İffetli Amine, karnındaki temiz çocuğu zorlanmadan dünyaya getirdi. Güneş, bu kâinatı aydınlatırken Peygamber efendimizin varlığı da dünyaya ışık saçtı. Siyer kitaplarındaki rivayetler bir çok olağanüstü durumu aktarmışlardır. Bu harikalar, Peygamber efendimizin doğumu esnasında ya da doğumundan önce veya sonraki kısa bir süre içinde meydanagelmişlerdir:
1- Denildiğine göre Peygamber efendimiz doğarken putlar ser-nigun olmuşlardır. Yerlerinden kayarak yüz üstü yere düşmüşlerdir. Çünkü o esnada, putları deviren Muhammed (sav) dünyaya gelmiştir. Putların yıkılması Amine´nin iradesiyle değil de, her şeye hakim olan ve kahredici güce sahip bulunan Allah´ın iradesiyle olmuştur.
2- Peygamber efendimizin doğumu esnasında bir nur zuhur etmiştir. O nur, Şam saraylarını ve köşklerini aydınlatmıştır.
3- İbn İshak´ın Sîret´inde şöyle anlatılır: “Hişam bin Urve, babasından naklederek Hz. Aişe´nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Mekke´de ikâmet edip ticaretle uğraşan bir Yahudi vardı. Resu-lüllah (sav)´in doğduğu gece, Kureyşliler´in toplandığı bir mecliste şöyle demişti: “Ey Kureyşliler topluluğu! Bu gece sizin muhitte bir çocuk doğdu mu ” Kureyşliler, vallahi bilmiyoruz, dediler. Yahudi şöyle cevap verd i: “Allahü ekber. Siz hata mı ettiniz Bakınız hele size söylediklerimi zihninize iyice yerleştirin. Bu gece, bu ümmetin son peygamberi doğmuştur. Onun iki omuzu arasında bir işaret vardır. O işaretin üzerinde sık tüyler vardır .”
İbn İshak, Hassan bin Sabitin şöyle dediğini rivayet eder: “Ben yedi ya da sekiz yaşlarında bir çocuktum. Gördüklerimi ve duyduklarımı aklımda nakşedebiliyordum. Yesrib´deki bir Yahudi, Peygamber efendimizin doğacağı gecenin bir gün Önceki sabahında: “Ey Yahudiler topluluğu!..” diye ünlemeye başladı. Yahudiler de onun etrafına toplandılar. Söylediklerim ben de duydum. Yahudiler ona: “Yazıklar olsun, sana ne oldu ” dediler. O da şöyle cevap verdi: “Bu gece doğacak olan Ahmed´in yıldızı doğdu!”
Hassan bin Sabit Peygamber efendimizden yedi sene önce doğmuştur. Peygamber efendimizin Medine´ye hicret ettiği zaman yaşı 60 idi. Peygamber efendimiz de 53 yaşındaydı.
İşte böyle…Görüldüğü gibi Yahudiler Peygamber efendimizin doğumunu bir çok açıdan kavramışlardır. Biz de Yahudiler´in elinde bulunan Tevrat´ta, kendilerine, Araplar´dan ümmî bir peygamberin gönderileceği hususunda bilgi verilmiş olduğuna inanıyoruz. Daha önceleri Yahudiler, Medine´de kendilerine komşu bulunan müşriklere karşı Peygamber efendimiz vasıtasıyla yardım isterlerdi.
“O, kendilerine gelince onu inkâr ettiler; artık Allah´ın laneti inkarcıların üzerine olsun.” (Bakara: 89)
4- Mahzum bin Hani el-Mahzumî´nin anlattığına göre Peygamber efendimizin doğduğu gecede, Kisrâ´nın sarayı sarsılmış ve sarayındaki 14 oda yıkılmıştı. Mecusilerin tapmakta oldukları ateş, sönmüştü. Halbuki daha Önce o ateş Peygamber efendimizin doğumuna kadar bin yıl süreyle sönmeden yanmıştı.
Kisra´nın adamlarından biri rüyasında, güçlü bir devenin, Önündeki asil atları gütmekte olduğunu ve o devenin, Kisra´nın ülkesindeki Dicle ile Fırat nehirlerini kat ettiğini görmüştü. Gördüğü rüyayı Kisrâ´ya anlattığında Kisrâ ürkmüştü. Her ne kadar gerçek olmasa da sabreder görünmüştü. Devlet büyüklerini toplayarak onlara şöyle demişti: “Sizi buraya neden çağırttığımı biliyor musunuz ” “Onlar da, biz ne bilelim. Ancak hükümdarımız bize açıklarsa öğrenebiliriz” diye karşılık vermişlerdi, onlar toplantı halinde iken kendilerine Mecusilerin ateşinin söndüğüne dair bir mektup geldi. Sonra da Kisra, Meşveret meclisinde bulunan adamlarına, arkadaşlarından birinin görmüş olduğu rüyayı anlatmıştı. Kendisi de o rüyadan ürkmüş olduğunu bildirmişti. Danışma meclisinde bulunanlar, o rüyayı ve ateşin sönüşünü, arap beldelerinde muazzam bir olayın vuku1 bulacağı şeklinde yorumlamışlardı.
