefat etti
Şii kardeşlerimiz bu soruya karşı Ebu Talib´in imanlı bir kimse olarak vefat ettiğini söylerler. Cenab-ı Allah ona kelime-i tevhidi söylemeyi nasip etmiştir. Şiilerin bu konuda ileri sürdükleri ve Peygamber efendimize isnad ettikleri bazı rivayetleri vardır.
İçlerinde birçok hadis ve fıkıh aliminin bulunduğu ehl-i sünnet ve´1-cemaat ise, Ebu Talib´in müşrik olarak öldüğünü ve cehennemlik olduğunu, ancak Cenab-ı Allah´ın onun cehennemdeki azabını hafifleteceğini savunmuşlardır.
Ehl-i sünnet ve´1-cemaat, Şiiler´in Ebu Talib´in mü´nıin olarak öldüğü şeklindeki görüşlerini reddetmektedirler. Çünkü onlar bunu, Hz. Ali taraftarı oldukları için söylemişlerdir. Müslüman olduğu ve kelime-i şehad et getirdiği konusunda ileri sürdükleri rivayetlerin senetleri do zayıftır. Oysa sahih senetli rivayetler, onun kelinıe-i şehadeti söylemediğini bildirmektedir. Cehennemde fazla eziyet görm eyip bir su kenarında kalacağı konusundaki rivayetler ise Peygamber efendimizin, onun cehennemdeki azabının hafifletilmesi için yaptığı duanın kabulünün sonucudur. Çünkü o, Peygamber efendimize yardımcı ve destek olmuştur.
Yalnız, ölüm döşeğindeki Ebu Talib´le ilgili iki olayı anlatmak yerinde olacaktır:
Sahih hadis kitaplarının naklettiklerine göre Peygamber (sav) efendimiz Ebu Talib´in haftalığından endişeliydi. Kureyşli müşrikler de, onun Ölümünden l endişe duyuyorlardı. Çünkü o hem Peygamber efendimizi himaye ediyor, hem de Kureyşliler için Peygamber efendimizin şi\ layetinin yapılacağı bir makam olarak varlığını sürdürüyordu. Mü´minlere yapılan eziyetlerin hafifletilmesine sebep olacağını umduğu için, Peygamber efendimiz Ebu Talib´in ölümünü ist emiyordu. Muhaddis ve tarihçi îbn Kesir´in “el-Bidaye ve´n-Ni haye” adlı eserinde bu konuda söylediklerine kulak verelim:
*tbn îshak dedi ki: Ebu Talih hastalıktan şikayet etmeye başladı. Kureyşliler onun ağır hasta olduğunu duyunca, birbirlerine şöyle demişlerdi: Hamza ile Ömer´in müslüman oluşuyla birlikte Muhammedi davet kabileler arasında yayıldı. Gelin Ebu Talib´e gidelim ve yeğenine nasihatta bulunması ve onu durdurması için ricada bulunalım. Onların çoğalmasından ve bize üstün gelmelerinden korkuyoruz. Bu hususta emin değiliz.”
îbn tshak´ın rivayetine göre, îbn Abbas şöyle demiştir: “Ku-reyşli müşrikler kendi aralarında böyle konuştuktan sonra Ebu Talib´in yanına gittiler. Onunla konuştular. Onun yanına varanlar, kavmin eşrafı idiler. Utbe bin Rebia, Şeybe bin Re-bia, Amr bin Hişam (Ebu Cehil), Ümeyye bin Halef ve Ebu Süf-yan bin Harb´dan teşekkül eden bu heyet ona şöyle demişlerdi:
“Ey Ebu Talibi Sen büyüğümüz ve ulumuzsun. Hastalandığını görünce endişelenmeye başladık. Yeğenin ile aramızda geçenleri biliyorsun. Onu çağır ve aramızdaki meseleyi hallet. Aramızda hakem ol ve gerginliği ortadan kaldır. Ne o bizim dinimize, ne biz onun dinine ilişmeyelim.”
