Hicretin beşinci yılı, Rebiül-evvel ayında yapılan Devmetül-Cendel gazvesinden 6 ay sonra yine hicri beşinci yılın Şevval ayında Hendek gazvesi yapılmıştır. Devmetül-Cendel gazvesi ile Hendek gazvesi arasındaki altı aylık boşluk döneminde, Peygamber (sav) efendimiz islam davetini tebliğ ediyor, müzminlere İslamiyet´in topluma, fazilete, mali ve gayri mali muamelelere dair prensiplerim öğretiyordu. Davetçilerini Arap beldelerine gönderiyor, onların haberlerini topluyordu. Bir nur gibi, Arap beldelerinin ötelerine kadar yayılıyordu. O, rahat ve müsterih idi. Medine´ye saldıran hiçbir düşman onu rahatsız etmiyordu. Hak davetini yaparken, kendisine hıyanette bulunanlara aldırış etmiyordu. Bütün kabilelerden mü´minler teker teker yanına gelip saflarına katılıyorlar, yahut kendi kabilelerine ve milletlerine dönerek onları İslam´a davet ediyorlardı.
Hz. Peygamberin çevresinde Huzaa Oğulları yahudileri vardı. Bunlar O´na karşı tuzak kuruyorlardı. Her ne kadar bu düşmanlıklarını açıktan açığa yapmasalar da, Hz.Peygamberim düşmanlarıyla işbirliği yapıyor, müşriklerle ortak hareket ediyorlardı. Sürgün edilen Nadir Oğulları´nın elçileri gibi hareket ediyorlardı. Aslında, gerek müşrik, gerek yahudi, gerekse hıris-tiyan olsun, bunların hepsi müslümanlara karşı tuzak kurmak ve müslümanları tamamen ortadan kaldırmak hususunda elbirliği yapan tek bir millettirler. Hz. Peygamber onlarla barış anlaşması yapıyor, ama onlara karşı tedbirli davranıyordu. Onlar ise Hz. Peygambere karşı tuzak kuruyorlardı. Fakat her defasında, Cenab-ı Allah bu tuzaklarını aleyhlerine çeviriyordu.
Normal olarak bir ayı geçmeyen Muhammedi gazalara baktığımızda, bunların İslam davetinin toplam süresine nisbet-le çok az bir zaman tuttuklarım görürüz. Bunlar gelip geçici durumlara benzerler. Hz. Peygamber karşılaştığı düşman saldırılarım bertaraf etmek ve kendini savunmak için gaza yapardı. Sonra da rabbinin risaletini tebliğ etmeye koyulur, onun şe-riatini açıklardı. İslam dinini yahudilerle müşrikler karşısında delil ve hüccetle müdafaa ederdi. Tartışır, tebliğ eder, öğretirdi. Müminler onun hadislerini tekrarlar, onun amellerini, davranışlarını ve hareketlerini birbirlerine naklederlerdi. Böylece rî-saletin tebliği tamamlanmış oluyordu.
Hendek Gazvesinin Sebepleri
Olayların tarihi seyri, Kureyşliler´in tereddüde düştüklerini ve Hz. Muhammed (sav) ile beraberindeki güçlü mücahitlerinden duyulan korku dolayısıyla yalnız başlarına savaşa giremeyeceklerini gösteriyordu. Çünkü iki yıl boyunca Hz. Muhammed ile savaşmadan beklediler. Her ne kadar Gatafanlılar´la, diğer hainlik yapan kabileleri ona karşı kışkırttılarsa da, kendileri onunla karşılaşmaktan ve savaşmaktan korktular. Ölümün gerisinde bir hayatı bekleyen ve talep eden kuvvetli mü´minlerle vuruşmaktan ürktüler. Çünkü mü´minler şehit olmak için canlarını feda etmekten asla çekinmiyorlardı. Düşman kabilelerden her biri tek başına mü´minlerle karşılaşmaktan korkuyordu. Aslında hepsi şirk ve küfürde birleştikleri gibi, müslümanlarla savaşma hususunda da bir araya gelmeyi ve mü´minleri Medine´den söküp atmayı düşünüyorlardı. Amaçlan Medine´yi eskisi gibi, şirk ve yahudilik diyarı haline getirmekti.
Şirke yardım etmek ihtiyacı doğunca, bu ihtiyaç onları bir araya gelip güç birliği yapmaya itti. Bunun üzerine Medine´den kovulmuş olan yahudilerin önde gelenleri tedbir almaya ve müşriklerin safına girmeye başladılar. Böylece Kaynuka Oğullan´yla Nadir Oğulları´ndan bazı kimseler, müşriklerle birleştiler. Münafıklar da bu çağrılarında onları destekliyorlardı. Arkalarında Kurayza Oğulları da vardı. Yahudiler bu tedbiri alıyor, ya da bu tedbiri alanlarla müşterek hareket ediyorlardı.
İbn İshak der ki: Başlarında Selam bin Ebi Hakik en-Nadri, Huyey bin Ahtab en-Nadri, Ki nane bin Rabi bin Ebi´l-Hakik, Hevze bin Kays el-Vaili, Ebu Ammar el-Vaili, Nadir oğullarından ve Vail oğullarından bir grupla bir araya gelerek Hendek savaşı için planlar kurdular. Hz. Peygamber´e karşı gruplar teşkil ettiler. Bu iş için Mekkeli Kureyşliler´in yanına geldiler. Onları Resulullah (sav) ile savaşmaya davet ettiler ve “Onların kökünü kazıyıncaya kadar sizlerle beraber ola-cağızV dediler. Kureyşliler´se onlara şu karşılığı verdiler: “Ey yahudiler topluluğu! Siz ilk kitap ehlisiniz. Muhammed ile aranızda geçen dini ihtilaf hakkında bilgi sahibisiniz. Bizim dinimiz mi yoksa onun dini mi daha hayırlıdır ”
Kureyşliler´in bu sorusuna, Tevrat´a ta”bi olduklarını iddia eden ehl-i kitap şöyle cevap verdiler: Tabii ki sizin dininiz onla-rınkinden daha hayırlıdır. Siz onlara nisbetle hakka daha yakınsınız!
îşte görüldüğü üzüre, kin ve inatları, onları kafir olmaya sevketmiş, Allahü Teala da şu ayet-i kerimeyi indirmiştir: Kendilerine kitap verilmiş olanların, puta ve şeytana kanıp inkar edenlere: “Bunlar, inananlardan daha doğru yoldadır, dediklerini görmedin mi îşte onlar, Allah´ın lanetlediği insanlardır. Allah, kimi lanetlerse artık onun için hiçbir yardımcı bulamazsın” (Nisa: 51-52)
Bu yahudiler, aslında destekçiye ihtiyaçları olan Kureyşli müşrikleri kışkırtmakla kalmadılar, aynı zamanda başlarında Kays bin Gaylan bulunan Gatafan kabilesine giderek, onları Hz. Peygamber´le savaşmaya çağırdılar. Kureyşin, yeryüzündeki bütün insanları etrafında topladığını söylediler.
Nihayet Kureyşliler´le Gatafanlılar ve yahudilerle diğer müşrikler bir raya gelip güç birliği yaptılar. Ebu Süfyan bin Harb´ın kumandası altında Medine´ye doğru yola çıktılar. Ga-tafanlılar´ın başında kumandan olarak Uyeyne bin Hısn vardı. O, Fezara Oğulları´nın başındaydı. Mürre Oğulları´nın kumandanı ise Haris bin Avf el-Mürri idi. Diğer bazı kumandanlar da kendi topluluklarını peşlerinde sürükleyerek Medine´ye doğru yola çıktılar. Öte yandan Cenab-ı Allah, peygamberine, bu kafirlerle topyekun savaşmasını emretti ve mü´minlere yardım edeceğini vaa detti: “Onlar sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa, siz de müşriklerle topluca savaşın ve bilin ki şüphesiz Allah takva sahipleriyle beraberdir.”
Hz. Peygamber müşriklerin Medine´ye doğru yol almakta olduklarını, kendisine karşı büyük bir topluluk teşkil ettiklerini, plan ve tuzaklar kurduklarını haber aldı. Rivayete göre Ebu Süfyan, toplamış olduğu bu kalabalıkları Hz. Peygambere bildirerek, haberci vasıtasıyla ona tehditte bulunmuş ve bu tehdidini içeren şöyle bir mektup göndermişti: “îmdi ey Muham-med sen bizim kahramanlarımızı öldürdün, çocuklarımızı yetim, kadınlarımızı dul bıraktın. Şimdi de kabile ve aşiretler bir araya gelerek seninle savaşmak, seni ortadan kaldırmak için güç birliği yapmıştır. Medine´nin hurmalıklarının yansını verirsen ne ala, aksi takdirde sana, yurdunuzun harap olacağını ve kökünüzün kazınacağını bildiririm! Beyt-i Haram´da Lafa yardım etmek için Fezardan kabileler toplandı. Kureyşten ars-lanlar sana geliyor. Nişanlı atlar üzerinde ateş saçıyorlar)
Bu mektup, Ibn Cerir et-Taberi´nin “Siret” kitabında nakledilmektedir. Bu mektuptan başka, Hz. Peygamber´e tehdit dolu haberler de geldiği halde, Peygamber Efendimiz bunlara aldırış etmemiştir. Çünkü o ve beraberindeki mü´minler, Allah´a güveniyorlardı. Hz. Peygamber, Ebu Süfyan´m bu mektubuna şu karşılığı vermişti:
“Esirgeyen ve bağışlayan Allah´ın adıyla
Ehl-i şirk ve nifakın, ehl-i küfür ve şikakın mektubu bana ulaştı. Ne demek istediğinizi anladım. Allah´a yemin ederim ki, size vereceğim cevap sadece mızrakların ucu ve enli kılıçların keskin ağzıdır. Geri dönün. Yazıklar olsun size! Putlara tapmakla bir şey elde edemezsiniz. Keskin kılıçların darbelerini, sivri okların açtıkları yaraları ve yurtlarınızın harap edileceğini müjdeliyorum. Kökünüz kazınacaktır. Hidayete tabi olanlara selam olsun.”
Seçili ifadeler taşıdığından dolayı bu mektubun Hz. Peygambere ait olduğu şüphelidir.