Peygamber efendimizin doğumu esnasında putların kayarak yüz üstü düştüklerine, Kisra´nın sarayının sarsıldığına ve bin seneden beri sönmemiş olan mecusi ateşinin söndüğüne dair aktarılan bu rivayetler üzerinde kısaca durmamız gerekmektedir. Bizce bu haberlerin aklen makbuliyetinin ötesinde, bu haberlerin, aktarılan rivayetlerin doğruluğu esastır. Eğer bir tarihçi, rivayetin doğru olmadığına hükmederse biz onun hükmünü reddederiz.
Rivayet ilminde muhakkik olan bilginler mezkur rivayetleri yalanlamak için bir sebep görmemişlerdir. Hafız İbn Kesir bu rivayetlerin bazısında şüpheli olduğunu söylerken diğer rivayetler hususunda görüş beyan etmeden susmuştur. Biz de bu rivayetlerden şüpheli olmayanları aktardık. Bizim de, ibn Kesir´in kabul ettiklerini kabul etmemiz, şüpheli gördüklerini reddetmemiz gerekmektedir. Sadık kimsenin verdiği haber, kabul edilir. Yalan söylediği açığa çıkmadıkça aktarmış olduğu rivayetleri kabul etmemiz gerekir. Çünkü hükümler, doğru sözlü kimselerin vermiş oldukları haberler üzerine kurulur. Bu haberlerde yalan ihtimali bulunsa bile, bunlara dayanarak hüküm verebiliriz. Çünkü ihtimal, delile dayanmaz. Salt ihtimal, doğru sözlü kimselerin sözlerini reddetmek için bir sebep teşkil etmez. Aksi takdirde herhangi bir hüküm verilemez ve suçlular cezalandırılamaz. Aynı şekilde haklıların hakları da tesbit edilemez, batıl şeyler reddedilemezdi. Bu sebeple de biz, hakkında zan bulunmayan haberleri kabul etmek mecburiyetindeyiz.
Peygamber efendimizin doğumu esnasında meydana gelen harikalar nakledildiği rivayetlerin akıl açısından makbuliyetine gelince, daha önce de açıkladığımız gibi; harikulade haller Cenab-ı Allah´ın takdiri ile meydana gelirler. Cenab-ı Allah´ın takdiri ise, âdetlere ve insanlar arasında cari olan sebeplerle müsebbeplere bağımlı değildir. Çünkü Allah, sebeplerle birlikte müsebbepleri de yaratandır. Azap, zelzele ve cezalar, bazı yaratıkların yaptıkları bozgunculuk ve fesad nedeniyle vukua gelir. Cenab-ı Allah´ın, nimetlerini takvalı ve salih amel sahibi olan kullarına indirdiğini gösteren ayetleri daha önce de aktarmıştık:
“(O) ülkelerin halkı inanıp (Allah´ın azabından korumalardı. elbette üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık.” (Araf: 96)
Evvelce de anlattığımız azap ve ilahî cezalar, bazı milletlerin işledikleri fesad ve bozgunculuk sebebiyle meydana gelir. Nitekim Cenab-ı Allah, Firavn ve adamlarına da azap indirmiştir. Çünkü onlar, yeryüzünde bozgunculuk yapıp fesad çıkarmışlardı.
Peygamber efendimizin doğduğu esnada meydana gelen harikaları bildiren haberlerin aklen tutarlı olmadıklarını ileri süren kimselere gelince bunlar, insanlar arası ilişkide cerayan eden görünür sebeplerle müsebbeplere bakmaktadırlar. Şayet bunlar, gözlerim evrendeki ay ve güneş tutulmasına, esen rüzgârlara, yerküredeki yaşanan depremlere ve erozyonlara çevirecek olurlarsa, bu gibi olaylar için maddî gerekçeler bulamayacaklardır. Ancak bütün bu olayları meydana getiren sebep, hikmet sahibi, bilgili, kahredici güce sahip, her şeyin üstünde bulunan ve yaptığı işlerden sorumlu tutulmayan hikmet sahibi zatın iradesi olduğunu görürler. O zat dilediği işi yapar, uygun gördüğü maslahatları takdir eder. Bütün bu olayları kendi bildiği bazı sebeplere bağlar. O görünmeyen dünyalar hakkında bilgi sahibi olandır. O´nun takdiri, bilen ve her şeyden haberdar olan bir zatın takdiridir.
