Tebük gazvesinden sonra Hicri 9. senede heyetler Peygamber efendimize gelmeye başladılar. Tebük seferinin, Peygamber efendimizin katıldığı en son gazve olduğu siyer kitaplarında anlatılır. îslam daveti bütün arap beldelerine yayılmış, arapla-rın bir kısmı bu davete icabet etmiş, bir kısmı inkar etmiş, bir kısmı da İslam yoluna girmekte tereddüt etmiş, iman henüz kalplerine girmemişti. Müslüman olan arap heyetleri Peygamber efendimizin yanına gelmişlerdi. Önceki sayfalarda anlattığımız diğer bazı heyetler de Peygamber efendimizle görüşmek üzere Medine-i münevvereye gelmişlerdi. îbn îshak bu konuda şöyle der:
Araplar, Kureyşlilerin müslüman olmalarını bekliyorlardı. Kureyşliler insanların önderleri, rehberleri ve Kabe ile Haremin sakinleriydiler. Arapların komutanıydılar. Hiç kimse onların bu meziyetlerini inkar etmiyordu. Fakat Resulüllah (s.a.v.) efendimize karşı çıkan, onunla savaşan ilk kabile de yine Kureyşliler olmuşlardı. Mekke-i mükerreme fethedilip Kureyşliler Peygamber efendimize boyun eğip teslim olduklarında, islamiyet Mekke´yi hakimiyeti altına almıştı. Araplar da artık Resü-lullahla savaşmaya güç yetiremiyeceklerini, ona düşmanlık yapamayacaklarını anlamışlar ve Cenab-ı Allanın da buyurduğu gibi grup grup islam´a girmişlerdi. Her taraftan gelip yeni dine giriyorlardı. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuştu:
“Allah´ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların bölük bölük Allah´ın dinine girdiklerini gördüğün zaman rabbini överek teşbih et. Ondan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (Nasr Suresi)
Bu sure-i Celilede Cenab-ı Allah peygamber efendimize şu talimatı veriyor: Dinin yüceldiğinden dolayı ona hamdü senada bulun. Ondan mağfiret dile, çünkü o tevbeleri kabul edendir.
Mekkenin fethinden Önce araplar müslüman olanları kınıyorlardı. Onu kavmiyle başbaşa bırakın eğer o galip gelirse gerçek peygamberdir, diyorlardı. Mekke fethedilince herkes acele davranıp müslüman olmak istedi-ve gelip İslama girdiler.
Mekke-i Mükerremenin fethi sadece mukaddes bir şehrin fethi anlamına gelmez. Aksine bu, insanların kalplerini fethedip İslama yöneltmektir. Çünkü o zaman bütün insanlar Ku-reyşlilere uymaktaydılar. Mekke´nin fethi Kureyşlileri İslama zorlama ameliyesi değildi. Aksine Kureyşli büyüklerin ve liderlerin intikam duygularını giderme ameliyesiydi. Fetihte hak ve hakikat açık bir şekilde ortaya çıkmıştı. Hatta Kureyşin büyükleri bile İslama giriyor ve bu hususta başkalarını geçmek için ileriye atılıyorlardı. Çünkü islamın ilim, akıl ve hak olduğunu görüyorlardı. Nitekim bu gerçeği îkrime bin Ebi Cehil ile beraberindeki arkadaşlarının islamiyeti kabul edişlerinde de görüyoruz.
Fakat bununla birlikte Allah´ın dinine girip çeşitli musibetlere maruz kalan mekke-i mükerremede eziyetlere karşı sabretme yükünü omuzunda taşıyan, alay ve istihzalara karşı direnen, Allah yolunda cihad edip kılıç sallayan, savaşıp öldüren ve şehid düşen, canlarını feda ederek cenneti kazanan, böylece islamiyeti yücelten, Mekke-i mürekkemenin fethinde rol oyna.-yan, ya da Mekkenin fethedilmesi için bir yol olan Hudeybiyede hazır bulunan kimselerle, bilahare Mekke´nin fethinden sonra İslama giren kimseler arasında bir ayırım yapmamız gerekmektedir. İşte bu sebeple kutlu ve yüce olan Allah şöyle buyuruyor:
“Elbette içinizden (Mekkenin) fetih(in) önce (hak yolunda) harcayan ve savaşan(lar, ötekilerle) bir olmaz. Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsinde (gerek fetihten önce, gerek fetihten sonra infak eden ve savaşan müslümanlara) en güzel sonucu vadetmiştir.” (Hadıd ıo)
Bu hususta İbn Kesir şöyle der: “Fetih zamanından önce gelen ve gelişi hicret sayılan bu heyetlerle, fetihten sonra gelen ve Cenab-ı Allah tarafından kendilerine hayır ve iyilikler vadedi-len heyetler arasında ayırım yapmak gerekir. Çünkü bu sonuncuları, zaman ve fazilet bakımından öncekiler kadar üstün olamazlar. Biz Kur´an-ı Kerim´de bahsedilen fethin Hudeybiye sulhu ile hicri altıncı senede yapılan fetih olduğu görüşündeyiz. Çünkü Cenab-ı Allah Hudeybiye sulhunu bir fetih olarak adlandırmıştır ki, gerçekten de öyle olmuştur. Çünkü Hudeybiye sulhu savaş kuvveti ile barış kuvveti arasında bir ayırım yapmıştır. Hudeybiye sulhunden sonra insanlar grup grup İslama girmişlerdir. Hudeybiye sulhunden önce İslama giren kimselere gelince, Cenab-ı Allah onlardan razı olmuş, onlar da Rablerin-den hoşnud olmuşlardır ki, Kur´an-ı Kerim´de haklarında şöyle buyurulmaktadır:
“Sana biat edenler (islam uğrunda ölünceye kadar savaşmak üzere sana söz verenler) gerçekte Allah´a biat etmektedirler. Allahın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah´a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir.”(Fetih ıo)
Bir başka ayet-i celilede ise Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor:
“Allah şu müminlerden razı olmuştur. Onlar, sana ağacın altında biat ediyorlardı. Allah onların gönüllerindeki (doğruluk ve vefay)ı bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi.” (Fetih ıs>
Bunlar fetihten önce mallarını Allah yolunda infak edip harcayan kimselerdir. Bunlardan sonra gelenler elbette ki fazilet bakımından bunların derecelerine ulaşamazlar. Örneğin Amr bin As; Ebu Talib oğlu Ali, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvam, Ebu Übeyde Amir bin Cerrah ve diğerleri gibi olamaz. Çünkü bunlar iyiliğe ondan daha önce koşmuş, ondan daha önce imana girmiş, peygamber efendimizle birlikte cihad etmişlerdir. İslamiyet garip iken bunlar Islama sahip çıkmışlardır. Fetihten sonra ise İslama giriş umumileşmişti. Bu sebebledir ki Hudeybiyeden ve fetihten önce İslama girmiş olan kimseler, daha sonra İslama giren kimselerden çok daha yüksek mertebelere ulaşmışlardır.
Müzeyne Heyeti
Hudeybiye sulhünden sonra ve Mekke fethinden önce bu heyet peygamber efendimize geldiler. Heyetin o vakitte gelmiş olması insanların Hudeybiye sulhünden sonra grup grup İslama girdiklerini ve bu akının Mekke fethi ile Tebük gazvesi sonuna kadar sürdüğünü ispatlamaktadır.
Rivayete göre Mudar tarafından gelen ilk heyet, 400 kişilik Müzeyne heyetidir. Anlatıldığına göre bu heyet, hicri beşinci senenin Recep ayında Muhacir olarak gelmiştir. Denildiğine göre Müzeyneden gelen ilk heyette Huzai bin Abdüssehim ve on arkadaşı varmış. Bunlar kendi kavimlerini de İslam´a davet etmek üzere Peygamber efendimizle biatleşmişlerdi. Kavimlerine döndüklerinde onları zannettikleri gibi görmemişlerdi. Öyle anlaşılıyor ki bu 400 kişilik heyet Islamın orada yayılmasından ve Medineye hicret kapısının kapanmasından sonra gelmiştir. Peygamber efendimiz islamm bütün arap beldelerine yayılmasını ve muaamraer olmasını dileyerek onlara: “Her nerede olursanız siz muhacirsiniz; siz mallarınızın başlarına dönün” demişti. Böylece zaman belirlenmiş oluyor ki, heyetin peygamber efendimize gelişi hicri 5.senede vuku bulmuştur. Huzai´nin heyeti, kavmini İslama davet etmek üzere Peygamber efendimize biat etmiş, ancak kavimleri müslüman olmamışlardı. Bilahare 400 kişilik bir heyet Peygamber efendimize gelmişti. Peygamber efendimiz onları kendi beldelerinde İslam davetçileri olarak kalmalarını uygun görmüş ve bu yolda onlara tavsiyede bulunmuştu. Bu da Hudeybiye sulhünden sonra ya da Mekke fethinden önce olmuştu. Yanlarında azık bulunmadığı için peygamber efendimiz onlara bir miktar hurma vermişti.
Temin Oğulları Heyeti
Huzaalılara saldırmaya teşebbüs ettiklerinden sözederken Temim oğullarının haberlerini anlatmıştık. 50 kişilik bir seriy-yenin başında Uyeyne bin Hısn gönderildi. Bir kısmını esir aldı. Aldığı esirleri Medineye getirmişti. Esirlerini serbest bıraktırmak için Medine´ye gelen Temim oğullan heyeti, Peygamber efendimizin hücrelerinin gerisinden kaba bir lisanla seslenerek: “Ey Muhammed çık da yanımıza gel ´ dediler. Onların bu kabalıklarından Cenab-ı Allah şöyle bahsetmişti: “Odaların arkasından sana bağıranların çokları düşüncesiz kimsedir. Onlar, sen kendilerinin yanına çıkıncaya kadar bekleselerdi elbette kendileri için daha iyi olurdu.” (Hucurat4-5)
Peygamber (s.a.v.) efendimiz onların bu istekleri üzerine esirlerim serbest bıraktı. Bundan sonra onlar da kendileriyle övünerek konuşmaya başladılar. Ensar da onların bu övünçlü sözlerine mukabil sözler söylediler.
Şimdi de bu hususta Beyhaki´nin rivayetine kulak verelim. O der ki: “Zebrekan bin Bedir, Kays bin Asim, Amir bin Ehsem gibi Temimliler, heyet halinde peygamber efendimize geldiler. Zebrekan bin Bedir dikilip şöyle konuştufBen Temim oğullarının itaat edilen ve çağrısına koşulan bir efendisiyim. Onları zulümden men ederim. Haklarını alıp kendilerine teslim ederim. Benim bu meziyetlere sahip olduğumu işte şu Amir bin Ehsem de bilmektedir.”
Amir bin Ehsem dedi ki: “Doğrusu o şiddetli muaraza yapan bir kimsedir. Komşusunu korur, emrine itaat edilir.”
Zebrekan bin Bedir dedi ki: “Vallahi ya Resulullah bu adam şu söylediği sözlerden başka meziyetlerim olduğunu da bilmektedir. Ancak beni çekemediği için onları söylemekten kaçınmıştır.”
Amir bin Ehsem dedi ki: “Vallahi ben onu haset edecek değilim. Çünkü onun dayısı alçaktır. Sonradan görmedir. Babası ahmaktır. Aşiret içinde belirsiz bir kimsedir. Ya resulullah an-dolsun ki önce ben doğru konuştum son söylediklerimde de yalan söylemedim. Yalnız ben razı olduğum zamanlarda bildiğimden daha güzelini ve iyisini söyledim. Öfkelendiğim zaman da bildiklerimden daha kötüsünü söyledim. Yalnız ben birinci defa konuştuğumda da ikinci defa konuştuğumda da hep doğruyu söyledim.”
Onların bu konuşması üzerine Resulullah (s.a.v.) efendimiz şöyle buyurdu: “Doğrusu bazı konuşmalarda büyü vardır. Bazı şiirlerde hikmet vardır.”
Belki de Zebrekan ile Amir bin Ehsem arasındaki bu karşılıklı konuşma, Temim oğullan esirlerini serbest bıraktırmak ricasında bulunmak üzere Medineye geldikleri zamanda cereyan etmişti. Onların bu gelişleri, esirleri serbest bıraktırmak içindi. Yoksa îslama girmek maksadıyla gelmiş bir heyet değillerdi.
Buhari, Temim oğullarının faziletine dair Ebu Hüreyre´nin söylediğini rivayet eder-“Peygamber efendimizden duyduğum üç şeyden sonra Temim oğullarını hala sevmekteyim. Peygamber efendimiz onlar hakkında şöyle buyurmuştu: “Onlar ümmetimin deccaVa karşı en şiddetli mukavemet edenleridirler.” Temim oğullarından bir cariye Hz. Aişe´nin yanında bulunmaktaydı. Peygamber efendimiz ona: “Şunu azad etsene. Çünkü bu İsmail´in neslindendir” demişti. Kendilerinden toplanan zekat malları geldiğinde Peygamber efendimiz: “Bunlar benim kavmimin sadaka (zekat) fandır.” demişti.
Hz. Ali (r.a.) asilerin işi azıttıkları ve mukavemet ettikleri zamanda şöyle demişti: “Temim oğullarının bir yıldızı battığında mutlaka yerine yeni bir yıldız daha doğar.”
Doğruyu en iyi bilen yüce Allah´tır.
Sakif Heyeti
Rasulüllah (s.a.v.) efendimiz Sakiflilerin kalelerini yıkmamış, üzüm bağlarını yakmamış ve savaşı sona erdirmişti. Çünkü zaman Şevval ayanının sonlarıydı. Haram ay olan Zilkade ayı gelmekteydi. Ayrıca Sakiflilerden İslama meyleden kimse-
ler de vardı. İslamiyet Taifte yayılmaktaydı. Ancak cahiliyet kibri ve kalplerinin katılığı onları, peygamber efendimize teslim olmaktan alıkoymuştu. Her ne kadar aralarında İslamiyet yayılmaktaysa da yine de Peygamber efendimize teslim olmaya yanaşmamışlardı. Haram ay geldiği için peygamber efendimiz Taifi terk edip onlardan ayrıldı. Urve bin Mesut peşine düştü. Peygamber efendimizin yanına varıp onunla karşılaşmasını, müslüman oluşunu, kavmine dönüp onları İslama davet edişini, kavmi tarafından ok atılarak şehid edilişini Önceki sayfalarda anlatmıştık.
Çok sevdikleri Urve´yi öldürdükten sonra Sakifliler, araplar arasında yalnız kaldıklarını hissettiler. Özellikle kendilerine yakın bir belde olan Mekke´nin teslim olup halkının iman ettiğini, diğer kabilelerin İslama girdiklerini gördükten sonra yalnızlığa mahkum olduklarını anladılaı. Çok sevdikleri Urve´yi Öldürmüş olmaları, kalplerinde pişmanlık duygusunu uyandırmıştı. Urve´nin kendilerini davet etmiş olduğu İslama gönül kulağını vermeye başladılar. Araplarla başedemeyeceklerini gördüler. Peygamber (s.a.v.) in kendilerine yeniden hücum etmesi halinde ona karşı koyamayacaklarını anladılar. Hatta o günde bile araplara karşı koyamayacaklarını idrak ettiler. îşte bu sebeble Sakiflilerin büyüklerinden biri olan Amr bin Umeyye, onların diğer bir büyükleri olan Abdiyaleyl´e giderek şöyle dedi: “Artık durum hicret edilemiyecek noktaya geldi. Bütün araplar ona teslim oldular sizinse ona karşı koyacak ve onunla savaşacak gücünüz yoktur. Gelin ne yapacağınız hakkında bir karara varın.” Amir´in bu sözleri üzerine Sakifliler toplanıp bir araya geldiler ve birbirlerine “Artık yol emniyetimiz kalmadı. Taif dışına çıkan kişinin yolu kesilecektir!” dediler. Daha önce Urve´yi gönderdikleri gibi bu defa da bir başkasını elçi olarak Peygamber efendimize gönderme fikri üzerinde ittifak ettiler. Ancak gönderecekleri bu adam kendisinden önceki elçilere yaptıklarını kendisine de yapacaklarından korktuğu için beraberinde birkaç kişilik bir heyetin gönderilmesini de şart koştu. Bunun üzerine beş kişilik bir heyetin başında elçi olarak Abduyaleyl´i gönderdiler. Bu heyet Medine´yi Münevvereye geldi. Yolda sa-habilerin develeriyle karşılaştılar. Develerin başında çoban olarak Muğire bin Şu´be vardı. Çobanlık nöbeti kendisindeydi. Mugire, Sakifli heyeti görünce koşarak Resulullah (s.a.v.) efendimizin yanına geldi. Yolda Ebu Bekir kendisiyle karşılaştıysa da haberi bizzat kendisi Peygamber efendimize vermek istediğinden dolayı Ebu Bekir´i geçip geride bıraktı ve peygamber efendimize durumu bizzat anlattıktan sonra görev yerine döndü. Muğire, onların kaba insanlar olduklarını bildiği için peygamber efendimize nasıl selam vereceklerini görmek istiyordu. Gerçekten de onlar cahiliyyet selamıyla Peygamber efendimize selam verdiler. Peygamber efendimiz mescidi nebevide onlara bir oda tahsis etti. Yanlarına uğruyor ve onlarla konuşuyordu. Bu heyet Said bin As´m oğlu Halic´e güven duymaktaydı. Kendilerine yemek gönderildiği zaman Halid´e tattırmadıkça kendileri yemiyorlardı. Bir süre sonra müslüman olduklarını ilan ettiler. Ancak içlerinde hala cahiliyet kalıntısı vardı. Bu sebeble Peygamber efendimizden üç yıl süreyle Lât´a ilişmemesini istediler. Peygamber efendimiz bu isteklerini reddetti, iki sene ili-şilmemesini istedilerse de bu isteklerini de red edince hiç değilse bir yıl süreyle ilişilmemesini talep ettiler. Peygamber efendimiz bu talepledini de kabul etmedi. Bir an bile onları putperestlikte bırakamazdı. Bu isteklerini nasıl kabul ederdi En sonunda peygamber efendimizden, Putlarını kendi elleriyle kırmalarını kendilerinden istememesini talep ettiler. Bu isteklerini kabul edince Muğire bin Şube ile Ebu Süfyan bin Harb´i, putlarını kırmakla görevlendirdi.
Sakıf oğulları heyeti kendilerini namazdan muaf tutması için peygamber efendimizden talepte bulundular. Ama o şöyle dedi: “içinde namaz bulunmayan bir dinde hayır yoktur.” Peygamber efendimiz onları, namaz kılmakta olan insanları görsünler, namaza ünsiyet peyda etsinler ve namazın nasıl kılındığını öğrensinler diye mescidde bir revaka yerleştirmişti. Ancak cahiliyyet kabalığı onlarla namazı öğrenme isteği arasına engel olmuştu.
Sakıf heyeti, Peygamber efendimizin hutbe okurken kendisinden bahsetmediğini görmüşlerdi: “Kendisi hutbesinde şeha-det getirmediği halde kendisinin Allah resulü olduğuna şeha-det getirmemizi bize nasıl emreder ” dediler. Bu sözlerini duyan peygamber efendimiz onlara şöyle dedi: “Allah Resulü olduğuma ilk şehadet eden benim,” Aralarında Osman bin Ebül As da vardı. Yaşça en küçükleriydi. Bir yere gittikleri zaman onu eşyaların yanma bekçi olarak bırakırlardı. Öğle vakti eşyalarının yanına istirahat için geldiklerinde Osman kalkıp peygamber efendimizin yanına gider, ondan dini sorular sorar, Kur´an-ı Kerim´i okurdu. Defalarca yanına gitmişti nihayet dini bilgiler öğrenmişti. Peygamber efendimizin uyumakta olduğunu gördüğü zaman Ebu Bekir´in yanına giderdi. Ondan dinini öğrenirdi. Ancak bu durumunu arkadaşlarından gizlemişti. Re-sulullah (s.a.v.) efendimiz onun bu halini beğenmiş ve onu çok sevmişti.
Sakıf heyeti mescidi nebevide kaldı. Peygamber efendimizin yanma birkaç defa gidip geldiler. Onları İslama davet etti. Onlar da müslüman oldular. Heyetin başkanı Kinane bin Abdiya-leyl: “Artık işimizi bitirsen de kavmimize dönsek.” dedi. Peygamber efendimiz: “Eğer Islâmiyeti kabul ederseniz işinizi bitiririm. Yoksa benimle sizin aranızda halledilecek bir mesele yoktur” dedi.
Kinane bin Abdiyaleyl dedi ki: “Zina hakkında ne dersin Biz gurbete çıkan bir kavimiz, ona ihtiyacımız vardır.”
Peygamber efendimiz ona buyurdu ki: “Zina haramdır. Zira Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Zinaya yaklaşmayın, çünkü o, açık bir kötülüktür, çok kötü bir yoldur.” (tsra.-32)
Kinane bin Abdiyaleyl dedi ki “Faiz hakkında ne dersin Doğrusu malımızın tamamı faizden kazanılmıştır.”
Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Sermayeleriniz sizindir. Gerisi haramdar. Zira yüce Allah buyurmuştur ki:
“Ey inananlar Allah´tan korkun, eğer inanıyorsanız faizden (henüz alınmayıp) geri kalan kısmı bırakın (almayın).” (Bakara:278)
Heyettekiler dediler ki: içki hakkında ne dersin Arazileri-mizdeki üzümlerden elde ettiğimiz bir sudur. Ona mutlaka ihtiyacımız vardır.
Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Cenab-ı Allah içkiyi haram kıldı.”Zira bir ayeti kerimede şöyle buyurmuştur:
“Ey inananlar, şarap, kumar, dikili taşlar (Putlar, üzerine yazılar yazılmış) şans okları (çekmek ve bunlara göre hareket etmek) şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresİnİZ.” (Maide: 90)
Sakifli heyet peygamber efendimizin direktiflerini kabul etti. Ancak kalplerinde hala putperestlik kalıntısı vardı. Peygamber efendimizden Lât putunu kırmayıp Öylece bırakmasını istedilerse de Peygamber efendimiz “Onu yıkın!” dedi ürkerek dediler ki: “Eğer lat, kendisini yıkmak istediğini bilse, kendisine inananları mahveder.” Orada hazır bulunan Hz. Ömer bin Hattab şöyle dedi: “Yazıklar olsan sana Ey Abdiyaleyl´in oğlu! Lât putu taştan başka bir şey değildir!”
Onlar da :”Biz senin yanına gelmedik Ey Hattab´ın oğlu!” dediler. Abdiyaleyl´in oğlu peygamber efendimize şöyle dedi:
teYa Resulullah Lâfı yıkmayı sen üzerine aly biz onu yıkmayız!” Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) efendimiz Ebu Süfyan bin Harb ile Muğire bin Şube´yi görevlendirdi. Onlar da, önceki sayfalarda anlattığımız gibi Lât´ı yıktılar.
Peygamber efendimiz onlara islamiyeti öğrettikten sonra ikramda bulundu. Başlarına bir emir tayin etmesini istediler. Peygamber efendimiz de Osman bin Ebul As´ı onlara emir tayin etti. O Kur´an-ı Kerim´den bir kaç sureyi ezberlemiş ve îslamm manalarını idrak etmişti.
Sakıf kabilesinin elçi olarak görevlendirdiği Abdiyaleyl´in oğlu kavminin kalbindeki duygulardan haberdar olan bir kimse idi. Onları nasıl etkileyeceğini, gönüllerine nasıl hakim olacağını biliyordu. Çünkü Önünde, kabilesinin çok sevdiği Urve bin Mes´ud tecrübesi vardı. Urve Müslüman olarak kavmine geldiğinde onu öldürmüşlerdi. îşte bu sebebten Ötürü Abdiyaleyl´in oğlu, İslama girişlerini kavminden gizlediler. Zinayı, faizi ve içkiyi haram kılmayı kabul ettiklerini ilk başta açıklamadılar. Korkarak geldiler. Müslümanlıklarını izhar etmediler. Başlangıçta kavimlerini savaşla korkuttular. Muhammed (s.a.v.)´in kendilerinden bazı şeyler istediğini, ancak kendilerinin bu isteklerini yerine getirmeye yanaşmadıklarım ifade ettiler. Güya Muhammed (s.a.v.) kendilerinden Lâfı, Uzza´yı yıkmalarını, kumarı, içkiyi, zinayı ve faizi haram kılmalarını istemiş, ama kendileri bunu kabul etmemişlerdi!
Dönen heyet, kavminin kalbinde hüzün ve üzüntü meydana getirmişti. Bu keder ve üzüntü, bütün Sakiflilere sirayet etmişti. Heyet, Lât putunun yanına giderek ikramda bulunmuştu. Güya katı kalpli, dilediğim kılıcının sırtı ile ele geçirip alan bir kimsenin, araplarm hakimi haline gelen zorba bir insanın yanından döndüklerini, o zorba insanın da Lat ve Uzza putunu yıkmalarını kendilerine emrettiğini ifade ettiler. Sakıf kabilesi de uBiz bunları asla kabul etmeyiz!” dediler. îdraki yerinde olan heyet şöyle dedi: “O zaman silahlarınızı savaşa hazır hale getirin sizler de hazırlanın kalelerinizi onarın.”
Heyettekilerin böyle konuşmaları üzerine Sakifliler iki ya da üç gün düşündüler. Savaş tedbirlerini almaya başladılar. Sonra Cenab-ı Allah kalplerine korku saldı ve Arapların tümü kendisine boyun eğip teslim oldular. “O halde biz Muhammed´e karşı koyamayız, onunla savaşacak güçte değiliz. En iyisi, Medineye dönün, istediklerini verin ve ileri sürdükleri şartları kabul ederek barış anlaşması yapın” dediler.
Heyettekiler korktukları durumun ortadan kalktığını görünce, gizledikleri imanlarını açığa vurdular. Müslüman olduklarını ifade ettiler: “Biz Muhammed´le anlaştık istediğimiz ve sevdiğimiz şeyleri ona verdik} dilediğimiz şartları ona karşı ileri sürdük. Onun insanların en takvalısı, en vefalısı, en doğru sözlüsü ve en merhametlisi olduğunu gördük. Bu seferimiz hem bizim için hem sizin için mübarek olsun. Bunu Allah´ın afiyeti ile kabul edin” dediler.