Gelen bütün tehditlere rağmen, Hz. Peygamber, hazırlığını sürdürdü. Sahabilerini toplayıp, bu büyük müşrik gücüne karşı ne yapacakları hususunda onlarla istişarede bulundu. Sahabi-lerin çoğunluğu Medine dışına çıkmayı ve böylece onların Medine´ye girmelerine engel olmayı ileri sürdüler. Özellikle Kurayza Oğullan mü´minlere yakın mevkide bulunduklarından dolayı, müslümanların arkalarını boş bırakmamayı telkin ediyordu. Bu iki görüş de tatbike müsait değildi. Şu halde Allah´ın zaferi gelinceye kadar -ki Cenab-ı Allah, zafer vaadetmişti- koruyucu önlemler almak gerekiyordu. Cenab-ı Allah zaferi vereceğini şu ifadelerle vaad etmiştir: “Mü´minlere yardım etmek, bize hak olmuştu.” (Rum: 47)
Hz. Peygamber, ashabıyla istişare etti. Selman-i Farisi, ileri çıkarak Hendek kazılması tavsiyesinde bulundu. Farsların savaşlarda, kendileriyle saldırgan kuvvetler arasına hendek kazdıklarını anlattı. Musa (a.s.) zamanında da öyle yapılmıştı. Hz. Peygamber bu görüşü benimsedi. Hendek kazma usulü, Araplar arasında bilinmiyordu. Hendek düşüncesi onların kafalarına yattı ve faydalı olacağı düşünüldü. Bunun üzerine Hz. Peygamber, derhal hendek kazmaya başladı. Müşrik orduları geldiklerinde, kendileriyle hedefleri olan Medine arasında müs-iümanlar tarafından kazılmış olan hendeği bulacaklardı.
Hendeğin Kazılması
Bütün Medineliler´in hendek kazma işine katılmaları gerekiyordu. Çünkü gelecek olan saldırı ayrım gözetmeksizin bütün Medineliler´i hedef alıyordu. Buna rağmen müna-fıklar, Hendek kazma işinden geri durdular. Zayıf olduklarını ileri sürerek Hendek kazma işinden muaf tutulmalarını istediler. Aslında bedeni bakımdan zayıf değllerdi, fakat kalplerindeki imanları zayıftı. Fakat içlerinden bazısı Hendek kazma işine katıldı. Ama iş şiddetlenince, gizlice sıvışıp kaçmaya başladılar. Çünkü onlar Hz. Peygamber´e yardım etmek ve ona yapılan yardıma katkıda bulunmak istemiyorlardı. Yaşamakta oldukları Medine´yi tahrip etmekten kurtarmak için bile olsa, Hz. Peygamber´e yardım etmek, onların hoşlarına gitmiyordu. Müzminlerin yenilgiye uğraması için müşriklerin Medine´yi yıkmasını bile göze alıyorlardı. Allahü Teala onlarla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“Doğrusu Allah´a ve peygamberine inanan mü´minler, Peygamberle beraber bir işe karar venmek için toplandıklarında, ondan izin almaksızın gitmezler. Ey Muhammedi Senden izin isteyenler, işte onlar, Allah´a ve Peygamberine inananlardır. Bazı işleri için senden izin isterlerse, içlerinden dilediğine izin ver. Allah´tan onların bağışlanmalarını dile. Allah şüphesiz bağışlar, merhamet eder. Peygamberin çağrısını kendi aranızda birbirinizi çağırmanız gibi tutmayın. Allah, içinizden sıvışıp gidenleri şüphesiz bilir. O´nun buyruğuna aykırı davrananlar, başlarına bir belanın gelmesinden veya acı bir azaba uğramaktan sakınsınlar.” (Nur. 62-63)
Bununla birlikte, işin başlangıcında münafıkların bir kısmı hendek kazma işinden geri durdular. Diğerleri ise çalışmak için gittiler. Fakat kazma işine başladıktan sonra geri dönmeleri daha kötü bir etki yaptı. Çünkü başladıktan sonra çekip gitmeleri, orada çalışmakta olan mü´minlerin güçlerini zayıflatıyordu, îş gerçekten de çok zordu. Fakat sadık mü´minler hendek kazma işinde bütün çabalarını sarfettiler. Hz. Peygamber de, onlarla birlikte hendek kazıyor ve olanca gücüyle çalışıyordu. Öyle ki, mübarek vücudu toz toprak altında kalıyordu. îşi gev-şetenlerin gayreti, onu işten alıkoymuyor* azmini kırmıyordu. Mü´minlerin: “Sen çalışma ey Allah´ın Resulü biz senin yerine çalışırız” elemelerini de kabul etmiyordu. Davranışlarıyla, kendisinin de sevap kazanma hususunda onlardan geri kalmayacağını göstermiş oluyordu.
Hendek kazma işi gerçekten zor ve yorucu bir işti. Fakat mü´minler bu işe sevinç ve istekle sarılmışlardı. Çalışırken şiirler söylüyorlardı. Hz. Peygamber de onların şiiirlerinin son cümlelerine katılıyor, müzminleri harekete getirecek sözler söylüyordu. Rivayete göre o şöyle buyurmuştur: “Allah´ım! Gerçek hayat ahiret hayatıdır. Ensar ile muhacirleri bağışla.” Onun bu sözleri mü´minleri gayrete getiriyor, onların hislerine tercüman oluyordu.
Mü´minler şu şiirleri söylüyorlardı:
“Bizler Muhammed´e biat ettik.
Hayatta kaldığımız sürece müslüman kalacağız.”
Okudukları şiirlerden biri de şu idi:
“Andolsun ki, sen olmasaydın ey Resul, biz doğru yolu bulamazdık.
Doğruyu söyleyemez, sadaka veremez, namaz kılamazdık.
Rabbimiz üzerimize huzur indirsin.
Düşmanla karşılaştığımızda bize sebat versin
Düşmanlar bize hücum ettiler.
Onlar bize fitne vermek istediler Biz yanaşmadık.”
Hendek kazarken mü´minler, gerçekten de büyük zorluklarla karşılaşmışlardı. Çünkü bu işe çok şiddetli bir günün sabahında başlamışlardı. Bu işi sahabileri arasında paylaştırmıştı.
Her bir sahabiye belirli uzunluktaki bir yeri kazmalarını emretmişti. Ancak hendek kazma usulünü müslümanlara telkine-den selman Farisi´yi, sahabiler paylaşamamışlardı. Her grubun Selman´ın kendilerine katılmasını istemeleri karşısında Hz. Peygamber: “Selman bizim ehl-i Beytimizdendir” diyerek ihtilafa son vermişti.
Bu iş gerçekten de zordu. Mü´minlerin yeter miktarda azıkları da yoktu. Çünkü sahabilerin çoğunluğu işlerini bırakarak hendek kazma işiyle meşgul olmuşlardı. Hem zor bir işle uğraşıyor, hem de açlıktan kıvranıyorlardı. Ama kalplerdeki iman bütün zorlukları azaltır, şiddetleri hafifletir. Sabır, dayanma gücünü artırır. Allah´ın gözetmesi ve koruması, her türlü şiddet ve sıkıntının üstündedir. İbn. İshak ve diğer rivayetçilerin anlattıklarma göre, o zorlu işin yapıldığı esnada Hz. Peygamber, birçok harikalar ve mucizeler göstermiştir. Hatta sahabilerin çoğu da olağanüstü şeyler göstermişlerdi. Fakat Hz. Peygamber onların başındaydı. İbn ishak der ki: Hendek kazma işinde Hz. Peygamberin nübüvvetini güçlendirici olağanüstü bazı olaylar olmuş ve müslümanlar da bu harikaları gözleriyle açık bir şekilde görmüşlerdi. Mesela Cabir bin Abdullah´ın anlattığına göre, kendisi hendeği kazarken bir ara büyük bir kaya parçasıyla karşılaşmış ve bütün çabalarına rağmen onu bir türlü kıramamıştı. Bunun üzerine durumu Hz. Peygambere bildirdi. Hz. Peygamber su kabının içine tükürdü ve sonra da Cenab-ı Allah´ın nasib ettiği şekilde dua etti. Arkasından kabdan bir miktar su alarak o büyük kaya parçasının üzerine serpti. Cabir, şöyle diyor: “Onu hak ile peygamber olarak gönderen Allah´a yemin ederim ki, o büyük kaya parçası çatlayıp dağılmaya başladı. Sonunda bir kum yığını haline geldi.”
Bir başka rivayette de, îbn İshak şöyle der: Selman el-Fa-risi´nin anlattığına göre, o, hendek kazarken büyük bir kaya parçasıyla karşılaşmış. Bir türlü o kayayı kıramamış ve yerinden oynatamamış. Selman şöyle demiş: “Ben o kaya parçasıyla uğraşırken Resulullah (sav) benim yakınımdaydı. Kaya parçasıyla uğraştığımı ve ter döktüğümü görünce yanıma geldi. Kazmayı elimden alıp kayaya bir darbe vurdu ve kazmanın altından büyük bir kıvılcım çıktı. Sonra ikinci kez kayaya vurdu ve yine aynı şekilde kazmanın altından bir kıvılcım çıktı. Üçüncü kez kayaya vurduğunda yine aynı şey oldu. Dedim ki: “Anam babam sana feda olsun. Şu kazmanın altından çıkan parlaklık neydi ey Allah´ın Resulü ” Bana cevaben şöyle buyurdu:” Sen onları gördün mü ey Selman ” “Evet” dedim. Yine bana şöyle karşılık verdi: “Birinci parlaklık ile Cenab-ı Allah bize, Ye-men´in fethini, ikinci kez gördüğün parlaklık ile de Şam ve Mağrib ülkelerinin fethini nasip etti. Üçüncü kez gördüğün parlaklık ile de doğu ülkelerinin fethini nasib etti.”