Cenab-ı Allah, Muhammed (sav)´i şereflendirmek istemişti. Onu izleyecek milletlerle kabilelerin kimler olduklarını öğrenmek istemişti ki, onları da onun vasıtasıyla şereflendirsin. O, insanlığı hakka davet edecekti. İşte makul olan budur. Bunun dışındaki rivayetler reddedilirler. Çünkü bunlar, Cenab-ı Allah´ın bütün insanlık tarafından tanınacak olan bu insan için belirlemiş olduğu hükümlere aykırıdırlar.
Peygamber efendimizin doğumu esnasında bazı olağanüstülüklerin yaşandığına dair nakledilen rivayetlerin, kâinattaki âdetlere ve insanların doğan çocuklar hakkında bildik durumlara aykırı oldukları gerekçesiyle bütün bunların uydurulan vehim, hayâl ve zan ürünü yakıştırmalar olduğunu aklı başında olan hiç kimse iddia edemez. Çünkü Peygamber efendimiz, diğer doğan çocuklar gibi bir çocuk değil idi.
Buna rağmen biz bu rivayetlerin doğruluğunu tercih ediyoruz. Ama insanların, bu rivayetlere inanmak mecburiyetinde olduklarım söylemiyoruz. Çünkü Peygamber efendimizin doğumu esnasında Kisrâ´nm sarayının sarsıldığına ve mecusilerin ateşinin söndüğüne insanların inanmalarını, imanın bir bölümü olarak kabul etmiyoruz. Yine onun doğumu esnasında zuhur eden bir nurun kâinatı aydınlatmış olduğunu da kabul etmeyi, imanın bir ön koşulu saymıyoruz. Çünkü bu saydığımız şeyler, Peygamber efendimizin insanları imana davet ettiği hususlardan değildirler. İman edilmesi gereken şey, Peygamber efendimizin inanmaya davet ettiği, onun yüce Allah´tan aktardığı, Kur´an-ı Kerim´in söylediği ve Rabbimiz´in hükmetmiş olduğu şeylerdir.
Elde mevcut bulunan incillerin İsa Peygamberin doğumuna dair yazdıklarına ve incillerin, -bu incillere- iman eden ve doğruluklarını iddia eden Hıristiyanlar´ı inanmakla yükümlü kıldığı hususlara baktığımız zaman; Siyer-i Nebi kitaplarında anlatılan şeylerin, incillerin anlattıklarına ve Hıristiyanlar´ı inanmaya mecbur ettikleri hususlara oranla çok az olduğunu görürüz.
Şimdi de bu indilerde İsa Peygamber´in doğumu esnasında meydana geldiği bildirilen harikalara dâir ifadelerin bir kısmım aktarmaya çalışacağız:
a- Matta İncili´nin ikinci babında şöyle denilmektedir: Yesu´ Mesih doğduğu zaman onun yıldızı doğu ufkunda zuhur etti. Yıldızının zuhur etmesi nedeniyle de insanlar, onun doğum yerini tanıdılar.
b- Luka İncili´nin ikinci babında şöyle denilmektedir: Yesu´ Mesih doğduğu zaman Melekler sevinç ve kıvançlarından ötürü güzel şeyler söylediler. Bulutlardan da insanı şevke getiren nağmeler duyuldu.
c- İndilerden birinde, yine İsa Peygamber´in doğumuyla ilgili olarak şöyle denilmektedir: Yesu´ Mesih doğduğu zaman mağara onun görkemli nuru ile aydınlandı. Ebelerden birinin iki gözü onun nurunun parlaklığından dolayı kamaştı. Anasının nişanlısı olmak isteyen Yusuf Enneccar da o nur karşısında etrafını göremez olmuştu.
d- Luka İncili´nin 2. babında şöyle denilmektedir: Çobanlar Yesu´ u tanıdılar ve ona secde ettiler.
e- Matta İncili´nin 2. babında şöyle denilmektedir: Kral Hiro-modis zamanında Yahudilerin beldesi olan Beytü1- Lahim´de Yesu´ dünyaya gelmişti. Mecusiler doğudan kalkıp Urşelim´e gelerek: “Yahudilerden doğan o çocuk nerede ” diye sormuşlardı.
