Yemen yönetimi, Ebrehe adındaki Habeşli bir adamın eline geçmişti. Bu adam Yemen´e hakim olmuş ve San´a kentinde Ku-leys adım verdiği muazzam bir kiliseinşa etmişti. Arapların, özellikle Hıristiyan Araplar´ın orayı ziyaret etmelerini istiyordu. Ne var ki Araplar, Kabe dururken buraya iltifat etmediler. Kuleys kilisesini inşa ettikten sonra Habeş kralı Necaşi´ ye mektup yazdı. Kendisini onun hakimiyeti altında görüyordu. Necaşi´ye yazmış olduğu mektubunda şöyle diyordu: “Ey hükümdar, daha önce benzeri yapılmamış olan bir kiliseyi senin için inşa ettim. Araplar´ın hacılarını bu kiliseye yöneltinceye kadar, kendimi bu işteki maksadımı gerçekleşmiş sayamayacağım.”
Ama Araplar´dan bir adam, Ebrehe´nin inşa ettirdiği bu kiliseyi tahkir etmek istedi. Kiliseyi ve Ebrehe´yi alaya almak için gidip kilisenin içine pisledi.
Ebrehe, Araplar´ın bu kiliseyi tahkir ettiklerini ve Kabe´yi ziyarete eskisinden daha fazla rağbet ettiklerini görünce, artık Kabe´yi yıkmaktan başka çare kalmadığını anladı. Muazzam silahlarla teçhiz edilmiş bir ordu ile Mekke´ye saldırarak Kabe´yi yıkmayı zorunlu gördü. Atlarının ve develerinin yanı sıra, savaşlarda kullandıkları filleri de ordunun önüne katarak Mekke´ye doğru yola çıktı. Ebrehe´nin ordusuyla birlikte yola çıktığını duyan Mekke halkı paniğe kapıldılar ve büyük bir tehlike karşısında olduklarını anladılar. Bu nedenle de Mekke´yi ve Kabe´yi savunmak için harekete geçtiler. Araplar, birbirlerinin kumandası altına girerek gruplar oluşturdular ve Ebrehe´ye saldırdılar. Fakat Ebrehe onları yenilgiye uğrattı. Beyt-i Haram´a doğru yoluna devam etti. Kendisine karşı direnen bütün Araplar´ı yendi. Önünde hiçbir güç duramıyordu. Karşısına çıkanları ezip geçti.
Taife vardı. Taifliler, diğer arapların başına gelen hezimeti gördükleri için Ebrehe´ye karşı çıkmadılar. Aksine ona taraftar gölündüler. Çünkü Kureyşliler´le rekabet içindeydiler. Kureyşli-îer, Kabe´nin hizmetkârlığını yaptıklarından dolayı, büyük bir şerefe sahip olmuşlardı. Bunlar, Kabe´nin yerine kendi mevhum tanrıları olan Lât için inşa ettikleri bir evi takdis etmeye başlamışlardı.
Ebrehe´nin Kabe´ye saldırmak üzere geldiği haberi Kureyşliler´i, Kinaneler´i, Hüzeylîler´i ve diğer Mekkeliler´i derinden derine düşündürmeye başlamıştı. Ebrehe´nin kuvvetine karşı direne-meyeceklerini biliyorlardı. Ayrıca Mekke´ye gelirken yolda kazandığı galibiyetlerin de Ebrehe´nin gücüne güç kattığını ve Arap-lar´ı daha da korkuttuğunu görmüşlerdi. Bu nedenle, Allah´ın takdirinde gizli bulunan hükmün açığa çıkmasına kadar susmayı kararlaştırdılar.
Öte yandan Ebrehe, kutsal kitaplarda, özellikle Hıristiyanlar´ın kitaplarında Kabe´nin şeref ve yüceliğine dair anlatılanları bildiği için, bir korkuya kapılmştı. Kabe´yi zorla değil, anlaşma yoluyla ele geçirmek istiyordu. Mekkeliler´in kendi rızalarıyla Kabe´yi ona teslim etmelerini istiyordu. Böylece Kabe´yi rahatlıkla yıkmak amacındaydı. Eğer Mekkeliler kendi arzularıyla Kabe ´yi ona teslim ederlerse, inancına göre Kabe´yi yıkması normal bir şey olacaktı.
