Büyük Adam.İnsanların ahlaki ve akli Özellikleri, bedeni niteliklerinden anlaşılır. Ama istisnai şahısların ruhi, ya da akli oluşumları, onların bedenlerindeki istisnai değişikliklerden anlaşılır. Mesela yüzle-rindeki kaşlardan, ya da bazı organlarındaki çarpıklıklardan veya gözlerindeki titreşimlerden belli olur. Bunu da psikoloji ve fizyoloji ilmine vakıf olan kimseler anlayabilirler. Şüphesiz vücudun normal yapıda oluşu ve organları arasındaki uyum, kişinin akıllı ve sağlam karekterli olduğunu ispatlar. Ruhi düzen, çoğunlukla bedeni düzenle bir arada bulunur. Bu nedenle hem görünürde ve hem de içte, ruhi düzenle bedeni düzen arasında mizaç ve ka-rekter uyurau görülür. Kişinin vücudundaki unsurlar uyumlu olur ve bir karışıklık bulunmazsa, o kişinin ruhu olgun, aklı tam ve ahlakı mükemmel olur.
Peygamber (sav) efendimizin, Miraç hadisinde bazı peygamberlerle ilgili tasvirleri, onların bedeni yapılarının mükemmelliğini ispatlamaktadır. Onların bedenlerindeki olgunluğun yanısı-ra güzellik ve cemalleri de vardı. İnsanları onlardan nefret ettirecek hiçbir yönleri yoktu. Said bin Müsseyyeb´in rivayetine göre Peygamber (sav), sahabilerine İbrahim, Musa ve İsa´yı tasvir ederken şöyle buyurmuştur:
“ibrahim´e gelince, ona arkadaşınızdan (benden) daha çok benzeyen ve arkadaşınıza (bana) da ondan daha çok benzeyen birini göremedim. Musa uzun boylu bir kimseydi. Kıvırcık saçlı ve burun kemeri kalkıktı. Sanki Şenude [1] kabilesinin adamların-dandı. Isa bin Meryem´e gelince, o, kızıl renkli olup orta boyluydu. Saçı düzdü. Yüzünde çok benler vardı. Sanki hamamdan çıkmış da başından su damlıyordu. Halbuki başında su da yoktu. Aranızda en çok Urve bin Mesud´a benziyordu.”
Ülül-azm peygamberlerden bu üçü hakkında yapılan tasvir, onların endamlarının düzgünlüğüne ve bedeni yapılarının mükemmelliğine işaret etmektedir. Bazı cüzi evsafları arasında farklılıklara rağmen, bedeni yapıdaki düzgünlük hususunda hepsi de eşit idiler. Dare Kutni´nin Enes bin Malik´ten rivayet ettiğine göre, Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Allah´ın göndermiş olduğu peygamberlerin hepsi güzel yüzlü ve güzel sesli idiler. Sizin peygamberiniz ise, onların hepsinden daha güzel yüzlü ve daha güzel seslidir.”
Peygamber efendimiz türedi bir peygamber değildi. Ondaki bedeni yapı ile cismi evsaf, insanların dikkatlerim çekecek kadar uygun ve mütenasipti. Cismi güzel, ahlakı güzel bir insandı. Ku-reyşliler´e Kur´an-ı Kerim ile meydan okuyup putlarım kötülerken, putlara yapılan ibadeti iptal ederken bile güzel bir dil kullanıyordu. Kureyşliler onun amcası Ebu Talib´i görerek bu hususta kendisiyle konuşmuşlardı. Ebu Talib, Peygamber efendimizi Ku-reyşliler´e karşı himaye ediyordu. Kureyşliler kendi akıllarınca kabilelerinin en güzeli, en yakışıklısı ve en kuvvetlisi olan bir genci evlatlık olarak getirip Ebu Talib´e vermek ve karşılığında Mu-hammed bin Abdullah´ı alıp öldürmek istediler. Fakat Ebu Talib, kardeşinin oğlu Muhammed üzerine yapılan bu pazarlığı reddederek zekice, ama tahkir edercesine onlara şu cevabı verdi: “Kendi oğlunuzu bana veriyorsunuz ki, onu sizin için besleyeyim… Ben de, öldüresiniz diye oğlumu size vereyim… Bu olacak şey midir T
Bu rivayet, Peygamber efendimizin bedenen de mükemmel olduğunu göstermektedir. Çünkü Cenab-ı Allah onu düzgün bir şekilde yaratmış ve ona güzel bir endam bahsetmişti.