Hıristiyanların indilerinde bu konuda yeralan rivayetlerin küçük bir bölümünü aktarmış olduk. Şüphesiz ki Peygamber efendimizin doğumu esnasında meydana gelen harikaları bildiren doğru haberler, Hıristiyanların İsa Peygamberin doğumu esnasında meydana geldiğini iddia ettikleri harika hallere nisbetle çok az sayıdadır. Gerçek şu ki, Hıristiyanların Isa Peygamber´în doğumu esnasında meydana geldiğini söyledikleri harika hallere dair rivayetlerle Peygamber efendimizin doğumu esnasında vuku bulan harika hallere dair sadık rivayetçiler arasında iki bakımdan fark vardır:
1- İndilerde İsa Peygamberin doğumu esnasında meydana gelen durumlardaki gariplikler Peygamber efendimizin doğumu esnasında meydana geldiği söylenen harika durumlara nisbetle daha fazladır.
2- Din ve iman bakımından bizim bu harika haberlere dair rivayetlere inanmamız gerekmez. Ancak Hıristiyanlar, İndilerinde İsa Peygamber´in doğumu esnasında meydana geldiği ifade edilen harika hallere dair rivayetleri doğrulamakta ve bu rivayetlere inanmayan kimselerin kafir olacağını kabul etmektedirler.
Şüphe götürmeyen gerçek bu olduğuna göre, siyer yazarlarının onun doğumu esnasında meydana geldiği ifade edilen harika olaylarla ilgili olarak abartıya gitmemeleridir. Eğer böyle yaparlarsa, İsa Peygamberin doğumu esnasında vuku bulduğu söylenen harika haller hakkında da aynı şeyi, hatta daha fazlasını yapmaları icabeder. Allah kendisinden razı olsun, Abdullah îbn Ab-bas demiş ki: “İnsan kendi gözündeki direği görmez, ama kardeşinin gözündeki çöpü görür. Bu da onun insafsızlığından dolayı böyle olmaktadır}”
Peygamber Efendimizin Emzirilmesi
Doğumundan sonra çocuğun ilk gıdası süttür. Ona sütü verecek olan da anasıdır. Zira anasının sütü, çocuğun gelişmesiyle paralellik arzeder. Çocuk büyüdükçe anasının sütündeki yağ oranı da fazlalaşır ki, çocuk yeterince gıdasını alabilsin ve çocuk başka gıdalara muhtaç kalmasın. Bu nedenledir ki emzirme, anadan istenilen görevlerin başında gelmektedir. Vaz´ etmiş olduğu hükümlerden birinde Cenab-ı Allah şöyle buyurmaktadır: “Anneler, çocuklarını emzirmeyi tamamlamak isteyen kimse için tam
İki yıl emzîrirler.” (Bakara: 233)
Fıtrat gereği olarak şefkatli anne, Muhammed´in emzirme işini üstlenmeliydi. Ama onu emzirme işinde sütü ile kendisine yardım edecek birine ihtiyacı vardı. Muhammed´in amcası Ebu Le-heb´in cariyesi olan Süveybe bu işte Amine´ye yardımcı oldu. Fakat risalet vazifesini aldıktan ve alemlere rahmet olduktan sonra peygamber efendimize adı geçen amcası düşmanlık etmişti. Daha Önceleri ise kardeşi Abdullah´ın oğlu Muhammed´e çok sevgi ve şefkat gösterirdi. Kardeşi oğlu Muhammed´in doğumunu da Ebu Leheb´e ilk haber veren, Süveybe olmuştu. Bu kıymetli müjdesinden ötürü Ebu Leheb, Süveybe´yi azad etmişti. Belki de bu azad edişi, Ebu Leheb´in hesap deflerine yazılacak bir hayırdı, ama bu hayrını kâfirliği gizlemişti. Peygamber efendimize ve zayıf müminlere eziyet eden muhaliflerin safına geçmesi, onun bu iyiliğini yok etmişti.
Emzirme işinde Amine´ye Süveybe yardımcı olmuştu. Bu kadın, Abdülmuttalib´in oğlu Hamza´yı da emzirmişti. Amine´nin emzirme işinde zayıf kalması, Abdülmuttalib´in Muhammed için bir süt annesi aramasına neden olmuştu. Şu halde Peygamber efendimiz için köyden gelecek süt annnesi kadınlardan birini bulmaya üç faktör sebep olmuştu diyebiliriz:
1- Amine´nin sütünün Peygamber efendimizin gıdasını sağlamaya yeterli olmayışı. Büyük bir ihtimalle azlığına, sevgili kocası Abdullah´ın vefatı dolayısıyla yaşadığı derin üzüntü neden olmuştu. Gerçekten de onun ölümüne büyük bir sabırla dayanmıştı. Babasının ve kardeşlerinin ölümü nedeniyle Kureyş´in çektirdiği eziyet yok olmuş değildi. Süveybe´nin kendisine yardımcı oluşu, her ne kadar bu hüznünü hafifletmiş ise de bütünüyle yok etmiş değildir.