Birbirine uymayan bu iki rivayette de kaya parçasının görüldüğü ve Hz. Peygamber tarafından parçalandığı kabul edilmektedir. Rivayetlerden ilkini Cabir, ikincisini de Selman el-Fa-risi nakletmiştir. Her ikisinde de Hz. Peygamberin izhar ettiği bir mucize vardır. Birinci rivayete göre Hz. Peygamber kendi tükrüğüyle karışık suyu kayaya serperek onu eritmiş ve adeta kum yığını haline getirmiş, ikinci rivayete göre de onun vurduğu darbelerle Cenab-ı Allah ümmetinin Yemen ve ötelerini, Şam ve öteleriyle birlikte Mağrip ülkelerini, üçüncü vuruşuyla da doğu ülkelerini Hind ve Çin mıntıkalarını fethedeceklerini önceden haber vermiştir.
Biz mucizeleri inkar etmiyoruz. Hele Hz. Peygamberin gösterdiği mucizeleri inkar etmemiz mümkün değildir. Ancak burada şunu vurgulamamız gerekiyor: Cenab-ı Allah´ın, elçisi Hz. Muhammed (sav) vasıtasıyla ortaya koyduğu bu mucizeler, O´nun insanlığa meydan okuduğu mucizeler değildir. O´nun, insanlığa meydan okuduğu en büyük mucizesi Kur´an-ı Ke-rim´dir. Bütün alemlere meydan okuyarak O´nun bir benzerini getirmelerini istemiştir. İnsanlar ve cinler birbirlerine destek olsalar bile Kur´an-ı Kerim´in bir benzerini getirmeleri mümkün değildir!
Açlık ve Yemek
Daha önce de belirttiğimiz gibi, hendek kazma işi, aslında çok zorlu ve zahmetli bir iş olduğu için, mü´minler bu işi yaparken büyük güçlüklerle karşılaşmışlardı. Özellikle Medine´den uzak oldukları için çok büyük bir açlık belasıyla karşılaşmışlardı. Ayrıca rızıklarını temin etmek için çalışacak zamanları da kalmamıştı. Kazı işini bırakacak durumda değillerdi. Açlıkla karşılaşmışlardı ama Allah yolunda cihad etmek, nefislerin gıdasıdır. Bu uğurda bedenleri yorulsa ve halsiz düşse de, umurlarında değildi. Çünkü onlar Allah katındaki sevap ve mükafatları istiyorlardı.
Hz. Peygamber sabır ve metanetle açlığa dayanma hususunda ümmeti için en güzel bir örnektir. Öyle ki, hendeği kazarken açlığın şiddetine dayanabilmek için karnına taş bağlamıştı. Buhari, Cabir ´in hendekte karşılaştığı büyük kaya parçasına dair söylediklerini şöyle rivayet eder: “Hendek gününde bizler, bir çukur kazıyorduk. Büyük bir kaya parçasıyla karşılaştık, çok sertti, kıramıyordum. Arkadaşlar Hz. Peygambere giderek: “Ey Allah´ın Resulü hendekte bir taş çıktı, onu kıramıyoruz” dediler. Hz. Peygamber karnına taş bağlamış olduğu halde taşa doğru yürüdü. Biz o halde hiç bir şey tatmadan, yemeden içmeden üç gün süreyle hendekte çalıştık.” Evet, sahabiler işte böyle bir açlıkla karşı karşıyaydılar, ama yine de dayanıyor ve ancak çok dindar ve metin kimselerin yapabileceği gibi gayret sarfedi-yorlardı. Hendek gününde, az miktardaki yemekle çok sayıdaki sahabilerin karınlarını doyurdukları konusunda birçok mucizeler görülmüştür. İbn İshak, Hz. Peygamber sayesinde, yemeğin bereketlendiğine dair iki rivayet nakletmektedir:
1- Beşir´in kızının hurmalarının bereketlenmesi: İbn İshak bunu şöyle nakleder: “Beşir bin Sad´ın kızı dedi ki: Annem Antre binti Reuaha bana bir zenbil hurma verdi. Sonra dedi ki: “Kızım, bu hurmaları baban ile dayın Abdullah bin Revaha´ya götür, bunu yesinler. Ben hurmaları alıp onlara götürürken Re-sulullah´a uğradım. Ondan dayım ve babamı sordum. Bana: “Gel kızım, yanındaki nedir ” diye sordu. Hurma getirdiğimi söyledim. Onu annemin, babam Beşir bin Sad ile dayım Abdullah bin Revaha´ya yemeleri için gönderdiğini belirttim. Resu-lullah, hurmaları kendisine vermemi istedi. Ben de avucuna boşalttım. Ama hurmalar onun avucunu bile doldurmadı. Sonra bir bez getirmelerini emretti. Sahabiler bir bez getirdiler. Hurmaları bezin üzerine yaydı ve bir dua okudu. Bunun üzerine bezin üzerindeki hurmalar çoğalmaya başladı. Sonra da hendekte çalışanları çağırmaları için bir adama emir verdi. O adam da hendekte çalışmakta olan sahabilere seslenerek hurma yemeleri için gelmelerini istedi. Orada çalışanların hepsi hurmanın etrafına gelip toplandılar, yemeye başladılar. Hurmalar yendikçe artıyordu. Bütün çalışanlar doyduktan sonra, yine de hurmalar o bezin etrafından dökülüyordu”
2- İbn İshak, Cabir bin Abdullah´ın şöyle dediğini rivayet eder: t(Benim zayıf bir oğlağım vardı. Bunu Resulullah için kesip yemek yapsak diye düşünmüştüm. Hanımıma emir verdim . Bizim için biraz arpa öğüttü, arpa unuyla ekmek yaptık. Sonra da oğlağı kestim ve Resulullah için pişirdim. Akşam olunca Resulullah (sav) hendekte çalışan sahabilerle birlikte işi bıraktı. Ben de: “Ya Resulullah! Senin için bir oğlak kestik. Onu yemek yaptık. Rızan olursa evimize gelmeni isterim” dedim. Ben sadece Resulullah´ın gelmesini istemiştim. Bu teklifi kabul etti. Sonra orada bulunan sahabilere de seslenerek, onların da evimize gelmelerini istedi. Ben, yemeğin yetmeyeceğinden korktuğum için “Allah´tan geldik ve O´na dönücüyüz” dedim. Hz. Peygamberle, beraberindeki sahabilerin tümü evimize geldiler. Oturdular, yemeği Önlerine koyduk. Hz. Peygamber yemeğin üzerine bereket duası okuyup besmele çekti ve yemeye başladı. Beraberindeki sahabiler de onunla birlikte yemeye başladılar. Bir grup yemeği yeyip kalkıyor; arkasından ikinci grup geliyordu. Böylece hendekte çalışanların tümü doyup kalktılar. O cılız oğlak, hepsini doyurmuştu.”
Bu rivayetlerin ikisi de, Hz. Peygamber tarafından o gün izhar edilen bir mucizeyi bildirmektedirler. Bu anlattıklarımızdan başka, Hz. Peygamberin nice mucizeleri vardır. Örneğin hicret yolunda iken Ümmü Mabed´in evine uğramış, onun sofrasında yemek yemiş ve buna benzer bir mucize daha izhar etmişti. Ayrıca bu rivayetler Hz. Peygamberle beraberindeki sahabilerin az yemekle ne kadar zorlu işler başardıklarını ve açlık musibetiyle mübtela olduklarını da gösteriyor. Yine bu rivayetler çok önemli bir hususa da işaret ediyorlar. Müslümanlar arasında yardımlaşma duygusu hakimdi. Birbirlerinden ayrılmıyorlardı. Birisi bir yerde yiyecek görünce, tek başına yemiyor, diğer kardeşlerini de davet ediyordu. Hz. Peygamberin getirdiği hidayeti ve hikmeti sayesinde mü´minler, birbirlerine yardımcı olma faziletini de öğrenmişlerdi.
Düşmanla Karşılaşma
Kureyşliler´le beraber Kinane, Tihame ve Habeşli kabileler büyük bir yekun teşkil ederek Medine´ye doğru yol almaya başladılar. Cüruf ile Zegabe denilen yerler arasındaki Revme mıntıkasında konakladılar. Gatafanhlar´la beraberindekilerse, Uhud tarafında konakladılar. Kureyşliler´in sayısı dört bini buluyordu. Kendileriyle müttefik olan diğer gayrı müslimlerin sayısı ise altı bine ulaşıyordu. Ancak bu gurupların kumandanları ayrı ayrıydı. Kureyşliler´e Ebu Süfyan bin Harb kumanda ediyordu. Gatafanlılar ise Uyeyne bin Hısm´ın kumandası altındaydılar. Mes´ud bin Rahile´nin kumandası altındaki Eşca kabilesi de dörtyüz kişi kadardı. Süleym oğulları ise yediyüz kişi olup Süfyan bin Abdü Şems´in kumandası altındaydılar.
Bu gelen müşrik ordusunun hepsi için tek bir plan uygulayacak ve herkesin kendisine uyacakları bir tek kumandanları yoktu. Her kavmin başında kendilerinden olan bir kumandan vardı. Bu, kavimler için aslında faydalı bir şeydi. Ama ortada hepsi için ortak taktik belirleyecek olan bir kumandanın bulunması gerekiyordu. Fakat yine de bunlar ihtilafa düşmemişlerdi. Çünkü hepsi birlikte Medine´ye gelmişler, fakat topluca ya da dağınık bir şekilde medine´ye hücum etme imkanını bulamamışlardı. Bu da onların hezimete uğramalarına sebeb olmuştu. Çünkü Cenab-ı Allah rüzgar estirerek ve müşriklerin kalblerine korku salarak mü´minlere yardım göndermişti. Bunlar Medine´ye saldıracaklarını zannederek gelmişlerdi. Mü´minlerin kökünü kazıyacaklarını, kadınlarını esir alacaklarını tahmin ediyorlardı. Fakat müslümanlar tarafından kazılan hendek, onların doğrudan doğruya Medine´ye girmelerini engellemişti. Daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamış oldukları için bunun bir Arap planı olmadığını biliyorlardı. Bu sebeple Muhammed ile ashabına saldırmanın pek kolay olmadığını görmüşlerdi. Yeniden bir plan kurmak ihtiyacında olduklarını anladılar. Medine´ye girmek için başka bir yol ve geçit aradılar. Çünkü kendileri gibi kalabalık bir ordunun bu hendekten Medine´ye geçmesine imkan yoktu.