Sakifliler dediler ki: “Peki ne diye bu sözünüzü bizden gizlediniz. Bizleri şiddetli bir üzüntüye ve kedere boğdunuz ” Heyettekiler şöyle cevap verdiler: “Kalbinizdeki şeytan gururunu Cenab-ı Allah´ın çekip çıkarmasını istedik.” Bunun üzerine Sakifliler teslim olup müslüman oldular. Çünkü onlara peygamber (s.a.v.) efendimizin elçileri gelmişti. Bu elçilerin başında emir olarak da Halid bin Velid vardı. Aralarında Mugire´de vardı. Mugire, Lat putunu yıkmak için ileri atıldı. Orada toplu halde bulunan bütün Sakifliler o putun yıkılamıyacağına inanıyorlardı. Mugire, onların inançlarıyla alay ederek oyun oynadı. Ve Sakiflileri güldürmek istedi. Baltayı eline alıp Lat putuna vurdu. Sonra kendi ayağını eğip bükerek yere düştü. Taifliler hep birden bağırıp çağırmaya başladılar. ´Allah Mugire´yi rahmetinden uzaklaştırdı. Lat onu öldürdü´ dediler. Mugire´nin yere düştüğünü görünce de sevindiler ve: “Varsa cesareti olan yaklaşsın ve Lafı yıkmaya çalışsın. Vallahi hiçkimse bu putu yıkamaz!” dediler.
Mugire, SakifLileri heyecana getirip alaya aldıktan sonra yerinden fırlayıp kazmayı eline aldı. Ve şöyle dedi. “Allah sizi rezil etsin, Ey Sakıf topluluğu! Şu hat putu bir taştan ibarettir!” Böyle dedikten sonra putun yanına giriş için yapılmış olan kapıya vurdu. Kapıyı kırdı. Sonra üst tarafa çıkıp yanındaki arkadaşları da yardıma çağırdı. Hep birden baltalarını vurup putu yıkmaya, taşlarını birer birer düşürmeye başladılar. Nihayet onu yerle bir ettiler.
Ama Lat putunun kapıcısı, sapıklığında hala devam etmekteydi. “Temeline indikleri zaman Lafın temeli onlara gazapla-nacaktır” demeye başladı. Mugire onun böyle konuştuğunu duyunca, Halid´e: “Bırak ta temelini kazayım” dedi ve temelini kazmaya başladı. Nihayet temeldeki toprakları da çıkarıp savurdular. Sakifliler şaşkına dönmüşlerdi. Sonra Latin giysilerini koparıp çekiştirmeye ve herkes bir parçasını götürmeye başladı. Heyettekiler de bunun bir kısmını peygamber efendimize getirdiler.
Rivayete göre Sakiflilerin heyeti zekat ve cihadla mükellef olmamak şartıyla müslüman olmuşlar, Peygamber efendimizse: “Zekat da verecekler, cihad da edecekler!” demişti.
Öyle anlaşılıyor ki Peygamber efendimiz onların ileri sürdükleri bu şartı kabul etmemiş, ya da İslama girdikten sonra vuku bulacak olayları beklediğinden dolayı cevabım açıklamamıştı. Rivayete göre Peygamber (s.a.v.) efendimiz Sakiflilerin Lât putunun yerine bir mescit inşâ etmek istemişti.
Uzun uzadıya Sakif oğullarının durumlarını anlattık. Çünkü bu anlatımda, ruhsal durumlar açıklanmakta ve nasıl tedavi edildikleri belirtilmektedir. Sakifliler kaba ve katı insanlardı. Konuşmalarından da anlaşıldığına göre idraklerinin kısalması anında vehimler insanlara egemen olurlar. Mekke-i Mükerre-me´deki bütün putlar yıkılmıştı. Ama Kureyşlilerin göstermediği tepkiyi Sakifliler, Lât putununun yıkılması esnasında göstermişlerdi. Onlar, Lâfı yıkmaya teşebbüs eden kimsenin yere yıkılacağına inanıyordu. Ama Mugire bin Şu´be onlarla oyun oynamış. Ve Lât´ı yıkmaya teşebbüs ettiği ilk darbede kasıtlı olarak kendim yere atmıştı. Yere atınca da Sakifliler onun düştüğünü sanmışlar ve bağrışıp çağrışmaya başlamışlardı. Ondan sonra, cahiliyetten henüz yeni kopmuş olan Halid bin Velid, Lâfı yıkmıştı.
Sonra bu kıssada heves ve şehvetlerin inançsız kalplere nasıl hakim olduğu anlatılmaktadır. Öyle ki Sakifliler, Peygamber efendimizden zina, içki ve faizin mubah kılınması isteğinde bulunmuşlar, ama Peygamber efendimiz onların bu taleplerini reddetmişti.
Sakifli ahmakların durumu, bugün faizi mubah sayan ve ulema kisvesine bürünüp de bu düşüncede olan kimselere destek veren modernist ve yenilikçi müslümanların durumuna ne kadar da benzemektedir. ! Çünkü yenilikçilerimiz Kur´anı hıfzetmekte, ama bazen müt´a adıyla, bazen de açıkça zinayı mubah saymaktadırlar-. Bunu ilericilik telakki etmektedirler. Bu- -nunla yetinmeyip içkiyi alenen helal görmektedirler.
Peygamber efendimizden kendilerine zinayı mubah saymasını talep eden Sakifli ahmaklarla, gurbette oldukları için müt´a nikahım mubah sayan kimseler arasında ne fark vardır Eğer böyle bir istek normal olsaydı. Peygamber efendimiz Sakiflilere müt´a nikahını tavsiye ederdi. Ama gel gör ki feylesof geçinen bazı kimseler gurbetteki öğrencilere müt´a nikahını mubah saymaktadırlar. Bu durum karşısında “La havle vela kuvvete illa billah” demekten başka bir şey düşünemiyorum.
Sakiflilerin kıssasını anlatırken Islamî davet metodu pek parlak ve güzel bir şekilde sergilenmiş olmaktadır. Şöyle ki: Abdiyaleyl´in oğlu Kinane Sakifli ahmaklara karşı islamiyetini gizlemişti. Arkadaşlarının da müslüman olduklarını açıklamamıştı. Şakulilerden, Hz. Muhammed ile savaşmaya hazırlıklı olmaları talebinde bulunmuştu. Sakifliler de uzun uzadıya düşünmüşler, sonunda peygamber efendimize teslim olmaya karar vermişlerdi. Şayet Kinane, îslamiyetini işin başındayken açıklamış olsaydı, Onu ve beraberinde müslüman olan arkadaşlarını tıpkı Urve bin Mes´ud´a yaptıkları gibi öldürürlerdi. Çünkü bir iş başta iken kesin bir şekilde açıklanırsa, kaba ve haşin tabiatlı kimseler ona karşı mukavemet ederler. Ahmak ve haşin tabiatlı kimselerin böyle bir şeye karşı mukavemet etmeleri kesindi. Çünkü onlar, sözü dinleyip en güzeline uyacak kimseler değillerdi. Kinane bin Abdiyaleyl, işi yavaştan alarak onların İslama girmelerine ve Peygamber efendimize teslim olmalarına zemin hazırladı. Nihayet onlar da müslüman olacaklarını bildirip peygamber efendimize teslim olacaklarını söylediler.
Onların İslama girmeleri, emri vaki şeklinde değil de, kendi gö-nüllerininin sesine kulak vermeleri sonucunda olmuştu.
Burada bazı rivayetlere de işarette bulunmamız gerekir. Anlatıldığına göre Sakifliler müslüman olacaklarını hac yapan Ebu Bekir hazretlerine hac esnasında açıklamışlardı. Fakat tarihi krononolojiden anlaşıldığına göre böyle bir durum vuku bulmuş değildir. Zira tbn tshak´ın anlattığına göre de Sakif heyeti Ramazan ayında peygamber efendimizin yanma gelip müslüman olmuşlardır. Ramazan ayı ile Hz. Ebu Bekir´in haccı arasında uzun bir süre vardır. Hz. Ebu Bekir, Ramazandan epeyi sonra hacca gitmiştir. Doğruyu en iyi Allah bilir.
Amir Oğulları Heyeti
Kendilerine îslamiyetin ulaştığı arap heyetleri yavaş yavaş Peygamber efendimize gelmeye başlamışlardı. Bunların bir kısmı müslüman olduklarını ilân ediyor, îslami öğretileri Medine-i Münevvere´de Öğreniyorlardı. Kiminin de kalplerinde şek ve şüphe, yahut cahiliyye gururu vardı. Ya da puta perestlik inan-, cı hala kalplerini işgal etmekteydi. Peygamber efendimiz bunlara güzel öğütlerle va´z ü nasihatta bulunuyor, kalplerini İslama ısındırıyordu. Diğer bazıları da teslim olduklarını açıklayarak Peygamber efendimizin yanına geliyor, Peygamber efendimiz de onlara doğru yolu gösterip irşadda bulunuyor ve onları sapıklıktan kurtarıyordu.
“Delâilün Nübüvve” adlı eserde Beyhaki rivayet eder ki; Amir oğulları peygamber efendimize gelerek ona “Sen bizim efendimizsin, üzerimizde iyiliklerin vardır.” dediler. Peygamber efendimiz ise onlara şu karşılığı verdi: “Şeytan sizinle alay etmesin, asıl efendi Allah´tır.”
Peygamber efendimize gelen bu heyet, müslüman olmuştu. Aralarında müslüman olmak istemeyen, aksine Peygamber efendimize suikastte bulunma niyetini taşıyan Amir bin Tufeylide vardı. Kendisine kötü bir iş yapmaması uyarısında bulunan kavmi: “Ey Amir! Kavim müslüman oldu. Sen de Islama gir.” dediler. Fakat O, şu cevabı verdi: “Allah´a andolsun ki ben, tüm^ araplar bana tabi oluncaya kadar bu faaliyetlerimden vazgeçmiyeceğim. Kureyşten olan gence mi tabi olacağım ”
Böyle dedikten sonra Erbed isminde bir adamla işbirliği yaparak peygamber efendimize suikast planını kurdu. Arkadaşına dedi ki: “O zatın (Hz.Muhammed´in) yanına vardığımızda ben onunla konuşacak ve yüzünü senden başka tarafa çevireceğim, böyle yaptığı zaman sen de kılıcınla onu vur.”
Amir oğulları heyeti peygamber efendimizin yanına geldiklerinde, Amir, suikastı uygulama teşebbüsünde bulundu. Peygamber efendimize hitaben: uEy Muhammed benimle dost olsana!” dedi. Peygamber efendimiz de ona: “Hayır, bir ve ortaksız olan Allah´a iman etmedikçe seninle dost olamam!” dedi. Mümin olmadıkça onunla dost olamıyacağını Peygamber efendimiz açıkça belirtti. Amir imana gelmedi. Aksine işi tehdit noktasına kadar vardırdı. Halbuki dostluk ancak yardımla ve güçle elde edilebilir. Peygamber efendimize şöyle tehdit dolu bir ifade sarfetti: “Ama Allah´a andolsun ki, ben sana karşı yığınla piyade ve süvari çıkaracağımr Böyle deyip Peygamber efendimizden ayrılırken, insanların şerrine karşı Allah tarafından korunan Resulullah (s.a.v.) : “Allah´ım bizi Amir bin TufeyVin şerrinden koru!” dedi. Amirin arkadaşı Erbet Suikast planını uygulama hususunda Amire yardım etmemişti. Peygamber efendimize kılıç çekmemişti. Amir onu kınayarak: “Yazıklar olsun sana ey Erbed! hani sana söylediklerim nerede kaldı ” dedi. Erbet ise şöyle dedi: “Allah´a andolsun ki yeryüzünde en çok senden korkardım. Fakat yine Allah´a andolsun ki artık bugünden sonra senden korkmuyorum. Hele sen acele kararını verme. Yemin ederim ki ben onu vurmaya kasdettiğim her defada benimle onun arasına sen giriyordun, az kalsın kılıcımla seni vuracaktım!” Evet, Cenab-ı Allah, Peygamberini işte böyle korumuştu. Erbet´le onun arasına Amir´in sureti girmişti. Bu iki katil kişi, Peygamber efendimizin yanından çıkıp gittiler. Amir bin Tufeyl veba hastalığına yakalandı. Bir kadının evinde öldü. At sırtında Öldüğünü söyleyenler de olmuştur. Hastalığın verdiği acı ve elemlere dayanamayarak evden çıkmış ve : “Develer gibi salgına yakalanıp ölecek miyim Fy demişti. Yardımcısı Er-bed´e gelince o da amir oğullarının yurduna dönerken Amir bin Tufeyl´i sırtında taşımış ve yolda kendilerine bir yıldırım çarparak her ikisi de ölmüştü. Rivayete göre Amir bin Tufeyl Peygamber efendimizin yanına geldiğinde Peygamber efendimize şu seçenekleri göstermiş ve şöyle demişti” “Ey Muhammed üç şeyden birini yapmak için sana tercih hakkı veriyorum:
1- Ova halkı sana tabi olsun, dağdakiler de bana tabi olsunlar.
2- Ya da senin vefatından sonra yerine ben geçeyim.
3- Aksi takdirde Gatafanlılardan 1000 doru ve 1000 de kü-heylan at ile gelip sana saldırırım!”
Bu rivayet Buhariye aittir. Yine Buhari´nin ifadesine göre Amir bin Tufeyl, veba hastalığına yakalanarak bir kadının evinde ölmüş ve ölürken de: “Develer gibi salgına yakalanıp ölecek miyim1 !” Sonra; “Atımı getirin ki bineyim” demiş. Atının sırtına binerek at üzerinde ölmüş…
Öyle sanılıyor ki Amir bin Tueyl, hicri 9.senede değil de Mekke´nin fethinden önce Ölmüştür. Çünkü konuşmalarından da anlaşılıyor ki Mekke´nin fethinden ve Tebük gazasından Önce, yani İslamiyetin bütün arap beldelerine hakim oluşuna, mü-tekaddim bir zamanda vefat etmiştir. Her ne ise, Mekke´nin fethinden ve Tebük gazvesinden sonra Peygamber efendimize gelen heyetlerin hepsi, müslüman değildi. Aksine, aralarında teslimiyet arzettiği halde İslamiyeti kabul etmeyenler de vardı.
Abdül Kays Heyeti
Buhari ve Müslimin sahihlerinde anlatıldığına göre Abdül-kays heyeti, Peygamber (s.a.v.) efendimizin yanına geldi. Peygamber efemdimiz onları güleryüzle karşıladı. Ve “Bu kavim nereden geliyor ” diye sordu. Onlar da: “Rebiaden geliyor” dediler. Peygamber efendimiz: “Bu heyete merhaba, hoşgeldiniz, pişman olmayacaksınız” dedi. Onlara ikramda bulundu. Çünkü Rebia´lılarla Mudarlılar arasında Rekabet vardı. Bunların gelişi, cahiliyet asabiyetinin, îslamm sesi yanında sönükleştiği-ni, îslamm izzeti altında ezildiğini gösteriyordu. Bunlar İslami-yete girmek arzusuyla gelmişler ve İslamiyeti kabul ederek gönüllerini tatmin etmişlerdi. Bilmeleri gereken dini hususları peygamber efendimizden öğrenmek istiyorlardı. Sözcüleri şöyle dedi: “Ey Allah´ın Resulü! Bizimle şu Mudar´lı kafir kabile arasında düşmanlık vardı. Ancak haram ayda sana gelebildik. Uymamız gereken hususları bize öğret ki, biz de gidip kavmimizden artakalan ve buraya gelemeyen kimselere bunları emredelim ve böylece cennete girebilelim.”
Resulullah (s.a.v) efendimiz dedi ki: “Size dört şeyi emrediyorum ve sizden de dört şeyi menediyorum. Allah imanın ne demek olduğunu biliyor musunuz Bu iman, Allah´tan başka ilahın bulunmadığına ve Muhammed´in de Allah´ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekatı vermek, Ramazan orucunu tutmak ve elde ettiğiniz ganimetlerin beşte birini beytül male vermektir.
Sizi dört şeyden men ediyorum. Faizden, Haysem, Nakir, Müzemmet (gibi içki çeşitlerin)den menediyorum.” Abdülkays heyeti arasında Carud bin Bişr bin Muallâ da vardı. Bu zat hı-rıstiyandı. Peygamber efendimizin yanına geldiğinde onunla konuştu. Peygamber efendimiz onu İslama davet etti. Müslüman olması için teşvikte bulundu. O da şöyle dedi: uEy Mu-hammed, ben kendi dinimdeyim. Senin için dinimi bırakıp Islama gireceğim, ama sen benim dinim için bana bir garanti verir misin ”
Peygamber efendimiz şöyle cevap verdi: “Sana garanti veriyorum, Allahm seni kendi dininden daha hayırlı bir dine ve dosdoğru yola iletecektir” Resulullah (s.a.v.) efendimizin bu teminatı üzerine Carud bin Bişr ve beraberindeki arkadaşları İslama girdiler. Carud bundan sonra kendi kavmine döndü, vefat edinceye kadar güzelce bir islami hayat yaşadı. Resulullah (s.a.v.) in Darül bekaya irtihalinden sonra kendi kavminden ir-tidad eden kimseleri görünce kalkıp onlara karşı hak şehadette bulundu; tevbe edip İslama yeniden dönmelerini tavsiye edip şöyle dedi: “Ey İnsanlar Allah´tan başka Tanrı bulunmadığına Muhammed´in de Allah elçisi olduğuna şehadet ederim. Bu şe-hadeti getirmiyen kimseleri müslüman olarak kabul etmem, onları tanımam!”
Bu heyetler Peygamber (s.a.v.) efendimizin yanına geliyorlar, konuşup sohbet ettikten sonra tslâmiyetin aydınlığı kalplerine girerek yanından ayrılıyorlar ve dini öğretmek için kendi kavimlerine dönüyorlardı. Onların bu durumları tıpkı şu ayeti Kerimeye uyuyordu.:
“Her topluluktan bir grubun toplanıp dini iyice öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman (Allah´ın yasak kıldığı şeylerden) kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez mİ ” (Tevbe :122)
Hanife Oğulları Heyeti
Peygamber (s.a.v.) efendimiz heyetleri karşılıyor onları tsla-ma davet ediyordu. Onların bir kısmı hidayeti buluyor, bir kısmı da sapıklığa ve delalete sapıyordu. İnsanlar iki kısımdır. Biri hakkı talep edip arar, kötülükten uzak durur. Haktan başka hiçbirşey istemez; nefsine heva, heves ve batılın kirleri bulaşmaz. Şehvet ve heveslerin gayyasına yuvarlanmaz. Şeytan böy-lesinin nefsine kötülükleri süsleyemez. Diğer kısma gelince Bunlar, heveslerinin esiridirler. Bunlar hakka yönelmez ve hakkı aramazlar; ancak nefislerinin heveslerine, sapık anlayışlarının gösterdikleri hedeflere yönelirler. Vehimlerinin etkisi altındadırlar.
Peygamber(s.a.v.) efendimiz her iki kısmı da karşılıyordu. Hakkı talep edip nefsine istikamet veren kimseler, hakkın çağrısına icabet edip müslüman oluyorlardı. Heveslerinin bineği haline gelen kimselere gelince, Peygamber efendimiz onların gözleri önündeki perdeyi, vehimlerin dokuduğu örtüyü gidermeye çalışıyordu. Hidayete eren kimse kendi nefsinin yararına hidayete eriyordu. Sapıklığa düşen kimseler de kendi nefislerinin aleyhine dalalete sürükleniyorlardı. Peygamber efendimiz herkesi hidayete kavuşturmak istiyordu, ama yüce Allah kendisine şöyle diyordu:
“(Ey Muhammed), sen, sevdiğini doğru yola iletemezsin, fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir.” (Kasas: 56)
îşte sapıklığı hidayete tercih eden bu ikinci kısım insanlardan biri de Müseylemetü´l-Kezab´m kavmi idi. Bunlar Hanife oğullarının heyeti idiler.
Aralarında Müseyleme de bulunmak üzere Hanife oğulları heyeti, Peygamber efendimizin yanına geldiler. Peygamber efendimizin elinde hurma dalından bir değnek vardı. Müseyleme, idaresi altında bulunan mıntıkaların bir kısmını kendisine bırakmasını isteyince Peygamber efendimiz ona: “Elimdeki şu değneği bile istesen onu dahi sana vermem, Kötülük, ancak şerli kimselerde görülür. /”
Müseyleme´yi böyle bir talepte bulunmaya kavmi teşvik edip cesaretlendirmişti. Peygamber efendimiz, bu red cevabını-nın yanısıra Müseyleme´nin kavmine de şöyle demişti: “Ama sizin en şerliniz değildir ´
Heyetiyle birlikte peygamber efendimizin yanına gelmeden önce Müaseyleme, Peygamber efendimize şu mealde bir mektup yazmıştı:
“Allah Resulü Müseylenıe´den Allah Resulü Muhammed´e.
îmdi ben idarede sana ortak oldum. İdarenin yarısı bana, yarısı da Kureyşlilere olsun; ama Kureyşliler, adaletli davranan bir kavim değildirler,”
Elçiler bu mektubu Peygamber efendimize getirdiklerinde Peygamber efendimiz Müseyleme´ye şu cevabî mektubu yazdı:
“Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla. Allah Resulü Mu-hammed´den Meseylemeye. Hidayete tabi olana selam olsun. İmdi ben derim ki: “Yeryüzü Allah´ındır. Onunkullarından dilediğine verir. Sonuç, (Allah´tan korkup günahtan) korunanlarındır.” (Araf: 128)
Bir rivayete göre mezkur mektubu Müseyleme´den iki elçi getirmişti. Peygamber efendimiz bunlara: “Benim Allah Resulü olduğuma şehadet ediniz” demiş, onlarsa: “Müseyleme´nin Allah Resulü olduğuna şehadet ederiz” demişlerdi. Onların bu cevapları karşısında Peygamber (s.a.v.) efendimiz şöyle buyurmuştu: “Eğer ben elçi öldüren biri olsaydım, sizi mutlaka öldürürdüm!”
Hanife oğulları heyeti işte bu psikolojik durumda, bu ruh haleti ve bu akli sapıklık içinde peygamber efendimizin yanına gelmişlerdi. Ama onların bir kısmı müslüman olmuşlardı. Bununla beraber bilahare yine islam´dan dönmüşlerdi. Müseyle-metü´l-Kezzab´m sapıklığı, onları haktan saptırmıştı. Çünkü onlarda cahiliyyet asabiyeti vardı. Öyle ki sözcüleri şöyle demişti: “Rebia oğullarının yalancısı, Mudarlıların doğru sözlüsünden daha hayırlıdır,!”
Sakat akıllı, yalanca Müseyleme, Kur´an-ı Kerim´in bir benzerini getirebileceğini iddia ediyordu. Söyledikleri sözlerin seci bakımından Kur´an-ı Kerim´e benzediğini ileri sürüyordu. Bir defasında şöyle bir misal vermişti:
“Allah gebeye in´amda bulundu. Yürüyüp koşan bir yavruyu ondan çıkardı. Karnının zarı ve örtüsü arasından bir yavruyu doğurttu.”
Müseyleme, Peygamber efendimizin: “O sizin en şerliniz değildir” sözünden şu anlamı çıkarmıştı: Güya peygamber efendimiz, Hanife oğullarının tümünün kötü kimseler olduklarını, Müseyleme´nin ise kötü kimse olmadığını ifade etmiş, böylece onu risaletine ortak yapmış!
Müseyleme, Hanife oğullarının namaz kılma yükümlülüğünden muaf tutmuş, böylece kalplerine sapıklığı aşılamıştı. Kavminin idrâklerine cahiliyye asabiyetini yerleştirmişti.
Rivayete göre bu uğursuz heyet, hicretin 10.senesinde yani İslam davetinin her tarafı kapsadığı bir dönemde Medine-i Mü-nevvere´ye gelmişti. Bunlar artık Peygamber efendimize tabi olmaktan başka çıkar yol olmadığını gelip görünce teslimiyetlerini arzetmişlerdi. Fakat bilahare îslamdan sapıp uzaklaşmışlardı.
Tay Kabilesinin Heyeti
Tay kabilesinin heyeti Medine-i Münevvere´ye geldi. Aslında kendilerine seriyye gönderildiği zamanlarda İslamiyet, aralarında görülmeye başlanmıştı. Bunlar, kalplerinde ve ilişkilerinde güzellikler bulunan bir kavimdi. Sakifliler gibi inatçı kimseler değillerdi. Hanife oğullarıyla Yemameliler gibi fikri sapıklık içinde bulunmuyorlardı. Heyetin başında, Peygamber efendimiz tarafından Zeydü´l Hayr diye adlandırılan Zeydül Hayl adındaki şahıs vardı. Rivayete göre Peygamber efendimiz Zeydül Hayr hakkında şöyle buyurmuştur: “Bana araplardan her kimin hayırlı olduğu söylenip de bilahare yanıma gelerek kendisini gördüğümde hakkında söylenen sözlerin abartıltığını anlardım. Yalnız Zeydül Hayr bundan müstesnadır. Onun hakkında söylenenler, onun iyiliklerini tam olarak ifade edebilmiş değildir.”
Peygamber (s.a.v) efendimiz bu heyete îslamiyeti önerdi bunlar da İslama girdiler ve güzelce bir İslami hayat yaşadılar. Rivayete göre Zeydül Hayr, heyetlerinin Peygamber efendimizin yanından ayrılmalarından sonra Medine-İ Münevvere koruluğunda vefat etmiştir. Başka bir rivayete göre Hz. Ömer´in halifeliği zamanında vefat etmiştir. Ebeveyni Peygamber efendimizin sohbetine katılıp sahabi olma şerefine nail olmuşlardır. Allah onlardan razı olsun.
Peygamber (s.a.v.) efendimiz Zeydül Hayr´e bazı arazileri ik-ta´ olarak verdi. Bu hususta ona bir yazı da yazdı. Öyle anlaşılıyor ki bu bir menfaat iktaı idi. Yani kendisine ikta´ olarak verilen arazilerin menfaatinden yararlanacaktı. Oralardaki madenleri çıkaracak, ekin ekip ziraatle uğraşacaktı. Peygamber efendimiz, işletilmelerini sağlamak ve altlarındaki servet kaynaklarını çıkarmak için Medine´den uzak olan arazileri ikta´ yoluyla bazı kimselere verirdi. Bunlar da buna karşılık devlete ücret öderlerdi.. Bazen de Peygamber efendimiz İslamdan uzak olan kimselerin gönüllerini İslama ısındırmak maksadıyla ücretsiz olarak da bazı arazileri iktaJ olarak verirdi.