Şüphesiz Peygamber efendimizin bedenindeki bu uyumun İslam davetine de olumlu yönden etkisi olmuştur.İnsanlar Peygamber efendimizin bu davetine de icabette bulunmuşlardır. Çünkü onun yapmış olduğu İslam daveti, ruhi bir aydınlıkla birlikte insanlara yöneltilmişti. Bu hususu destekleyen şöyle bir rivayet nakledilmektedir: Muhammedi davetin yankıları çevrede görülüp İslam´ın hakikatleri Arap Yarımadası´mn her tarafında tanınıp, çoğunlukta olan yalanlayıcıların haberi etrafta şüyu bulduktan sonra, Arabi´nin biri Peygamber efendimizin yanına gelmişti. Peygamber efendimizin görünüşü onun çok hoşuna gitmiş, yüzünün parlaklık ve aydınlığı onu kendine hayran bırakmıştı. Alnındaki nurun parıldaması, Arabi´yi meftun etmiş ve Arabi ona sen kimsin diye sorunca Peygamber efendimiz: “Ben, Abdullah oğlu Muhammed´im” demişti. Arabi, idrak edici bir inanç ve imanla şöyle sormuştu: “Kureyşliler´in yalancı dedikleri adam sen misin ” Peygamber efendimiz evet deyince Arabi şu karşılığı vermişti: “Sendeki bu yüz, yalancı bir kimsenin yüzüne benzemiyor. Senin insanları davet ettiğin şey nedir ”
Onun bu sorusu üzerine Peygamber efendimiz İslam´ın hakikatini açıklamış, o da iman ettiğini ilan etmişti.
Peygamber efendimizi anlatan kimseler, çok şeylerden bahsetmişlerdir. Bazı rivayetlerde anlatıldığına göre onun simasında, yüzünü aydınlatan bir nur ve güzellik varmış.
Burada peygamber efendimizin vasıflarını nakleden rivayetlerden iki tanesini anlatacağız. Bunlardan biri Hz. Hatice´nin oğlu Hind´e aittir. Hind, insanları dikkatlice tetkik edip ona göre tavsif eden bir insanmış. İkinci rivayet de Ümmü Mabede aittir. Hz. Ali´nin oğlu Hz. Hasan´ın Hind bin Ebi Hale´den yaptığı rivayet şöyledir: Cennet gençlerinin efendisi Hasan (r.a) diyor ki: “Dayım Hind bin Ebi Hale´den Peygamber efendimizin vasıflarını sordum. O gerçekten iyi tavsif yapan bir kimseydi. Bana Peygamber efendimizin bazı yönlerini ve niteliklerini açıklamasını ümit ediyordum ki, o evsafta tutunayım. Bana dedi ki:
“Her ululuk Resulüllah´ta toplanmıştı. Yüzü ayın ondördü gibi parlardı. Uzuna yakın orta boyluydu. Saçı ne dümdüz, ne de kıvırcıktı. Hareliydi, Saçı kendiliğinden ikiye ayrılıp yanlarına dö-külürse onları birleştirmezdi. Birleştikleri zaman da onları ayırmayıp oldukları gibi bırakırdı. Saçını uzattığı zaman kulaklarının memesini aşardı. Teni kırmızı ile karışık ak ve güzeldi. Alnı açık ve genişti. Kaşları uzun ve kavisliydi. Kaşlarının uçları ince, araları çok yakındı. Fakat çatık değildi, iki kaşının arasında bir damar vardı. Bu damar, kızgınlık zamanında kabarıp görünürdü. Burnunun iki kaş arasında başladığı