İki Dönem Arası
Hamza (r.a)´nm ve arkasından Ömer (r.a)´in müslüman oluşu, İslamiyet için yeni bir dönem açmıştı. Önceki dönemde müslümanlar horlanıyor ve zulüm görüyorlardı. Kendilerine yapılan kötülük ve eziyetlere karşı koyamıyor, kendilerini sa-vunamıyorlardı. Düşmanları onlara verdikleri sözlere uymuyor, güzel komşuluk ilkelerine riayet etmiyor, dostluğa veya akrabalığa önem vermiyorlardı. Tam aksine onlara eziyetlerin en kötüsünü çektiriyor, onları küçümsüyor ve karşılık veremeyeceklerini bildikleri için her türlü hakarette bulunuyorlardı. Müşriklerin mürüvvet sahibi olanları, mü´minlere eziyet etmek istemiyorlardı. Çünkü onlar köle, zayıf, korumasız olan kimselere eziyet etmeyi alçaklık olarak değerlendiriyorlardı.
Hamza (r.a) müslüman olunca, müslümanlara en çok eziyet çektiren Ebu Cehil, kafasına darbeler yedi. Başından kanlar akmaya başladı. Eğer yardımcıları ve aşireti kendisine yardım edemezlerse, bir savaşla karşılaşmaktan korktu. Bu savaşın başlangıcında kendisi korkunç akibetle karşılanacaktı. Noksan mürüvvetli, zayıflara karşı saldırgan ve güçlülere karşı korkak olan kimselerin ortak karakteri budur.
Ömer de müslüman olunca, şirke büyük bir darbe indirilmiş oldu. Böylece yeni bir dönem açılmış, îslam güçlenmiş ve gizlilikten aleniyete dönüşmüştü. Müslümanlar artık topluca bir araya gelip bir saf halinde müşriklere karşı duruyorlardı. Halbuki daha önce dağınık ve ferdi hareketler içinde bulunuyorlardı.
Hz. Ömer, Safa tepesinin yanında bulunan Erkanı bin Er-kam´m evinde müslüman olduğunda, müslümanların sayıları kırk civarına ulaşmıştı. Ayağa kalkıp şöyle dedi: “Ey Allah´ın Resulü! Ne diye dinimizi gizliyoruz Oysa biz, hak yoldayız. Onlar batıl dinlerini açığa vururlarken, biz dinimizi gizleyecek miyiz !” Ömer´in bu sözüne Resulullah şu karşılığı vermişti: “Bizim sayımız azdır, başımıza gelenleri görmüşsündür!..” Bu defa Ömer şöyle dedi: “Seni hak ile gönderen Allah´a yemin olsun ki, her yerde ve her topluluk içinde küfre meydan okuyacağım, imanımı açığa vuracağım!” Sonra Kabe´yi tavaf etti, kendisini beklemekte olan Kureyşliler´in meclisine gitti. Onlar, Ömer´in müslüman olduğunu duymuşlardı. Ebu Cehil: “Ey Ömer, senin dinden çıktığını söylüyorlar, ne dersin ” deyince, Hz. Ömer yüksek sesle kelime-i şehadet getirerek müslüman olduğunu ilan etti. Bunun üzerine müşrikler üzerine saldırdılar. Başlarında müslümanların azılı düşmanlarından Utbe bin Rebia vardı. Daha önceleri Utbe, Hz. Ebu Bekir´i vurup yere yatırmış ve hırpalamıştı. Bu defa da Ömer´i aynı şekilde hırpalayabileceğim sanıyordu. Fakat Hz. Ömer onun üzerine atıldı, yere yıktı ve göğsünün üstüne oturarak onu dövmeye başladı. Parmağını gözlerine soktu; Utbe bağırmaya başladı, fakat etrafındakiler uzaklaştılar. Ömer de nihayet onu bıraktı. Böylece bütün müslümanların, özellikle Ebu Bekir´in gönlü rahatladı.
Hz. Ömer, Kureyş´in önde gelen şahsiyetlerini dövmek istiyordu. Bu istek onda adeta bir tutku haline gelmişti. Maksadı, onların suratlarına indirdiği tokatların suratlarında iz yapması ve darbelerin hararetini hissetmeleri idi. Ömer´in başlattığı bu savaşta her müşrik ondan dayak yemiş, nihayet müşrik topluluğu onunla baş edemeyeceklerini anlamıştı. Bütün toplantı yerlerine uğruyor, iman ettiğini açığa vuruyordu.[1]
Hz. Ömer, daha sonra Peygamber efendimizin yanına döndü. Sahabiler, topluca Peygamber efendimizin etrafında bulunmaktaydılar. Ömer, onları topluca dışarıya çıkmaya ve dağınık vaziyette kalmamaya davet etti. Onun bu daveti üzerine müslümanlar toplanıp dışarı çıktılar ve namaz kılmak üzere Kabe-i Muazzama´ya gittiler, iki saf halinde namaza durdular. Birinci safın başında Allah´ın arslanı ve şehitlerin efendisi Hz. Hamza vardı. İkinci safın başında da Hz. Ömer bulunuyordu. Allah hepsinden razı olsun. Müslümanların toplu halde namaz kılmaları, müşriklere karşı meydan okumak anlamına geliyordu. Artık kendilerini kimsenin durduramayacağım gösteriyorlardı. Müşrikler de bu meydan okuyuşa bir cevap veremediler. Çünkü kötülüğün davetçisi olan Ebu Cehil, kafasına indirilmiş ve kafasını yarmış olan Hz. Hamza´nm yayını unutmamıştı. Rebia oğlu Utbe de, Ömer´in kendisini dövüp yere yatırdığını ve parmağını gözlerine batırdığını unutmamıştı. İslamiyet açığa çıktı, nur zuhur etti. Davet kafilesi yola koyuldu, islamiyet güçlendi, şirk yardımsız ve güçsüz kaldı. İleride zulüm bahsinde de anlatacağımız gibi, ferdi zulümler toplu zulme dönüştü. Çünkü ferdi zulümler Mekke-i Mükerreme´de davetin gizli kaldığı müddetçe devam etmişti. Ama davet aleniyete dönüşünce toplu zulümler dönemi başlamıştı. Bu dönem hicretle sona ermişti.
Müşrikler, zulümle birlikte üç yol takip etmeyi kararlaştırmışlardı:
1- Davetin açığa vurulmasını engellemek ve Peygamber efendimizin gönlünü çelmek için uğraştılar.
2- Peygamber efendimizin inancında zaaf bulunduğunu yaymak, ya da onu aciz bırakmak için mücadele verdiler.
3- Onu, amcası Ebu Talib´e şikayet ettiler.
——————————————————————————–
[1] İbn Kesir, el-Bidaye ve´n-Nihaye, c.3, s.31
Resulullah´ı Davetinden Caydırma Çabaları
Kafirler, Peygamber (sav) efendimizden umut kesmişlerdi. Ona yardım edenlere işkence yapmışlar, ama onlar sebat etmişlerdi. Eziyetlerini artırdıkça iman nuru gönüllere daha fazla akıyordu. Onların Peygamber efendimize yaptığı eziyet, Hamza´nm iman ve hidayetine sebep olmuştu. Hamza kendilerine karşı amansız bir düşman haline gelmişti. Hz. Ömer´in, kızkardeşine ve eniştesine yaptığı eziyet ile mü´minlerin Habeşistan´a hicret ettiklerini görmesi, onun kalbini inceltmiş, merhamete gelmiş ve bu onun iman etmesine sebep olmuştu. Onun iman etmesi ise, müşrikler için büyük bir darbe olmuştu. Hz. Ömer, daveti gizlilikten çıkarıp aleniyete dönüştüren bir güç olmuştu. İbadeti açığa vurmuştu. Hakkın sesini Mescid-i Haram´m ortasında dalgalandırmıştı.
Müşrikler eziyetlerine devam ederken, Peygamber (sav) efendimiz durmadan hikmet ve güzel öğütle insanları hakka çağırıyor, barışı telkin ediyor, onlardan ilişkisini kesmiyor, davetten geri durmuyordu. Aksine onların üzüntülerine ortak oluyor, buhranlı hallerinde onlara yardım ediyordu. Hatta Mekk-i Mükerreme´ye kıtlık geldiğinde Peygamber efendimiz yağmur için dua etmiş ve duası üzerine yağmur yağmıştı. Bu sebeple rivayet edilir ki, Peygamber (sav) efendimiz, duasına icabet olunduktan sonra, amcası Ebu Talib´in mü´min olmasını ümit ettiği için: “Keşke hayatta olsaydı” demiştir. Çünkü Peygamber efendimiz, dininin kendi kavmi için hayırlı bir din olduğunu biliyordu. Yine rivayet olunduğuna göre, Peygamber efendimiz Medine´de iken yağmur duasına çıkmıştır. Ve Ebu Talib´in o zaman sağ olmasını ve kendisine yardımcı olmasını temenni etmiştir.