îşte bu esnada dağınık müşrikleri bir araya getirmiş olan Huyey bin Ahtab harekete geçti. Her ne kadar müşrikler tek bir kişinin kumandası altında olmasalar da Huyey onları birleştirmek için çalıştı. Kurayza Oğulları´nın kendilerine katılacağını söylemişti. Böylece onlar mü´minlerin başına bir bela getireceklerini zannetmişlerdi. Huyey mü´minleri arkadan kuşatmak ve böylece müşriklerin Medine´ye girmeleri için geçit sağ-´ lamak maksadıyla işe girişti. Müşrikler üstten, Kurayza Oğulları da alttan vuracaklardı. Fakat kurayza Oğulları öyle savaşçı kimseler değillerdi. Yaşamaya tutkundular ve yahudilere benziyorlardı. Nitekim onlarla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Onların hayata diğer insanlardan daha düşkün olduklarını görürsün” (Bakara: 96) Huyey bin Ahtab, Kurayza Oğulları´nm lideri olan Kab bin Esad El Kurazi´nin yanına gitti. Kab, Hz. Peygamberle muahede yaparak ona saldırmamaya söz vermişti. Başlangıçta Kab, Huyey bin Ahtab´ı
şiddetle reddetmiş ve: “Sen uğursuz bir adamsın. Ben Mu-hammed´le muahede yaptım. Aramızda yapılan muahedeye riayetsizlik etmeyeceğim. Çünkü ondan vefakarlık ve sadakatten başka bir şey görmedim.” demişti. Huyey, onun yiğit bir adam olduğunu söyledikten sonra kendisine kapıyı açmıştı.
Şimdi de olanların ne şekilde cereyan ettiğini, nefisleri nasıl etkilediğini anlatalım. Huyey şöyle demişti: “Yazıklar olsun sana ey Kab! Ben sana zamanın şeref ve onuruyla, engin bir denizle geldim. Kureyş´le birlikte geldim. Onların başlarında kumandanları ve liderleri vardır. Önde gelen insanlarıyla birlikte Revme´de, sellerin birleştiği yerde konakladılar. Gatafanlılarla birlikte sana geldim. Başlarında kumandanları ve efendileri vardır. Onlar da Uhud´un bir yanıtta konakladılar. Muham-med ile beraberindeki müslümanların kökünü kazımadıkça buradan ayrılmama hususunda bana söz verdiler ve benimle akidleş tiler.”
Kab, ona şöyle cevap verdi: “Vallahi sen bana zamanın zilletiyle geldin. Suyu tükenmiş bir bulutla geldin. Oysa ben Muhammed´den, vefakarlık ve sadakatten başka bir şey görmedim.”
Huyey onu birtakım sözlerle kandırmaya çalıştı. Sonunda Kab, onun sözlerine kulak vermeye ve isteklerini yerine getirmeye başladı. Böylece yahudinin karekteri açığa çıkmış oluyordu. Çünkü yahudiler hiçbir ahde, şeref ve kerametle yaklaşmaz, verdikleri sözde durmazlar. Onlar sadece korktuklarında sözlerini yerine getirirler. Huyey, kuvvetin Kureyşlilerde olduğu hususunda onu ikna edip geleceğini teminat altına alınca, Kab ona uydu: Huyey şu garantiyi vermişti: “Eğer Kureyşli-lerle Gatafanlılar Muhammed´e bir darbe indirmeden geri dönerlerse, ben de seninle birlikte kalene girerim. Sana gelecek darbelere seninle birlikte göğüs gererim.”
Kab, onun bu sözleriyle tatmin olmuş ve ahdi bozmuştu. Zaten sözünde durmamak onun yapısında olan bir şeydi. Daha Önce Hz. Peygamberle yapmış olduğu anlaşmaya riayet etmişti, ama bu korkusundan dolayı olan bir şeydi. Düşmanlık onun nefsine uygun bir huy idi. Bunun üzerine Kurayza oğulları Mekke taraflarından gelen düşman gruplarına katıldılar. Bu da Huyey ile Kab arasında yapılan konuşma neticesinde gerçekleştirilmişti. Huyey, bu katılma haberini kureyşliler ve be-raberindekilere ulaştıracaktı. Fakat bu haber kısa sürede Hz. Peygamber´e ulaştı. O tetikte durduğu için, hep tedbirli davranıyordu. Bu haberin gerçekliğini araştırdı. Emin olmak istedi. Çünkü haber, gözle görmek gibi değildir. Bunun üzerine Kurayla Oğullarına Evs ve Hazreç kabilelerinin liderleri olan Sad bin Muaz ile Sad bin Ubade´yi gönderdi. Revaha oğlu Abdullah´ı da yanlarına verdi. Onlara: “Gidin ve Kurayza Oğullarının bu durumlarının gerçek olup olmadığına bakın. Eğer gerçek ise bize bir işaret verin ki, bilelim. Eğer gerçekse bunu insanlar arasında yaymayın. Çünkü duyanları ümitsizliğe düşürebilir. Eğer bu haber yalansa ve onlar ahde vefa göstermişler-se, bunu da insanlar arasında açıkça ilan edin” demişti.
Bu araştırmacılar Kurayza Oğullan´na gittiler. Onların çok rezil ve kötü bir durumda olduklarını, Hz. Peygambere hıyanet yaptıklarını gördüler. “Muhammed´le aramızda bir söz ve anlaşma yoktur” diyorlardı. Bunun üzerine Sa´d bin Muaz, kendini tutamayıp onlara ağır sözler söyledi. Onlar da kendisine cevap verdiler. Sad bin Ubade, Sad bin Muaz´a şöyle demişti: “Onlarla sövüşmeyi bırak. Bizimle onların arasında meydana gelen şey sövüşmekten daha aşağıdır.”
Her iki Sad da, Hz. Peygamberin yanına döndüler. Kurayza-hlar´m hıyanetlerini işaret yoluyla ona bildirdiler.
Müşrikler üst ve yahudiler de alt taraftan geldiler. Münafıklar ise müslümanların aralarında konuşuyor ve mü´minlerin azimlerini gevşetmeye çalışıyorlardı. Nitekim kalplerine iman tam yerleşmemiş olan yeni müslümanların içlerine birtakım şüpheler düşmüş ve Allah hakkında türlü zanlarda bulunmaya başlamışlardı. Hatta bazı zayıf imanlılar, gayrı müslimlerin şu sözlerini dillerine dolayarak: Muhammed bize, Kisra ile Kay-ser´in hazinelerini elde edeceğimizi va´d ediyordu. Oysa bugün hiçbirimiz dışarıya defi hacete bile gitme hususunda güven göremiyoruz. Kendi nefsimizi emniyet içinde bulamıyoruz.
Yine bazı zayıf imanlılar cepheden ayrılmak için izin istiyor ve: “Evlerimiz düşmana karşı açıktır. îzin ver de evlerimize dönelim ya Resulullah” diyorlardı.
Kur´an-ı Kerim o korkulu durumda nefislerin durumunu ve kalplerdeki duyguları şu şekilde tasvir ediyor:
uEy inananlar Allah´ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size ordular gelmişti de, biz onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah, yaptıklarınızı görmektedir. Hani onlar üstünüzden ve alt tarafınızdan gelmişlerdi. Gözler kaymış, yürekler hançereye dayanmıştı. Allah hakkında türlü zanlarda bulunuyordunuz. îşte orada mü´minler denenmiş, şiddetli bir sarsıntıyla sarsılmışlardı. Münafıklar ve kalblerinde hastalık bulunan kimseler; “Allah ve Resulü bize sadece boş vaadlerde bulundu” diyorlardı. Onlardan bir grup da şöyle demişti: “Ey Yesrip halkı, artık size duracak yer yok, dönün. Onlardan diğer bir topluluk ise: Evlerimiz açıktır” diyerek peygamberden izin istiyordu. Oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Sadece kaçmak istiyorlardı. Eğer (Medine´nin) her yanından onların üzerine giril(ip saldırıl)saydı ve kendilerinden karışıklık çıkarmaları istenseydi, bu harekete katılırlardı. Bunu yapmakta fazla gecikmezlerdi. Oysa arkalarına dön(üp kaç)mayacaklarına dair Allah´a söz vermişlerdi. Allah´a verilen sözden sorumlu idiler. De ki: “Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmak size fayda vermez.. Kaçsanız bile pek az bir zaman yaşatılırsınız (sonunda yine ölürsünüz). De ki: ´Allah size bir kötülük dilese veya bir rahmet istese, O´na karşı kim koruyabilir Allah´tan başka dost ve yardımcı da bulamazsınız” Allah, içinizden sizi alıkoyanları ve kardeşlerine: “Bize gelini Zorlanmadıkça savaşa gitmeyin” diyenleri bilir. Kalplerine korku gelince, ölüm baygınlığı geçiren kimse gibi gözleri dönerek, sana baktıklarını görürsün. Korkulan gidince iyiliğinize olanı çekemeyip sivri dilleriyle sizi incitirler. Onlar, (içtenlikle) inanmamışlar, bu yüzden Alah onların işlerini boşa çıkarmıştır. Bu, Allah´a göre kolaydır. Onlar düşman birliklerinin gitmediklerini sanıyorlardı. Bu birlikler tekrar gelmiş olsalardı, kendilerini çöllerde bedevilerin yanında bulunup sadece sizin haberlerinizi (başınıza gelecek olayları) sormayı dilerlerdi. İçinizde bulunsalar dahi pek az dövüşürlerdi. Ey inananlar! Andolsun ki, sizin için, Allah´a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah´ı çok anan kimseler için Resulullah en güzel örnektir. Mü´minler (düşman) orduları(nı) gördükleri zaman (korkmadılar): “Bu Allah´ın ve Resulünün bize uaadettiği şeydir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir dediler. Bu, onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı. Müminlerden öyle erkekler var ki, Allah´a verdikleri sözde durdular. Kimi bu uğurda canını vermiş, kimi de, beklemektedir. Sözlerini asla değiştirmemişlerdir. Bu sebeple Allah doğruları doğruluklarıyla mükafatlandırır, ikiyüzlüleri de dilerse azap-landırır veya tevbelerini kabul eder. Şüphesiz Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah, inkar edenleri kinleriyle geri çevirdi, bir hayra eremediler. Savaşta inananlara Allah´ın yardımı yetti. Allah güçlüdür, üstündür. Kitap ehlinden onlara yardım eden (Kurayza yahudijlerini de kalelerinden indirdi ve kalplerine korku düşürdü. (Onlardan) bir kısmını öldürüyordunuz bir kısmını da esir alıyordunuz. Onların topraklarını, evlerini ve mallarını ve henüz ayak basmadığınız bir toprağı size miras verdi. Allah, her şeye kadirdir.” (Ahzab 9-27)
tşte bu ayet-i kerimelerde, o korkunç durumda mü´minlerin ruhi halleri çok ince bir şekilde tavsif edilmektedir. Bütün bu olumsuz şartlar karşısında, Hz.Peygamberin iradesi ve azmi zayıflamadı. Aksine O, Allah´ın yardımına inandığı için tedbirini alıyor, Peygamber azmi ile hazırlığını yapıyordu. Onun azim ve sebatı beraberindeki mü´minler için büyük bir örnek teşkil etti.
