Müminlere eziyet vererek dinlerinden vazgeçirmeye çalışan, ama hiçbir sonuca ulaşamayan Kureyşlilere, îslam´m kuvvet kazandığım hissettirmek için hicretin ikinci yılında ilk aylarında Peygamber efendimiz bazı gazveler düzenlemiş ve ashabının bir kısmını da, seriyyelerle etrafa göndermişti. Bununla Peygamber efendimiz Arap ülke ve beldelerinin iç durumlarını öğrenmek ve İslam´ın varlığını etrafa hissettirmek amacını gütmüştü. Ayrıca bazı kimselerin kalplerini hak kelimesine ısındırmak arzusunu da besliyordu. Bu arada Peygamber efendimiz çevresindeki kabilelerle saldırmazlık anlaşmaları imzalamış, karşılıklı yardımlaşma hükümlerini içeren barışlar yapmıştı. Bundan sonra Peygamber efendimiz, gönderdiği seriyye-ler vasıtasıyla değil de, bizzat kendisinin de katılacağı bir gazve ile Kureyş´in karşısına çıkmak istemişti. Bunun için gerekli zemin hazırlanmıştı. Ayrıca müşrikler de müslümanların kuvvet kazandıklarını ve mukadderatlarını tayin edecek güce sahip olduklarım anlamışlardı. Peygamber efendimiz Kureyşlile-rin ticaret yollarını kesmişti. Kureyşliler, mü´minleri, diyarları olan Mekke´den çıkarıp sürgün ettikten, Peygamber efendimizi öldürmeye kasdettikten, bunun için gerekli hazırlıkları yaptıktan bu yana, iki taraf arasında savaş zaten mevcut sayılıyordu. Peygamber efendimiz Kureyşlilerin ticaret kervanlarının Şam´a gitmekte, ya da Şam´dan dönmekte olduğunu haber alınca, hemen yola adamlar çıkarıp kervanın yolunu kesiyordu. Önceki sayfalarda da anlattığınız gibi, Abdullah bin Cahş, seriyye kumandanı olarak göreve çıktığında Kureyş kervanının yolunu kesmiş, mallarına el koymuş ve bazılarını da esir almıştı. Kureyş ticaret kervanı, kırk savaşçı muhafazasında yola çıkmıştı. Abdullah bin Cahş´ın seriyyesinden önce Peygamber efendimiz, acele davranarak bu kervanın yolunu kesip gerekeni yapmak istemişti, ama kervanı elden kaçırmıştı. Bu kervanda Kureyşli zenginlerin mallan vardı. Peygamber efendimiz Şam´dan dönüşünde kervanın yolunu gözlemeye, kervanın ve Kureyşliler´in haberlerini araştırmaya başlamıştı.
Kervan
Peygamber efendimiz Kureyş kervanının Şam´dan otuz, ya da kırk kişilik bir kafileyle geri döndüğü haberini almıştı. Bu kervanın yolunu kesmeleri için müslümanlara çağrıda bulunarak şöyle demişti:
“îşte Kureyş kervanı geliyor. Bu kervanda Kureyşliler´in malları vardır. Yola çıkın ve kervanın yolunu kesin. Belki kervandaki mallan Cenab-ı Allah size ganimet olarak verir.” Bazı-lan Peygamber efendimizin bu çağrısına hemen icabet ettiler, bazıları ise icabet etmekte ağır davrandılar. Her ne kadar buna hazır idiyseler de, savaş olacağını tahmin etmemişlerdi. Diğer seriyyelerde olduğu gibi, bu işin de vuruşmasız olarak nihayete ereceğini sanmışlardı. Müşriklerle karşılaşmadılar ve savaş da olmadı. Kervanın başında bulunan Ebu Süfyan´a ait bin deve yükü vardı. Müslümanlarla karşılaşmaktan ve malının müslü-manlar tarafından gasbedilmesinden korkuyordu. Nitekim daha önceleri de müslümanlar, îbn Hadremi´nin kervanını yakalayarak onu öldürmüşlerdi. Bu sebepten dolayı Ebu Süfyan, Peygamber efendimizle ashabının haberlerini araştırıyor ve onların neler yaptıklarını Öğrenmek istiyordu. Yolda karşılaştığı bütün kervanlara sordu, nihayet istediği haberi aldı. Peygamber efendimiz ashabına Ebu Süfyan´la karşılaşmaları ve onun kervanını yakalamaları için çağrıda bulunmuştu. Kendisinin kervamyla birlikte tıpkı İbn Hadremi ve dişinin kervanıyla birlikte tıpkı îbn Hadremi ve kervanının uğrayacağı akibete uğrayacağını kesin olarak anlamıştı. Kureyş´e ait kervanı kurtarmak hırsı ile iki çareye başvurdu:
1- Bedir yolundan saparak kervanı kurtardı. Peygamber efendimiz de, muhacirlerle birlikte yola koyulmuş, ancak kervanı elden kaçırmış ve kervandaki malları alamamıştı. Bu işin gerisinde savaş olacağını anlamışlardı.
2- Ebu Süfyan, beraberindeki kervanı himaye etmeleri ve Muhammed (sav) ile ashabına karşı yol emniyetini sağlamaları için Kureyş´ten yardım istemişti. Müslümanların işini bitirmek için Kureyş´in asker göndermesini talep etmişti. Kervanın karşılaşacağı tehlikeli durumu Kureyşliler´e anlatması için Damdan bin Amr el-Gıfari´yi haberci olarak göndermişti. Damdan, devesinin burnunu kesmiş, semerini tersine çevirmiş, gömleğinin önünü arkasını yırtmış, Mekke vadisinin ortasında deve üzerinde avazının çıktığı kadar bağırarak: “Ey Kureyş topluluğu! îpek ve esans taşıyan develeriniz gitti! Mallarınız Ebu Süf-yan´m yanındadır, ama Muhammed ile ashabı ona saldırdılar. Kervana kavuşabileceğinizi sanmıyorum. İmdat! İmdat!” diye haykırıyordu.”
Bu ateşli sözler ve sıcak görüntüler üzerine, Kureyşliler´in hamiyet duyguları galeyana geldi. Mallarını kurtarmak için harekete geçtiler. Kureyşliler´den bazıları bizzat yardıma koşmaya, bazıları da kendi adlarına, adamlarını koruması için başkalarını göndermeye yöneldiler. Bütün Kureyşliler bu iş için hazırlanmaktayken kervanın Ebu Süfyan tarafından kurtarıldığı haberi geldi. Önce de işaret ettiğimiz gibi, Ebu Süfyan yolu değiştirerek Kureyş kervanını kurtarmış ve bu haberi de bir müjde olarak Kureyşliler´e ulaştırmıştı. Haberci, Kureyşliler´e şöyle demişti: “Siz kervanınızı korumak için yola çıktınız, mallarınızı ve adamlarınızı kurtarmak gayretine düştünüz, ama Allah onları kurtardı. Artık geri dönün.”
Böylece sefere çıkış sebebi ortadan kalkmış oluyordu. Ancak bazı müşriklerin kalbleri öfke ve şiddetle dolmuştu. Bunların başında Ebu Cehil gelmekteydi. Kinleri sebebiyle yola devam etmek istediler. Ebu Cehil: “Vallahi Bedir´e varmadan geri dönmeyiz!” dedi, Zühre oğullarının bazı müttefikleri, onun bu görüşünü kabul etmediler. Cuhfe´de bulunan bu müttefikler şöyle demişlerdi: “Ey Zühre oğulları! Allah mallarınızı ve adamınız Mahrame bin Nevfel´i kurtardı. O, kervan koruyucuları arasındaydı. Ama siz onun mal ve nimetine karşı nankörlük ettiniz. Şu Ebu Cehil´in sözlerine bakmayın. Maldan başka bir şey için çıkmayın. Artık dışarıya gitmenize ihtiyaç yoktur.” Ebu Cehil´in sözlerini Zühre oğullarından hiçbiri beğenip tasdik etmedi. Ama Kureyş´in bütün batınları bu sefere iştirak ettiler. Ancak Adiy bin Kab oğulları onlarla birlikte sefere katılmadılar. Sefere çıkan kimselerin safları arasında karşılıklı konuşmalar cereyan etti. Sefere çıkıp çıkmama hususunda tereddütler baş gösterdi. Bu karşılıklı konuşmalar arasında, bazı kimseler, sefer hazırlığı içinde bulunan Talib bin Ebi Talib´e şöyle dediler: “Ey Haşim oğulları! Her ne kadar bu sefere bizimle birlikte ka-tılmaktaysanız da, gönlünüzün Muhammed´le birlikte olduğunu biliyoruz.” Talib bu söze kızdı ve o da, diğer geri dönenlerle birlikte yola çıkmaktan vazgeçti. Bazı kimselerin tereddüt edip geri dönmesi, diğerlerinin de azimlerini kırdı. Çünkü sefere çıkma sebebi ortadan kalkmıştı. Bu tereddüdün dozu ne olursa olsun, Kureyşliler bütün zorluk ve sarsıntılara rağmen dokuzyü-zelli savaşçıyla yola çıktılar. Beraberlerinde ikiyüz at ve birkaç develeri, def çalan şarkıcı cariyeleri de vardı. Bunlar Kureyşli-ler´i müslümanlara karşı galeyana getirici şarkılar okuyorlardı. Müşrikleri, kervanlarını, ordularını, şarkıcı cariyelerini bir tarafa bırakarak, Resulullah (sav)in hazırlığından söz edelim:
Resulullah (sav) efendimiz 309 kişi ile yola çıktı. Bu sayı bundan biraz fazla, yahut biraz eksik olabilir. Bu defa muhacirlerle ensar birlikte hareket ederek, bu sefere katılmış ve Bedir yoluna koyulmuşlardı. Kervanı ele geçirmek istiyorlardı, ama kervanı göremediler. Ebu Süfyan acele ederek Bedir´in sol tarafından sapıp kervanı kaçırmış; böylece hem kervanı, hem beraberindeki adamları kurtarmıştı.
Peygamber efendimiz aldığı haberlerden Kureyş´in kendilerine oranla çok kalabalık bir orduyla, at ve develerle yola çıktığını öğrenmişti. Kervan kendisinden kaçmışsa da, karşısına büyük bir ordu gelmekteydi. Savaş kaçınılmazdı. Bu sebepledir ki, her ne kadar sayıca az olsalar da onları bir araya getirip topladıktan sonra askerlerinin kalbine metanet ve moral aşılamaya başladı. Ordusunun imanı kuvvetliydi. Kendisi jde Muhacir ve Ensar´a güvenmekteydi. Ancak Ensarın, daha Önceleri Peygamber efendimizle yaptıkları anlaşma gereğince, bu sefere ve zahmete katılmak mecburiyetinde olmadıklarını düşünmelerinden endişe etti. Medine-i Münevvere içinde saldırıya uğramaları halinde Medine´yi korumak mecburiyetindeydiler. Ama dışarıya çıkıp düşmanla karşılaşmak ve savaşmak mecburiyetinde olmadıklarını ileri sürebilecekleri ihtimali vardı. Çünkü daha önceleri Akabe´de Peygamber efendimizle biat yaparken Medinelüer: “Ya Resulullah! Sen bizim diyarımıza varmadıkça biz senden sorumlu değiliz. Ancak diyarımız olan Medine´ye ulaştığın zaman, artık bizim zimmetimize girersin. Çocuklarımızı ve kadınlarımızı nasıl koruyorsak seni de Öyle koruruz.”
Belki de bazı Medinelüer, bu sefere katılmak mecburiyetinde olmadıklarını düşünmüşlerdir. Savaş esnasında Peygamber efendimiz Medineliler´in tümünün bu savaşa gönüllü olarak katılıp katılmadıklarını kesin olarak öğrenmek istemiş, bu sebeple gönüllerindeki niyeti araştırmıştı. Medine´de kendisini barındıran Ensarın ne düşündüklerini öğrenmek istiyordu. Çünkü Medinelüer şehir dışına çıkarken, savaşmak için değil, kervanı ele geçirmek için çıkmışlardı, tşin başındayken plan ve düşünce buydu. Peygamber efendimiz, ordusunun durumunu, özelikle ensarın neler düşündüğünü öğrenmek için, ashabıyla istişarede bulundu. Onların fikirlerine ve düşüncelerine müracaat etti. Sözlerin en güzelini Ebu Bekir ile Ömer söylediler. Ama Peygamber efendimiz onların görüşlerini öğrenmek ihtiyacında değildi. Çünkü bu ikisinin imanlı ve cesaretli olduklarını zaten kesin olarak biliyordu. Onların gerisindeki kimselerin neler düşündüklerini Öğrenmek istiyordu. Mikdad bin Amr ayağa kalkarak şöyle dedi:
“Ya Resulullah! Sen yoluna devam et. Allah´ın gösterdiği yol-cfâ yürü. Andolsun ki, îsrailoğullarının Musa´ya dedikleri gibi: “Sen ve rabbin gidin savaşın. Doğrusu biz burada oturumlarız” demeyiz. Aksine biz deriz ki: Sen ve Rabbin gidin savaşın, ama mutlaka biz de sizinle birlikte savaşacağız! Seni hak ile gönderen Allah´a yemin ederim ki, sen bizi (Mekke´nin arkasında denize doğru beş gecelik mesafedeki) Berk´ül-Gamad´a kadar yürütecek olsan, seninle birlikte oraya kadar yürür, senin sağında, solunda, önünde ve arkanda çarpışırız!”
Mikdad´ın bu sözleri üzerine Peygamber efendimiz sevindi. Onun için hayır duada bulundu. Böylece muhacirlerin metanetle savaşa gelmeye kararlı olduklarım öğrendi. Geriye, aralarındaki anlaşma gereğince Medine dışına çıkıp savaşmak mecburiyetinde olmadıklarını düşünme ihtimalleri olan ensarm niyetlerini öğrenmek kalmıştı. Peygamber efendimiz ensara yönelerek:
“Bana düşüncelerinizi söyleyin” dedi. Sa´d bin Muaz şöyle dedi: “Allah´a andolsun ki, ey Resulullah! Sen böyle demekle bizi kasdeder gibisin. Öyle değil mi ” Peygamber efendimiz evet diye cevap verdi. Bunun üzerine Sa´d, sözüne şöyle devam etti: “Sana iman ettik, seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin hak olduğuna şehadet ettik. Bunun üzerine senin emirlerini dinleyip itaat edeceğimiz konusunda sana söz verdik. Ey Allah´ın elçisi, dilediğin şekilde yoluna devam et. Biz seninle beraberiz. Seni hak ile beraber gönderen Allah´a yemin olsun ki, eğer bizi şu denize doğru sürecek olsan mutlaka seninle beraber biz de denize dalarız. Aramızdan tek bir kişi bile geride kalmaz. Bizi düşmanlarımızla karşılaştırmandan hoşnutsuzluk göstermeyiz. Biz savaşta sabırlı ve dayanıklıyız. Düşmanla karşılaştığımızda sana sadakat gösteririz. Ümid ederim ki Cenab-ı Allah senin gözünü aydınlatacak ve gönlünü tatmin edecek hareketlerde bulunduğumuzu sana gösterecektir. Allah´ın bereketi üzerine, bizimle birlikte yoluna devam et.”
Sa´d´ın bu sözleri üzerine Resulullah (sav) artık ensarm da savaşa gönüllü olarak katılacağından emin oldu. Cenab-ı Allah´ın kendisine verdiği sözü yerine getireceğine kesinlikle kanaat getirdi. Kendisiyle birlikte Allah´a ve hakka inanan, asla tereddüt etmeyen bir orduya sahip olduğunu gördü. Bu sebeple Peygamber efendimiz Sad´ın sözlerinden dolayı memnuniyet duydu. Kuvvet bulup zindeleşti ve şöyle dedi: “Yürüyün, size müjdeler olsun. Şüphesiz Cenab-ı Allah bana, iki taifeden (kervandan ya da müşrik ordusundan) birini yenip ele geçireceğimizi vadetti. Allah´a andolsun ki, ben o (müşrik) kavmin düşüp ölecekleri yerleri görür gibi oluyorum!” Peygamber efendimizin ordusu işte böylece azmini bilemiş ve yüce Allah´ın kuvvetiyle destek görmüştü.
İki Ordu
Peygamber ordusundaki neferler kalblerini ve gönüllerini hakka bağlamışlardı. Ama sayıları az, teçhizatları noksandı. Sadece iki atları, kırk develeri ve üçyüz mücahitleri vardı. Develere nöbetleşe biniyorlardı. Dört kişiye bir deve düşüyordu. Peygamber efendimiz de onlarla birlikte nöbetleşe biniyordu. Sahabiler onu nöbetten muaf tutmak istediklerinde, şöyle buyurmuştu:
“Ben sizden daha az güçsüz değilim. Sevap kazanmaya da sizden daha az muhtaç değilim.” Müşrik ve şer ordusundaki savaşçıların sayısı, önce de belirttiğimiz gibi dokuzyüz elliydi. Beraberlerinde yetmiş atları, çok sayıda binekleri ve yemek için kesecekleri hayvanları vardı. Fakat azim ve imanları noksandı. Savaşmaya istekli değillerdi. Çoğu tereddüt içindeydi. Bazıları da kendi arzu ve iradesi olmadan savaş çukuruna yuvarlanmıştı. Şöyle ki:
a- Onlar kervanlarını ve oradaki mallarını korumak için sefere çıkmışlardı. Bu sebeple zorluklarla karşılaşmışlardı. Bunu yapmadıkları takdirde mallarını yitirecekler, Araplar arasında küçük düşeceklerdi. Ebu Süfyan, onlara kervanın kurtulduğu haberini göndererek şöyle demişti: “Siz kervanınızı ve kervanı-nızdaki adamlarınızla, mallarınızı korumak için yola çıktınız, işte Allah kervanı kurtardı. Artık geri dönün.”
Vuruşma sebebi ortadan kalktığı için, artık onları savaşa itecek bir gayretleri de kalmamıştı. Ama köklü kinleri ve Haşim oğullarına karşı olan kıskançlıkları Ebu Cehil´i harekete geçirmişti. O Kureyşliler´i kin ve hasedinden dolayı savaşa zorlamışti. Onun karakterinde olanlar da, onunla birlikte savaşa azmetmişlerdi.
b- Zühre oğulları gelmişlerdi, ama kervanın kurtuluş haberini alınca hepsi geri dönmüşlerdi. Sözcüleri: “Artık mal kurtarmak bahanesi ortadan kalkmıştır. Savaşa gitmemize ihtiyaç kalmamıştır” demiş ve hepsi de Ebu Cehil´i ahmaklık ve cahillikle nitelemişlerdi.
c- Bazı güçlü Kureyşliler, kavimleri içinde mertebe sahibi olan müşrikler, örneğin Ümeyye bin Halef gibileri, savaş için sefere çıkmak hususunda tereddüt etmişlerdi. îbn îshak´ın “Si-ret´inde anlatıldığına göre, Ümeyye bin Halef, yaşlı, irikıyım bir adam olup evinde oturmaya karar vermişti. Kendisi kavminin arasında Mescid-i Haram´da oturmaktayken, Ukbe bin ebi Muayt eline bir ateş koru ve buhurdanlık alarak getirip Ümeyye bin Halefin önüne bırakmış, sonra da ona: “Ey Ali´nin babası ısın, sen ancak kadınlardan birisin!” demişti; Onun bu sözlerine karşı Ümeyye bin Halef: “Allah seni ve getirdiğin şeyi rezil etsin” diye karşılık vermişti. Sonra bu itibarlı adam, kahramanlık duygusundan değil, halk tarafından kınanmamak için savaşa katılmaya hazırlanmıştı. Hac mevsimlerinde halkı ve dışardan gelen Arap heyetlerini Peygamber efendimize uymaktan men edip geri çeviren Ebu Leheb bile bu savaşa bizzat katılmamış, geri kaçmış ve yerine vekil olarak As bin Hişam bin Muğire´yi göndermişti. Karşılık olarak da, iflas etmiş olan As bin Hişam´a, alacağını bağışlamıştı. Talib bin Ebi Talib de bu savaşa gitmemişti. Çünkü o, bazı.Küreyşlilerin de dediği gibi, Haşimoğullarını ve onların beraberindeki Muhammed (sav)i seviyordu. Haşimilerin ilk sıralarında yer alan Abbas´ın bu savaşa gitmesi ise çok tuhaftı. Çünkü o Akabe biatında Peygamber efendimizle birlikte bulunmuş, Evs ve Hazreç kabileleriyle konuşmuştu. Peygamber efendimizi koruyacakları konusunda onlardan teminat almıştı. Koruyamayacak iseler, kendilerinin Muhammed´i koruyabilecek güçte olduklarını Evs ve Hazreç kabilelerine açıklamıştı. Eğer Evs ve Hazreç kabileleri Muhammedi koruyamayacak iseler onu kendi kavminin himayesine .bırakmalarım söylemişti. Kardeşi oğlu Muhammed´i yenmek ve ordusuyla savaşmak maksadıyla değil, Kureyşlilerin önde gelen simalarının kendisini kınamalarından korktuğu için bu savaşa katılmıştı. Maksadı, Kureyşliler üzerinde hakimiyet sağlamak ve onlar arasında cılız bir fert olarak kalmamaktı.
Öyle sanıyoruz ki, Ebu Süfyan da bu savaşın zorunlu olduğuna inanmıyordu. Kureyşlilere gönderdiği ve kervanın kurtuluşunu bildirdiği mektup da bunu göstermektedir.
d- Kureyşlilerin hemen hemen tamamı savaştan korkuyorlardı. Çünkü onlar kendi teçhizatlarından ve mühimmatlarından uzak kalıp yola koyulmaya karar verince, kendileri ile Bekr bin Abdü Menaf oğulları arasında geçmişte meydana gelen olayları hatırladılar. Bekr bin Abdü Menaf oğullarının arkadan kendilerine saldıracaklarından endişe ettiler. Hatta sözcüleri: “Bunların arkadan gelip bizi vurmalarından korkuyoruz” dedi. Evet, Kureyşliler savaştan korkmuşlardı. Önlerinde görecekleri düşmandan çok arkadan kendilerine zarar geleceğini düşündüler. Savaşın zorunlu olduğuna inanmadılar. Hatta bunun için azimleri de yoktu. Ancak kin, cahillik ve hased, gözlerini köreltmişti. Aynı zamanda mü´minlerden de ürküyorlardı. Çünkü daha önceleri bazı müşrikler, müslüman askerlerle karşılaşmışlardı. Göz göze gelecek kadar birbirlerine yakın olmuşlardı. Ama mü´minlerin kan akıtmadıklarını görmüşlerdi. Zaten mü´minlerin kan akıtmaya meraklı olmadıkları da Peygamber efendimizin merhamet istediğine, savaş istemediğine, inançları muhtelif de olsa, müşriklerle çarpışmak arzusunda olmadığına dair söylediği sözler bunu isbatlamaktaydı.