Müşriklerin bazısı, Peygamber efendimize gelen îslam´ı kabul etme durumuna yaklaşıyorlardı. Ya da en azından, onun davetini ilk anda yalanlamıyor ve bu hususta davetin neticesini beklemeyi uygun görüyorlardı. Davetinin tamamlanıp kabul göreceği veya reddedilip mağlup olacağı günü bekliyorlardı. Nadir bin Haris: “Ey Kureyş topluluğu! Allah´a andolsun ki, artık ona karşı koyamayacağınız bir durum meydana gelmiştir. Muhammed aranızda bir genç olarak yetişti. Siz ondan memnunsunuz. İçinizde en sevilen ve güven duyulan insan odur. Artık şakağına beyaz tüyler düştü. Yaşlanmak üzeredir. Bu dönemde size bir din getirdi. Onun sihirbaz olduğunu söyediniz. Allah´a andolsun ki o, sihirbaz değildir. Biz sihirbazları ve onların düğümlere üfleyişlerini görmüşüzdür. Onun kahin olduğunu söylediniz. Allah´a andolsun ki o, kahin de değildir. Çünkü biz kahinleri ve onların karışık sözlerini, secilerini duymuşuzdur. Ona şair dediniz. Allah´a andolsun ki, o şair de değildir. Çünkü biz şiiri ve şiirin her türlüsünü işitmişizdir. Hezec ve Recez bahrinden söylenmiş şiirleri de görmüşüzdür. Ona deli dediniz, o deli de değildir. Kendi durumunuza bakın. Doğrusu Allah size büyük bir şey göndermiştir.[1]
——————————————————————————–
[1] İbn Hışam, Siret, c.l, s.289.
Caydırmak için Mekke´lilerin Peygamberimizle Görüşmeleri
Cabir bin Abdullah´tan rivayet olunduğuna göre, Kureyşliler kendi aralarında şöyle bir karara vardılar: Aramızda, sihir, kehanet ve şiir hususunda en fazla bilgisi olan bir adamı seçelim de, şu dinimizi küçük gören ve kötüleyen adama (Muhammed (sav)´e) gitsin. Onunla konuşsun, onun verdiği cevaplara baksın.
Sonuçta Utbe bin Rebia´yı bu iş için görevlendirmeye karar verdiler ve ona: “Bu işi ancak sen yaparsın, ey Eba Velid” dediler. Utbe, aralarında yumuşak huyluluğuyla bilinen itibarlı bir kimseydi. Lider pozisyonundaydı. Bir rivayete göre Muham-medle buluşmak istediğini, Kureyşliler´e bizzat Utbe söylemiş ve amacını şöyle dile getirmişti: “Ey Kureyş topluluğu! Ben şu adama gitsem ve ona bazı Önerilerde bulunsam, ne dersiniz Belki de önerilerimi kabul eder ve bizden vazgeçer.”Kureyşliler onun bu isteğini uygun gördüler.
Bu iki şıktan hangisi doğru olursa olsun, sonuç olarak Utbe, Peygamber efendimizin yanına gitti. Kendi zannına göre Peygamber efendimizi hak davetinden caydıracak birtakım önerilerde bulundu ve şöyle dedi: “Ey kardeşim oğlu! Sen bizdensin. Neseb bakımından itibarlı bir insansın. Sen kavminin başına büyük bir iş getirdin. Birliklerini dağıttın, onları horladın, dinlerini ve tanrılarını kötüledin, ayıpladın. Önceden geçip gitmiş ve toprak olmuş atalarını tekfir ettin. Sana söyleyeceklerimi iyi dinle ki, belki bir kısmını kabul edersin.” Peygamber efendimiz ona: “Söyle ey Eba Velid, seni dinliyorum” dedi. Bu defa Utbe söze şöyle başladı: “Ey kardeşimin oğlu, getirmiş olduğun bu din ile mal elde etmek istiyorsan; biz bütün mallarımızı toplayıp sana verelim. Aramızdaki en zengin adam sen ol. Eğer getirdiğin bu din ile şeref kazanmak istiyorsan, seni başımıza lider yapalım. Senin kararın olmadan hiçbir işe girmeyelim. Eğer başımıza hükümdar olmak istiyorsan, seni hükümdar yaparız. Eğer cinler tarafından çarpılmışsan seni onlardan kurtarmak için büyücüler getiririz. Seni tedavi etmek için bütün malımızı sarfederiz.” Utbe sözünü tamamladıktan sonra Peygamber efendimiz ona: “Ey Eba Velid sözün bitti mi ” diye sordu ve sözlerine şöyle devam etti: “Şimdi beni dinle:
“Ha mim. Bu Kitab, merhamet eden, merhametli olan Allah katından indirilmedir; bilen bir millet için müjdeci ve uyarıcı olmak üzere, Arapça okunarak, ayetleri uzun uzun açıklanmıştır.” (Fussiiet: 1-3) Peygamber efendimiz bu şekilde ayetleri peşpeşe okumayı sürdürdü. Utbe onu dinliyordu. Nihayet Resulullah (sav) bu suredeki secde ayetine geldi. Sonra: “İşittin mi ey Eba Velid ” diye sordu. O da işittim, dedi. Bu defa Resulullah (sav) ona: “işte seni bu okuduğum ayetlerle başbaşa bırakıyorum” dedi. Bundan sonra Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına gitti. O gelirken, arkadaşlarından bir kısmı şöyle diyordu: “Utbe buradan gittiği haliyle geri gelmiyor. Giderken yüzü başkaydı, gelirken daha başka olmuş.” Utbe yanlarına gelince, etrafında hal-kalanıp oturdular ve: “Neler getirdin ” diye sordular. Utbe söze şöyle başladı: “Dilimin altında şu var: Allah´a yemin olsun ki, ben Muhammed´den daha önce hiç işitmediğim sözler işittim. Vallahi bu sözler ne şiirdir, ne kehanet. Ey Kureyş topluluğu! Gelin bana uyun ve sözümü dinleyin. Bu adamın dinine karışmayın. Onu serbest bırakın. Allah´a andolsun ki, onun sözlerinden bir haber sezinliyorum. Eğer Araplar ona saldırır ve yok ederlerse, zaten siz, başkaları vasıtasıyla ondan kurtulmuş olursunuz. Ama eğer o Araplar´a hakim ve galip olursa, onun mülkü sizin mülkünüz, onun şerefi sizin şerefiniz olacaktır.”
Etrafındakiler onun bu sözlerini dikkate almadan: “Ey Eba Velid! Allah´a andolsun ki, Muhammed, dili ile seni büyülemiş” dediler. O zaman nasihatine itibar edilen ve sözüne güvenilen bir insan olan Ebu Velid (Utbe) şöyle dedi:
“Bu benim düşüncemdir. Siz nasıl uygun görüyorsanız öyle yapın.” [1]
Muhammed (sav) ile ashabını imandan caydırmak için uyguladıkları sürekli işkence ve eziyetler artık müşrikleri de bıktırmış ve aciz kalmışlardı. Onların şiddetli eziyetleri ve sürekli işkenceleri, mü´minlerin imanını daha da arttırıyor, onları inançlarına daha sıkı bir şekilde bağlıyordu. Uyguladıkları işkence ve eziyetlerden ötürü Hamza ve Ömer gibi dahiler de müslümanların safları arasına katılmışlar; artık müslümanlar, onların eziyetlerine karşılık vermeye başlamışlardı. Ebu Cehil, güçlü ve adil bir kimse tarafından kafasının nasıl varılabileceğini görmüştü. Ömer (r.a) isyankar kimselere nasıl vurulduğunu onlara göstermişti.
Müşrikler uyguladıkları işkencelerin fayda vermediğini görünce, bu defa yumuşak bir metod denemeye başladılar. Kendileri imana yaklaşmadıkları halde, Muhammed (sav)´i kendi küfürlerine yaklaştıracaklarını düşünerek bazı önerilerde bulunmayı tasarladılar. Ona kendi mantıklarıyla düşünen kimseleri yumuşatabilecek bazı öneriler sundular. Örneğin onu başlarına lider yapmak veya hükümdar kılmak, yahut servetini artırarak içlerinde en zengin bir kimse haline getirmek önerisinde bulundular. Peygamber efendimiz ise onların bu önerilerinin hepsini reddetti. Şüphesiz onlara göre, bu önerileri redetmek akıllı bir insanın yapacağı bir şey değildi. Çünkü onların her şeyi maddeyle ölçen mantıklarına göre, üstünlük ancak mal, hükümdarlık veya liderlikle elde edilebilirdi. Onu hekim veya büyücülere götürerek tedavi etmek isteklerine karşı Peygamber efendimiz, hiçbir cevap vermeden yalnızca Kur´an-ı Kerim okumakla yetindi. Böylece o, Allah tarafından kendisine gelen sözlerin, kendisine sundukları her şeyden daha hayırlı olduğunu gösteriyordu.