Kinde Heyeti
Kinde kabilesinden gelen heyetin başında Eş´as bin Kays vardı. Bu heyet 60 ya da 80 kişiden teşekkül ediyordu. Silahları ve zinetleriyle birlikte Resulullah(s.a.v.) efendimizin huzuruna vardılar. İpekli elbiseler ve cübbeîer giymişlendi. Resulullah (s.a.v.) efendimizin yanına selam vermeden girdiler. Durumlarını beğenmedi. Onlara müslüman olmayacak mısınız diye sorunca onlar, ´olacağız´ dediler. Sonra peygamber efendimiz şu boyunlarmızdaki ipekler de neyin nesi !” diye sordu. Onlar iki gruptular. Bir grup peygamber efendimizin durumlarını beğen-meyişini haklı buldular. Üzerlerindeki ipekli elbiseleri yırtıp çıkardılar, bir tarafa attılar. Eş´as bin Kays dedi ki: “Biz Akilül Mürâr´ın oğullarıyız sen de Akilül Mürâr´ın oğlusun (böyle demekle güçlü kimseler olduklarını ifade etmek istemişti) Resulullah (s.a.v.) efendimiz onun bu cevabı karşısında güldü. Çünkü bir zamanlar arap beldelerinde ticari seyahatlere giden Hz. Abbas ile Rebia bin Haris de başkalarına bu şekilde bir nesep uydurmuşlar ve “Biz Akilül Mürâr´ın oğullarıyız” demişlerdi. Böylece halka üstünlük sağlamak ve arkalarının güçlü olduğunu ifade etmek, insanların kötülüklerinden korunmak istemişlerdi. Çünkü Akilül Mürâr, Kinde mıntıkasının emiri idi. Onun oğullan da emir idiler. Onun adını veren ve soyundan olduğunu söyleyen kimseler her tarafta güvenlik içinde olurdu.
Eş´as bin Kays, Peygamber efendimize “Biz Akilül Mürâr´ın oğullarıyız, sen de Akilül Mürâr´ın oğlusun” demekle kendisiyle Hz. Abbas arasında arkadaşlık bulunduğunu ima etmek istemişti. Peygamber efendimiz de amcasının bir zamanlar böyle söylediğini hatırladığından dolayı gülmeye başlamıştı. Fakat gerçek nesebini hatırlatmış ve nesebini inkar etmeyeceğini ifade buyurmuştur.
Ahmed bin Hanbel, ´Müshed´ adlı eserinde Eş´as bin Kayse dayanan bir sened ile şu rivayette bulunur: Eş´as bin Kays dedi ki:
“Kinde heyeti olarak Resulullah (s.a.v.) in yanına geldik. Heyettekiler beni kendilerine üstün bilip heyet başkanı yaptılar. Ben bunu peygamber efendimize anlattığımda o şöyle demişti: “Hayır biz Nadir bin Kinane oğullarıyız. Anamızın soyuna inti-sab etmez, babamızın soyunu da red etmeyiz.”
Eş´as bin Kays, Emeviler devrinde îslam devletinde söz sahibi idi. Şöyle derdi: “Ey Kinde Cemaati! Vallahi bir daha Ku-reyşlilerden kimin böyle “Akilül Mürâr oğullarıyız” dediğini işitirsem onun kırbaçlar im. tn
Peygamber efendimiz Kinde heyetine ikramda bulundu onlar da müslüman olduklarını ilân ettiler. Gönül hoşluğu içinde, güvenle müslüman olarak memleketlerine döndüler.
Eş´arîlerle Yemenliler Heyeti
Ensarîler bazı Yemen kabilelerine mensupturlar. Bunlardır ki Peygamber efendimizi sevmiş, ona yardım etmiş, onu yurtlarında barındırmış ve bağırlarına basmışlardı.
Eş´arilerle Yemenliler heyeti, ya da Yemenden bazı kimseler heyet halinde Peygamber efendimize gelip müslüman oldular, îslamın prensiplerini öğrenmek ve Kur´an-ı Kerim´i ezberlemek istiyorlardı. Yanına vardıkları zaman Peygamber efendimiz şöyle demişti: “Sizden daha yufka yürekli bir kavim gelmedi” demişti. Eş´arîler Peygamber efendimizin yanma gelerek “Re-cez Bahrinde” şiirler irşad etmişlerdi: “yarın dostlarla karşılaşacağız
Muhammed ve arkadaşlarıyla karşılaşacağız.”
Sahihi Müslim´de Ebu Hüreyre´den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v.) efendimiz, bu heyet yanına geldiği zaman şöyle demiştir: “Yemenliler geldiler, onlar yufka yürekli ve imana girmek için kalpleri yumuşak olan kimselerdirler. Hikmet Yemen´e aittir. Huzur ve sükûn davar sahiplerindedir. Gurur ve kibir göçebe kimselerdedir.”
Cübeyr bin Mutim´den rivayet olduğuna göre Peygamber (s.a.v.) efendimiz o sırada şöyle demişti: “Size Yemenliler geldiler. Onlar sanki bulutlar gibidirler. Yeryüzü halkının en hayır-lısıdırlar.” Orada bulunan Ensardan biri “Biz müstesnayız değil mi Ya Resulullah” deyince Peygamber efendimiz sustu. En-sari sorusunu tekrarlayınca Peygamber efendimiz yine sustu. Sonra: “Yalnız siz Müstesnasınız” dedi ama bunu gevşek bir ifade ile söyledi.
Resulullah (s.a.v.) efendimiz onları Yemenlilerden istisna etmeyi kabul etmiyordu. Çünkü Ensar zirvede bulunan insanlar topluluğuydu.
îslâmiyet, aslında müslüman olan kimseler için bir hayır müjdesi idi. Peygamber (s.a.v.) efendimiz, yanına gelen Temim oğulları heyetine: “Size müjdeler olsun” demişti. Bu sözüyle onların İslama girmekte kazançlı çıkacaklarını kastetmişti, onlar da: Madem bize müjde verdin, o halde müjdelediğin şeyleri ver” diyerek maddi bir kazanç sağlıyacaklarmı zannetmişlerdi. Peygamber efendimiz onların bu tamahkar maddeciliklerinden Ötürü öfkelendi. Öte yandan Yemen´den gelen Eş´arilere: “Müjdeye yönelin” dediğinde, onlar da: “Yöneldik Ya Resulullah” diye cevap verdiler. Peygamber efendimizin bu müjdesinin maddi değil, manevi olduğunu anlamışlardı. Sonra “Ya Resulullah, biz dini hükümleri Öğrenmek için geldik. Bunun için de îslamm ilk emirlerini bize Öğretmeni istiyoruz” dediler. Peygamber efendimiz onlara cevaben şöyle dedi: “Allah vardı. O´ndan başka hiç bir şey mevcut değildi. Arşı, sular üzerindeydi. Zikirde (levh-i mahfuzda) herşeyiyazdı.”
Burada tuhaf görünen bir hakikat ile karşılaşıyoruz: Yemenliler ile çevrelerinde bulunan kabileler İslama koşarak gelmişlerdi. Buna mukabil Mekke-i Mükerreme halkı yeni dine karşı direnmişlerdi. Oysa ki Peygamber (s.a.v.) efendimiz Mek-kelilerdendi. Mekkeliler onu; doğru sözlü, emin ve insanı kema-lata zıt olan hasletlerden uzak bir kimse olarak biliyorlardı. Buna rağmen İslama karşı direniş gösterdiler. Bunun sebebi de şu hususlardan ileri geliyor:
1- Mekkelilerle çevre kabilelerin kalplerine putperestlik inancı iyiden iyiye yerleşmiş, vehimleri onlara egemen olmuş ve şovlarıyla övünür olmuşlardı.
2- Beyt-i Haram çevresinde ikamet ettiklerinden ötürü diğer araplara karşı reis olma sevdasına tutulmuşlardı. Beyti harama hizmet ettiklerinden ötürü diğer araplara hakim olma tutkusuna kapılmışlardı. Kendilerinin Beyti haramın hizmetçileri olduklarını iddia ediyorlardı. Bu yeni din ise, ellerindeki hakimiyet ve saltanatı çekip alacaktı. Bu da onların İslama karşı direnişlerini şiddetlendirdi. İmana düşman değillerdi, ama saltanatlarının ellerinden alınacağından dolayı mukavemet göstermişlerdi.
3- Yemen´in güneyindeki kabileler dinler hakkında bilgi sahibiydiler, aralarında Yahudi ve hıristiyanlar vardı. Onların da semavi, risalet hakkında bilgileri vardı. Yemendeki Yahudiler İsrail oğullarından değil, Samirilerdendi. Bunlar Musa (as.)´a tabi olan îsrailoğullarından değillerdi. Yahudiydiler, ama kendilerinde keskin bir İsrailiyet bağnazlığı yoktu. Çünkü İsrail oğulları, Peygamberlerin ancak kendilerinden olabileceğine inanmışlardı. Muhammed (s.a.v.) efendimiz peygamber olarak geldiğinde, onu öz oğulları gibi tanıdıkları halde inkar ettiler: “O bildikleri, kendilerine gelince onu inkar ettiler.” (Bakara: 89)
İsrail oğulları, Musa peygambere uyan Samirilerin Yahudilerden olduklarını kabul etmiyorlardı. Çünkü Yahudilerde inanç değil, ırkçılık vardı. Bu sebeble diğer din mensuplarını ezmeye çalıştıkları gibi Samirileri de ezmeye çalışıyorlardı. Araplardan bir peygamber gelişi de onların o peygambere karşı mukavemetlerini ve düşmanlıklarını alevlendirdi.
4- Samiriler îslamiyetin arap beldelerinde yükselen bir din olduğunu ve çevreye hakim hale geldiğini ve Allah´ın kelimesinin yüceldiğini görünce koşup İslama girmişlerdi.
Ezd Heyeti
Bunlar Yemenlilerdi. îslama gelip çabucak girmelerinin sebebi, îslamiyetin Arabistan´da hakim hale gelmesi idi. İbn İshak der ki:
Ezd Heyeti Medine-i Münevvereye geldi. Başlarında Sard bin Abdullah el-Ezd ´i vardı. İslama girdi ve güzel bir İslami hayat yaşadı, peygamber efendimiz onu, kavminden müslüman olan kimselerin başına emir yaptı. Ona, beraberindeki müslü-manlarla müşriklere karşı gidip cihad etmesini, Yemendeki müşrik kabileler ve çevredeki kafirlerle muharebe yapmasını emir buyurdu. Sard bin Abdullah da beraberindeki müslüman-larla gidip çevre kabilelerin müşrikleriyle cihad etti. Çevrelerinde Cüreş adında kapalı bir şehir vardı. Orada Yemenden bazı kabileler yaşarlardı. Cüreşlilere Has´anililer de katılmışlar ve Sard bin Abdullah komutasında teşekkül eden İslam ordusuna karşı güç birliği yapmışlardı. Abdullah, onları Cüreş şehrinde bir ay kadar kuşatma altında tuttu. Ama onlar müstahkem mevkilere sığınmış olduklarından dolayı mukavemet ettiler. Abdullah kuşatmayı bırakıp Şekr denen dağa yöneldi. Fırsatını bulup tekrar Cüreşlileri hezimete uğratmak, düzenlerini altüst etmek için planı kurdu. Ansızın baskın yapmayı düşündü Öte yandan Cüreşliler, Sard bin Abdullah´la beraberindeki müslümanlarm yenik düşerek ya da beldelerini fethetmekten ümiclini keserek geri döndüğünü zannettiler. Kalelerinden çıkıp Abdullah ve beraberindeki müslümanları takip etmeyi uygun gördüler, ama kalelerinden inip dışarı çıkmaları, Abdullah´ın onlara büyük bir darbe indirmesine imkan doğurdu. Yanına yaklaştıklarında Abdullah ve beraberindeki müslümanlar üzerlerine baskın yaptılar. Bunların sığınacakları bir yer de kalmadığı için Abdullah onları kırıp geçirdi. Şiddetli bir yenilgiye uğradılar. Peygamber efendimiz bu güçlü zaferi haber aldı. Bu hikmet ve kuvvet sahibi Allah´ın bir ikramı idi. Medine´den gönderilen bir seriyye ile değil de Abdullah ve beraberindeki müslüman araplar vasıtasıyla bu zafer elde edilmişti. Peygamber efendimizin bu zaferi haber aldığı günün akşamında Cüreş-lilerden bir heyet Peygamber efendimizin yanına gelmiş ve müslüman olmuşlardı. İki kişiden teşekkül eden bu heyete Peygamber efendimiz: “Şekr dağı Allah´ın hangi ülkesidir ” diye sordu. Onlar da: “Ya Resulullah bizim ülkemizde Keşr adında bir dağ vardır. Cüreşliler bu dağa bu adı vermişlerdir” dediler. Peygamber efendimiz: “Hayır o Keşr dağı değil Şekr dağıdır” diye cevap verdi. Onlar da: “O şimdi ne haldedir Ya Resulullah ” diye sorunca Peygamber efendimiz şu cevabı verdi: “Şimdi orada develer boğazlanmaktadır!” Fakat adamlar Peygamber efendimizin bu sözünün ne anlama geldiğini bilemediler. Gidip Hz. Ebu Bekir ile Osman´a sordular. Onlar da: “Yazıklar olsun size… Resulullah (s.a.v.) efendimiz size, kavminizin kara haberini vermiş. Yanına varın, Cenab-ı Allah´ın kavminizin üzerinden bu belayı kaldırması için dua etmesini dileyin” dediler. Bunun üzerine adamlar Resulullah(s.a.v)´in yanına vararak kavimlerinin üzerindeki bu belanın kaldırılması için dua etmesini dilediler. Peygamber efendimiz de: “Allah´ım bu belayı Cü-reşlilerin üzerinden kaldır.” diye duâ etti. Sonra adamlar Medine´den ayrılıp Cüreş´e gittiler. Kavimlerinin Peygamber efendimizin haber verdiği günde, hatta saatte bu musibete uğradıklarını anladılar. Bundan sonra Cüreşlilerden bir heyet Medineye gelerek Müslüman oldular. İslami esaslara güzelce bağlandıkları için Peygamber efendimiz onlara, kasabalarının çevresindeki bazı arazileri işletmeleri için ikta´ olarak verdi. Peygamber efendimiz İslama giren bazı şehir sakinlerine, oralardaki arazileri işletsinler diye ikta´ olarak verirdi. Tabii bunu da bir kira ya da haraç karşılığında verirdi. Doğruyu en iyi bilen noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah´tır.
Haris Bin Ka´b Oğullan Heyeti
Peygamber efendimize gelen müslüman heyetler Medine-Î Münevverede karşılanıyorlardı. Müslüman olmayan heyetleri ise Medineye geldikleri zaman Peygamber efendimiz İslama davet ediyordu. Çoğu kez bu davete icabet ediyorlardı. Bazen de tereddüt ettikten sonra icabet ediyorlardı. Her ne ise, İslamiyet, diyarlarına girmişti. Dileyen iman ediyor, dileyen inkar ediyordu. Kendi eski dininde kalmak isteyip de islamm gölgesi altında yaşamak arzusunu izhar edenlerle Peygamber efendimiz zimmilik anlaşması yapıyordu.
Peygamber (s.a.v.) efendimiz kabilelerin durumlarını araştırıp öğreniyordu. Bu kabilelerden Medine´ye gelenleri tslama davet ediyordu. Gelenler bu daveti kabul ediyorlardı. Gelmeyenleri ise peygamber efendimiz, imana gelip gelmediklerini öğrenmek, durumlarını anlamak için seriyyeler gönderiyor ve bu seriyyeler aracılığıyla onları tslama davet ediyordu. İşte durumu bilinmeyen bu kabilelerden biri de Haris oğullarıydı. Hicri 10. senenin Rebiulahir ayında Necran´daki Haris bin Kab oğulları kabilesine Halid bin Velid gönderildi. Peygamber efendimiz Halid´e, onları İslama davet etmesini emretti. Onlarla savaşmadan önce üç gün süreyle İslama davet etmesini tavsiye etti. Eğer bu davete icabet ederlerse icabetlerini kabul edecek, kabul etmezlerse onlarla savaşacaktı.
Bu talimatı alan Halid bin Velid, Necran´a gitti. Süvarileri beldenin her tarafına yayıldı. Onları İslama davet ediyor ve : “Müslüman olun selamete erin” diyorlardı. Haris oğulları İslama girdiler. Halid bin Velid, îslamı öğretmek üzere aralarında bir süre ikamet etti. Bu durumu peygamber efendimize bir mektupla arz etti. Peygamber efendimiz de onların İslama girişlerini kabul etmesini, onlarla bir heyetle birlikte Medineye dönmesini cevabi mektubunda bildirdi. Bunun üzerine Halid bin Velid, Necranlı heyetle birlikte Medine-i Münevvereye döndü. Bu heyette Kays bin Husayn ile Yezid bin Abdul-Müdam ve diğerleri vardı. Medineye geldiklerinde peygamber efendimiz bu heyettekilere: “Cahiliyet devrinde sizinle savaşanları nasıl yenebiliyordunuz ” diye sordu. Onlar da biz kimseyi mağlup etmedik diye cevap verdiler. Ama Peygamber efendimiz üsteleyince şu cevabı verdiler. “Biz birlik içinde hareket eder, biribi-rimizden kopmazdık. Başkaları bize ilişmedikçe biz kimseye ilişmez ve zulmetmezdik…´*
Resulullah (s.a.v.) efendimiz, ahlâklarını açıklamaları için onları konuşturuyordu. Çünkü onların ahlâklarını benimsiyor-du.Ve bu ahlâklarını devam ettirmelerini istiyordu. Zira bu İs-lami bir ahlaktı: Hep birlikte hareket ediyor, birlik ve beraberlik içinde bulunuyor, bölünüp parçalanmıyor ve savaşırken dahi kimseye zulüm etmiyorlardı.
Peygamber efendimiz Kays bin Husayn´i onların başına emir yaptı. Bunlar Medine-i Münevverede bir kaç ay süreyle kalıp îslamiyeti öğrendikten ve Kur´an-ı Kerim´in bir kısmını ezberledikten sonra ülkelerine döndüler.
Görülüyor ki Peygamber (s.a.v.) efendimiz yanına gelen heyetlerin İslama icabet ettiklerini, yeni dinin kendi kabileleri arasında yayılmış olduğunu müşahede edince başlarına bir emir tayin ediyordu. Bu emir sürekli Peygamber efendimizle irtibat halinde olacaktı. Böylece onlar hep birlikte bir yönetim ve idare altında kalacaklardı ki, Bu da îslam idaresiydi. Onlar dağılmadan, bölünüp parçalanmadan, birbirlerine düşman olmadan hep birlikte îslam sancağını taşıyacaklardı.
Hemezan Heyeti
Hemezan heyeti hiç tereddüt etmeksizin İslama girip Medi-neye geldi. Aralarında Malik bin Nemat ve diğerleri vardı, bunlar peygamber efendimizin Tebük dönüşünden sonra Medine´ye geldiler; süslü giysiler, şatafatlı cübbeler, Aden yapısı sarıklar giyinip kuşanarak binekleri üzerinde Medineye gelmişlerdi. Her ne kadar süslü giysiler giyinmişlerse de, giysileri arasında ipekli ya da altın sırmalı giysiler yoktu. Bu sebeble giyim kuşamları reddedilmedi. İslama girdiklerinden ötürü sevinçle Peygamber efendimizin huzuruna çıktılar. Hatta bu sevinçli hallerinden dolayı Malik bin Nemat, Peygamber efendimizin huzurunda *recez bahrinden´ şiirler okumuştu:
“Yazın ve güzün tozları içinde
Bol verimli büyük kasabaları aşıp sana geldik
Develerimize liften yularlar takarak
Sana ulaşmak için yollar katettik.”
Bunlar peygamber efendimizin huzurunda fasih kelam ile konuştular. Peygamber efendimiz onlara emir olarak Malik bin Nemat´ı tayin etti. Malik bin Nemat´a, kavminin müslüman olan efradı üzerinde valilik görevini verdi .Yakınlarında bulunan müşrik ya da kafir kimselerle cihad etmesini emretti. Ha-lid bin Velidi bir seriyye ile göndererek onlara yardım etti. Bey-haki´nin rivayetine göre Halid bin Velid, Yemen´de Islama davet için çalışacaktı. Halid, Yemen´e giderek aylarca orada ikamet etti: Ve halkı İslama davet etti.
Berâ´ bin Azib der ki: “Peygamber efendimizin Halid bin Ve-lid´le birlikte Yemen halkına gönderdiği seriyye fertleri arasında ben de bulunuyordum. Halid altı ay süreyle Yemenlileri Islama davet etti. Ama onlar bu davete icabet etmediler.”
Öyle anlaşılıyor ki Halid, bir savaş komutanıydı. İslam da-vetcçisi değildi. Bu sebebledir ki peygamber efendimiz ondan sonra Ali bin Ebi Talip hazretlerini Yemen´e gönderdi Hz. Ali barışçı Yemen topluluğuna yaklaştığında -her ne kadar hepsi Islama girmiş değildilerse de- Hz. Ali´yi karşılamaya çıkmışlardı. Hz. Ali onlarla savaşmadı. Sözle îslam davetinde bulunmadı. Ancak Peygamber efendimizin elçiliğini yaptı. Beraberindeki müslümanları tek saf halinde dizdi. Sonra da Resulullah´m mektubunu onlara okudu. Mektubu okuduktan sonra Heme-zanlılarm tümü İslama girdiler.
Buhari´nin sahihinde böyle anlatılır. Gerçek şu ki bu heyetlerle ilgili haberler arasında sıhhati sabit olmayan bazı sözler de aktarılmıştır. Bir rivayette anlatıldığına göre güya Peygamber efendimiz Hemezanlıları, Sakiflilerle savaşmakla yükümlü kılmıştır.! Aslında bu makul olmayan bir ifadedir. Çünkü Sa-kifliler Taifte, Hemezanlılar ise Yemen´de yaşarlardı. Ayrıca Sakifliler kendi heyetlerinin aracılığıyla İslama girmişler, putları Lât´ı yıkmışlardı. Doğrusunu söylemek gerekirse bu heyetlerin peygamber efendimize gelişlerinden sözeden tarihi kaynaklar dikkatli bir şekilde derlenmiş değildir.
Devs Heyetinin Gelişi
Peygamber (s.a.v.) efendimiz Hayber´de cihad ederken Devs heyeti yanına geldi. Yoksa genel olarak heyetler senesi olarak nitelendirilen dokuzuncu hicri senede Devs heyeti peygamber efendimizin yanına gelmiş değillerdi. Hayber savaşı esnasında Peygamber efendimize gelen Devsi heyetinin başında Tufayl bin Amr el-Devsi adında bir müslüman vardı. Peygamber efendimizin Medineye hicret edişinden önce Tufayl müslüman olmuştu. Peygamber efendimiz ona, kavmine gidip onları İslama davet etmesini emretmişti. O da bu emri yerine getirerek kavmini İslama davet etmiş, yakın akrabalarının bir kısmı İslama girmişlerdi. Ancak hicri 7.senede Peygamber efendimiz Hayber´de cihad ederken Tufayl, kavminden bazı müslümanlarla heyet halinde Hayber´e gelmişlerdi. Hayber ganimetlerinden bir kısmını da bu heyete vermişti. Çünkü bunlar da cihada katılmışlardı.
Tufayl bin Amr ed-Devsi´nin îslama girmesi, kavmim imana davet edişi, önceleri kavminin bu davete icabet etmeyişi, bilahare îslama girişlerine dair kıssayı Tufayl´ın kendisi bize anlatmaktadır. Bir zamanlar kavminin şerefli, akıllı, doğru görüşlü bir şahsiyeti olan Tufayl Mekke-i Mükerremeye gelmişti. Ku-reyşliler çevresini sararak onu, Muhammed (s.a.v.)´i dinlemekten alıkoymak istemişler ve şöyle demişlerdi: “Onun sözleri büyüdür kişiyle evladı, babası ile eşi arasında tefrika yaratır. Sakın onu dinleme!” Önceleri Tufayl, Kureyşlilerin bu sözüne kulak vermişti, fakat daha sonra hakikati gördüğünü şu sözleriyle ifade etmektedir:
“Kureyşliler bu işin üzerinde çok ısrar ettiler. Nihayet ben Mescidi harama giderken kulaklarıma pamuk tıkadım. Mu-hammed´in sözlerini dinlememek için böyle yaptım. Mescide gittiğimde Resulullah (s.a.v.)´in namazda olduğunu gördüm; gidip yakınında durdum. Fakat onun sözlerinin bir kısmını mutlaka Cenab-ı Allah bana işittirecekti.Güzel sözlerinden birkaçını işittim. Kendi kendime dedim ki: Vay anası ağlıyasıcaî Allah´a andolsun ki ben akıllı bir şairim güzel ile çirkini birbirinden ayırd edebilirim. Ne diye şu adamın sözüne kulak ver-miyecek misim ! Eğer söyledikleri güzel ise kabul ederim, çirkin ise dinlemem.
Nihayet Resulullah (s.a.v.) efendimiz namazını tamamlayıncaya ve evine dönünceye kadar bekledim. Evine girdikten sonra ben de içeriye daldım ve kendisine dedim ki: Kavmin, senin hakkında bana şöyle şöyle dediler. Allah´a andolsun ki bu işin üzerinde çok ısrar ettiler Senin durumundan beni korkuttular. Nihayet ben de kulaklarıma -senin sözlerini duymamak için – pamuk tıkadım. Ama senin sözlerini mutlaka Allah bana işittirdi. Ben senden güzel sözler duydum. Dinini bana açıkla.
Resulullah (s.a.v.) efendimiz bu sözlerim üzerine bana Islâmiyeti açıkladı. Kur´an-ı Kerim´i okudu, Allah´a andolsun ki, ondan daha güzel sözler işitmiş, ondan daha doğru bir iş görmüş değildim. Ben de müslüman oldum ve Hak şehadeti telaffuz ettim. Dedim ki: Ya Resulullah ben kendi kavmim arasında sözü dinlenen bir kimseyim, kavmime dönmek üzereyim, onları İslama davet edeceğim. Allah´a dua et de davetim esnasında bana yardımcı olacak bir alâmet versin.Peygamber efendimiz: “Allah´ım bu adama bir alamet ve ayet ver” dedi. Bu alamet de onun önce yüzüne sonra sırtına doğru inen bir nurdu.