yer yüksekçeydi ve ucu da ince idi. Bundaki uyum ve ölçülülük, dikkat edenlerin gözünden kaçmazdı. Burnunda ayrı bir parlaklık vardı. Sakalı sıktı. Yanakları düzdü, yumru ve tombul değildi. Ağzı tabii bir büyüklükteydi. Dişleri inci taneleri gibiydi. Göğsünden göbeğine kadar çizgi gibi inen ince tüyler vardı. Boynu uzuncaydı. Gümüş gibi ak ve paktı. Bütün uzuvları düzgündü. Ne şişman, ne de zayıftı, ikisi ortası, sıkı etliydi. Karnı ve göğsü bir seviyede idi. Çıkık değildi. Göğsü ve iki küreğinin arası genişti, iri yapılı, iri kemikliydi. Soyunduğu zaman vücudundan nur saçılırdı. Vücudu kıllı değildi Yalnız omuz başları ve pazulan biraz kıllıydı. Bilek kemikleri uzun, el ayaları genişti. El ve ayak parmakları kalınca ve uzuncaydı. Ayaklarının altı düz değil, çukurca idi. Ayakları hafif etliydi. Üzerine su döküldüğü zaman etrafa yayılırdı. Yürürken ayaklarını yerden canlıca kaldırır; iki yanına salınmaz; adımların, geniş atar; yüksek bir yerden iner gibi önüne doğru eğilir; vakar ve sükunetle, rahatça yürürdü. Bakmak istediği zaman bakacağı tavafa tamamıyla dönerek bakardı. Etrafına gelişigüzel bakınmaz-dı. Daha çok yukarıya değil, yere bakardı. Yürürken ashabının gerisinde yürürdü. Birisiyle karşılaştığı zaman, önce kendisi selam verirdi.”
Bu anlatılanlar Peygamber efendimizin güzellik ve olgunluğunu gösteriyor. Ondaki erkek güzelliğini ve insan mükemmelliğini ispatlıyor. Peygamberimizdeki fevkaladelikler, insanların nazarlarını celbediyordu. Ona bakanlar, gözlerini başka tarafa çeviremezdi. Hakkında önyargılı olmayan bir kimse, kendisiyle karşılaştığında, ona Öfke, ya da kıskanç-lıkla bakmazdı. Onda mükemmel bir erkeklik örneği görürdü. Ahlaki yüceliklerini hisseder ve dostluk bulurdu. O kimseye karşı büyüklük taslamaz ve kimsenin yanından gururla geçmezdi. Aksine arkadaşlarının gerisinde ve alçakgönüllü tavırla yürürdü. Karşılaştığı herkese, dostluk ve sevgisini göstermek üzere selam verirdi ki, aralarında düşmanlık, asık suratlılık ve nefretleşme hakim olmasın. Yapısı ve endamı güzeldi. Karşılaştığı kimseler onu sever ve onunla karşılaşmaları dolayısıyla hoşnutluk duyarlardı. Cahiliyet döneminde kendisiyle herhangi bir kimse arasında çekişme ve düşmanlık görülmemişti. Aksine o, herkese dostça davranır ve başkalarından da dostluk görürdü. İçinde eğrilik ve nefretleşme duygularını taşımayan müstakim gönül sahibi kimselere yakındı. Ayrıca Ce-nab-ı Allah ona öyle kuvvetli bir cazibe vermişti ti; herkes onun temiz ve güzel bir insan olduğunu hemen anlardı. Onun temiz ve salim nefsinin güzelliklerinde nefret ve öfke duygularına yer yoktu. Kimseyle çekişmezdi.