Muhammed (sav)´e ve onun yolundan yürüyenlere baskıda bulundular ve bunu günden güne artırdılar. Ona zulüm yaptılar, zulümlerinin bir faydası olmadı. Mal ve hükümdarlık teklif ettiler, onun da faydası olmadı. Peki ne yapacaklardı Geriye tek çare kalmıştı: İnsanların önünde onunla tartışacak ve güya onun acizliğini ortaya koyacaklardı. Bu yöntemleri başarılı sonuçlar verdiği takdirde, ona uyanların sayısı artmayacaktı.
——————————————————————————–
[1] İbn Kesir, el-Bidaye ve´n-Nihaye, c 3, s.64.
Peygamber Efendimizle Tartışma
Utbe´nin Peygamber efendimize yapmış olduğu önerileri tekrarladılar. Ancak bu defa hepsi bir araya gelerek, Önerilerini topluca yaptılar. Böyle yapmalarının nedeni, şayet önerilerini kabul etmeyecek olursa, daha sonra ileri sürebileceği mazeret yollarını güya tıkamak ve sonra da onunla mücadele etmekti.
Peygamber efendimize karşı, çeşitli kabilelere mensup kişilerden oluşan bir topluluk meydana getirildi. Bunlar birbirlerine: “Muhammed´e gidip onunla konuşun ve tartışın. Öyle ki, ileri sürebileceği hiçbir mazeret kalmasın” diyorlardı. Peygamber efendimize haber göndererek: “Kavminin eşrafı, seninle konuşmak için toplanmışlar” dediler. Peygamber efendimiz hemen onların bulunduğu yere gitti. Onların kendisini davet etmelerini iyi bir sebebe yoruyor ve imana gelecekleri ihtimali üzerinde duruyordu. Bu ümitle yanlarına vardı. Kendisine dediler ki: “Ey Muhammedi Sana, ileri sürebileceğin bir mazeret kalmaması için haber gönderdik. Araplar arasında, kavmine karşı senin kadar kötülük etmiş bir kimse daha görmedik. Sen atalarımıza hakaret ettin, dinimizi kötüledin, bizi horladın, tanrılarımıza küfrettin, topluluğumuzu darmadağın ettin. Aramıza sokmadığın hiçbir çirkinlik kalmadı. Eğer bütün bunları mal elde etmek için yapıyorsan, mallarımızı toplayıp sana verelim ve sen aramızdaki en zengin insan ol. Eğer bunu şeref sahibi olmak için yapıyorsan, seni başımıza lider yapalım. Hükümdar olmak istiyorsan, seni başımıza geçirelim. Fakat cinlerin istilasına uğradıysan, seni tedavi etmek için bütün masrafları üstleniriz. Seni şifaya kavuştururuz.”
Onların bu sözlerine karşı Peygamber efendimiz şu cevabı verdi: “Söylediğiniz hususlardan hiç biri bende yoktur. Mal istemek, aranızda şerefli biri olmak ya da başınıza hükümdar olarak geçmek için gelmedim. Allah beni, size elçi olarak gönderdi ve bana bir kitap indirdi. Size müjdeci ve uyarıcı olmamı buyurdu. Ben de rabbimin risaletini size tebliğ ettim. Size öğüt verdim. Eğer getirdiklerimi kabul ederseniz, bu sizin için dünya ve ahirette bir nasib olur. Reddederseniz, Allah´ın emri gelinceye ve sizinle benim aramda hükmünü verinceye kadar sabrederim.”
Dediler ki: “Ey Muhammedi Eğer sana yaptığımız teklifleri kabul etmiyorsan, şunu bil ki, insanlar içinde en dar ülkeye biz sahibiz. En yoksul ve geçimi en zor olan millet biziz. Seni ri-saletle gönderen rabbine dua et de, dağları yerlerinden oynatarak ileriye götürsün ve yaşamakta olduğumuz beldemiz genişlesin. Ülkemizde, Şam ve Irak´ın nehirleri gibi nehirler kaynatsın. Önceki devirlerde ölmüş olan atalarımızı diriltsin. O dirilteceği atalarımızdan biri de doğru sözlü ve bilgili Kusay bin Kilab olsun. Biz de ona, söylediğin sözlerin doğru olup olmadığını soralım. Eğer bu isteklerimizi yerine getirirsen ve diriltilen atalarımız, senin söylediklerini tasdik ederlerse, biz de seni tasdik eder ve Allah katında yüksek mertebe sahibi bir kimse olduğunu kabul ederiz, iddia ettiğin gibi, Allah´ın elçisi olduğuna da inanırız.”
Bu sözlerinden anlaşıldığına göre, onlar, diğer bazı mucizeler daha isteyeceklerdi. Allah kalplerdekini bilendir. îsa Peygamber, Kureyşli müşrikler gibi bir kavme bu mucizelerden daha güçlü olanlarını örneğin ölüleri diriltmeyi ve gözü, doğuştan kör olanı nuruna kavuşturmayı göstermişti. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, risaletini kiminle güçlendireceğini daha iyi bilir.
Resulullah (sav) onların sözlerini reddederek şöyle dedi: “Ben bununla gönderilmedim. Ben ancak Allah katından benimle gönderilen şeylerle birlikte size geldim. Rabbimin size gönderdiklerini tebliğ ettim. Eğer kabul ederseniz, bunlar, dünya ve ahiretteki payınızdır. Eğer reddederseniz, Cenab-ı Allah, benimle sizin aranızda hükmünü verinceye kadar sabrederim.”
Bu defa müşrikler şu öneride bulundular: “Eğer bu dediklerimizi yapmıyorsan, bari rabbine dua et de, bize, seni tasdik edecek bir melek göndersin. Ondan dilekte bulun da bizim için bahçeler, hazineler ve altınla gümüşten yapılma köşkler yaratsın. Senden istediğimiz şeyleri vererek seni bizden kurtarsın. Görüyoruz ki, sen pazarlarda, sokaklarda dolaşıyorsun. Geçim derdine düşmüşsün. Tıpkı bizim rızık peşinde dolaştığımız gibi, sen de rızık peşinde dolaşıyorsun. Rabbin bu istediklerimizi sana versin ki, senin, onun katında yüksek mertebe sahibi bir elçi olduğunu anlayalım.”
Peygamber efendimiz onlara şu cevabı verdi:
“Bu dediklerinizi yapmayacağım. Bunları rabbimden isteye-meni ve ben size bunun için gönderilmedim. Ancak Cenab-ı Allah, beni müjdeci ve uyarıcı bir elçi olarak gönderdi. Size getirdiklerimi kabul ederseniz, dünyada ve ahirette payınız budur.
Reddederseniz, Cenab-ı Allah benimle sizin aranızda hükmünü verinceye kadar sabrederim.”
Müşrikler dediler ki: “Madem dilediği takdirde rabbinin yapacağını iddia ediyorsun, öyleyse gökten üzerimize bir parça düşür. Bunu yapmadıkça sana inanmayız.”
Doğru sözlü ve güvenilir resul, onlara şöyle dedi: “Bunu yapmak rabbimin takdirine kalmıştır. Eğer dilerse bunu size yapar.”
Müşrikler dediler ki: “Ey Muhammedi Seninle bir arada oturduğumuzu, sana sorular sorduğumuzu ve senden bazı isteklerde bulunduğumuzu rabbin bilmiyor. Bilmediği için de bu istediklerimizi sana vermez ve sorduklarımızın cevabını sana iletmez. Şayet getirdiğin daveti kabul etmeyecek olursak, bize neler yapacağını da sana bildirmez. Duyduğumuza göre bu anlattıklarını sana Yemame´de bulunan Rahman adındaki bir adam öğretiyormuş. Allah´a andolsun ki, biz Rahman´a asla inanmayız. Artık senin ileri süreceğin bir mazaretin kalmadı. Bu yaptıklarını senin yanına bırakmayacağız; ya sen bizi yok edersin, ya da biz seni yok ederiz!”
Müşriklerden biri şöyle dedi: “Biz meleklere ibadet ederiz. Onlar Allah´ın kızlarıdırlar.” Bir diğeri şöyle dedi: “Allah´ı ve melekleri karşımıza getirmediğin taktirde sana inanmayız.”