Memleketline döndüğümde yaşlı bir adam olan babam yanıma geldi. Kendisine: ´Bana yaklaşma. Benden uzak dur. Çünkü sen benden değilsin. Ben de senden değilim´ dedim. O da, ´niçin ey oğlum ´ diye sorunca ben: “Müslüman oldum. Muham-med´in dinine uydum” dedim. Babam: “Yavrucuğum senin di-nin»benim dinimdir” dedi. “Öyleyse” git de guslet, elbiseni temizle, sonra yanıma gel ki öğrendiklerimi sana da öğreteyim” dedim. Gitti, bir süre sonra geldi. Kendisine Islamiyeti açıkladım, o da müslüman oldu.
Sonra eşim yanıma geldiğinde ona, ´Benden uzak dur. Çünkü ben senden değilim. Sen de benden değilsin´, dedim. Bana “Niçin böyle konuşuyorsun, anam babam sana feda olsun ” deyince ben de: “İslâmiyet bizi birbirimizden ayırdı. Çünkü ben müslüman olup Muhammed´in dinine uydum” dedim. Eşim: “Senin dinin benim de dinimdir” deyince ben de kendisine: “Öyleyse git, guslet, sonra da yanıma gel” dedim. Eşim gitti; bir süre sonra yanıma geldiğinde kendisine Islamiyeti açıkladım, o da müslüman oldu.
Bundan sonra Tufayl, hususi davetten umumi davete yönelmiş ve bütün Devs kabilesini îslama davet etmişti. Onlar bu daveti protesto etmemişler, ama icabet etmekte gecikmişlerdi. Resulullah (s.a.v)´in yanma dönerek şöyle demişti “Ya Resulullah! Devslilerin heva heves ve şehvetlerine uymaları benim islam davetime galip geldi. Sen onlara beddua et.” Fakat doğru yolun rehberi, güvenilir bir hidayet kılavuzu ve alemlerin Rab-binin elçisi olan efendimiz, Devslilere beddua etmemiş, aksine, hidayete kavuşmaları için dua ederek “Allah´ım Devslileri doğ-ru yola ilet” demişti. Sonra da Tufayl´e şu tavsiyede bulunmuştu: “Kavmine dön, onları Allah´a davet et ve onlara yumuşak davran.”
Bu tavsiyeyi alan Tufayl, kavmine dönmüş, kendi ülkesinde ikamete devam ederek, halkı îslama icabet etmelerine kadar davet etmişti. Tümü değilse de halkın çoğunluğu imana girmişti.
îşin bundan sonraki aşamasını yine Tufayl şöyle anlatır. Bundan sonra peygamber efendimizin birheyetle geldim, Medi-ne-i Münevvere´de konakladık. 70 ve ya 80 kişi kadardık. O sıralarda Hayber´de ganimetler taksim ediliyordu. Bizim heyette-kilere de pay ayrıldı.
Tufayl mükemmel bir müslüman olmuş, güzel bir îslami hayat yaşamış ve imanı kuvvetlenmişti. Onun Islama ilk girişi de, sonucunun güzel olacağını gösteriyordu. Kureyşliler tarafından konulan ve iman etmesine mani teşkil eden bütün engellere karşı koyarak Hakkı talep etmiş ve bu sayede iman kalbine yerleşmişti. Ve onları da doğru yola iletinceye kadar gidip kavmini İslama davet etmişti.
Bu adamın iman kıssası onun aklının, nefsinin ve ahlâkının güçlü olduğunu göstermektedir. Kureyşlilerin koyduğu engeller onu İslama girmekten alıkoymamış, bilakis İslamı araştırmasına ve islam üzerinde düşünmesine vesile olmuştu. Kureyşliler her ne kadar Peygamber efendimizin sözünü dinlememesini tavsiye etmişler ve bunu güzel bir davranış olarak lanse etmişlerse de, imam, kalbine girerek Peygamber efendimizi evine kadar takip etmesini ve onun buyruğuna itaat etmesini kendisine güzel bir davranış olarak göstermişti. O kalbinden bütün tak-lidleri uzaklaştırmıştı. Çünkü taklid, insanı hakikatleri göremez hale getirir. Hakikatlere yönelmekten sakındırır.
Himyer Krallarının Elçi Göndermeleri
islamiyet bütün araplarca bilinen bir din haline geldikten sonra bizzat kendi kendine davet eder hale geldi. Çünkü o hakikatleri kapsıyordu. Fıtrat diniydi. Artık insanlarla onun arasına hiçbir engel giremez olmuştu. İnsanlar herhangi bir zorlanmaya maruz kalmaksızın taklid ya da bilgisizce uymak yoluna sapmaksızm bu yeni dine girmeye başladılar. Gerçekler apaçık bir şekilde ortaya çıkıp aydınlık saçmaya başlamıştı. Yahudiler ve Hıristiyanlar İslama girmekten engellenemez olmuşlardı. Kalpleri dosdoğru hale gelip İslamiyeti bir din olarak benimseyen kimseler bu yeni dinin mensupları olmuşlardı.
Emirler ve Krallar, kendi milletleriyle islamiyet arasına girmez olmuşlar; îslamiyete girmek isteyenleri sakındıramaz olmuşlardı. Özellikle Peygamber efendimizin, idareyi düzgün yürütmeleri, kavimlerine karşı adil olmaları, tebaalarına zulüm yapmamaları durumunda Eski emir ve kralları emaretlerinde ve Krallıklarında bıraktıklarını öğrenmelerinden sonra emir ve krallar, milletlerini Islama girmekten sakındıramaz olmuşlardı.
Heyetler Islama girdiklerini ilan ederek Peygamber efendimize geliyorlardı. Himyer Kralları Yemen´de büyük bir idari mıntıkayı ellerinde tutmaktaydılar. îslamiyetin, Kuzey Arabistan´da güçlü duruma geldiğini, Bizans ordularının islam kuvvetleri önünde tutunamayıp geri dönmek mecburiyetinde kaldıklarını gördükten sonra mantıklı, akıllı ve doğru bir düşünce ile tefekkür etmeye başladılar. Islamın Halid bin Velid´in hikmetli komutası sayesinde hezimete uğramadığını, Büyük Bizans ordusunun karşısında 20 kadar kişiyi şehit verdiğini, buna karşı Bizanslıların çok sayıda zayiat verdiklerini görmüşlerdi. Bunun üzerine Islamın Bizans karşısındaki güç ve şevketini görmemek mümkün değildi. Bu sebeble Islamiyetlerini ilan eden Haris Bin Abdi Külal, Naib bin Abdi Külal, Zirvayn, Mea-fîr ve Hemdan gibi Himyer kralları peygamber eefendimize elçiler gönderdiler. Şirkten ayrıldıklarını, Islama girdiklerini ilan ettiler. Peygamber (s.a.v) efendimiz de, yanına gelen bu elçiler heyetine cevabi mektuplar verdi. Bu mektuplarında hakikatleri açıklıyor ve Islama giren kimselerin yükümlülüklerini bildiriyordu ki; bu gerçekleri ve yükümlülükleri halklarına bildirsinler. Vakidî´nin rivayetine göre peygamber efendimizin Himyer krallarına gönderdiği mektubun metni şudur:
“Rahman ve rahim olan Allah´ın adıyla. Peygamber Mu-hammed´den Haris bin Abdi Külal, Nuaym bin Abdi Külal, Numan, Zirvayn, Meafir ve Hemdan´a…
imdi ben, kendisinden başka ilah bulunmayan Allah´a sizlerden dolayı hamd ederim. Sonra bilesiniz ki Rum toprağından dönüşümüzde elçiniz bizimle buluştu. Kendisini ne amaçla gönderdiğinizi bize açıkladı. Hakkınızda bilgi verdi. İslam´a girdiğinizi, müşriklerle savaştığınızı, Cenab-ı Allah´ın size hidayet nasip ettiğini bizlere haber verdi. Eğer siz iyileşir seniz,
Allah´a ve Resulüne itaat ederseniz, namazı kılarsanız, zekatı verirseniz, ganimetlerden Allah´a ait beşte biri ve Resulullah´ın hissesini ve kendisine seçilip verilecek şeyi ve mü´minler üzerine farz kılınan sadakayı, kaynakların suladığı ve göğün suladığı şeylerin öşrünü ve garbın, aynı ortaklık suyun nöbet gününde veya kuyu ile havuz arasında kovadan akan suyun suladığı şeylerin de onda birinin yarısını verirseniz Yüce Allah sizi doğru yoluna koymuş bulunur.
Zekat olarak da her kırk devede, üç yaşına basmış bir dişi deve;
Her otuz devede, üç yaşına basmış bir erkek deve;
Her beş devede, bir koyun veya keçi;
Her on devede, iki koyun veya keçi;
Her kırk sığırda, iki yaşına basmış erkek veya dişi dana;
Her otuz sığırda bir yaşına basmış erkek veya dişi bir dana;
Her kırk koyunda kendi başına yayılır bir koyun veya keçi vermeniz gerekir ki Allah, bunu mü´minlere farz kılmıştır. Kim hayrını artırırsa onu kendi lehine artırmış olur. Bu farizayı eda eden, müslümanlığına şehadet getiren, müşriklere karşı mü´minlere yardım eden kimse mü´minler dendir. Kendisi, müminlerin yararlandıklarından yararlanır, onların mükellef bulundukları vazifelerle de mükellef bulunur. Onun için Allah´ın himayesi ve Resulünün himayesi vardır. Yahudilerden veya Hı-ristiyanlardan müslüman olanlara gelince, onlar da müslü-manların yararlandıklarından yararlanır. Onların mükellef bulundukları vazifelerle mükellef bulunur. Yahudilik veya Hıristiyanlıklarında kalanlarsa, dinlerinden zorla döndürülemezler. Kendilerinden erginlik çağına eren her erkek veya kadın veya hür veya köle, mafiri (Yemen elbisesi) veya bunun dengi bir elbisenin kıymetine göre tam bir dinar cizye ödemekle mükellef tutulur. Bunu Resülüllah´a Ödeyen kimse Allah´ın himayesinde ve Resulünün himayesinde bulunur. Kim bunu reddederse Allah´ın ve Resulünün düşmanıdır sonra, şunu da bilesiniz ki Allah´ın Resulü Muhammed Peygamberden, Zür´e ziye-zen´e “Elçilerim Muaz bin Cebel, Abdullah bin Zeyd, Malik bin Übade, Ukbe bin Nemr, Malik bin Mürre ve arkadaşları size geldikleri zaman kendilerine iyi davranmanızı size tavsiye ederim. Size bağlı yerlerin cizye ve sadakalarından yanınızda toplananları elçilerime teslim ediniz onların amirleri, Muaz bir Cebel´dir. Elçilerim ancak hoşnud olarak gönderileceklerdir.”
“Şunu da bilesiniz ki Muhammed, Allahtan başka ilah bulunmadığına ve kendisinin de Allah´ın kulu ve elçisi olduğuna şehadet eder.
Malik bin Mürretürrehavinin bana söylediğine göre: Himye-rilerden İslama giren ilk sen imişsin ve Müşrikleri öldürmüşsün, seni hayırla müjdelerim. Ve Himyerilere hayırlı olmanı sana emrederim. Birbirinize karşı ne hainlik ediniz, ne de yardımlaşmayı kesiniz. Allah´ın Resulü hem zenginlerinizin, hem de fakirlerinizin dostu ve yardımcısıdır. Sadaka, Zekat; ne Muhammed için, ne de onun ev halkı için helaldir. O, ancak müs-lümanların fakirlerine ve yolculara mahsustur. Malik haberin eriştirilecek olanlarını bana eriştirdi ve gizlenecek olanlarını da gizledi. Kendisine hayırlı olmanızı, iyi davranmanızı size emrederim. Ben, size iyi adamlarımdan, onların din ve ilim sahibi olanlarını göndermiş bulunuyorum. Kendilerine hayırlı olmanı ve iyi davranmanı sana emrederim. Çünkü onlar adamlarımın, ağızlarına bakılır, sözleri dinlenir kişileridir. Allah´ın selameti, rahmet ve bereketleri üzerine olsun.”
Resülüllah (s.a.v.)´in Himyer krallarına gönderdiği mektup işte budur.
Bu mektupta noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, hububatın meyvelerin ve saime hayvanların zekat oranlarını açıklıyordu. Öyle anlaşılıyor ki, bu mektupta sadece zahiri malların zekat oranları açıklanmıştır. Dirhem ve dinarlardan oluşan batini malların ve bunlara taalluk eden ticaret emtiasının zekat oranlarına gelince Peygamber efendimiz her 200 dirhemde 5 dirhem şeklinde bunların zekat oranlarını açıklamıştır. Rivayete göre O, her 20 miskal altın için yarım miskal altın verilmesini emir buyurmuştur. Bu mektupta batini malların zekat oranları açıklanmamıştır. Çünkü bu malların zekatlarını mal sahipleri öderler. Ama zahiri malların zekatlarını devlet başkanı yahut zekat memurları toplar. İşte bu gerekçeye dayanarak Osman Zinnureyn hazretleri zekat memurları tayin ederek zahiri malların zekatlarını toplamalarını, batini malların zekatlarını ödeme işini ise sahiplerine bırakmalarını emretmiştir. Ancak batini malların zekatlarını sahiplerinin ödemediği tesbit edilirse bu zekat da devlet yetkilileri tarafından tahsil edilir.
Her ne kadar gelirlerinden alınmaktaysa da bir nevi akar zekatı olan hububat ve meyve zekatlarını oranı metupta Peygamber efendimiz tarafından şu şekilde açıklanmıştır: Eğer ürünler alet ile sulanmış ise 20´de biri, eğer kaynak suları ya da yağmur suları ile sulanmışsa 10´da bir oranında zekatlandı-rılır. Bundan da anlaşıldığına göre akarlar zek ta tabidirler. Akarların ürün verenleri tarımsal arazilerle meyveli ağaçlardır. Zira bunlar Nemalanan mallardırlar. Tarımsal arazinin neması ise meyvadır.
Bir zamanlar evler daire ve dükkanlar asli ihtiyaçları karşılamak için satın alınır veya inşa edilirlerdi. Bunların bizatihi semereleri yoktu. Sanat aletleri de aynı hükme tabidirler. Ama zamanımızda sözü edilen nesneler sadece ikamet için değil, aynı zamada gelir elde etmek, kiraya vererek nemalandırmak için de satın alınmakta ve inşa edilmektedirler. Şu halde bunların da zekata tabi olmaları gerekir. Zira bunlar fiilen nemalanan mallardırlar ve akardırlar. Peygamber (s.a.v.) efendimiz ekilen akarların ürünlerinin sulama aleti olmaksızın sulanmaları halinde 10´da bir; alet ile sulanmaları halinde 20´de bir oranında zekata tabi olacaklarını açıklamıştır. Biz burada kıyasın, akar zekatının aslına değil de zekatın alınış yöntemine yöneldiğini görmekteyiz. Bu nedenle de yapılan masraflar çıkarıldıktan sonra binaların gelirlerinin 10´da birlik zekata tabi tutulması gerektiği görüşünü ileri sürüyoruz.
Yemen´e Gönderilen Bir Başka Mektup:
Yemen´e gönderilen önceki mektupta îslamı benimsemeye davet ve İslam´a girmeye teşvik vardı. Ayrıca müslüman olan kimselerden alınacak zekat ile gayrı müslimlerden alınacak cizyenin toplanması ve böylece islam devletinin bütçesinin oluşturulması gerektiği açıklanmaktaydı. Burada sözünü edeceğimiz ve Yemen´e gönderilişi esnasında Peygamber efendimiz tarafından Amr bin Hazm´e gönderilen mektupta ise bireylerin yapmakla yükümlü oldukları görevler anlatılmaktaydı. Bu mektupta Peygamber efendimiz Amr bin Hazm´e; Müslümanlara dini hükümleri öğretmesini, sünneti bildirmesini, zekatlarını almasını emir buyurmaktadır.
“Rahman ve rahim olan Allah´ın adıyla. Bu Allah ve Resulünün fermanını bildiren bir mektuptur. Ey inananlar sözleşmelerinizin gereğini yerine getirin. Bu Resülüllah (s.a.v.) tarafından Amr bin Hazm´e gönderilen bir ahittir.
Peygamber efendimiz, bu mektubu Yemen´e gönderdiği Amr bin Hazm´e vermişti. Bu mektupta ona; bütün yöneticilerin Allah´a karşı gelmekten sakınmasını; Yüce Allah´ın takvalı ve iyilik yapan kimselerle beraber olacağını, Amr´ın hakkı tutmasını, Allah´ın emrettiği şekilde hakka riayet etmesini, insanlara hayırla müjde vermesini, hayır yapmalarını, insanlara Kur´an´ı öğretmesini, dini hükümleri onlara bildirmesini, insanları temiz olmadan Kur´an´a el sürmekten sakındırmasını, hak ve yükümlülükleri açıklamasını, hak hususunda yumuşak davranmasını, zulüm vukuunda müsamahasız olmasını bildiriyordu. Cenab-ı Allah, zulmü haram kılıp yasaklamış ve : “İnsanları Allah´ın yolundan geri çeviren zalimlerin üzerine Allah´ın laneti olsun” demişti. Yine bu mektubunda Peygamber efendimize Amr´e, insanlara cenneti müjdelemesini, cennet amellerini işlemelerini, kötülük yapmaları halinde cehennem ateşi ile uyarıp korkutmasını, dini hükümleri öğreninceye kadar insanların arasında bulunmasını, onlarla irtibat kurmasını, insanlara haccın şiarlarını, sünnet ve farizalarını öğretmesini, Allah´ın emirlerini bildirmesini, büyük kalabalıklar teşkil eden Haccı Ekberi anlatmasını, Umre denen küçük haccı öğretmesini, insanların -ancak çok geniş olması müstesna- tek ve küçük giysi içinde namaz kılmaktan sakındırmasını aralarında kavga olduğu zaman insanların aşiret ve kabilelerini imdada çağırıp kavgaya karıştırmaktan men´ etmesini emrediyordu. İnsanların bir ve tek olan, ortağı olmayan Allah´a dua edip ibadette bulunmalarını sağlamasını; abdesti mükemmel bir şekilde almalarını emretmesini beyan ediyordu. Abdest alırken yüzlerini, dirseklere kadar ellerim, mafsal-yumru kemiklerine kadar ayaklarını yıkamalarını, başlarını meshetmelerini; abdest hususunda aziz ve celil olan Allah´ın emirlerine uymalarını sağlamasını salıklı-yordu. Namazı vaktinde kılmalarını, rükû ve sücudu tamamlamalarım, alacakaranlık içinde sabah namazını kılmalarını temin etmesini emrediyordu. Bundan sonra ganimetlerde 5´te birlik bölümün ahkâmını, zekat hükümlerine nisabına ve ne oranda zekat alınması gerektiğine dair bilgileri müslümanlara açıklamasını emrediyordu…
Bu mektupdan anlaşıldığına göre devlet yetkilileri zahiri malların zekatlarını toplamakla yükümlüdürler. İnsanların da hem zahirî, hem batını mallarının zekatlarım vermekle yükümlü oldukları, bu mektuptan anlaşılmaktadır. Her ne kadar batını malların zekatlarım ödeme işi mal sahiplerinin vicdanına kalmışsa da bunu vermeleri bir vecibedir. Kalplerdeki gizlilikleri en iyi bilen, elbette ki Yüce Allah´tır.
Necran Heyeti
Tevhid iktidarı Arabistan´a yayıldıktan ve her tarafı hakimiyeti altına aldıktan sonra, müşrikler peyderpey İslama girmeye başladılar. Onlar çoğunlukla korkularından değil, aksine İslama olan rağbetlerinden dolayı müslüman oluyorlardı. Çünkü putperestlik perdesi gözlerinin önünden kalkmış, atalarını taklid etme sapıklığının çemberinden kurtulmuş, Islamm nuruyla aydınlanmışlardı. Atalarının hiçbirşeye akıl erdiremediklerini, doğru yolu bulamadıklarını idrak etmişlerdi. İslamiyet, artık insanları bizzat kendine davet eder hale gelmişti. İnsanların gözlerindeki cahiliyet körlüğü ve putperestlik perdesi kalktıktan sonra herkes İslama akın akın gelmeye başlamıştı. Yahudi ve Hıristiyanlara gelince, Yahudilerin peygamber efendimize karşı direndiklerini, hıyanet ve münafıklık içinde olduklarını, diğer insanları -nefislerine dair eman akdi aldıktan sonra dahi- müslümanlara karşı kışkırttıklarını önceki bölümlerde ani atmış iz dır. Bu insanlardan Peygamber efendimizin himayesinde bulunmayanlara gelince, Peygamber efendimiz cizye ödemeleri karşılığında bunlara da eman vermişti. Nitekim bu hususu peygamber efendimizin güney Arabistandaki Yemen emirlerine yazdığı mektuplarda görmekteyiz. Onlar, mıntıkalarında yahudi ve mecusi kimselerin bir kısmının dinlerini değiştir-meksizin cizye ödemek istediklerini anlatmışlar; Peygamber efendimiz de, cizye ödemeleri karşılığında kendi dinlerinde kalabileceklerini beyan buyurmuştu.
Hıristiyanlara gelince bunlar, Peygamber efendimizle savaşmamışlar, ona karşı kimseyi kışkırtmamışlardı. Sadece Bizanslılar islam kuvvetlerine karşı saldırgan bir tavır takınmışlardı. Hıristiyan araplara, özellikle Yemen´in güneyindeki hı-ristiyanlara gelince bunlar, Islama ve peygamber efendimize karşı nesebi bir sevgi ya da daha yakın bir derecede dostluk göstermişlerdi. Bu sebeple Cenab-ı Allah, müslümanlarla dostluk ilişkisine giren hıristiyan araplar hakkında şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar içerisinde, inananlara en yaman düşman olarak yahudileri ve (Allah´a) ortak koşanları bulursun. İnananlara sevgice en yakın olanları “Biz hıristiyanlarız” diyenleri bulursun. Çünkü onların içerisinde keşişler ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar.”(Maıde, 82)
Bu, az ileride sözünü edeceğimiz Necran hırıstıyanlarmm genel bir Özelliğidir. Ayrıca onları heyet olarak Peygamber efendimizin yanına gelmeye iten hususî bir sebeb de vardı. Peygamber efendimiz onlara Islami daveti içeren ya da cizye ödemelerini veya kendileriyle savaşacağını bildiren bir mektup yazmıştı. Mektubun metni şöyle idi:
“Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla. İbrahim, İshak ve Yagkub´un ilahının adıyla… imdi ben sizi Allah´a kulluk etmeye, kullara ibadet etmekten vazgeçmeye, kulların velayetinden çıkıp Allah´ın velayeti altına girmeye davet ediyorum. Bu davetime icabet etmezseniz cizye vereceksiniz. Buna da yanaşmadığınız takdirde size savaş ilân ediyorum. Vesselam.77
Peygamber efendimiz bu mektubu onların piskoposlarına göndermişti. Piskopos bu mektubu okuyunca paniğe kapıldı. Hemezanlılardan Şurahbil bin Vedae adındaki bir adama haber salıp yanına çağırttı. Halledilmesi zor bir problem çıktığı zaman piskopos bu Hemezanlı adamı çağırır, ona danışırdı.
Hemezanlı adam mektubu okuyunca piskopos: “Ya Eba Meryem senin bu husustaki görüşün nedir ” diye sordu. Şurahbil dedi ki: Allah´ın İbrahim´e, İsmail´in soyuna peygamberlik vereceğini va´dettiğini biliyorsun. Eğer bu adam peygamber ise buna iman edecek misin Ama benim Peygamberlik hakkında bir görüşüm yoktur.” Piskopos onu yanından uzaklaştırdı ve başkalarını istişare için çağırdı. Hepsi de ŞurahbiPin verdiği cevabın aynısını verdiler. Bunun üzerine piskopos çan çalınmasını emretti. Çan çalındı. Kiliselerde ateşler yakıldı. Çullar kaldırıldı. Vadinin aşağısında, yukarısında halk toplandı. Vadinin uzunluğu, hızlı giden süvarinin gidişiyle bir günlüktü. Piskopos onlara peygamberimizin mektubunu okudu ve bu husustaki görüşlerini sordu. Neticede bir heyet gönderilip peygamberimizin haberini kendilerine getirmesi üzerinde görüş birliğine vardılar. Heyet Medine-i Münevvereye doğru yola çıktı. Peygamber efendimizin yanına geldiklerinde yolculuk elbiselerini çıkarıp süslü ve gösterişli elbiselerini giyip altın yüzükler taktılar. Sonra Peygamber efendimizin yanına girdiler. Peygamber efendimiz gece ve gündüz onlardan yüz çevirdi. Selamlarına karşılık vermedi. Bunlar Hz. Osman ile Abdurrahman bin Avf in yanına gittiler. Daha önceleri bu iki zat, ülkelerine gidip ticaretle uğraştıklarından dolayı, Necranlılar onları tanıyorlardı. Yanlarına vardıklarında şöyle dediler: “Peygamberiniz bize bir mektup gönderdi. Biz de mektuba icabet ederek geldik. Yanına girdiğimizde selam verdik, ama selamımıza karşılık vermedi. Onunla konuşmak istedik, ama bizimle konuşmaya yanaşmadı. Şimdi size soruyoruz: Biz memleketimize geri dönelim mi ”
Hz. Osman ile Abdurrahman bin Avf, Hz. Ali´ye yönelerek ona sordular. “Ya Eba Hasen, bu kavim hakkında ne dersiniz ” Hz. Ali cevaben dedi ki: “Süslü elbiselerini ve parmaklarındaki altın yüzüklerini çıkarıp sefer elbiselerini yeniden giymelerini öneririm.” Heyettekiler bu öneriye uyup üzerlerindekini çıkarıp yeniden sefer elbiselerini giydiler. Ve bu vaziyette peygamber efendimizin yanına varıp selam verdiler. Peygamber efendimiz de selamlarına karşılık verdi. Onlar daha önceleri gurur ve kibirle alâyiş ve ihtişam içinde peygamber efendimizin yanına girdiklerinden dolayı peygamber efendimiz onlara yüz vermemişti. Alâyiş içinde bir kralın huzuruna girmemiş olduklarını bildirmek için selamlarına mukabelede bulunmamıştı. Aksine yoksul hayatı yaşayan, şerefini mal ve giysilerden değil, Rahman ve Rahim olan Allah´ın risaletinden alan bir peygamberin yanma girdiklerini onlara bildirmek istemişti. Bunun ötesinde peygamber efendimiz onlara yüz vermemekle gurur ve kibirlerini kırmış, kendi yaşantısı gibi bir hayat yaşamalarını lisan-ı haliyle tavsiye temiş oluyordu. Peygamber (s.a.v.) efendimiz selamlarına mukabelede bulunduktan sonra diğer insanlara yaptığı gibi gülümsemeye başladı. İkindi namazından sonra Mescid-i Nebeviye gelen bu heyete .güler yüzle mukabelede bulundu. Bunlar doğuya yönelerek namaz kılmışlar; müslümanların bazıları bunları doğuya yönelik olarak namaz kılmaktan men´ etmek istemişlerse de kerem saltıibi ve müsamahakâr bir insan olan Peygamber efendimiz: “Onl ara ilişmeyin” diye talimat vermiş, böylece onlar namazlarını rahatlıkla kılabilmişlerdi.