İster savaşma hususunda tereddüte düşmüş bulunsun, ister Kabe´yi barış yoluyla elde etme niyetinde olsun, neticede o, Mekke´ye bir elçi gönderdi. Elçiye, Mekke´nin liderini ve şerefli kimsesini sorup bulmasını tembihledi. Sonra da o lidere şöyle demesini emretti: “Hükümdarımız Ebrehe Mekke´ye savaşmak için gelmediğini söylüyor. Buraya, sadece şu beyti yıkmak maksadıyla geldiğini bildiriyor. Eğer ona karşı savaşmazsanız, hiçbir kimse öldürülmeyecektir.” Elçisine şu tenbihi de yaptı: “Eğer Mekke´nin lideri mutlaka benimle savaşmak istiyorsa, onu yakalayıp yanıma getir!”
Elçi Mekke´ye gitti. Mekke´nin efendisinin ve şerefli şahsiyetinin Haşim oğlu Abdülmuttalib olduğunu biliyordu. Ebrehe´nin söylediklerini Abdülmuttalib´e ulaştırdı. Abdülmuttalib ona, barışçı bir eda ile cevap verdi. Ama bu cevabın altında, Beyt´in Rabbi olan Allah´a iman ifadeleri gizliydi. Böyle bir ifade Allah´ın kuvveti ile Ebrehe´yi ürkütme mânâsını taşıyordu.
Abdülmuttalib, gelen elçiye şöyle dedi: “Vallahi biz Ebrehe ile savaşmak istemiyoruz. Bizim, onunla savaşacak gücümüz de yoktur. Ama gördüğünüz şu Allah´ın evi, yani Kabe, Allah´ın dostu İbrahim´in inşa ettiği bir evdir. Eğer Allah burayı Ebrehe´ye karşı koruyacak olursa, zaten bu kendi evi ve haremidir. Eğer Allah, Ebrehe´ye karşı bir engel çıkarmazsa, şüphesiz, bizim burayı savunacak gücümüz yoktur!”
Bu yumuşak ifadeler, aslında Hıristiyan bir kimse için şiddetli uyarı ve korkutma anlamını taşıyordu. Çünkü bu sözleriyle Abdülmuttalib, Ebrehe´ye Mekkeliler´in herhangi biri ile savaştığı takdirde Allah´a karşı savaş açmış olacağını ve yine Allah´ın emri üzerine peygamberlerin dedesi İbrahim´in inşa ettiği Kabe´yi yıkmış olacağı ikazını yapmış oluyordu. Onun bu sözleri, yumuşak olmasına rağmen, Allah´a ve ilahi risalete inancı olan kimseyi ürkütecek bir tehdit anlamı taşıyordu. Nitekim bu yumuşak sözler, etkisini gösterdi. Öyle yumuşak sözler vardır ki, kılıçların yapamadığı etkiyi yapar. Özellikle bu gibi sözler, savaşlarda galibiyeti devamlı olarak elde etmiş olan ve kendisine karşı çıkan kimseleri yenilgiye uğratmış bulunan bir kimseye karşı söylenirse, daha etkili olur. Çünkü bu sözlerde, Ebrehe´nin alışık olmadığı ve tanımadığı bir savaş tehdidi vardı. Bu savaş Allah´ın peygamberlerinin ceddi ibrahim´in savaşı idi.
Ebrehe´nin askerleri, Abdülmuttalib´e ait bazı develeri alıp ordugâha götürmüşlerdi. Ebrehe ile görüşmek isteyen, Abdül-muttalib´in kendisi olmuştu. Ebrehe´nin elçisine söylediklerini fiilen de tekid etmek için huzuruna çıkmak istemişti. Abdülmut^a-lib, gerek bilgisi dahilinde, gerek bilgisi dışında askerlerinin el koymuş oldukları develeri geri vermesini Ebrehe´den istemişti. Heybetli, ama korkutucu olmayan Abdülmuttalib, elçiye söylediği sözlerin Ebrehe´ye iletilmesinden sonra Ebrehe´nin huzuruna çıktı. Abdülmuttalib, insanlann en güzel endamlısı, en yakışıklısı ve aynı zamanda en heybetlisiydi. Ebrehe onu görünce tazim ve ikramda bulundu. Oturduğu tahtından inerek, aynabaşına gidip oturdu. Sonra tercüman vasıtasıyla ona: “İhtiyacını söyle” dedi. Abdülmuttalib tercümana şöyle dedi: “Sizden el koymuş olduğunuz yüz devemi geri vermenizi istiyorum.”
Abdülmuttalib´in bu sözleri üzerine, Ebrehe şu karşılığı verdi: “Seni gördüğümde pek beğenmiştim. Ama bu sözleri söyledikten sonra gözümde küçüldün. Sana ait olan yüz deveni geri almak için mi bana gelip konuşuyorsun Ama öte yandan hem senin dininin , hem dedelerinin dininin sembolü olan ve yıkmak için gelmiş bulunduğum Kabe´yi unutuyor, onu kurtarmak için hiç bir şey söylemiyorsun!”