Maddi mucizeler isteyerek ve Peygamber efendimizin kendilerini ve tehdit edip durduğu azabın bir an evvel kendilerine gelmesini isteyerek Peygamber efendimizle tartıştılar. Sonra Abdullah bin Ümeyye bin Muğire (Abdulnıuttalib kızı Atike´nin halası oğlu) şöyle dedi: aEy Muhammedi Kavmin sana bazı ö-nerilerde bulundu . Sen kabul etmedin. Sonra onlar, senin Allah katında yüksek mertebe sahibi biri olup olmadığını anlamak için senden bazı şeyler istediler. O şeyleri de yapmadın. Sonra kendilerini tehdit edip durduğun azabın bir an evvel başlarına getirilmesini istediler. Allah´a andolsun ki, ben sana asla iman etmeyeceğim. Gözümün önünde, bir merdiven getirip göğe diksen, ona basıp göğe çıksan, gökten de beraberinde yazılı bir kitap ve seni doğrulayacak dört melek getirsen bile, yine de seni tasdik edeceğimi sanmıyorum.”[1]
Müşrikleri iman etmek için değil de, Peygamber efendimizi zor duruma düşürmek ve tartışmadan üstün çıktıklarını göstermek için bazı isteklerde bulunmuşlardı. Cenab-ı Allah´ın da buyurduğu gibi, onlar aşın derecede inatçı ve tartışmacı kimselerdi. Abdullah bin ebi Umeyye´nin şu sözü belki de onların gerçek niyetlerini açığa vuruyordu: “Ey Muhammedi Allah´a an-dolsun ki, bu dediklerimi yapsan bile seni tasdik edeceğimi sanmıyorum!” Görülüyorki, onların Peygamber efendimizi yalanlamaları, delilden ve burhandan önceydi. Bu yalanlama, onların nefislerine yerleşmişti ve düzelecek gibi değildi. îstedikle-ri bu mucizeler gerçeklese bile, onu yalanlamaktan vazgeçmeyeceklerdi. İstekleri yerine getirildiğinde de ona karşı inatçılıklarını daha da arttırıyorlardı. Allahü Teala onlar hakkında şöyle buyuruyor:
“Eğer kendilerine bir mucize gelirse, ona mutlaka inanacaklar diye, olanca güçleriyle Allah´a yemin ettiler De ki: “Mucizeler ancak Allah´ın yanındadır.” Hem bilir misiniz o (mucize) gelmiş olsa da onlar yine inanmazlar Gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz. İlkin ona inanmadıkları gibi (mucizeyi gördükten sonra da inanmazlar) ve bırakırız onları, azgınlıklar içinde bocalayıp dururlar. Biz onlara melekleri indirseydik, ölüler kendileriyle konuşsaydı ve herşeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikten sonra, yine inanmazlardı. Fakat çokları (bunu) bilmezler.”(En´am 109-111)
Müşriklerin amacı, delil istemek değil, zorluk çıkarmaktı. Muhammed (sav)´in getirdiği şeyler, asıl itibarıyla apaçık gerçeklerdi. Mü´minler ona hakikat olduğu için uymuşlardı. Getirdiği şeylerin yanında, onların ilahi olduklarını ispatlayan deliller de mevcuttu. Yolunu kaybetmişleri doğru yola iletiyor ve karanlıklar içinde yürüyen kimseleri aydınlığa kavuşturuyordu. Onun getirdiği din, ışık saçan bir kandildi. Araplar ve arap olmayanlar onun bir benzerini getirmekten aciz kalmışlardı:
“De ki: “Andolsun, eğer insan(lar) ve cin(ler) şu Kur´an´ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka ol(up yardım et)seler de (bunu yapamazlar.)” (Isra 88)
Müşrikler, Peygamber efendimizden özetle şu isteklerde bulunmuşlardı:
1- Bulundukları beldenin yerleşim alanının genişletilmesi ve ölülerinin diriltilmesi gibi maddi deliller.
2- Kendilerine, Muhammed (sav)in peygamberliğinin hak olduğuna tanıklık edecek bir meleğin gönderilmesi.
3- Kurak arazilerden bahçeler, hazineler, altın ve gümüşten yapılmış köşklerin yaratılmasını talep etmişler, Peygamberimizin getirdiği sözleri, ona Yemameli bir adamın öğrettiğini iddia etmişler ve böylece Peygamber efendimizi itham etmişlerdi.
4- Gökten üzerlerine bir parça düşürülmesini istemişlerdi.
5- Bir merdiven getirip göğe dayamasını, ona basarak göğe yükselmesini, sonra gökten de beraberinde kağıt üzerine yazılı bir kitap getirmesini istemişlerdi.
Bütün bu saydıklarımızı, iman etmek için değil, Peygamber efendimizi zor durumda bırakmak için istemişlerdi. Eğer onlar iman peşinde olsalardı, gökten üzerlerine bir parça düşürülmesini talep etmezlerdi. Çünkü gökten üzerlerine bir parça düşecek olursa, hepsi helak olurlardı. Bu helaktan sonra da iman edemeyeceklerdi. Atike´nin halasının oğlu Abdullah bin ebi Ümeyye bin Muğire, Peygamber efendimizden bazı taleplerde bulunduktan sonra, onun, bu talepleri gerçekleşse bile iman etmeyeceği konusunda söylediği sözler, gerçekten doğruydu. Çünkü onun kalbi mühürlenmişti. Bu talepleri gerçekleşse bile, kendisini tasdik edeceğini zannetmediğini ifade etmişti. Zaten Peygamber (sav) efendimiz de onların istekleri için Allah´a duada bulunmamış, aksine onların taleplerini geri çevirmişti. Çünkü noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah bu talepleri yerine getirilse bile, onların inanmayacaklarını biliyordu. Onlar için yegane yol, Ad ve Semud kavimleri gibi helak edilmeleriydi. Peygamber (sav) efendimiz, kendi şeriatinin kalıcı ve ebedi .olduğunu, şeriatiyle birlikte mucizesinin de ebediyete kadar devam edeceğini biliyordu. Bu şeriate göre, gelip geçici mucizeler ortaya koymak uygun değildi. Onlar bu istekleri Peygamber efendimize ilettikten sonra, şu vahiy geldi: aEy Muhammed! Dilersen onların bu isteklerini geciktir. Dilersen onların bu istekleri yerine getirilir de yalanlarlarsa tıpkı kendilerinden önceki kavimler gibi helak edilirler!* Bunun üzerine Peygamber efendimiz şöyle dedi: uHayır! Onların istekleri geciktirilsin.”
Rivayete göre müşrikler, Peygamber (sav)´e şöyle demişlerdi: “Rabbine dua et de, Safa tepesini altına dönüştürsün. O zaman sana iman ederiz.” Peygamber efendimiz: “Eğer Safa tepesi altın madenine dönüştürülürse, siz iman edecek misiniz ” diye sordu. Onlar evet deyince, Peygamber efendimiz dua etti. Cebrail gelip şöyle dedi: “Rabbin sana selam söylüyor ve diyor ki, eğer dilerse Safa tepesi onlar için altın madenine dönüştürülür. Ama ondan sonra da inkar ederlerse onlara, dünyada hiç kimseye yapmadığım azabı yaparım! Eğer dilersen rahmet ve tevbe kapılarını onlar için açarım:” Şefkatli ve merhametli Peygamber efendimiz: “Hayır, hayır tevbe ve rahmet kapıları açılsın” diye istekte bulundu.