Bu heyet 60 kişiden müteşekkildi. 24 kişi büyüklerinden ve önde gelen şahsiyetlerindendi. i balarında üç kişi vardı ki bunlar reis ya da reis konumundaki kimselerdi. Birincileri Akih isminde bir zat idi ki onların emirleriydi. Görüşüne uyarlardı. Meşveret sahipleriydi. Onun taı/-şivelerinin dışına çıkmazlardı. Asıl adı Abdülmesih idi. İkinci şjahıs ise Seyyid isminde bir zat olup temsilcileriydi. Toplantı ve sefer hallerinde de sorumluları idi. Üçüncü şahıs ise Beni Bekir bin Vail´in kardeşi olan Ebu Harise bin Alkame idi. Piskopos sları ve bilgili bir zat idi. Okullarının yöneticisiydi. Ebu Harise;, aralarında şerefli bir şahsiyet olduğundan dolayı itibar görürdü. Kitaplarını okuyup incelemişti. Hıristiyan Rumların hükümdarları ona yüksek payeler vermiş, çeşitli ikramlarda bulunmuş ve hizmetçiler tahsis etmişlerdi. Onun için kiliseler inşı ı etmiş ilim ve içtihat sahibi bir kişi olduğundan dolayı da ona çeşitli izzet ve ikramlarda bulunmuşlardı. Uzakta oldukları halele bu hükümdarlar, Ebu Harise aracılığıyla Necranlıları nüfuz t /e iktidarları altında tutmasını bilmişlerdi. Gerek yüzüne karş ı, gerek gıyabında Ebu Harise Peygamber efendimize tazimde bulunurdu. Rivayete göre Ebu Harise, Peygamber efendimizin yanına gelirken bir katıra binmişti. Yanı başında kardeşi de ´ benzeri bir katıra binmişti. Ebu Harise´nin katırı tökezleyince kardeşi “Uzaktaki şahıs tökezle-seydi keşkeF* demiş, bu bedduas lyla peygamber efendimizi kas-tetdiği için Ebu Harise ona şu cevabı vermişti: “Sen tökezleyip düşesin! Şüphesiz Allah´a and olsun ki o, beklemekte olduğumuz ümmî peygamberdir.”
Böyle deyince kardeşi: “Mailem onun peygamber olduğunu biliyorsun, ne diye ona uymuyoi ~sun ” diye sormuştu. Ebu Harise ise kardeşinin sorusuna şöy le cevap vermişti: “Romalıların bize yaptıkları ikramları görüy ´orsun. Onlar bizi şereflendirdiler, bize mal verip ikramda b ulundular. Muhammed´e uyarsam, elimdeki şu makam ve ser veti geri alırlar” Kürz bin Alkame adındaki kardeşinin İsrarı üzerine Ebu Harise nihayet müs-lüman olmuştu.
îbn İshak´ın rivayetine göne Abdullah bin Abbas şöyle demiştir: Necranlı hıristiyanlarla: yahudi alimleri bir araya gelerek Resulullah(s.a.v)´in huzuruna vardılar. Yahudi alimleri dediler ki: ibrahim de bir yahudi idi. Hrıstiyanlar da ibrahim´in ancak hristiyan bir kişi olduğunu iddia ettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Allah şu ayeti Kerimeyi inzal buyurdu:
“ibrahim ne yahudi, ne de Hristiyandı; dosdoğru bir müslü-mandı. Müşriklerden de değildıl. Doğrusu, insanların İbrahim´e en yakın olanı, ona uyanlar, bu peygamber ve müminlerdir. Allah da mü´minlerin dostudur. ”
Bazı yahudi alimleri: “Ey Muhammed Hıristiyanların Meryem oğlu İsa´ya taptıkları gibi bizim de sana tapmamızı mı istiyorsun ” diye sordular.
Necranlı hıristiyanlardan biri de: “Ey Muhammed, sen bizden bunu mu istiyorsun bizi lıuna mı davet ediyorsun ” diye sorunca Resulullah (s.a.v.) eifendimiz şu cevabı verdi: “Allah´tan başkasına tapmaktan, ya da Allah´tan başkasına tapıl-masını emretmekten Allah´a sığınırım. Allah beni bununla göndermedi ve bana böyle yapmamı emretmedi.” Böyle dedikten sonra Cenab-ı Allah şu ayeti Kelimeyi inzal buyurdu:
“Hiç bir insana yakışmaz }ıi, Allah ona Kitap, hüküm ve peygamberlik versin de sonra d o kalksın) insanlara: Allah´ı bırakıp bana kullar olun.” desin; fakat “öğrettiğiniz ve okuduğunuz Kitap gereğince Rabba haliı s kullar olun.!” der ve size: “Melekleri ve peygamberleri tanrıla, r edinin!” diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, sie inkarı emreder mi ” (ai-i lmran:79-80) ´
Sonra peygamber efendimiz Hıristiyanlardan ve Yahudilerden ve atalarından alman ahdi ve kendi nefislerine karşı yaptıkları ikrarı onlara hatırlatıp şı ı ayeti Kerimeyi okudu:
“Allah, peygamberlerden şöyl \e söz almıştı: “Bakın size kitap ve hikmet verdim, sonra yanımı r,da bulunan (kitaplar)fı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bı ınu kabul ettiniz mi Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı demişti. “Kabul ettik!”
dediler.” (AI-i îmran:8l)
Nihayet Necranlılar Peygamber efendimizden, Meryem oğlu İsa´nın durumunu sorduklarında onlara, Meryem oğlu îsa´nm Allah katından gönderilmiş olan bir elçi olduğunu ifade etti. Ali-Î îmran Suresinde İsa peygamberle ilgili olan ayeti kerimeleri okudu. Bundan sonra Hıristiyanlar, suallerini yöneltmeye başladılar ve: “Biz hıristiyanlarız, Isa hakkında ne dersin Eğer sen bir peygamber isen onun hakkında söylediklerini öğrenmek isteriz” Onların bu suallerine cevap olarak Peygamber efendimiz şu ayeti Kerimeleri okudu:
“Allah yanında îsa´nm durumu, Adem´in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona (ol) ” dedi. Artık olur… (Bu) Rabbinden gelen gerçektir. Öyleyse kuşkulananlardan olma. Kim sana gelen ilimden sonra seninle tartışmaya kalkarsa de ki” Gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra gönülden lanetle dua edelim de, yalancıların üstüne Allah´ın lanetini dileyelim!” (Al-i îmran:59-61)
Hıristiyanlar bu lanetleşme işine yaklaşmadılar ve benimsemediler. Sabah olunca Peygamber (s.a.v.) efendimiz Bu lanetleşme işini kendilerine haber verdikten sonra Hasan ile Hüseyin´i ellerinden tutup getirmiş, Fatıma da arkasından, yürüyerek gelmişti. O sırada Peygamber efendimizin bir kaç zevcesi vardıysa da onlardan birini seçmemişti. Önceki sayfada sözetti-ğimiz üç kişinin yanısıra Necranlı heyet, başlarında Reisleri Şurahbille birlikte geldiler. Peygamber efendimiz onlarla lânetleşmek isteyince, Şurahbil şöyle dedi: “Vadi halkının alt ve üst tarafı toplanıp bir araya geldiklerinde benim görüşümün dışına çıkmazlar. Allah´a andolsun ki bu zat bir hükümdar olsaydı teklifini reddettiğimiz zaman, gözlerinde mızrak saplanan ilk araplar biz olurduk. Onun ve ashabının Önünden helak edilmedikçe geçilmez ve bırakılmazdık. Eğer bu zat, gönderil-miş bir peygamberse, kendisi bizimle lânetleşince, bizden yeryüzünde hiçbirşey, hiçbir kimse kalmaz, helak olur!”
Sonra :”Ey Şurahbil bu hususta senin bir önerin olacak mı ” diye soranlara şöyle cevap verdi: uBen onu bu işte hakem kılmayı uygun görüyorum. Çünkü ben bu zatın hiçbir zaman haksız bir hüküm vermeyeceğini sanıyorum.” dedi. Görüşünün dışına çıkmadıkları Şurahbil, Resulullah (s.a.v.)´in yanına vararak şöyle dedi: “Ben seninle lânetleşmekten daha hayırlı birşey düşünüyorum.” Peygamber efendimiz: “O nedir ” diye sorunca Şurahbil şöyle bir açıklamada bulundu: “Sen bugün, geceye kadar; geceden de sabaha kadar hükmünü ver, kararını açıkla. Bizim hakkımızda her ne hüküm vereceksen o muteber olacaktır.”
Resulullah (s.a.v.) efendimiz Şurahbil ve izleyicileri üzerinde sözünün geçerli olacağına güvenerek Şurahbil´e: “İzleyicilerinden seni kınamaya, yermeye kalkışacak kimseler bulunabilir mi ” diye sordu. Şurahbil: “Sor şu iki arkadaşıma!” dedi. Arkadaşları da: uBaşından sonuna kadar bütün vadi halkı, Şu-rahbil´in görüşünün dışına çıkmaz” dediler. Bunun üzerine peygamber efendimiz onlar hakkında şu yazılı hükmünü verdi. Ve mektubu onlara teslim etti. Mektupta şunlar yazılıydı:
“Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla. Bu, Allah´ın peygamberi Muhammed(s.a.v)´in Necran halkına yazdığı bir yazıdır. Necranlıların beyaz, kırmızı, sarı herçeşit nakitleriyle meyve ve mahsulleri ve köleleri hakkında Resulullah´ın hükmü:
Bunların hepsini, kendilerine bırakırsın. Buna karşı onlar her yıl Sefer ayında 1000 ve her Recep ayında 1000 adet olmak üzere 2000 adet elbise, her elbise ile birlikte birer okka gümüş de ödeyeceklerdir. Her elbise, bir okka yani 40 dirhem değerinde olacaktır. Elbiselerin haraç vergisine nazaran fazlalığı veya okka kıymetinden eksikliği hesaplanacaktır. Onların haraç olarak Ödemeleri gereken binek hayvanları, atlar, zırhlı gömlekler veya diğer mallar kendilerinden hesapla alınacaktır.
Elçilerimin 20 gün veya daha az veya 30 gün veya daha az müddetle konuklanmaları ve ağırlanmalarıyla Necranlılar yükümlüdürler. Elçilerim bir aydan fazla tutulamaz, bekletilemezler.
Yemen´de bir savaş, bir yaramazlık baş gösterdiği zaman, Necranlılar, emanet olarak 30 adet zırh gömlek, 30 at ve 30 deve vermekle yükümlüdürler.
Elçilerime emanet olarak verilen zırh, at, deve ve diğer mallar -bunlardan telef olanları da tazmin edilmek üzere- Necran-lılara iade edilinceye kadar elçilerimin kefareti altındadır.
Necran ve Necran´a bağlı yerlerdekileri malları, canları yurtları, dinleri, hazır bulunanları, hazır bulunmayanları, kiliseleri, Ruhbanlıkları, Piskoposlukları, az veya çok ellerinin altındaki herşeyleri, Allah´ın himayesinde ve Allah Resulü Muhammed(s.a. v.)in himayesindetir.
Piskopos, piskoposluğundan, papaz papazlığından, rahip rahipliğinden değiştirilmeyecek, döndürülmeyecek, bulundukları hal ve durumları, haklarından herhangi bir hak da değiş-tirilmeyecektir.
Artık faiz alıp vermek yoktur. Necranlılara zulüm ve kötülük yapılmayacaktır. Cahiliyet devrinden kalma kan davası da güdülmeyecektir. Onların ne mallarından Öşür alınacak, ne asker gelip yurtlarını çiğneyecek, ne de kendileri savaş için toplanacaktır. Necranda kim bir hak talebinde bulunacaksa aralarında insaf ve adalet üzerine davranılacaktır. Ne zulüm yapılacak, ne de zulme uğranacaktır. Gelecekte faiz yiyen kişi, himayemden uzak kalır. Onlardan hiçkimse başkasının yaptığı bu sahifede yazılı yükümlülüklerin üşenmeden gereğini yerine getirdikleri hayırhahlık gösterdikleri ve iyi davrandıkları takdirde Allah´ın emri gelinceye kadar, Allah´ın ve Peygamber´in temelli himayesi altında bulunacaklardır.”
Ebu Süfyan bin Harb, Gaylan bin Amr, Malik bin Avf, Akra´ bin Habis el-Hanzeli ve Mugire bin Şu´be gibi Peygamber efendimizin meclisinde hazır bulunan sahabiler bu vesika üzerinde şahit oldular.
Bu bir nevi Zımmilik akti yerindeki bir yazı idi. Hıristiyanlıklarında kaldıkları sürece bu yazının kefareti altında kalacaklardı. Ama tamamı ya da bir kısmı îslamiyeti din olarak seçtiği takdirde müslüman olanlar, diğer mü´minlerin hükmüne tabi olacaklardı. Onlarla diğer müslümanlann arasında herhangi bir fark kalmayacaktı.
Necranlı piskopos ve rahiplerden İslama girip peygamber efendimizin nübüvvetini kabul edenler olmuştu. Onun, İbrahim oğlu İsmail neslinden gelmesi beklenen peygamber olduğuna inanmışlardı.
Rahiplerden biri İslama meyletmiş, peygamber efendimizin yanına gitmiş, ona bir aba hediye etmişti. Peygamber efendimizin yanına gelip vahyin nasıl indiğini, İslamm farzlarının, hudûd ve sünnetlerini neler olduğunu Öğrenmek istemişti. Bununla birlikte İslamiyeti kabul etmemiş, ancak kavmine dönüp tekrar gelmek üzere peygamber efendimizden izin istemiş ve: “Memleketime gitmem gerekiyor, înşaallah yine sana geleceğim” demişti. Böyle diyerek gittikten sonra peygamber efendimizin vefatına kadar bir daha dönmemişti. Öyle anlaşılıyor ki bu olay, hicri lO.senede vuku bulmuştur.
Necran heyetinden bahsederken Seyyid, Akıp ve Ebu Haris adında üç kişiden söz etmiştik. Bunlar peygamber efendimizin yanında kalarak onun konuşmalarını dinliyor, hal ve harekatını izleyip durumunu öğreniyorlardı. Fakat bunlar Şurahbilin heyetinden ayrı bir heyet olarak gelmişlerdi. Necran iklimleri, kiliseleri ve piskoposları ayrı olduğu için iki ayrı heyet halinde Necranlılar peygamber efendimizin yanına gelmişlerdi. Her ne ise.. Ebu Haris´in heyetinde Seyyid ile Akib adında iki zat daha vardı. Bunlar Peygamber efendimizden şu mealde bir yazı alarak Medine-i Münevvereden ayrılıp gitmişlerdi. Mektupta şunlar yazılıydı:
“Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla Peygamber Mu-hammed´den Piskopos Ebu Harise.. Necran Piskoposları, Kahinleri, Rahipleri, Köleleri, Hülasa bütün halkı, ellerinin altında bulunan az çok malları Allah ve Resulünün himayesinde-dir. Hiçbir piskopos piskoposluğundan, hiçbir rahip rahipliğinden, hiçbir kahin kahinliğinden alınıp değiştirilmeyecektir. Halkları hiçbir değişikliğe uğratılmayacak, yetkileri ellerinden alınmayacak, pozisyonları değiştirilmeyecektir. Bütün bu hususlar Allah ve Resulünün tekeffülü altındadır. Bir zalime meyletmeksizin, zalimlerle iş birliği yapmaksızın, düzenli bir şekilde yaşadıkları, Allah ve Resulünün fermanına uydukları takdirde bütün hakları kefaletimiz altındadır,9*
Bu peygamber efendimizin Necranlılara yazdığı en son yazıdır´ki, zimmilik akdini içermektedir.
Bu Heyet Bize Neyi İspatlıyor
Görüldüğü gibi Necranlılarm iki heyeti vardı. Peygamber efendimiz onları İslama girmeye, ya da zimmilik akdi yapmaya davet etti. Bu takdirde müslümanlarla aynı haklara sahip olacak, aynı yükümlülüklere tabi olacaklardı. Bunu da kabul etmedikleri takdirde kendileriyle savaşılacaktı. Bunlar iki heyet halinde peygamber efendimizin yanına geldiler. Peygamber efendimiz bu heyetlerden her biri için bir eman akdi yazdı. Bunların mezhepleri ayrı değilse de kiliseleri ayrı olduğu için iki ayrı heyet halinde gelmişlerdi.
Bu ve diğer heyetler birden fazla olsalar da olmasalar da, îslamiyetin, savaş olmaksızın Arabistan´da yayılmaya başladığını göstermektedir. Peygamber (s.a.v.) efendimiz kendisiyle savaşmayan ve barış teklif eden kavimlerle savaşmazdı. Nitekim onun haberlerinden de bunu öğrenmekteyiz. Peygamber efendimiz sırf din farklılığı için kimseyle savaşmış değildir. Ancak îs-lam davetinin milletlere güven içinde ulaşmasını sağlamak, emirlerin, hükümdarların, yahut rahiplerin veyahut din adamlarının islamiyet ile milletler arasına engel olarak girmelerini önlemek, insanların yüzlerini Allah´a yöneltip hak gördükleri dini seçmelerine rahat bir zemin hazırlamak için savaşmıştır. İslam davetinin, emirlerin zorlaması olmaksızın, dini ve gayri dini bir liderin teşvikine gerek kalmaksızın insanlar tarafından hak bir davet olarak duyulup dinlenmesi gerekiyordu.
Peygamber (s.a.v.) efendimiz, yanına gelen heyetleri hoş karşılıyor ve onlara güleryüzle mukabelede bulunuyordu. Ancak fakiri üzecek, kalbini alevlendirecek, cemaatler arasında tefrika yaratacak bir durumu bu heyetlerde müşahede ettiği zaman onlara yüzvermiyordu. Örneğin süslü, ipekli, altın sırmalı elbiseler giyinerek yanına gelen Karun gibi alayiş içinde bulunan heyetlere iltifat etmiyordu.
Peygamber (s.a.v.) efendimiz yanına gelen heyetleri güzel karşılayıp mescidlere girmelerinin caiz olduğuna delalet etmektedir, îslami ilimleri dinlemek ya da Hz. Ömer´in yaptığı gibi muahedeler akdetmek maksadıyla ehli kitap olmayan kimselerin de mescide girmelerinde ben bir sakınca görmüyorum. Bunların mescide girmeleri güzel bir davranıştır. Çünkü mescidler-de müslümanlarm namaz kılmakta olduklarını, farizaları eda ettiklerini, Peygamber efendimizi cemaatın çepeçevre kuşatmış olduğunu müşahede ediyorlardı. Bu da onların kalplerine tesir bırakıyordu. Ve hak davetçisinin çağrısına icabet etmelerine zemin hazırlıyordu.
İman ve Teslimiyet
Burada Necran heyeti ile ilgili olarak îbn Kayyım´ın ortaya attığı bir mesele vardır. Onların bir kısmı, peygamber efendimizin, Tevrat ve İncil´de geleceği müjdelenen bir peygamber olduğunu ilan ediyorlar. Ancak islam davetçisine teslimiyet göstererek, Kur´an-ın hükmüne rızayla taalerini ilan ederek icabet etmiyorlardı. Peygamber efendimizin öldürüleceği korkusuyla iman etmiyorlardı. Îbn Kayyım bunu İslamiyet ya da iman vasfına sığamıyacağını ifade etmektedir. Çünkü iman sadece bilmekten ibaret değildir. Aksine iman; bilmek, tasdik etmek ve teslimiyet arz etmektedir. Eğer bu nitelikler bir arada bulunmazsa iman da yok demektir. Çünkü bu durumda teslimiyet ve inanmak durumu mevcut olmamaktadır. Bu gerçekten de doğru bir sözdür. Çünkü iman eden bir kimsenin, müslümanların velayeti altına girmesi ve mü´min cemaate katılması imanlı kimselerle dost olması gerekmektedir. Allah´a teslim olması gerekmektedir. Nitekim bu hususta yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizin dostunuz ancak Allah, O´nun elçisi ve mü´minlerdir ” (Maide: 55)
Biz teslimiyet ve imanın iki kısımda olduğunu görmekteyiz: Kalbî iman, güçlü bir düşmandan korkmak nedeniyle yahut insanları inanmaya yöneltmek amacıyla imanı gizlemek. Peygamber efendimiz Sakifli heyetteki şahısların bir kısmının imanlarım gizlemelerine izin vermişti. Çünkü böylelerinin kalplerinde hakiki iman, anlam olarak mevcuttu. Bunlar farzları eda ediyorlardı. Ancak imanlarını sürdürmekten korkuyorlardı. Kalplerinde tasdik ve inanç bulunduğundan dolayı imanlarını gizlemelerine müsaade edilmiş ve bu şekilde inanmakla yetinmişlerdi.
îkinci kısma gelince, bu imanda, bazı müşriklerin bilip tanımaları gibi bilip tanıma, yani marifet vardır. Bu marifetin izi de lisanen tasdik etmektir. Böyleleri marifetlerini açığa vuruyor ve Peygamber efendimize şöyle diyorlardı: “Senin peygamber olduğunu biliyoruz ancak müslüman olmuyoruz. Çünkü ya-hudilerin seni öldürmelerinden korkuyoruz.” Bunlar her ne kadar bilip tanıyorlarsa da inanmıyor, aksine inkâr ediyorlardı.
Beni S´ad Bin Bekir Heyetinin Gelişi
Bu heyet, Peygamber efendimizin yanına müslüman olarak gelen bir kişiden ibaretti. Peygamber efendimizi duyup davetinden haberdar olduktan ve îslamiyetin yayılışından, Allah´ın kelimesinin yücelik kazanıp iktidar olmasından sonra îslami-yetini ilan etmiş ve yola koyularak peygamber efendimizin yanına gelmişti. Bu davetin aslını sahibinden öğrenmek ve duyduklarını pekiştirmek istemişti. Bu konuda îbn îshak şöyle der:
Bekir oğulları, Dammam bin Sa´lebe´yi elçi olarak peygamber efendimize gönderdiler. Medine´ye geldiğinde devesini Mes-cid-i Nebevi´nin kapısı Önünde çöktürüp bağladı. Sonra Mescide girdi. Peygamber efendimizin şahsını tanımadığından dolayı kaba bir lisanla: “Hanginiz Abdülmüttalib´in oğlusunuz1 ” diye sordu. Peygamber efendimiz de: “Abdülmuttalibin oğlu benimr dedi. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Dammam dedi ki: “Sana bir şeyler soracağım ama ağır konuşacağım bundan dolayı bana darılma”
Nezaketli bir insan olan Peygamber efendimiz şöyle cevap verdi: “Hayır sana darılmayacağım dilediğin şeyi sorabilirsin.” , Damamman dedi ki; “Senin ilahın, aşiretinin ilahı, senden öncekilerin ilahı, ve senden sonra gelecek olanların ilahı olan Allah aşkına söyle: Allah mı kendisine ibadet etmemizi ve ona hiçbir şeyi ortak koşmamızı, şu putları bir kenara atmamızı sana emretti
Resulullah (s.a.v.), “Evet” dedi.
Sonra Dammam îslamın farizalarını birer birer saydı. Namaz farizasını, zekat farizasını, oruç farizasını ve hac farizasını birer birer sordu. Bunları sorarken de hep Allah aşkına diyerek soruyordu. Sorularını tamamladıktan sonra şöyle dedi: “Şeha-det ederim ki Allah´tan başka ilah yoktur Muhammed de O´nun kulu ve elçisidir. Ben saymış olduğum bu farizaları eda edeceğim. Beni men ettiğin şeylerden de uzak duracağım. Ondan ne fazla ne de eksik hiçbirşey yapmayacağım” Böyle dedikten sonra devesinin yanına dönmek üzere mescidden ayrıldı. Ayrılırken de Resulullah (s.a.v.)´i iyiliklerle övdü. Sonra mü´min bir kimse olarak kavmine döndüp Onları, hak şehadetini getirerek İslama davet etti. Ansızın karşılarına çıkarak bir sürpriz yaptı. Putları inkar ettiğini duyurdu ve “hat ve Uzza ne kötü şeylerdir!” dedi. Böyle deyince de kavmi batıl inançlarından dolayı, Dammam´a bir kötülüğün ve musibetin gelmesinden korkup şöyle dediler: “Yavaş ol bakalım ey Dammam! Alacalık ve cüz-zam hastalığına yakalanmaktan kork!” böyle dediler… Zira putlara söğen kimselerin mutlaka alacalık ya da cüzzam hastalığına yakalanacağına inanıyorlardı. Böyle bir inanç onların vehimlerine yerleşmişti. Ama Dammam onlara şu karşılığı verdi: “Lât ve Uzza ne zarar verebilirler, ne de fayda verebilirler. Şüphesiz ki Yüce Allah bir peygamber göndermiş, ona kitabını indirmiştir. O peygamber sizi, daha önce içinde bulunduğunuz cahiliyetten kurtarmıştır. Ben Allah´tan başka ilah bulunmadığına ve Muhammed´in de O´nun kulu ve elçisi olduğuna şeha-det ediyorum. Ben onun yanından size emirlerini ve yasaklarını getirdim.”