Hz. Peygamber, savaşa üç bin kişiyle çıktı. Kurayza Oğullarının gözleri önünde durmaları ve mücahitlerin kadınlarıyla çocuklarından endişe etmemeleri için çocuklarla kadınların sağlam binalarda saklanmalarını emretti. Ayrıca Medine´de yahu-dilerin baskınlarını önlemek için, Seleme bin Eşlem kumandasında yüz kişilik bir bekçi heyeti bıraktı. Yine Harise kumandasında üçyüz kişilik ikinci bir bekçi heyeti daha bırakmıştı. Bütün bunlar, müşriklere karşı aldığı tedbirler cümlesinden-di. Onlara karşı tedbir alması gerekiyordu. Çünkü harp bir hiledir. “Onlar düzen kurarken, Allah da düzenlerini bozuyordu. Allah düzen yapanların en iyisidir (O kendisine karşı tuzak kuranların tuzaklarını başlarına geçirir.)” (Enfal 30)
Hz. Peygamber, müşrikleri birbirlerinden kopararak, bazı dünyevi faydalar karşılığında tamahlandırmak ve aralarındaki irtibatı koparmak istedi. Bu maksatla Gatafanhlarla beraberindeki Necidlileri tamahlandırmaya yöneldi. Uyeyne bin Hısm ile Haris bin Avf a haber yolladı. Barışıp geri dönmeleri karşılığında, Medine ürünlerinin üçte birini kendilerine vereceğini söyledi. Onlar da tamahlanarak bu şartı kabul ettiler. Kendi adlarına Hz.Peygamber´e bir mektup gönderdiler. Ancak Hz. Peygamber bu sözünü bir sulh kararı olarak yazıya geçirmedi. Çünkü ürün sahiplerine danışmadan bu konuda kesin karar verme imkanı yoktu. Bunu ürün sahiplerine bildirdiğinde, E vs kabilesinin lideri Sad bin Muaz ile Hazrec kabilesinin lideri Sad bin Ubade şöyle dediler: “Ey Allah´ın Resulü! Bu senin düşünerek yaptığın bir şey mi yoksa Allah´ın emri mi ” Hz. Peygamber şöyle cevap verdi: “Hayır Allah´ın emri değildir. Bunu kendi görüşümle yapıyorum.. Ancak Arapların size tek bir elden saldırdıklarını ve her taraftan üzerinize çullandıklarını gördüğüm için onların bir dereceye kadar güçlerini kırmayı arzuladım”
Sa´d bin Muaz dedi ki: “Ey Allah´ın Resulü! Daha önce biz de onlarla birlikte Allah´a ortak koşuyor ve putlara tapıyorduk. Barış anlaşması yapmak istediğin bu kimseler, Medine ürünlerini ancak satın alarak elde edebileceklerini ümit ediyorlardı. Şimdi Allah bizleri islamiyet´le şereflendirdikten ve bizleri doğru yola kavuşturduktan, bizi ve seni islamiyet´le güçlendirip onurlandırdıktan sonra, mallarımızı bunlara verecek misin Vallahi bizim bu barışa ihtiyacımız yoktur. Cenab-ı Allah, bizimle onlar arasındaki hükmünü verinceye kadar, onlara kılıçtan başka bir şey vermeyiz^ Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Senin dediğin gibi olsun” dedi. Sad bin Muaz da, Gatafanlı-lar´m göndermiş oldukları mektubu alıp parçaladı. Böylece barış yapma arzusu nihayete ermiş oldu. Bu barış müşaveresi iki önemli hususu ifade etmektedir:
1- Hz. Peygamber ashabının azim derecesini öğrenmiş, düşmanlarıyla karşılaşmak arzusunda olduklarını anlamıştı.
2- Bu barış arzusu, Gatafanlılar´la beraberindeki kabileleri tamahlandırmıştı. Tamah ise, yerleştiği kalpteki azmi gevşetir. Bu sebeple onlar savaşın uzamasından dolayı bıkıp usanmışlar, Kureyşlilerle aralarında ihtilaf başgöstermişti. Hiçbir şey yapmadan ve hiçbir şey elde etmeden geri dönmek istemişlerdi.
Bu barış vaadi ile Hz. Peygamber, Kureyşliler´le beraberlerinde gelen Arapları birbirlerinden koparmış oluyordu. Geriye yahudilerle müşriklerin birbirinden koparılması kalıyordu. Ce-nab-ı Allah bu işi üstlenmeyi, isteyerek kabul eden birini göndermişti. Gatafanlılar´dan Nuaym bin Mes´ud Hz. Peygam-ber´in yanına gelerek: “Ya Resulullah! Ben müslüman oldum. Kavmim benim müslüman olduğumu bilmiyor. Sen bana dilediğini emret” demişti. Hz. Peygamber de ona şu cevabı vermişti: KSen artık bizden birisin. Elinden geldiği kadar düşmanlarımızı birbirinden kopar. Çünkü savaş hiledir.” Bunun üzerine Nuaym bin Mes´ud, Hz. Peygamber´in yanından kalkıp Ku-rayza Oğulları´nm yanına gitti. Cahiliyet devrinde onların dostu ve içki sofralarının ayrılmaz bir üyesiydi. Şöyle dedi: “Ey Kurayza Oğulları, benim sizleri ne kadar sevdiğimi bilirsiniz. Aramızdaki dostluğu idrak edersiniz. Kureyşliler´le Gatafanlı-lar sizler gibi değildirler. Bu şehir, sizin şehrinizdi. içindeki mallar sizin mallarınız, çocuklar ve kadınlar, sizin çocuklarınız ve kadınlarınızdır. Buradan ayrılıp başka yere gidemezsiniz. Kureyşlilerle Gatafanlılar sadece Muhammed ile ashabına karşı savaşmak için buraya gelmişlerdir. Sizler ise, kalkmış onlara destek oluyorsunuz. Onların yurdu başka bir yurttur. Mallarıyla çocukları başka bir yurttadır. Müslümanlarda bir panik görürlerse kazanırlar, ama böyle bir hezimet ve panik değil, mukavemet görürlerse, çeker, kendi yurtlarına giderler. Sizinle Muhammed´i başbaşa bırakırlar. Oysa siz desteksiz kaldığınız takdirde Muhammed´le baş edemezsiniz. Siz müs-lümanlarla vuruşmayın;* müşriklerle el birliği etmeyin. Ancak Kureyşliler´in önde gelen şahıslarını kendi yanınıza rehin olarak alırsanız, bu, sizin için güvence olur ve bu durumda onlar sizinle birlik olup Muhammed´e karşı savaşırlar. Başarıyı da ancak böylelikle elde edebilirsiniz. Benim size önerim bunlardan ibarettir!”
Her ne kadar kendilerini Kureyşliler´den koparmak maksadıyla yapılmış olsa da bu, gerçek bir uyarıydı. Yalan değildi. Nuaym bin Mes´ud daha sonra Kurayzalılar´ın yanından ayrılıp Kureyşliler´in kumandanı Ebu Süfyan bin Harb´in yanına gitti ve dedi ki: “Ey Ebu Süfyan, sizi ne kadar çok sevdiğimi ve Muhammed´den de ayrı olduğumu biliyorsunuz. Fakat size bir şeyi bildirmeyi üzerime görev bildim. Ancak bu nasihatimi gizli tutun.”
Ebu Süfyan´ın, konuşulanları gizli tutacaklarına dair teminat vermesi üzerine Nuaym: “Biliyorsunuz ki, yahudiler Muhammed´e karşı yaptıkları ahde vefasızlıktan dolayı pişman olmuşlar ve bunu bildirmek üzere O´na bir elçi göndermişlerdir. Elçileri onlar adına Muhammed´e şöyle demiştir: Ey Muhammedi Kureyşli ve Gatafanlılar içinden önde gelen şahsiyetlerin bir kaçını rehin alıp sana teslim etmemizi ister misin Sen de onların boyunlarını vur. Artık seninle birlik olalım ve Kureyşliler´le Gatafanlılar´ın köklerini kazıyalım! Onların bu önerilerini kabul ettiğini Muhammed de onlara bildirmiştir. Eğer yahudiler sizden rehin almak talebinde bulunurlarsa, sakın bir tek adamınızı bile onlara teslim etmeyin.”
Nuaym, Ebu Süfyan´a böyle dedikten sonra çıkıp Gatafanlılar´ın yanma gitti ve Kureyş´e söylediklerinin aynısını onlara da söyledi.
