Varaka bin Nevfel, Muhammed (sav) ile kavmi arasında düşmanlık ve mücadele olacağını Önceden tahmin etmiş ve beklemisti. Allah´ın kendisine gönderdiği vahiy ya da Rabbi tarafından omuzuna yüklenen risaletin icaplarını yerine getirmesi sebebiyle, Peygamber efendimizle kavmi arasında çarpışmalar olacaktı. Çünkü her peygambere, kavimleri tarafından mutlaka düşmanlık edilmiştir. Muhammed (sav), kavmi nezdinde şerefli ve itibarlı bir kimseydi. Kavmi onu sever, onunla ülfet kurarlardı. Ona sonsuz güvenleri vardı. Ancak Allah´ın kendisine gönderdiği vahyi insanlara tebliğ etmeye başlayınca Mekkeli-ler´in çoğu ona karşı çıktılar. Daha sonra davetine düşmanlık etmeye başladılar. Tebliğin ilk aşamasında ona direndiler ve düşmanlık ettiler. Genel olarak kendisine tabi olan kimselere de zulüm ve baskıda bulundular. Çünkü müşrikler hakka daveti beklemiyorlardı. Bir sürprizle karşılaşmışlardı. Daha önce böyle bir davetle karşılaşacaklarını tahmin etmemişlerdi. Özellikle Abdullah oğlu Muhammed (sav)´in böyle bir dava ile karşılarına çıkacağını tasavvur dahi edememişlerdi. Karşılarına beklenmeyen bir şey getiren ve önlerine koyan bir kimseye elbette ki protestoda bulunacaklardı.
Resulullah (sav)´ın çağrısı İbrahim peygamberin nesline gelmiş olmasına rağmen, bu Mekke´nin yerlilerinden çok taşrada yankısını bulmuştu. Mekkeliler maddeci bir^kavimdi. Onları yalnızca ticaret ve Hac ilgilendiriyordu. Çünkü diğer Araplar´a karşı üstünlük sağlamaları Hac dolayısıyla mümkün oluyordu. Gerçekten de onlar, liderliğin zor olduğu topluluklar arasında yaşıyorlardı. Baş tanımayan kavimler arasında Beyt-i Muazzama sayesinde bir üstünlük kurmuşlardı. Cenab-ı Allah Beyt-i Muazzama´yı yüceltmiş ve her şeyin semeresinin kendisinde toplandığı güvenli ve saygıdeğer bir yer kılmıştı.
Beyt-i Muazzama´nın yakınında bulunmaları dolayısıyla elde etmiş oldukları bu şeref ve itabardan başka hiçbir şey onları ilgilendirmiyordu. Beyt-i Muazzama ve Mekke-i Mükerreme, Hac menasikinin mahalli olmasının yanında, aynı zamanda, Arap ticaretinin merkezi ve bir güven yeriydi. Korku ve savaş ortamında bulunan insanlar, kendilerini mali bakımdan Mekke´de güven içinde görüyorlardı. Çünkü orası, onların ticaret yolu ve emniyet merkeziydi. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Kureyş kabilesinin yaz ve kış yolculuklarında uzlaşması ve anlaşması sağlanmıştır. Öyleyse kendilerini açken doyuran ve korku içindeyken güven veren bu Kabe´nin Rabbi´ne kulluk etsinler. ” (Kureyş suresi)
Kureyşliler ve diğer müşrikler beklemedikleri bir sürprizle karşılaşınca hemen inkara yöneldiler. Bununla da yetinmeyerek protestoda bulunmaya başladılar. Bu, yalın inkardan daha ileri bir inkar aşamasıdır. Çünkü salt inkar içindeki kimseler, herhangi bir delille karşılaştıklarında iman edilebilirler. Protesto ise, hakkı inkar etmek ve hakka davete karşı çıkmak anlamını taşır. Müşrikler, protestodan sonra düşmanlık aşamasına geçtiler. Bütün bu olaylar, beklemedikleri ve alışık olmadıkları bir şeyle aniden karşılaşmaları sebebiyle vuku´ bulmuştu. Düşmanlık, insanı bazan kesin red aşamasına sürükler. Bundan sonra küfür ve arkasından da eziyet verme aşamaları gelir.
