Miladın 5. yüzyılı ve onu izleyen devrelerde insanlık, kötülükler içinde çalkalanıyor, nefisler ıztırap ve sıkıntı içinde bocalıyordu. Hevesler her şeye hakim olmuş, insanlar gruplara ve fırkalara ayrılmıştı. Yürürlükte olan kanun, hakkın kuvvetliye verilmesi, kuvvetin de hak olması şeklinde cereyan etmekteydi. Fikirler darmadağınık hale gelmiş, sebepler kopup parçalanmıştı. İnsanoğlu fıtratının gerektirdiği görevleri kulak ardı etmiş, kuralları çiğnemiş, derleyici toparlayıcı olan insani bağlar çözülmüştü. Akıl, insanlar arasında hükmetmekten aciz kalmıştı. Hatta akıl, batılı revaçlandırmak için bir vesile edinilir olmuştu. Bu vesile ile hak geçersiz kılmıyordu. İbrahim, Musa ve İsa´dan sonra insanlara bırakılan nübüvvet mirası, oyuncak haline getirilmişti. Hz. Musa, İsa ve diğer nebilerle mürsellerin ilke ve öğretileri geçersiz hale gelmiş, kötülükler revaç buîmuştu. Hıristiyanlar, imparatorların hükmüne boyun eğmiş, onların her dediklerini doğrulamış, hatta onları teyid etmiş ve kendi aralarında parçalanmışlardı. Birbirlerine karşı yırtıcı canavarlar haline gelmişlerdi. Noksanlıklardan münezzeh olan Yüce Allah, kıyamet gününe dek onların arasına düşmanlık ve kin tohumları saçmıştı. Hıristiyanların Meliki kolundan olanlar, Yakubiler´e tahakküm etmişler ve birbirlerinden nefret eder hale gelmişlerdi.
Yahudiler, Musa Peygamber´in öğretilerini çirkinleştirmiş, bu nedenle de zillet ve meskenet altına girmişlerdi. Kalpleri öylesine fesada uğramıştı ki, varlıklarını ancak kendilerine tehakküm edecek bir kimsenin yardımıyla sürdürebilir hale gelmişlerdi. Bütün insanlığa karşı düşmanlık besliyorlardı. Sadece kendilerini akıllı ve dini meziyetlere sahip kimseler olarak görüyor, başkalarını akılsız ve meziyetsiz sayıyorlardı. Kendilerinin, Allah´ın çocukları, dostları ve seçkin milleti olduklarım; başkalannınsa aşağı seviyedeki milletler olduklarım iddia ediyorlardı. Birarada yaşamanın uğursuzluk getireceğine inandıkları Araplar hakkında da: Araplar´m mallarını haklı haksız, olur olmaz demeden ellerinden alıyor, onlara hiç bir şey vermiyorlardı. Çünkü Araplar´m ve diğer milletlerin herhangi bir hakları olmadığına inanıyorlardı.
Herkes fikrî bir kargaşa içindeydi. Beşeri akıl, bu varlığın problemlerini çözmekten aciz hale gelmişti. Varlığın aslını kavrama hususunda akıl, yolunu kaybetmişti. Iyonya felsefesi de bu varlığın problemini çözme iktidarım gösterememişti. Varlığın kaynağına nüfuz edip ulaşamamıştı. Bu da akim, ne kadar güçlü olursa olsun, görünür şeylerin sırrını açıklamaktan aciz olduğunu ispatlıyordu. Akıl, eşyanın dış yüzünü anlar, ama onun varlığını meydana getiren gizli sırları çözemez. Isının ve elektriğin tesirlerini görür, fakat onu harekete getiren şeyin ne olduğunu anlayamaz. Ancak eserden müessire, sebepten müsebbibe doğru yöneldiği zaman bu sırları çözebilir. Oysa maddi şeylerin ve kuvvetlerin dış görünümü ile meşgul olan akıl, bu gibi şeylerle perdelendiği için, bunların kaynağını anlayamaz olmuş, aslı görmeyen kör bir varlık haline gelmiştir. Ayrıntılarla uğraşarak aslı unutmuştur. Her ne kadar etkilerini ve dış yüzünü görmüş ve anlamış olsa da bunları meydana getiren zatın kim olduğunu kavrayamamıştır.