Bunun üzerine Ebu Talib, Peygamber efendimize haber göndererek yanına çağırttı. Peygamber efendimiz gelince, ona şöyle hitap etti: “Ey kardeşimin oğlu! Bunlar senin kavminin ileri gelenleridirler. Senin için toplanıp gelmişler. Sana vereceklerini verecekler. Senden alacaklarını da alacaklar.” Peygamber efendimiz, uOlur ey amcacığım! Onların benden almalarını istediğim şey, tek bir kelimedir ki, onlar onunla bütün Araplar´a ve Arap olmayanlara hakim olabilirler” dedi. Ebu Cehil de şöyle cevap verdi: “Çok güzel. Andolsun ki, bir değil, on kelime verelim. Sen onu bize söyle.” Peygamber efendimiz: “La ilahe illallah” deyin ve tapmakta olduğunuz putlarınızı ellerinizle kaldırıp atın!” dedi.
Müşrikler, birden ellerini çırptılar ve: “Ey Muhammed! Sen, bunca ilahları bir tek ilah mı yapmak istiyorsun ! Doğrusu senin yaptığın akıl karı değil” dediler ve birbirlerine de: “Vallahi bu adam, size istemediğiniz şeyi veriyor. Gidiniz, Allah, sizinle onun arasında hükmünü verinceye kadar atalarınızın dininde sebat edip direniniz” dediler ve dağılıp gittiler. Ebu Talib de Peygamber efendimize şöyle dedi: “Allah´a andolsun ki, ey kardeşimin oğlu! Sen onlardan fazla bir şey istemedin ve onlara haksızlık etmedin.” Böyle demesi üzerine Peygamber efendimiz onun İslam´a gireceğini ümid etti ve ona şöyle dedi: “Ey amcacığım! Bu kelimeyi sen söyle ki, kıyamet gününde sana şefaat edebileyim.” Ebu Talib, müslüman olmasını Peygamber efendimizin fazlasıyla arzu ettiğini görünce şöyle dedi: “Kardeşimin oğlu! Allah´a yemin olsun ki, sana karşı haksızlık etmeyeceklerinden emin- olsaydım, sana sövmelerinden korkmasay-dım, benden sonra amcalarına kötülük yapmalarından endişe etmeseydim ve Kureyşliler´in, bu kelimeyi korktuğum için söylediğimi zannetmelerinden çekinmeseydim seni sevindirmek için bu kelimeyi söylerdim.”
Ebu Talib´in Ölümü yaklaştığında, Abbas onun dudaklarını hareket ettirdiğini görmüş ve ne söylediğini anlamak için kulağını ağzına yaklaştırıp dinlemiş sonra da Peygamber efendimize de şöyle demişti: “Ey yeğenim! Kardeşim Ebu Talib, söylemesini emrettiğin kelimeyi söyledi!” Resulullah (sav) ise “Ben işitmedim” buyurdu.[1]
Bu rivayet üç noktaya işaret etmektedir:
1- Kureyşliler Ebu Talib´in hayatta kalmasını kendi güvenlikleri için garanti unsuru olarak görüyorlardı. Mekke´nin yaşlısı ve amcası Ebu Talib vasıtasıyla Peygamber efendimize tesir edeceklerini umuyorlardı.
2- Ebu Talib, Peygamber efendimizi aşırı derecede seviyordu. Çünkü o Peygamber sevgisiyle konuşuyordu.
3- Rivayetler, Ebu Talib´in Peygamber efendimizin davetini tasdik ettiğine işaret etmektedirler. Bu da iki açıdan müşahede edilmektedir:
a- Ebu Talib Peygamber efendimize şöyle demişti: “Senin Kureyşliler´den fazla bir şey istemediğini ve onlara haksızlık yapmadığını gördüm.” Yani Peygamber efendimiz, Kureyşli-ler´den makul bir şey istemişti: Kelime-i tevhid´i söylemek.
b- Bu rivayet, Abbas´m da dediği gibi Ebu Talib´in iman kelimesini telaffuz ettiğine işaret etmektedir. Abbas, Ebu Talib´in imanını inkar edenleri reddetmiştir. Şöyle ki:
1- Bu senette belirsizlik vardır. Ravinin kim olduğu ve durumunun ne olduğu bilinmemektedir.