Müşriklerin isteklerinin ve bu isteklere verilen red cevabının Kur´an-ı Kerim´de tescil edildiği malumdur. Konuşanların en doğru sözlüsü olan yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Dediler ki: Yerden bize bir göze fışkırtmadıkça sana inanmayız! Yahut senin hurmalardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı, aralarından ırmaklar fışkırtmalısın! Yahut zannettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin. Yahut Allah´ı ve melekleri karşımıza getirmelisin (onlar senin doğru söylediğine şahitlik etmelidirler)! Yahut altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Mamafih sen, bizim üzerimize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe senin (tek başına) göğe çıkmana da inanmayız!” De ki: “(Bu gibi hayalleri teklif etmekten) Rabbimi tenzih ederim! (Haşa, ben O´na böyle şeyler yapmasını teklif edemem.) Ben, sadece elçi ol (arak gonderil)en bir insan değil miyim “(Ura 90-93)
Bir başka ayet-i kerimede, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, müşriklerin bu isteklerine işarette bulunmuş ve bu istekleri yerine getirilse dahi onların iman etmeyeceklerini açıklayarak şöyle buyurmuştur:
“Onlara Rablerinin ayetlerinden hiçbir ayet gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler, işte, kendilerine hak geldiği zaman da onu yalanladılar. Fakat alay ettikleri şeyin haberleri, yakında kendilerine gelecek (Uyarıldıkları azap onları kuşatacak)tır. Görmediler mi, onlardan önce nice nesiller yok ettik; hem onlara yeryüzünde size vermediğimiz şeyleri vermiştik ve göğü de üzerlerine bol bol boşaltmıştık ve ırmakları ayaklarının altından akar kılmıştık. Fakat günahlarından ötürü onları helak ettik ve onların peşinden başka bir nesil yarattık. Eğer sana kağıt üzerine yazılı bir kitap indirmiş olsaydık ve onu elleriyle tutsalardı, yine inkar ederler, “Bu apaçık bir büyüden başka birşey değildir!” derlerdi. “Ona bir melek indirilmeli değil miydi ” dediler. Eğer bir melek indirseydik, iş bitirilmiş olurdu. Artık kendilerine hiç göz açtırılmazdı. Eğer onu (yani Peygamberi) melek yapsaydık, yine bir adam (şeklinde) yapardık ve onları yine düştükleri kuşkuya düşürürdük.” (En´am: 4-9)
Bütün bu istekleri, iman etmek için ileri sürülmüş şeyler değildi. Onlar kafirliklerini daha önce ilan etmiş ve bu hususta peşin bir hükme varmışlardı. Bir konuda batıl bir inanca sapla-nıldığında onun batıllığını ispatlamak için ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, btf, batıl inancın sahibine hiçbir fayda sağlanamaz. Hatta, çoğu zamanı, ileri sürülen deliller, iddia sahiplerinin daha çok inatlaşmasına sebep olur.
Kendilerine düşünme fırsatı vermek için, Cenab-ı Allah, del-lil olarak Kur´an-ı Kerim´i göndermişti.Davet anında Peygamber efendimiz, müşriklere Kur´an ile hitapda bulunuyordu. Bu hitap, onlların tevbe etmelerini ve dolayısıyla ilahi bağışa kavuşmaları sonucunu doğurabilirdi, İstemiş oldukları maddi mucizeler ise gelip geçici şeylerdi. Azap ve imana gelince1, geçmişte onlar için ibretler vardı. Geçmiş kavimler, tıpkı onlar gibi bazı istekler ileri sürmüşler, fakat iman etmedikleri için neticede mahvolmuşlardı. Daha doğrusu onlar delilleri ve mucizeleri görmeden önce yalanladıkları gibi, gördükten sonra da yalanlamışlardı. Buna işaret ederek Allahü Teala şöyle buyurmuştur:
“Bizi ayetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan şey, evvelkilerin, (onları) yalanlamış olmasıdır. Semud (oğulların)a açık bir mucize olarak dişi deveyi verdik. O yüzden kendilerine zulmettik (deveyi boğazlayarak kendilerine yazık etmiş oldular.) Halbuki biz o (istenen) mucizeleri, yalnız korkutmak için göndeririz.”(îsra- 59)
Onların bu isteklerinin tek sebebi Peygamber efendimizi acze düşürmekti. Onlara göre Peygamber efendimiz, acze düşecek ve bu herkes tarafından anlaşılacak, böylece de müşrikler onun bu aczini, insanların kendisine uymalarını engellemek için bir vasıta olarak kullanacaklardı. Etrafa durmadan yayılmakta olan iman pınarının önüne bu şekilde set çekmiş olacaklardı! Ama bu istekleri gerçekleşti mi Tersine bununla Peygamber efendimizin doğruluğu ispatlandı. Onun haktan başka birşey istemediği anlaşıldı. Ona tabi olanların sayısı eksilmedi; giderek arttı. Hiç kimse onun dininden geri dönmedi. Mü´min-ler, müşriklerle tartışmaktansa, onlara ayetleri takdim ediyorlardı. Onların problemleri tevhid, ya da teaddüt idi. Müslümanlar Allah´tan başkasını tanrı olarak kabul etmemeyi öne sürüyor, bu hususta mücadele veriyorlardı. Allah, güçlü ve kuvvetli olandır.
——————————————————————————–
[1] Bkz. îbn Kesir, el-Bidaye ve´n-Nihayet; Ibn Hişam, Siret
Müşriklerin Kitap Ehlinin Yardımına Müracaatı
Müşrikler inkarda ileri giderek, kendilerine gelen hakkı ya-lanladılarl. îmanın kalplere giriş yollarını tıkadılar. İnsanlar iki sınıftır. Birinci sınıftakiler hakkı akılları ve kalpleriyle idrak ederler. Gerçeği duyar duymaz kabullenirler. Bu sınıftaki insanlar da delil isterler. Ama bu delil isteği imanlarını arttırmak ve kalplerini mutmain kılmak içindir. Delil, zaten var olan imanı daha da güçlendirip sebatlandırır. Bunlar hakkında Ce-nab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“İnananların imanını arttırmıştır.”(Tevbe: 124) Diğer sınıftaki insanlarsa küfre koşar ve inkar hususunda birbirleriyle yarışırlar. Bunların kalpleri kılıf içindedir. îmanın kalplere giriş yolları tıkanmıştır. Bunlar hakkında da Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır.” (Bakara: 7)
Bu sınıftaki insanlar, aydınlanıp doğru yolda yürümek için değil, kendileriyle tartışmakta oldukları kimseleri aciz bırakmak ve sözlerini saptırmak için delil isterler. Nitekim Peygamber (sav) efendimize karşı direnen azılı ve inatçı müşrikler hakkında Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Ve: “Allah´ım, eğer bu senin yanından gelmiş gerçekse, başımıza gökten taş yağdır, yahut bize acı bir azap ver!” demişlerdi. Oysa sen onların içinde bulunduğun müddetçe Allah, onlara azap edecek değildi. Ve onlar istiğfar ederlerken (içlerinde istiğfar edenler var iken) de Allah, onlara azap edecek değildi.” (Enfal:32-33)
Müşrikler öne sürdükleri isteklerden sonra hiç kimsenin Muhmammed´e olan gövenini yitirmediğini, aksine bunların kendi ahmaklıklarını isbatlayan birer delil olduğunu gördüler. Bu deliller, onların düşünce çukuruna düşüp doğru yolu bulamayacaklarmı gösteriyordu. Çünkü onlar, Peygamber efendimizin getirdiği davetin hak olması durumunda gökten üzerlerine taş yağdırılmasını temenni etmişlerdi. Böyle bir delil gerçekleşecek olursa dualarına icabet edilmeden yokolup gideceklerdi.,/^ Cehaletlerini ortaya çıkaran bu istidlal ile acizliklerim de is-batlamış oldular. Bu durumda kendilerine yardım edeceklerini umdukları kitap ehlinin yardımına ve nisbi desteklerine başvurdular ki, insanları imana sokan Muhammed´in tatlı cereyanını durdursunlar.
Abdullah bin Abbas (ra)dan gelen bir rivayete göre Kureyşli-ler, Nadr bin Haris ile Ukbe bin ebi Muayt´ı Medine´deki yahu-di alimlerine gönderdiler ve niteliklerini anlattıktan sonra, Mu-hammed (sav)in durumunu sormalarım tenbihlediler. Ayrıca Medine´deki yahudi alimlerinin ilk kitap ehli olduklarını ve kendilerinin bilmedikleri şeyleri, Özellikle bilgileri onlardan öğrenilebileceğini söylediler.
Nadr bin Haris ile Ukbe bin ebi Muayt yola çıktılar. Nihayet Medine´ye vardılar. Yahudi alimlerinden Peygamber efendimizin durumunu sordular. Onun niteliklerini ve bazı sözlerini anlattılar ve: “Siz Tevrat ehlisiniz. Bize adamımız hakkında bilgi vermeniz için yanınıza geldik” dediler. Yahudi alimleri onlara şu cevabı verdiler: “Gidin ona, size anlatacağımız üç şeyi sorun. Eğer size doğru cevap verirse, bilin ki o Allah tarafından gönderilen bir peygamberdir. Eğer doğru cevap vermezse, boş şeyler konuşan biri olduğunu anlayın. O zaman onun hakkında ne yapacaksanız kendiniz karar verin:
a- Ona eski zamanlarda bir gurup gencin şehirden dışarı çıkıp gittiklerini anlatın ve o gençlerin sonunun ne olduğunu sorun. Çünkü o gençlerin başına tuhaf haller gelmiştir.
b- Ona, yeryüzünün her tarafını dolaşan gezgin bir adamı anlatın ve o adamın ne olduğunu sorun.
c- Ona ruhun mahiyetini sorun.”