Bu takvah ve idrakli müslümanin sözlerinden sonra Ebu Süfyan, İkrime bin Ebi Cehl´i Kurayzahlar´a göndererek bütün güçleriyle savaşa katılmaları isteğinde bulundu, ikrime onlara şöyle demişti: “Burası durulacak yer değildir. Atlarımız ve develerimiz helak oldu. Artık var gücünüzle savaşa katılın ki, Muhammed´in sonunu getirelim, aramızdaki davayı hal-ledelimV
O gün cumartesi günüydü. Kurayzalı yahudiler savaşmayacaklarına dair mazeret ileri sürdüler ve: (iBiz cumartesi günü bir şey yapamayız. Bildiğiniz gibi daha Önce bazılarımız cumartesi gününde böyle yaptıkları için belaya maruz kaldılar. Bu günde, Muhammed´e karşı sizinle savaşan kimselerin arasında yer almayız. Ancak elimizde bizler için güvence olacak adamlarınızı rehin verirseniz o zaman sizinle birlikte savaşır ve Muhammed´in sonunu getiririz. Eğer rehin vermezseniz, savaşın şiddetlenmesi anında kaçıp memleketinize gitmenizden ve bizi burada kendi başımıza bırakmanızdan korkarız. Muhammed bizim beldemizdedir. Biz yalnız başımıza onunla uğraşamayız. Onu yenecek gücümüz yoktur”
Kureyşliler, Kurayza Oğulları´nın kendileri için Kureyşli-ler´den rehin almak ve bu rehinleri Kureyşliler´in savaştan kaçmamaları için teminat olarak kullanmak niyetinde olduklarını düşündüler. Kureyşli rehineleri de Kurayzalılar´m öldüreceklerini sandılar. Öte yandan Kurayzahlar da, Kureyşliler´in kendilerine teminat vermek istemediklerini anlamışlardı. Böylece Kureyşliler´le Kurayzalılar´m irtibatı koparılmış oluyordu. îki taraf da birbirine olan güvenlerini yitirmişti. Ama bütün bunlara rağmen, her iki taraf da azgınlık ve fesatlarını sürdürüyorlardı. Medine´deki müslümanlarm kadınlarıyla çocuklarının muhafaza altına alındıkları hisarlarla kalelere casuslar gönde-riyorlardı. Hz. Peygamber´le Nuaym bin Mes´ud´un girişimleri neticesinde iki taraf arasındaki birlik ortadan kalkmasına rağmen, yine de Hz. Peygamber´e karşı duydukları düşmanlık onları bir arada tutmaya devam ediyordu. Kurayzahlar mü´minle-rin evlerine saldırma ve onların kökünü kazıma isteklerini hala taşıyorlardı.
Yahudi Casusları ve Hz. Peygamber´in Ailesi Hz. Peygamberin halası, Abdulmuttalib kızı Safiye, Hassan bin Sabit´in evinde bulunuyordu. Hassan savaşçı değildi. Kadınlarla çocukların başında muhafız olarak bulunuyordu O zamanlar hicap ayeti henüz nazil olmamıştı. Safiye şöylt demişti: “Yanımıza bir yahudi geldi. Kalenin etrafını dolaşıyor du. O esnada Kurayzahlar da müslümanlara karşı savaşmak taydılar. Resulullah´la aralarındaki muahedeyi çiğnemişlerdi. Abdulmuttalib kızı Safîye, bu yahudinin mü´minlerin kadın larıyla çocuklarının muhafaza edildikleri evleri göz altında tu tup dolaşmakta olduğunu ve Kurayzalılar´m da kendileriyle Hz. Peygamber arasındaki muahedeyi çiğnediklerini, bu yahu dinin de müslümanlarm durumlarını araştıran casus olduğu nu, Hz. Peygamberin ailesini kasdettiğini anlamıştı. Bunu] üzerine Safîye hazretleri, Şair Hassana şöyle demişti: “E Hassan! Bizi yahudilere karşı koruyacak kimse yok. Hz. Pey gamber cephede İslam düşmanlarıyla çarpışıyor. Onların cej. heyi bırakıp yanımıza gelecek imkanları yok. Başımıza bir dü{ man saldırısı geldiği takdirde, mü´minler bize yardıma gelemezler. Bu yahudi gördüğün gibi kaleyi gözetliyor ve etrafı ki laçan ediyor. Allah´a yemin ederim ki, bu adam bizim durumumuzu araştırıyor. Ben kaleden inip de şu yahudi casusunu öldüreceğim.”
Şair Hassan dedi ki: “Ey Abdülmuttalib´in kızı, Allah seni bağışlasın. Yemin ederim ki, ben bu işe ehil değilim” Şair Hassan´ın anlattığına göre Safiye, eline bir direk almış sonra da kaleden inip o direği yahudinin kafasına vurarak, onu öldürmüştür. Tekrar kaleye döndüğünde, Hassana: uîn de onun üzerindeki teçhizatı ve eşyaları al. Erkek olmasaydı, ben kendim üstünü araştırır, eşyalarını ve teçhizatını yağmalardım” demiştir.
Hassan da ona: “Benim onu yağmalamaya ihtiyacım yoktur ey Abdülmutalib´in kızı” demiştir.
Bu kıssayı, Allah´ın aslanı Hamza´nın kızkardeşi olan Safî-ye´nin cesaretini göstermek, ya da Şair Hassan´in durumunu belirtmek için anlatmadık. Yalnız yahudilerin, Hz. Peygamberin ve sahabilerin yokluklarında onları gözetlemek ve fırsat bulduklarında onları ele geçirmek için ne kadar hırslı olduklarım bilmemiz için anlattık.
İki Ordu
Şirk ordusu, sayılarının ve teçhizatlarının çokluğuyla övünüyordu. Kendilerinin bütün Arapları kanatlan altına aldıklarını sanıyorlar, Kurayza Oğulları´yla ittifak kurarak Medine´yi arkadan kuşatacaklarını tahmin ediyorlardı. Müttefikleri vasıtasıyla Medine´yi yakıp yıkacaklarını düşünüyorlardı. Ama ittifaklarında zayıflık bulunduğunu, söz ve fikirlerinin bir olmadığını akıllarına getirmiyorlar di. Çünkü müşrik ordusunun kumandası, aynı kişide toplan-mıyordu. Dolayısıyla da, aynı anda ve planlı bir şekilde mü´minlere saldırmaları mümkün değildi. Bu haldeyken, sayıca üstün olmaları kendilerine bir fayda sağlamadı. Çünkü aralarında birlik olan ve birbirini destekleyen az bir kuvvet, sayıları çok olan dağınık kuvvetlerden daha üstündü. Müşriklerin, değişik kimselerin kumandası altında hareket etmeleri, onların orduları için temel bir eksiklikti.
Ayrıca Hz. Peygamber, sayıları altı bin kişiyi bulan Gatafan-lılara barış niyeti göstermiş, onlara Medine ürünlerinin üçte birini vereceği konusunda bir ihtimaden sözetmişti. Bu da Gatafanlılar´ın tamahlarım artırarak, güçlerini müşriklerden kopardı. Her ne kadar kesin bir barış vaadinde bulunmamış olsa bile, barış kapısını aralamıştı. Böylece Kurayzalılarla müşrikler arasındaki ittifak gevşemiş, taraflar birbirlerine olan güvenlerini yitirmişlerdi. Bu arada onlardan bazıları Medine içinde Hz.Peygamber ile sahabilerin evlerine saldırmak için fırsat kolluyorlardı. Casuslarını Medine´ye göndermişlerdi.
Müşriklerle beraberindeki kabilelerden oluşan ordunun durumu işte buydu, iman ordusu ise, şiddetli savaş durumuyla karşılaşınca içlerindeki münafıklarla, paniğe kapılan zayıf imanlıları aralarından uzaklaştırmışlar, saf ve temiz bir iman ordusu haline gelmişlerdi. Kur´an-ı Kerim´de arınmış olan bu iman ordusunun vasıfları şu şekilde açıklanmaktadır: “M W mirilerden öyle erkekler var ki; Allah´a verdikleri sözde durdular. Onlardan kimi adağını yerine getirdi. (Şehit oluncaya kadar çarpışacaklarını adamışlardı. Çarpıştılar ve şehit düştüler) kimi de (şehitlik) beklemektedir. Sözlerini asla değiştirmemişlerdir.´” (Ahzab:23)
Hendeğin Geçilmesi
Müşrik orduları hiç beklemedikleri bir şeyle, hendekle karşılaştılar. Daha önce böyle bir şey görmedikleri için, bu durum karşısında nasıl bir tedbir alacaklarını bilemediler. Dolayısıyla, bu yeni durum karşısında Medine´yi yıkıp müslümanların kökünü kazıma istekleri suya düşmüştü. Fakat buna rağmen, bazı´ müşrikler Hendek´ten karşı tarafa geçmek için yol bulmuşlardı. Örneğin Ebu Cehil´in oğlu îkrime ile Mahzum Oğulla-rı´nın bir kısmı ve Amir bin Abdi vüd el-amiri el Arabi hendekten karşı tarafa geçmeyi başarmışlardı. Airir bin Abdivüd el-Amiri elArabi, son derece güçlü bir kimseydi. Bedir savaşına katılmış, ağır yara aldığı için Uhud savaşma katılamamıştı. Hendek savaşma yerini ve gücünü göstermek, öfkesini dindirmek ve öcünü almak için gelmişti. Çarpışmak için müslüman-lardan adam istedi. Hz. Ali ona karşı çıkmak istedi, ama Peygamber efendimiz iki defa Ali ´yi tutup bırakmadı. Amr, müs-lümanları karşısına gönderecek adamları olmadığını söyleyerek ayıplayınca, bu defa Hz. Ali duramadı, ona karşı atıldı.
Hz. Peygamber de ona engel olamadı. Karşı karşıya geldiklerinde, Hz. Ali onu hidayete davet etti ve şöyle dedi: “Ey Arar, sen daha önceleri Allah´a söz vermiştin. Kureyşliler´den bir adam seni iki şeyden birine davet ettiği zaman o şeylerin en hayırlısını kabul edeceğini söylemiştin. Öyle değil mi ” Amr, evet deyince, Hz. Ali bu defa ona şöyle dedi: “Ben seni Allah´a, Resulüne ve islam´a davet ediyorum.” Amr: “Benim buna ihtaya-cım yok” cevabını verdi. Hz. Ali ise: “Ben seni atından inmeye davet ediyorum” dedi. Amr sordu: “Niçin ey kardeşimin oğlu Allah´a andolsun ki, ben seni öldürmek istemiyorum.” Hz. Ali ona dedi ki: “Öyle ama, vallahi ben seni Öldürmek istiyorum.”