Kavmi, bu iman davetçisine icabet ettiler. îbn îshak der ki: Dammam´ın halkı imana davet ettiği günün akşamına kadar imana girmeyen bir tek erkek ve kadın kalmamış, hepsi müslü-man olmuşlardı.
Biz Dammam bin Saalebe´den daha faziletli bir elçinin Medine´ye geldiğini duymuş değiliz.
Bu kıssa bu ifadelerle Buhari ve Müslim´in sahihlerinde anlatılmaktadır ki, doğruluğu sabittir. Bu kıssa, îslamiyetin arap beldelerinin her tarafına yayılmış olduğunu ve tevhid davetine, fıtrat dinine, insanların ne derece hazır hale geldiğini göstermektedir. Allah´ı tanımalarının yanısıra putperestlik sadece gözleri perdeleyen bir Örtü haline gelmişti ki onu da aydınlık saçan îslam hakikati ortadan kaldırmış ve böylece Arabistan´daki insanlar İslama girip tevhide sarılmışlardı.
Tecib Heyeti
Herkese hakikatlerinin ilân edildiği esnada arap beldelerindeki insanların İslama girdiklerini ve tslamın hususiyetlerini öğrendiklerini, putperestlik perdesinin kalplerinden çıkıp gittiğini anlatmıştık. Çünkü cahiliyetleri dönemlerinde bile arap-lar, diğer insanlara göre tevhide daha yakındılar. Çünkü onlar Yüce Allah´ı tanıyor ve aralarında İbrahim´in dininin kalıntıları hala duruyordu. Allah´ın selatü selamı hem ibrahim´in, hem de peygamberimizin üzerine olsun.
Heyetlerin en hayırlısı olan Tecip heyeti Peygamber efendimizin yanma geldi. Müslüman olarak îslami emirleri infaz edip yasaklarından sakınarak gelmişlerdi. Beraberlerinde fakirlerinden artakalan zekatlerini de getirmişlerdi. Onlarla ilgili olarak Peygamber (s.a.v.) efendimiz şöyle buyurmuştu: “Hidayet Allah´ın elindedir. Allah her kime hayır murad ederse onun kalbini îslanıa açar.” Bu ümmetin en doğru sözlüsü Ebu Bekir de şöyle demişti: “Ya Resulullah! Araplardan hiç biri şu Tecip kabilesinin gönderdiği heyet gibi bir heyet göndermiş değildir.”
Sonra bu heyetteki şahıslar peygamber efendimizden Kur´an-ı Kerim, sünnet ve tafsili ahkamla ilgili sorulan sormaya başladılar. Peygamber efendimiz de onlara bu sorularının cevaplarını yazdı. Medine´de fazla ikamet etmediler. “Niye acele ediyorsunuz ” diye sorulduğunda şu cevabı verdiler: “Arkada bıraktıklarımızın yanına döküp Resulullah (s.a.v.)´i gördüğümüzü, onunla konuştuğumuzu ve onun bize vermiş olduğu cevapları onlara anlatacağız.”
Peygamber efendimiz bu heyettekilerin ağırlanmalarını emir buyurmuştu. Geri dönüp kalktıklarında Resulullah (s.a.v.)´in yanına vedalaşmak için gittiler. Peygamber efendimiz de kendi malından ve ganimetlerin beşte birinden onlara hediyeler vermesi için Bilal´i gönderdi. Peygamber efendimiz ganimetlerin beşte birlik bölümünü îslâm daveti için tahsis etmişti. Onlara verilen bu hediyeler, Müellefe-i Kulûba verilen mallar gibi değildi. Bunlar zaten îslâma kendiliklerinden ısınmış olarak gelmişlerdi. Bu hediyeler, Peygamber efendimizin onları sevmesinin ve onlardan razı olmasının bir işareti olarak kendilerine verilmişti. Onlara bu hediyeler birer birer verildikten sonra Peygamber efendimiz:”Ara/uzcfa hediye almadık bir kimse kaldı mı ” diye sordu. Onlar da: “Bineklerimizin yanında bıraktığımız bir çocuk kaldı o hediye almadı” dediler. Bu çocuk da Peygamber efendimizin yanına geldi ve şöyle dedi: “Ya Resulullah! Az önce sana gelip de ihtiyaçlarını karşıladığın topluluğun bir ferdiyim, benim de ihtiyacımı karşıla.” Peygamber efendimiz: “Senin ihtiyacın nedir ” diye sorunca. Çocuk şu cevabı verdi: “Benim ihtiyacım arkadaşlarımınkine benzemez.
Onlar her ne kadar İslama gönülden arzu duyarak, sadakalarını yanında getirerek senin yanına gelmişlerse de Allah´a an-dolsun ki, ben yurdumdan buraya sırf şunun için geldim: Beni bağışlayıp merhamet ederek zenginliğimi gönlüme bırakması için yüce Allah´a dua et.” Peygamber efendimiz bu çocuğa yönelerek şöyle dua etti: “Allah´ım şunu bağışla ve kendisine merhamet et, zenginliğini de gönlüne bırak.” Böyle dedikten sonra arkadaşlarına verilen hediyeler gibi bu çocuğa da verilmesini emretti. Heyet nihayet yola koyuldu. 13 kişiden müteşekkildiler. Kavimlerine döndüler, sonra hicretin lO.senesinde Mina´da Veda haccı esnasında Peygamber efendimizle karşılaştılar. Çünkü Peygamber efendimiz Ci´rane umresinden sonra hacca gitmemiş sadece veda haccma son olarak gitmişti. O zaman da risaletini tamamlamış ve şu ayeti Kerime nazil olmuştu.
“Bugün size dininizi olgunlaştırdığı, size nimetimi tamamladım ve size din olarak îslamı beğendim” (Maide 3)
Peygamber efendimiz Minâ´da Tecipli heyetle karşılaştığında, kendisi için zenginliğinin gönlüne bırakılmasına ilişkin dua ettiği kanaatkar çocuğu sordu. Onlar da dediler ki: “Ya Resu-lullah onun gibisini asla görmedik. Allah´ın kendisine verdiği rızık konusunda ondan daha kanaatli bir kimse ile karşılaşmadık. İnsanlar dünyayı paylaşacak olsalar dahi o bu paylaşmaya dönüp bakmaz.” Peygamber efendimizin Refiki olaya intikal edişine kadar o çocuk hayatta kaldı. Sonra Yemenlilerle birlikte memleketine döndü. Kavmi arasında yaşadı. Onlara Allah´ı ve îslamiyeti hatırlattı. Onlardan hiçbiri geri dönmedi.
Kudaadan Gelen S´ad Oğulları Heyeti
Araplar iki kısma ayrılıyorlardı. Bunlardan bir kısmı kendi Özgür iradeleriyle İslama girmişlerdi. Ve îslam cemaatini ilk oluşturanlar da bunlardı. Arabistanımn uzak, yakın her tarafında İslama girenler bunlardı. Diğer kısma gelince bunlar, peygamber efendimizin´muannidleri, inkarcıları, hak davetini dinlemek ve gerilerindekilere de duyurmak amacıyla teslim almış, ittatına sokmuştu.
Bu iki kısmın dışında kalan kimselere gelince, bunlar gönül rızasıyla yollarını belirleyip peygamber efendimizin yanına gelmek ve ondan îslamı Öğrenmek mecburiyetinde kalmışlardı. Vakıdî´nin, Kudaa´dan gelen Sa´d heyetinin büyüğünden rivayet ettiğine göre o şöyle demiştir: “Resulullah (s.a.v.) efendimize kavminin gönderdiği elçilik heyeti arasında geldim. O sıralarda Peygamber efendimiz Arap beldelerinin her tarafına ayak basmış, arapları ezmişti insanlar iki kısma ayrılmışlardı. Bir kısmı kendi gönül rızasıyla îslama girmiş, bir kısmı da kılıç korkusuyla teslim olmuşlardı. Heyetimiz Medine-i Münevvere-nin bir tarafında konakladı. Sonra çıkıp mescide gittik ve kapısının önünde durduk.”
Elçilik heyeti arasındaki bu yaşlı kişinin sözleri üzerinde biraz durmak istiyorum. Sözleri arasında, Peygamber efendimizin arapları ezdiğini ifade ediyor. Hiç de Öyle olmamıştı. Aksine Peygamber efendimiz kendisine silah çeken, mü´minlere eziyet veren muannit arapları ezmişti. .Maksadı da fitneyi ortadan kaldırmak ve dini sadece Allah´a mahsus kılmaktı. Arapların bir kısmı engellerin ortadan kalkmasından sonra îslama girmiş ve peygamber efendimizin zafer bulmasını beklemişlerdi. Diğer bazı bedevi araplar da kuvvetlenen ve güç sahibi olan Peygamber efendimizin dinine girmişlerdi ki bunlar hakkında Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştu.
“Arabiler “inandık” dediler “siz inanmadınız, fakat “islam olduk*´ deyin (Çünkü iman gönülden olur. islam ise itaat edip barışa girmek, savaşı bırakmaktır savaşı bırakmaklaîslam olup güvene giriniz). Fakat henüz iman kalplerine girmedi” (Hucurat: 14)
Sa´d oğulları heyeti Resulullah (s.a.v.) ´in mescidine girdiler. Onun cenaze namazı kılmakta olduğunu gördüler. Bu sebeble de mescidin bir köşesinde durup beklediler. Cenaze namazına iştirak etmediler. Namazdan sonra Resulullah (s.a.v.) ´le görüştüler onlara: “Siz müslüman mısınız ” diye sorunca onlar da evet dediler. Bu defa Peygamber efendimiz: “Kardeşinizin üzerine cenaze namazını kılsaydınız ya!” deyince onlar şöyle dediler: “Ya Resulullah! Seninle biatleşmeden önce cenaze namazını kılmamızın caiz olmayacağını zannetmiştik.” Resulullah (s.a.v.) efendimiz: “Siz nerede Islama giridinizse artık orada müslüman sayılırdınız” diyerek İslama girebilmek için biatleş-meye ihtiyaç olmadığını belirtmek istedi. Biatleşmeden de îslama girme ameliyesi tamamlanır. Nerede Allah´tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (s.a.v.)´in O´nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet getirirseniz tam bir müslüman olmuş olursunuz.
Bunlar Resulullah (s.a.v.) efendimize îslam üzere biat ettiler, tslamın emirlerini yerine getirmek, Peygamber efendimizin emirlerine itaat edip yasaklarından sakınmak üzere biat ettiler. Sonra yüklerinin yanına döndüler. Orada en küçüklerini bekçi olarak bırakmışlardı. Peygamber efendimiz, yaşı küçük bekçilerini de yanına getirmelerini istemişti. O da geldi, arkadaşları gibi Peygamber efendimizle biatleşti ve: “Kavmin en küçüğü onların hizmetçisidir” dedi. Böyle demekle o gencin onlara hizmet etmesini onayladığını belirtmek istedi. Fakat bu küçük yaştaki bekçi, onlar arasında Kur´an-ı Kerim´i en iyi okuyan kimse idi. Onlara imamlık yapıyordu. Peygamber efendimiz onun için bereket duası yaptı. Memleketlerine dönmeye karar verdikleri esnada Peygamber efendimiz onlara hediyeler verilmesini emretti. Heyetteki her adama bir kaç okka gümüş verilmesini buyurdu. Şüphesiz ki bu da Peygamber efendimize tahsis edilen ganimetlerin beşte birlik bölümünden karşılanıyordu. Bu bölümdeki malları peygamber efendimiz îslam daveti uğruna harcıyordu.
Fezzare Heyeti
Kitab´ül iktifa adlı eserde anlatıldığına göre Resulul-lah(s.a.v.) efendimizin Tebük savaşından dönüşünden sonra on küsur adamdan teşekkül eden Fezare oğulları heyeti Medine-i Münevvereye geldi. Aralarında Uyeyne bin Hısn´ın kardeşi oğlu Hasan bin Kays de vardı. Hasan, heyettekilerin yaşça en küçükleriydi. İslamiyeti kabul ederek Peygamber efendimizin yanına geldiler. Kıtlık içindeydiler. Binekleri zayıf ve cılızdı. Resulullah (s.a.v.) efendimiz, memleketlerinin durumunu sorunca hallerini ona şikayet ederek şöyle dediler: “Kıtlığa uğradık. Memleketimiz kıtlık içinde kaldı. Davarlarımız mahvoldu. Arazilerimiz çoraklaştı. Çoluk çocuğumuz aç kaldı. Bize yağmur yağdırması için Rabbine Dua et. Bizim için O´nun katında şefaatçi ol. O da senin katında bizim için şefaatçi olsun.” Resu-lullah(s.a.v.) efendimiz onların Cenab-ı Allah hakkında bilgisiz ve cahil kimseler olduklarını görünce hidayet rehberliği yapıp irşadda bulunarak, yanlış konuşan adama hitaben şöyle dedi: “Yazıklar olsun sana! Aziz ve celil olan Rabbimin katında sizin için şefaatte bulunabilirim, ama Rabbim başkasının katında şefaatte bulunmaz. Kendisinden başka ilah yoktur. O Uludur kürsüsü göklerle yeri kaplamıştır. Adamın demirin altında ezilip ıhlaması gibi göklerle yerler de O´nun azamet ve celalinin ağırlığı altında ezilip ıhlamaktadır ´
Resulullah (s.a.v.) efendimiz bu heyettekilerin durumlarına bakıp acıdı. Yağmur yağdırması için Rabbine dua etti. Mimbere çıkıp ellerini semaya kaldırdı. Sadece yağmur duasında Peygamber efendimiz ellerim semaya kaldırırdı. Rabbine yalvarıp yakararak şöyle dua etmişti:
“Allah´ım beldelerine ve canlılarına su ver. Rahmetini yay, ölü beldelerini dirilt. Allah´ım rahatlatıcı, nebatları bitirici yağmur yağdır. Acil olsun, geç olmasın; faydalı olsun, zararlı olmasın. Allah´ım, Rahmet suyu yağdır. Azap suyu yağdırma yıkıp boğma ve yakma. Allah´ım bize yağmur yağdır. Bizi düşmanlarımıza muzaffer kıl.” Bu yakarıcı duayı, yaratılmışların içinde en sevimli zat olan Peygamber efendimiz Rabbine yöneltmişti. Bu duasından sonra gök sağnaklar halinde yağmurlar yağdırmıştı. Fezare oğulları da kıtlıklarım giderecek miktarda yağmura kavuşmuşlardı.
Behra Heyeti
Vakıdî´nin anlattığına göre Yemen´den Medineye Behra heyeti gelmişti. Bunlar 13 kişiden müteşekkildiler. Bineklerini sürerek Mikdad bin Esved´in kapısı önüne kadar vardılar. Orada konakladılar. Mikdad, çocukları için bir kazan tirit kaynat-mıştı. Bu tiridi konuklara takdim etti. Allah yemeği bereketlendirdi. Heyettekiler yediler. Mikdad´ın çocuklarına da yetecek miktarda kalmıştı. Kazandaki tirid hiç eksilmemiş gibiydi. Mikdadma ile efradı yedikten sonra bir miktar daha kalmıştı ki bunu da küçük bir tabak içerisinde Peygamber efendimize gönderdiler. O, Ümmü Seleme´nin evinde bulunmaktaydı. Peygamber efendimiz kendisine getirilen tiridden yemiş, kalanını yine Mikdad, gile göndermişti. Heyettekiler yine o tiridden yemişler, doymuşlardı. Fakat tirid yine tükenmemişti. Resulullah (s.a.v.)´in bereket duasıyla heyettekiîer, Medine-i Münevverede ikamet ettikleri sürece o tiridi yemişler bir türlü tüketememiş-lerdi. Bu harikulade bir durumdu. Müslüman oldular. İslam üzere Peygamber efendimizle biatleşip şöyle dediler: “Allah´tan başka ilah olmadığına , Muhammed´in de Allah elçisi olduğuna şehadet ederiz.” Böyle dedikten sonra farizaları öğrendiler. Kur´an-ı Kerim´in bir kısmım ezberlediler. Birkaç gün ikamet ettikten sonra Peygamber efendimizle vedâlaştılar. Yanına gelen bütün heyetlere yaptığı gibi ganimetlerin beşte birlik bölümünden bunlara da hediyeler verdi.
Görüldüğü gibi kendilerine İslam daveti ulaşıp müslüman olduktan sonra bu heyetler Medine-i Münevvereye, Peygamber efendimizin yanına geliyorlardı. İslamiyetlerini pekiştirmek ve semanın bereketlerine kavuşmak için peygamber efendimizin yanına geliyorlardı.
Azre Heyetinin Gelişi
Hicri 9.senenin Sefer ayında Azre kabilesinden 12 kişilik bir heyet Medine-i Münevvereye geldi. Bunların Peygamber efendimizin dedesi Kusayy ile akrabalıkları vardı. Kusayy, ana tarafından bunların kardeşleri idi. Bu sebeble Peygamber efendimiz hey e t tekil erin hangi kavimden olduklarını sordu. Sözcüleri şöyle dedi: “Tanıdığın bir kavimdeniz Kusayy´ın anne tarafından kardeşleri olan Azre oğullarındanız. Kusayy´e yardım edip destek verenlerdeniz. Mekke-i Mükerremenin içinden, Huzaalı-larla Bekir oğullarını uzaklaştıranlardanız. Seninle aramızda akrabalık bağları vardır.” Resulullah (s.a.v.) efendimiz onlara: “Hoş geldiniz, safa geldiniz.” dedi. Onlar da müslüman oldular. Peygamber efendimiz onları müjdeledi. Cahiliyetten kalma bazı vehimlerini kafalarından sildi. Şam´ın feth edileceği müjdesini onlara verdi. Herakliyus´un Şam topraklarından kaçıp kendi ülkesinden bazı topraklara kapanacağını bildirdi. Gerçekten de bu müjdesi tahakkuk etti. Şam ülkesi, Yermük´ten sonra Herakliyus´un hamimiyetinden kurtuldu. Herakliyus, Şam´dan çekilirken şöyle demişti: “Selam sana ey Suriye. Artık bir daha karşılaşmamak üzere sana selam olsun.”
Peygamber efendimiz heyetteki kimselerden, kahinlere soru sormamalarını istedi. Zira gaybı ancak Cenab-ı Allah bilirdi. Cahiliyye devrinde kendi inançlarına göre Allah´a takdim ettikleri kurbanları kesmekten vazgeçmelerim istedi. Kurbanın sadece Kurban bayramında kesileceğini, bunun dışındaki kurban-larınsa sadece et olarak yenilebileceğini, manevi hiçbir değerinin olmayacağını bildirdi.
Bela Heyeti
Hicri 9.senenin Rebiül evvel ayında bu heyet Medine-i Mü-nevvereye geldi. Bunları Rüveyfi bin Sabit el-Belevi evine konuk etti. Kaç kişiden müteşekkil oldukları bildirilmemektedir. Ancak çok sayıda olmadıkları Rüveyfi bin Sabit´in onları konuk etmekte güçlük çekmediğinden anlaşılmaktadır. Ev sahibi Ru-veyfî onları alıp peygamber efendimizin yanma getirmiş ve: “İşte bunlar benim kavmimdir” demişti. Peygamber efendimiz de: “Sana ve kavmine merhaba” dedi. Onlar da müslüman oldular. Peygamber efendimiz bu defa da şöyle dedi: “Sizi İslam yoluna iletip size hidayet veren Allah´a hamdolsun. İslam yolu dışında ölen herkes ateştedir.”
Bu heyette çok misafir sever olan yaşlı biri vardı. Evi misafirle dolup taşardı. Ebu Dabip adındaki bu adam misafirlik hususunda peygamber efendimize şöyle bir soru yöneltmişti: “Ya Resulullah! Ben evimde misafir bulundurmayı arzulayan bir kimseyim. Ben bundan Ötürü sevap kazanır mıyım ” Peygamber efendimiz de şu cevabı vermişti: “Evet, sevap kazanırsın, zengine veya yoksula yapmış olduğun her iyilik sadakadır” Bu defa Ebu Dabip şöyle sormuştu: “Ya Resulullah misafirliğin süresi ne kadardır ” Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Üç gündür. Bundan fazlası sadakadır. Misafirin üç günden fazla senin yanında kalıp sana sıkıntı vermesi doğru olmaz.”
Ebu Dabip kaybolan koyun veya keçi ile devenin durumunu sorup şöyle dedi: “Ya Resulullah! Çölde yitik bir koyuna rasla-dım. Bunun hükmü nedir ”
Peygamber efendimiz buyurdu ki: “O sana yahut kardeşine yahut kurda kalır.” Ebu Dabip; ya çölde bulunan yitik bir devenin hükmü nedir ” diye sorunca Peygamber efendimiz şöyle cevap verdi: “Senin deveyle işin ne sahibi onu buluncaya kadar onu kendi haline bırak”
Bundan sonra bu heyet kendilerini konuk eden Ruveyfi bin Sabit el-Belevi´nin evine döndü. Peygamber efendimiz eline bir miktar hurma alıp bunların yanına gelir ve ev sahibine şöyle derdi: “Şu hurmalardan istifade et.n Heyettekiler hem bu hurmadan, hem de başka şeylerden yiyerek karınlarını doyururlardı.
Peygamber efendimizin bu heyete hitaben yapmış olduğu konuşma, îslami davranış kurallarından bazısını ve yitiklerle ilgili şer´î hükümleri içermektedir. Burada iki hususa işaret etmemiz gerekmektedir. Rivayet olunduğuna göre Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: “Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim.” Güzel ahlaktan biri de konuk severliktir. Aslında bu, insani bağları kuvvetlendiren bir husustur. Konukseverlik sayesinde insanlar arasında yardımlaşma ve sevgi bağları teessüs eder. Konuk kabul etmek, çöllerde ve köy kesiminde sosyal bir zarurettir. Kişi çöllerde yürürken geceleyin sığınacak bir yer bulamadığında ancak birinin evine konuk olmak mecburiyetinde kalır. Onu kabul etmek, kırsal kesimde insanî bir zarurettir. Aynı zamanda bir fazilettir. Ancak kırsal kesimden kentlere gelindiğinde bu zaruretin oranı hafifler. Köylerde bir nevi zaruret olan konuk severlik, kentlerde zaruret ölçüsünden çıkıp iyilik ve mürüvvet kapsamına girmektedir. Konukseverlik işte bu durumlara göre şer´i hükümlere.tabidir. Kişi çölde ve kırsal kesimde sığınacağı bir yer bulamadığı zaman onu bir konuk olarak kabul etmek vacip olur. Ama rahatlıkla barınabileceği bir yer bulan kimseyi konuk olarak kabul etmekse sevgi ve ülfet teessüsüne sebep olan bir iyilik olur.
Konuk kabul eden kişinin şeriate göre görevi açıklanmış oldu. Konuğun kendisine gelince onun da, kendisini konuk olarak kabul eden kimsenin evinde uzun süre ikamet etmemesi ve ev sahibini sıkıntıya düşürmemesi gerekir. Ev sahibini sıkıntıya düşürme ihtimali söz konusu olduğu zaman, geceleme teklifini kabul etmemelidir. Buhari ve Müslim´in, Sahihlerinde ittifak ettikleri bir hadisi şerifte peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Allah´a ahiret gününe iman eden kişi komşusuna ikramda bulunsun ve ona hediye versin” Denilir ki ona ne kadar süreyle ikramda bulunmalıdır. Cevaben buyurdu ki: “Bir gün ve bir gece süreyle… Misafirlikte üç gün süreyledir. Bundan fazlası sadaka hükmüne tabi olur. Ev sahibini sıkıntıya bırakacak süreyle evinde ikamet etmek, misafire helal olmaz.” Bu heyetin haberi anlatılırken heyettekilerden biri peygamber efendimize, çölde kaybolup başkası tarafından bulunan koyun, keçi ve devenin hükmünü sormuş. Peygamber efendimiz de deve ile ilgili hükmü açıklarken şöyle demiş: “Deveden sana ne Sahibi onu buluncaya kadar ona ilişme.” Çünkü sahibinin gözünden kaybolduğu zaman sahibi onu araştırıp bulacaktır. Kaldı ki devenin kendisi de uzun süre çölde yalnız başına yaşayabilir. Sahibinin gıyabında onu alıp götürmekse, sahibinin onu bulmasına engel olur. Çünkü sahibi onu aramaya çıkacaktır.”
Kişinin çölde bulduğu yitik koyuna gelince, çölde mera ve sığınacak bir yer bulunmadığından dolayı onu bulan kişinin alabileceğini beyan eden peygamber efendimiz, şöyle buyurmuştur: UO koyun sana veya kardeşine veya kurda kalır.” Bu nas-tan da anlaşıldığına göre çöldeki yitik koyunu bulan kişinin o koyunu alıp kendine mal etmesi helaldir. Bu hadisin nassında hikmet vardır. Çünkü çölde bulunan koyunu başkalarına tarif etmek ve yitik olduğunu duyurmak çok zordur. Sahibinin de tanıtma yoluyla onu bulması uzak bir ihtimaldir. Çünkü onu kendisine tarif edip tanıtacak bir kimse bulunamaz. Belki de o koyun bir sürüden geri kalmıştır. Bu durumda onu bulan kişiden ona daha yakın bir kimse yoktur. Öyleyse onu alıp götürebilir. Şayet hayvanı çölde kendi haline bırakacak olursa başkaları onu bulup, kesip etini yer. Bu bir ihtimaldir. Bazan da hiç kimse ona rastlamaz ve hayvancağız açlıktan Ölüp gider. Yahut kurtlara yem olur. Bu ihtimalleri göz önüne aldıktan sonra, onu bulan kişinin kesip yemesi helal olmaktadır. Çünkü zayi olma ihtimali vardır. Halbuki malı zayi etmek caiz değildir. Bu varsayım, koyunun sahibi tarafından bilinmesine ve bulunmasına imkan olmayan bir çölde başkası tarafından bulunmasıyla ilgilidir. Ama yitik olarak bulunan koyun, bir su kaynağına veya insanların uğradığı bir ovaya yakın ise, bu durumda onu başkalarına tarif edip tanıtmak vacib olur. Gerçekten de çölde yitik bir koyuna raslayan bir kimse iki yoldan birini seçebilir:
1- Bu koyun sahrada bulunan bir yitik hükmündedir. Orada biten bazı otları yiyerek geçinir. Çünkü sahibi yoktur.