2- îmam Ahmed, bu rivayeti nakletmiş, ama Abbas´m sözlerinden bahsetmemiştir. Tirmizi, Nesei ve îbn Cerir et-Taberi de bu durumdadırlar.
Buhari bu haberin daha sonraki kısmında, Ebu Cehil ile Abdullah bin Ümeyye´nin, Peygamber efendimizin, amcası Ebu Talib´den “La ilahe illallah´´ demesini istediği zaman, bu iki kişinin Ebu Talib´e şöyle dediklerini rivayet eder: “Ey Ebu Talibi Abdülmuttalib´in dininden vaz mı geçiyorsun !” Ebu Talib sonunda: “Ben Abdülmuttalib´in dinindeyim” deyinceye kadar, onlar bu ayıplamalarını devam ettirmişlerdi.
Diğer sahih rivayetlerden de anlaşıldığına göre, Ebu Talib, Peygamber efendimizin çağrısına olumlu cevap vermemiş ve neticede Peygamber (sav) efendimiz ona şöyle demişti: “Ey Amca! Şunu iyi bil ki, Allah tarafından men olunmadıkça senin için istiğfarda bulunacağım.”
Sonuç olarak deriz ki: Burada üç şey sözkohusudur. Bunlardan ikisi gerçekleşmiştir. Üçüncüsünün gerçekleşip gerçekleşmediği ise ihtilaf konusudur:
1- Ebu Talib, Peygamber efendimizi savunarak, Peygamber efendimiz hakkında Övücü sözler söyleyerek, ona ve ashabına sevgi, şefkat ve muhabbetini şiirlerinde dile getirerek, Peygamber efendimize muhalefet edenlere ayıplayıcı ve kötüleyici beliğ ifadeler sarfederek İslamiyet´i himaye etmişti. O, belagat, fesahat bakımından bütün Araplar´dan daha üstündü. Bu bakımlardan zirvede olduğu için, hiçbir edip ve şair onun karşısına çıkamamıştır. O bütün bu beliğ ve fasih sözleriyle İslamiyet´in methini vermiş ve müslümanları savunmuştu. Peygamber (sav) efendimizin doğru sözlü bir mürşid olduğunu biliyordu.[2]
2- Vefat edeceği sırada Ebu Talib, Peygamber efendimizin bütün arzu ve isteklerini hoş görüyor ve onun doğru yolda olduğunu söylüyordu. Muhammedi davetin ortaya çıkmasından sonra, onun putların iyiliğinden söz ettiği, onları kutsadığı, onları Peygamber efendimizin davetine tercih ettiği görülmemiştir. O, eziyetlere karşı Peygamber efendimizle birlikte göğüs germiş ve tahammül göstermişti. Bütün bunlara ek olarak o, Peygamber efendimize açıkça sevgi ve şefkatini göstermişti.
3- Ebu Talib´in söyleyip söylemediği hususunda ihtilaf edilen üçüncü şey ise, kelime-i tevhid´tir. Bazı rivayetlere göre o, bu kelimeyi telaffuz etmiştir. Bu da Abbas´dan gelen bir rivayettir. Fakat bazıları bu rivayet üzerinde şüpheleri olduklarını söylemişlerdir. Bunlara göre Abbas, müslüman olmadan Önce böyle bir iddiada bulunmuştur. Hatta bazılanysa, Abbas´m bu hususta yalan söylediğini ve onun müslüman olmadan önce yalancı bir kimse olduğunu söylemişlerdir. Abbas bin Abdülmuttalib´in -İslamiyet´ten önce de olsa- yalan söyleyen bir kimse olduğunu iddia etmekten Allah´a sığınırız. Çünkü o, Kureyş´in eşrafından ve seçkin kimselerdendi. Bu tür insanlar ise yalan söylemezler. Bu konuda Buhari´de şöyle bir rivayet görüyoruz. Roma imparatoru Heraklius, Ebu Süfyan ile Peygamber efendimiz hakkında konuşmuştu. Ebu Süfyan, aralarında düşmanlık olduğu halde Peygamber efendimizin evsafı ve meziyetleri hakkında doğru konuşmuş ve şöyle demişti: “Araplar arasında yalancı olarak tanınmaktan ve sonsuza kadar bu unvanla anılmaktan korkmasaydım, mutlaka bu hususta yalan söylerdim!” Abbas bin Abdülmuttalib, şeref ve himmet bakımından Ebu Süf-yan´dan daha mı geri idi ki, yalan söylesin ! O Kureyşli ve Ha-şimi´ydi. İslamiyet´ten önce de, sonra da Peygamber efendimizin amcası idi.