Aniden karşılaştıkları Muhammedi davet, müşriklerin düzenlerini değiştirecekti. Oysa müşrikler, putlara tapmayı, kuvvetli bir inanç eseri olmaksızın alışkanlık haline getirmişlerdi. Putları kutsarken eğik büğük ifadeler kullanır, çeşitli vehimler ortaya atarlardı. Bu vehimlerin tehakkümü sebebiyle, yüce Allah´a ibadet ederken putları ortak koşarlardı. Yoksa Allah´ın göklerle yerin yaratıcısı olduğunu bilmeyen kimseler değillerdi.
Mala meyli olan ve insanlar arasında yükselmek isteyen kimseler, düzenin değişmesini tasvip etmezler. Aksine bunlar, içinde herhengi bir düzen değişikliği olmayan normal hayatın ve basit yaşantının devamını arzu ederler. Doktrin ve düşüncelerde inkılap ve değişikliklerin yapılmasından hoşlanmazlar. Bu gibi şeylerle ilgilenmek istemezler. Bu nedenledir ki, Peygamber efendimizin davetiyle karşılaştıkla-rında verdikleri cevap şu olmuştu: “Hayır, biz atalarımızın üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu bulamayan kimseler olsalarda mı (atalarının yoluna Uyacaklar) ” (Bakara. 110)
“Onlara: “Allah´ın indirdiğine uyun!” dense: “Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız (onların yolunda gideriz)” derler. Şeytan onları, alevli ateşin azabına çağırmış olsada mı´(babalarının izinde gidecekler) ” (Lokman: 21)
Onlar şirke alışmışlardı. Gerçeğin ışığı ne kadar parlak olsa ve ortada görünse bile tevhide yabancıydılar. Putlara karşı tam bir inançları olmasa bile, onlara tutunmuşlardı. Yeri geldiğinde putları paralıyor, yine yeri geldiğinde onlara ibadet ediyorlardı. Adları değişmese de taşları değiştiriyorlardı. Ama putları bırakıp, alışık olmadıkları şeylere bağlanmıyorlardı. Zaten Hz. Muhammed´in davranışlarından onun alışık olmadıkları bir inanca çağıracağını beklemeye başlamışlardı. O, insanlara içkiden uzak durmalarını söylüyor, fakat onlar içki içmeye devam ediyorlardı. Hz. Muhammed, peygamberlikten önce de içkiyi tatmamıştı. Kur´an-ı Kerim de, içkinin güzel bir rızık olmadığını ifade ediyordu:
“Hurma ağaçlarının meyvalarmdan ve üzümlerden de içki ve güzel rızık elde edersiniz.” cNahi 67).
Bu ayet-i kerimede güzel rızık, içkinin mukabilinde zikredilmiştir ki, buda onun çirkin ve pis olduğuna işaret eder. Cahili-yet devri araplarmda faiz ticaretin bir parçası haline gelmişti. Muhammed (sav)´in ticaret yaparken faizcilik yapmadığını ve faizciliğe razı olmadığını anlamışlardı. Kur´an-ı Kerim, faizin haramlığını ilan ediyor ve şöyle diyordu: “İnsanların mallları içinde, artması için verdiğiniz faiz (malı), Allah katında artmaz. Ama Allah´ın yüzünü (rızasını) isteyerek verdiğiniz zekat (a gelince); işte (onu verenler, sevaplarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır. * (Rum 39)
Bu ifadelerden açıkça anlaşıldığına, göre, Muhammed (sav)in getirmiş olduğu yeni din, mallarını faizle nemalandıran faizcileri rahatsız edecekti. Mal sahipleri olan sermayedarlar, mallarını başkalarına borca veriyor ve bu borcun getirdiği kazancı, arada herhangi bir ticaret olmaksızın yiyorlardı. Bu yolla büyük servet sahibi olan kimseler vardı. Faizciliği tıpkı alış veriş gibi sayıyorlar ve: “Alış veriş de faiz gibidir” diyorlardı.
işte bu yeni dinin, bütün işlerini altüst edeceklerini anlamışlar, dolayısıyla derhal inkara yönelmişlerdi. Bu durumu, Necaşi ile konuşan Ebu Talib oğlu Cafer (ra) çok güzel bir şekilde tasvir etmişti. Sahih hadis kitaplarında anlatıldığı üzere, Habeşistan´a hicret eden müslümanların sözcüsü Cafer ile Habeş Kralı Necaşi arasında geçen konuşmayı nakletmekte fayda mülahaza ediyorum: Necaşi onlara sormuştu:
-Dininiz nedir Siz Hıristiyan mısınız
-Hayır…
-Siz Yahudi misiniz
-Hayır…
-Kavminizin dini üzerinde misiniz
-Hayır..