2- Kureyş eşrafı, çocuklarını çöldeki emzikçi kadınlara vermeyi gelenek haline getirmişlerdi. Çocuklarını kendi karıları emzir-mezdi. Aynı âdet günümüzün şehir sosyetesinde veya varlıklı ailelerinde de görülmektedir. Bunların kadınları da kendi çocuklarını emzirmezler. Her ne kadar yavrularını çöle ve köye gonder-meseler de başka emzirici kadınlar bulurlar.
3- Çocuklar köyde süt emdikleri takdirde temiz gıda elde ederler. Şehirde göremedikleri temiz havayı teneffüs ederler. Şehirlilere nisbetle köylüler temiz havaya daha yakındırlar. Bu nedenle Ravzül Enf adlı eserin sahibi, bu konuda şöyle demiştir: Kureyşli-ler´in ve diğer Arap eşrafının çocuklarını emzikçi kadınlara teslim etmelerine gelince, bunun bazı sebepleri vardı:
a- Çocuk doğurmuş olan kadın, yavrusunu köydeki bir süt anneye teslim edince kendini tamamen kocasına tahsis etmiş olurdu.
b- Emzikçi kadına teslim edilen çocuk, Arabiler arasında gelişip büyüdüğü için lisanı fasih, bünyesi de kuvvetli olurdu. Peygamber (sav) efendimiz, Ebu Bekir´in : “Aramızda senden daha fasih konuşan birini görmedim, Ya Resulullah ” demesine karşılık şu cevabı vermiştir: “Niye öyle olmasın ki Ben Kureyş kabile-sindenim. Sa´d oğulları arasında süt emdim”
Bu ve benzeri sebepler Araplar´ı, çocuklarım köylerdeki emzikçi kadınlara teslim etmeye yöneltiyordu ki; çocukları doğa ile baş-başa kalarak köyün temiz havasını solusunlar. Bu yolla da köylülerin âdetlerini öğrenerek karşılaştıkları zorluklarla pişsinler. Şehrin gösteriş ve süsüyle yaşamasınlar. Hayatın getirdiği zorluklara katlanmadan büyümesinler. Bu zorluklarla karşılaşsınlar ki güçlü ve direnç sahibi insanlar olsunlar.
Beni Sa´d bin Bekir kabilesinden süt emziricileri Mekke´ye geldiler. Emzirecek çocuk arıyorlardı. Emzikçi kadınların, emzire-cekleri çocuklar için velilerinden ücret almamaları, Arapların âdetlerin dendi. Fakat bu çocukların velilerinden bazı hediyeler kabul ederlerdi. Aldıkları bu hediyelerle bazı ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Belirli bir ücret almayı ayıp sayarlardı. Bu hususta aralarında darb-ı meseller cari olmuştu ki, ücret alan süt annelerin şeref ve haysiyetleri ölürdü. Fakat Ravzül Enf adlı eserde de yer aldığı gibi muhtaç olan emzikçi kadınlardan bir kısmı, emzirdikleri çocukların velilerinden ücret kabul ederlerdi.
Muhammed (sav) öksüz idi. Babası ona servet bırakmamıştı. Sadece beş deve ile bir kaç koyun bırakmıştı. Anası Amine´nin vefatından sonra onu Ümmü Eymen beslemişti. Dolayısıyla Muhammed, öksüz ve yoksul bir çocuktu.
Köylü süt anneler, kendilerine teslim edilmek üzere emzire-cekleri çocukları bulmak için Mekke´ye gelmişlerdi. Emzirecekleri çocukların velilerinden bazı hediyeler veya bir miktar mal almayı ümid ediyorlardı. Yoksa memelerini kiraya vermek düşüncesinde değillerdi. Bu nedenle de sadece varlıklı ailelerin çocuklarını emzirîyorlardı. Dolayısıyla öksüz ve yoksul olan Muham-med´i emzirmeye yanaşmadılar. Nihayet emzikçi kadınlardan her biri varlıklı ailelerin çocuklarından birer tanesini alıp gittiler. Sadece Ebu Züeyb´in kızı Halime, emzirecek çocuk bulamamıştı. Ha-lime´nin babası, Abdullah bin Haris bin Kebşe´dir. Kocası da kendisiyle birlikte Mekke´ye gelmişti. Kocası da, Haris bin Abdullah Üzza bin Rufaa´dır. Vakıdi´nin anlattığına göre köyden on kadar emzikçi kadın gelmişti. Bunların her biri, emzirmek üzere birer çocuk alıp köyüne dönmüştü. Sadece Halime çocuk bulamamıştı. Arkadaşlarından her birinin birer çocuk alıp gittikerini görünce, kendisine şerefli ve temiz öksüz Muhammed bin Abdullah´tan başkası kalmamıştı. Her ne kadar velilerinden bağış ve ihsan alacağım ummuyor idiyse de onun yüzü suyu hürmetine hayır elde edeceğini umarak onu alıp götürdü.