îbn îshak´dan rivayet edildiğine göre, müşrikler sükun bulduktan sonra Umeyr bin Vehb el-Cumhi´yi gözcü olarak görevlendirip ona: “Muhammed´in ashabının sayısının ne kadar olduğunu bizim için araştırıp öğrenmeye çalış” dediler, O da îs-lam ordusunun çevresinde atıyla dolandıktan sonra, müşriklerin yanma geldi ve : “Üçyüz adamdan biraz daha fazla, ya da biraz noksandırlar. Ancak bana biraz daha süre verin ki, onların gizlenmiş oldukları yerlerin ya da arkalarında kendilerine takviye olacak birliklerin bulunup bulunmadığım araştırıp size haber vereyim” dedi. Sonra da müşrik ordusunun yanından uzaklaştı, îslam ordusunun çevresinde dolanarak keşif yaptı. Ama bir şey görmedi. Tekrar gelip Kureyşliler´e bir şey görmediğini söyledi.
Ama o, durumun kritik olduğunu, sayının Önemli olmadığını, asıl önemli olan unsurun moral gücü ve ölüme karşı hazırlıklı olmak olduğunu açıkladı. Savaşa hazır durumda bekleyen müşrik ordusuna hitaben şöyle dedi:
“Belalar ölümü getirir. Ey Kureyş topluluğu! Ben kabirlere ölü taşıma vasıtalarım, Medine´nin saka develerinin Ölü taşıdıklarını görür gibi oldum. Öyle bir topluluk gördüm ki; yanlarında kılıçlarından başka, onların ne bir koruyucuları var ne de sığınakları… Vallahi sizden bir adam Öldürmedikçe onlardan bir adam Öldürülmeyecektir, Onların sayısınca adamlarınız Öldürüldükten sonra, yaşamanın ne kıymeti kalır Bu nedenle iyi düşünün ve kararınızı ona göre verin!”
Hakim bin Hüzzam bu sözleri işittikten sonra halkın arasına girip dolaştı. Utbe bin Rebia´nın yanına giderek ona şöyle dedi: “Ey Eba Velid! Sen Kureyş´in büyüğü, efendisi ve itaat edilen adamısın. Ömrünün sonuna kadar hayırla yadedilmeyi istemez misin ”
Utbe: “Ey Hakim, nedir o ” diye sordu. Hakim de şöyle cevap verdi: “Halkı seferden geri çevir. Müttefikin Amr bin Hadre-mi´nin işini üzerine al!”
Utbe şu cevabı verdi: “Bu işi yapayım. Çünkü o benim mütte-fikimdir. Onun diyetini, kaybettiği malını Ödemek bana düşer.” Böyle dedikten sonra kalkıp bir konuşma yaptı ve şöyle dedi:
“Ey Kureyş topluluğu! Vallahi siz Muhammed ve ashabıyla karşılaşırsanız, bir şey yapamazsınız. Onlardan birini öldürecek olanınıza bakan, ya amcasının, ya dayısının oğlunu, ya da kabilesinden bir kimseyi Öldürmüş olanın yüzüne bakmış olacak ve ondan nefret edecektir! Siz geri dönünüz. Muhammed ile diğer Araplar arasından çıkınız. Onları başbaşa bırakınız. Eğer Araplar ona birşey yaparlarsa -ki zaten bunu istersiniz- maksadınıza ulaşmış olursunuz. Eğer bunun tersi olursa o, sizin kendisine dokunmamış olduğunuzu görerek size karşı yumuşak ve iyi davranır.”
Ordudaki askerler bu söze kulak verdiler ve uygun gördüler. Ama kindar Ebu Cehil, kıskançlığının tesirine kapılmış, bu sözleri hoş karşılamanııştı. Gidip Muhammed´in sahabileri tarafından öldürülmüş olan Amr´m kardeşi Amir bin Hadremi´yi kışkırttı. Onun intikam çağrısı yapmasını istedi. Amir de feryat ve figan ederek, ölen kardeşi Amr için: “Ah Amr! Vah Anır!” diyerek ortalıkta dolaşmaya başladı. Onun bu feryadı ve intikam çağrısı üzerine müşrikler galeyana geldiler, savaşa kalkıştılar, intikam ateşiyle dolup taştılar ve vuruşmak üzere görüş birliği ettiler.
Sonuç olarak deriz ki, savaş arzusu başlangıçta Kureyşlile-rin gönlünde çok zayıf durumdaydı. Savaşmak hususunda tereddüt etmekteydiler. Çünkü kervan kurtulduğu için savaşma gereği ve sebebi ortadan kalkmıştı. Aklı başında olan Kureyşli-ler savaşıp savaşmamak konusunda tereddüt ettiler. Hatta bazıları müslümanlara karşı merhametli olma tavsiyesinde bulundular. Bazısı da Muhammed´in arkadaşlarının Allah yolunda ölmek istediklerini bildiklerinden dolayı, savaşa katılmaktan korktular. Bütün bunların ötesinde Kureyşliler, arkadan gelmesi muhtemel olan saldırılardan korkuyorlardı. Bu nedenle savaşma arzusu sabit olarak kalplerine yerleşmedi. Halbuki ordular ancak azim ve irade ile güçlenirler. Onları savaşa iten tek sebep, kindarlıklarıydı. Her ne kadar başlangıçta bu duygu insanı savaşa teşvik ederse de, düşman askeriyle karşılaşma esnasında bu duygu varlığını devam ettiremez. Savaşın sivri dişleri göründüğü ve insana battığı esnada, bu duyguya yer kalmaz. Batılın ordusu işte bu durumdaydı. O ordunun safları arasında çözülme başlamıştı. Çözülmenin ardısıra tereddüt ve yenilgi mutlak surette gelecekti.
Biz deriz ki, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah´ın iman ordusuna olan merhameti, batıl ordusunun yenilgi ve hezimet sebebini kendi içinde meydana getirmişti.
Bütün bunları anlattıktan sonra, faziletli tarafa, Muhammed (sav)in ordusuna gelelim. Bu ordu savaşa katılma kararını oy birliği ile almıştı. Bunların amaçları mal elde etmek, dünya metaına kavuşmak değildi. Bunlar, kendilerine saldıracak olan Allah düşmanlarını yenmek amacını taşıyorlardı. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah´ın ve Resulünün çağrısına icabet ederek bu savaş alevlerinin içine dalmak mecburiyetinde olduklarını görüyorlardı. Bu savaşa daldıkları takdirde iki güzel şeyden birine kavuşacaklardı. Ya ganimet elde edecek, ya da şehid olacaklardı ki, her ikisi de asıl itibariyle ganimet sayıhr. Müşrikler araştırıcı gözle mü´minleri gözetlediklerinde, onların durumlarından korku ve ürküntüye kapılmışlardı. Üçyüz-dokuz kişilik az bir topluluk oldukları halde, müslüman askerlerden korkmuşlardı. îbn Kesir bu konuda şöyle der:
“Mü´minler üçyüz onüç kişiydiler. Bu durumda iken noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, müminlere, müşrikleri az bir sayıda gösterdi. Mü´minler müşriklerden korkmadılar. Mü´minler de onların gözlerine Allah tarafından az gösterildi-ler. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah, onları uykunda az gösteriyordu. Eğer sana onları çok gösterseydi, çekinirdiniz ve (savaş) iş(in)de (birbirinizle) çeki-şirdiniz. Fakat Allah, (sizi bundan) kurtardı. Çünkü O göğüslerin özünü bilir.
Karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinize az gösteriyor sizi de onların gözlerinde azaltıyordu ki, yapılmış bir işi yerine getirsin. îşler hep Allah´a döndürülecektir.” (Enfai 43-44)
Bundan da anlaşılıyor ki, müşrikler, mü´minlerle karşılaşmaktan korkuyorlardı. Savaş anının yaklaşmasından ürküyor ve savaşmamak hususunda tereddüt ediyorlardı. Sadece ahmaklık içinde bulunanlar bu savaşı arzuluyorlardı. Buna karşı mü´minler, yüce Allah´tan müjde almışlardı. Müşrikleri küçümsüyor ve onlara karşı korkusuzca hücuma kalkışıyorlardı. Sadece Allah´tan yardım diliyorlardı. Yüce Allah da, onların kalplerine sükun ve metanet bırakıyor ve onlara yardım ediyordu. Melekler de onlara takviye kuvvetler gönderiyor, kalplerine güven ve huzur yerleştiriyordu. Onlar sükunet içinde Allah´ın yardımını ümit edip, O´na güvenerek uyuyorlardı. Sadece O´nun zatından yardım bekliyorlardı. Savaşa hazırlıklı ve yönelik vaziyette bekleyen müminlerin durumunu Cenab-ı Allah şöyle tasvir buyuruyor:
“Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da “Ben size birbiri ardınca bin melek ile yardım edeceğim” diye duanızı kabul buyurmuştu. Allah bunu ancak müjde olsun (sevmesiniz) ve kalbiniz bununla yatışsın (güvene ve huzura kavuşun) diye yapmıştı. Yardım, yalnız Allah kalındandır. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir.
O sizi, Allah´tan bir güven olmak üzere hafif bir uykuya daldırmıştı. Üzerinize, sizi temizlemek, şeytanın pisliğini (içinize attığı kötü düşünceleri) gidermek, kalplerinizi (birbirine) bağlamak ve ayakları(nızı) pekiştirmek için üzerinize gökten bir su indiriyordu. Rabbih, meleklere vahyediyordu ki: Ben sizinle beraberim, siz inananları pekiştirin; ben inkar edenlerin yüreklerine korku salacağım; vurun (onların) boyunların(ın) üstüne, vurun onların her parmağına! Böyle (olacak), çünkü onlar Allah ve Resulüne karşı geldiler. Kim Allah´a ve Resulüne karşı gelirse, muhakkak ki Allah´ın cezası çetin olurf (Enfai: 9-13)
Bundan sonra da yüce Allah şöyle buyuruyor:
“işte böyle yaptı. Muhakkak ki Allah, kafirlerin tuzağını zayıflatır.” (Enfai.18)
Nihayet iki ordu karşı karşıya geldi. Bunlardan birinin sayısı, teçhizatı çoktu, ama inancı yoktu. Öyle ki, giriştiği savaşı kazanacağı konusunda bir güvene sahip değildi. Cenab-ı Allah onların tuzaklarını ve tedbirlerini zayıflatıp boşa çıkardı. Savaş sebebini ortadan kaldırmakla ve liderlerinin kalplerine tereddüt düşürmekle, bazı kabilelerle boyları birbirinden koparmakla, koparmış oldukları akrabalık duygularını yeniden canlandırıp kabartmakla onları gevşetmişti. îki ordu karşı karşıya geldikleri zaman, bazılarının kalplerine korku ve ürküntü bırakmıştı.
Evet, müşrik ordusunun durumu böyleydi. Müzminlerin durumuna gelince onların iradeleri tek noktada birleşmişti. Yüce Allah´tan müjde almışlardı. Meleklerle takviye görmüşlerdi. Meleklere Cenab-ı Allah, müslümanlarm kalplerine sükun, sebat ve huzur bırakmalarını vahyetmişti. Öyle ki, müzminleri bir güven uykusu bürümüştü. Cenab-ı Allah ayaklarının altındaki yeri sağlamlaştırmak ve sabitleştirmek için hafif bir yağmur yağdırmıştı. Kervanı elde etmektense, onur ve üstünlüğü elde etmek hakim olmuştu. Başlangıçta mal istemişlerdi, ama sonunda Allah´ın kelimesini yüceltmek amacına yönelmişlerdi. Evet, Önceleri mal elde etmek istiyorlardı. Allah´ın verdiği onur sayesinde kuvvet ve üstünlük istemeye başlamışlardı. Nitekim noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah size, iki takımdan birinin sizin olduğunu vadediyor-du; siz ise kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz.” (Enfai: 7)
İki ordu biri zırha bürünerek teçhizatla kendini takviye etmiş, ama yüreksiz. Diğeri ise iman, azim, sabır ve şehadet arzusu gibi manevi zırhlara bürünmüş. Şehadet ki iki güzel sonuçtan biridir. însan ya gazi olup ganimet elde etmeli, ya da şehit olup Allah´ın rahmetine kavuşmalıdır. Ya zafere erip gazi olacaklar, ya da şehit olacaklardı. Her ikisinde de büyük kazançlar vardı.
Bu iki ordu birbirine denk olur mu hiç Savaşlar konusunda uzman olan kimseler de bu iki ordunun birbirlerine denk olmayacaklarını söylerler. Çünkü geçen yüzyılda ve bu yüzyılda savaşları yöneten komutanlar, savaşlardaki maddi gücünün manevi güce oranla üçte birlik bir değer taşıdığını ifade etmişlerdir. Onların bu takdirlerine göre, zafer, ya da yenilgi sonucuna maddi kuvvetin ancak dörtte birlik bir tesiri olabilir; manevi gücünse dörtte üçlük bir etkisi olur. Bedir savaşında müşriklerin sayısı bin idiyse bu mutlak bin sayısına tekabül eder. Ama mü´minlerin sayılan kuvvet dengesinde en azından binikiyüze tekabül ederdi. Ayrıca noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah onları meleklerle takviye etmişti:
“Rabbin, meleklere vahyediyordu ki: “Ben sizinle beraberim; siz inananları pekiştirin.” (Enfal. 12)
“(Ey Muhammed) attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attl!” (Enfal:17)
Savaş uzmanlarının takdirine göre maddi kuvvetin manevi kuvvete göre üçte birlik bir değer taşıdığını söylemiştik. Savaş uzmanları hata da yapabilirler, doğru da söyleyebilirler. Ama yüce Allah´ın takdiri bütün takdirlerin üstündedir. Kalbinde zayıflık bulunmayan iman ehlinden bir savaşçıyı en kafir savaşçıya denk tutan, yüce Allah´tır. O şöyle buyurmuştur:
“Ey Peygamber, Allah sana ve sana tabi olan mü´minlere yeter. Ey Peygamber, müminleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabreden yirmi kişi olsa, (onlar ikiyüz (kafir)i yenerler. Sizden yüz kişi olsa (onlar) kafirlerden bin kişiyi yenerler. Çünkü o kafirler, anlamaz bir topluluktur. Şimdi Allah sizden (yükü) hafifletti. Sizde zaaf bulunduğunu bildi. Bundan böyle sizden sabreden yüz kişi olsa, ikiyüz (kafır)i yenerler ve eğer sizden bin kişi olsa Allah´ın izniyle ikibin (kafir)i yenerler. Allah sabredenlerle beraberdir..” (Enfal: 64-66)
Bu Kur´an nastan anlaşıldığı üzere, eğer iman ehlinin kalb-lerinde zaafîyet yoksa ve mü´minler gevşememişlerse, manevi kuvvetin bir birimi, maddi kuvvetin on birimine denktir. Ancak sadık mü´minler arasına münafıkların girmesi durumunda, mü´min safları arasında gevşeklik başgösterir; münafıklar iman ehlinin yenilmesini ve çökmesini isterler. Nitekim onlarla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Sizin içinizde (savaşa) çıkmış olsalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı. Sizi fitneye (birbirinize) düşürmek için hemen aranıza sokulurlardı. İçinizde de onlara kulak verenler vardır. Allah zalimleri bilir. (Onlar) önceden de fitne çıkarmak istediler ve sana nice işleri ters çevirdiler. Nihayet hak geldi, onlar istemedikleri halde Allah´ın emri (onun dini) galebe çaldl.” (Tevbe: 47-48)
Saflarda zaafîyet işte böyledir. Nitekim Uhud gazvesinde saflar arasında zaaf ve gevşeklik başgöstermişti. Peygamber efendimiz Cenab-ı Allah´ın da buyurduğu gibi, safları düzene ^sokuyordu:
“Hani sen, erkenden ailenden ayrılmıştın. (Uhud´da) mü´minleri savaş üslerine yerleştiriyordu. Allah da işitendi, bilendi. Sizden iki takım, korkup bozulmaya yüz tuttu. Allah, kendilerinin dostu idi. inananlar, Allah´a dayansınlar.” (Ali lmran: 121-122)
îman kuvvetinin durumu işte budur. İnanan askerlerin arasına asla nifak karışmamalıdır. Böyle olmadığı sürece, bir mü´min on müşrike bedeldir. Ama mü´minlerin arasına münafıklar karışır ve müminlerin kalplerinde de manevi hastalıklar bulunursa, işte o zaman inanç ordusunun safları arasında zaaf ve gevşeklik başgösterir. Bu durumda bir mü´min ancak iki münafıka bedel olabilir. Ama imanları halis olursa büyük kuvvet ifade eder ve bir mü´min on müşriğe bedel olur. ikinci durumda, yani kalpleri manen hasta olur ve mü´minlerin safları arasına bu münafıklar karışırsa, işte o zaman bir mü´min ancak iki münafığa ve müşriğe bedel olur. Bu iki ayet arasında nesh durumu yoktur. Bazıları derler ki, ikinci ayet birinciyi nesh etmiştir. Halbuki böyle bir durum sözkonusu değildir.
İki Ordunun Karşılaşması
Resulullah (sav) Kureyş kervanım yakalamak için Bedir´e gitti, ama kervanı ele geçiremedi. Savaş haberini aldı, artık savaşmak mecburiyeti doğmuştu. Kureyşliler gurur ve alayişle Bedir´e yönelmişlerdi. Peygamber efendimiz düşmanını biliyordu. Onların dokuzyüz ile bin civarında olduğunu talimin etmişti. Bunu da onların yemek için kestikleri develerin sayısından anlamıştı. Sahabilerden birine, Kureyş ordusunun kaç kişi olduğunu sorduğunda, o, sayılamayacak derecede çok olduklarını söylemişti. Bunun üzerine Peygamber efendimiz onların yemek için kaç deve kestiklerini sorunca, adam: “Bir gün dokuz diğer gün on deve kesiyorlar” demiştir. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, Kureyş ordusunun dokuzyüz ile bin kişi arasında olduğunu söylemişti. Hatta tam tamına dokuzyüzelli kişi olduklarını söylemişti. Kureyş ordusundaki eşrafı sorunca da adam, aralarında Utbe bin Rebia ile kardeşi Şeybe ve diğer bazı önde gelen simaların bulunduğunu ifade etmişti. Bunun üzerine Peygamber efendimiz savaşa teşvik etmek için beraberindeki müslüman askerlere şöyle demişti: “İşte Kureyşliler, size ciğerparelerini sunuyorlar!”
Kureyş müşrikleri ilerleyerek Bedir´de bir kum tepesinin arkasındaki vadinin en uzak kıyısına indiler. Müslümanlar da vadinin en yakın tarafına karargah kurdular. Bununla ilgili olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Kulumuz (Muhammed)e indirdiğimiz (ayetler)e inanmışsa-nız, bilin ki, ganimet aldığınız şeylerin beşte biri, Allah´a, Resulüne ve (Allah´ın Resulü ile) akrabalığı bulunan(lar)a, yetimlere, yoksullara ve yolcu(lar)a aittir. Allah her şeye kadirdir. O gün siz, vadinin yakın kenarında idiniz. O (düşman)lar(ınız) da uzak kenarında idiler. Kervan da sizden daha aşağıda idi. Eğer sözleşmiş olsaydınız dahi, sözleştiğiniz vakitte Öyle bulu-samazdınız. Fakat Allah, zaten yapılması kararlaştırılan bir işi yerine getirmek için (sizi böyle buluşturdu) ki helak olan, açık delille helak olsun; yaşayan da açık delille yaşasın.” (Enfal.41-42)
Karargah için yer seçimi herhangi bir kimsenin iradesiyle değil, yüce Allah´ın uygun görmesiyle olmuştu. Eğer bir şahsın emir ve iradesiyle karargah yeri seçilmiş olsaydı, müslümanlar yer ve zaman hususunda görüş ayrılığına düşerlerdi. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah karargah yerini takdir etti ve zamanını belirledi. Mü´minlerin karargah kurdukları yer kumluk olup yürümeye engel teşkil ediyordu. Bu yüzden Cenab-ı Allah, yeri sertleştirmek için hafif bir yağmur yağdırdı. Orasını yürümeye elverişli bir zemin haline getirdi. Kureyşlile-re de bol miktarda yağmur yağdırarak yürüyüşlerini engelledi.
Nesei, Mücahid´in şöyle dediğini rivayet eder:
“Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah üzerlerine yağmur yağdırdı, toz sakinleşti, yer sertleşti, gönülleri hoş oldu. Resulullah (sav) iman ordusuyla gelerek Bedir suyuna yakın bir yere karargah kurdu. Durumu sahabilere arzettiğinde Hab-bab bin Münzir bin Cemuh gelerek şöyle dedi: “Ey Allah´ın Resulü sen bu karargah yerini Allah´ın sana verdiği emre dayanarak mı tesbit ettin Eğer onun emrine dayanarak tesbit etmiş isen biz burayı, ne geçebilir, ne de buranın gerisinde kalabiliriz. Yoksa sen kendi görüşüne ve savaş taktiğine uyarak mı tesbit ettin ”
Resulullah (sav) efendimiz ben burayı kendi görüşüme ve savaş taktiğime uygun olduğu için tesbit ettim, dedi. Bunun üzerine Habbab: “Ya Resulullah burası karargaha müsait bir yer değildir. Milleti biraz ileriye götür ki, suyun yakınına varalım. Oraya konaklarız. Sonra da Bedir suyunun etrafına bir duvar örüp havuz yapar, içini su ile doldururuz ve düşmanla savaşırız. O sudan biz içeriz, ama onlar içemezler.” dedi.
Peygamber efendimiz Habbab´m görüşüne uyarak oraya gitti. Bedir kuyusunun yanında havuz yaptı, içini su ile doldurdu. Müşriklerin kapadıkları bütün kuyuların suyu oraya aktı, böylece onlar da kendilerini sudan yoksun bırakacak tuzağı anladılar.
îki taraf karşı karşıya geldi. îki hasım yüz yüze karşılaştı. Peygamberlerin seyyidi, alemlerin rabbinden imdat diledi. Taraflar birbirlerine fazla girmeden karşılıklı ok atışmaları başladı. Mazlum oğullarından şerli bir adam su tuzağını hissetti ve mü´minlerin yaptığı havuzu yıkabileceğini zannetti: “Ben ya bu havuzdan su içerim, ya da onu yıkarım; olmazsa bu uğurda Ölürüm!” diyerek mü´minlerin tarafına geldi. Onu, Allah´ın aslanı Abdülmuttalib oğlu Hamza karşıladı ve kılıcıyla o müşrikin bacağını kesti. Fakat o müşrik yeminini yerine getirmeye azimli olduğundan dolayı havuza doğru sürünerek ilerlemeye başladı. Nihayet Hamza bir darbe daha vurarak onu öldürdü.