Şimdi de Peygamber efendimizin Mekke´den Medine´ye hicret ederken uğradığı Ümmü Mabed´in kendisi hakkında yaptığı tavsife kulak verelim:
Abdulah oğlu Muhammed (sav), beraberinde Ebu Bekir, kölesi Amir bin Füheyre, kılavuzları Abdullah bin Uraykıd ed-Deylemi , ile birlikte Ümmü Mabed´in evine varmışlardı. Ona, yanında satılık et, ya da süt bulunup bulunmadığını sormuşlar, ama kadının yanında bir şey bulamamışlardı. Kadın şöyle demişti: “Eğer yanımızda bir şey bulunsaydı, sizi ağırlamaktan geri kalmazdık” Gerçekten de kadının evi kıtlık ve yokluk içindeydi. Peygamber efendimizin gözü, kadının çadırının bir köşesinde duran bir koyuna takıldı: “Ey Ümmü Ma´bed, bu koyun da neyin nesi ” diye sorunca, Ümmü Ma´bed: “O, kıtlıktan dolayı zayıf düşmüş bir koyundur” diye cevap verdi. Peygamber efendimiz: “Onu sağmama izin verir misin ” diye sorunca, Ümmü Ma´bed: “Eğer sütü varsa sağ” cevabını verdi. Peygamber efendimiz koyuna dua ederek eliyle sırtını sıvazladı ve Allah´ın adını anarak sağmaya başladı. lOrada bulunan herkese yetecek kadar süt elde etti. İkinci defa yine sağdı ve orada bulunan kapları sütle doldurarak Ümmü Ma´bed´in evinde bıraktı. Ümmü Ma´bed´in kocası eve geldiğinde bu sütleri görüp hayretle : “Ey Ümmü Ma´bed, bu sütler nereden geldi. Evde sağmal bir hayvanımız yoktur. Koyunumuz da süt veremez. Sen bu sütleri nereden elde ettin ! ” diye sordu. Karısı Ümmü Ma´bed şu cevabı verdi: “Hayır vallahi ben bu sütü başka bir yerden getirme-dim. Yalnız bize, şöyle ve şöyle konuşan mübarek bir adam uğradı. Bu süt onun eseridir” Böyle deyince kocası dedi ki: “Allah´ayemin olsun ki, mutlaka bu Kureyş´in aramakta olduğu adamdır!´ Bu defa Ümmü Ma´bed sözünü şöyle sürdürdü:
“Güzelliği açıkça görünen, iyi ahlaklı, yüzü güzel bir adam gördüm. Göbekli değildi. Kafası küçük değildi. Vücudu düzgün ve intizamlıydı. Gözü siyah, parlaktı ve çekikti. Sesinde insanı etkileyici bir özellik vardı. Gözleri sürmeli gibiydi. Kaşları hilal gibiydi, boynu uzunca ve sakalı da sıktı. Sustuğunda vakarı, konuştuğunda yüceliği ortaya çıkıyordu. Konuşması tatlıydı. Ne lüzumundan fazla, ne de gereğinden az konuşurdu. Sözleri rahatlıkla anlaşılırdı. Kelimeler, ipe dizilmiş inci taneleri gibi düzgün bir şekilde ağzından çıkardı, insanların en kıymetlisi, en değerlisi ve en güzeliydi. Uzaktan böyle göründüğü gibi, yakındayken de en tatlı ve en güzel bir insan olarak müşahade edilirdi. Orta boydan biraz uzundu. İki muhafız (Ebu Bekir ile kılavuz Abdullah bin Uray-kid) arasında bulunuyordu. Bu üç kişi arasında en parlak ve en gözalıcı kimse oydu. Endamı diğerlerinden daha güzeldi. Çevresini saran arkadaşları vardı. O konuştuğunda sözlerini dinlerlerdi. Emir verdiğinde hemen hizmetine koşarlardı. Kimseye suratını asmaz ve hatasını yüzüne vurmazdı.”