Şimdi onu nasıl kabul ettiğini kendisinden dinleyelim. O, kendi ruhunun arınmışlığım ve Cenab-ı Allah´ın, şerefli öksüzün bereketi sebebiyle üzerine yağdırdığı hayırları dile getiriyor:
“Kıtlık senesinde idik. Hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Yeşilimsi bir katırımla dişi bir devem kalmıştı. Vallahi devemden bir damla süt dahi sağmıyorduk. Mememde de, çocuğuma verecek sütüm de kalmadığı için, çocuğum geceleri hep ağlar ve beni uykusuz bırakırdı. Ona içirmek için, devemden de süt elde edemiyordum. Ama yağmur yağarak ekinlerin yeşereceğini ve bolluğa kavuşacağımı umuyordum. İşte o katırıma binerek Mekke´ye geldim. Fakat beni taşıyabilecek güce dahi sahip değildi.
Nihayet Mekke´ye geldik; emzirecek çocuk aramaya başladık. Beraberimdeki kadınlara Muhammed´i vermek istediler, ama onun Öksüz olduğu söylenince, hiçbiri kabul etmek istemedi. Çünkü bizler, çocukların babalarından bize hediye verileceğini ümit ederek çocuklarını alıp emzirirdik. Öksüz oluduğunu duyunca hepimiz de onun anasından ve dedesinden bir fayda elde edemeyeceğimizi söyledik.
Benimle beraber köyden gelmiş olan emzikçi kadın arkadaşlarımdan her biri, birer çocuk alıp köylerine döndüler, yalnız ben, emzirecek çocuk bulamadım. Köye eli boş dönmek üzere iken arkadaşıma dedim ki: Vallahi diğer arkadaşlarımla birlikte köye eli boş, çocuksuz dönmeyi kendime yediremiyorum. inanın ki şu yetim çocuğa gidip onu velisinden teslim alacağım. Arkadaşım (kocam) sen bilirsin, belki Allah onun yüzü suyu hürmetine bize bereket verir, dedi. Ben de gidip o öksüz çocuğu, Muhammed (sav)´i aldım. Doğrusu ondan başkasını bulamadığım için onu olmak mecburiyetinde kaldım. Çocuğu velisinden teslim alıp kafileme geri dönerek onu kucağıma alıp emzirmek istediğimde memelerimden, kendisini doyuracak kadar süt akmaya başladı. Kana kana içip doydu. Kendi öz çocuğum da, doyuncaya kadar mememden süt emdi. Doydukları için her ikisi de uyumaya başladılar. Halbuki daha önce öz çocuğum aç kaldığından dolayı ağlayıp durur ve bizi de uykusuz bırakırdı. Öte yandan kocam, daha önceleri süt vermeyen dişi devemizin yanına gitti. Onu sağmayı denemek istedi, bir de ne görsün: Devenin memeleri sütle dolup kabarmıştı. O gece, hayırlar üzerimize yağdığı için rahat ve sakin bir şekilde uyuyup sabahladık. Sabahladığımızda kocam bana dedi ki: Ey Halime şunu iyi bilesin ki, mübarek bir kısmet alıp evimize getirdin.
Ben de: Vallahi bende bu ümidi taşımaktayım, dedim. Sonra köyümüze doğru yola koyulduk. Daha önce bizi taşımayacak derecede güçsüz olan katırıma bindik. Öksüz Muhammed´i de yanıma aldım. Allah´a andolsun ki katırım o kadar güçlenmiş ve öyle hızlanmıştı ki, kafiledeki bütün hayvanları geçip geride bırakmıştı. Arkadaşlarım bana şöyle dediler: Ey Züeyb´in kızı Halime, sana yazıklar olsun! Bizi geçip gitme; azıcık yavaşla, bizim hayvanlarımızı geçip geride bırakan, şu senin güçsüz katırın mıdır
Ben de onlara şöyle cevap verdim: Evet Vallahi, sizin hayvanlarınızı geçip geride bırakan, beni Mekke´ye getirmiş olan katırın ta kendisidir!