Yahudi alimlerin bu sözleri üzerine Nadr bin Haris ile Ukbe bin ebi Muayt, Medine´den dönüp Mekke´ye geldiler ve Kureyşlilere şöyle dediler: “Ey Kureyş topluluğu! Size, Muhammedle aranızdaki meseleyi halledecek bilgiler getirdik. Yahudi alimleri bize, Muhammed´e bazı sorular sormamızı söylediler…” Sonra da Yahudi alimlerinin sormalarını tenbihledikleri soruları Kureyşlilere anlattılar. Topluca Resulullah (sav)in yanına varıp, Yahudi alimlerinin kendilerine naklettikleri soruları ona sordular Onlar, yine Resulullah (sav)in, hak daveti tekrar ederek, önce yaptığı gibi kendilerine cevap vermeyeceğini sanmışlardı. Ama zanları boşa çıktı. Düşündükleri gibi olmadı. Peygamber efendimiz onlardan süre istedim. Cevaplarını hemen vermedi. Çünkü bu sorular belki de onun büyük mucizesinin kapsamındaydı. Onun büyük mucizesi ise Kur´an-ı Kerim´di. Bu nedenle kendisine süre tanıdıkları takdirde sorularım cevaplandıracağını vadetti. Çünkü o, Allah katından gelen şeyleri naklediyordu. Kendi şahsına ait bilgisi yoktu. Ne söylüyorsa, hepsi kudreti yüce olan Allah katından gönderilen şeylerdi. Onlara : “Bu sorularınızın cevabını size yarın bildiririm” demiş, fakat “Inşaallah” demeyi unutmuştu. Müşrikler yanından ayrılıp gittiler, Resulullah (sav) onbeş gece bekledi. Bu onbeş gece zarfında kendisine ne vahiy indi, ne de Cebrail geldi. Artık Mekke adeta sarsılmak üzereydi. Mekkeliler şöyle diyorlardı: “Muhammed yarın bize cevap vereceğini söylemişti, ama bakınız aradan onbeş gün geçtiği halde sorularımızın cevabını vere-medi!” Peygamber efendimiz üzülmeye başlamıştı. Vahyin gelişini bekliyordu. Mekkelilerin dedikodularından rahatsız olmuştu. Nihayet Cebrail geldi.
Vahiy neden bu kadar gecikmişti Bu soruya verilecek iki cevabımız vardır:
1- Peygamber efendimiz, müşriklere yarın size cevap vereceğim derken “inşaallah”dememişti.
“Hiç birşey için ´bunu yarın yapacağım´ deme. Ancak ´Allah dilerse (yapacağım)´ (de)” {Kehf-. 23-24)
2- Bu kadar bekledikten sonra cevabın gelmesi ve müşriklerin bu cevaba yönelmeleri, halk arasında Muhammed (sav)in cevap vermekten aciz kaldığını yaymış olmaları, geciken ve nihayet gelen cevabın faydasını tesirli kılmıştır. Çünkü cevap, tam ihtiyaç duyulduğu bir zamanda gelmişti. Böylece insanların kalplerine fazlasıyla tesir etmişti. Peygamber efendimizin inançsızlara meydan okuması, kalpleri daha çok etkilemişti. Onların yalanlamalarından daha güçlü bir cevap vermişti. Tuzaklarını başlarına geçirmişti. Çünkü bu hususta ileri geri epey konuşmuşlardı. Muhammed (sav)in cevap vermekten aciz kaldığını duyurdukları herkesin gözü önünde kendilerine cevap verilmişti. Bunun sonucunda da, Peygamber (sav) efendimizin daveti tasdik görmüştü.
Bunlardan ayrı olarak cevabın gecikmesi, Peygamber efendimizin Kur´an´ı Kerim´i kendi kafasından uydurmadığını isbat-lamıştı. Kur´an-ı Kerim´in; gayıpları bilen, yarattığı şeyler hakkında bilgi sahibi olan herşeyi gören ve her sözü işiten Allah katından geldiğini kanıtlamıştı.
Müşrikler sordukları üç sorunun da cevabını Peygamber efendimizden almışlardı. Birinci soruda sordukları genç gurubun Ashab-ı Kehf oldukları açıklanmıştı. Bunlar, kendi adlarıyla anılan bir sürede zikredilmektedirler. Bu surenin bir kısmını buraya aktarmayı uygun gördüm. Kelimeleri yüce olan Allah şöyle buyurmuştur:
“Yoksa sen, Kehf ve Rakim sahiplerini, şaşılacak ayetlerimizden mi sandın O gençler mağaraya sığındılar: “Rabbimiz! Katından bize rahmet ver ve bize şu işimizden bir kurtuluş yolu hazırla!” dediler. Bunun üzerine mağarada nice yıllar onları uyuttuk. Sonra, iki taraftan hangisinin bekledikleri sonucu iyi hesaplamış olduğunu belirtmek için, onları uyandırdık. Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Onlar Rabb-lerine inanmış gençlerdi. Biz de onların hidayetlerini arttırmıştık. Kalplerini (sabır ve metanetle) bağla (yıp kuvvetlendir) mistik. (Kralın önünde) kalktılar, dediler ki: “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz ondan başkasına tanrı demeyiz. Yoksa andolsun ki batıl söz söylemiş oluruz. Şu bizim milletimiz, Allah´ı bırakıp O´ndan başka tanrılar edindiler. Onların tanrı olduğuna açık bir delil getirmeleri gerekmez miydi Allah´a karşı yalan uydurandan daha zalim kim olabilir ” (İçlerinden biri şöyle dedi): “Madem ki siz onlardan ve Allah´tan başka taptıkları şeylerden ayrıldınız, o halde mağaraya sığının ki, Rabbiniz size rahmetinden yaysın (rızkınızı açıp bollaştırsın) ve (şu) işinizden size yararlı bir şey hazırlasın” Güneşi görürsün, doğduğu zaman mağaralarından sağa doğru eğiliyor, battığı zaman da, sola doğru onları makaslayıp geçiyor (hiç bir halde onların üzerine ışık kendilerini rahatsız etmiyor) ve onlar, mağara (dehlizin)den geniş bir açıklık içindedirler. Bu (durum), Allah´ın ayetlerindendir. Allah kimi doğru yola iletirse o, yolu bulmuştur. Kimi de sapıklığında bırakırsa artık onun için yol gösteren bir dost bulamazsın “(Kehf: 9-17)
Bu Suredeki Ashab-ı Kehf kıssası şu ayet-i kerime ile nihayete ermektedir:
“Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku, O´nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur.” (Kehf: 27)
Bu, birinci sorunun cevabıydı. Kehf suresinin bir kısmında bu sorunun cevabı verilmişti. Bu sorunun cevabı kendilerine verilirken, aynı zamanda Kur´an-ı Kerimi de dinlemiş oldular. Kur´an-ı Kerim´in okunup dinletilmesi, aslında hakka ve dosdoğru yola davettir. Kur´an-ı Kerim´in okunmasıyla insanlar, ondaki icazı idrak ederler.
Peygamber efendimize ikinci olarak gezgin bir adamı sormuşlardı. Kehf suresinin son kısmında bu sorunun da cevabı verilmektedir. Şanı ve kelimeleri yüce olan Allah şöyle buyuruyor:
“(Ey Muhammed), sana Zülkarneyn´den soruyorlar. “Onu size anlatacağım” de! Biz yeryüzünde onun için sağlam bir mekan ve orada istediği gibi hareket edeceği yönetim hürriyeti hazırladık ve kendisine (muhtaç olduğu) herşeyden bir sebep verdik, (ulaşmak istediği herşeye ulaşmanın yolunun, aracını verdik). O da (kendisini batı ülkelerine ulaştıracak) bir yol tuttu. Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, onu, kara balçıklı bir gözede batar buldu. Onun yanında da bir kavim buldu. Dedik ki: “Ey Zülkarneyn, (onlara) ya azap edersin veya kendilerine güzel davranırsın (onları güzellikle yola getirirsin. Nasıl istersen öyle yaparsın). “Kim haksızlık ederse, ona azap edeceğiz, sonra Rabbine döndürülür, onu görülmemiş bir azaba uğratır. Fakat inanıp iyi iş yapan kimseye, en güzel mükafatlar vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleriz (Kolay işler yapmasını emrederiz. Zor işlere onu koşmayız)” dedi. Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca onu, öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki onlara güneşin önünden (korunacak) bir siper yapmamıştık. îşte (Zülkarneyn) böyle idi. Onun yanında (daha) nice (hükümranlık) bilgisi (tecrübesi ve vasıtası) bulunduğunu biz biliyorduk. Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet iki set arasına ulaşınca onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu…”(Kehf:83-93)
Bu kıssa ayet-i kerime ile nihayete ermektedir: “Biz o gün onları (Yecüc ve Mecüc´ü) bırakırız, dalgalar halinde birbirlerine girerler. Sura üflenince hepsini bir araya
toplam.* (Kehf:99)
Peygamber efendimize sorulan sorunun üçüncü cevabı da, îsra suresinde Cenab-ı Allah tarafından şöyle verilmiştir:
“Sana ruhtan sorarlar. De ki: “Ruh, rabbimin emrindedir, size ilimden pek az birşey verilmiştir.” dsra:85)
Peygamber efendimize müşrikler tarafından sorulan soruların cevapları peşpeşe ayetler halinde geliyor ve bu ayetler oradaki insanlar tarafından duyulup dinleniyordu. Muhammed (sav)in kendi sorularına cevap vermekten aciz kaldığı konusunda müşriklerin Mekke-i Mükkerreme´de yaymış oldukları iftiralar da böylece asılsız çıkıyordu. Şüphesiz bu cevaplar, onların kalplerinde güçlü tesirler icra ediyorlardı.Onlarla Peygamber efendimiz arasında cereyan eden tartışmalar hakkında bilgi sahibi olanların da kalplerinde tesir meydana geliyordu. Kur´an-ı Kerim´in maneviyatından ve icaz delillerinden haberdar olan kimseler imanlarını elbetteki daha da arttırmışlardı.