Abdülmuttalib, Ebrehe´yi ve ordusunu Allah´a havale ederek şöyle dedi: “Ben develerin sahibiyim. Kabe´yi koruyacak olansa, onun sahibi ve Rabbi´dir!” Bu sözler karşısında ürküntüye kapılan Ebrehe: “Kabe´yi bana karşı kimse koruyamaz!” dedi.
Abdülmuttalib ise şu karşılığı verdi: “Öyleyse işte Kabe… Karşında duruyor. Git de saldır bakalım!”
Kuşkusuz Abdülmuttalib, Ebrehe´yi Allah ile tehdit ediyordu.
Önce Kabe´yi koruyacak olanın Allah olduğunu kesin bir ifadeyle belirtmişti. İkinci olarak da, “Git de saldır bakalım!” demekle, onu -her ne kadar sükûnetle söylemiş olsa da açıkça tehdit etmişti. Belki de Ebrehe´ye en çok tesir eden şey, onun sakin bir şekilde konuş-masıydı. Sükûnet bazen muhatabın nefsine daha da etkili olur. Özellikle kalbinde gayba iman konusunda birazcık da olsa kırıntı bulunan ve maddi zaferlere alışmış olan bir kimseye, sakin olarak söylenen sözler daha çok tesir eder. Çünkü Ebrehe, Hıristiyandı.
Böyle derken Abdülmuttalib´in, Rabbi´nden umduğu şey tahakkuk etti. İnsanlığın efendisi olan Muhammed (sav) anasının rahmine düşmüştü. İşte bu ceninin bereketi ile, Cenab-ı Allah´ın Kabe´yi kurtarma emri tahakkuk etmişti.
Ebrehe ve kumandanları, ordunun önündeki fili Kabe-i Muaz-zamaya doğru sürmek istemişlerdi ama fil durmuş ve yürümemiş-ti. Çünkü Cenab-ı Allah onu durdurmuştu. Yemen´e ve Şam´a doğru çevirdikleri fil yürümeye başlamış, ancak Kabe´ye yöneltmek istediklerinde hareket etmemişti. [1] İşte Cenab-ı Allah Kabe-i Mu-azzamayı, hem kendisinin bir lütfü, hem de anasının rahminde gizli bulunan mübarek yavrunun bereketi ile kurtarmıştı.
Eğer Ebrehe bu olup bitenlerden ibret alıp Yemen´e dönseydi, bir nevi ganimet elde ederek dönmüş olacaktı. Ama o kararım uygulamaya azmetmişti. Bunun üzerine Cenab-ı Allah da ondan, güçlü bir zata yaraşır bir şekilde öc aldı. Üzerlerine, cehennemden gönderilme küçücük taşları atan Ebabil kuşlarını göndermişti. Nitekim şanı yüce, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, Fil Sûresi´nde şöyle buyurmuştur:
“Görmedin mi, Rabbinfil sahiplerine ne yaptı Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı Üzerlerine sürü sürü kuşlar gönderdi. Onlara çamurdan, sertleşmiş taşlar atıyordu. Nihayet onları, (kurt tarafından) yenilmiş ekin yaprağı gibi yaptı.” (Fil Sûresi)
Üzerlerinden şiddetli fırtınalar ve kasırgalar esti. Bu fırtına ve kasırgalarla birlikte, tepelerinde grup grup kuşlar, dolanmaya başladılar. Bu kuşlar üzerlerine, bedenin içine nüfuz eden sertleşmiş, güçlü çakıl tanecikleri fırlattılar. Onları kemirilmiş ağaç yapraklarına döndürdüler. Daha doğrusu içi boşaltılmış, sadece kabuğu kalmış baklalara döndürdüler. Tarihçilerin anlattıklarına göre, kuşların fırlattıkları bu küçücük sert taşlar Cenab-ı Allah tarafından fırtınayla birlikte üzerlerine sevk edilmişti. Mercimek tanelerini andıran bu küçücük taşları, kuşlar, gagalarında ve ayaklarında taşıyorlardı.