Sonra Sa´d oğullan kabilesindeki yerimize gittik, evlerimize vardık. Dünyada bizim köyümüz kadar kurak bir yer yoktu. Ama öyle bir hal oldu ki; Muhammed´i evimize götürdüğümüz günden itibaren davarlarımız otlanmaya gider, dönüşte de memeleri süt dolardı. Sütlerini sağıp içer ve doyardık. Durumumuzu gören akrabalarımız, çobanlarına çıkışarak şöyle derlerdi: Yazıklar olsun size! Ebu Züeyb´in kızı Halime´nin çobanının hayvanlarını otlattığı yere siz de hayvanlarınızı götürün otlatın!
Bizim hayvanlarımızın otladıkları yere onların hayvanları da gidip otlarlardı, ama bir damla süt dahi vermezlerdi. Oysa bizim davarlarımızın memeleri akşamleyin süt dolmuş olarak eve dönerlerdi. Muhammed´i evimize götürdüğümüz günden itibaren Cenab-ı Allah bize fazlasıyla hayır ve bereket ihsan etti.”
Muhammed (sav), Ebrehe ile Fil´ini, Yemen ordusunu perişan bir vaziyette geri döndürerek Mekkeliler´e hayır ve bereket ihsan etmiş bir kimse olduğuna göre, doğumundan sonra da bulunduğu yerlere hayır ve bereket gelmesine vesile olmuştu.
Halime, öksüz çocuğu emzirmeye razı olmuştu. Kocası da bu öksüzü kabullenmişti. Her ikisi de kanaatkar kimseler olup iyi kalpli insanlar idiler. Cenab-ı Allah´tan yardım bekliyorlardı. Onun verdiklerine kanaat gösteriyorlardı. Bu nedenle yüce Allah onlara güzel bir mükâfat ihsan etti. Aç iken onları doyurdu. Davarlarının kurumuş memelerinden süt akıttı. Daha önce Öz çocuğuna dahi yetmeyen sütünü arttırarak Halime´nin memesinden bol bol süt akıttı. Kurumuş meralarını yeşertip otlandırdı. Davarlarının memelerinden süt akmaya, memeleri sütle dolmaya başladı. Kısacası öksüz Muhammed sayesinde onlara toplu bir hayır ve büyük bir lütuf bahşedildi.
Adamın biri çıkıp da: “Bütün bunlar neden oldu ” diyerek Allah tarafından bahşedilen bu nimetleri garipseyebilir. Fakat Allah´a iman eden kimse bu harikaları yadırgamaz. Çünkü Allah´ın, kulların takdirleri üstünde bir takdiri vardır; kulların ölçülerini aşkın bir düzeni vardı. Bunu, ancak maddiyata inanan ve sıralanan sebeplerle müsebbepler arasında ilgi kuran kimseler yadırgarlar.
Şu huâus üzerinde durmamız gerekiyor: Cenab-ı Allah´ın gözetim ve himayesi altında bulunan o çocuk, öksüz olarak dünyaya geldi ama, Öksüzlere özgü kahır ve zilletin acım tatmadı. Aksine kendisini seven kimselerin kucaklarında büyüdü. Bakıcılığını yapan ilk kadın, şefkatli anasıydı. Kâinatta onun nurundan başka bir aydınlık görmemişti. Sevgisi bütün gönlünü doldurmuştu. Şefkatli anası Amine, onu şefkat kanatlarına almıştı. Bütün sevgisini yavrusuna vermişti. Bu sevgisinde kocasını yavrusuna ortak etmemişti. Çünkü kocasını yavrusundan önce kaybetmişti. Bu nedenle de bütün sevgisi yavrusuna yönelmişti. Başka bir ortağa bölüştürmeksizin sevgisini katıksız olarak tümüyle yavrusuna ayırmıştı. Amine´nin şefkatinde şerefli bir kocanın sevgisi ile sevimli çocuğun sevgisi birleşmişti. Fakat kocasıyla birlikte yaşama nimetine mazhar olamamıştı. Bu nedenle bütün sevgi ve şefkatini çocuğuna vermişti. Öksüz Muhammed´in bakıcılığım yapan ikinci kadın, babasının kendisine miras bıraktığı Ümmü Eymen idi. Muhammed´i tıpkı anası gibi sevmişti. Ümmü Eymen de ananın öz çocuğunu sevmesi gibi öksüz Muhammed´i sevmişti. Her ne kadar öz anası gibi olmasa da anasından sonra ona şefkat ve merhametle davranmıştı.