Müşriklerin Kur´an-ı Kerim´i Dinlemeleri
Utbe bin Rebia, Kureyş adına Peygamber efendimizin yanına varıp ona dostluk gösterisinde bulunarak liderlik, hükümdarlık veya servet teklifinde bulunmuş ya da eğer cinler tarafından çarpılmışsa bir büyücü getirerek kendisini tedavi ettirme Önerisinde bulunmuştu. Onun bu önerilerine karşı Peygamber efendimiz cevap olarak şu ayet-i kerimeleri okumuştu:
“Ha mim. (Bu; kitab) Rahman ve Rahim Allah tarafından indirilmiştir. Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış arapça okunan bir kitaptır…” (Pussiietı-a)
Bu ayetleri dinledikten sonra Utbe bin Rebia arkadaşlarını yanına dönmüş ve onlara şöyle demişti: “Ey kavmim bu işte gelin bana itaat edin. Diğer hususlarda bana itaat etmeyebilirsiniz. Allah´a andolsun ki, ben bu adamdar öyle bir söz dinledim ki, daha önce bir benzerini, işitmemiştim. Ona verecek bir cevap bulamadım.”
Müşrikler, yüksek tesirini öğrendikten sonra Kur´an-ı Ke-rim´i dinlemek için büyük bir tutku duymaya başlamışlardı.
Onu tasdik edip iman etmek için değil onun mahiyetini öğrenmek ve ona karşı cevaplar hazırlamak için dinlemek istiyorlardı. Bazı müşrikler inatkar ve münkir olmakla birlikte, Kur´an-ı Kerim´in tehdit ve uyarılarından korkuyorlardı. Hatta sadece Peygamber efendimizin tehditlerinden de korkar hale gelmişlerdi. Rivayete göre Peygamber efendimiz, Ebu Cehil´e şöyle demişti: uEy Eba Hakem! Allah´a andolsun ki, çok az gülecek, çok fazla ağlayacaksınız.” Bu tehdit, onun taşlaşmış kalbini kısa anda yumuşatmış ve nezaketle Peygamber efendimize şöyle demişti: “Ey kardeşimin oğlu peygamberliğinden bana ne kötü tehditlerde bulunuyorsun !” Görülüyorki, Ebu Cehil, kabile içinde yakın akrabalık bağı ile Peygamber efendimize güzel bir hitapda bulunuyor. Halbuki onun böyle güzel bir hitapta bulunması daha önce görülmüş ve alışılmış şeylerden değildi. Kur´an-ı Kerim, Kureyşli büyükleri cezbediyordu. inanmasalar bile, onu dinlemek istiyorlardı. Velid bin Muğire de Kur´an-ı Kerim´i dinlemiş ve onu Kureyşlilere şöyle tavsif etmişti: “Vallahi onun okuduğu sözden daha üstün söz olamaz. O bir nurdur. Onun Öyle bir tatlılığı var ki, sanki kökü çok verimli toprakta, bol sulu bahçelerde yükselen, dalları etrafa uzanan gül salkımlı bir hurma ağacı gibidir! O insan sözü değildir!” Velid Kur´an-ı Kerim´in şiir oluşunu kabul etmemiş, ama inkardaki inadı nedeniyle onun sihir olduğunu söylemiştir. Başlangıçta her ne kadar Kur´an-ı Kerim´in bir sihir olduğuna inanmamışsa da, daha sonra inatkarlığı sebebiyle sihir olduğunu söylemiştir.
Mü´minleri Kur´an-ı Kerim´in kendisi ve Peygamber efendimizin sevgisi ile ihlasları cezbediyor, kalpleri iman ile aydınlanıyordu. Müşrikler beliğ ve edebi sözleri tanıdıkları, gönülleri bu gibi sözlere yakınlık duyduğu için, Kur´an-ı Kerim onları kendine çekmiştir. Ama kendileriyle iman arasına karanlıklar girmiş, küfür perdesiyle örtülmüştü:
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de perde vardır.” (Bakara: 7)
Kur´an-ı Kerim´i dinlemeye tutkun idiler. Büyük küçük bütün müşrikler, Kur´an-ı Kerim´i dinlemek istiyorlardı. Küçükleri iman ediyorlardı. İnatçı kafİrlerse Kur´an-ı Kerim´i dinledikçe küfür ve inatlarını arttırıyorlardı. Delil kuvveti, ihlaslı kimselerin kalplerine iman nurunu dolduruyordu; kindar ve hasetçi kimselerin kalplerine ise küfür ve inadı dolduruyordu. Kalpleri küfür ve inatla doldukça Peygamber efendimize, onun davetine ve davetine icabet eden kimselere karşı öfkeleri de fazla-laşıyordu.
îbn îshak, tbn Şihab ez-Zühri´nin şöyle dediğini rivayet eder: Ebu Süfyan bin Harb, Ebu Cehil Amr bin Hişam, Ahnes bin Şurayk bin Veheb es-Sekafî (bu, Zühre oğullarının müttefiki idi) bir gece evlerinden çıkıp Resulullah (sav)ın okuduğu Kur´an-ı Kerim´i dinlemek için evinin etrafına gidip siperlendiler. O sırada Peygamber efendimiz evinde namaz kılmaktaydı. Bu adamlardan herbiri Kur´an-ı Kerim dinlemek için bir yere oturdu. Fakat herbiri, diğerinin orada bulunduğundan habersizdi. Peygamber efendimizi şafak atmcaya kadar dinlediler. Sonra oradan ayrıldılar. Yolda birbirlerine rastlayınca birbirlerini ayıpladılar ve şöyle dediler: “Artık bir daha buraya gelip Kur´an dinlemeyelim. Eğer aramızdaki bazı beyinsizler bizi görecek olurlarsa, kalplerine şüphe düşer.” Böyle dedikten sonra oradan ayrıldılar. Ertesi gece yine herkes aynı yere gelip Peygamber efendimizin evinin etrafında durdular ve Kur´an-ı Kerimi dinlemeye başladılar. Şafak ağarmcaya kadar orada durdular. Sonra evlerine gitmek üzere oradan ayrıldılar. Fakat yolda yine birbirleriyle karşılaştılar. Yine bir önceki gün olduğu gibi, bir daha aynı davranışı tekrarlamamak üzere birbirlerine söz verdiler. Üçüncü gece yine herke aynı yere geldi. Peygamber efendimizi Şafak ağarmcaya kadar dinlediler ve sonra oradan ayrıldılar. Yolda karşılaşınca birbirlerine: “Tekrar Muham-med´in evinin yanına gelip Kur´an dinlememek üzere birbirimize yemin etmeden buradan ayrılmayalım” dediler ve artık Mu-hammed (sav)in evinin yanına gelip ondan Kur´an-ı Kerim dinlememek üzere yeminleştiler. Onlar hakkında Cenab-ı Allah şöyle buyurdu:
“înkar edenler: “Bu Kur´an-ı dinlemeyin okunurken gürültü edin, belki bastırırsınız dediler.” (Fussiiet-26)
Müşrikler Kur´an-ı Kerim´i dinledikten sonra, duydukları ayetler hususunda kendi aralarında müzakerede bulunurlardı. Örneğin Kur´an- ı Kerim´i dinleyenlerden biri olan Ahnes bin Şüreyk es-Sekafî, Ebu Süfyan´dan dinlemiş olduğu Kur´an ayetleri hakkındaki görüşünü sormuş, Ebu Süfyan da ona şu cevabı vermişti: “Ey Eba Sa´lebe! Allah´a andolsun ki, Muham-med´den duyduğum şeylerin bir kısmını biliyordum. Manalarını da anlıyordum. Ama duyduğum bazı şeyler de vardı ki, onların manalarını ve onlardan neler kastedildiğini bilmiyorum.´ Ebu Süfyan´m bu sözüne karşı Ahnes aBen de aynı durumdayım” demişti. Sonra Ahnes, Ebu Süfyan´ın yanından kalkıp Ebu CehiTin yanına gitmiş ve ona şöyle demişti: “Ey Eba Hakem, Muhammed´den dinlediklerin konusunda ne düşünüyorsun ”
Ebu Cehil şöyle cevap verdi: “Ben birşey dinlemedim. Biz ve Abdü Menaf oğulları (Haşimiler), şeref ve şan hususunda şimdiye kadar yarıştık durduk! Onlar halka yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar arabuluculuk ederek diyet yüklendiler. Biz de yüklendik. Onlar, halka ihsanda bulundular, biz de bulunduk. Onlarla binekler üzerinde at başı beraber oluncaya kadar, at yarıştırırcasına yarıştık, durduk. Şimdi ise onlar “kendisine, gökten vahiy gelen bir peygamberimiz var!” demeye başladılar. Biz böyle birini nereden bulalım da onlara yetişebilelim ! Vallahi biz hiçbir zaman ona inanmayız. Onu tasdik etmeyiz!”