Resulullah (sav) ordusu içinde diğer neferler gibi bulunuyordu. Ancak ordunun harekatını kontrol etmek için yüksek bir yere çıkmayı uygun gördü. Yüksekçe bir yere bir gölgelik yapmayı düşündü ve gölgelik yaptırdı. Rivayete göre, ona bunu öneren Muaz bin Cebel olmuştu, tbn İshak´m rivayetine göre, Sad bin Muaz, Peygamber efendimize şöyle demişti: “Ey Allah´ın Peygamberi! Senin için bir gölgelik yapalım da süvarilerin yanında bulunsunlar, sonra biz gidip düşmanımızla karşılaşalım. Eğer Cenab-ı Allah bizi güçlendirip düşmanı-mıza karşı galip kılarsa, bu zaten bizim sevdiğimiz bir şeydir. Ama diğer durum, yani hezimet hali meydana gelirse, sen de süvarilerinle birlikte azmedip arkamızdan bize gelip katılırsın. Çünkü, bazı kimseler bu seferden geri kaldılar. Onlar da seni en azından bizim kadar severlerdi. Eğer senin savaşa mutlaka katılacağını bilselerdi, senden geri kalmaz ve seninle birlikte bu sefere katılırlardı. Allah seni onların yüzü suyu hürmetine koruyacak, onlar seninle birlikte cihad edecek ve sana hayır tavsiyesinde bulunacaklardır.” Sa´d´m bu sözleri üzerine Peygamber efendimiz onu övdü ve ona hayır duada bulundu. Neticede Peygamber efendimize bir gölgelik hazırlandı. Bunda çok faydalar vardı. Çünkü buraya oturunca ordunun harekatını kontrol edecekti. Onların neler yaptıklarını görecek ve ona göre kararlar verecekti. Şüphesiz ki, Peygamber efendimiz, kendi vicdanı, şefkat ve merhamet duygusu ile ordusunu esirgiyordu. Onlara acıyordu. Kureyşliler´in kalabalık ordusunu gördüğünde rabbine tazarru ve niyazda bulunarak şöyle demişti:
“Allah´ım! İşte Kureyşliler bütün gurur ve alayişleriyle üzerimize yöneldiler. Onlar sana meydan okuyor, senin Resulünü yalanlıyorlar. Allah´ım! Kureyşli müşrikleri yarına varmadan helak et!
Resulullah´la birlikte Ebu Bekir de karargah çadırında bulunmaktaydı. Muaz bin Cebel birkaç Ensar´la birlikte koruyucu olarak çevresinde dolaşıyordu. Resulullah (sav) rabbine sürekli bir şekilde yalvarıyordu. Ayrıca Hz. Ali´nin de rivayet ettiğine göre, Peygamber efendimiz rabbine sürekli dua edip tazarru ve niyazda bulunuyor, dua ederken şöyle diyordu:
“Allah´ım! Eğer şu bir avuç topluluğu helak edersen, artık bunlardan sonra yeryüzünde sana ibadet edilmez 1
Rabbinden imdat isteyerek şöyle diyordu:
“Allah´ım bana vadettiğini gerçekleştir. Allah´ım zaferini ver!” Böyle dua ederken, ellerini omuzundaki abası yere düşünceye kadar semaya yükseltiyordu. Ebu Bekir de arkadan onu koruyor ve abasını yine omuzuna koyuyordu. Fazlaca yalvarıp yakardığmdan dolayı Ebu Bekir ona acıyıp şefkat ederek şöyle diyordu; “Ey Allah´ın Resulü! Bu kadar yalvarıp yakar-dıktan sonra mutlaka rabbin, sana vadettiklerini gerçekleştirecektir!”
Evet bu doğru yolu gösteren hikmet sahibi kumandan, ordusunu ve adamlarından herbirini ayrı ayrı fazlaca sevdiğinden ve cihada sebebiyet veren tevhid inancını korumaya da tutkun olduğundan, putperestliği yıkmaya arzulu olduğundan dolayı, yüce Rabbine fazlaca yalvarıp yakarıyor ve O´ndan imdat istiyordu. Bunun yanı sıra savaşmaları için sevgili askerlerinin kalplerine azim ve sebat ruhunu aşılıyor, savaşa hazırlıklı olmaları için askerlerine moral veriyor, zafer için gayret sarfedi-yordu. Sonra da tevekkül edip yardımını dileyerek rabbine yalvarıp yakarıyordu. O´nun emri olmadan hiçbir şeyin değişmeyeceğini -yüce rabbinden kendilerine dayanma gücünü gayret ve sebatı ihsan etmesini istiyordu. Rabbinin şu buyruğuna icabet ederek askerlerini savaşa teşvik etmeye başladı: “Ey Peygamber! Müzminleri savaşa teşvik etf Bu buyruk üzerine Peygamber efendimiz şu cevabı vermişti:
“Muhammed´in canı kudret elinde bulunan Allah´a andolsun ki, bugün bir müslüman müşriklerle savaşır da sabrederek sevabını rabbinden bekleyerek ve cepheden kaçmayarak Öldürü-lürse, mutlaka cennete girer!”
îşte bu söz, Peygamber efendimizin askerleri savaşa teşvik ederken söylediği sözlerden biri idi. Cenab-ı Allah´ın teşvikleri de, sakındırma bakımından cepheden kaçmayı önleme cihetinden çok kuvvetli bir etki meydana getirmişti. Yüce Allah şöyle buyurmuştu:
“Ey inananlar, inkar edenlerle toplu halde karşılaşırsanız, onlara arkalar(ınız)ı döndür(üp kaç)mayın. Kim o gün -savaşmak için bir tarafa çekilmek ya da başka bir birliğe katılmak dışında- arkasını döner (kaçar)sa o, Allah´tan bir gazaba uğrar. Onun yeri cehennemdir. O, ne kötü varılacak bir yerdir!” (Enfal: 15-16)
Peygamber efendimizin teşvikleri müjde anlamı taşıyordu. Cenab-ı Allah´ın teşvikleri ise, savaştan kaçma hususunda mü´minleri sakındırma anlamına geliyordu. Birinci teşvik, eğer savaş cephesine doğru ilerlerlerse, akibetlerinin hayır olacağını mü´minlere açıklıyordu. İkinci teşvik, yani Cenab-ı Allah´ın teşviki ise savaştan kaçtıkları veya geri durdukları takdirde akibetlerinin fena olacağını bildiriyordu.
Komuta ve Düzen
Peygamber efendimizin komutası gayet hikmetli ve yerli yerince olup, askerlerine karşı merhametli bir özellik taşıyordu. Akıllıca ve kuvvetlice komuta ediyor, güzel bir örnek teşkil ediyordu. Adil bir savaş komutanı için o en güzel bir örnekti. Nitekim amel, ahlak ve sünnetleri bakımından da mü´minler için güzel bir Örnekti. Bu hususta yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Andolsun, Allah´ın elçisinde, sizin için en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab. 2i)
a- Peygamber efendimizin hikmetli ve irşat edici komutasının ilk görünümü, onun ordunun ortasında, savaş cephesinde bulunmasıydı. Askerlerinden uzak bir yere çekilmemişti. Aksine, onların başında durup onlara komuta ediyor ve yol gösteriyordu, ister tatlı ister acı olsun, savaşın sonuçlarına onlarla birlikte katıldığı gibi, savaşın zorluklarına da onlarla birlikte katılıyordu. Hz. Ali´nin bu hususta şöyle dediği rivayet edilir: “Durum şiddetlenip savaş ateşi alevlendiği, iyice kızıştığı ve gözlerinin çevresi kızardığı zaman Rasulullah (sav)e sığınırdık. O esnada kendisinden düşmana daha yakın bir kimse görülmezdi. Bedir savaşmdayken de, düşmana en yakın bulunduğumuz bir zamanda, Peygamber efendimize Sığınmıştık.” Kumandan Peygamber savaşta askerlerin arasında bulunuyor ve onlardan uzakta durmuyordu. Ashabı onun için bir gölgelik hazırlamıştı. Öyle görülüyordu ki, kendisi o gölgelikte fazla oturmamış, ancak askerlere bakıp durumu kontrol etmek ve onları düzene sokmak, harekatlarına yön vermek için gerektiği zaman gölgelikte oturmuştur.
Bazı müslüman kumandanların da onun yolundan yürüdüklerini ve onu örnek aldıklarını görmüşüzdür. Örneğin, askerleri arasında bir nefer gibi dolaşan Selahaddin-i Eyyubi, onun davranışlarını örnek aldığı için muzaffer olmuştur. Bazı kumandanlar da onun yoluna aykırı davranışlar içine girdiklerinden dolayı hezimete maruz kalmışlardır. Bunlar savaşı idare ettiklerini zannederek, sağlam köşkler içinde oturmuşlar, ama neticede onların ihmalleri sebebiyle hezimet gelmiş, Allah´ın askerleri telef olmuşlardır.
b- Peygamber efendimizin hikmetli komutasının ikinci görünümü de, onun kendisiyle askerlerini eşit görmesidir. Ordusunda savaşan her asker, yambaşında kendisiyle birlikte savaşmakta olan Peygamber efendimizin de kendisiyle birlikte aynı hak ve yükümlülüklere sahip olduğunu hissederdi. Bunu açıkça ispatlayan davranışlarından biri, onun, Ali ve Mersed ile birlikte aynı deveye nöbetleşe binmesidir. Yaya yürüme sırası kendisine geldiği zaman, Ali ile Mersed onu bu sıradan muaf tutup tekrar deveye bindirmek istemişler fakat o kabul etmemiş ve : “Siz benden daha güçlü adamlar değilsiniz ve sevap kazanmak hususunda da ben sizden daha az istekli değilim.” Evet, Peygamber efendimizin bu davranışı ile müslüman askerlerin zamanımızdaki davranışlarını ve özellikle son çağdaki Mısırlılarla mukayese edin. Aradaki ayırıcı hususlar, bir tarafı savaş ateşiyle dağlamakta diğer tarafı da hayırlara ve nimetlere boğmaktadır. Zafer kazanırlarsa gururlanırlar, savaş ateşiyle dağlanırlarsa herhangi bir şeref kazanmazlar. îşte bu sebepledir ki, hezimetleri birbirini izlemektedir.
c- Peygamber efendimizin hikmetli komutasının üçüneü görünümü de, askerlerine kendi serbest iradeleriyle savaştıklarını herhangi bir kimsenin hegomonyası altında cepheye zorla sürülmediklerini hissettirmesi idi. Onun bu davranışı neticesinde askerleri yaptıkları savaşla sevap kazanacaklarını umuyorlardı. Kazandıkları takdirde Allah´ın yardımı sayesinde kazandıklarını ve hakkı müdafaa ettikleri için muzaffer olduklarını anhyorlardı. Öldürüldükleri takdirde şehitlik şerefine ve cennete kavuşacaklarını biliyorlardı. Kendileriyle cennete girmek arasında sadece savaşıp öldürülmek vardı. Her iki durumda da iki güzellikten birine kavuşacaklardı. Onlar Allah rızası ve hak uğruna kendi Özgür iradeleriyle, kendi nefisleri için savaşıyorlardı. Onlar kazançlı bir ticarete girmişlerdi. Başkalarının zoruyla değil, kendi arzularıyla bu cepheye gelmişlerdi. Nitekim noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, bu hususu beyan ederken şöyle buyurmuştur:
“Allah, müzminlerin, mallarını ve canlarını cennet karşılığında satın almıştır. Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Allah´ın üzerine bir borçtur. Gerek Tevrat´ta, gerek İncil´de ve gerekse Kur´an´da (Allah, yolunda çarpışanlara cennet vereceğini vadetmiştir) Allah´tan daha çok ahdini yerine getiren kim olabilir O halde O´nunla yaptığınız bu alışverişinizden ötürü sevinin, gerçekten bu büyük başarıdır,” (Tevbe. 111)
Peygamber (sav) efendimiz, askerlerinden her mü´min ferdin kalbine, dünyalık elde etmek için değil, kendi özgür iradesiyle Allah rızası için hak yolunda ve hak için savaştığı düşüncesini yerleştirmişti, iman hidayeti ve Peygamber efendimizin komutası angarya için savaşa katıldığını veya parya olarak cepheye geldiğini düşünmüyor, aksine kendi özgür iradesiyle düşmanla çarpışmaya geldiğini düşünüyordu.
d- Peygamber efendimizin hikmetli komutasında müşahede edilen görüntülerin dördüncüsü ise, onun yumuşak huylu, akıllı ve güçlü bir komutan olduğudur. Komuta ederken gayet yumuşak ve mülayim davranır, mütehakkim olmazdı. Zorluk çıkarmadan, kabalık göstermeden, merhametle ve yumuşakça yol gösterirdi. Onun bu yol gösterişi karşısında da, karşısındaki askerler itaatli bir şekilde davranırlardı. O hikmetli komutanın çevresinde adeta etten bir duvar oluşturup, kendi canlarını onu kurtarmak için feda ederlerdi. Kendi arzularıyla gönüllü olarak, asla zorlanmadan onunla birlikte canlarını hak yolunda feda ederlerdi. Bu da Peygamber efendimizde bulunan nübüvvet rahmetiydi. Peygamber efendimizin bu nitelikli komutanlığını tasvir eden Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Allah´ın rahmeti sebebiyledir ki, sen onlara yumuşak dav-randın. Eşer kaba, katı yürekli olsaydın, çevrenden dağılır, giderlerdi. Öyle ise onlar(ın kusurların)dan geç, onlar için mağfiret dile. (Yapacağın) iş(ler) hakkında onlara danış, bir kere de azmettin mi artık Allah´a dayan.” (Ai-> imran: 159)
e- Peygamber efendimizin hikmetli komutasında görünen tezahürlerden biri de onun askerlerine karşı tutkun ve şefkatli olmasıdır. Nitekim bu husus rabbine yaptığı münacatlarda da sabitti. Askerleri onun birer dostu ve arkadaşı gibiydi. Onunla birlikte hakka davet eden kimselerdi. Hidayet erbabı idiler. Onlar Cenab-ı Allah´ın davetini yapan bir avuç mücahitlerdi. Eğer onlar helak olsalardı, artık onlardan sonra yeryüzünde Cenab-ı Allah´a ibadet edecek kimse kalmazdı, tslami izzet, onlar arasında gelişip nemalanmıştı. Onlar muhabbet ehli kimseler olduklarım hissetmişlerdi. Bunu hissetmekten çekinmemişlerdi. Günümüzdeki bazı müslüman komutanların askerlerine baktıkları gibi, Peygamber efendimiz o sevgili askerlerine haşin bir surette bakmamıştı. Onları birer savaş aracı ve aleti olarak görmemiş, bilakis birer mücahit ve birer insan olarak görmüştü.
f- Peygamber efendimizin hikmetli komutasında müşahede edilen altıncı husus, onun, şura yaparak, sorumluluğu askerleriyle birlikte paylaşmasıydı. Nitekim bu hususu ona Cenab-ı Allah emretmişti: “İş hususunda onlara danış.” Askerlere danışmak, onları sorumluluk hissine sahip kılar. Strateji hususunda asker, kendisinin de görüş sahibi olduğunu idrak eder. Böylece onurlanır ve sorumluluğa ortak olur. Kendini hareket eden bir savaş aleti olarak görmez. Bunun üzerinde savaş idaresine kendisi de iştirak eder, moral gücü artar, maneviyatı kuvvetlenir. Moral gücü artan asker, akıllı ve irade sahibi olur. Savaşa tereddüt etmeden kendi arzusuyla girişir.
Peygamber efendimizin bu hikmetli, akıllı merhametli, şefkatli ve yumuşak komutası sayesinde Cenab-ı Allah´ın ordusu gelişip kuvvetlenmiş, neticede zafer ve galibiyet elde edilmişti.
Taktik
Peygamber efendimiz askerlerini düşman karşısında peşpeşe gelen saflar halinde düzenlerdi. Bunu da Cenab-ı Allah buyurmuştu: “Allak, kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf bağlayarak çarpışanları sever. * (Saff: 4)
Askerlerin peşpeşe saflar halinde tanzim edilmesini Cenab-ı Allah Peygamber efendimize böylece emretmişti. Peygamber efendimiz de, Kur´an-ı Kerim´in açıklanmasına ihtiyaç duyulduğu zaman Kur´an-ı Kerim ayetlerini kendi söz ve davranışlarıyla açıklardı. Nebevi savaşların ilki, büyük Bedir muharebesi idi. Bu savaşta Peygamber efendimiz, Allah´ın sevdiği saf nizamını uygulamıştı. Ibn îshak´m rivayetine göre o, eline aldığı bir okla askerleri sıraya dizmiş ve saf nizamına göre tertiplemişti. Saf dışına çıkmış olan Sevad bin Azbe´nin karnına okun ucuyla vurarak; uEy Sevad sırana geç”, demişti. Sevad da ´canımı incittin ya Rasulullah! Halbuki Allah seni hak ve adaletle gönderdi, îzin ver de sana kısas uygulayayım´, dedi. Peygamber efendimiz karnını açarak, “Hadi bakalım ey Sevad, kısası uygula” dedi. Sevad ise onu kucaklayarak karnını öpmeye başladı. Peygamber efendimiz ona; ´Niçin böyle yaptın, ey Sevad “diye sordu. Sevad şu cevabı verdi: “Bugün Allah´ın emriyle ecelimin geldiğini görüyor ve ölüp senden ayrılmaktan korkuyorum. Bunun için, seninle geçen en son dakikamın, tenimi tenine değdirmekten ibaret olmasını ve bunun da kıyamet gününde bana şefaat ve benim azaptan kurtulmama vesile olmasını istedim!” Sevad´ın böyle demesi üzerine Peygamber efendimiz, onun için hayır duada bulundu.
îman ordusuna, kendilerine hücum emri verilmeden düşmana saldırmamalarını emretti. Hep birlikte hücum etmelerini dağınık şekilde saldırmamalarını temin etmek için, onlara bu emri vermişti. Oklar teker teker atılabilirdi, ama bununla oklar israf edilmiş olacaktı. Halbuki hep birden saldırmaları durumunda hangi hedefe atacaklarını iyi seçebilirlerdi. Böylece düşman daha fazla ezilmiş ve teçhizat da israf edilmemiş olacaktı. Yine Ibn îshak´ın rivayetine göre, Rasulullah (sav), kendisinden emir çıkmadıkça düşmana saldırmamalarını mü´min askerlere emretmişti: “Düşman sizi kuşattığı anda onları oklarla geri püskürtün” demişti. Buhari´nin “Sahih”inde yer alan bir rivayette, Ebu Üseyd´in şöyle dediği nakledilir: “Resulullah (sav) efendimiz Bedir gününde bize şöyle dedi: “Düşman etrafınıza yığıldığı anda, onlara ok atın ve ok atmada birbiriniz-le yarışın.”
O esnada Resulullah (sav) efendimiz, insanların zihinlerini meşgul etmesin ve dikkatlerini dağıtmasın diye develerin bo-yunlarındaki çanların sökülmesini emretmişti.
Bu adil savaşta Peygamber efendimiz sahabilere: “Ehad ehad, parolasını vermişti. Muhacirlerin özel olarak kendi aralarmda parolaları: “Ya Beni Abdurrahman”, Hazreçlilerin ve Evs-lilerin özel parolaları da: “Ya Beni Abdillah” idi.
Önce de belirttiğimiz gibi, mü´min ordusundaki asker sayısı üçyüzonüç idi. Buhari´nin rivayetine göre, muhacirlerin sayısı ise altmış küsurdu. îmam Ahmed bin Hanbel´in rivayetine göre ise muhacirler yetmiş altı kişiydi.
Peygamber efendimiz, sancağı Mus´ab bin Umeyr´e vermişti. Sancağın rengi beyazdı. Muhacirlerin siyah renkli sancağını da Ebu Talib oğlu Ali´ye vermişti. Ensar´m sancağı siyah renkliydi. Bu sancağı da Sa´d bin Muaz´a vermişti. Başka bir rivayete göre Ensar´m sancağını Habbab bin Münzir taşımaktaydı. Re-sulullah (sav) efendimiz Kays bin ebi Sa´saa´yı da Habbab´ın beraberinde bulundurmuştu.
Resulullah (sav), askerleri böylece düzene koymuştu. Muhacirlerin başına kendilerinden birini koymuştu ki, o da İslam´ın bahadırlanndandı. Ensar´m başına da kendilerinden birini koymuştu. O da aynı şekilde îslam büyüklerinden, kahramanlarından biriydi. Bunu böyle yapmakla, Muhacirlerle Ensar her grubun kendi adamıyla ünsiyet ve arkadaşlık kurmasını temin etmek için böyle yapmıştı. Allah ve Resulünün insanlar için uygun gördüğü cihad böyleydi. Yarışacak olanlar bu yolda yarışsınlar.
Savaş
Bu düzenlemeden sonra artık savaşmak an meselesi haline gelmişti. Savaşacak iki ordudan biri kuvvetli imana sahip olup vuruşmak için azmini bilemişti. İkinci ordu ise, Allah´a inanmıyor ve savaşmak azmine de sahip değildi. Nitekim bunu, daha önce iki ordununun durumunu anlatırken belirtmiştik. Bu iki orduyla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
uIşte şunlar, rableri hakkında çekişen iki hasım taraf: inkar edenler için ateşten giysi biçildi. Başlarının üstünden de kaynar su dökülüyor! Onunla karınlarının içindekiler ve derileri eritiliyor. (Ayrıca) onlar için demir kamçılar da var.” (Hac: 19-21)
Bu ayet-i kerimeler kafirlerin kıyamet gününde karşılaşacakları durumlardan bahsetmektedir. Bu ayetlerin lafızlarında, onların savaştaki durumlarına da işaretler vardır.
Bedir savaşı, karşılıklı düello ile başladı. Müşriklerin bazı önde gelen büyük şahsiyetleri müslümanlardan, düello için karşılarına çıkacak adamlar istediler. Bu istekleri yerine getirildi. Düello için müslümanlarm iki kılıcı ortaya çıktı. Bunlardan biri Allah ve Resulünün arslanı Hamza, diğeri de İslam kahramanı Ali´ydi.
Utbe bin Rebia, kardeşi Şeybe bin Rebia ve oğlu Velid ile birlikte düello için meydana çıktılar. Karşılarında ensardan üç kişi çıktı. Onlara “Bizim size ihtiyacımız yoktur. Ancak kendi kavmimizden, yani Mekke´li muha muhacirlerden bize denk kimselerle savaşmak istiyoruz!” dediler. Sonra Kureyşliler içinden biri şöyle seslendi: “Ey Muhammed! kendi kavmimizden, yani muhacirlerden bize denk kimseleri düello meydanına çıkar!” Bunun üzerine Peygamber efendimiz de Kureyşliler´e kendi yakın akrabalarından, amcası Hamza ile amcasının oğlu Ali´yi çıkardı. Onların cihad edip gayret sarf etmelerini istemiş, yerlerinde rahatça oturmalarına gönlü razı olmamıştı. Ubeyde bin Haris bin Abdulmuttalib´i Hamza bin Abdulmuttalitfi ve Ali bin Ebu Talib´i düello meydanına çıkardı. Öyle görülüyordu ki, bunlar zırha büründüklerinden dolayı, karşı taraf onları tanımamıştı. Bunlar kendilerini tanıttılar ve “Şerefli denk kimseler!** dediler. Ubeyde, Ukbe ile, Hamza Şeybe ile ve Ali de Velid ile vuruştu. Hamza ile Ali, rakiblerini öldürdüler. Ubeyde ile Ukbe´ye gelince, bunlar iki defa birbirleriyle vuruştular ve ikisi de yaralandılar, sonuçta Hamza ile Ali kılıçlarını çekerek Ukbe´ye saldırdılar ve onu yere yıkıp öldürdüler. Bundan sonra her iki taraftan karşılıklı ok atışmaları başladı. Bazı müslü-manlar yaralandılar. Muhammedi ordu, ustalıkla oklarını fırlatıyor ve Kureyş´in önde gelen büyük şahsiyetlerini seçiyor, onların liderlerini avlıyorlardı. Ok atışma anında adam avlamak mümkündür. Kılıçla karşılaşma durumunda ise tedbir almak zordur. Müşrikler bu durumu görünce kılıçla saldırıya başladılar. Artık onlarla karşılaşmak zorunlu hale gelmişti. îşte bu esnada Peygamber efendimiz, ordusuna birden müşriklere saldırmaları için emir verdi. Yerden bir avuç toprak alarak Ku-reyşliler´in üzerine savurdu ve “yüzleri çirkin olsun!” diyerek beddua etti. Kureyşliler´in hepsine o toprağın zerreleri isabet etti. Sonra sahabilerine “iyi saldırın, işi sıkı tutun” diye talimat verdi. îki ordu birbirine girişti. Peygamber efendimiz de yukarıdaki gölgeliğinde, olup bitenleri seyrediyordu. Cenab-ı Allah´ın kendisine vermiş olduğu sözün gerçekleştiğini hissediyordu. Kureyşliler´i yalnız başına hezimete uğratmıştı: “(Ey Muhammed, oku) attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.” (Enfal: 17)
Sa´d bin Muaz kılıcını çekmiş olarak bir kaç Ensar´la birlikte Peygamber efendimizin gölgeliğinin yanında durmuş onu koruyorlardı. Düşmanların hücumundan endişe ediyorlardı. İnsanları dinlerinde fitneye düşürüp, geri çevirmeye çalışan ve bir kısım mü´minleri esir alan Kureyşli müşrik liderleri ve bahadırları, Muhammed ordusu Öldürmeye başlamıştı. Müşriklerin başına büyük bir felaket gelmişti. Neticede Allah´ın kelimesinin yüce olduğunu anlamışlardı.