-Öyle ise hangi dindensiniz
-İslam
-islam nedir
-Biz Alllah´a kulluk eder ve hiç bir şeyi ona ortak koşmayız.
-Bu dini size kim getirdi
-içimizden bir adam. Onu ve nesebini tanırız. Allah bizden Önceki milletlere peygamber gönderdiği gibi, bize peygamber olarak onu gönderdi. İyiliği, doğruluğu, vefakarlığı ve emanete riayeti emrediyor. Putlara tapmamızı yasaklıyor, bir ve ortak-sız olan Allah´a ibadet etmemizi istiyor. Biz de onu tasdik ettik ve getirdiği sözlerin Allah kelamı olduğunu anladık. Getirdiği hükümlerin, Allah katından gönderilen hükümler olduğunu idrak ettik.işte biz bu iyilikleri yapıp kötülüklerden uzak durunca, kavmimiz bize düşmanlık etti. Doğru sözlü peygambere düşmanlık edip onu yalanladılar, onu öldürmek istediler. Putlara tapmamızı istediler. Biz de bu dinimize bağlı kalmak ve canımızı kavmimizden kurtarmak için sana gelip sığındık. ”
Bu sözler bize, müşriklerin kendi adetlerinde görülen değişikliği biraz da olsa tasvir etmektedir. Müşrikler adetlerinde yapılan değişiklikleri görünce Peygamber efendimizin davetine karşı düşmanlık etmeye başladılar. Onu durdurmak istediler.
Müşriklerin ilk anda İslamı inkara yeltenmelerinin sebebi, islam´ın haddi zatında onlara alışılmışın dışında gelmesiydi. Onlar iyi kimsenin iyiliklerinden ötürü mükafat göreceği, kötü kimsenin de kötülüğünden ötürü ceza göreceği bir hesap gününün geleceğine iman etmiyorlardı. Ebedi cennetliklerle ebedi cehennemlik kimseler bulunacağına inanmıyorlardı. Kavmini uyarması için Rabbinin kendisine emir vermesinden sonra, Peygamber efendimiz Safa tepesinin yanında durup insanlara hitapda bulunurken, ahiret gününün varlığım te´kid etmek için -çünkü o, insanların ahiret hakkında gafil olduklarını bilmekteydi- şöyle demişti: “Vallahi tıpkı uyuduğunuz gibi Öleceksiniz ve uyandığınız gibi de diriltileceksiniz, iyiliğinize karşı iyilikle; kötülüğünüze karşı da kötülükle karşılık göreceksiniz. Mutlaka ebedi cennetlikler olduğu gibi, ebedi cehennemlikler de olacaktır. Şiddetli bir azaptan Önce uyarıda bulunduğum ilk insanlar doğrusu sizlersiniz.”
Arap müşrikleri, maddeci bir milletti. Sadece duyulur şeylere inanıyorlardı. Allah´ı biliyorlardı, ama tapmak için taştan putlar yapıyor, taşlara şekiller veriyorlardı. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah´ı görmedikleri için, ona ibadet etmiyorlardı. Bütün bu yaptıkları, garip şeylerdi. Delilsiz ve tanımadığı şeylerle karşılaşan bir kimse o şeyi inkar eder. Yine onu ikna etmek için delil ileri sürülmeyince inkardan Öteye giderek protestoda bulunur. Arap müşriklerinin ahiret gününü inkar edişlerini onların ağızlarından nakleden Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Asıl şaşılacak şey, onların şu sözleridir: “Biz toprak olduğumuz zaman mı,biz mi yeniden yaratılacağız ” îşte onlar, Rable-rini inkar edenlerdir. Ve onlar boyunlarında halkalar olan kimselerdir. Onlar ateş halkıdır. Onlar, orada ebedi kalacaklardır.” (Ra´d 5)
Öldükten sonra yeniden diriltilmeyi şaşılacak birşey olarak gören müşriklerin sözlerini Cenab-ı Allah bizlere naklederek şöyle buyuruyor:
“Kendi yaratılışını unutarak bize bir mesel verdi.
“Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek ” dedi. De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek. O, her yaratmayı bilir.” (Yazın: 78-79)
Nübüvveti bilmedikleri için, şaşkınlıkları daha da artmıştı. Nefislerinde bir garabet meydana gelmişti. Kendi içlerinden çıkan bir adamın, kendilerini Allah´a davet etmesini tuhaf bulmuşlardı. Bir peygamberin mutlaka bir insan olup halk arasında normal bir sekilide dolaşacağını bilselerdi; Peygamber efendimizin bir peygamber olarak halk arasında dolaştığım görünce tuhaf karşılamayacaklardı. O müşriklerin sözcüleri halkı, taştan yapılan putlara sarılmaya ve onlardan ayrılmamaya davet ederek şöyle demişti:
“Onlardan bir gurup fırladı: “Yürüyün, tanrılarınıza bağlı kalın. Çünkü bu, arzu edilen bir şeydir. Biz bu (nun söylediğini, (babalarımızın bağlı olduğu) öteki dinde işitmedik. Bu, uydurmadan başka bir şey değildir! O ihtar (Kur´an başka kimse kalmadı da) aramızdan ona mı indirildi ” Hayır, onlar benim ihtarımdan şüphe içindedirler. Hayır, onlar henüz azabımı tatmadılar!” (Sa´d: 6-8)
Onların îslam davetini tuhaf bulmalarının sebebi, Peygamber efendimizin bir insan olmasıydı. Çünkü onlar okuma yazma bilmeyen, risalet hakkında bilgisi olmayan kimselerdi. Daha önceleri de böyle bir şeyle karşılaşmamışlardı. Onların, Peygamber efendimizin bir insan olarak yeyip içen ve çarşı pazarda dolaşan vir kimse olmasını tuhaf karşıladıklarını Cenab-ı Allah şöyle ifade ediyor:
“Dediler ki: “Bu peygambere ne oluyor da yemek yiyor, çarşılarda geziyor Ona kendisiyle beraber uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil mi Yahut kendisine (gökten) bir hazine atılmalı, yahut kendisinin bir bahçesi olmalı da ondan (hiç zahmet ve meşekkat çekmeden)yemeli değil mi ” Ve zalimler: “Siz başka değil, sadece büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediler.” (Furkan: 7-8)
Arap müşriklerinin risalet ve peygamber hakkında cahil kalmış olmaları, daha önce içlerinden Allah´ın gönderdiği masajları bilmelerine vasıta olacak peygamberlerle karşılaşmış olmamaları ve peygamberlerin insanlar arasından seçileceği konusunda bilgilerinin olmayışı sebebiyle, peygamberin bir insan şeklinde görülmesini, onların yediklerinden yemesini ve içtiklerinden içmesini görünce, bu onlara tuhaf geldi. Bu şaşkınlıklarını gidermek için, hakikatleri araştırmaları ve gerçekleri öğrenmeleri, nübüvvet nuru ile ünsiyet kurmaları gerekirdi. Ama onlar inatçılık ettiler. înat onları azgmlaştırdı. înkar ve küfre sürüklendiler.