Onu görenlerin tavsifleri işte böyleydi. Bu tavsifler üç şeye işaret etmektedir:
1- O, güzel bir vücut yapısına sahipti. Organları arasında tena-süb vardı. Öyle ki, bir ressam, vücut yapısı mükemmel ve yaratılışı düzgün bir insanın resmini yapacak olursa bu tavsiften daha uygun, daha güzel bir resim yapamaz. Peygamber efendimizin, görenlerin gözünde meydana gelen bir parlaklığı ve alımlılığı vardı. Dostu ve düşmanı bu hususta görüş birliği içindeydiler. Onun görünüşü, kendisine bakanlarda bir etki meydana getirirdi. Bu güzel evsafı, sevenlerinin tasdiklerini arttırır, inkar edenlerin haset ve Öfkelerini fazlalaştırırdı. Çünkü muhalifleri; ondaki bu güzellikleri ve üstünlükleri gördüklerinde kendi görüşlerinin çürüyeceğini ve Muhammed (sav)´in görüşlerinin güçleneceğini anlıyorlar, dolayısıyla ona karşı düşmanlıklarını daha da arttırıyor-lardı. Ondaki üstünlükler, çıplak gözle bile görülüyordu. Bu üstünlükler, reddedilmesi mümkün olan haberler değil, gözle görülen müşahedelerdi. Kureyşliler ondaki bu yüksek oluşumu biliyor ve görüyorlardı. Bu nedenledir ki, Ebu Talibe gittiklerinde, kardeşi oğlu Muhammed´i kendilerine verdiği takdirde ona mukabil, kendisine Kureyş´in en gözde gencini vereceklerini ifade ettiler. Fakat Allah´ın Resulü ve insanlığın nuru Muhammed nerede, başka gençler nerede !
2- Muhammed (sav)´in temiz kalbi, onun yüzüne aydınlık ve nur saçıyordu. Yolda yürürken bile, kalbinin temizliği nedeniyle, Cenab-ı Allah´ın kendisine bahşetmiş olduğu nur, etrafını hale-lendiriyordu. Tıpkı Ümmü Ma´bed´in dediği gibi, alnı parlıyor, ışık saçıyordu. Ama buna rağmen Peygamber efendimiz büyüklük ve üstünlük taslamıyor, insanlar arasında mütevazi bir şekilde hareket ediyordu. Onlardan biriymişçesine davranıyordu. Sadece kendisinde risaletin üstünlük ve fazileti vardı. Cenab-ı Allah ona manevi makamlar bahsetmişti.
3- Peygamber efendimizde, nsanları kendine çeken büyük bir cazibe vardı. Yine onda Öyle bir heybet vardı ki, bu heybeti sayesinde insanlar onun sözüne itaat ederlerdi. Bunun yanısıra kendisine olan sevgileri de sonsuzdu, insanlara, sevgiye dayalı bir otorite ile hükmederdi. Kendisine karşı kin ve öfke taşımayan, ya da muhalefet duygularıyla dolu olmayan nefisler, ona karşı sevgi taşırlardı. Ama kin ve Öfke duygularıyla dolu olan nefisler, onun sözlerine karşı direnme duygusu taşırlardı. Bu gibi nefisler şerle lekelenmişlerdi. Çünkü içlerinde şeytan barınmakta ve şeytani vesveseler onlara hakim olmaktaydı. Bu kalpler Peygamber´! tasdik edemezlerdi. Ona karşı inkarcılık ederlerdi. Gerçekte müşrikler, ondaki hak ve hakikati biliyorlar, ama, ona karşı inatçılıklarından vazgeçmiyorlardı. Onda insanları etki altına alan bir gücün mevcut olduğunu, sözlerinin ve getirdiği davanın gerçekliğini ispatlayacak delillerin bulunduğunu açıkça görüyor, biliyorlardı. Bu nedenle diğer Arap kabilelerine koşarak, kabileleri Peygamber efendimizden soğutmak için ellerinden gelen gayreti sarfedi-yorlardı. Böylece Peygamber efendimizin, kendi yüksek şahsiyetiyle onları etkilemesinin, Allah´ın kendisine verdiği delil ve mucizelerle onları İslam´a kazandırmasının önüne geçmek istiyorlardı. Her ne kadar müşrikler bu yolda büyük çabalar harcadılarsa da, insanları Muhammed´e kulak vermekten uzaklaştıramadılar, ona boyun eğip teslim olmalarını engelleyemediler. Çünkü hak, apaçık ortadaydı. Delil ve hüccetler gün gibi aşikardı. İslam da-vetçisi olan Hz. Muhammed, insanları kendine çekmekteydi. Hakkı arzulayan gönüller ona kulak vermekten kendilerini ala-mıyorlardı. Onun getirip kendilerine tevcih ettiği ve kendilerini davet ettiği risaletin gerçekliğinden şüphe etmiyorlardı.