Burada üzerinde düşünmeye değer iki husustan bahsetmemiz gerekiyor şöyle ki:
1- Peygamber (sav) efendimiz kendi akrabalarını ve vefakarlığını, Haşim oğullarına iyilikle mukabelede bulunmak gerektiğini unutmamıştı. Çünkü Haşim oğullan da peygamber (sav) efendimizle birlikte Kureyşlilerin Mekke´deki boykotları esnasında eziyet çekmişlerdi. Ama yine de müşrik idiler. Fakat Peygamber efendimiz onlara karşı vefakar davranacaktı. Onların boykot esnasında Peygamber efendimize yaptıkları iyiliğin karşılığını Peygamber efendimiz verecekti. Onlar savaş meydanında müslüman askerler tarafından öldürülmeyeceklerdi. Peygamber efendimiz onların, istemeyerek, Kureyşli liderler tarafından savaşa zorla sürüklendiklerini biliyordu. Bunlar, Mekke´de iken Peygamber efendimize eziyet eden kimseler değillerdi. Aksine Kureyşli müşriklerin boykotları esnasında Peygamber efendimizi himaye etmeye çalışmışlardı. Peygamber efendimiz ise güvenilir ve vefakar bir insandı. Yapılan iyilikleri unutacak değildi. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah şöyle buyurmuştur -“iyiliğin karşılığı, yalnız iyilik değil midir ” (Rahman: 60)
îşte Abdulmuttalib oğlu Abbas da Peygamber efendimizle birlikte Akabe biatında Evslilerle Hazreçlilerin yanına gitmiş ve onların Peygamber efendimizi koruyacaklarına dair teminatlarını almak istemişlerdi. Şimdi bu durumda savaş meydanında onun, müslümanlarm kılıçlarıyla öldürülmesine Peygamber efendimiz müsaade edecek miydi ”
îşte bu sebeple Peygamber efendimiz, îbn Abbas´ın rivayetine göre, o esnada ordusuna şöyle talimat vermişti:
“Haşim oğullarıyla diğerlerinden bazı müşriklerin istemeyerek, zorla savaşa sürüklendiklerini biliyorum. Onları öldürmenize gerek yoktur. Sizden her kim Haşim. oğullarıyla karşılaşırsa, sakın onları Öldürmesin. Ebu Buhteri ile karşılaşan, onu öldürmesin. Resulullah´ın amcası Abdulmuttalib oğlu Abbas ile karşılaşan sakın onu öldürmesin!”
Akrabalarından bazılarını öldüren kimselerden biri -ki o da Ebu Huzeyfe idi- (herhalde Peygamber efendimizin yanında bulunmadığı bir sırada) şöyle demişti: “Müşrik babalarımızı, oğullarımızı ve kardeşlerimizi Öldüreceğiz de, Abbas´ı sağ mı bırakacağız ! Allah´a andolsun ki, eğer ben onunla karşılaşırsam kılıcımı onun ağzına gem gibi vuracağım!” Ebu Huzeyfe´nin bu sözünü Peygamber efendimiz duyduğunda çok üzülmüş ve üzüntülü bir halde Hattab oğlu Ömer´e şöyle demişti: “Ya Ebu Hafs! Resulullah´ın amcasının yüzüne kılıçla vurulur mu hiç ”
Peygamber efendimizin bu sözleri, amcası Abbas´a karşı ne kadar şefkatli olduğunu, Abbas ile Ebu Leheb arasında ne kadar fark bulunduğunu göstermektedir.
Herhalde kendi öz babasını öldürmüş olduğundan dolayıdır ki, bu sözü söylemiş olan Ebu Huzeyfe çok pişman olmuş ve bunu dile getirerek şöyle demişti: “Bedir gününde o sözü söylediğimden dolayı azaptan kurtulacağıma inanamıyorum. Hala korkuyorum. Ancak şehit olursam, o hatamın keffaretini ödeyebilirim!” Böyle dedikten sonra Yamame savaşında şehit düşmüş ve günahını affettirmişti.
Müslümanlar Bedir savaşma kendi iradelerine rağmen zorla sürüklenmiş olan Haşim oğullarına, Peygamber efendimizin isteğine uyarak, akrabalarına merhamet ederek, kılıç çekmemişlerdir. Çünkü onlar Mekke´de iken Peygamber efendimizi korumuş, sıkıntılarına ortak olmuşlardı. Bu savaş sadece küfre ve tecavüze karşı yapılan bir savaştı.
Ebu Buhteri´ye gelince, Kureyşli müşriklerin boykot belgelerini yırtma esnasında, onun ne gibi yararlılıklar gösterdiğini bilmektedir. Musibeti esnasında Peygamber efendimize ne kadar yardımcı olduğunu bildiğinden dolayı, Peygamber efendimiz Bedir savaşında Ebu Buhteri´nin karşılaştığı musibet esnasında elbetteki ona yardımcı olmak isteyecekti. Meczer bin Zi-yad el-Belevi, -Ensar´ın müttefiki- Ebu Buhteri ile karşılaşmış ve ona şöyle demişti: “Resulullah (sav) efendimiz bizleri seni öldürmekten men etti.M Ebu Buhteri´nin yanında, Mekke´den kendisiyle birlikte gelmiş olan bir arkadaşı da vardı, ikisi birlikte sefer arkadaşlığı yapmaktaydılar. Belki de aralarında dostluk ve muhabbet alakaları da vardı. Ebu Buhteri, sadece kendisinin değil, arkadaşlarının da öldürülmemesini aksi takdirde her ikisinin de öldürülmesini istemişti. Bunun üzerine Meczer şu cevabı vermişti: “Allah´a andolsun ki, biz senin arkadaşını sağ bırakmayacağız. Peygamber efendimiz sadece sana ilişmememizi emretti!” Meczer´in bu kesin cevabı üzerine Ebu Buhteri şöyle dedi: “Hayır, Allah´a andolsun ki ben, onu yalnız bırakmayacağım. Şu halde ikimizi birlikte öldürün. Mekke´li kadınların “Ebu Buhteri yaşamak için arkadaşını harcadı” demelerini istemem!” Bundan sonra Meczer ile Ebu Buhteri karşılıklı olarak birbirlerine kılıç çektiler. Ebu Buhteri ölünceye kadar kılıç salladı ve silahını teslim etmedi. Ölürken de şöyle dedi: “Hurre´nin oğlu (Ebu Buhteri) arkadaşını teslim etmeyecektir. Ölünceye, ya da kurtuluncaya kadar bu böyle devam edecektir.”
Peygamber efendimizin savaş meydanında ve musibetler durumunda gösterdiği vefakarlık işte böyleydi.
2- Şirk her ne kadar nefisleri birbirinden koparıp ayırmışsa da, bazı kimseler arasındaki dostluklar hala devam ediyordu. Umeyye bin Halef, Abdurrahman bin Avfm dostu ve arkadaşıydı. Bedir´de onunla karşılaştığında, Abdurrahman onu öldürmek istemedi. Aksine onu kurtarmak istedi. Onu ve oğlu Ali´yi gördüğünde, onları öldürmekten çok, kurtarmaya çalıştı. Fakat o esnada, Mekke´de iken Umeyy´nin kölesi olan Bilal-i Habeşi onu gördü. Umeyye Mekke´de iken İslamiyet´i terketmesi için Bilal´e işkence ederdi. Onu Mekke´nin kızgın kumlarına götürüp yatırır, sonra büyük bir kaya parçasını getirip göğsünün üzerine bırakır ve şöyle derdi: “Ya hep bu halde kalırsın, ya da Muhammed´in dininden ayrılırsın!” Onun bu işkenceleri karşısında Bilal: “Bir, bir…” derdi.
îşte bu esnada Bilal, daha önce Mekke´de iken kendisini dininden döndürmek için yaptığı işkencelerin misillemesini yapma fırsatını bulmuş ve, Allah kendisinden razı olsun, şöyle demişti: “Ümeyye bin Halef küfrün başıdır. Eğer o kurtulursa, ben kurtulmam!” Sonra da en yüksek sesiyle bağırarak şöyle demişti: “Ey Allah´ın ensarı! Ümeyye bin Halef küfrün başıdır. Eğer o kurtulursa, ben kurtulmam!” Bilal´in bu yüksek sesle çağrısı üzerine müslümanlar Ümeyye´nin etrafını kuşattılar. Abdurrahman bin Avf onu korumaya çalışıyordu. Ama oğluyla birlikte öldürüldü.
Öldürme ve Esir Alma
îslam askerleri müşriklerin bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordu. Çünkü savaş durumundaydılar. Ama Peygamber efendimizin içinde bulunduğu gölgeliği koruma çemberine alan Muaz bin Cebel, müşriklerin esir alınmalarını istemiyordu. Sadece öldürülerek bellerinin kırılmasını arzuluyordu. îbn îshak bu konuda şöyle der: “easulullah (sav), askerlerin yaptıklarından dolayı, Muaz´m hoşnutsuz olduğunu, onun yüzünden anlamış ve ona: “Allah´a yemin olsun ki, ey Sa´d, askerlerimizin yaptıklarından dolayı hoşnut değilsin!” dedi. Muaz da şöyle cevap verdi: “Evet, vallahi ey Allah´ın Resulü, Cenab-ı Allah´ın müşriklerin başına getirdiği ilk felaket budur. Böylesi bir durumda onların, hayatta bırakılmaktansa öldürülerek küfrün belinin kırılması daha uygun olur!”
Kur´an-ı Kerim´in de aynı şekilde emir verdiğini, şu ayet-i kerime göstermektedir:´Yeryü2ü/ıc e ağır bas(ıp küfrün belini iyice kırjıncaya kadar hiçbir Peygambere esirler sahibi olmak yakışmaz.” (Enfal:67)
Savaşın Sonuçları
Bu savaştan kısaca bahsetmekle yetindik. Çünkü zaten savaş da kısa sürede sona ermiştir. Hicretin ikinci yılında Ramazan ayının 27. gecesi sabahında başlayan bu savaş, bir günde sona ermiştir. Bu Bedir günüydü. Savaşın yapıldığı Ramazan ayı, mübarek bir aydı. Yine hicretin sekizinci yılında ve o günde Mekke-i Mükerre me fethedilerek Kabe-i Muazzama´daki putlar kırılarak orası putlardan ve putperestlikten temizlenmişti. Kısa sürede sona erdiği için bu savaştan kısaca bahsettik, ama bu savaşın getirdiği sonuçlar büyüktür. Müslümanların yaşantısına önemli etkilerde bulunmuştur. Şirkin önderleri öldürülmüşlerdi. Onlardan hayır gelmeyeceği biliniyordu. Öldürülen müşriklerin bir kısmı Peygamber efendimize ve mü´minlere pervasızca eziyette bulunan, onlara karşı fitne ateşlerini alevlendiren kimselerdi.
Müşriklerden yetmiş kişi Öldürülmüş, yetmiş kişi de esir alınmıştı. Esir alınanlardan biri de müslümanlara işkence ve eziyetlerde bulunan Ebu CehiPin ortağı Nadr bin Haris idi. Uk-be bin Ebi Muayt da yakalananlar arasındaydı. O, barış davet-çilerine îslam çağırıcılarına karşı durup mü´minlerin eziyet görmeleri için fitne ateşlerini alevlendirirdi.
Bu savaşa katılmak istemeyen oğlunun karşısına dikilmiş ve onu, kadınlar gibi yaşamaya razı olduğunu söyleyerek ayıp-lamıştı. Savaşın sebepleri zuhur etmişti. Neticede Hz. Ali, Nadr bin Haris´i öldürdü. Ukbe´yi öldürdüğü de rivayet edilir.
Savaş sonunda Peygamber efendimiz, Ebu CehiPin akıbetinin ne olduğunu öğrenmek istemiş, Ebu CehiPin bu ümmetin Firavun´u olduğunu söylemişti. Cenab-ı Allah bu savaşta mü´minleri Ebu Cehil´e üstün kıldığı takdirde, Firavun´u da mağlup etmiş sayılacaklardı.
îbn îshak´ın rivayetine göre, Peygamber (sav) efendimiz savaş sonunda Ebu CehiPin de ölüler arasında aranmasını emretmişti. Zaten savaşın asıl amaçlarından biri de, fitnenin başı olan Ebu CehiPin öldürülrnesiydi. Öldürülmek istenmesi durumunda kendisini müdafaa eden kimselerce koruma çemberine alınmıştı. Beraberinde Ikrime ile kavminin bazı beyinsizleri bulunmaktaydı. Onu kılıcıyla ilk karşılayan, Ben-i Mesleme´nin kardeşi Muaz bin Amr bin Cemuh olmuştu. Muaz şöyle demişti: “Ebu CehiPi büyük bir ağaç gibi karşımda gördüm. Ona hiç kimsenin yanaşamayacağı ve onu hiçbir bahadırın haklayama-yacağını söylüyorlardı. Ona vurduğum ilk darbede bacağını yarı yerden kestim. İkrime, omuzuma bir darbe vurdu, elimi geri çevirdi.” Muaz neticede onu öldürdü ve Muavviz bin Afra gelip, öldürdüğü adamın Ebu Cehil olduğunu kesin olarak kendisine ifade etti. Ama yine de Ebu Cehil ölmemişti ve hala çırpınmaktaydı. En sonunda Abdullah bin Mesud geldi, ayağını Ebu Ce-hil´in boynuna basarak: “Allah seni rezil etsin, ey Allah düşmanı!” dedi ve başını koparıp Resulullah (sav)e getirdi.
Böylece şirkin Önderlerinin işi bitirilmişti. Her ne kadar akrabaları öldürüldüğü için kalpleri kin ile dolup taşmış olsa da geride kalanlar müslümanlara fazla eziyet eden ve düşmanlık gösteren kimseler değillerdi. Bu savaşta mü´minlerden sadece ondört kişi şehit düşmüştü. Yani müşriklerin kayıplarına oranla müslümanlarm kayıpları beşte biriydi. Müşriklerin esirlerini de bu sayıya eklediğimiz taktirde müslümanlarm kayıpları müşriklerinkine nisbetle onda bire düşüyo´rdu. Bu savaş, hak uğrunda eziyete uğrayan ve yurtlarından sürgün edilen mü´minlerin öfkelerini dindirmişti. Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur:
“Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil etsin. Sizi onlara üstün getirsin ve mü´minlerin göğüslerini ferahlandırsın. Yüreklerinin öfkesini gidersin. Allah, dilediğinin tevbesini kabul eder.” (Tevbe: 14-15)
Yüce Allah´ın bahsettiği dört hususa gelince, bunları şöylece açıklayabiliriz:
Herşeyden önce Cenab-ı Allah, müşriklerin eziyet ettikleri mü´minlerin elleri ile, yine müşriklere azap etmişti. Onları hezimet ile rezil rüsvay etmişti. Mü´minlerin kalplerindeki hasreti dindirip şifa vermişti. Öfkelerini gidermişti, işte bu savaş insanların bazılarının gururlarının giderilmesine vesile olmuştu. Yeniden Muhamnıed´in davetim düşünme durumuna gelmişlerdi. Muhammed´in daveti ise hak daveti idi.
Ebu Cehil´in öldürülmesi ile ilgili olarak îbn Kesir şöyle der:
“Ebu Cehil´i, Ensar´dan bir genç öldürmüştü. Bundan sonra Abdullah bin Mesud cesedinin yanı başına gelerek sakalından tutmuş ve göğsünün üstüne çıkmıştı. Ebu Cehil ona hitaben: “Ey koyun çobancığı! Zorlu bir yere çıktın!” Böylece Cenab-ı Allah mü´minlerin kalplerine şifa, gönüllerine de sükun vermişti. Tabi ki Ebu Cehil, yıldırıma çarpılarak veya evinin tavanının çöküp altında kalmak suretiyle yahut kendi yatağında normal ölümle ölseydi, mü´minler bu kadar sevinmeyeceklerdi.
Siyer tarihçilerinin anlattıklarına göre, Bedir savaşma Mekke´den gelen kimselerin bir kısmı Allah´ın varlığına ve Muham-med (sav)in Peygamberliğine şehadet eden müslümanlardı. Ama bunlar hicret etmeyip Mekke´de kalmışlardı. Bunlar mü´min idiler, ama imanlarını gizleyerek müşriklerle birlikte bu savaşa katılmışlardı. Nitekim Haşini oğularmdan bazıları da, diğer müşriklerle birlikte bu sefere katılmışlardı. Bunlar daha sonra mü´min olmamışlarsa da, Peygamber efendimizle beraber olmuşlardı.
Haris bin Zema bin Esved, Ebu Kays bin Fakih, Ebu Kays bin Velid bin Muğire, Ali bin Umeyye bin Halef, As bin Müneb-bih bin Haccac, müslümanlıklarını gizleyen, Mekke´de ikamet eden ve müşriklerle birlikte Bedir savaşına gelen kimselerdi. Fakat bunlar da Bedir gününde öldürülmüşlerdi.
îbn îshak der ki: Bu şahıslar hakkında Cenab-ı Allah´ın şu kavli şerifi nazil olmuştur:
“Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler: “Ne işte idiniz ” dediler. (Bunlar): “Biz yeryüzünde aciz düşürülmüştük” diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: “Peki, Allah´ın yeri geniş değil miydi ki onda göç ed(ip gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir yere gid)eydiniz ” işte onların durağı cehennemdir. Ne kötü bir gidiş yeridir orası! Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve göç için yol bulamayan, gerçekten zayıf erkekler, kadınlar ve çocuklar hariç. Çünkü Allah´ın, bunları affetmesi umulur. Allah, çok affeden, çok bağışlayandır.”(Nisa:97-99)
Mezkur müslümanlarm durumları bu ayet-i kerimenin nüzulüne sebep olmuş olsun veya olmasın, bu ayet-i kerime, küfür diyarında ikamet eden her mü´minin, İslamiyetin kuvvetli olduğu mıntıkalara hicret etmelerini ve küfür kuvvetine tutun-mamalarını zorunlu kılmaktadır. Bunların durumları söz konusu ayet-i kerimenin nüzulüne sebep olsa bile, bu ayet-i kerime umumiyet ifade eder. Usul alimlerinin de dedikleri gibi, itibar, lafzın umumiliğinedir, sebebin hususiliğine değildir.
Savaş ve İnsanî Değer
îslam savaşının fazilet savaşı olduğunu söylemiştik. Bu savaşta düşman askeri sadece öldürülür, ona ölümünden sonra burnunu, kulağını kesmek, gözünü çıkarmak gibi işkenceler yapılmaz. Çünkü insana değer verilir. Öldürülen düşman askerlerinin cesetleri leş gibi ortada bırakılmaz. Kurtlara ve kargalara yem olarak terkedilmez. Aksine insana verilen değer dolayısıyla normal bir ölü gibi defnedilir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Andolsun biz, Adem oğullarına (güzel biçim, mizaç ve akli kabiliyetler vermek suretiyle) çok ikram ettik. Onları karada ve denizde (hayvanlar ve taşıtlar üzerinde) taşıdık. Onları güzel rızıklarla besledik ve onları yarattıklarımızdan bir çoğundan
üstün kildik.*´ (Isra: 70)
Peygamber (sav) efendimiz, hayatta olsun, Ölü olsun bütün insanlara değer vermiştir. Saldırı esnasında, savaş meydanında düşman askerini Öldürmek, insani değerlere ters düşmez. Çünkü bu adaletin gereğidir. Adalette her zaman insana değer vardır. Erdemli insanın hakkını alması, bozgunculuk yapan insanın da hizaya getirilmesi nedeniyle savaşta adalet vardır.
Bu yüce insani prensipten hareket ederek, Peygamber efendimiz müşriklerin Bedir savaşında öldürülenlerinin cesetlerini canavarlara terketmemiştir. Kargalara yem olarak bırakmamıştır. Halbuki diğer ordular düşmanlarını öldürdükten sonra onların cesetlerini kurtlara ve kuşlara yem olarak leşler gibi savaş alanında terkedip giderler. Aksine Peygamber efendimiz müşrik ölülerinin bulunduğu savaş alanına gelmiş, onları kuru bir kuyuya defnetmişti. îbn Ishak´ın rivayetine göre, Hz. Aişe bu konuda şöyle demiştir: “Resulullah (sav) efendimiz ashabına müşrik ölülerini kuyuya defnetmelerini emretti. Yalnız Ümey-ye bin Halefin cesedi şiştiğinden dolayı, zırhım doldurmuştu. Onu çıkarmaya çalıştılarsa da, eti sıyrılıp parçalandı. Onu o haliyle defnettiler ve bedenini toprak ve taşlarla Örttüler.”
Peygamber efendimiz müşriklerin cesetlerini yırtıcı hayvanlardan ve kuşlardan korumak için bu şekilde gizlemişti.
îbn îshak “der ki: Bazı ilim ehlinin anlattıklarına göre, Resulullah (sav) müşriklerin cesetlerine hitaben şöyle demiştir:
“Ey kuyu halkı! Siz Peygamberinize karşı ne kötü bir aşiretsiniz. Beni yalanladınız, ama insanlar beni tasdik ettiler. Beni yurdumdan çıkardınız, ama insanlar beni barındırdılar. Benimle savaştınız ama insanlar bana yardım ettiler. Rabbinizin vadettiklerinin gerçek olduğunu gördünüz mü Doğrusu ben, Rabbimin bana vadettiklerinin gerçek olduğunu gördüm.” Yine rivayete göre, Peygamber efendimiz, şerrin liderlerine ve büyüklerine hitaben şöyle seslenmiştir: “Ey Ukbe bin Rebia! Ey Şeybe bin Rebia! Ey Ümeyye bin Halef! Ey Ebu Cehil bin Hi-şam! Rabbinizin size vadettiklerinin gerçek olduğunu gördünüz mü Doğrusu ben, Rabbimin bana vadettiklerinin gerçek olduğunu gördüm!”