Muhammed (sav) yoksul ile zengini eşit tutan, yoksul için zenginin malında bir hak tanıyan bu davetiyle onların büyüklüklerini ellerinden aldı. Bulundukları ve işgal ettikleri makamları sarstı. Bu sarsıntı karşısında, işgal ettikleri büyük makamların, altlarından kaymakta olduğunu hissettiler. Saltanatlarının kaybolacağını anladılar. Çünkü onların asilzadeleri, kendi şovlarıyla büyüklük taslıyorlardı. Eşrafın sadece kendileri olduklarını sanıyorlardı. Diğer insanları da kendilerinden aüşük ve alçak görüyorlardı. Kendileri yüksek, kendilerinden başkalarıysa alçaktı! Tabii ki, arabın aceme üstünlüğü olmadığım ve üstünlüğün ancak takva ile olduğunu ifade eden bu yeni davetçiye, yani Hz. Muhammed(sav)´e direneceklerdi. Cennetin, Habeşli bir köle bile olsa, amirine itaat eden; cehennemin-se Kureyşli bir asil bile olsa isyan eden kimselere mahsus olacağını söyleyen Peygamber efendimize karşı direnmeleri, kendilerine göre zorunluydu. Güçlü ve zorba kimseleri, perçeminden tutup zayıf ve güçsüz kimselerin seviyesine indiriyordu. Müşrikler onun bu vasfını ve uygulamasını, kendisine tabi olan kimselerde de gözlemişlerdi. Arapların soylusu ve Kureyş-lilerin büyük insan diye tanıdığı Ebu Bekir´in kendi kölesi olan Bilal´le yanyana durduğunu görmüşlerdi. İkisi arasında üstünlük ancak iman ile olabiliyordu. îman , şeref ve şerefsizliğin, büyüklük ve küçüklüğün ölçüşüydü.
Şüphesiz bu sosyal prensipleri Mekke´nin ileri gelenleri ve liderleri kabul etmeyeceklerdi. Muhammed (sav) de bu prensipleri mutlaka tatbik edecekti. Çünkü o, peygamberlik verilmeden önce de bu prensipleri kendi gücü nisbetinde tatbik ediyordu. Kendisine vahiy geldikten sonra bu prensibler, uyulması gereken bir nizam oldu. Bu nizama uymayan kimse, eğer bugün cezalandırılmasa bile, kıyamet gününde, tutuşturulmuş bir ateşin içine atılacaktır. Çılgın alevli ateşlerde yakılacaktır!..
Peygamber efendimizin getirdiği bu nizam güçlendi. Şöyle ki: Zayıf kimseler nefret etmeden, gönülden kabul ederek Muhammed (sav)in davetine yöneldiler. İslam´a giren güçlü kimseler, hürlere yaptıkları muamelenin aynısını kölelere de tatbik etmeye başladılar.
Bu davetle beraber gelen yeni akıma arap müşriklerinin mukavemet etmeleri, onun güçlenmesinin önüne geçmeleri zorunluydu. Çünkü, eğer bu akım güçlenirse, Kureyşlilerin elindeki asılsız şeref yıkılacaktı. Temelden çürük olan bu şerefe dayanarak yürüttükleri saltanat yok olup gidecekti. Sonra onlar, kendilerini en yüksek liderler olarak görüyorlardı. Sultanlar gibi hüküm sürüyorlardı. Eğer Muhammed´in dini yayılır ve iktidar sadece hakka geçerse; eşitlik hakim olur, kabilecilik çekişmeleri ortadan kalkarsa Hz. Muhammed güçlenir ve ellerindeki iktidarı alır, eski yeni şerefleri üzerine kurdukları hakimiyet yıkılırdı. Çünkü onlar İsmail peygamberin soyundan geldiklerini, İbrahim peygamberin torunları olduklarını iddia ederek hakimiyet ve saltanat kurmuşlardı, işte Muhammed (sav) insanları İbrahim peygamberin dinine davet ediyordu. Bu din, İbrahim peygamberin şirkten uzak olan Hanif diniydi. O hiçbir zaman müşrikler gibi davranmamıştı. Dolayısıyla görevinden sonra da müşrik olması düşünülemezdi! Şu Muhammed (sav)in davetini kökünden