Hz. Ali ´nin bu sözleri üzerine Am r Öfkelenerek atını mızrakla yaraladı ve öldürdü. Attan inip Ali ile karşılaştı. Öyle görülüyor ki, Hz. Ali at üzerinde değildi. Amr da, onunla at üzerinde değil; attan indikten sonra savaşmak istemişti. Sonra Ali´ye yöneldi ve karşılıklı hücuma geçtiler. Ali´ye bir darbe vurdu ve Ali i onu kalkamyla karşıladı. Bu darbe Ali´nin kalkanını parçalamış ve başından yaralamıştı. Bunun üzerine Ali de onun kürek kemiğine bir darbe vurarak onu öldürdü. Ali´nin darbeleri gerçekten şiddetliydi. Onu öldürünce müslümanlar tekbir getirdiler. Bunu işiten Peygamber efendimiz, Ali´nin onu öldürdüğünü anlamıştı. Ali sevinçle Hz. Peygamberin yanma geldi. Hattab oğlu Ömer ona: “Ey Ali! Onun zırhını yağ-malasaydın ya. Çünkü Araplar arasında onun zırhından daha iyi bir zırh yoktur” dedi. Hz. Ali ise ona: “Ben onu vurdum. Fakat o ardını bana döndü, ben de onun üzerindeki eşyaları yağmalamaktan utandım” diye cevap verdi.
Amr bin Abd-i Vüd, müşrikler arasında itibar sahibi bir kimseydi. Nitekim öldürüldükten sonra, müslümanlar tarafına bir miktar mal göndererek onun cesedini istediler. Hz. Peygamber ise, herhangi bir karşılık almadan cesedi onlara gönderdi ve: “O sizin olsun. Biz ölülerin bedelini istemeyiz ve yemeyiz” dedi. îşte hendeği geçenler bunlardı. Aralarında İkrime bin Ebi Cehlle diğerleri de vardı. Bazı rivayetlere göre Halid bin Velid de onlar arasında bulunuyordu. Bunlar Hz. Ali ile Amr bin Abd-i Vüd arasında geçen teke tek çarpışmayı görmüşlerdi. Gerçekten de Amr bin Abd-i Vüd hiç bir karşılaşmada ye-nilmemişti. Onun öldürüldüğünü görür görmez, tekrar hendekten atlayarak müşrik tarafına kaçtılar. Amr´ın öldürülmesinden sonra hiç kimse Hz. Ali´ye karşı çıkma cesaretini gösteremedi. Taberi´nin, Tarih´inde anlattığına göre, Nevfel bin Abdullah bin Mugire, hendeğe yuvarlanıp düşmüş ve mü´minler tarafından taş yağmuruna tutulmuştu. Bunun üzerine: “Öldü-recekseniz bari daha güzel bir şekilde öldürün” dedi. Hz. Ali hendeğe inerek onu orada öldürdü. Bir rivayete göre onu Zü-beyr bin Avvam öldürmüştür. Kureyşliler, öldürülmesinden sonra onun cesedini de mal karşılığında istemişlerdi. Hz. Peygamber yine herhangi bir karşılık almadan onun cesedini de iade etmiş ve: “Biz ölülerin parasını yemeyiz” demişti.
Mü´minlerin Evlerine Hücum
Dar bir yerden hendeği geçen kimselerin yaptıkları saldırıdan sonra kuşatma devam etti. O esnada müşriklerden iki kişi öldürülmüştü. Bunlar Manzum Oğulları kabilesinden Nevfel ile Amir Oğullarından Amr bin Abd-i Vüd idi. Bundan sonra müşriklerden kimse hendeği geçmeye cesaret edemedi. Fakat müslümanları ok yağmuruna tuttular. Müslümanlar da onlara karşılık veriyorlardı. Müşriklerden bir kişi müslümanlarm okuna hedef olup ölmüştü. Müslümanlardan da beş kişi şehit olmuştu. Altıncıları büyük sahabi Sad bin Muaz oldu. O, Ku-rayza Oğulları´na giden iki kişiden biriydi. Şiddet anında onların hainliklerini görmüşlerdi. Sa´d (r.a.) savaş meydanına, pek sağlam olmayan bir zırhla çıkmıştı. îki kolu açıktaydı. Müşriklerin attıkları bir ok onun kolundaki damarı kesmiş, hareketsiz hale getirmişti. Fakat kendisi Kurayza Oğullarının, hainliklerinin cezalarını görmeden ölmemek için Allah´a dua etmişti. Cenab-ı Allah onun duasını kabul buyurmuş ve bir süre daha yaşatmıştı. Sonunda Sa´d, Kurayza Oğulları´na hakem ölmüş ve artık hoşnut bir halde Cenab-ı Allah onun ruhunu teslim almıştı.
Mü´minlerle müşrikler arasındaki çatışma devam ediyordu. Sonunda müşrikler, önlerinde bulunan hendek nedeniyle mü´minlere ulaşamayacaklarını anladılar. Ali ve kardeşleri gibi sadık mü´minler de, hendeğin gerisindeydiler. Ellerinde parlayan kılıçları vardı.
Medine´nin alt tarafından müşrikler, Hz. Peygamberin evine saldırabilirlerdi. Bu, olsa olsa Kurayza Oğulları tarafından yapılabilecek bir işti. Müşrikler ancak onların bulunduğu yönden Medine´ye gelebilirlerdi. Zaten Kurayza Oğullan da bu amaçla muahedeyi bozmuş, intikam alabilmek için müşriklere o yolu açık tutmuşlardı. Maksatları, Nadir Oğullan ile Kaynuka Oğulları´ndan olan yahudi kardeşlerinin öcünü almaktı. Aslında Kaynuka Oğullan´yla Nadir Oğulları´ndan olan yahudiler mü´minlere mütecaviz davranıp ahdi bozduklarından ve Resu-lullah´a hıyanet ettiklerinden dolayı, Medine´den sürgün edilmişlerdi.
Ibn Kesir, Tarih´inde Ukbe bin Musa´dan naklen şöyle der: “Müşrikler Hz. Peygamberin evine bir kıta asker gönderdiler. Mü´minler gün boyunca onlara karşı direndiler. İkindi namazının vakti geçtiği halde, Hz. Peygamber ile beraberindeki sahabilerden hiçbiri ikindi namazını kılmamışlar di. Gece vakti müşrik kıtası geri dönmüştü. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle demişti: “Bizi ikindi namazını kılmaktan alıkoydular. Allah onların karınlarını kalplerini ve kabirlerini ateş ile doldur-sun\”
Bu ifadelerden anlaşıldığına göre, Medine´deki mü´min evlerini muhafaza altında bulunduran mücahitler, Kurayza Oğulla-rı´nın hıyanetine uğramışlardı. Bu nedenle Kurayzalılar´a karşı durmuş ve direnmişlerdi. Sonunda Hz. Peygamber de, bu iyi yürekli mücahitlerin yanma gelmiş, onlara katılmıştı. Yahudi Kurayzalılar´ın saldırılarını püskürtmüş, dolayısıyla o hainler, müminlerin evlerine saldırıda bulunamamışlardı. Hz. Peygamber bu mücahitlere katılınca hendeğin korumasını diğer mü´min mücahitlere bırakmıştı. O mü´min mücahitler ki, Allah´a verdikleri sözde durmuşlardı. Sözlerini asla değiştirmemişlerdi. Her ne kadar Kurayzalı yahudiler amaçlarına ulaşa-mamışlarsa da, Medine´deki mü´min kadınlarla çocukları rahatsız etmişlerdi. Bu da büyük bir suçtu. Ahdi bozmuş ve selefleri olan Kaynuka Oğullan´yla Nadir Oğulları gibi sözlerinde durmamışlardı. Kendilerinden sonra gelecek yahudiler de bunlar gibi davranacaklardı. Bu da, mü´minlerin karşılaştıkları bela ve imtihanın şiddetlendiğini gösteriyordu. İşte bu sebeple mü´minler, ikindi namazıyla akşam namazını, akşam namazı vaktinde cem-i te´hir şeklinde kıldılar. Buharı, Cabir bin Abdullah´tan şöyle rivayet eder:” Hattab oğlu Ömer, Hendek´te gün balımından sonra geldi. Kureyşli kafirlere öfkeleniyor ve: “Ya Resulullah! Ben güneş batıncaya kadar ikindi namazını kılamadım” diyordu. Hz.Peygamber ona: “Vallahi ben de kılamadım” dedi. Bunun üzerine biz Resulullah (sav) ile aşağıya inip abdest aldık. Güneş battıktan sonra ikindi namazını kıldık. Ardından da akşam namazını eda ettik.”
Bu olay savaş mazereti nedeniyle iki namazı bir arada kılmanın caiz olduğunu göstermektedir. Ahmed bin Hanbel, savaş mazereti, ya da başka mazeretler dolayısıyla iki namazı bir arada kılmanın caiz olduğunu söylemiştir.
Hz. Peygamberin Duası ve Duasının Kabulü
“Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu. Öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve onunla birlikte inananlar: “Allah´ın yardımı ne zaman ” diyecek olmuşlardı.. İyi bilin ki, Allah´ın yardımı yakındır” (Bakara: 214)
Hz. Peygamber ile beraberindeki mü´minler büyük sıkıntıya düşmüşlerdi. Yirmi gece kadar muhasara altında kaldılar. Ayrıca Kurayza Oğulları da, bilinen hıyaneti işlemişler, büyük bir kıta asker ile, Hz.Peygamberin evine saldırmaya yeltenmişlerdi. Fakat bu sıkıntı sadece mü´minlerin üzerinde değildi. Aynı şekilde şirk ordusu da şiddetli soğuk ile pençeleşmekteydi. Azıkları azalmış, binekleri helak olmuştu. Ayrıca birbirleri hakkında kötü zanda bulunmaya başlamışlardı. Öyle ki Mek-keli müşriklerin lideri ve sözcüsü olan Ebu Süfyan, şöyle demişti: “Vallahi siz kalınacak yerde değilsiniz. Bineklerimiz ve davarlarımız helak oldu. Kurayza Oğulları bizimle ittifak etmişlerdi. Fakat ittifaklarına riayet etmiyorlar.”