Resulüllah (sav)´daki her şey onun güçlülüğünü, güzellik ve olgunluğunu ispatlıyor, ilan ediyordu. Yaşı 6O´ı geçtiği halde vücut şekli bir gencinki gibiydi. Saçına sakalına aklar düşmemişti. Sahainlerinden kendisiyle bir arada bulunanlar, saçmdaki ve saka-lındaki ak telleri saymışlar, bu ak tellerin sayısı yirmiyi geçmemişti. Enes (r.a)´e göre bu ak tellerin sayısı onbir taneydi. Dolayısıyla Peygamber efendimizin yaşı 6O´ı geçtiği halde, genç bir insan olarak nitelenmesi mümkündü. Saçında bazı kısımların renk değişikliği olmuştu. Bu değişikliğin kınadan ileri geldiği zannediliyordu, ama öyle değildi. O koku sürünmeyi severdi. Rivayete göre kendisi şöyle buyurmuştur:
“Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadınlar, güzel koku ve gözümün aydınlığı namaz”.
Görülüyor ki Peygamber efendimiz, namazı dünyevi bir iş olarak vasfetmiştir. Çünkü namazdan, kendisine sevdirilen dünyevi şeylerden biri olarak bahsetmiştir. Çünkü namazda Allah´ın zikrinin ve manevi bir yönün bulunması yanında, dünyaya düzen veren bir özellik de vardır. Kişinin dünyevi yönünü düzeltir. İnsanın kalbini terbiye eder. Vicdanını kabalıktan korur. Kötülüklerden ve çirkinliklerden alıkoyar. İşte böylece hem dünya, hem de ahi-retle ilgili işleri yoluna koyar.
Peygamber efendimiz koku sürünmeye çok özen gösterirdi. Sürekli olarak koku sürünürdü. Öyle ki, onun oturduğu meclislerde ve geldiği taraflarda koku hissedilirdi. Bir çocuğun başım eliyle okşadığı zaman, o çocuğun başından günlerce güzel koku gelirdi. Peygamber efendimizin o çocuğun başını okşamış olduğu, başından hissedilen güzel kokulardan anlaşılırdı. Şüphesiz insan güzel kokudan dolayı rahatlık duyar. İnsanlar pis kokulardan nefret edip uzaklaşırlar. Peygamber (sav) efendimiz manevi temizliğe önem verdiği gibi, maddi temizliğe de önem verirdi. Bu hususta Kadı İyaz şu açıklayıcı ifadelerde bulunur:
“Peygamber efendimizin bedeninin temizliği, kokusunun hoşluğu, temizliği, vücudunda pisliklerden ve görülmesi gerekmeyen şeylerden uzak oluşuna gelince, Cenab-ı Allah bu hususta ona, başkalarında bulunmayan özellikler bahsetmişti. Buna ek olarak ona, vücut temizliği ve ahlak güzelliği de vermişti. O: “Din temizlik üzerine kuruldu” demiştir. Enes: “Resuluilah´ınkinden daha hoş bir koku, bir misk, bir anber koklamadım” demiştir. Cabirbin Semüre şu rivayeti yapar:
“Resulüllah (sav) elini yanağına sürdü. Elinde bir serinlik ve güzel koku gördüm. Sanki elini esansçının kavanozundan çıkarmıştı. ”
Musafaha yaptığı bir adamın elinde, o gün akşama kadar güzel bir koku hissedilirdi. Elini bir çocuğun kafasına koyduğunda, kendisinin mübarek kokusu sebebiyle diğer çocuklar arasında o çocuk seçilir ve bilinirdi. Bir defasında Resulüİlah (sav) efendimiz Enes´in evinde yatmış ve uykudayken terlemişti. Enes´in annesi bir şişe getirerek Peygamber efendimizin terini toplayarak o şişeye koydu. Resulüİlah (sav) bu durumu görünce terini niçin şişede sakladıklarını sordu. Kadın: “Bu teri kendimiz için esans yapacağız” cevabını verdi. Gerçekten de Peygamber efendimizin kokusu, esansların en güzeliydi.