Buraya kadar anlattıklarımızdan çıkaracağımız özet şudur: Ebu Talib, Peygamber efendimizi yalanlamamış ve asla mukavemet edip inatçılık göstermemiştir. Şu halde o müslüman olarak mı ölmüştü îbn Kesir, bu konuda şöyle der: “Bütün bu hal ve hareketleri içinde, Ebu Talib, Peygamber (sav) efendimizin doğru sözlü bir nıürşid olduğunu anlamış, ama bununla beraber kalbden iman etmemiştir.”[3]
Îbn Kesir bu sözleriyle Ebu Talib´in bilgisini, Yahudiler´in Peygamber efendimiz hakkındaki bilgilerine benzetmiş olmaktadır. Çünkü Yahudiler de Peygamber efendimizi bilip tanıyorlardı. Nitekim onlar yüce Allah´ın da buyurduğu gibi: “Onu (Muhammed´i) oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar,” (Bakara: 146) Fakat buna rağmen onlar bilgilerinin gereğini yerine getirip Peygamber efendimizi tasdik etmiyorlardı. Yani bilgileriyle imanları paralel gitmiyordu.
Kendimde, bu konuda îbn Kesir´e muhalefet etmek ya da bu sözün Ebu Talib´in durumuyla uygunluk göstermediğini söylemek hakkım görüyorum. Öyle sanıyorum ki, Ebu Talib´in Allah´ı ve Peygamberinin davetini tanımasıyla Yahudilerin tanıması arasında fark vardır. Ayrıca Ebu Talib´in bu husustaki bilgisinin yanısıra, onu tasdik edip inandığına işaret eden belirtiler de vardır. Bilgisi ile yakin ve inancı paralellik gösteriyordu. Nitekim bizzat söylediği sözler de buna işaret etmektedir. Ayrıca o İslamiyet´i savunmuştur. Bu konuda Ebu Talib´in eksikliği, tasdik ve imanın gereğini ifade etmemiş olmasıdır. Bu sebeple onun asla müşrik olamaycağını ve müşrik olmasının imkansız olduğunu söylüyorum. Çünkü:
1- O, Kureyşliler´in sözlerini reddetmiş ve tevhid davetini desteklemiştir.
2- O, tevhidi ve tevhid ehlini savunmuş, sadık mü´minler gibi, o da eziyetlere göğüs germiştir.
3- Muhammed (sav)´in doğru sözlü bir mürşid olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Zayıf inançlı müslümanlar arasında bile, onu iman evinde göstermemek gibi bir tavır vardır. Ancak biz, onun müşrikler zümresinden çıkmış olduğunu söylemekte tereddüt etmiyoruz. Her ne kadar can çekişme esnasında Kureyşli yaşlı birisine kendisinin Abdülmuttalib´in dininde olduğunu söylediği nakle-diliyorsa da, söylemiş olduğu bu söz, onun İslamiyet´i savunmasına ve Muhammed (sav)´in davetinin gerçek olduğunu açıklamasına aykırı düşmemektedir. Çünkü o, gücü ve kuvveti yerin-deylten, Peygamber efendimizin doğru sözlü bir mürşid, davetinin de gerçek olduğunu beyan etmiştir. Bu konudaki sözlerimizi, îbn Kesir´in Ebu Talib hakkında söylediği cümlelerle sona erdirmek istiyoruz:
“Ebu Talih, gücü yettiğince, tavır ve davranışlarıyla, diliyle, malıyla ve canıyla Peygamber efendimizi ve ashabını, insanların eziyet ve cefalarına karşı korurdu. Bununla birlikte Cenab-ı Allah ona imanı takdir etmedi. Çünkü bunda ilahi hikmetler ve kesin deliller vardı. Eğer Cenab-ı Allah müşrikler için istiğfarlarda bulunmamızı yasaklamış olmasaydı, Ebu Talib için istiğfarda bulunur ve ilahi rahmet dilerdik.[4]
Yaptığımız araştırmalardan çıkardığımız sonuca göre, Ebu Talib asla müşrik değildir. Çünkü müşrik, putlara tapan ve putları Allah´a ortak koşan kimsedir. Oysa Ebu Talib´in fiilleri, -sözleri ve davranışları, onun putlara tapmayı uygun görmediğine işaret etmektedir. Bu sebeple ben, onun için istiğfarda bulunmanın yerinde olacağı düşüncesindeyim. Her şeyin iyisini, noksanlıklardan münezzeh olan Allah bilir.