söküp atmak, onu henüz beşikteyken boğmak gerekiyordu! Sonra bazı önde gelen şahsiyetler Abdullah oğlu Muhammed (sav) ile rekabete girmişlerdi.”iViçm bu yüksek mertebe ona verildi Halbuki bu mertebeye biz daha layıkız!” diyorlardı. Velid bin Muğire böyle demiş ve nübüvvete kendisinin daha layık olduğunu iddia etmişti. Servet ve evlat bakımından Muhammed´den daha ileride olduğunu söylemişti. Ur-ve bin Mes´ud es-Sekafî de böyle diyen kimselerdendi. Bu ikisi hakkında Cenab-ı Allah´ın şu kavli şerifi nazil olmuştu:
“Ve dediler ki: “Bu Kur´an iki kentten (Mekke ve Taiften) büyük bir adama indirilmeli değil miydi Rabbinin rahmetini onlar mı bö´lMsürüyorlar Dünya hayatında onların geçimliklerini, aralarında biz taksim ettik ve onlardan kimini ötekine derecelerle üstün kıldık ki, biri diğerine iş gördürebilsin. Rabbinin rahmeti, onların toplayıp yığdıklarından daha hayırlıdır. Eğer bütün insanlar (küfre meyledip tek bir ümmet olma durumuna gelmeyecek olsaydı, Rahman olan Allah´ı inkar edenlerin evlerinin tavanlarını, üzerinde yükseldikleri merdivenleri, evlerinin kapılarını üzerine yaslanacakları kerevetleri gümüşten yapar ve altın bezeklerle işlerdik. Bütün bunlar, sadece dünya metaından (geçici dünya malından) ibarettir. Ahiret ise, rabbinin katında (buyruklarına karşı gelmekten) sakınanlara mahsustur. ” (Zuhruf: 31-35)
Bütün bu anlattıklarımızın ötesinde, Araplar´m nefislerinde yerleşmiş bulunan cahiliye asebiyeti nesilden nesile geçmekte ve bu sebeple Araplar´ın hepsi Kureyşliler´in itibarlarına karşı rekabet içinde bulunmaktaydı, Kureyşliler´de sahip oldukları mertebe hususunda Kusayoğullarıyla diğer kabileler ise Abdü-menaf oğullarına karşı rekabet içine girmişlerdi. Ümeyye oğullan da, üstünlük ve liderlik hususunda Haşim oğullarıyla rekabet içine girmişlerdi. Haşim oğulları, Kabe hizmetkarlığı dolayısıyla, kendilerine yüksek bir yer edinmişlerdi. Haşim´in kendisi, liderliği Abdümenafdan, Abdülnıuttalib de bu görevi Haşim´den devralmıştı. Abdülmuttalib´den sonra da liderlik Ebu Talib´e geçmişti.
İslam daveti, Kusayy´a karşı çıkan kimselerin düşmanlığına maruz kalmıştı. Ayrıca Abdümenaf a düşmanlık edenlerin de saldırılarına hedef olmuştu. İslamiyet Haşimoğulları´na düşman olanların hücumlarıyla da karşı karşıya kaldığından, bütün bu gurupların mukavemeti karşısında, kalmıştı. Bu*düş-manlıklarm hepsini şahsında toplayan bir kimseyi örnek gösterecek olursak, belki de en mükemmel örnek, Amr bin Hişam olacaktır. Amr bin Hişam , islam tarihinde Ebu Cehil adıyla şöhret bulmuştur. O, bu ada gerçekten layıktı. Her ne kadar beyinsizlik, kindarlık ve saçmalığı hususunda Firavun kadar olmasa bile, o, bu ümmetin Firavun´u sayılsa yeridir. Resulul-lah (sav), Ebu Cehil´e lanet etmiş, onu Ebul-Hakem künyesiy-le çağırarak kendisine şöyle demişti:
“Ey Eba Hakem! Allah´a ve Resulü´ne gel. Seni bana inanmaya davet ediyorum.”
Ebu Cehil ise şöyle diyordu: “Ey Muhammed, sen bizim tanrılarımıza sövmekten vazgeçmeyecek misin Mutlaka risalet görevini tebliğ ettiğine şehadet etmemizi istiyor musun Biz, elçilik görevini tebliğ ettiğine şehadet ederiz. Allah´a andolsun ki, senin söylediklerinin gerçek olduğunu bilseydim, sana tabi olurdum.”