“Tarih-ül Kebir” adlı eserinde, Hz. Cabir´den rivayette bulunan Buhari şöyle der: Peygamber (sav) bir yoldan geçer ve peşinden bir adam yürürse, onun kokusundan, nerelere ayak bastığını anlayabilirdi. Ishak bin Raheveyh´in anlattığına göre, ondaki bu güzel koku bir esans eseri değildi.
Müzeni, Hz. Cabir´in şöyle dediğini rivayet eder: “Resulüllah (sav) bir bineğe binmiş, beni de arkasına bindirdi. Sırtındaki nübüvvet mührünü ağzıma aldım. Bana misk gibi koku veriyordu. ” [2]
Şimdi de Ishak bin Raheveyh´in rivayetine göz atalım. Bu rivayette anlatıldığına göre, Peygamber efendimizin kokusu, esans sürünmekten ileri gelmiyordu. Aksine bu, Allah´ın ona verdiği bir lütuftu. Şüphesiz böyle bir durumun meydana gelmesi normal ve mümkündür. Aklen ve şer´an imkansız değildir. Çünkü Cenab-ı Allah ona, her insanda bulunmayan bazı özellikler bağışlamıştı. Doğrusu Cenab-ı Allah, peygamberliğini kime ve nereye vereceğini en iyi bilendir.
Fakat sahih rivayetlerle sabit olduğuna göre, Peygamber efendimiz güzel kokular sürünürmüş. Bu onun için bir eksiklik değil, aksine onun güzelliklerinden biridir. Yine sahih rivayetlerde sabit olduğuna göre Peygamber efendimiz, bu dünyada kendisine sevdirilen şeylerden birinin de güzel koku olduğunu söylemiştir.
Ne olursa olsun, Muhammed (sav) efendimiz kendisinin yanında oturan kimselerin, kendisinden nefret edip uzaklaşmamaları, kendisine yaklaşıp sevmeleri için vücudundan güzel kokular saçılmasına özen gösterirdi.
——————————————————————————–
[1] Şenfude,1 jEzd kabilelerinden biridir. O kabileye mensup adamların rengi, siyahla kırmızı arasındadır.
[2] Kadi lyaz, eş-Şifa, c. 1, s. 40.
Peygamberlik Mührü
Bu bedeni vasıfların hepsi güzellik ve olgunluk vasıf-larıdır. Şüphesiz bunların diğer bazı insanlarda da bulunması mümkündür. Ama herkeste bulunmasına imkan yoktur. Ancak Peygamber efendimizde öyle bir bedeni vasıf vardı ki, bu vasıf başka hiç kimsede görülmemiştir. Bu, iki omuzu arasında bulunan peygamberlik mührüdür. Bu mühür biraz çıkıntılıydı. Rivayetlerin ittifakına göre, küçük bir çıkıntı olan bu nübüvvet mührü, elbisenin altından görülmezdi. Denildiğine göre, bir güvercin yumurtası iriliğindeymiş. Bir küçük elma iriliğinde olduğunu söyleyenler de vardır. Selman-ı Farisi der ki: “Peygamber (sav)´in yanına geldim. Peygamberlik mührünün, iki olduğunu gördüm.1´ Bunu destekleyen başka rivayetler de vardır. Öyle ki, bu hususta nakledilen rivayet, meşhur ve müstefiz bir rivayet mertebesine yükselmiştir. Peygamberlik mührü, onun vücuduna mahsus bir vasıf olup, elçiliğinin işaretiydi. Bu mührü görenler, üzerinde asla tartışmaya girmemişlerdir. Cenab-ı Allah´ın, yaratıklarında meydana getirdiği bazı ayet ve alametleri vardır.