Orada hazır bulunanlar: “Ey Allah´ın Resulü! Cife haline gelmiş kimselere mi sesleniyorsun ” diye sorduklarında, Peygamber efendimiz, “Benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi duymuyorsunuz. Onlar duyuyorlar, ama cevap veremiyorlar” demişti.
Buradaki duymaktan kasıt, söylenen sözün hakikatini bilmektir. Yoksa gerçek duymak mutlaka kulak gibi bir organa ihtiyaç gösterir. Oysa onlar öldürüldüklerinden dolayı, kulaklarını kaybetmişlerdi. Ayrıca yüce Allah bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor: ´Yoksa sen kabirlerde bulunanlara işittirecek değilsin.” (Fatır. 22)
Bir rivayete göre Peygamber efendimiz: “Benim söylediklerimi onlar bilirler” demiştir.
Bu meselede esas alınacak ibret noktası şudur: Peygamber efendimiz müşriklerin cesetlerini defnetmekle insana değer vermeye çalışmıştır. Hayatta kalan müslümanlardan da bu savaştan ibret almalarını istemiştir. O ibret dersi de şudur: Ce-nab-ı Allah vadini gerçekleştirdi, kuluna yardım etti. Allah´ın hem de mü´minlerin düşmanlarını hezimete uğrattı.
Esirler
Müşriklerden 70 kişi esir alındı. Bilindiği gibi Sa´d bin Muaz (r.a) müşriklerin belini kırmak maksadıyla onların esir alınmalarını değil fakat öldürülmelerini istiyordu. Müşriklerin esir alınmalarından hoşlanmadığı yolundaki görüşünü Peygamber efendimize de anlatmıştı. Fakat Peygamber efendimizin siyaseti onları Öldürmekten ziyade, hayatta bırakma yolunda yoğunlaşmaktaydı. Bu siyaseti de onların müslüman olmaları ve mü´min kimseler olarak îslam´a destek sağlamaları umuduna dayanıyordu. Fidye karşılığında da olsa, onları hayatta bırakmanın savaş aceleciliği içinde kafir olarak öldürülmelerinden daha iyi olacağını düşünüyordu. Hz. Peygamber, yapacağı bir işi mutlaka ashabına danışarak yapardı. Hakkında vahiy inmeyen şer´i işler dışında kendi görüşüyle bir iş yapacağı zaman ilke olarak mutlaka meşverete baş vururdu. O, topluluğun kuvvetine inanan biriydi.
“Müsned” adlı eserinde Ahmed bin Hanbel der ki: O zaman Hz, Peygamber ashabına hitaben: “Bu esirler hakkında ne dersiniz ” diye sormuştu. Hz. Ebubekir buna: “Ey Allah´ın resulü! Bunlar senin milletinden ve aşiretinden olan kimselerdirler; onları hayatta bırak. Haklarında acele karar verme. Umulur ki Allah, onların pişmanlıklarını ve tevbelerini kabul buyurur” cevabını vermiş, Hz. Ömer de şöyle demişti: “Ey Allah´ın Resulü! Bunlar seni yurdundan çıkardılar seni yalanladılar! Üzerlerine giderek boyunlarını vur!” Abdullah bin Revaha´nın cevabı ise şöyle olmuştu: “Ey Allah´ın Resulü! Onları odunu bol olan bir vadiye yerleştir. Sonra odunları tutuştur ve onları ateşle yakıver.”
Hz. Peygamber bütün bunları dinledi. Meşveret önce merha-metkarane görüşlerle başlamış, daha sonra şiddetlenerek ateşle yakılmaları önerilmişti. Resulüllah (S.A.V) yanlarından ayrılarak evine gitmiş, onları verdikleri kararı iyice düşünmeleri için uzun süre yalnız başlarına bırakmıştı. Bir süre sonra tekrar yanlarına gitti: “Doğrusu Cenab-ı Allah bazı insanların kalblerini yumuşatır, öyle ki, sütten daha yumuşak olur. Yine noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, bazı kimselerin kalblerini sertleştirir. Öyle ki, taştan daha katı olur. Ey Ebubekir sen İbrahim gibisin. O: “Artık bundan böyle kim bana uyarsa o bendendir. Kim de karşı gelirse, şüphesiz sen bağışlayan, esirgeyensin.” (ibrahim: 36) demişti. Yine ey Ebubekir, sen îsa gibisin. Çünkü o şöyle demişti: ” (Ey Rabbim) eğer sen onları azap-landırırsan, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan doğrusu sensin aziz ve hakim olan.”
Ey Ömer, sen de Nuh gibisin. Çünkü o: “Rabbim, yeryüzünde kafirlerden tek kişi bırakma” (Nuh. 26) demişti. Yine ey Ömer, sen Musa gibisin. Çünkü o şöyle demişti:” Rabbimiz onların mallarını yok et. Kalblerini sık ki, acı azabı görünceye kadar inanmasınlar! ” (Yunus: 88)
İstişare iki görüş ile sona erdi. Bunlardan biri uzlaştırıcı ve merhametli idi. içinde hiç bir zorbalık eza ve cefa yoktu. Bu Ebubekir Sıddık´ın görüşüydü, ikincisi ise son derece korkunçtu ki, bu da Hattab oğlu Ömer el-Faruk´un görüşüydü. Nihayet bundan daha şiddetli yöntemler içeren bir görüş daha vardı ki, o da Abdullah bin Revaha´nın görüşüydü. Abdullah, esirlerin yakılarak öldürülmesini önermişti.
Hz. Peygamber fidye karşılığında esirlerin serbest bırakılmalarını düşünüyordu. Bu görüşünde Ebubekir´in merhameti ve müslüman toplumun faydası vardı. Çünkü o zamanlar müs-lümanlar yoksul durumdaydılar, çeşitli sıkıntılar ve mali zorluklarla karşı karşıyaydılar. Peygamber efendimiz, şura meclisinden esirleri Öldürebileceği, ya da fidye almaksızın serbest bırakabileceği doğrultusunda yetki aldı. Fakat fidye karşılığında onları serbest bırakmayı düşünüyordu. Bu fidyeler de, esirlerin servetleri oranında belirlenecekti. Öte yandan müslüman ve takva sahibi kimseler olacaklarını ümit ettiği esirleri de fidye-siz serbest bırakacaktı. Müslümanlar için bir kazanç sayılabilecek esirleri ^de fidyesiz serbest bırakacaktı. Bunun yamsıra Ha-şimoğullarîna mensup esirleri, fidyesiz serbest bırakmayı düşünmemişti. Ama onların öldürülmesini de yasaklamıştı. Çünkü onların, Kureyşliler´in baskısı sonucunda cepheye gelmiş olduklarını biliyordu. Bunlar savaşa kendi istekleriyle katılmamışlardı. Her ne halde olursa olsun, gerek fidye karşılığında, gerek fidyesiz olarak hürriyetlerine kavuşturduğu esirleri, müslümanların iyi karşılamalarını emretti. Onları esir olarak değil de misafir olarak yanlarında tutmalarım tavsiye etti. Nitekim Ensar, esirleri kendi çoluk çocuklarına tercih ederek yiyeceklerini onlara ikram ediyorlardı. Bu alicenaplığı gören esirler utanıyor, yemeklere ellerini uzatmak istemiyorlardı. Ama Ensar, onlara yemeleri için ısrar ediyorlardı. Kendileri muhtaç oldukları halde, esirleri kendi nefislerine tercih ediyorlardı.
Hz. Peygamber, Ukbe bin Ebi Muayt ile Nadr bin Haris´in öldürülmelerini emretmişti. Çünkü bunlar savaşta şirkin komutanları ve önderleriydi. Ukbe, kervanın kurtuluşundan sonra da müşrikleri müslümanlarla savaşmaya kışkırtan birisiydi. Kureyş´in bazı Önde gelen şahsiyetleri, kervanın kurtuluşundan sonra müslümanlarla savaşmayı gerekli görmemişlerdi. Aradaki akrabalık bağını korumak maksadıyla müslümanlarla gırtlak gırtlağa boğuşmamayı Önermişlerdi. Örneğin Ümeyye bin Halef ile Utbe bin Rebia bu ılımlı gruba dahil olan kimselerdi.
Şafii´nin rivayetine göre, Hz. Peygamber Ukbe´nin öldürülmesini emrettiğinde Ukbe: Ey Muhammed ! Kureyş arasında sadece beni mi öldürtüyorsun diye sormuş, Peygamber efendimiz de “evet” diye cevap vermiş ve kestirip atmıştı. Sonra ashabına yönelerek: Ey ashabım! Bu adamın bana ne yaptığını biliyor musunuz diye sormuş ve sözüne şöyle devam etmişti: “Ben makamı İbrahim´in ardında secde vaziyetinde idim. Bu adam gelip ayağıyla boynuma bastı. Öyle bastırdı ki, gözlerimin yuvalarından fırladığını sandım. Bir başka defasında, yine secdedeyken bir koyun işkembesini getirerek başımın üzerine bıraktı. Nihayet Fatıma gelerek o işkembeyi kafamın üzerinden alıp atmıştı.”
Nadr bin Haris de, Ukbe gibi birisiydi. Müşriklerin bayrağını taşıyordu. Daha önce müslümanlara ve Hz. Peygamber´e verdiği eziyetten dolayı, şirki ve müşrikleri küçük düşürmek için Peygamber efendimiz onu öldürtmüştü.
Resulullah (sav) Haşimoğulları´ndan servet sahibi esirlerin, fidye karşılığında serbest bırakılmasını emretmişti. Onlar üzerinde işi sıkı tutmuş, fidye vermeyenleri serbest bırakmamıştı. Haşimoğullarından fidye alma hususunda işi sıkı tuttuğuna delil olarak amcası Abdülmuttalib oğlu Abbas´la yapmış olduğu konuşmayı nakledeceğiz. Hz. Peygamber, bu amcasını çok severdi. Esir düşmesinden, el ve ayaklarından bağlanmasından ötürü de çok incinmişti. Hz. Abbas fidye vermekle yükümlü olmadığını göstermek için daha önce müslüman olduğunu iddia etmişti. Çünkü kendisi bir savaşçı olarak değil, Kureyşliler tarafından zorlanarak cepheye gelmişti. Peygamber efendimiz ona: “Ama senin dış görünüşün, bizim aleyhimizde olduğunu gösteriyor. Senin müslüman olup olmadığını ancak Allah bilir. Eğer müslümansan Allah sana hayırla mükafat verecektir” dedi.
Hz. Abbas, yanında gerek kendisinin, gerekse beraberinde bulunan Haşimoğullarından yeğenleri Akil ve Nevfel´in fidyelerini verecek kadar mal bulunmadığını iddia etmişti. Hz. Pey-gamberse ona şöyle karşılık vermişti: “Ümimi´l-Fadl´m yanına emanet olarak bıraktığın mal nerede Hani ona: Bu seferimde başıma bir iş gelirse, bu mal Fadl´ın oğullarına, Abdullah ve Kusem´e ait olsun demiştin.
Abbas dedi ki: Vallahi doğrusu ben senin Allah´ın elçisi olduğunu biliyorum. Bu söylediğin, daha önce ne benim, ne de Ümmü´l- Fadl´ın bilmediği bir şeydir.
Resulüllah (s.a.v.) Abbas ile yeğenleri Akil ve Nevfel ve ayrıca Abbas´ın müttefiki olup Haris bin Fihr oğullarından biri olan Utbe bin Amr için, fidye olarak yüz okka altın almıştı.
işte böylece Resulüllah (sav), esirleri fidye karşılığında serbest bırakıyordu. Varlıklı olanlardan mutlaka fidye alıyordu. Ancak îslam için hayırlı olacağını umduğu kimselerden fidye almıyor, onları karşılıksız serbest bırakıyordu. Ya da savaş-maksızm müşrikler tarafından esir alınan bir müslümanı hürriyete kavuşturmak maksadıyla, mukabil olarak bir esiri serbest bırakıyordu. Nitekim Hz. Peygamber´in ashabı Umre´ye giderlerken, içlerinden biri Ebu Süfyan tarafından zorla tutsak edilmişti. Ebu Süfyan bu esire karşılık müşrik esirlerden bazısının serbest bırakılmasını teklif etmişti. Bunun üzerine Hz. Pegyamber de esir müşriklerden bazısını serbest bırakmıştı.
Hz. Peygamber, manevi fidye de kabul ediyordu. Örneğin bir esirin okuma yazma bilmeyen sahabilere okuma yazma Öğretmesi karşılığında onu serbest bıraktığı da olmuştu. Esirin fidye olarak verecek malının olmamasına karşılık okuma yazma bilmesi halinde Peygamber efendimiz (S.A.V) ashabdan bazılarına okuma yazma Öğretmesi karşılığında o esiri fidyesiz olarak serbest bırakmıştır. Hz. Peygamber, müslüman olacağım ümit ettiği bazı esirleri de fidyesiz olarak serbest bırakmıştır. Örneğin Abdullah bin Mes´ud hazretleri, Süheyl bin Beyda´nın müslü-manlığı konusunda şahitlik ederek: “Ben onun İslam´ı andığını işittim” demiş, bunun üzerine Hz. Peygamber, Abdullah´ın şe-hadetini kabul ederek Süheyl´i fidyesiz olarak serbest bırakmıştır. Ebu´l- As bin Rebi el Emevi de Peygamber efendimizin fidyesiz olarak serbest bıraktığı esirlerdendirler. Ebul-As, Hz. Peygamber´in kızı Zeyneb´in kocasıdır. Bu adam zevcesi Zey-neb´e son derece cömert davranır ve ikramda bulunurdu. Ona hiç zarar vermezdi. Ebu Leheb´in oğlunun Hz. Peygamberin kızım boşadığı gibi, Kureyşliler Ebu As´ı da, Hz. Peygamberin kizı Zeyneb´i boşamaya zorlamışlar, ama o bunu yapmamıştı. Hz. Zeyneb Mekke´de oturuyordu. Kendisine iyi davranan ve nazik bir insan olan kocasının serbest bırakılması için fidyeyi Medine´ye göndermişti. Fidye olarak gönderdiği malların arasında kendisine ait bir gerdanlık da vardı. Bu gerdanlığı ona, müzminlerin annesi Hz. Hatice, Zeyneb´i Ebü´l-As ile evlendirirken hediye etmişti. Hz. Peygamber bu gerdanlığı görünce, kendisine karşı son derece ince, şefkatli ve merhametli olan eşi Hatice´yi hatırlamış ve bundan dolayı da son derece duygulanmıştı.
Elbette Hz. Peygamber dilediği esiri serbest bırakma yetkisine sahipti. Nitekim Mahzumoğulları´ndan ve diğer kabilelerden olan esirleri serbest bırakmıştı. Ancak kimsenin kalbine bir şey gelmemesi, dedikodulara meydan verilmemesi ve herkesin gönlünün hoş tutulması için damadı Ebu´l- As´m serbest bırakılmasını sahabilere Önermiş ve şöyle demişti: “Kızım Zey-neb´in kocası Ebü´1-As´ı serbest bıraksak nasıl olur Fidyesini kendisine geri versek olmaz mı ” Peygamber efendimizin bu Önerisini sahabiler derhal yerine getirdiler. Yalnız burada iki şeye dikkat çekmemiz gerekmektedir:
1- Hz. Peygamber Ebü´1-As´ı serbest bırakırken, ona bazı şartlar koştu: Artık Zeynep Mekke´de oturmayacak, Ebul As´m nikahında kalmayacak, Ebü´l-As onu derhal serbest bırakacak ve Medine´ye hicret etmesini temin edecektir.
Ebü´l As, bu şartların tümünü yerine getirdi.
2- Bütün bu işler olup biterken müslüman ile gayri müslim olan zevcelerin birbirlerinden ayrılması gerektiği konusundaki ayeti kerime nazil olmamıştı. Biri müslüman, diğeri gayri müslim olan iki eşin birbirine helal olmayacağına dair bir hüküm yoktu. Ancak bu hüküm Hudeybiye olayı sırasında Mümtehine Suresi´nde nazil olmuştur. Cenab-ı Allah buyuruyordu: “Ey inananlar, mü´min kadınlar göç ederek size geldiği zaman, onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer onların (gerçekten) inanmış olduklarını anlarsanız onları kafirlere geri döndürmeyin. Ne bu (kadın)nlar onlara helaldir; ne a\e onlar bunlara helal olurlar. Onların (kafir kocaların, bunlara) sarf ettikleri (mehirleri)ni onlara verin. Ücretlerini (mehirlerini) kendilerine verdiğiniz takdirde bu kadınlarla evlenmenizde sizin için bir günah yoktur. Kafir kadınların nikahlarını tutmayın (onlarla ilişkiyi kesin ve kafirlere katılan kadınlara) harcadığınız (mehr)i isteyin. Onlar da (size katılan kadınlarına) harca-dıklarını istesinler. Bu, Allah´ın hükmüdür. Aranızda (böyle) hükmediyor. Allah bilendir, hikmet sahibidir´.” (Müntehine: 10)
Görüldüğü gibi, bu ayeti kerimede Cenab-ı Allah, biri müs-lüman, diğeri gayri müslim iki eşin bir arada bulunmasının ha-ramlığını küfür sebebine bağlamaktadır. Zira Cenab-ı Allah: “O kadınları kafirlere geri döndürmeyin77 buyuruyor, onları müşriklere geri döndürmeyin demiyor. Çünkü kafirlik hem şirki, hem de Muhammad (sav)´in peygamberliğini inkar edip tes-tis inancına, Mesih´in tanrılığına inanan Yahudilerle Hıristiyanların takip ettikleri yolları kapsamına almaktadır. Nitekim noksanlıklardan münezzeh olan YüceAllah buyuruyor ki: “Allah, Meryem oğlu Mesih´dir” diyenler küfre gitmişlerdir.” (Maide: 17) Bir başka ayeti kerimede de Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Allah üçün üçüncüsüdür´ diyenler, elbette kafir olmuşlardır.n (Maide: 73)
İşte böylece Resulullah (sav) Islama hayırlı olacağını umduğu ve fidye vermekten aciz olan esirleri karşılıksız olarak serbest bırakmıştır. Örneğin Mahzumoğullarından Hantep bin Haris, Ali Sigâ bin Rufaa bin Aid ile Ebu Azze Amr bin Abdullah bin Osman´ı fidyesiz olarak serbest bırakmıştır. Ebu Azze, ailesi kalabalık olan muhtaç bir kimseydi. Hz. Peygamber onu fidyesiz olarak serbest bıraktı, ama kendisine karşı başkalarıyla ittifak kurmaması hususunda ondan söz aldı. Ebu Azze şairdi. Fakat müşrikler onun aklını çelerek Resulullah (sav)´a verdiği sözü bozmasına sebep oldular. İslam´a yaklaştıktan, ya da islam´a girdikten sonra müşriklere döndü. Kendisini fidyesiz olarak serbest bıraktığından dolayı da Hz. Peygamberi bir kasidesinde överek, şöyle demiştir:
“Bu sözümü Resul Muhammed´e kim ulaştırır:
Sen gerçeksin ilahın da övgüye layıktır.”
Uhud savaşında yine esir alındı. Hz. Peygamberden yine eskisi gibi fidyesiz olarak serbest bırakılmasını isteyince Efendimiz ona şöyle dedi: “Muhammed´i iki kez aldattım diyeceksin diye, öyle yanaklarını silip gitmene izin vermem.” Bir rivayete göre Efendimiz ona hitaben şöyle demiş: “Mü´min aynı delikten iki defa ısırilmaz”
Peygamber efendimiz esirlere, kendisi ve mü´minler için hayırlı olacak şekilde muamele edilmesi hususunda ilgililere yetki verdi. Bir kısmı öldürüldü, bir kısmı fidyesiz serbest bırakıldı. Çoğu da fidye karşılığında serbest bırakıldı.
Esirler Konusunda Uygulanan Yöntemin Yanlışlığını Cenab-ı Allah´ın Açıklaması
Şura meclisinin esirlerle ilgili kararının uygulanmasından sonra, müslümanlarm henüz güçlenmeden esirlere uyguladıkları bu yöntemin yanlış olduğu konusundaki ayeti kerime nazil oldu. Halbuki müslümanlarm o müşrik esirleri öldürerek şirkin belini kırmaları gerekiyordu. Ensardan Sa´d bin Muaz da bu görüşteydi. îbn îshak´ın anlattığına göre, Hz. Peygamber müs-lümanlar esirleri yanlarına aldıklarında Sa´d bin Muaz´ın bu uygulamayı beğenmediğini onun yüzündeki ifadelerden anladı: “Ey Sa´d bana Öyle geliyor ki, kavminin esirlere uyguladıkları muameleyi beğenmiyorsun” dedi. Sa´d dedi ki: “Vallahi öyle, ya Resulullah! Cenab-ı Allah´ın müşriklerin başına getirdiği ilk musibette müslümanlarm onları öldürerek şirkin belini kırmaları, bence, onları hayatta bırakmaktan daha iyi olurdu.”
Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah meşveret meclisinin nihai kararı vermesinden sonra şöyle buyurmuştur: “Yeryüzünde ağır basıp küfrün belini iyice kırıncaya kadar hiçbir peygambere esir sahibi olmak yakışmaz. Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz. Allah ise (sizin için) ahireti istiyor. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir. Eğer Allah´tan (yanılma ile verilen hükümlerden ötürü azap etmemek hakkında) bir yazı geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten temiz ve helal olarak yiyin ve Allah´tan korkun. Şüphesiz Allah bağışlayan, merhamet edendir. Ey Peygamber! Ellerinizdeki esirlere söyle: Eğer Allah, sizin kalblerinizde bir hayır olduğunu bilirse, size, sizden alınan (fidye) den daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.” (Enfai: 67-70)
Şu halde hata, müslümanlarm onları fidye karşılığında, ya da bedelsiz olarak serbest bırakmalarında değil onları ağır yaralayarak tekrar müslümanlara karşı cehpe oluşturup savaşmayacak hale getirmeden veya çok ölü verdikleri için, müslümanlara karşı savaşma gücü bulamayacak hale gelmelerinden önce müslümanlar tarafından esir alınmalarmdandır. Ancak küfrün ve şirkin beli kırıldıktan sonra onlardan esir almak normal olur. Alınan esirler de ya fidye karşılığında, ya da bedelsiz olarak salıverilebilir. Nitekim noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah şöyle buyuruyor: “(Savaşta) înkar edenlerle karşılaştığınız zaman, hemen boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın, (onları esir alın) ondan sonra artık ya lütfen bırakır veya karşılığında fidye alırsın. Harb ağırlıklarını bırakıncaya kadar (böyle yaparsınız).” (Muhammed- 4)
Bu arada üç şeyden bahsetmemiz gerekmektedir:
1- Şu ayeti kerimenin manası üzerinde düşünmemiz gerekmektedir “Eğer Allah´tan bir yazı geçmemiş olsaydı, aldığınız fidyeden dolayı size muttaka bir azap dokunurdu” Cenab-ı Allah´ın takdir etmiş olduğu yazı şudur: Hakkında açıkça yasaklayıcı bir hüküm bulunmayan bir işi yapması nedeniyle kişiye ceza verilmez.
Küfrün belini kırmadan Önce müşriklerden esir almayı yasaklayan açık ve kesin bir nas mevcut değildi. O zaman Peygamber efendimizin müşriklerden elde ettiği adamları esir alması, kendi içtihadına dayalıydı. Yanlış içtihaddan dolayı da kişiye ceza vermek doğru olmaz.