Peygamber efendimizle arasında böylece sakin bir tartışma cereyan etmişti. Bunun sebebi de, Peygamber efendimizin hikmetli konuşmasıydı. Peygamber efendimizin ona Ebu Hakem künyesiyle seslenmesi, Ebu Cehil´e yapılan bir taltifti. Fakat o Peygamber efendimize aynı şekilde mukabelede bulunmuyor, aksine kaba bir şekilde “Ya Muhammed!” diye sesleniyordu. Bundan daha da Önemli olan, Peygamber efendimizin kendisinden ayrılmasından sonra, karşılaştığı bir adama Ebu Cehil´in şöyle demiş olmasıdır:
“Allah´a andolsun ki, ben Muhammed´in söylediklerinin gerçek olduğunu biliyorum. Ama onun sözlerini kabul etmemi engelleyen bir şey vardır: Kusayy oğulları Kabe´nin örtüsünü örtme görevinin kendilerinde olduğunu söylediler. Biz evet dedik. Sonra onlar hacılara su dağıtma görevinin kendilerinde olduğunu söylediler. Biz yine evet dedik. Darü´n-Nedve´yi idare etme görevinin kendilerinde olduğunu söylediler. Biz buna da evet dedik. Sonra diyet yükünü omuzlama hususunda anlaşıp darda kalana yardımcı oldular. Biz yine evet dedik, insanlara yemek yedirdiler, biz de yemek yedirdik. Sonra iş ilerleyince onlar; ´bizden bir peygamber vardır´ dediler. Allah´a andolsun ki, ben bunu kabul etmeyeceğim.” [1]
Kusayy oğullan Kabe´nin örtüsünü örtme görevini ve Ka-1 be´nin diğer hizmetlerini ellerinde bulundurmak dolayısıyla yüksek bir şerefe nail oldukları için, Kureyş´in bütün kabileleri onlara karşı cephe almışlardı. Bu da yetmezmiş gibi, hacılara su dağıtma görevini de ellerinde bulundurmaktaydılar. Bu da, onların diğer Araplar arasında isimlerini yüceltiyor ve şereflerini arttırıyordu. Araplar´ın şura meclisi olan Darü´n-Nedve´yi idare etme görevini de ellerinde tutuyorlardı. Böylece onlar Araplar´ın liderleri olmuşlardı. Kureyş´in sancağını da taşıyorlardı, îşte bütün bu sebeplerden ötürü Araplar onlara karşı cephe almışlardı. Sonra bu rekabet, Kusayy oğullarından ve Haşim oğullarından biri olan Muhammed (sav)´in getirmiş olduğu hakka karşı cephe almalarına sebep olmuştu.
Kureyşliler´in tümü, ellerinde bulundurdukları nimetten ötürü Kusayy oğullarına karşı rekabet içine girmişlerdi ya da onlara karşı haset duygularıyla bilenmişlerdi. Abdümenaf oğullarına karşı da aşırı bir şekilde düşmanlık etmekteydiler. Çünkü Abdümenaf oğulları, Kusayy´m şeref ve meziyetlerini miras olarak devralmışlardı. Bunu, bu ümmetin Firavun´u olan Ebu Cehil bu şekilde ifade etmiştir.
Onlar Kur´an-ı Kerim´i gizlice dinlerlerdi. îslam´a karşı besledikleri düşmanlık aşırı bir dereceye ulaşmıştı. Kur´an-ı Kerim´i gizlice dinledikten sonra onun etkisinde kalarak birbirleriyle müzakereye girişmişler, aralarından biri Ebu Cehil´e şöyle demişti: aEy Ebu Hakem, Muhammed´den işittiğin sözler hakkında ne dersin ” Ebu Cehil öfke ve kızgınlık içinde şu karşılığı vermişti: “Ondan işittiklerim ne ki ! Biz ve Abdümenaf oğulları, şeref yarışında çekiştik. Onlar yemek yedirdiler biz de yedirdik. Onlar diyetleri yüklenerek başkalarına yardımcı oldular. Biz de yardımcı olduk. Onlar bağışta bulundular biz de bağışta bulunduk. Nihayet birbirimizle eşit hale geldik. Onlar: “Bizim aramızdan, kendisine vahiy gelen bir peygamber çıkmıştır” dediler. Biz böyle bir peygamberi ne zaman aramızdan çıkarabileceğiz Allah´a andolsun ki, onların arasından çıkan adamın peygamberliğine asla inanmayacak ve onu tasdik etmeyeceğiz!” [2]
Ebu.Cehil, Peygamber efendimize karşı yapılan düşmanlığın en şiddetlisini temsil ediyordu. O, Peygamber efendimize karşı cephe alırken cahiliyet asabiyetinin en belirgin örneğini ortaya koyuyordu. Cahiliyet, insanların basiretleri üzerine perde çeker ve hakikati görmelerini engeller. İdraksiz bırakır. Rahatlıkla doğrulanabilen ve insana afiyet veren hakkı kabul etmektense, insanı manevi hastalıklara mübtela eden çirkinliklere razı olur hale getirir.