Ümmü Eymen´den sonra yabancısı olan bir kadın, öksüz Muhammed´i himayesine alıp emzirmeye başlamıştı. Emzirdiği için de anasının yerine geçmişti. Alemlerin Rabbi, o kadında, Muhammed´in sevgisini yaratmıştı. Muhammed´i de onun için hayırlı ve bereketli bir insan kılmıştı ki, onu sevmekle Allah´ın sevgisini görebilsin. Ona şefkat göstermekle Allah kendisini bolca rızıklandırsm.
İffetli ve temiz bakıcı kadınlardan, insanî şefkat seli akar. Sosyal ve insanî duygularla şefkat ve muhabbet bunlardan elde edilir. İşte bu nedenle Muhammed (sav) sevilen bir insan olarak yetişti. Tanıyan herkes ona ısındı ve ona dost oldu. Babasını kaybettiyse de dedesi onu himayesine aldı. Küçücük bir bebek iken anasını kaybettiyse de Ümmü Eymen´in şefkatiyle gıdalandı. Ondan yüce duyguları alıp içine sindirdi. Bütün bunların üstünde Ce-nab-ı Allah ona yüce ve kıymetli bir ahlâkı bahşetti.
Halime hatun, Peygamber efendimizi yanma alıp iki yıl süreyle emzirdi. Öz çocuğuyla birlikte yanında besledi. Bu iki çocuk birbirlerinden hiç ayrılmıyorlardı. Halime, şefkat ve sevgi hususunda Muhammed´e cimrilik etmiyordu. Öz çocuğuna ondan farklı davranışta bulunmuyordu. Her ikisini eşit tutuyordu. İki yıl sonunda Muhammed, artık süte ihtiyaç duymaz oldu. Diğer gıdalarla beslenmeye başladı. Güçlü, kuvvetli bir çocuk oldu. Anası Amine hatunun kendisi ile ara sıra buluşmadığım veya müsterih olarak onu köyde bırakıp bırakmadığını tarihler kaydetmiyorlar. Her ne kadar tarihler, anasının Muhammed´i gördüğünü anlatmıyorlarsa da biz yine de bazı aralıklarla anasının onu gördüğünü varsayıyoruz. Tarih, bundan bahsetmiyorsa da anasının onu gördüğünü reddetmemektedir. Fıtrat ve şefkat, tarihten daha doğru haber verirler. Bu nedenle analık fıtrat ve´şefkatine dayanarak deriz ki anası, mutlaka bazı aralıklarla Muhammedi görmüştür. [1]
Çocuğun süt emmeye ihtiyacının kalmadığı iki senenin dolmasından sonra süt anasının, çocuğu ailesine geri vermesi gerekirdi. Eğer ailesi süt anasının ricası üzerine uygun görürlerse çocuğu yine süt anasının yanında bırakırlardı. Halime de böyle yaptı:
“Muhammed´i anasına götürdük. Fakat onu, sayesinde gördüğümüz hayır ve bereketten ötürü ailesine teslim etmek istemiyorduk. Muhammed´i görünce anasına dedim ki: ´Muhammed´i bize bırak; şu yavrumuzu köye götürelim yanımızda bir yıl daha kalsın. Çünkü Mekke´nin vebasına yakalanmasından korkuyoruz!´ Anası razı oluncaya kadar bu ricamızı ısrarla tekrarladık”
Halime, Muhammed´de hayır görmüştü. Bu hayır ve bereketi yanında alıkoymak istemişti. Ayrıca onu tutkuyla sevmeye başlamıştı. Sanki onu kendisi doğurmuş gibi sevdiğinden dolayı ondan ayrılmak istemiyordu. Öz anası da çok sevdiğinden dolayı yavrusunu artık Halime´nin yanında bırakmaya razı olmuyordu. Kendi bağrına basarak şefkatini ona vermek istiyordu. Halime´nin ilk talebi esnasında yavrusunu ona teslim etmedi. Fakat Halime o kadar ısrar etti ki, sonuçta Amine hatun, Muhammed´i bir yıllığına ona vermeye razı oldu. Belki de Halime´nin sözünü ettiği Mekke vebasından korktuğu için yavrusunu bir yıllığına vermeye razı olmuştu. Çocuğun köyün temiz ve saf havasını soluyarak hastalıklardan ve vebadan uzakta yaşamasını, gelişip büyümesini istiyordu. Hülâsa, duyduğu sevginin gereği olarak sağlığım düşünmüş, böylece Halime´nin yanında bir yıl daha kalmasına razı olmuştu.
——————————————————————————–
[1] el-Iktiffi, c. l,s. 171. –