2- Geçmişte kitap yazan müelliflerin çoğu -zamanımızdaki müelliflerin bir kısmı da onlara uymuşlardır- Kur´an-ı Ke-rim´in, esirlerle ilgili olarak Hattap oğlu Ömer el-Faruk Hazretlerinin görüşüne uygun olarak nazil olduğunu ifade etmişlerdir. Halbuki biz, Kur´an-ı Kerim´in getirmiş olduğu hükmün Ömer el-Faruk hazretlerinin görüşüne uygun olmadığı görüşündeyiz. Çünkü Kur´an-ı Kerim´in getirmiş olduğu hüküm, küfrün beli kırılmadan önce esir almaya karşıdır. Halbuki Hz. Ömer, küfrün beli kırılmadan müşriklerden esir alma esasına itiraz etmemiştir. Küfrün beli kırılmadan müşriklerden esir alma eylemini karşılamıyan sahabi, Sa´d bin Muaz hazretleridir.
Kur´an-ı Kerim ayetinin şahsın görüşünü destekler mahiyette nazil olduğu şeklinde bir fazilet varsa, o da, Sa´d bin Muaz hazretlerinin olacaktır. Bu fazileti o haketmiştir. Çünkü küfrün beli kırılmadan müşriklerden esir alma eylemine karşı çıkan o oldu. “Allah, fazlını dilediğine tahsis eder.”
3- Basiret sahibi kimselerin şu hususu iyice düşünmeleri gerekir: Gaybı ancak, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah bilir. O, gizliyi, gizlinin gizlisini bilir. Allahu Teala, şüphesiz ki, İslam düşmanlarının beli kırılmadan önce esir almanın hata olacağını biliyordu. Bildiğine göre ne diye Rasulü ve sevgilisi Muhammed (sav)´i ve beraberindeki sahabilerini hata yapmakla başbaşa bırakmıştır Halbuki doğru olanı sadece Allah bilir.
Bu soruya cevaben deriz ki: Bunda düşünenler için öğüt ve ibret vardır. Peygamber efendimize Allah tarafından vahiy gönderildi. Onu öğreten, terbiye eden ve edebini güzel kılan da Allah´tır. Onu kendi içtihadıyla tasarrufta bulunmaya bıraktığı takdirde, elbette o, hata edebilirdi. Peygamber de olsa, hiçbir kimse hatadan uzak kalamaz. Ancak ilim ve hikmet sahibi olan Allah ona doğruyu öğretirse, hata yapmaktan korunabilir. Ce-nab-ı Allah gizli şeyleri de, açık şeyler gibi görür ve bilir. Peygamber efendimizi kendi içtihadıyla iş yapmaya bırakmasında da akıl sahiplerini içtihada yönlendirme hikmeti vardır. Aynı zamanda peygamberler için de bir irşad vardır. Vahye dayanmadıkları ve sırf kendi içtihadlarıyla hareket ettikleri takdirde hata yapabilecekleri, aldanmadan kurtulamayacakları ve kendi görüşlerinin hatadan münezzeh olduğunu zannetmeleri halinde de ümmetlerini en kötü sonuçlarla karşı karşıya bırakacaklarına dair bir uyarı vardır.
insanların en akıllısı olup peygamberliğinden önce de görüşüne başvurulan ve ilahi vahye mazhar olan Hz. Peygamberin, kendi görüş ve içtihadıyla başbaşa bırakılması halinde hata yapabileceği bildirilmektedir. Hata yaptıktan sonra doğru olan yol Allah tarafından kendisine gösterilmiştir. Burada basiret sahipleri için ibret alınacak iki önemil nokta vardır şöyle ki:
1- Hiç kimse, kendi görüşüne aldanarak görüşünün kesin doğru olduğunu sanmamalı, kendisinin bilen, başkasının ise cahil olduğunu düşünmemelidir.
2- Topluma önderlik eden ve toplum için çalışan kimsenin, “Sadece benim görüşüm doğrudur” diyerek diktatörlük etmesi doğru olmaz. Bu gibi kimselerin Firavun gibi konuşmamaları gerekir: “Ben size yalnız (doğru) gördüğümü gösteriyorum ve sizi ancak ben doğru yola götürüyorum.” (Mu´min:29)
Mü´minlerin Allah´ın edebiyle edeplenmeleri, kendilerini ve toplumu aldatmamaları gerekir. Aksi takdirde milletin bu günü de, geleceği de kararmış olur. Resulullah (sav)´i her zaman kendimiz için Örnek edinmeliyiz. Firavun´u rehber edinmemeli-yiz. Her hususta hakka tabi olmak daha uygun olur.
Çağımızda Firavunun kardeşleri var. Bunlar halka dikte ettikleri birşeyi, halkın harfi harfine uygulamalarını, tanrı buy-ruğuymuş gibi kabul etmelerini isterler. Bu gururları sonucunda milletlerini de kötü akibetlerle karşı karşıya bıra-kırlar. în-sanı felaket ve musibetlerden ancak Allah´ın güç ve kuvveti korur. “Muhakkak ki bunda, kalbi olan, yahut şahit olarak (zihnini toplayarak dikkatle) kulak veren kimse için bir öğüt vardır.” (Kaf: 37)
Ganimetler
Müşrikler kendi diyar ve topraklarından başka bir yerde savaşıyorlardı. Mü´minler de aynı şekilde gurbette savaşmalarına rağmen, kendi yurtlarına daha yakın bir yerdeydiler. Müşrikler yenilgiye uğradılar ve savaştan sonra arkalarına bile bakmadan kaçmaya başladılar. Salimen yurtlarına dönebilmek için, sadece götürebildikleri şeyleri kurtarmaya baktılar. Bu durumda müslümanlar, elbette ki onlardan bazı ganimetler elde ettiler. Bu ganimetler, müslümanların savaşlarda elde ettikleri ilk ganimetti.
Çünkü bu savaşta müslümanlar, müşrikler karşı karşıya gelip vuruşmuşlar ve sonuçta ganimet elde etmişlerdi. Öyle basit bir kervan ele geçirerek değil, fakat etrafa kol budak salan yaygın bir savaş neticesinde bu ganimetlere sahip olmuşlardı. îşte bu sebeple savaşçılar, enfal taksimi konusunda ihtilafa düştüler. Enfaldan kasıt, taksimat yapılmadan Önceki ganimetlerdir. Müslüman savaşçılar bu ganimetlerin ne şekilde paylaştırılacağını bilmiyorlardı. Adil savaşçılar bu ganimetlerin hangi ölçülere bağlı kalınarak taksim edileceğini sormuşlar, ama bazı haksızlık edenlerse, bu ganimetleri kim elde etmişse onun mülkü olacağım iddia etmişlerdi.
Mücahitler üç kısımdı. Bir bölümü Hz. Ali, Hz. Hamza ve diğerleri gibi düşmanla yüz yüze savaşanlardı. Bir kısmı da bunların gerisinde duranlardı. Bunlar ganimetleri toplamışlardı. Üçüncü kısım ise Hz. Peygamberin bulunduğu karargahın etrafını koruma çemberi içine alanlardı.
Bununla ilgili olarak Bedir savaşına katılan mücahitlerden Ubade bin Samit şöyle der: “Hz. Peygamberle birlikte sefere çıktık. Ben onunla birlikte Bedir savaşına da katıldım. İnsanlar karşı karşıya geldiler. Cenab-ı Allah düşmanı hezimete uğrattı. Bir grup müslüman savaşçı, düşmanın peşlerine düşüp kovaladı ve onları yakalayarak öldürdü. Diğer grup ise ganimetlerin üzerine çullanıp onları toplamaya başladılar. Bir grup sahabi de, kendisine zarar gelmesin diye Hz. Peygamberin etrafını koruma çemberi içine aldılar. Nihayet gece oldu insanlar biraraya gelip toplandılar. Ganimetleri toplayanlar: “Bunları biz topladık, kimsenin bundan alacağı bir pay yoktur” dediler. Düşmanın peşine düşüp onları kovalayanlarsa: “Ganimetler hususunda bizden daha fazla hak sahibi olamazsınız. Çünkü düşmanı hezimete uğratarak bunu elde edenler bizleriz” dediler.
Hz. Peygamberi koruma çemberi içine alan sahabiler ise şöyle dediler: “Resulullah´a düşman tarafından zarar gelmesinden korktuğumuz için, biz onunla meşgul olduk.” İşte savaşanlar arasında ganimet taksimi hususunda bu şekilde ihtilaf görüldü. Bununla beraber bu ganimetlerin kime ait olacağını da soruşturmaya başladılar. Bunun üzerine Yüce Allah şu emri indirdi: “Sana savaş ganimetlerinden sorarlar; de ki: ´Ganimetler Allah´ın ve Resulünündür. Siz (gerçekten) inanan insanlar iseniz, Allah´tan korkun, aranızı düzeltin. Allah ve Resulüne itaat
edin! ” (Enfahl)
Ganimetler konusundaki bu tartışmalar, meselenin Peygamber efendimize arz edilmesinden önce olmuştu. Bunun üzerine Cenab-ı Allah, aralarındaki ihtilafı sona erdirecek ve çekişmeye nihayet verdirecek buyruğunu indirdi. Buna göre ganimetlerin taksimatı Allah ve Resulüne bırakılıyordu. Hükmü Allah tarafından infaz edilen Resulullah, bu konuda takdirini kullanacaktı. Mücahitler kendi başlarına ganimet taksimi yapamayacaklardı. Dolayısıyla aralarındaki sürtüşmeye son vermeleri ve ganimetin onları birbirinden ayırmaması gerekiyordu. Halbuki hak ve cihad onları bir araya getirmişti.
Ganimetlerin paylaştırılmasmda Peygamber efendimiz nasıl bir ölçü kullanmıştı Bazı rivayetçilerin dediğine göre o, ganimeti mücahitler arasında eşit ölçüde paylaş tırmıştı. Çünkü o zaman ganimetlerin beşe bölünmesi gerektiği konusundaki ilahi buyruk henüz inmemişti. Daha sonra gelen bu ilahi buyruk şuydu: “Eğer Allah´a ve -hakkı batıldan ayıran o günde, iki topluluğun karşılaştığı günde- kulumuz (Muhammed) e indirdiğimiz (ayetlörje inanıyorsanız, bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah´ın, Resulün ve yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Alllah her şeye kadirdir.” (Enfai- 4i)
Rivayete göre Hz. Peygamber ganimetleri mücahitler arasında eşit şekilde paylaştırdı. Onlara farklı paylar vermesini, bir grubu diğer gruba tercih etmesini gerektirecek bir sebep yoktu.
Ibn Kesir ganimet taksiminin yukardaki ayeti kerimenin emrettiği gibi, beşte bir esasına göre yapıldığını rivayet etmiştir. Çünkü söz konusu ayeti kerime bu olay sırasında nazil ol-, muştur. Ayeti kerimeye göre ganimetlerin taksimi konusundaki yetki yüce Allah´a ve O´nun Resulüne aittir. Bu konudaki ayet, taksimat yapmaya işaret eden surenin evveline bitişmiş-tir. Bu ayet, bu hükmün, müslümanlarla kafîrLerin cephede karşılaşıp hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gündle indirildiğine işaret etmektedir.
Hz. Hamza, henüz içkinin haram kılınmadığı bâr zamanda, sarhoş olduğu halde, Hz. Ali´ye ait iki dişi deveyi kesmişti. Rivayete göre Hz..Ali, bu iki devenin kendisine düşen ganimet payı olduğunu söylemiştir.
Bedir Savaşının Medine´deki Etkileri
Bedir savaşı Arapları çok etkilemişti. Öyle ki, çöllerde seferde, bulunan kervanlar bile, Kureyşliler´in, kendi elleriyle sürgün ettikleri, yurdundan ve malından mahrum bıraktıkları kimse, yani Muhammed tarafından yenilgiye uğratıldıklarını anlatıyorlardı. Küreyisin sürgün ettiği bu insan; putperestliği inkar ediyor, insanları tevhid inancına çağırıyor, Allah tarafından kendisine vahiy geldiğini iddia ediyordu. Bu zafer Muhammedi davetin iç yüzünü selametini ve kuvvetini anlama bakımından Araplar için bir uyarıcı olmuştu. Araplar arasında putperestlik inancı zayıflamış, akıllı insanlar da gerçekleri kavramaya, sapık hayallerin akıllar etrafında ördüğü vehimleri atmaya başlamışlardı. Böylece noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah´ın kelimesi, yani İslamiyet yücelmiş, şirkin kelimesi ise alçalmıştı. Bedir günü hak ile batıl birbirinden ayrılmıştı. Çünkü o günde insanlar bir ayrıma tabi tutulmuş, yeryüzünün en güçsüz insanları sanılan müslümanlar güçlüler tabakasına geçmiş, kuvvetleriyle insanlara meydan okumuşlardı. Nitekim noksanlıklardan münezzeh olan Allah şöyle buyurmuştur: “Yeryüzünde az sayıda olduğunuz ve zayıf sayıldığınız için insanların sizi esir olarak götürmesinden korktuğunuz zamanları hatırlayın. Allah, şükredesiniz diye sizi barındırmış, yardımıyla desteklemiş, temiz şeylerle rızıklandırmıştır.” (Enfai: 26)
Bu ayeti kerime, o apaçık zaferin Arap beldelerinde nasıl etkili olduğuna işaret etmektedir. O savaş nedeniyle Araplar, arap ülkelerinde gerçek kuvvetin îslam olduğunu görmüşler, bu nedenle bütün insanlar İslam´ın kuvveti üzerinde düşünmeye başlamışlardı. îşte genel çizgileriyle Bedir Savaşı Arap Yarı-madası´nda böyle bir etki meydana getirmişti. Medine ve çevresinde ise İslamiyet, kafirlerin yüreğini hoplatan bir kuvvet haline gelmişti. Medine´de inançlarım açığa vuran ve gizlemeye gerek görmeyen putperest Evs kabilesiyle Hazreç kabilesinden bazı inkarcılar vardı. Bunların yanısıra kalblerini kin doldurmuş olan Yahudiler de bulunuyordu. Bunlar her ne kadar inaç-larını gizliyorlarsa da, konuşmalarından ve bazan da müzminlerle alay etmelerinden tanınıp biliniyorlardı. Bedir savaşında müslümanlarm gücü ortaya çıkınca putperestlerle Yahudilerden bazıları dilleriyle müslüman olduklarını açıkladılar, ama kafirliklerini kalblerinde gizlediler. Bu münafıklar yapmadıklarını söylüyor, inanmadıklarını dilleriyle açıklıyorlardı. Bunlarla ilgili olarak tam bir sûre nazil oldu. Surenin başında şu ayeti kerimeler yer almaktadır: “Münafıklar (iki yüzlüler) sana geldikleri zaman: ´Şahitlik ederiz ki sen muhakkak Allah´ın el-çisisin´ derler. Senin mutlaka kendisinin elçisi olduğunu Allah bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder. Yeminlerini kalkan yapıp (insanları) Allah´ın yolundan çevirdiler. Onların yaptıkları ne kötüdür! (Onların bu davranışlarının) sebebi şudur: Onlar inandılar, sonra inkar ettiler, bu yüzden kalblerinin üzeri mühürlendi, ortık onlar anlamazlar” (Münafikun: 1-3)
Bedir´de ortaya çıkan Islami güç, bu Yahudilerle müşrikleri münafıklaştırdı. Bunlar zahiren müslüman olduklarını söyleyerek Ehl-i islam´ın kuvvetine karşı kendileri için koruyucu bir kalkan bulmaya çalışıyorlardı. Müslümanlar arasına nifak tohumları saçıyor ve kalblerinde zaaf bulunan müslümanları aldatıyorlardı. Müslümanların kuvvetine yüce Allah´a ve kutlu elçisine iman etmeyen kimseleri münafıklaştırıyorlardı. Bunlar bedenen islam´a teslim olmuş görünüyor, ama kalben inanmıyorlardı. Bedir savaşının ikinci yılında münafıklar, müslüman-lardan görünerek kendilerini onların kuvvetine karşı korumaya başladılar. İbn Kesir der ki: “işte o yılda, Medine´deki müşriklerle Kaynukaoğulları, Nadiroğulları, Kurayzaoğulları ve Harise oğulları gibi Medine´li Yahudiler, müslümanlara yaltaklanmaya başladılar; yahudilerle müşriklerin birçoğu kalben münafık oldukları halde, dilleriyle müslüman olduklarını açıkladılar. Bir kısmı eski dinlerinde kalmaya devam ettiler, bir kısmı ise dinlerini kaybederek sallantıda kaldılar. Ayeti kerimede Cenab-ı Allah, bunları “yalpalayan kimseler” olarak nitelemiştir. İbn Kesir bu sözleriyle Cenab-ı Allah´ın şu ayetine işaret etmektedir: ” Münafıklar Allah´ı (güya) aldatmaya çalışırlar. Oysa O, onların aldatmalarını kendilerine çevirir. Namaza kalktıkları zaman da üşene üşene kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar. Allah´ı pek az anarlar. Arada yalpalayıp dururlar. Ne bunlara (bağlanırlar), ne de onlara Allah´ın şaşırttığı kimseye bir (çıkar) yol bulamazsın!” (Nisa 142-143)
Bu ayeti kerimelerden de anlaşıldığı gibi, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, müslümanların kuvvetini ortaya koyup islam´ın kelimesini yüceltince, ona muhalif olanlarla, müs-lümanlar içinde yaşayıp onlarla birlikte geçinenler üç kısma ayrılmıştır:
1- Birinci grup zahiren müslüman olduklarını ifade ettikleri halde, kafirliklerini kalblerinde saklayanlardır. Bunlarla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: ^İnanmış olanlara rastladıkları zaman; ´inandık´ derler. Fakat şeytanlarıyla baş-başa kaldıkları zaman, ´biz sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz´ derler. Allah da kendileriyle alay eder ve onları bırakır, taşkınlıkları içinde bocalayıp dururlar” (Bakara- 14-15)
işte bunlar kafirliklerini devam ettirdiler. Cenab-ı Allah da onları taşkınlıkları içinde bocalatıp durdurdu. Çünkü içleriyle dışları birbirine uymuyordu. Bu, onların çok hoşuna gitmiş olacak ki, azgınlık ve bozgunculuklarını daha da arttırdılar.
2- Nefisleri zayıflayan, fikirleri gevşeyen kimseler: Bunlar îslamiyetlerini açıklarken münafıklık yapıyorlardı. Çünkü inandıkları bir akideleri yoktu. Her ne kadar ilk akidelerine daha meyilli idiyseler de, söyledikleriyle kalblerinde gizledikleri şey arasında çelişki bulunduğundan, ilk akideleri de gevşedi. Bunlar müzminleri aldatmaya çalıştılar. Bu rezilliklerini daha da ileri götürdüler. Sonuçta aldattıkları, bizzat kendi nefisleri oldu. Bunlarla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Arada yalpalayıp dururlar. Ne bunlara (bağlanırlar), ne de onlara. a Hz. Peygamber bu tür münafıkları şöyle nitelemiştir: “Münafık iki sürü arasında yayılmakta olan bir koyuna benzer. Hangi sürüye katılacağını bilemez.”
3- Dinlerinde sebat eden Kaynuka oğullan, Nadir oğulları, Kurayza oğulları, Haris oğulları gibi Yahudilerden meydana gelen üçüncü grup ise, çoğunlukla itikadlarında sebat etmiş ve itikadlarım devam ettirmek için de mücadele vermişlerdi. Hz. Peygambere karşı itirazlar ileri sürmüşlerdi. Ama onlar, Hz. Peygamberin onlarla yapmış olduğu anlaşmaya sadık kalmamışlar, ona gönülden bağlanmamışlar, aksine kalblerinde hıyanet saklamışlardı. Müslümanların başlarına felaket gelmesini gözetiyorlar, Hz. Peygamberin düşmanlarıyla gizlice anlaşmalar yapıyorlar, onları Hz. Peygambere karşı kışkırtıyorlar, kendi nefislerine karşı da çok aşırı-gidiyorlardı. Müşriklere karşı da münafıkça davranarak, içinde bulundukları durumun, Hz. Muhammed´in davet ettiği dinden daha iyi olduğunu söylüyorlardı.
Özetle Hz. Muhammed´in muzaffer olmasından sonra, îslam düşmanları arasında münafıklık başgösterdi. Şimdi biz özellikle yahudilerden ve onlarla ittifak kuran dostlarından kısaca bahsedeceğiz.
Yahudiler
Hz. Peygamber, yahudilerle bir anlaşma yapmış, müslüman-lann sahip olduğu haklan onlara da tanımış, aynı zamanda aynı yükümlülükleri onlara da yüklemişti. Kötülük üzerinde değil, iyilik ve takva üzerinde yardımlaşma şartının her iki tarafça da kabulünü istemişti. Bölyece her iki taraf da, bulundukları yerde günahı bertaraf etme hususunda birbirleriyle yardımlaşacaklardı. Bir öldürme olayında katilin aşireti de, maktulün diyetini vermekle yükümlü olacaktı. Özetle Hz. Peygamber, onlara özgürlük vermiş ve koruyucu kanatları altına almıştı. Gerek cemaat ve gerekse dağınık kabileler olarak onlarla bağlayıcı akidler yapmıştı. Ne var ki, çekememezlik, onların kalblerine yerleşmişti. Gelecek olan peygamberin İsmail oğullarından değil, îshak oğullarından olmasını arzuluyorlardı. Allah tarafından mutlaka bir peygamberin gönderileceğini biliyorlardı. Fakat beklenen bu peygamber gelince, kalplerinde yer yapmış olan çekememezlik duygularından dolayı onu tanımamış, inkar etmişlerdir. Onun Tevrat´ta geleceği müjdelenen peygamber olduğunu yakinen bildikleri için, öfke ve inkarları daha da artıyordu. Peygamber olduğunu gösteren mucizelerle karşılaştıkça ona karşı taşkınlık ve sapıklıkları iyice çoğalıyor, azgınlık ve bozgunculuklarını daha da fazlalaştırıyordular, adeta yeryüzünü fesada veriyorlardı. Sanki, kardeşi Habil´i öldüren Kabil´in soyundandılar. Çünkü Kabil ile Habil, Allah´a birer kurban sunmuşlar, ama Kabil´in kurbanı kabul edilmemişti. Çünkü o kardeşi Habil´i çekemiyordu.
Mü´minlerin annesi ve Huyey bin Ahtab´ın kızı Safıye´nin bu konudaki şehadetini nakletmek istiyoruz. Allah kendisinden razı olsun Safîye şunları anlatıyor:”Resulullah (sav) Medine-i Münevvere´ye gelip Küba´da Amr bin Avf in yanına konuk olduğunda, babam Huyey bin Ahtab ile amcam Ebu Yasir bin Ahtab, sabahın alaca karanlığında onun yanına gittiler. Ancak gün batarken eve döndüler. Fakat dönerken dağınık bir vaziyette yürüyorlardı. Ben de her zaman yaptığım gibi, şakalaşarak onlara yanaştım, fakat hiçbiri bana iltifat etmedi. Ayrıca çok düşünceli ve üzgün idiler. Amcam Ebu Y a s i r ´in babama: “O mu, O mu ” dediğini işittim. Babam da ona: “Evet, vallahi odur. Sen onu tanıdın mı Bunu iyice tesbit ettin mi ” diye sordu. Amcam “evet”, dedi. “Ona karşı nasıl duygular besliyorsun ” Babam dedi ki: Vallahi hayatta olduğum müddetçe ona karşı kalbimde bir düşmanlık bulunacaktır.”