Bu rivayeti nakletmekteki amacımız şudur: Müşrikler Kur´an-ı Kerim´i dinlemeye yöneliyorlardı. Müminler de aynı şekilde Kur´an-ı Kerim´i okumaya ve dinlemeye yöneliyorlardı. Ancak aralarında şu fark vardı: Müminler, hakkı bulmak ve ona iman etmek maksadıyla Kur´an-ı Kerim´i dinlemek istiyorlardı. Müşriklerse hakkı talep etmeksizin Kur´an´ı Kerim´i dinlemek istiyorlardı. Onları cezbeden, sadece Kur´an-ı Kerim´in tatlılığı güzellik ve parlaklığıydı. Hakkı talep etmedikleri için Kur´an-ı Kerim´e iman etmiyorlardı. Kalbleri çeviren yüce Allah, delilleri ve belgeleri görüp tanısınlar diye, onları Kur´an-ı Kerim´e yöneltiyordu. Bunun sebebi de, bundan sonra inkar edecek olsalar bile, hiç değilse delilleri gördükten ve hakkı duyduktan sonra inkar edip yüz çevirmeleridir. Haklarında sapıklıkta kalmaları mukadder olduğu için, onlar Kur´an- ı Ke-rim´den yüz çeviriyor ve hakkı kabul etmiyorlardı. Artık ileri sürecek mazeretleri kalmamıştı. Çünkü onlar hidayetten yüz çevirmiş ve sapıklıkta kalmayı tercih etmişlerdi. Bununla birlikte onlar gecenin karanlığında Kur´an-ı Kerim´i dinlemeye gidiyorlardı. Kur´an-ı Kerim´i dinlememek hususunda kendi aralarmda sözleşmiş olmalarına rağmen, sözlerini bozuyor ve yine gizlice, geceleyin Kur´an-ı Kerim´i dinlemeye gidiyorlardı. Peygamber (sav) efendimiz, onlara gündüz açıkça Kur´an-ı Kerim´i okuduğu zaman, Kur´an-ı Kerim´e uyanların sayısı çoğalmasın diye onu dinlemiyorlardı. İçlerindeki inkar gözlerinde perde oluyor, boğazlarında düğüm meydana getiriyordu.
îbn Ishak´ın rivayetine göre, Resulullah (sav), Kur´an-ı Kerim´i onlara okuyup hakka davet ettiği zaman onunla alay ediyor ve “kalblerimiz, senin çağırdığın şeye karşı kapalıdır. Ku-laklarımızsa senin söylediklerini duymuyor. Aramızda perde vardır. Sen tebliğini yapmaya devam et. Biz de küfürde kalmaya devam edeceğiz” diyorlardı. Kur´an-ı Kerim´de de bu durumları şöyle anlatılmaktadır:
“Kur´an okuduğun zaman, seninle, ahirete inanmayanların arasına kapalı bir perde çekeriz. Kalplerine -onu anlamalarına engel olacak-kabuklar, kulaklarına da bir ağırlık koyarız. Kur´an´da yalnız rabbini andığın zaman arkalarına dönüp kaçarlar. Biz onların, seni dinlerken ne sebeple dinlediklerini, kendi aralarında gizli konuşurken de o zalimlerin: “Siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!” dediklerini gayet iyi biliyoruz. Bak nasıl misaller verdiler, (seni şaire, büyücüye, kahine ve mecnuna benzettiler) de (doğru yoldan) saptılar. Artık bir daha yol bulamazlar. Dediler ki: “Biz kernikler haline geldikten, ufalanıp toprak olduktan sonra, sahiden yeniden dirilecek miyiz De ki: “ister taş olun, ister demir, ya da gönlünüzde büyüttüğünüz herhangi bir yaratık olun Allah sizi mutlaka dirütecektir.” “Bizi tekrar kim diriltir ” diyecekler. “Sizi ilk defa yaratan.” de” (W 45-51)
Bu ayetler kafirlerin Kur´an-ı Kerim´i dinlemeye tutkuları yanında, şu üç şeye işaret etmektedir:
1- İçinde belagat bulunduğu ve güzel sözden anlayan kimseleri kendisine çektiği için müşrikler Kur´an-ı Kerim´i dinlemekten hoşlanıyorlardı. Böylece onlar kendi sözleriyle Kur´an´daki sözler arasındaki farkı idrak edecek olan ve sağlam bir ilahi hüccet olan alemlerin rabbinin kelamı arasındaki farkı anlıyor ve anlatıyorlardı. Somut ayetleri ve mucizeleri görünce şaşıyor, bunları birer belge ve delil olarak görüyorlardı. Aynı şekilde Kur´an´ın manevi ayetleri de onların kalplerini kendine doğru çekiyor; dinlemeye mecbur ediyordu. Böylece, kalplerine iman nuru girmeyen kimseler de, ilahi kelamın üstünlüğünü anlıyorlar di. Kur´an-ı Kerim onlara karşı bir hüccet ve beyyine olarak dimdik duruyordu. Onlarınsa, cahilliklerini haklı gösterecek bir delil ve mazeretleri yoktu.
2- Müşrikler, bir benzerini getirmek talebiyle karşılaşmadıkları halde, Kur´an´ın bir benzerini getiremeyeceklerini hissetmişlerdi. Ayrıca onda, kendi güçlerinin üstünde bir söz güzelliği görmüşlerdi. Daha önce duymadıkları bir belagat parlaklığıyla karşılaşmış ve beliğ sözler duymuşlardı. Öyle ki, müşriklerin sözcüleri kendi küfür ve sapıklığında devam ettiği halde şöyle demişti:
“Doğrusu Kur´an-ı Kerim yüksektir ve hiç beşer söylemiyor!” Böylece müşrikler Kur´an-ı Kerim´in belagatına teslim olmuşlardı. Ancak onun davetine kulak vermemişlerdi. Delilleri gördükleri halde küfrü, imana tercih etmişlerdi.
3- Müşriklerin inkarları, hakikati bulma arzusunun önüne geçmişti. Deliller, bu durumdaki kimseleri hidayete kavuştura-maz ve ikna edemez. Çünkü bu durumdaki kimseler hakkı talep etmiyorlar ve kendilerini imana götürecek yolu tanımak için uğraşmıyorlar. Hakka ulaştırmayacak eğri bir yola giren bir kimse, elbette hakka kavuşamaz. Girdiği eğri yolda devam ettiği sürece hidayetten uzaklaşır. Bu yolda yürümeye devam ettikçe de inkarı daha fazla artar. Her ne kadar, gerçek kendisini doğru yola çağırsa da, onun çağrısına kulak vermez. Çünkü emareler ve görünür durumlar onu doğru yola iletir. Doğru yol ise ihlastır. Hakkı talep etmekteki samimiyettir. Bu gibi kimselerin kalbi heva, heves ve şehvetlerin peşine düşmez. Hayrı yok eden bencilliğin ardına düşmez. Nefsi, kötülük yollarına karşı kapalıdır.