Semavi dinlerin ortaya çıkıp İslamiyet´le son bulmasına rağmen, akıl, maddi şeylerin esareti altında kalmaya devam etmiş, madde ötesini anlayamamıştır. Aklın bütün otoritesi ancak zahiri alanda görülmekte, bu alanın dışına geçememektedir. Sadece maddi şeyleri kullanmakta, ama bunları meydana getirenin kim olduğunu bilememektedir. Ancak görünenden kaynağa, varolandan varedene yöneldiği takdirde bunu anlayabilecektir. Şunu da belirtelim ki, bu kainatı ancak, kendisini varedene iman etmekle tam olarak kavrayabiliriz.
Semavi dinler insanları, yaratıcıyı bilmeye ve tanımaya çağırmaktadırlar. Yaratıklardan hareket ederek yaratıcıyı tanımaya davet ederler. Yaratıcısını tanımak için, yaratıklar üzerinde inceleme yapmaya çağırırlar. Bu nedenle kainatı ve varolanları incelememizi, şu görünen mevcudatın gerisindeki yaratıcıyı tanımamızı isterler. Geçmişteki incelemeci ve araştırmacılar, kainatı bu gözle incelemediler. Onun yalın görüntülerini inceleyen çağdaş araştırmacılar da bu yönde hareket etmemektedirler. Ama bizi ilgilendiren şey, Muhammed (sav) öncesi ve mevcudatın o zamandaki durumudur.
İyonya felsefesi ile, onun mirasçısı olan Yunan felsefesinin o zamanki durumu böyleydi. Yunan felsefesinin öncüsü ve büyük filozofu Sokrates, göklerde dolaşan felsefeyi yere indirip insana ulaştırmak istedi. Fizik ötesini ve tabii âlemin görüntülerini bırakarak insana yönelmeye çağırdı. İnsan yaşantısında faydalı olacak şeylerle uğraştı. Fizik ötesini araştırırken doğru yola ulaştıran bir yol gösterici olmadan, sapıklığa düşmektense, insana fayda verecek şeylerle ilgilenmeyi yeğledi. İnsanların birbirleriyle ilişkilerini düzenleyen ilke ve erdemleri, rezilliklerden ayırdeden ölçüyü incelemeye çalıştı. Böylece, hakkı batıldan ayıran ilkeler ortaya çıkardı. İyiyi kötüden nasıl ayırdedeceğini bilmek ve yanlış gidişle doğru gidişi birbirinden ayırabilmek için bu yolu tuttu. İnsanları da buna davet etti. Ancak öğrencileriyle, uygulayacakları metodlar üzerinde görüş ayrılığına düştüler. Hakkı batıldan ayır-detmenin Ölçüsünün bilgi olduğunu söyleyenler ortaya çıktı ve Sokrat bu görüşü benimsedi. Diğer bazılarıysa bu ölçünün hikmet, adalet, şecaat, iffet ve fazilet olduğunu söylediler. Eflatun bu görüşü benimsemişti. Bazılarıysa hakkı batıldan, iyiyi kötüden ayırdedecek ölçünün haz, ya da menfaat olduğunu söylediler. Birey olarak insana fayda veren şeyin iyi, faydasız şeyin de kötü olduğunu söylediler.
İşte akıl, insanlan birbirlerine karşı nasıl muamele edeceklerini belirleyen düzenin esaslarını algılama hususunda bu gibi yanlışlıklara saplandı. Doğru inancı öğrenme hususunda şaşkınlık içine düştü. Tek başına akıl, insani ilişkilerin sağlıklı bir zemine oturmasında yeterli olamaz. Varlığın sırrını kavramayı da beceremez. Aksine, değişmez hakikatlara ulaşamadan bu teoriler içinde şaşkın vaziyette dolaşır.
İşte bu karanlıklar içinde sofîstik düşünce ortaya çıktı. Bu düşünce sistemi, hakikatler üzerinde şüpheye düşmüştür. Bazıları bu hakikatları inkar etmiş; diğer bazılarıysa her şeyden şüpheye düşmüşlerdir. Bu arada bir kısım düşünürler ise, hakikatin insandan insana değiştiğim, yani hakikatin ölçüsünün insan olduğunu söylemişlerdir ki, bu görüşe “subjektivizm” adı verilir. Bunlara göre eşyanın hakikati diye bir şey yok, ancak varolduğuna inanılan şey vardır. Doğru yolu bulmayan bu felsefe ortamında, sırf akla güvenildiği için, böylesine açık bir sapıklığa düşülmüştür. Bu felsefe doğru yolu bulamadığı gibi, düşünceyi de saptırmıştır. İnsanlar bu tür felsefelerle yollarını kaybetmişler ve büyük yanlışların içine düşmüşlerdir. –