——————————————————————————–
[1] İbn Kesir, el-Bidaye ve´n-Nihaye, c.3, s. 123.
[2] Îbn Kesir, el-Bidaye ve´n-Nihaye, c.3, s. 126.
[3] Îbn Kesir, el-Bidaye ve´n-Nihaye, c.3, s. 126.
[4] îbn Kesir, el-Bidaye ve´n-Nıhaye. C 3, s. 126.
Hz, Hatice
Peygamber efendimizin ikinci kaybı Hz. Hatice olmuştu. Onun ölümü de, Peygamber efendimizin kalbinde büyük bir hüzün meydana getirmişti. O, Peygamber efendimizin canının bir parçasıydı. îlk vahiy geldiğinde, kalbi tiril tiril titremekte olduğu halde vardığı evinde, korku ve heyecanını gideren, Hz. Hatice olmuştu. Onu sakini eştirmiş, yaralarına merhem olmuştu. Kavminden gördüğü eza va cefaları dindiren, gönlünde açtığı yaralan tedavi eden yine Hz. Hatice´ydi. Üzüntülerine ortak olmuş, zevceleri arasında birinci sırayı ve en yüksek mertebeyi işgal etmişti. Peygamber efendimizin gönlünde tuttuğu müstesna yer dolayısıyla, Peygamber efendimiz hayatta olduğu sürece başka bir kadınla evlenmemişti. Peygamber efendimizin birden fazla kadınla evlenmesi, şehvetini tatmin amacına yönelik değildi. Bu evliliklerin bazı sebepleri vardı. Değişik kabilelerle dostluk bağları kurmak, onların gönüllerini almak, ya da şehit düşen veya normal ölümleriyle dünyayı terkeden ve geride kendisine bakacak kimsesi kalmamış olanları, muhtaç duruma düşürmemek ve şu sözünü tahakkuk ettirmek için evlenmişti: “Her kim mal bırakırsa o mal mirasçılarına kalır. Her kim de geride, muhtaç durumda çoluk çocuk bırakırsa, onlar benim so-rumluluğumdadır!”
Hz. Hatice, Peygamber efendimizin nazarında ve Islamiyette büyük bir mertebe sahibi olduğu içn cennette kendisi için inciden bir ev yapıldığı müjdesini almıştı:
Buhari, Ebu Hüreyre´nin şöyle dediğini rivayet eder:
“Cebrail, Resulullah (sav)e gelip şöyle dedi:
“Ya Resulullah! Şu Hatice, sana içinde biraz katık bulunan bir kap getirdiği zaman ona Rabbinden ve benden selam söyle. Onun için cennette, içinde gürültü ve zahmet bulunmayan, inciden yapılmış bir köşkün inşa edildiğini de müjdele.”
Süheyli der ki: “Hatice için cennette inciden bir köşk yapıldığı müjdelenmişti. Bu köşk, inci kökünden yapılmıştı. Çünkü o, imana ilk koşan insan olarak imanın kökünü ele geçirmişti. Cennette kendisi için yapılan köşkün içinde gürültü ve zahmet olmayacaktır. Çünkü o hayatta iken Peygamber efendimizin huzurunda sesini yükseltmemiş, bağırıp çağırmamıştır. Onu hiçbir zahmete sokmamış, asla eziyette bulunmamıştır.”