2- Yine bir koyun başkası tarafından bulunan bir yitik gibidir. Ancak tanınmayan bir sahibi vardır. Ve tanınmasına da imkan yoktur. Peygamber efendimiz bunun yitik mal hükmünde olduğunu açıklamıştır. Ve bulan kişi tarafından alınabileceğini aksi takdirde kurtlara yem olacağını ifade buyurmuştur. Fıkıhçılar böyle bir yitiğin daha sonra sahibinin bulunabileceğini ve bu durumda eğer telef edilmiş ise kıymetinin sahibine verilmesi gerektiğini söylemişlerdir.
Zi-Mürre Heyeti
Araplar, peygamber efendimizin yanına geliyorlardı. Peygamber efendimiz de onları tanımaya, durumlarını Öğrenmeye çalışıyordu. Onüç kişiden teşekkül eden ve başlarında Haris bin Avfın bulunduğu zi-mürre heyeti de Peygamber efendimizin yanına gelmişti. Bunlar Peygamber efendimizle soylarının aynı olduğunu ifade ederek: “Ya Resulullah! Biz senin kavmin ve aşiretiniz. Lüey bin Galib´in nesliyiz” Peygamber efendimiz de onlara tebessüm ederek aşiretlerini sormuştu. Sonra aşiretlerini nerede bıraktıklarını, memleketlerinin durumlarını Öğrenmek istemişti. Çünkü bunlar Islama girmekle Peygamber Efendimizin reayası olmuşlardı. Haris şöyle demişti: “Biz şiddetli bir kıtlığa maruz kaldık. Hayvanlarımızın kemiklerinde ilik kalmadı. Bizim için Allah´a dua et.” Peygamber Efendimiz de: “Allah´ım onlara yağmur yar-dır.” diyerek duâ etmişti.
Zi-Mürre heyeti, Medine´de birkaç gün ikamet ettikten sonra, memleketlerine dönmek üzere, vedalaşmak için Peygamber efendimizin yanına gelmişlerdi. Peygamber efendimiz de Bi-lal´e, onlara hediyeler vermesini emretmiş. Bunun üzerine Bilal her bir şahsa on okka gümüş vermişti. Yalnız Haris´e on iki okka vermişti. Bundan sonra memleketlerine dönmüşler, orada yağmur yağmakta olduğunu görmüşlerdi. Yağmurun ne zamandan beri yağmakta olduğunu sorduklarında; Peygamber efendimizin yağmur duası yaptığı andan itibaren yağmaya başlamış olduğunu öğrenmişlerdi.
Havlan Heyeti
Havlan hayeti Allah ve Resulüne iman eden bir kavmin temsilcileri olarak on kişiden kurulu olarak hicri onuncu senenin Şaban ayında Resulullah (s.a.v.)´e geldiler. Sözcüleri şöyle dedi: “Ya Resulallah! Biz Allah´a iman ve Allah´ın Resulünü tastik ediyoruz. Bizim bir ikramımız, gerimizdeki olan kavmimizden olanları da kapsamaktadır. Biz develeri mahmuzlaya-rak sert ve katı yerlerle dağlar ve ovaları aşıp sana gelmiş bulunuyoruz. Allah ve Resulünün üzerimizdeki nimeti sayesindedir ki seni ziyarete geldik.”
Resulullah (s.a.v.) onlara şöyle dedi: “Bana gelişinizi anlatınız. Şüphesiz develerinizin attığı her adım karşılığında her birinize bir sevap vardır. Bana ziyaretçiler olarak geldiğinizi söylüyorsunuz, şüphesiz beni Medine´de ziyaret eden kimse Kıyamet gününde yanı başımda olacaktır.”
Havi anlıların (Ammi enes) diye adlandırdıkları ve kendisine meftun oldukları bir putları vardı. Kendi asılsız vehimleri nedeniyle o putun harikulade haller izhar ettiğine -aslında Ce-nab-ı Allah tarafından bahsedildiği halde- bazı nimetler verdiğine inanırlardı. Ona meftun olduklarından dolayı bu gibi harikulade halleri ondan bilirlerdi. îmanlarını ilan ettikten ve mü´min olduklarını açıkladıktan sonra peygamber efendimiz onların gerçekten inanmış olduklarını anladı. Ve putlarını ne yaptıklarını sordu. Ayrıca kavimlerinden kimin iman ettiğini, kimin de putperestlikte kaldığını öğrenmek için sordu. Resulullah (s.a.v)´in sorusu şöyle idi: ´Ammi Enes´e ne oldu ”
Dediler ki: “Sana müjdeler olsun Ya Resulallah. Cenab-ı Allah tarafından getirdiğin yeni din onun yerine geçti. Ancak bizim yaşlı bir erkekle acuze bir kadın ona hala inanıp bağlanmaktadırlar. Eğer memleketimize dönersek Allah´ın izniyle Ammi Enes denen putu yıkacağız. Çünkü daha önceleri ona alda-nıp fitneye düşmüştük.”
Resulullah (s.a.v.) efendimiz onların haberlerini araştırıyor. Durumlarını öğreniyordu. İman öncesi hallerini anlamak istiyor ve şöyle soruyordu: “Ammi Enes putunun, sizi içine düşürdüğü fitnelerin en büyüğü hangisidir ´
Sözcüleri dedi ki: “Şiddetli bir kıtlığa maruz kalmıştık. Öyle ki, çürümüş kemikleri yemek mecburiyetinde kalmıştık. Olanca mal varlığımızı topladık. Yüz sığır alarak Ammi Enes putuna kurban ettik. Bu kurbanların tümünü bir sabah vakti kesip yırtıcı hayvanlara terkettik. Halbuki o hayvanlardan daha muhtaç durumdaydık. O esnada yağmur yağmaya başladı. Otlar yeşerip o kadar uzadı ve yükseldi ki Erkeklerin boyunu bile aştı. Otlar arasında dolaşan erkekler görünmez hale geldiler ve sözcümüz: “Ammi Enes putu bize in´amda bulundu” dedi.
Bu garip raslantı onları fitneye düşürmüştü. Yağmuru kendilerine Ammi Enes putunun yağdırdığına inanmışlardı. Halbuki o ne bir fayda verebilir, ne de bir zarar dokundurabilirdi. Olaylar çoğu kez tesadüf esri olarak meydana geliyordu. Vehim ve kuruntu sahipleri ise bu olayların bir puta veya bir şahsa veya bir kahine veya bir büyücüye sığınma sonucunda meydana geldiğini sanıyorlardı, tşte bu bir fitneydi. Belki de bu tesadüfi olaylar, hiç bir gücü olmayan ve hiç bir şey yapamayan putlara tapma sebebi olmuştu. Putperestler ürettikleri şeylerin yarısını kurban olarak o puta ayırıyor. Yansınızda Allah´a bırakıyorlardı. Allah´a bıraktıklarının bir kısmını putlarına da veriyorlardı. Ama putlarına ayırdıklarının bir kısmını Allah´a bırakmıyorlardı. Bütün bunları da bir ibadet zannı ile yapıyorlardı.
Havlanlıların sözcüsü peygamber efendimize şöyle diyordu: “Ekin ve davarlarımızın bir kısmını kendi inancımıza göre putumuza bir kısmını da Allah´a ayırıyorduk. Biz ekin eker, orta kısmını (en iyisini) puta ayırır ve orayı, onun adı ile anardırk. Ekinin bir tarafını da Allah´a ayırır ve orayı Allah´ın adı ile anardık. Allah´a tahsis ettiğimiz ekin iyi yetiştiği ve geliştiği zaman döner onu, Ammi Enese tahsis ederdik. Ammi Enese tahsis ettiğimiz ekin, iyi geliştiği ve yetiştiği zaman ise, onu Allah´a tahsis etmezdik.”
Resulullah (s.a.v.) efendimiz Cenab-ı Allah´ın, onların bu davranışım protesto eden bir ayet-i kerime inzal buyurduğunu ifade etti.
Cenab-ı Allah bu konuda şu ayet-i kerimeyi inzal buyurmuştur:
“Allah´ın yarattığı ekin(ler)den ve hayvanlardan Allah´a pay ayırdılar. Zanlarınca: “Bu Allah´a, bu da ortaklarımıza” dediler. Ortakları için ayrılan Allah´a ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan, ortaklarına ulaşıyor. Ne kötü hüküm veriyorlar.!” (En´am:136)
işte böyle… Vehimleri onları bu şekilde kontrolü altına alıp onlara egemen olmuştu. Onlardan tevhit inancım söküp almış» ti. Peygamber efendimizin daveti ve onunla ilgili ilginç şeyler, bu vehimleri ortaya çıkarıyor, çürük ve asılsız inançlarını izhar ediyordu. Allah dilediği kulunu dosdoğru yola iletir.
Peygamber (s.a.v) efendimiz, onlara değerli öğütlerde bulundu. Ahde vefalı olmalarını, emanete riayet etmelerini, komşularıyla iyi geçinmelerini, hiç kimseye haksızlık etmemelerini tavsiye buyurdu. Ve şöyle dedi: “Şüphesiz zulüm kıyamet gününün karanlığıdır”
Havlanlı heyet, peygamber efendimizden dinin farizalarını ve ahkamını sordular. O da onlara bu şeyleri öğretti. Birkaç gün daha ikamet ettikten sonra Medine-i münevvereden ayrıldılar. Ayrılırken de peygamber efendimiz onlara çeşitli hediyeler verdi. Kavimlerine döndükleri zaman yüklerinin bağını çözmeden koşup Ammi Enes putunu yıkmaya gittiler ve nihayet yıktılar.
Muharib Heyeti
Peygamber (sa.v.) efendimiz,hicret öncesi Mekke-i Mükerre-medeki ikametinin son iki senesinde, Hac mevsimlerinde bizzat kendi giderek kabileleri İslama davet etmeye başladı. Kureyşli-lerin az sayıda iman edenlerinin dışında başkalarının iman etmeyeceklerini anladıktan sonra Kendisi bizzat kabileleri İslama davet etmeye koyuldu. Fakat onun davetine en şiddetli ve çok kaba bir şekilde red cevabı veren kabile, Muharip kabilesi olmuştu. Bunlar Peygamber efendimizin tevhid davetini kaba ve çirkin bir şekilde reddetmişlerdi. Çünkü kalpleri katılaşmıştı. Bu nedenle de iman eden en son kabile bunlar olmuştu. Heyetleri ancak hicri lO.senede, yani veda haccınm yapıldığı senede iman ederek Peygamber efendimize gelmişlerdi. Gelen heyet, 10 kişiden müteşekkil idi. Arkalarında bıraktıkları kavimlerine vekalet ediyorlardı. Hem kavimlerinin hem kendilerinin müslüman olduklarını ilan etmişlerdi. Peygamber efendimizin misafiri olarak Medineye inmişlerdi. Bilal, her sabah ve akşam yanlarına geliyordu Onlarla görüşmeler yaptıktan sonra tekrar dönüyordu. Nihayet hem kendilerinin hem de kavimlerinin Islama girdiklerini ilan ederek Peygamber efendimizin yanına çıktılar. Bir gün peygamber efendimiz öğle vaktinden ikindi vaktine kadar yanlarında kalmıştı. Peygamber efendimiz bu heyetteki adamlardan birine uzun uzadıya bakmış ve adam da: aYa Resulullah zannedersem benden kuşkulanıyorsun ” diye sorunca Peygamber efendimiz şu cevabı vermişti: “Öyle sanıyorum ki senden bana bir kötülük dokunmuş.” Muharipli adam şöyle cevap vermişti: “Evet Allah´a hamdolsun ki sen bir zamanlar benle karşılaşmış ve konuşmuştun. Ama ben sana çirkin kelimelerle cevap vermiştim. Ukaz panayırında davetini çok kaba bir şekilde reddetmiştim. O sıralarda sen kabileler arasında dolaşıp Islama davette bulunuyordun,” Adamın bu konuşmasına Peygamber efendimiz (Evet) kelimesiyle cevap vermiş ve bu defa Muharipli adam şöyle demişti: “O günkü arkadaşlarım arasında benden daha çok Islamdan uzak ve sana karşı benden daha çok kaba davranan bir kimse yoktu. Allah´a hamdolsun ki beni hayatta bıraktı da nihayet sana iman ettim ve seni tasdik ettim. O gün benimle beraber bulunan arkadaşlarımın tümü kendi dinleri, yani putperestlikleri içinde Öldüler.”
Peygamber (s.a.v) efendimiz: “Şüphesiz ki şu kalpler aziz ve celil olan Allah´ın elindedir” deyince Muharipli adam: “Ya Re-sulallah o gün sana ters cevap verdiğimden dolayı benim için Allah´tan mağfiret dile” diye yalvardı. Resulullah (s.a.v.) ise şu karşılığı verdi: “Şüphesiz ki İslamiyet kendisinden önceki küfür halini yok eder.” Bundan sonra heyettekiler Medine-i Münev-vereden ayrılarak memleketlerine döndüler.
Bu heyette Peygamber efendimizin bunları karşılaması hadisesine iki açık olgu ile karşılaşıyoruz.
1- Yüce Allah bazen katı ve kaba olan kalpleri, inanmış ve yumuşamış kalpler haline getiriyor.
2- Sapık ve şerre yönelen akıllar, Cenab-ı Allah tarafından gönderilen Hak nuruyla aydınlanıp hidayet yolunu, bulunca imana geliyor ve hakikat buluyorlar. Kalpleri halden hale döndüren Allah, noksanlıklardan münezzeh ve yücedir.
Peygamber efendimizin ne kadar müsamahakar ve yumuşak huylu olduğunu, kalplere hangi yönden yaklaşılabileceğini bildiğini bu olayda görmekteyiz.
Şada´ Heyeti
Bu heyet Yemendeki Şada´ halkından yüz kişilik bir grup halinde Medine-i Münevvereye geldi.
Peygamber efendimiz hicri 8.senede Cirane Umresini yaparken Kays bin Sad bin Ubade komutasında 400 kişilik askeri birliği Yemen´deki Şada´ halkına gönderdi. Askeri birliğin oraya yöneldiğinden haber alan bir zat, Peygamber efendimizin yanına geldi. O kişi, kavminin Islama yöneldiğini özellikle Mekke´nin fethinden sonra İslama olan rağbetlerinin daha da arttığını bildiğinden dolayı Peygamber efendimizin yanına gelerek şöyle dedi: İCYa Resulullah! Arkamda bıraktığım kavmimin temsilcisi olarak sana geldim. Sen şu askeri birliği geri çağır da ben kavmimi senin yanına getireyim.” Onun bu müracaatı üzerine peygamber efendimiz askeri birliği geri çağırdı. Vakıdî´nin de tarihinde anlattığı gibi adı Ziyad bin Haris olan Sada´lı adam kavmine gitti. 15 kişilik bir heyet teşkil ederek peygamber efendimizin yanına getirdi. Sa´d bin Ubade: “Ya Resulullah; izin ver de bunlar benim evimde konuk olsunlar” dedi. Onları evinde ağırlayıp ikramda bulundu; giysiler giydirdi. Sonra da peygamber efendimizin yanına getirerek îslam üzerine biatleştiler. Ve: “Biz, arkada bıraktığımız kavmimizin de adına biatte bulunuyoruz dediler: “Kavimlerine döndüler. Aralarında islamiyet yayıldı. Zaten İslam dini asıl itibarıyla hak bir dindi. Bu fıtrat dininin, -inat etmedikleri veya ona karşı düşman olmadıkları takdirde- hakkı isteyen bir millet arasında yayılması tuhaf karşılanmamalıdır. Ayrıca Peygamber efendimize ve onun davetine düşman olan, bu düşmanlığını günden güne arttıran Mekkeyi mükerreme de fethedilmişti. Arap beldelerinde iktidar, İslam´ın eline geçmişti. Artık arap beldelerinde hükümran olan bir dinden Arapların geri durması doğru olmazdı. İslamiyet dinlerin en hayırlısıydı. O kalıcı ve hak bir din idi.
İslamiyet Şada´ mıntıkasında yayıldı. Sada´lı heyeti Sad bin Ubade´nin konuk etmesinden anlaşıldığına göre bu kabilenin Hazreçlilerle ilişkisi vardı. Bu sebeble bu heyetten sonra yüz kişilik ikinci bir heyet de “Veda haca” esnasında Peygamber efendimizin yanma gelmişti. Bu ikinci heyet müslüman olarak gelmişti. Şu halde Şada´ mıntıkasından Peygamber efendimize üç heyetin geldiğini söyleyebiliriz.
Birinci heyet: Ziyad bin Haris başkanlığında gelen heyet. Bu zat daha önce Peygamber efendimizin yanma gelerek memleketi üzerine gönderilen askeri birliğin geri çağrılmasını istemiş ve kavminden bazı kimselerle heyet olarak gelip müslüman olacaklarını bildirmişti. Peygamber efendimiz de ona: “Ey Sada´lı kardeş, kavmin senin tavsiyelerine uyar ve sana itaat eder mi ” diye sormuş, O da O´na şu cevabı vermiş: “Evet benim sözüme itaat ederler. Bu da Allah ve Resulünün bana bir lutfu-dur.”
İkinci heyet: Onbeş kişiden teşekkül ederek Ziyad adındaki şahısla birlikte gelen heyet: Bunları Sa´d bin Ubade konuk etmişti. Bunlar îslam üzere peygamber efendimize biat etmiş ve işlamiyeti kendi kavimleri arasında yaymaya söz vermişlerdi.
Üçüncü heyet: Veda Haccı esnasında peygamber efendimiz ümmetiyle vedalaşırken yanına gelip kendisiyle görüşen Sada´lı heyet. O sırada peygamber efendimiz emaneti yerine getirmiş, Risaletini tebliğ etmişti. Sada´lı Ziyad bin Haris, bazı seferlerinde peygamber efendimizle beraber olmuştu. Elle tutulur maddi mucizelerini görmüş böylece imanı artmıştı. Rivayete göre Resulullah (s,a.v) efendimiz çölde Ziyad ile birlikte gitmekteyken: “Ey Sada´lı kardeş, yanında su var mı ” diye sormuş: Mataramda azıcık var” diye cevap verince, Peygamber efendimiz: “Onu bana getir” demiş, Ziyad da getirmişti. Ziyad der ki: “Mataradaki suyu döktü. Sahabiler suyun üzerine üşüştüler. Sonra el ayasını mataranın ağzına dayadı ve parmaklarından her iki parmağın arasından sular aktığını gördüm.” Bu su ile Peygamber efendimiz abdest aldı. Ve ezan okunmasını emretti. Ziyad, Ezanı okuduktan sonra ikamet etti. İkameti Bilal yapmak isteyince Peygamber efendimiz: “Namaz için ezan okuyan kimse ikameti de yapar” dedi. Ziyad bin Haris, kendisini kavminin başına vali olarak atamasını isteyince, Peygamber efendimiz, onu kavmi tarafından emrine itaat edilen etkin bir kimse gördüğü için vali tayin etti. Ayrıca Ziyad, kavmi arasında islam davetini yapmış bir kimseydi. İslamiyet ve de kavmi için hayırlı bir kimseydi. Onların, yönetimini üstlenmesi gerekirdi. Kaldı ki o, kendi şahsi çıkarı ve iktidar hırsı için değil, peygamber efendimizin uygun gördüğü bir amacı gerçekleştirmek için valilik istemişti ki bu da caizdir. Peygamber efendimizin: uBiz valiliği, isteyene vermeyiz ” mealindeki hadisine de ters düşmemektedir. Çünkü bu hadis hakkı uygulamak ve çalışmak için değil iktidar ve hakimiyet için valilik isteğinde bulunmaktan sakmdırmaktadır. Ama Ziyad valilikte kalmak istememiş, istifasını vermişti. Emirlik ve zekat toplamaya defterlerini peygamber efendimize teslim etmişti. Bu olay şöyle gelişmişti:
Adamın biri, Ziyad´m kendilerine zulüm ettiğini peygamber efendimize şikayet etmişti. Peygamber efendimiz de: “Demek ki valiniz cahiliyet gururuna ve intikamına yakalanmış” demişti. Bu kıssadan anlaşıldığına göre peygamber efendimiz Zi-yad´ı görevden azletmiş ve şöyle demiş: “Emirlik de müslüman bir adam için hayır yoktur ” Şikayetçi şahıs Peygamber efendimizden, kendisine zekat malının bir kısmını vermesini istemiş. Peygamber efendimiz ona şöyle cevap vermişti: “Zekatları Ce-nab-ı Allah kendisine yakın olan bir meleğe veya kendisi katından gönderilen bir Peygambere vermiş değildir. Ancak zekatları Cenab-ı Allah sekiz sınıftaki insanlara vermeyi emretmiştir. Eğer sen bu sınıftaki insanlardan isen sana zekat veririm. Ama eğer zengin isen şunu iyi bil ki zekat, insanda baş ağırısı ve kalbinde hastalık meydana getirir.”
Ziyad bin Haris, bu konuşmalardan, valiliğin müslüman bir kimseye hayır getirmeyeceğini, aksine onun için bir iptila olacağını anlamış ve görevden istifa ederek Peygamber efendimize şöyle demişti: “Ya Resulullah şunlar iki kitaptır. Biri emirliğe, diğeri zekat toplama memurluğuna aittir. Sen bunları kabul buyur.” Resulullah (s.a.v) efendimiz, görevden istifa edişinin sebebini sorunca Ziyad, şu cevabı vermişti: “Senin, emirlikte müslüman bir adama hayır olmayacağını söylediğini işittim. Ben ise müslümanım. Zekat isteyen kimsenin şayet zengin ise bu zekatın, onun başında ağrı ve kalbinde hastalık meydana getireceğini söyledin. Ben ise zenginim”
Onun üzerine Resulullah (s.a.v) efendimiz Ziyad´ın istifasını kabul etmiş- Ancak bu görev için yerine bir adam tavsiye etmesini istemişti. Ziyad da yerine tayin edilecek adamı peygamber efendimize bildirmişti. Görülüyor ki, Sada´lı heyet, Peygamber efendimizden ilim öğrenip imanı kazanmıştı. İnsanı doğru yola ileten, elbette ki Yüce Allah´tır.
Seleman Heyeti
Bu heyet Sahra´dan geldi. Müslüman olduğunu ilân etti. Durumlarından şikayetçi oldular. Yedi kişiden müteşekkil olan bu heyet de Habib bin Amr da vardı. Bunlar müslüman olmuşlar, îslamiyetlerini ilan etmişlerdi.
Peygamber (s.a.v) efendimizden İslamiyet ve dini hakikatler hakkında sorular sormuşlardı. Bu sorularından biri de şuydu: “Amellerin en faziletlisi hangisidir ” Resulullah (s.a.v) efendimiz: “Vaktinde kılınan namazdır” diye cevap verdi. Gerçekten de vaktinde kılınan namaz, amellerin en faziletlisidir. Çünkü vaktinde kılındığı takdirde namaz, sürekli olarak nefsi temizleyip terbiye eder. Kalpteki paslar artınca Öğle vaktinde kılınan namaz, o pasları giderir. Yine birikmeye başlayınca ikindi vaktinde kılınan namaz o pasları giderir. Yine birikmeye başlayınca yatsı vakti kılınan namaz da o pasları giderir ve namaz kılan kişi tertemiz olarak gece uykusuna yatar. Sabah olup da namazını kılınca günü temizce karşılar ve insanlara temiz davranışlarda bulunur.
Bu heyet öğle ve ikindi namazını peygamber efendimizle birlikte kıldı. İkindi namazı, Öğle namazından daha kısa ve hafif idi. Peygamber efendimizle dost olup sohbete başladılar. Ülkelerinin kuraklığından şikayetçi oldular. Peygamber efendimiz de: “Allah´ım yurtlarında bunlara yağmur yağdır” diyerek dua etti.Peygamber efendimizle samimiyet kurduğu için Amr ona: “Ya Resulullah duâ ederken ellerini semaya kaldır. Çünkü böyle yapman, daha çok yağmur yağmasına sebeb olur ve daha güzeldir” dedi.Peygamber efendimiz de tebessüm ederek ellerini semaya kaldırdı; öyle ki, koltuk altlarındaki beyazlık göründü.
Peygamber efendimizin yanında üç gün süreyle misafir kaldılar. Sonra yurtlarına döndüler. Peygamber efendimiz her birine beş okka gümüş hediye etti. Hediyeleri dağıtan Bilal azlıktan dolayı özür dileyerek: “Bugün bizim yanımızda daha fazla mal yoktur” dedi. Onlar da razı olup kanaat getirerek: “Bu çoktur ve güzeldir” dediler. Yurtlarına döndüklerinde yağmur yağmış olduğunu gördüler. Yağmurun ne zaman yağmaya başladığını sorup araştırdıklarında, Peygamber efendimizin duâ ettiği esnada yağmış olduğunu anladılar. Bu heyet, hicri 10.senenin Sefer ayında Medine-i Münevvereye gelmişti.
Gamid Heyeti
Bu heyet hicri 10.senede müslünıan olup Peygamber efendimizin yanına geldi. 10 kişiydiler. Medineye vardıklarında Bakîu´l-Garkad denen yerde konakladılar. Sonra peygamber efendimizin yanına varmak üzere oradan ayrıldılar. En genç olanlarını eşyalarının yanında bekçi olarak bıraktılar. Peygamber efendimizin huzuruna çıktılar, onlara Islamî hükümleri öğretti. Bu hükümleri özet olarak bildiren bir yazıyı onlara verdi. Bu bilgiler onların alışık oldukları cahiliyeti yıkıyordu. Bağlandıkları cahiliyet inancını yok ediyordu.
Bekçileri eşyaların yanında durmaktayken bir ara uykuya kalmış, o esnada arkadaşlarından birinin giysilerinin içinde bulunduğu heybesi çalınmıştı. Peygamber efendimizin yanına vardıklarında içlerinden birinin heybesinin çalındığını kendilerine haber vererek şöyle dedi. “Eşyalarınızın yanında kimi bıraktınız ” Onlar da : “En gencimizi bıraktık” diye cevap verince Peygamber efendimiz: “Bekçiniz uyuya kaldı. Hırsızın biri gelip içinizden birinin heybesini alıp götürdü” dedi. Aralarından biri dedi ki: uYa Resulallah bunlar arasında sadece benim heybem vardır.” Peygamber efendimiz bu defa: “Hırsız heybeyi aldı, ama yine yerine bıraktı” dedi.