Bazı yazarların anlattıklarına göre Ebrehe ordusuna çiçek hastalığının mikropları bulaşmıştı. Bu mikroplar onların bedenlerini yaralamıştı. Belki de bu salgın hastalığın mikropları, kuşların onlar üzerine fırlattıkları küçücük taş taneciklerinde gizliydi. Bu taşlarla gelen çiçek hastalığı mikrobu, onlar için genel bir belâ ve helak nedeni oldu. Kurdukları tuzaklara kendileri düştüler. İşleri karma karışık oldu. Çünkü insanlar için ilk mabed olarak inşâ edilen, Allah tarafından bereketlendirilip şereflendirilen Kâbe-i Muazzama´ya saldırmak istemişlerdi. Bence, Cenab-ı Allah´ın oh-lara attığı küçücük taşlar üzerinde çiçek hastalığı mikroplarının bulunması, olmayacak bir şey değildir. “Sîret” adlı eserinde İbn İshak şöyle demiştir: “Yakub bin Uyeyne´nin bana naklettiğine göre, Arap topraklarına ilk olarak o sene çiçek ve kızamık hastalıkları musallat olmuştur.”
Bu makbul bir sözdür. Kuşların getirdiği taşların üzerinde bu öldürücü hastalıkların mikroplarının bulunduğunu varsayarsak, yukarıdaki sözler akla yatar. Ama bu hastalıkların mikroplarının, ayeti kerimedeki kuşların kendileri olduklarını söylemeyi akıl kabul etmez. Çünkü bu , ayetin nassına aykırı düşmektedir. Ayette anlatıldığına göre, mezkûr kuşlar, onlara kuvvetli ve sert taşlar fırlatmışlardır.
Ebrehe ordusuna yönelen can yakıcı azap, kafileler halindeki kuşlar tarafından gerçekleştirilmişti. Bu kuşlar Ebrehe ordusu üzerine sert taşlar atıyorlardı. Taşlar askerlerin bedenlerinin içine nüfuz ediyor, vücutlarına çiçek ve kızamık gibi hastalık mikroplan saçıyordu. Bu nedenle de onlar, oldukları yerde düşüp ölüyorlardı, ibn İshak, bu durumu şöyle tasvir etmiştir:
“Onlar oldukları yerde düşüyor ve yol ortalarında ölüyorlardı.
Ebrehe´nin vücudu da bu darbelerle yaralanmıştı. Tırnakları düşüyor ve yara izlerinden kan ve irin akıyordu. Nihayet onu San´a´ya götürdüler. Vücudu, tıpkı yeni doğmuş bir kuş yavrusu gibi peltekleşmişti.
Ebrehe, geldiği yere geri döndü. Fakat gelişiyle gidişi arasında büyük fark vardı. Gelirken güçlü ve mağrurdu. Beraberinde büyük bir ordu bulunuyordu. Kendisini hiç kimsenin yenemeyeceğini sânıyordı. Karşısına çıkıp direnenlerin hepsini yenilgiye uğratmıştı. Nihayet Allah´ın evinin bulunduğu beldeye geldiğinde Ce-nab-ı Allah´a, evinin içinde meydan okudu. Kabe´yi yıkmak istiyordu. Oysa burası, Allahu Teâlâ´nm mübarek kıldığı bir yerdi. Rezil ve kınanmış olarak, kanatları kırılmış bir halde geri döndü. Bu anlattıklarımız mecaz değil, hakikattir. Yaralanmış vücudundan parçalar kopup düşüyordu. Tedbirini kaybetmişti. Tuzağı boş çıkmıştı. Kör bir insan haline gelmişti.
Öte yandan Kabe´nin kapısının halkasına tutunan Abdülmut-talib´in şu duasını Cenab-ı Allah kabul buyurmuştu:
“Allah´ım, kul kendi evini korur
Sen de kendi evini koru
Onların kuvvetleri ve haçları ile tuzakları
Senin himayen altında bulunanlara tuzak kuramasın.”
Fil vak´ası, işte böyle cereyan etmişti. Öte yandan tertemiz. Amine, iffetli Meryem gibi, Muhammed (sav)´e hamile kalmıştı. Cenab-ı Allah, yaratıkların en hayırlısı olan Muhammed´i onun rahmine bırakmıştı. Böylece o, Araplar ve bütün insanlık için, daha ana rahmindeki bir cenin olduğu günden itibaren mübarek olmuştu.
Anası onu rahminde taşırken zahmet çekmemişti. Doğururken de meşakkatle karşılaşmadı. Karnındayken herhangi bir zorluk duymamıştı. Doğururken de hissetmedi. Kadınların efendisi, pâk ve temiz olan Amine şöyle demişti: Ben ona hamile kaldım, fakat doğuruncaya kadar hiçbir meşakkat ve zorlukla karşılaşmadım. Doğurduğum zaman onunla birlikte benden bir nur çıktı. Sonra yere düşünce elleri üzerine yaslandı.”
——————————————————————————–
[1] el-Iktifâ, c. 1, s. 122, 123, 124. –