Mü´minler, imanları nedeniyle sabrediyorlardı. Fakat müş-riklerinse bu eziyetlere katlanmalarına hiçbir sebep yoktu. Kendilerini teselli edecek imandan yoksundular. Hz. Peygamber, sürekli olarak rabbine yöneliyor ve ona müracaatta bulunuyordu. O zorlu hallerde durumunu rabbine arzediyor, ona yalvarıp yakarıyor ve çeşitli dualarda bulunuyordu. Nitekim dualarına Cenab-ı Allah icabet etti: “Bana dua edin ki size icabet edeyim.”
O sıkıntılı durumda Hz. Peygamberin yapmış olduğu dualardan birini Ahmed bin Hanbel şu şekilde rivayet eder: “Allah´ım avretlerimizi muhafaza et. Korkularımızı güvenliğe çevir.”
Buhari ve Müslim´in Sahih´lerinde yer alan dualarından biri de şudur: “Ey Kitab´ı indiren ve hesabı çabuk gören Allah´ım! Düşmanları hezimete uğrat. Allah´ım onları yenilgiye uğrat. Onlara sarsıntı ver ve bizi onlara karşı koru”
Yine Buhari ´nin Ebu Hureyre´den rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber o zorlu anlarda şöyle dua etmişti: “Allah´tan başka tanrı yoktur. O ordusunu güçlendirdi. Kulunu te´yid etti. Birleşik grupları tek başına mağlup etti. Ondan sonra hiçbir şey yoktur.”
Cenab-ı Allah, Resulünün duasına icabet etti. Dua ibadettir. Resulün ibadetinden daha halis daha temiz ve daha saf bir ibadet düşünülebilir mi
Cenab-ı Allah çok soğuk bir günde, müşriklerin üzerine şiddetli bir fırtına gönderdi. Bir taraftan da, melekler o müşriklerin kalplerine korku yayıyor, onları birbirine düşürüyordu. Bunun üzerine Gatafanlılar Kureyşliler´den kopmuşlardı. Kuray-zalılar, Mekkeli müşrikler hakkında türlü zanlarda bulunmuşlardı. Rivayete göre, Kurayzalılar paniğe kapılarak Hz. Peygamberden barış isteğinde bulunmak üzere elçi göndermişlerdi. Nadir Oğulları´nı yine eski yerlerine kabul etmesi için öneride bulunmuşlardı. Kendilerine bir korku gelmiş ve kalpleri durmuştu. Fırtına onları paniğe düşürmüştü. Ebu Süfyan şöyle diyordu: “Görüyorsunuz ki şu fırtınanın şiddetinden tencerelerimiz ocak üstünde duramıyor. Ateşlerimiz yanmıyor. Gelin Mekke´ye dönelim. Doğrusu ben dönüyorum!” Yardımsız, desteksiz ve perişan bir vaziyette geri döndüler. Eşyalarını yerlerinde bıraktılar. Mü´minlerden öc alamadılar. Attıkları oklarla altı mü´mini şehid etmişler, mü´minler de onlardan 3 kişiyi öldürmüşlerdi. Ölen müşriklerden biri de, birkaç kişiye bedel olan Amr bin Abd-i Vüd idi. Onu, İslam kahramanı Hz. Ali öldürmüştü.
Hendek savaşının sona erişi Kur´an-ı Kerim tarafından şu şekilde açıklanmaktadır:
“Allah, inkar edenleri öfkeleriyle geri çevirdi, hiçbir hayra eremediler. Allah savaşta (rüzgar ve meleklerin yardımıyla) müzminlere yetti. Allah güçlüdür, üstündür.” (Ahzab 25)
Cenab-ı Allah Hendek savaşını ve neticelerini şöyle bildiriyor: uEy inananlar, Allah´ın size olan nimetini hatırlayın. Hani bir zaman size ordular gelmişti de biz onların üzerine bir rüzgar ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptıklarınızı görmektedir”(Ahzab 9)
Böylece dağınık gruplardan oluşan müşrik ordularının başlattığı Ahzab savaşı (Hendek muharebesi) sona ermişti. Bu savaşla Arap Yarımadası kökten sarsılmıştı. Müşrikler her tarafta İslam´ın kökünü kazıyacaklarını, müslümanları Medine´den söküp atacaklarını ilan etmişler, ama perişan bir vaziyette geri dönmüşlerdi. Paniğe kapılmışlar ve Rablerinin büyük mucizelerini görmüşlerdi.
Vakıdi´nin “Kitab-ül Mağazi” adlı eserinde nakledildiğine göre, Ebu Süfyan Mekke´ye döndükten sonra, Ebu Seleme el-Cüşemi ile, Hz. Peygambe´re şu mektubu göndermişti:
“Ey Allah! Senin isminle başlarım. Ya Muhammedi Ben Lafa, Uzza´ya, İsafa, Naile´ye ve Hübel´e yemine derim ki, senin kökünü kazımak ve bir daha dönüp seninle uğraşmamak için bütün topluluğumuzun, ordularımızın başında senin üzerine yürümüştüm. Fakat gördük ki, bizimle karşılaşmak istemiyorsun. Hendekler kazıp yolları ve geçitleri daraltmışsın. Ne olurdu bu planları sana öğreteni bir bilseydim. Fakat biz yine dönüp geleceğiz. Uhud günü gibi kadınların dahi size karşı zafer kazandığı bir günü, size tekrar göstereceğiz*”
Hz. Peygamber de ona şu cevabı verdi:
“Allah´ın Resulü Muhammed´den Harb oğlu Ebu Süfyan*a:
Şimdi senin mektubun bana geldi. Nefsin seni eskiden beri Allah´a karşı hep aldatıp duruyor. Sen, bütün topluluğunuzun ve ordunuzun başında bize geldiğini ve kökümüzü kazımadıkça dönmek istemediğini hatırlatıyorsun. Bu Öyle bir iştir ki, Allah, seninle yapmak istediğin o iş arasına giriyor ve bize de Lat ile
Uzza adını ağzına alamayacağın kadar güzel bir akıbet ve sonuç hazırlıyor.
Kazmış olduğumuz hendeğin, kim tarafından Önerildiğini soruyorsun. Hiç şüphesiz, seni ve senin arkadaşlarını kızdırmak için onu bana yüce Allah ilham etti! Elbet ve elbet sana öyle bir gün gelecek ki, o günde Lafı, Uzza´yı, İsaf ve Naile ile Hübel´i kıracağım. Ve o gün ben bunları sana hatırlatacağımı”
Hendek Gazasının Sonuçları
Bu gazanın bazı güzel sonuçları olmuştur:
a- Cenab-ı Allah o kafirleri öfkeleriyle geri çevirmiştir. Amaçlarına ulaşamamışlardır. Olanca güçlerini sarfettikleri ve Medine´ye saldırmak için bütün Arapları başlarına topladıkları halde, sadece altı mü´mini şehit edebilmişler, buna karşılık kendileri de üç ölü vermişlerdi. Ölülerinin arasında ünlü yiğitleri Amr bin Abd-i Vüd de vardı. Bunun sonucunda da kalplerine ümitsizlik düşmüş, artık Hz. Peygambere bir şey yapamayacaklarını anlamışlardı. Bundan sonra daha fazlasını yapacak güçleri yoktu. Hz. Peygamber de sahabilerine şu müjdeyi veriyordu: “Bu senenizden sonra, artık Kureyş size saldıramaya-caktır. Fakat siz onlara saldıracaksınız.” Buna Kur´an-ı Kerim de, şu ayet-i kerime ile işaret etmiştir: “Allah savaşta (rüzgar ve meleklerin yardımıyla) mü´minlere yetti.” (Ahzab: 25)
b- Uhud gazasından sonra Kureyş müşrikleri, Hz. Muham-med ile sahabilerinin hezimete uğradıklarına dair yalan haberler yaydıklarından, etraftaki müşrik Araplar da mü´minlere baskın yapma yolunda ümit beslemeye başladılar. Fakat zafer kazanamadılar. Aksine içlerine büyük bir korku düştü. Korku, onları amaçlarından uzaklaştırdı ve tedbir almalarını önledi. Müslümanlara saldırmayı, onlara hıyanet etmeyi ve suikastta bulunmayı düşünemez oldular. Artık ümitleri tamamen kesilmişti. Çaresiz kalıp, Hz. Muhammed´in davetine icabet etmeyi, onun dinine girmeyi düşünmeye başlamışlardı. Bu nedenle etraftan grup grup, ferd ferd insanlar gelip Hz. Peygamber´e teslim oluyor ve onun dinine giriyorlardı. Çünkü ortadaki bulutlar dağılmış, gökyüzü berraklaşmıştı. Artık islamiyet´i öğrenmek için Arap kabileleri Hz. Peygamber´in yanına geliyorlardı,
c- Savaşlardaki muzafferiyet gibi maddi mucizeler, her şeyi maddi çerçevede görüp değerlendiren maddeci müşrikleri etkiliyordu. Özellikle bu mucizelerin korkulu savaş alanlarında izhar edilmiş olması, onları daha da fazla korkutuyordu. Çünkü bu mucizeler, onların alışık oldukları bir sebep olmaksızın izhar edilmişti. Bu nedenle de akılları, İslamiyet´i selim bir hava içinde düşünmeye ve putperestlikten arınmaya başlamıştı. Artık hakkın nuru, onların zihinlerine yavaş yavaş girmeye başlamıştı. Aydınlandıkça da hakka yöneliyor ve onu arıyorlardı: “Allah, dilediğini dosdoğru yola iletir”
d- Yahudilerin niyetleri açıkça ortaya çıkmıştı. Kalplerinde gizledikleri şeyler, herkes tarafından bilinir hale gelmişti. Bu hendek musibeti, yahudilerin mü´minlere karşı kalplerinde gizledikleri niyetlerini gün gibi ortaya koymuştu. Artık münafıkların gizlemeleri onu perdelemiyordu. Hz. Peygamberin önünde tanınır hale gelmişlerdi.
e- Hendek olayı, batıl ehlinin kalabalık da olsalar, tek yürekle hareket etmediklerini göstermiş oldu. Onlar bir araya gelmiş ve birleşik cephe oluşturmuşlardı ama her birinin maksatları değişik olduğundan, çabucak dağılıverdiler. Gatafanlılar Hz. Peygamber´le barış yapıp yurtlarına dönmeye eğilim göstermişlerdi. Kurayzahlarla Kureyşliler de anlaşamamışlardı. –