Peygamber efendimiz Hz. Hatice´yi her zaman hayırla anardı. Onu seveni sever, dost olana, dost olurdu. Peygamberimiz sık sık Hatice´yi andığı için bazı zevceleri kıskançlık göstermişlerdi. Hatta bir defasında müzminlerin annesi Hz. Aişe şöyle demiştir: “Devamlı kendisini andığı ve Cenab-ı Allah´ın, kendisine cennette inciden bir köşk müjdelemesini emrettiği için, Peygamber efendizin zevceleri arasında Hatice´yi kıskandığım kadar hiçbirini kıskanmadım. Peygamber efendimiz bir kurban kestiği zaman, hepsine yetecek kadar kısmını, Hz Hatice´nin dostlarına gönderirdi. [1]
Peygamber efendimiz Hz. Hatice´yi anar onun hatırasına saygı gösterir, onu ananlara ikramda bulunurdu. Bir defasında Hatice´nin kızkardeşi Hale, Peygamber efendimizin yanına gelmek için izin istemişti. Onun sesini tanıyınca çok sevinen Efendimiz: “Allah´ım! Hale geliyor, Hale!” demişti.
îmam Ahmed bin Hanbel, Hz. Aişe´nin şöyle dediğini rivayet eder:
“Peygamber (sav) efendimiz, Hatice´yi en güzel övgülerle anardı. Bu sebeple bir gün Hatice´yi kıskandım ve şöyle dedim: “Şu avurtları kızaran kadını ne kadar çok anıyorsun Halbuki Allah sana ondan daha iyisini verdi!” Bunun üzerine Peygamber efendimiz bana şu cevabı verdi: “Hayır, Allah ondan daha iyisini bana vermedi. İnsanlar beni inkar ettikleri zaman, o bana iman etti. insanlar beni yalanladıkları zaman, beni o doğruladı. Başkaları beni mahrum bıraktıkları zaman, o kendi malı ile bana yardımda bulundu. Onun sayesinde Allah beni çocuk sahibi yaptı.” Peygamber efendimiz, bu sözleri Mısırlı Mariye´den oğlu îbfahim henüz doğmadan önce söylemiştir.
Bütün bu sözlerinden, Hz. Hatice´nin Peygamber efendimizin kalbinde ne kadar yüksek bir yer tuttuğunu anlamaktayız. Davet hususunda işler sarpa sardığı, bela ve musibetler şiddetlendiği zaman Hz. Hatice ona yardım ve iyilikte bulunmuştu. în-sanlar kendisini yalnız bırakıp dostsuz kaldığı zaman, Hatice Peygamber efendimize dost olmuştu. Yapılan eza ve cefa karşısında, Hz. Hatice onu teskin etmiş ve huzura kavuşturmuştu. Zaten bunun sonucu olarak onun ve Ebu Talib´in vefat ettiği yıla, Peygamber efendimiz “hüzün yılı” adını vermişti. Bunda da gerçekten haklıydı. Çünkü bu yılda o, iki sevgilisini, kendisini himaye eden mücadeleci amcasını ve kendisine devamlı iyilikte bulunmuş olan dostu ve eşini kaybetmişti.
Sahih rivayetlere göre Ebu Talib, Hz. Hatice´den önce vefat etmiştir. Hz. Hatice´den üç gece önce vefat ettiğini söyleyenler olduğu gibi, 35 gece önce vefat ettiğini söyleyenler de olmuştur. Burada önemli olan, bu iki insandan hangisinin diğerinden ne kadar Önce öldüğü meselesi değildir. Ancak şunu kesin olarak biliyoruz ki, bu iki insanın ölümü Peygamber efendimizi şiddetli bir hüzne gark etmişti.
——————————————————————————–
[1] İbn Kesir, el-Bidaye ve´n-Nihaye, c.3, 8.18.