Heyettekiler Peygamber efendimizin yanından çıkıp eşyalarının yanına döndüler. Arkadaşlarını orada beklerken buldular. Peygamber efendimizin anlattığı hırsızlık olayını ona sordular. O da dedi ki: “Uykudan ürkerek uyandım. Arkadaşımın heybesinin kayıp olduğunu gördüm; aramaya başladım. Bir de baktim ki adamın biri bir tarafa oturmuş. Beni görünce kalkıp kaçmaya başladı. Ben de arkası sıra koşup onu yakalamak istedim. Onun vardığı yere varıp durdum. Baktım ki bir çukur izi var. Hemen çukuru açıp heybeyi çıkardı. Ben de elinden aldım.” Heyettekiler: “Muhammed´in Allah Resulü olduğuna şe-hadet ederiz” dediler ve tekrar Peygamber efendimizin yanına dönerek durumun tıpkı kendisinin haber verdiği gibi cereyan ettiğini anlattılar. Öte yandan bekçi çocuk da müslüman olarak Peyggamber efendimize biatte bulundu. Peygamber efendimiz de Ubeyy bin Kab´e talimat vererek onlara Kur´an-ı Kerimden bazı ayetleri öğretti. Tabi bundan önce Peygamber efendimiz onlara îslamî hakikatlere ve hükümlere ilişkin Özet bilgileri içeren bir yazı da vermişti.
Diğer heyetleri hediyelendirdiği gibi bu heyetteki şahıslara da bir miktar hediye vermişti.
Ezd Heyeti
Bu heyetle ilgili haberleri “Marifetü´s-Sahabe” adlı kitabında Ebu Nuaym aktarmaktadır. Anlattığına göre bu heyet mü´min olarak Resulullah(s.a.v) efendimizin yanına gelip konuştular. Görünüşleri, ağır başlılıkları ve konuşmaları peygamber efendimizin hoşuna gitti. Onlara: “Siz nesiniz ” diye sordu. Qn\ax”Müminlerizn dediler. Peygamberimiz gülümsedi ve “Her sözün bir hakikati vardır. Sizin sözünüzün ve imanınızın hakikati nedir ” diye sorunca onlar şöyle cevap verdiler: “Onbeş haslettir. Beşi iman etmemizi, beşi de elçilerin vasıtasıyla bize bildirdiğin ve amel etmemizi istediğin şeylerdir. Geri kalan beş ise cahiliyet çağından şu ana kadar benimseyip adet edinegel-diğimiz şeylerdir.”
Peygamberimiz; “inanmanızı, elçilerim vasıtasıyla size emrettiğim beş şey nedir ” diye sorunca onlar şöyle karşılık verdiler: “<sen, allah´a,=”” allah´ın=”” meleklerine,=”” kitaplarına,=”” peygamberlerine=”” ve=”” öldükten=”” sonra=”” dirilmeye=”” inanmamızı=”” elçilerin=”” vasıtasıyla=”” bize=”” emretmiştin”<br=””>
Peygamberimiz: “Amel etmenizi size emrettiğim beş şey nelerdir ” diye sorunca onlar şöyle karşılık verdiler. “Sen Allah´tan başka ilah olmadığını ve Muhammed de onun elçisidir dememizi, namaz kılmamızı, zekat vermemizi, Ramazan orucunu tutmamızı, yoluna güç yetince Beytullah´ı hac etmemizi bize elçilerin vasıtasıyla emretmiştin”
Peygamberimiz: uCahiliyet çağında benimseyip huy ve adet edinmiş olduğunuz beş şey nelerdir ” diye sordu.
Onlar şöyle karşılık verdiler: uBolluk zamanlarında nimete, hakkını yerine getirmek suretiyle şükür; bela ve musibet zamanlarında sabır ve tahammül etmek; uğranılan kazaya rıza; savaş meydanlarında düşmanla karşılaşınca sebat göstermek ve savaşa gerçekten girişip savaşın hakkını yerine getirmek, düşmanın üzülmesine sevinmeyi veya düşmanın sevinmesine üzülmeyi terketmektir.”
Peygamberimiz: “ilim ve hikmet sahibi kimseler derin anlayışlılıkla az kalsın peygamber oluvereceklermiş!” buyurdu. Sonra da şöyle dedi: “Ben size beş haslet daha artırayım da, söylemiş olduğunuz hasletleriniz 20´yi bulup tamamlasın.
1- Siz, yemeyeceğiniz şeyleri toplayıp biriktirmeyiniz
2- Oturmayacağınız binayı yapmayınız.
3- Kendisinden yarın ayrılacağınız şeyler üzerinde üşüşüp birbirinizle uğraşmaya kalkışmayınız.
4- Amellerinize göre mükafatlandırılmak veya cezalandırılmak üzere kendisine döndürüleceğiniz ve huzuruna çıkarılacağınız Allah´ın emirlerine aykırı davranmaktan sakınınız.
5- Siz, ahirete sunacağınız hayırlı ananeleri çoğaltıp masi-yetleri bırakmak ve içinde temelli kalacağınız cenneti elde etmek hususunda yarışmaya rağbet gösteriniz.”
Bunlar, hikmet sahibi fertlerden oluşan bir heyetti. Peygamber efendimizin tavsiyelerini alıp gereğince amel ettikten, îslami hükümleri emir ve yasakları alıp benimsedikten, güzel ahlakla bezedikten, güzel ahlakın pekiştirdiği güzel nitelikleri içlerine sindirdikten sonra peygamber efendimizin yanından ayrılıp memleketlerine gittiler.
Vail Bin Hucr´un Gelişi
îbn Abdül-Ber der ki: ´Vail bin Rebia, Yemenin Hadremevt mıntıkasmdaki emirlerdin biridir. Peygamber efendimizin yanına Yamenli heyetler arasında gelmişti. Gelişi esnasında Peygamber efendimiz ona hoşgeldin diyerek iltifatta bulunmuştu. Gelişinden önce sahabilerine müjde vererek şöyle buyurmuştu: “Size kral oğullarının bakıyyesi geliyor.”
Vail, Medine´ye gelince Peygamber efendimiz ona hoşgeldin deyip iltifatta bulundu. Kendi abasını yanına sererek Vail´i üzerine oturttu. Vail, müslüman olduğunu ilan etti. Arkasında Yemen´de bıraktığı kavminin de bu inancı benimsediklerini ifade etti. Peygamber efendimiz onda hayır ve iyilikler gördüğü için ona hayır duada bulunarak şöyle dedi: “Allah´ım VaiUe, oğluna ve torununa bereket ihsan et.” Peygamber efendimiz onu Hadremevt kentine emir yaptı. Emirliğini bildiren bir ferman yazdı. Yemen´in güneyindeki bazı arazilerin gelirlerini ikta´ olarak ona verdi. O da buna karşılık Beytü´1-male kira ödeyecekti. Çünkü o araziler, Medine-i Münevvereden uzaktaydılar. Medine´de bulunan devlet başkanının o arazileri kontrolünde tutması onları işletecek birine kira ya da haraç veya ürününün bir kısmı karşısında vermesi mümkün değildi.
Vail, Peygamber efendimizin yanından ayrılıp memleketine dönmek üzereyken, Peygamber efendimiz Muaviye bin Ebu Süfyan´ı da onun yanına kattı. Onunla birlikte Hadremevt´e gönderdi. Bu uzun ve zahmetli yolculukta Vail süvari, Muaviye de yaya olarak gidiyorlardı. Ancak bastığı yerlerin şiddetli derecede sıcak oluşundan dolayı ayakları yanan Muaviye sızlanarak şikayette ulundu ve: ııAyakkabılarını ver de giyeyim ve ayaklarımı yerlerin sıcaklığından koruyayım ya da beni yedeğine al da buna gerek kalmasın” dedi. Vail: “Sus,., sen kralların arkasına binecek biri değilsin” dedi. Peygamber efendimiz Ebu Süfyan oğlu Muaviye´yi bu sert tabiatlı emir ile birlikte göndermekle Muaviye´nin krallar tarafından tebaalara nasıl eziyet edildiğini görmesini istemişti ki ileride kendisi hilafete geçince diğer krallar gibi saltanat sürüp tebasını ezmesin, aksine onlara merhamet ve şefkatle davransın.
Kaderin ibret verici bir tecellisi olarak Vail, Muaviye´nin hilafete geçişine kadar yaşamıştı. Muaviye, ısırıcı saltanak koltuğunun üzerine oturmuştu. Rivayete göre Vail, Muaviye´nin yanma gelmişti. Muaviye onu tanımış, ona iltifatta bulunmuş ve bir zamanlar beraberce yaptıkları yolculuğu ona hatırlatmış, sonra da kıymetli hediyeler vererek taltif etmişti. Fakat Vail, Muaviye´nin vermek istediği hediyeleri kabul etmemiş ve: “Bunları benden daha muhtaç olan kimselere ver” demişti.
Vail´in bu hediyeleri reddedişi, bir zamanlar yaptıkları yolculuk sırasında ayakkabılarını kendisinden isteyen Muaviye´yi reddedişinden elbette ki daha şiddetlidir. Çünkü bu hediyeyi reddetmekle Muaviye´ye şöyle demek istiyordu: “Sen beni kendine yakın kılmak ve ağzımı kapatıp beni susturmak, insanlar arasında kendi namını yüceltmek için bu hediyeyi veriyorsun, ama bunu muhtaca vermen daha layık olur. Senin bu davranışın; iktidarlarını dilleri satın almak, güçlüleri kendine yakın kılmak; muhtaç, zayıf ve miskinlere ise iyiliğe iltifat etmemek esası üzerine kuran kimselerin davranışıdır. Böyleleri bağışlarını ticari zihniyetle yaparlar. Sadakalarını da iftihar vesilesi sayarlar.”
Nehaîler Heyeti
Bu, peygamber efendimize gelen heyetlerin sonuncusudur. 200 kişiden müteşekkil olarak gelen bu heyet, konuk evinde ağırlanmıştı. îslamiyeti kabul ederek Medine-i Münevvereye gelmişlerdi. Medine-i Münevvereye gelişlerinden önce de Yemen´e îslam davetçisi olarak giden Muaz bin Cebel´e îslam üzere biatte bulunmuşlardı.
Kavimlerinin temsilcisi olarak itaatlerini ilan ederek; uzak diyarda olmalarına rağmen teslimiyetlerini dostluklarını, yardımcılıklarını ve itaat dışına çıkmayacaklarını bildirerek peygamber efendimizin yanına geldiler. Onunla sohbet edip kalplerindeki duyguları dile getirdiler. Aralarında Zürare bin Amr adında Cevval, dindar bir adam vardı ki, görmüş olduğu bir rüyanın yorumunu yapması için Peygamber efendimize anlatmış ve şçyle demişti: “Ben bu yolculuğumda tuhaf bir rüya gördüm: Numan bin Munzir´in kulağında taşlı küpeler gördüm. Elinde iki sikke vardı” Peygamber efendimiz buyurdu ki: “O arapların hükümdarıdır; en güzel heyetine ve durumuna dönmüştür”
Zürare dedi ki: “Ya Resulullah ak saçlı bir kadın gördüm; diyarımızdan çıkıp gidiyordu.”
Peygamber efendimiz buyurdu ki: “O, dünyanın geri kalan kısmıdır.”
Zürare dedi ki: “Ya Resulallah diyarımızdan bir ateş çıktı. Benimle oğlum Amr´ın arasına girdi. Ateşten şöyle bir ses geliyordu: Alev alev… gören ve görmeyen, çoluk çocuğunuzu ve malınızı bana yedirin!”
Peygamber efendimiz buyurdu ki: “O ateş, ahir zamanda çıkacak bir fitnedir.”
Zürare: “O fitne nedir ya Resulallah ” diye sorunca Peygamber efendimiz şöyle cevap verdi:
“imamları öldürülecek. Yer tabakaları gibi birbirine girip çekişecek ve ihtilafa düşeceklerdir. (Böyle derken fiesulallah (s.a.v.) efendimiz durumu izah etmek için parmaklarını birbirine karıştırdı) O zamanda kötü kimse kendini iyi bir insan olarak zannedecektir.
Bir mü´min, diğer mü´minin kanını akıtmayı su içmekten daha tatlı görecektir. Sen ölsen de oğlun o zamana kavuşacaktır.”
Zürare dedi ki: “Ya Resulullah o zamana ulaşmamam için dua et” Peygamber efendimiz de Zürare´nin o zamana ulaşmaması için dua etti, ama oğlu o zamana ulaştı. Hz. Osman´ı hal´ eden kimseler arasına katıldı.
îbn Kayyım´m “zâdü´l Meâd” adlı eserinde bu konuda anlatılanlar bunlardı.
Bu rivayette anlatılan rüyadan ve tevilinden sözeden hadisin sıhhat derecesi ne olursa olsun, bu heyetin Medine-i Mü-nevvereye gelip peygamber efendimizle görüştükleri hususunda anlatılanların doğruluğunda şüphe yoktur. Nehailer heyeti Peygamber efendimizin yanına gelerek hem kendilerinin, hem de geride bıraktıkları kavimlerinin müslüman olduklarını, îsla-miyeti öğrendiklerini, Muaz bin Cebel´in kendilerine dini hükümleri öğretmiş olduğunu, onlara Kur´an-ı Kerim´in bir kısmını ezberlettirdiğini bildirdiler. Mümin kimseler olarak Peygamber efendimizin katma çıktılar.
Muaz bin Cebel´in onlara İslamiyeti Öğreten ve Kur´an-ı Ke-rimi´i ezberleten bir muallim olarak gönderilmiş olması Peygamber efendimizin, seriyyeleri savaş için değil de İslam davetini yaymak için göndermiş olduğunu göstermektedir. Bu seriyyeler islamiyeti Öğretmek ve sırf İslama davet etmek için gidiyorlardı. Ancak savaştıkları da oluyordu. îslam davetinin önüne engeller çıktığı zaman kılıçlarını şakırdatıyorlardı. Eksikliklerden arınmış olan yüce Allah kendi dinini ve davetini koruyacaktı.
Heyetlerin Gelişlerindeki Maksat
Bir kaç heyetten sözettik. Ancak bunların kaç tane olduğunu sayıp bildirmedik. Bunlar bizim sayamayacağımız derecede çok idiler. Peygamber efendimiz Medine-i Münevvere´de kalarak heyetleri karşılıyordu. Yanına gelenlerin bir kısmı cemaat ve heyet halinde olup İslamî hakikatleri öğrenmek istiyorlardı. Gelen temsilcilerin bir kısmı da tek kiiden ibaret idiler. Peygamber efendimiz gelen temsilcileri karşılamak ve îslam davet-çileri olarak seriyyeleri etrafa göndermek için Medine-i Münev-verede kaldı. Onun böyle davranışı üç husus üzerinde dikkatleri toplamaktadır:
1- Medine-i Münevvereye gelen bu heyetlerin çoğunluğu, Kureyşlilere taraf olmayan veya onlar gibi düşünmeyen, Peygamber efendimize karşı yapılan düşmanca faaliyetlere katılmayan Hadramevt, Güney Yemen ve çevresindeki Necranlılar-la arap kabilelerinden idiler. Bunlar putperest değillerdi. Peygamber efendimize karşı düşmanlıkta ileri gitmemişlerdi. Ata ve dedelerine aşırı bir şekilde körükörüne uyan kimselerden de değillerdi. Diğer cahiller gibi şöyle demiyorlardı.
“Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları birşey düşünemeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar ) ”
(Bakara. 170)
Özellikle Peygamber efendimiz, emirleri ve kralları kendi ülkeleri üzerinde eski görevlerinde bırakmasından ve bunu bir gelenek haline getirmesinden sonra krallar ve emirler kendi tebaalarından İslama girmek isteyen kimselere engel olmuyorlardı. Peygamber efendimiz, İslama giren halkına adaletle hükmeden, halkının şikayetine yol açmayan emir ve kralları kendi memleketleri üzerinde yine emir ve kral olarak bırakıyordu. Peygamber efendimizin koyduğu bu gelenek, emir ve kralları Muhammedi davete hasım olmaktan uzaklaştırıyordu. Bunlar iktidar kaybetme korkusuna kapılıp da islam davetine karşı artık savaş açmıyorlardı. Şahsi menfaatlerinin elden gideceği korkusuna kapılmıyorlardı. Ve Muhammedi davetin ilk aşamasında Kureyşli kafirler gibi azılı düşmanlar olarak ortaya çıkmıyorlardi.
2- Heyetler îslama girdiklerini ilân edip dini farizalarını Öğrenme isteğinde bulunarak peygamber efendimizin yanına gelmeye başladılar. Onu görmek, onun nebevi nurundan kıvılcımlar almak, sohbet meclisine katılmak istiyorlardı. Onun meclisinde bir saat bulunup sohbetini dinleyen kimse çok şeyler öğreniyordu. Çünkü imam Ebu Hanife´nin işaret buyurduğu gibi peygamber efendimiz ilham veren ve insanları doğru yola ileten bir hidayet rehberiydi.
Bu heyetler hem kendilerinin, hem de gerilerinde bıraktıkları kavimlerinin İslama girdiklerini, İslamiyeti bir din ve Mu-hammed (s.a.v.)´i de bir peygamber olarak benimsediklerini ilan ediyorlardı. Her ne kadar tereddüt geçirmişlerse de Bu inançlarına sahip olduktan sonra asla sapmamış ve eğriliğe yönelmemişlerdi. Aralarındaki müslüman çoğunluk, tereddüt içindeki kimselerin de kendilerini izlemelerini sağlamışlardı.
Öyle sanılıyor ki, Yemen güneyindeki beldelerde yahudilerle hrıstiyanlar söz sahibiydiler. Özellikle hıristiyanlar hakim bir çoğunluk idi. Oralarda Mecusiler de yaşamaktaydı. Fakat islamiyet bunlara karşı yumuşak davranmış, onlarla muahedeler yaparak müslümanlarla aynı haklara sahip olacaklarını ve müslümanlarm yükümlülüklerine aynıyla tabi olacaklarını kendilerine bildirmişti. Onlar dinler hakkında bilgi sahibiydiler. Bir kısmı, Muhammed (s.a.v) efendimizin peygamber olarak geleceğini müjdeleyen kitaplarındaki bilgilere dayanarak îslama girmişlerdi. Muhammedi davetin doğruluğuna şehadet ederek Müslüman olmuşlardı. Zaten bu Muhammedi davette de Hz.Peygamberin gerçek Resul olduğuna inancını, güzel ahlakı ve insanlara güzel muamelede bulunmayı içeriyordu. Halk arasında insani ilişkileri pekiştirmeyi, arap ile arap olmayan arasında ayırım yapılmamasını, bir kabilenin diğer kabileden üstün görünmemesini öngörüyordu.
3- Bu heyetler hicri 9. ve 10. senelerde, yani Mekke-i Mü-kerremenin fethinden ve Bizanslıların îslam ordusu karşısında gerilemesinden sonra peşpeşe Medine-i Münevvereye geldiler. O gerileme esnasında arap kabileleri artık Bizans ordusuna yardım etmez olmuşlardı. Mute Savaşında Bizanslılara yapılan destek geri çekilmişti. Böylece Bizans hakimiyeti arap topraklarından geri çekilmeye acemler gibi etkisizleşmeye başlamıştı.
Bu sebeble de yeni dinin üstün geldiğini, putperestliği yok ettiğini, arapların onuruna güç verip canlandırdığını gördüler. Bu din, Bizanslılar karşısında araplara güç ve onur kazandırdı. Önce kisrânm tahakkümünü, ardısıra Herakliyus´un satvetini yıktılar. Peygamber efendimizin Muhammedi nuru taşıyan, batılın kaçışı Önünde hakkın kuvvetini ilan eden mektubu Bizans imparatoruna gönderildiğinde, Kuzeyde ve Güneydeki zorbalar karşısında arap onuru yeniden canlanmıştı. Arap nüfusu her tarafa yayılmaya başlamıştı. İşte peygamber efendimize gelen heyetlerden biri de Yemen´in güneyinden gelen ve ona: “Kisra-dan izin almadan emri dışına çıkamayız” diyen heyetti. Peygamber efendimiz onlara: uSiz Kisranın mülküne mirasçı olacaksınız.” deyince Islama girip Peygamber efendimize uyacaklarına ilişkin sözverdiler.
Bundan da anlaşılıyor ki Bizanslıların ve Farslann nüfuzu altında kalan araplar, boyunlarmdaki boyunduruğu atmaya fazlasıyla rağbet göstermişi erdi. Uydu olmaktan kendilerini kurtarıp özgürlüklerine kavuşmalarına yardımcı olacak Muhammedi davette kuvvetli bir destek görmüşlerdi. Zorluk ve sıkıntı halindeki onurunu güvenlik ve rahat içindeki zillete tercih etmişlerdi. İranlılara komşu ve sınırdaş olan bu heyetteki şahıslar, Peygamber efendimizin söylediği sözlerinde ve Mekke-i Mukerremedeyken heyetleri karşılayışında bu izzeti müşahede etmişlerdi. Medine-i Münevverede hicretten sonra Hadra-mevt´ten, Yemenden ve Necran´dan gelen heyetleri karşılarken Peygamber efendimizin şahsında yine bu onur ve izzeti müşahede etmişlerdi.
Mute ve Tebük savaşlarında, Bizansın komşuları, İslam askerleriyle karşılaştıklarında Muhammedi davetteki bu araplık onurunu görüp müşahede etmişlerdi. Bunlar Mute savaşında Bizanslılara yardım etmişlerdi, ama onur ve üstünlüğün Muhammedi davette olduğunu idrak ettiklerinde, artık Tebük savaşında Bizanslılara yardım etmez olmuşlardı. Bu sebeple de Bizanslılar, bütün hazırlıklarını yapıp savaş gününü belirledikleri halde, İslam ordusunun karşısına çıkmak istememişlerdi. Bu da özgür araplarm ne kadar onurlu ve şerefli olduklarını ispatlamaktadır.
İşte bu sebepten dolayı kuzeyde Bizansın sınırdaşı olan kabilelerde ve güneydeki bütün kabilelerde islamiyet gönülleri fethetmeye başlamıştı. İslam davetinin önünde bütün kapılar açılmıştı. Özellikle acemistana komşu kabileler İslama kucak açmışlardı. Halbuki oralarda acemlerin nüfuzu vardı. İslamiyet sayesinde o kabileler, kendilerini ezip alçaltan acem ve Bizans nüfuzundan kurtulmayı başarmışlardı.
Peygamber (s.a.v) efendimiz İslam davetini bu kadarla da bırakmadı. Kabilelere Islamı öğreten muallimler ve heyetler göndermeye başladı. Seriyyelerle gönderilen adamlar, artık sadece İslam davetini Öğreten birer öğretmen olmuşlardı. Ancak görev yerlerine gitmek için mutlaka çölden geçmeleri gerektiği için kaba ve katı kimselerle karşılaşmaları mukadderdi. Bu se-beble seriyyedeki adamların hem ilim, hem savaş adamı olmaları icab ediyordu. Bunlar Muhammed (s.a.v.)´in ilmini – ya da daha doğru bir ifadeyle ilminin bir kısmını- taşıyor, bu ilmin yanısıra kılıçlarını da kuşanıyorlardı. Bunlar hem ilimle hem de kılıçla cihad ediyorlardı. Ama olaylar ikisinden birini kullanmalarına yardımcı oluyordu. Elçiler çoktu, ama seriyyeler azdı. Peygamber efendimiz kral ve emirlere elçiler göndermeye başladı. Arap acem demeden bütün kral ve emirlerle irtibat sağladı. Önceki bölümlerde de anlattığımız gibi Bizans imparatoruna, İran Kisrasma, Mısır, Habeş Necaşi´sine, Yemendeki Hadramevt emirlerine, Necran emirine ve diğer bazı devlet yetkililerine mektuplar gönderdi. Bunların bir kısmı davete icabet edip kendilerine Islamı öğreten kimselerin gönderilmesini istediler. Bunlar davete icabet ettiklerinden dolayı peygamber efendimiz onları idarelerinin başında bıraktı. Hatta bu yöneticilerin bir kısmı İslâm üzere peygamber efendimizle biat yapmaları için temsilci heyetler göndermişlerdi.
Bu mektupların arap hükümdarlarla arap olmayan hükümdarlar üzerinde bıraktığı etkiler arasında bir mukayese yapılacak olursa, arap hükümdarlar üzerinde meydana gelen etkinin olumlu olduğunu, bu etki nedeniyle davete icabet ettiklerini, muhalefette bulunmadıklarını görüyoruz. Ama arap olmayan kral ve emirler üzerindeki etkisine gelince, Necaşi´yi istisna edersek diğerlerinin gerek kaba gerek nazikâne bir şekilde daveti reddettiklerini görüyoruz. Yalnız Necaşi müslüman olmuştu.
Önce de işaret ettiğimiz gibi seriyyeler hak davetçiîeri idiler. Peygamber efendimizin hak daveti ile ne kadar ilgilendiğini ispatlayan iki haberi aktarmak istiyoruz. Bilindiği gibi peygamber efendimiz Muaz bin Cebel ile Ali bin Ebu Talib´i îslam davetçiîeri ve Kur´an muallimleri olarak Yemen´e göndermişti. Her ikisi de sahabilerin alim şahsiyetlerinde idiler. Muaz, ilim ve islam fıkhıyla ünlenmişti. Mücahit ve Muharip olan Ali de ilim ve islam fıkhıyle şöhret bulmuştu. Hatta denilir ki, Peygamber (s.a.v.) efendimiz: “Ben ilmin şehriyim.. Ali de kapısıdır* demiştir. Peygamber efendimizin vefatından sonra Hz. Ali, hem fıkıh hem de kaza (yargılama) alanında şöhret yapmıştır. Hatta hilafeti zamanında Hz. Ömer girift bir meseleyle karşılaştığı zaman: f*Bir mesele ki Ali´si yoktur” derdi. Çünkü Hz. Ali kuvvetli bir ilim, fıkıh ve idrak sahibiydi.
Muaz ile Ali´nin gönderilmesi, savaş için değildir. Her ne kadar Hz. Ali savaşçı bir şahsiyet idiyse de gönderiliş gayesi, eğitim ve öğretim idi. İnsanlara, benimsemiş oldukları dinin hükümlerini öğrtemekti.