Bu gerçekleri burada anlatmamızın nedeni, Peygamber düşmanlarının sergiledikleri cahiliyet tutumlarını haklı gerekçelere bağlamak değildir. Peygamber düşmanları sözünün yerine, onun mübarek zatına ve davetine karşı savaş açan hasımları tabirini de kullanabiliriz. Çünkü bu kimseler husumet ve inatçılıkta çok ileri giderek Peygamber efendimizi taciz etmiş, sonra ona düşmanlıkta bulunmuşlardı. Onlar, Kur´ah-ı Ke-rim´de anlatılan insi şeytanlar olmuşlardı. Kur´an-ı Kerim´de anlatıldığına göre Allahü Teala gönderdiği her peygambere ci-had ve sabır sevabını yazmak için belli sayıda insi şeytanları musallat kılmıştır.
Yukarıdaki hususları anlatmamızın nedeni, olayları en yakın sebeplerine bağlamak ve müşriklerin hakka karşı yaptıkları apaçık düşmanlığın sebeplerini ortaya koymaktır. Ayrıca araştırıcıların, müşrikler tarafından gösterilen bu amansız ^düşmanlığın gerçek sebeplerini anlamalarını sağlamaktır. îs-lam düşmanları, Peygamber efendimize ve müslümanlara, sözlü hakaretlerde de çok ileri gittiler. Onların dine karşı düşmanlıkları nefislerine yerleşmişti. Fakat daha önceleri gizli bulunan bu düşmanlık, Muhammed (sav)´in davetinin kuvveti ile uyandı ve kuvveden fiile geçti.
Olayların sebeplerini araştırmak, olaylar için gerekçe yaratmak demek değildir. Sebepleri açıklamak, olayların daha iyi anlaşılmasını sağlar. Bu düşmanlığın sebepleri gerçekte kötüİliklerdi. Kötülükler ise ancak başka kötülükleri doğurur. înat-çılıksa, kötülük ve hata doğuran başka sebeptir.
Bazı kimseler, o müşriklerin vahdaniyet hakkında bilgileri olduğu ve Allah´ın birliğine akıl erdirdikleri halde, nasıl Allah hakkında tartışmaya girdiklerine akıl erdiremiyorlar. Güçlü ve kuvvetli Allah´ın varlığı hususunda tartışmaya girmiş olmalarını hayretle karşılıyorlar. Araplar´ın en zeki insanlarından olan Velid bin Mugire ile Nadir bin Haris, nasıl olur da îslam davetine ve tevhid çağrısına karşı cephe alırlar Halbuki bunlarda selim bir idrak vardı. Buna rağmen anlattığımız sebeplerden dolayı, olayları göremez ve idrak edemez olmuşlardı. Önceleri alışık oldukları geçmiş ve o geçmişin kendilerine kazandırdığı alışkanlıklar, onlara huzur, sükun ve iktidarlarını devam ettirme rahatlığı veriyordu. Şimdi ortaya çıkan yeni durum onları şaşkınlık ve tereddüde düşürmüştü. Şimdi gerçeğin aydınlığı ile çevrelenmişlerdi. O nur parlaymca içinde yürümeleri gerekirken, mal sevgisi, itibar tutkusu, büyüklük taslama arzusu, inatçı kabilecilik taassubu onları köreltmiş, gözlerini perdele-mişti. Ama aralarında kalbine, hakikat nurunun yavaş yavaş girdiği kimseler de vardı. O düşmanlık ateşinin tam ortasında, insanları en iyi ve en güzel yola ileten hidayet nuru da parlıyordu. Allah göğüslerde ve kalplerde gizli olanı bilir.
——————————————————————————–
[1] İbn Kesir, el-Bidaye ve´n Nihaye, C. 3, S. 65
[2] îbn Hişam, Siret, C. 1, S. 316 –