Bu, temiz ve ihlaslı bir kadının, mü´minlerin annesi Safî-ye´nin, babası aleyhinde yapmış olduğu bir şehadettir. Hz. Peygamberin risaletini ispatlayan mucize, onun babasını, tasdik edici bir mü´min yapmamış, aksine düşmanlığında pek ileri giden bir düşman haline getirmişti. Bu, Kabil´in kardeşi Habil´e yaptığı kötülüğün sebebi olan çekememezliğin bir etkisiydi. Halbuki mucizeler karşısında insanın sadece iman etmesi gerekir. Fakat Cenab-ı Allah ancak dilediği kuluna rahmet eder. Huyey bin Ahtab ile kardeşi, Medine civarında ve Medine içinde yaşayan yahudiler için pek mükemmel bir örnek teşkil etmektedir. Onlar müslümanlara karşı bu düşmanlık duygularıyla hareket ediyorlardı. Kalbleri kin ve öfkeyle doluydu. Hz. Peygamber´in başarıları karşısında Islama karşı düşmanlıklarını ve tahammül-süzlüklerini daha da arttırdılar. Müslümanların başına bir felaket gelmesini bekliyor ve şiddetle bunu ar-zuluyorlardı. Sonsuza kadar dünyada kalmak arzu ve iştiyakıy-la, kendilerini ebediyete ulaştıracağını zannetikleri işler yapmak istediler. Müslümanların kendilerini Medine´den kovmalarına fırsat bırakmamak için ellerinden gelen gayreti sarfettiler. Medine-i Münevvere´de kalan diğer müşriklerle birleştiler. Onları zahiren müslüman görünmeye, kafirliklerini kalblerinde saklamaya teşvik ettiler. Geçmişlerinde şöhret buldukları ve bugüne kadar da hala uygulaya geldikleri huy ve yaratılışlarının etkisiyle islam düşmanlarıyla beraberlik kurdular. Bunların kışkırtmaları sonucunda, Evs ve Hazreç kabileleri içinde putperestliklerini devam ettiren az sayıdaki kafirler de yahudi-lere katıldılar. Bunlar zahiren müslüman olduklarını söyleyerek müslümanlar içinde bozgunculuk çıkarmaya gayret ediyorlar, müslümanların yenilgiye uğraması için her türlü yolu deniyorlardı. Bunların elebaşları Bedir Savaşı´ndan sonraki gazvelerde ortaya çıktı. Ibn Ishak, İslamiyetlerini açıklayarak asıl inançlarım gizleyip müslümanlara eziyet veren, Hz. Peygambere karşı da suikast hazırlayan yahudi münafıklardan çoğunun adını bildirmektedir. Bunlar arasında yahudilere katılıp müslüman olduklarını gösteren Evs ve Hazreç kabilelerine mensup birçok münafıktan da bahsetmektedir. Bunların başında Abdullah bin Übey bin Selül gelmekteydi. O, Mustalik oğulları gazvesinde şöyle demişti: “Eğer bu savaştan Medine´ye dönersek, üstün kimseler daha alçak olanları andolsun ki oradan çıkaracaktır.31 (Münafıktın: 8)
Başında Abdullah bin Übey bin Selül´ün bulunduğu Haz-reçli Münafıklar Ben-i Nadir oğullarıyla birlik olmuş, Hz. Peygambere karşı birçok desiseler düzenlemişlerdir. Yaptıkları yemini ve anlaşmayı bozmuşlar, müşriklere yardım etmek istemişlerdir. Abdullah bin Übey bin Selül ve taraftarları Nadir oğullarına haber salarak Medine´den çıktıkları takdirde, kendilerinin de onlarla beraber çıkacaklarını ve Hz. Peygamber tarafından kuşatıldıkları takdirde onlarla birlik olacaklarını bildirmişlerdi. Sonuçta onlar kendi elleriyle ve mü´minlerin elleriyle kendi evlerini harap edip yıkmaya başlamışlardı. İbn Übey bin Selül ve etrafındaki gurup, Nadir Oğullarına haber göndererek: Sebat edin. “Eğer siz (yurdunuzdan) çıkarılırsanız, andolsun ki, biz de sizinle beraber çıkarız; sizin aleyhinizde asla kimseye itaat etmeyiz. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka size yardım ederiz” (Haşr: ıu demişlerdi.
Bunlar hakkında, yüce Allah şu ayeti kerimeyi inzal buyurdu: “Münafıkların Kitap Ehlinin inkarcılarından olan kardeşlerine: ´Eğer siz (yurdunuzdan) çıkarılırsanız, andolsun ki, biz de sizinle beraber çıkarız; sizin aleyhinizde kimseye asla itaat etmeyiz; eğer savaşa tutuşursanız, mutlaka size yardım ederiz” dediklerini görmedin mi Allah, onların yalancı olduklarına şahitlik eder. Andolsun ki, onlarla beraber çıkmazlar; savaşa tutuşmuş olsalar, andolsun ki,onlara yardıma koşmazlar; onlara yardıma gitseler mutlaka geri dönüp kaçarlar, sonra yardım da görmezler. Ey inananlar! Onların yüreklerine korku salan, Allah´tan çok sizlersiniz. Çünkü onlar, anlamayan kimselerdir.”(Haşr: 11-13)
Nihayet noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, îbn Übey ile beraberindeki münafıkları nitelerken şöyle buyuruyor: “(Yahudileri kandıran münafıkların durumu), tıpkı insana: ´înkar et´ deyip, insan da inkar edince: ´Doğrusu senden uzağım, Alemlerin Rabbi Allah´tan korkarım!´ diyen şeytanın
durumu gibidir.” (Haşr: 16)
Evs ve Hazreç kabileleriyle yahudilerin sürgün edilmeyip Medine´de bırakılanları Hz. Peygamberin mescidine gelerek müslümanların konuşmalarına kulak verir, onları alaya alırlar ve anlattıkları çeşitli vehimler, ortaya attıkları kafa karıştırıcı meselelerle mü´minlerin kalblerine şek ve şüphe tohumları ekmeye çalışırlar.
Münafıkların Mescidden Çıkarılmaları
tbn îshak´ın anlattığına göre, bir gün münafıklardan bir kaç kişi Mescid-i Nebevi´de birleşip kendi aralarında alçak sesle fı-sıldaşmaya başlamışlardı. Öyle ki, kimse duymasın diye adeta birbirlerine yapışmışlardı. Onları gören Hz. Peygamber Mescitten çıkarılmalarını emretti. Bunun üzerine sahabiler onları mescitten zorla dışarı attılar. Mü´minlerden biri, bir münafığın ayağından tutarak şiddetle yerde sürüklüyordu. Bir diğer münafık ise mü´minin biri tarafından çekilip dışarıya atılıyor; suratı tokatlanıyor lanetleniyordu. Mü´minler onlara şöyle diyorlardı: “Ey murdar münafık! Yeter artık. Ey münafık, Hz. Peygamberin mescidinden defol!” Öte yandan bir başka mü´min sakallı bir münafığı yakalıyor, sakalından tutup çekiyor, şiddetle dışarıya atıyordu. Bir başka mü´min, perçemli bir münafığı yakalıyor, perçeminden tutup yerde sürüklüyor ve zorla mescidin dışına atıyordu. Onları bu şekilde şiddet kullanarak mescid dışına atarken en ağır sözleri de söylüyorlardı: “Bir daha Resu-lullahın mescidine yaklaşma, çünkü sen necissin! Şeytan sana galip geldi ve seni altetti.”
Bunlar ve kötülüklerini devam ettiren yahudiler, Hz. Peygamber ve ashabına en büyük eziyetleri yapmış kimselerdi. Münafıklar, müslümanlar arasına tereddüt sokmaya, onların morallerini bozmaya ve hezimet ruhunu aşılamaya çalışıyorlardı. Ne yazık ki, müslümanlar arasında onlara kulak verenler de çıkıyordu. Nitekim noksanlıklardan münezzeh olan yüce rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Eğer (cihada) çıkmak isteselerdi, onun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davta-nışlarından hoşlanmadı ve onları durdurdu: ´Acizlerle beraber oturun!´ denildi. Sizin içinizde (savaşa) çıkmış olsalardı ancak sizi bozmaya çalışırlar ve fitneye düşürmek için aranıza sokulurlardı. İçinizden onlara kulak verenler de var. Allah, kendisine yazık edenleri bilir. Andplsun ki, daha önce de fitne çıkarmak istemişlerdi. Sana karşı birtakım işler çeviriyorlardı, sonunda onlar istemedikleri halde Allah´ın emri üstün geldi.” (Tevhec 46-48)
Yahudiler münafıkların ardında duruyor, onlarla yardımla-şıyor, onlarla birlikte müslümanlara karşı suikast planları hazırlıyor, tuzak kuruyorlardı. Yüce Allah da onların planlarını bozarak hilelerini ters çeviriyordu. Yahudiler bütün mü´minle-rin kalblerine şek ve şüphe tohumlarını ekmek için önce zahiren mü´min olduklarını ifade ediyor, sonra da müslümanları dinden dönmeye yüreklendirmek için irtidad ettiklerini açıklıyorlardı, işte bunlar hakkında yüce Allah şöyle buyuruyor: “İnananlara indirilmiş olana, günün başında inanın, sonunda inkar edin ki, belki dönerler ve dininize uyanlardan başkasına inanmayın!” De ki: “Doğru yol Allah´ın yoludur.” Ve yine onlar: “Size verilenin bir başkasına da verildiğine veya Rabbinizin katında müslümanların karşı delil getirip sizi alt edeceğine inanmayın” derler. De ki: “Doğrusu bol nimet Allah´ın elindedir, onu dilediğine verir. Allahfın lütfü) geniştir. O herşeyi bilir”. (Ali İmran: 72- 73)
Yahudiler işte böyle fesatlık yapıyor, münafıkça hareketlerde bulunuyor, münafıklıklarını açığa vuruyor, putperestleri de münafıklığa davet ediyorlardı. Bu iki yüzlülükleriyle müslü-manlar arasına bölünme ve parçalanma ruhunu aşılıyor, sonra da mü´minlerle alay ediyorlardı. Nitekim Kur´an-ı Kerim, onların bu vasıflarını açık bir şekilde dile getirmiştir.
Yahudilerin Bozgunculuğu
Cahiliye devrinde Evs ve Hazreç kabilelri arasında sürekli savaş vardı. Nihayet yüce Allah onları İslamiyet bağıyla bir araya getirip kalblerini birbirine ısındırdı ve müttefik bir kuvvet haline geldiler. Bu iki kabile arasında eskiden düşmanlık olduğunu bilen yahudiler, küllenen bu düşmanlığı yeniden alevlendirmeye çalışıyorlardı. Her iki grupta da iman zayıflığından, ya da asabiyyet kalıntısından dolayı yahudilere kulak veren kimseler çıkıyordu.
Yahudiler arasında yaşlı, kindar ve hasetçi bir adam olan Şemmas bin Kays, Hz. Peygaberin durumundan ürkmüş, Bedir savaşında Cenab-ı Allah´ın ona ikram ettiği zaferden dolayı korkmuştu. Daha önce birbirlerine düşman olan Evs ve Hazreç kabilelerinin bir arada dostça yaşadıklarını, birbirlerine destek olduklarını ve birleşik bir kuvvet oluşturduklarını görünce korkusu daha da artmıştı. Onların îslamiyet çatısı altında bir araya geldiklerini gören Şemmas şöyle demişti: “Kayla oğulları bir araya geldiler, bu ülkede hep bir arada yaşıyorlar. Allah´a andolsun ki, onlar istikrar içinde bir araya gelince bize bu beldede yer kalmaz!” Bu ihtiyar adam, uzun uzun düşünerek planlar hazırladı. Sonuçta iki kabile arasında eski tarihlerde yapılan Buas savaşlarını hatırladı. Ve o savaşı Ensar arasında yeniden gündeme getirdi, iki kabile arasında düşmanlığı alevlendirmek için yaptığı propagandalara bazı zayıf akıllılar da alet oldular. Bu savaşı yeniden dillerine dolayıp birbirleriyle çekişmeye ve övünmeye başladılar. Karşılıklı tartışmalar o kadar şiddetlendi ki, biri Evs´den, diğeri Hazreç´ten iki kişi, gırtlak gırtlağa boğuşmaya başladılar. Biri diğerine: “isterseniz yeniden savaşırız” diyordu. Orada bulunanlar çok öfkelenmiş, yeniden savaşacakları günü bile tesbit etmişlerdi.
Durumu öğrenen Hz. Peygamber, bunun bir yahudi fitnesi olduğunu anlamış ve beraberindeki muhacir sahabilerle birlikte yanlarına giderek şöyle demişti: “Ey müslüman topluluğu! Allah sizin cahiliyetle olan bağlarınızı kesip kopardıktan, kalb-lerinizi birbirinize ısındırdıktan, size İslam hidayetini nasib ettikten ve îslamiyetle müşerref kıldıktan sonra ve ben de aranızda olduğum halde hala ortaya cahiliyet davalarını mı atıyorsunuz !” Allah ve Resulü bu olayın bir şeytan oyunu ve düşman tuzağı olduğunu Ensar´a anlattı. Bunun üzerine onlar, hatalarını anlayarak birbirlerini kucakladılar. Sonra itaat edip emir dinleyerek Resulullah´la birlikte geri döndüler. Böylece Cenab-ı Allah, kafir yahudilerin tuzaklarını kendi aleyhlerine çevirmiş oldu. Noksanlıklardan münezzeh olan rabbimiz yahudilerle ilgili olarak şöyle buyurmuş: ” De ki; ´Ey kitap ehli, gerçeği gör (üp bil) diğiniz halde, niçin Allah´ın yolunu eğri göstermeye yel-tenerek mü´minleri Allah yolundan çevirmeye çalışıyorsunuz Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (ai-i tmran: 99)
Yine Cenab-ı Allah, yahudilerin aldatmalarına kapılan müs-lümanlarla ilgili olarak şöyle buyuruyor: “Ey inananlar, kitap verilenlerden herhangi bir gruba itaat ederseniz, sizi, imanınızdan döndürüp kafir yaparlar. Size Allah´ın ayetleri okunmakta ve O´nun elçisi de aranızda iken nasıl inkar edersiniz Kim Allah´a sarılırsa, muhakkak o, doğru yola iletilmiştir. Ey inananlar, Allah´tan O´na yaraşır bir şekilde korkun. Ve ancak müslümanlar olarak ölün ve topluca Allah´ın ipine yapışın, ayrılmayın; Allah´ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz. (Allah) Kalblerinizi birleştirdi, O´nun ni-metiyle kardeşler haline geldiniz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, sizi ondan kurtardı. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz. İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten uzaklaştıran bir topluluk olsun; işte onlar kurtuluşa erenlerdir. Kendilerine açık deliller geldikten sonra ayrılığa düşüp ihtilaf edenler gibi olmayın. İşte onlar, (evet) onlar için (kıyamet günü) büyük bir azap vardır” (Ai-i İmran. 100-105)
Bu ayeti kerimede mü´minler, aralarındaki birliği bölüp parçalayan yahudilerden sakındırılmakta, Önceki bölük, pörçük ve dağınık halleri kendilerine hatırlatılmakta, aralarına sızdırılmak istenen kötülüğe karşı tedbirli olmalarını açıklayan yollar bildirilmektedir. Bu yol da, mü´minlerin birbirlerine hayrı tavsiye etmeleri, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaları dır. Mü´minler içinde sapıklık ve ayrılığa düşenleri, akıllı ve hikmet sahibi olan diğer mü´min kardeşleri irşad etmelidir. Apaçık beyyineler ve ayetler geldikten sonra bölünüp parçalanmaksa, çok büyük bir günahtır. Bunlar için büyük bir azap vardır.
Hepsi Bir Değildir
Buraya kadar anlattıklarımız, Hz. Peygamberin hicreti esnasında Medine´de bulunan yahudiler için doğru olmakla birlikte, bu hüküm, yahudilerin çoğunluğu için verilen bir hükümdür ve hepsini aynı kefeye koymak da doğru tleğildir. Çünkü onlar arasında bazı kimseler, din olarak İslamiyeti seçmiş, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah´a ve Resulüne hakkıyla iman etmiştir. Nitekim bunlarla ilgili olarak ayeti kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Ama hepsi bir değildir. Kitaplılar içinde, gece saatlerinde ayakta durup Allah´ın ayetlerini okuyarak secdeye kapanan bir topluluk da vardır. Onlar, Allah´a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emreder, kötülükten men ederler; hayır işlerine koşuşurlar. İşte onlar iyilerdendir. Yaptıkları hiç bir iyilik inkar edilmeyecektir. Şüphesiz Allah, (günahlardan) korunanları bilmektedir.” (AJ-ı tmran 113- 115)
Ehli kitaptan olan bu kimseler, aynı zamanda Hz. Peygambere de inandıkları için iki defa sevap ve mükafat göreceklerdir. Örnek olarak yahudi alimlerinden iki kişiyi anacağız. Bunlardan biri Abdullah bin Selam, diğeri de Muhayrık´dır. Siyer kitaplarında Abdullah bin Selam´ın, müslümanlığıyla ilgili olarak şöyle dediği nakledilmektedir: “Hz. Peygamberin ri-saletle görevlendirildiğini duyduğumda, onun vasıflarım, adını ve ne zaman peygamber olacağını bildiğimden dolayı, kendisinin peygamber olarak Medine´ye gelişini bekliyordum.” O, bu bilgiyi içinde sır olarak saklıyor, kimseye bir şey söylemiyordu.
Abdullah bin Selam, Hz. Peygamberin Medine-i Münevve-re´ye hicretinden önce de onu tanıyor, Tevrat´ta müjdelenen peygamberlik sıfatlarını biliyordu. Peygamber efendimizin Medine´ye gelmesine o kadar sevinmişti ki, onun bu niteliklerini sayarak kendi aile efradına hitapta bulunmuş, ama aile efradı onun bu görüşlerine katılmamışlardı. Hatta halası, bu sevincinden dolayı kendisine şöyle demişti: “Yemin ederim ki, îmran oğlu Musa´nın Medine´ye gelişini duysaydın, bu kadar sevin-mezdin.”
Bu ihlaslı mü´min, inancına geçmişin taassubu karışmadığından ve kalbi lekelenmediğinden dolayı halasına şöyle demişti: “Halacığım! Allah´a andolsun ki, Muhammed de îmran oğlu Musa´nın kardeşidir. Onun dinindedir. Onun dini ile gönderilmiştir.” Onun bu sözleri üzerine halası, görüşlerini kabul etmişti.
îhlaslı yahudi bilgini Abdullah bin Selam, hakkı ve hakikati tanımış, gerçeği idrak etmişti. Ama milleti olan yahudiler nasıl bir yaradılışta olduklarım ve içinde bulundukları sapıklıkları biliyordu. Onların kendi heveslerini tanrı edinmiş olduklarını da unutmuş değildi. Onlar ırklarını kendileri için bir din saymaktaydılar. Yoksa, kendi eski inançlarına bağlılıkları da yoktu. îşte Abdullah bin Selam onların iç yüzlerini açığa çıkarmak maksadıyla, iman ettikten sonra imanını açıklamamış ve bu halde iken Resulullah (sav)´m yanına giderek ona şöyle demişti: “Ey Allah´ın Resulü! Yahudiler şaşkın ve iftiracı bir millettirler. Gerçeği yalanlayarak batıla sarılırlar. Senden,, beni bir odaya kapatmanı, onlara göstermeni istiyorum. Benim İslam´a girmeden önce onlar arasında nasıl bir insan olduğumu gana anlatsınlar. Çünkü onlar benim İslam´a girdiğimi öğrenince, bana iftira edecek ve ayıplayacaklar dır.” Bundan sonrasını da yine onun dilinden aktaralım. “Hz. Peygamber beni bir odaya kapattı. Sonra yahudiler onun yanına geldiler ve kendisiyle konuştular. Hz. Peygamber onlara: “Hüseyn bin Selam (bu Abdullah bin Selam´ın İslam´dan Önceki adıdır) hakkında ne düşünürsünüz” diye sordu. Onlar: “O bizim efendimizdir. Efendimizin oğludur. Bizim en hayırlımız ve en bilgin olanımızdır” dediler. Bunun üzerine Abdullah bin Selam, odadan çıkıp yanlarına geldi ve onlara şöyle hitap etti: “Ey yahudiler topluluğu! Allah´tan sakının ve Hz. Muhammed´in size getirdiği dini kabul edin. Andolsun ki, sizler onun Allah Resulü olduğunu elbette bilmektesiniz. Çünkü onun ad ve nitelikleri elinizde bulunan Tevrat´ta anlatılmaktadır. Doğrusu ben onun, Allah´ın elçisi olduğuna tanıklık ediyorum. Ona iman ediyor, onu tasdik ediyor ve onu peygamber olarak tanıyorum.” Bu sözler üzerine yahudiler kendisine “Sen yalan söyledin!” dediler. Ben Hz. Peygambere dedim ki: Ey Allah´ın Resulü! Ben bunların iftiracı, hain, yalancı, fasık ve yoldan çıkmış bir millet olduklarını söylememiş miydim îşte gördün. Ben müslüman olduğumu, ailemin de topluca İslâmiyeti kabul ettiklerini açıkladım.”
Yahudiler Abdullah bin Selam´a Islamiyete girmesinden sonra fazlasıyla dil uzattılar ve : ” O bizim yanımızdaki en kötü kimselerdendir” dediler. Halbuki daha önce onun kendileri arasında en hayırlı, en bilgili ve adil bir kimse olduğunu itiraf etmişlerdi. Fakat bildikleri şeyi inkar etmek ve aşina oldukları hakikati gizlemek yahudilerin Özelliklerindendir.
Yahudiler arasında hakikati tanıyan insaf sahibi kimselerden ikincisi de, Muhayrık´tır. O da İslam öncesinde yahudilerin önde gelen şahsiyetlerinden ve bilginlerinden biriydi. Fazlasıyla zengindi. Tevrat´ta anlatılan sıfatlarıyla Hz. Peygamberi tanıyordu. Irkçılığı kendisi için bir itikat sayan kimselerden değil, aksine hakka inanan ve uyulması en uygun şeyin hak olduğunu bilen kimselerdendi. İbn İshak der ki: Dindaşları ona galip geldiler. Öyle ki Uhud gününde onlara hitaben şöyle dedi: Ey yahudiler topluluğu! Allah´a andolsun ki sizler, Muhanımed´in size karşı üstün geleceğini daha Önce bilmekteydiniz!” Böyle dedikten sonra silahım aldı, Hz. Peygamberin yanına gelerek askerleri arasına katıldı, ardından kalanlara da şu tavsiyede bulundu: “Eğer bu Uhud savaşında öldürülürsem bütün mallarım Hz. Muhammed´in olsun. O, bu mallarımı dilediği gibi sarfetsin.” Savaştı ve nihayet öldürüldü. Onunla ilgili olarak Resulullah (sav) şöyle dedi: “Muhayrık yahudilerin en hayırlı-sıdır.” En şiddetli bir anda müslüman oldu, Kureyşliler, müs-lümanlardan öç ve intikam almak için savaşmak üzere Medine´ye geldiklerinde, bu zorlu durumda o, mü´minlerin saflarında yer almaktan başka bir iş yapmadı. Allah yolunda şehid oldu. Kendi zatı itibariyle çok iyi bir insandı. Yuhudilerin de en hayırlısıydı.
Çekememezlik
Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah genel olarak ehli kitaptan ve özel olarak da yahudilerden söz ederken, aralarında mutedil kimseler bulunmasına rağmen çoğunun kötü işler yapmakta olduğunu haber veriyor. Onların seslerini çıkarabilen büyük çoğunluğu ise inatkarlıklarını, diğer insanlara karşı kıskançlık ve çekememezliklerini, insanları sevmediklerini açığa çıkarmaktadırlar. Bu vasıflarını devam ettiren yahudiler her nerede olurlarsa olsunlar, insanlara tiksintiyle bakarlar. Onların savaşdan sonraki durumlarını anlatmıştık. İnananlara karşı galip gelmek ve onlardan Öç almak için yaptıkları haince işleri bildirmiştik. Hased ettikleri bir kimseye Allah tarafından bir hayır ve iyilik dokunduğunda, onu çekemiyenler öfkelerinden kudururlar. Müslümanlarla yaptıkları anlaşmanın birinci yılında Hz. Peygambere karşı seslerini çıkarmamışlardı. Fakat daha sonra müslümanlara karşı bir grup oluşturma yoluna girdiler. Halbuki Hz. Peygamber, yaptığı anlaşmada onlarla iyi geçineceğini, aynı toplum içinde birlikte yaşayacaklarını herkesin kendi dilinde, yaşantısında serbest olacağını ifade etmişti. Aralarında dostluktan, iyilik ve takva üzere yardımlaşmaktan, Medine-i Münevvere´ye saldıracak düşmanlara karşı birlikte hareket etmekten başka bir maksatları olmadığım da ifade buyurmuştu. “Sizin dininiz size, benim dinim bana” demişti.
îşte böyle. Yahudiler, Hz. Peygamberi ve ona iman edenleri çekemiyor, onlara karşı kalblerinde büyük bir kin ve öfke taşıyorlardı. Mü´minler, onlarla yaptıkları anlaşmaya sadık kaldıkları halde, yahudiler onlara karşı kalblerinde kin saklıyorlardı. Bedir zaferi kazanılınca, bu zaferin ilk meyveleri onların hased hastalığına yakalanan kalblerinde görülmeye başladı. Hemen harekete geçerek inananlar arasına fesad tohumları ekmeye giriştiler. Bu amaçlarını gerçekleştirmek için de müşriklerle elbirliği ettiler. Onları münafıklık alanına çekmeye çalıştılar. Müşrikler de onlara uydular ve bir münafık topluluğu meydana getirdiler. Onların kindar ve hasedçi kalblerinde nifak hastalığı yerleşmeye başladı. Münafıklığın Bedir zaferinden sonraki ilk etkisi müslüman cemaati birbirinden koparmak yolundaki teşebbüslerinde görüldü. Onlar, mü´minlerin saflarını parçalamaya çalıştılar. Savaşlar devam ettiği sürece de münafıklık giderek arttı. Savaşınkızıştığı anda münafıklar hemen islam cemaati arasından sıyrılarak, saflar arasında boşluk meydana getirmeye çalışıyorlardı. Hicretin üçüncü yılında yapılan Uhud gazasında, müslüman askerler arasına yenilgi ruhunu yerleştirmeye çalıştılar. Zayıf kalbli mü´minleri korkutup ürkütmek istediler. Öyle ki, îslam askerleri arasında bulunan iki grup dağılmaya ve geri kaçmaya yeltendi. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Hani sen, erkenden ailenden ayrılmıştın (Uhud´da) mü´minleri savaş üslerine yerleştiriyordun. Allah işitendir, bilendir. Sizden iki takım, bozulup geri çekilmek üzereydi. Halbuki Allah onların dostuydu, inananlar yalnız Allah ´a güvensinler. Andolsun ki, siz düşkün bir durumdayken Be-dir´de yardım etmişti. O halde Allah´tan korkun ki, şükredebilesiniz.” (Al-i îmran-121-123)
Bozulmaya yüz tutan bu iki gurup zayıf imanlılardan ve münafıklardan idiler. Mü´minler Bedir savaşına sevinç ve ferah* içinde girmişlerdi. Uhud gazasına girerken ise, münafıklar onların aralarına acizlik ve tereddüt ruhunu aşılamaya çalışmışlardı. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, eğer yenilgi sebeplerine tutunmamışlar, dosdoğru yolda yürümüşler, Allah´ın emirlerine muhalefet etmemişlerse, mü´minleri muzaffer kılmayı taahhüt etmiştir. Hz. Peygamber Medine-i Münevve-re´de yaşadığına göre, elbetteki bu hasedçiler ve fîtnekar münafıklar sahabeleri çember içine alacaklardı. Dolayısıyla Hz. Peygamberin, sahabilerini bu münafıklara karşı koruması ve onlardan sakındırması gerekirdi. Hz. Peygamber de bu görevini Allah´ın emriyle yerine getirmişti. Bu nedenle Allahü Teala şöyle buyurmuştur: “Ey inananlar, sizden olmayanları dost edinmeyin. Onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların öfkesi ağızlarından taşmaktadır. Kalblerinde gizledikleri (kin) ise daha büyüktür. Eğer düşünürseniz, size ayetleri açıkladık. îşte siz, onlar sizi sevmezken onları seven kitapların bütününe inanan kimselersiniz. Onlar sizinle karşılaştıkları zaman “inandık” derler. Kendi başlarına kaldıklarında da size karşı öfkeden parmaklarını ısırırlar. De ki: ´Öfkenizden çatlayın! Şüphesiz Allah kalblerde olanı bilir.´ Size bir iyilik dokunsa (bu), onları tasalandırır; size bir kötülük do-kunsa ondan ötürü sevinirler. Eğer sabreder, Allah´dan kor-karsanız, onların hilesi size hiçbir zarar vermez. Şüphesiz Allah (m bilgisi), onların yaptıklarını kuşatmıştır. (Onlar ne yapsalar Allah hepSİnİ bilir).” (AI-i tmran: 118-120)
îşte bu ayetlerde yahudilerin kinlerini ve insanları hakikatten çevirerek nefisleri fesada vermelerini ve mü´minleri birbirinden ayırmak içjn yaptıkları çalışmaları görmekteyiz. Bunlar, sadece insanlar arasındaki sosyal ilişkileri bozmaya, imanları zayıflatmaya, gayri müslimleri münafıklık yapmaya teşvik etmekle yetinmemişler; aksine bu hususta onlara katkıda bulunmak amacıyla ortaklık etmiş, müzminlerin kalblerine şek ve şüphe tohumlarını ekmek için var güçleriyle çabalamışlardır. Çünkü onlar nefîslerindeki hasedlerinden ötürü kafirlik yapmayı içten arzulamaktadırlar. Bu uğurda da Hz. Peygambere, peygamberliğinin gerçek olup olmadığını öğrenmek için değil fakat cevap verememesi ve dolayısıyla aciz kalarak müslüman-Jarın ondan şüphelenmeleri için zor sorular yöneltiyorlardı. Onların bu yolda verdikleri uğraşlara bazı örnekler vereceğiz.
“Kitap Ehliyle Ancak En Güzel Tarzda Mücadele Edin”
Hz. Peygamber, risaletinde bir gedik açmak ve tereddüt meydana getirerek onu zor durumda bırakmak umuduyla müslüinanlara karşı tuzak kurmak ve kalblerine ürküntü bırakmak emelinde olduklarını bildiği halde, ehli kitap ile en güzel bir tarzda mücadele etmiştir. Çünkü ona bu emri veren yüce Allah´tır. “Onlarla en güzel bir tarzda mücadele et” Çünkü bu, insanları hikmet ve güzel öğüt ile Allah´ın yoluna davet etmenin en güzel şeklidir.
Eh-i kitap Hz. Peygambere çeşitli sorular yöneltirlerdi. O da bunlara, Allah´ın kendisine vermiş olduğu Kur´an ve hikmetle cevap verir, tuzaklarını ve hilelerini geri çevirirdi. Böylece tuzaklara kendilerini düşürür ve risaletini kuvvetlendirirdi. Bu yolla şüphecilerin bütün kuşkuları giderilmiş olurdu.
Hz. Peygambere, kıyametin ne zaman kopacağını sormuşlardı. Halbuki onlar, bunu Allah´tan başkasının bilemeyeceğini, ellerindeki kitaplardan okumuş ve öğrenmişlerdi. Bunun cevabını bildikleri halde, yine de bu soruyu ona yöneltmişlerdi. Müşriklerin tartıştığı ölüm sonrası diriliş meselesi hususunda insanların zihinlerine şüphe tohumlarını ekmek istemişlerdi. Yüce Allah bu soruyu ve bunun doğru hikmetli cevabını şu ayeti kerimede vermiştir: “Sana (kıyamet) saat(in) den soruyorlar: Gelip çatması ne zaman (olacak) diye. De ki: Onu ancak Rab-bim bilir. Onun vaktini O´ndan başka belirtecek yoktur. Göklerin ve yerin ağırlığını kaldıramayacağı o saat sizlere ansızın gelecektir. Sen sanki öğrenmişsin gibi sana soruyorlar. De ki: “Onu bilmek ancak, Allah´a mahsustur. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.” (Araf 187)
Onların bazısından gelen sorular Hz. Peygamberin risaleti konusunda şüphe uyandırıcı nitelikte idi. Sözcüleri diyordu ki: Eğer iddia ettiğin gibi peygamber isen, bize kıyametin ne zaman kopacağını haber ver.
Noksanlıklardan uzak olan yüce rabbimiz Hz. Peygamber (sav)´e, her ne kadar bu soru imansız bir kimse tarafından gel-mekteyse de, ona yukarıdaki cevabı vermesini emir buyurmuştu. Çünkü bu cevap, hakkın ta kendisiydi. Hakka uymaksa bir mecburiyettir.
Yine Hz. Peygamberi zor durumda bırakmak ve mü´minlerin kalblerine şüphe tohumları ekmek maksadıyla ruhun mahiyetini sormuşlardı. Yüce Allah da Hz. Peygambere, ancak kendisinin bileceği kainat sırlarından olduğunu söylemesini emir buyurmuştu: “Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, rabbimin emrin-dendir. Size ilimden pek az bir şey verilmiştir.” (îsra: 85)
Ruhun mahiyeti hala ilahi sırlardan bir sır olarak muammalığını muhafaza etmektedir. Onun mahiyetini Allah´tan başkası bilemez. Biz sadece ruhun varlığını hisseder, görüntülerini idrak ederiz. Ama iç yüzünü bilemeyiz. İnsanoğlu kainatı ve onun görünümlerini tanımıştır. Araştırma neticesinde felekleri tanıyıp bilmiştir. Burçları öğrenmiştir. İnsanoğlu semaya yükselmiş aya ulaşmış, ama şu ana kadar ruhun mahiyetini ve künhünü idrak edememiştir.
Yine ehl-i kitap, Hz. Peygambere Zülkarneyn´i ve onun neler yaptığını, kim olduğunu sormuşlardı. Yüce Allah ona vahiy göndererek şu cevabı göndermesini bildirmişti: u(Ey Muham-med), sana Zülkarneyn3den soruyorlar: ´Onu size anlatacağım´ de. Biz yeryüzünde onun için sağlam bir mekan ve onda istediği gibi hareket edebileceği yönetim hürriyeti hazırladık ve kendisine (muhtaç olduğu) her şeyden bir sebep verdik. (Ulaşmak istediği her şeye ulaşmanın yolunu, aracını verdik). O da, (kendisini batı ülkelerine ulaştıracak) bir yol tuttu. Sonunda güneşin battığı yere ulaşınca onu, kara balçıklı bir suda batıyor gördü. Orada bir millete rastladı. Dedik ki: ´Ey Zülkarneyn! Onlara azap da edersin, iyi muamelede de bulunabilirsin´ ´Haksızlık yapana azap edeceğiz. Sonra rabbine döndürülür, onu görülmemiş bir azaba uğratır; ama inanıp yararlı iş işleyene mükafat olarak güzel şeyler vardır, ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleriz´ dedi. Sonra yine biryol tuttu. Sonunda güneşin doğduğu yere ulaşınca, güneşi kendilerini elbise, bina gibi şeylerle örtmediğimiz bir millet üzerine doğuyor buldu. îşte bunun gibi, onun yaptıklarının hepsini baştanbaşa biliyorduk. Sonra yine bir yol tuttu. Sonunda iki dağın arasına ulaşınca, orada neredeyse hiç söz anlamayan bir millete rastladı. Dediler ki: ´Ey Zülkarneyn! Doğrusu Ye´cüc ve Me´cüc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasına bir sed yapman için sana bir vergi verelim.” Dedi ki: ´Rabbimin bana verdikleri sizinkinden daha iyidir. Bana gücünüzle yardım edin de, sizinle onlar arasına sağlam bir sed yapayını. Bana demir kütleleri getirin. Bunlar iki dağın arasını doldurunca kükreyin´ dedi. Demirler ak kor hale gelince: ´Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim´ dedi. Artık Ye´cüc ve Me´cuc onu ne aşabildiler, ne de delip geçebildiler. (Zülkarneyn): ´işte bu, Rabbimin tayin ettiği zaman gelince onu yerle bir eder; Şüphesiz rabbimin verdiği söz gerçektir.” (Kehf. 83-98)
Bu, Hz. Peygamberi aciz bırakmak maksadıyla sorulmuş bir soruydu. Eğer o buna cevap vermemiş olsaydı sevinçlerinden kanatlanıp uçacaklar ve insanların kalblerine şüphe bırakacaklardı. Esas hedefleri ve maksatları buydu. Fakat karşılaştıkları cevap gerçekten derin bir bilginin ürünüydü. Hz. Peygamberin cevabı, Zülkarneyn´in hayatını, yaptığı işleri ve bütün hallerini iyice tetkik etmiş bir kimsenin cevabıydı. Onun bu hayret verici doğru -açıklamaları, dinleyicilerin akıllarını ve kalblerini uyardı. Pür dikkat kesildiler. Bu cevap mü´minleri dinlerinde sebatkar kıldı. Sevdikleri tslamiyete daha da sarılmalarına vesile oldu. Yine, üzerinde şüphe uyandırmak için Kur´an-ı Kerimle ilgili bir soru da yöneltmişlerdi. Halbuki KurJan-ı Kerim Hz. Mu-hammed´in risaletinin hücceti ve deliliydi. Kur´an´m içine önünden, ya da arkasından hiç bir şekilde batıl giremezdi. “Ey Mu-hammed! Getirdiğin bu kitabın Allah katından geldiği doğru mudur Halbuki biz bu kitabın, Tevrat gibi ölçülü cümleleri olduğunu görmüyoruz! diye sormuşlardı. Hz. Peygamber onlara şu cevabı verdi: “Siz bu Kitab´m gerçekten Allah katından gelen bir kitap olduğunu biliyorsunuz ve onun adını elinizdeki Tevrat´ta da görmektesiniz. Eğer bunun bir benzerini ortaya koymak için insanlar ve cinler bir araya gelseler, yine de bir benzerini ortaya koyamazlar!”
Bu defa sorularını başka bir tarafa yönelttiler. Çünkü onların itirazları basit ve gevşekti. Kur´an´m ifadelerindeki ölçülülüğün, Tevrat´ın ifadeleriyle karşılaştırılması mümkün değildi. Her ne kadar Tevrat, Hz. Musa´ya inen on levhadan ibaret ilahi bir kitap olsa da, Kur´an´m kendine özgü bambaşka bir üslubu vardı. Ayrıca her peygamberin kendine mahsus ayet ve mucizeleri bulunmaktadır. İşte bu yüzden soruyu bir başka şekle sokarak sorma yoluna gittiler. Dediler ki: “Ey Muhammed bu Kur´an´ı sana bir insan ya da cin öğretmedi mi ”
Hz. Peygamber onlara şöyle cevap verdi: “Allah´a andolsun ki, sizler Kur´an´m Allah katından gönderilen bir kitap olduğunu ve benim de Allah´ın elçisi olduğumu gayet iyi bilmektesiniz. Çünkü bunlar elinizde bulunan Tevrat´ta da geçmektedir.”
Yine işi inada bindirerek dediler ki: “Ey Muhammed! Allah bir kimseyi peygamber olarak gönderdiği zaman, onun dileklerini yerine getirir. Sen de bize gökten, bizim okuyabileceğimiz bir kitap getir. Yoksa biz sana bu Kur´an´ın bir benzerini getiririz.”
Bu sözleriyle, Kur´an´ın bir benzerini getirebileceklerini ifade ediyorlardı. Buna Yüce Allah, peygamberinin diliyle şöyle cevap veriyor: “De ki: ´Andolsun, eğer insan (lar) ve cin(ler) şu Kur´an´ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka ol(up yardım et) seler de (bunu yapamazlar). “(Isra. 88)
Söylenmek istenen şudur: Yapabilirseniz, Kur´an´ın bir benzerini getirin bakalım. Ama bunun üstesinden gelemezsiniz. Getirmeye kalkışsanız da getiremiyeceğiniz açığa çıkar. Sapıklığınızın ve hilelerinizin iç yüzü anlaşılır. Çünkü sizler, müşriklerin yapmadıklarını kendi nefislerinizde düşlüyorsunuz.
Kendi maddi akılcılıklarını gösteren bir başka soru daha sormuşlardı. Bu soru, onların, Allah´ın varlığım ve yüce sıfatlarını bilmediklerini de ispatlıyordu. Halbuki Allah´ın misli yoktur. O, güçlü ve hikmet sahibidir.
Onlar bu gibi soruları yöneltiyorlardı. Çünkü determinist felsefenin etkisi altında kalmışlardı. Bu felsefeden başka bir şeye inanmıyorlardı. Adi sebepleri kainatın kanunları olarak kabul ediyorlardı. Onlara göre her şey illiyetten meydana gelmiştir. Gerek insanın varlığı, gerek kainattaki diğer varlıkların bir sebebi vardır. Onları meydana getiren sebebin de bir başka sebebi vardır. îşte kısaca tyonya felsefesi bu yolu tutmuştur. Bunlara göre bütün alem, illiyet kanunu ile meydana gelmiştir. Bunun bir teselsül inancına dayalı olduğu şüphesizdir. Halbuki teselsülün sonu yoktu. Böyle bir soru yöneltmekle, Hz. Peygamberin güya acizliğini ortaya çıkarmak istemişlerdi. Halbuki her şeyin failinin, kendi dilediğini yapan ve kendi ihtiyariyle her şeyi yaratan yüce Allah olduğunu unutmuşlardı. O´nun, kainatı sebeplilik, ya da illiyete değil de, kendi serbest iradesiyle meydana getirdiğini hatırlarına getirmemişlerdi. İşte kafirliklerinin bir göstergesi olan soruları şuydu: “Ey Muhammed! Haydi diyelim ki, bu kainatı Allah yaratmıştır. Peki Allah´ı kim yarattı ” Bu soru karşısında Hz. Peygamber Öfkelenmiş, rengi atmış, sonra da yüce yaratıcı hakkındaki bu yersiz sorudan dolayı onlara çok sert davranmıştı. Çünkü bu soruyu soran yahudiler kitap ehlindendiler. Onların yüce Allah´ın zatını ve sıfatlarını tanımaları, onun evvel ve ahir, zahir ve batın olduğunu, dilediğini yapabilen, her şeye gücü yeten, fevkinde bir şey bulunmayan, kainatı, gökleri ve yeri daha önce bir benzeri olmadığı halde meydana getiren bir zat olduğunu bilmeleri gerekirdi.
Araplardan böyle bir soru gelmemişti. Çünkü onlar, bu kainatı yüce Allah´ın yarattığını biliyorlardı. O´nun sadece kendi elleriyle yaptıkları putları, ibadet hususunda Allah´a ortak koştuklarından dolayı müşrik sayılmışlardı. Halbuki Cenab-ı Allah o putların bir hakikatları olduğuna dair bir delil indirme-miştir. Yahudilerin söz konusu soruyu yöneltmelerinden dolayı Hz. Peygamber çok Öfkelenmişti. Kitap ehlinden oldukları halde yahudilerin, kendisine putperest müşrikler tarafından yöneltilmeyen bir soru yöneltmelerini üzüntüyle karşılamıştı. Irkçılık, asabiyet ve inatları yüzünden onlar akla hayale gelmeyecek akıl dışı sözler söylemişlerdi.
Bu haberi rivayet eden Said bin Zübeyr diyor ki: Peygamber efendimiz öfkeli ve üzgün durumda iken Cebrail yanına gelmiş, onu teskin edip: “Ey Muhammed kendine gel ve sakin ol!” demiş. Sonra da ona, Allah´tan şu vahyi bildirmişti: “De ki: O Allah tektir. Allah samed´dir (Her şey varlığını ve bekasını O´na borçludur. Her şey O´na muhtaçtır. O, hiçbir şeye muhtaç değildir.) Doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiç bir şey O´nun dengi
değildir” (İhlas Suresi)
Bu, onların üzücü davranışlarda bulunmalarından dolayı kendilerine yapılan bir uyarıdır. Ama onlar yine ikinci kez putperest Araplardan daha aşağı bir seviyeye düşerek Cenab-ı Allah´ı diğer canlılar gibi maddi bir şekilde tasavvur etmişlerdi. Şöyle söylüyorlardı: “Ey Muhammed! Allah´ın vücudunun nasıl olduğunu, kollarının ve pazularınm şeklini bize tasvir et!” Hz. Peygamber, bu sözler karşısında yine eskisi gibi Öfkelenerek onların üzerlerine atılmış ve kovmuştu. Cebrail yine vahiy getirerek ona, kendilerine vermesi gereken cevabı telkin etmişti: “Allah´ı gereği gibi bilemediler. Halbuki kıyamet günü yer tamamen O´nun ovucu içindedir. Gökler de sağ elinde dürülmüş-tür. O, onların ortak koştuklarından uzak ve yücedir.” czumer:67)
îşte bu anlattıklarımız, hiçbir düşünceye va mantığa bilgiye ve kitaba uymayan, bir ve tek olan Allah´a inanmayan yahudi-lerle Hz. Peygamber arasında geçen soru ve cevaplardı. Hz. Peygamber, onların kötü niyetlerine rağmen, Rabbinin buyruğuna itaat ederek en güzel bir tarzda onlarla mücadele ediyordu. Rabbi ona şu buyruğu vermişti: “Kitap ehli ile en güzel bir tarzda mücadele edin.”
Şimdi yahudileri ve Hz. Peygamberin Bedir´deki zaferinin onlar üzerindeki etkisini, onların nasıl münafıklık ettiklerini, her türlü eziyeti nasıl reva gördüklerini, bir tarafa bırakacağız. Hz.Peygamberle mü´minler savaş meydanında birbirlerine sabır tavsiye ediyor, yahudilerin hilekarlık, dedikoduculuk, hainlik ve bölücülükte ne kadar aşırı olduklarını bildikleri halde, onlara tahammül ediyorlardı. Her iki durumda da sabrettiler ve muzaffer oldular. –