Peygamberimizin Sıfatlarının Anlatımı
Peygamber efendimizin ıtır saçan hayat hikayesini ve siretini yazan yazarlar, onun evsafını, metod olarak, hayatının son dönemlerini anlatırken yazmayı seçmişlerdir. Evsafını, bi´setinden önce değil, risaleti tebliğ görevini eda etmesinden sonra ve ahirete irtihalini anlatan bölümün ardısıra yazarlar. Biz ise onun evsafını, risalet görevini eda edişini anlatmadan Önce yazmayı uygun bulduk. Cenab-ı Allah´ın risalet görevini eda etmekle yükümlü kıldığı ve Arab´ıyla Acem´iyle bütün insanlık için uyarıcı ve müj-deleyici olarak kimi seçtiğini, okuyucunun bilmesi için Peygamber efendimizin evsafını, bi´setten önce yazmayı uygun gördük. Bu, Peygamberimizin de insanlardan biri olması yanında evsaf ve olgunluklarının diğer insanlar gibi olmadığı okuyucunun anlaması için gereklidir. O da herkes gibi bir insandı. Ancak ahlak ve bedeni yapısı bakımından diğer insanlardan ayrılır. O, insanlığın kemal noktasındadır. Meleklerden biri olmadığı halde, onlardan daha üstün bir makamdadır. Risalete en layık olan odur. Bu göreve, bütün yaratıklardan daha uygun olan kimsedir.
Peygamber efendimizin bu sıfatlarını bilip öğrendikten, onun bütün kuşaklar arasında sadece kendisinin bu sıfatlara sahip kılındığını anladıktan sonra, hiç kimse artık şöyle bir soruyu ileriye süre*mez: “Cenab-ı Allah niçin Ebu Cehil´i seçmedi de, Muham-med´i peygamber olarak seçti Niçin temiz kimselerden biri olan Ebu Bekir´i seçmedi de Muhammed´i seçti Niçin bahadır bir kimse olan Ali´yi seçmedi de, Muhammed´i seçti ”
Hiç kimse böyle bir soruyu ileri süremez ve Cenab-ı Allah´ın, niçin bunları değil de, sadece Muhammed´i peygamber olarak seçtiğini soramaz. Çünkü ondaki bu ahlaki ve bedeni niteliklerden hiç biri yukarıda sözü edilen kimselerde yoktu. Bu sıfatlar onlardan başkalarında da mevcut değildi. Onun alnında parlayan ve etrafa ışık saçan nur; ne Ebu Bekir´de, ne Ömer´de, ne Ali´de, ve ne de diğer kimselerde bulunuyordu. Bu vasıf, sadece ahlaki mükemmelliğe sahip olan Abdullah oğlu Muhammed´de mevcuttu. Cenab-ı Allah´ın kendisine yaptığı bu lütuf, özel olarak kendisine yağdırdığı rahmeti, onu, risalet emanetini yüklenmeye ehil kılmıştı. Bu emaneti başkaları omuzlayamazdı. Bu güzel vasıflar ve olgun nitelikler, Peygamber efendimizi risalete hazırlıyordu. Yoksa bu mükemmel vasıflar kendisine, risalet görevinin bir sonucu olarak bahsedilmemişti. Bu vasıflar kendisinde risaletten Önce de mevcuttu. Yani bu nitelikler, risalet görevinin bir tür mukaddimesiy-di. Akıl ve mantık gereğince mukaddime, sonuçtan önce gelir ve sonuç için zemin hazırlar. Zemin hazırlama ise, maksattan sonra olmaz. Maksada yol hazırlar. Birisi çıkıp şöyle diyebilir: Sen Peygamber efendimizin yüce sıfatlarını açıklarken, bize bi´setinden sonraki haberleri naklettin. Onun alemlere rahmet olarak gönde-rilmesindeki durumlarını bize delil olarak gösterdin. Böyle yapmakla da kendi görüşüne muhalif hareket ettin. Bize bi´setinden sonraki sıfatlarını anlattın. Halbuki senin ileri sürdüğün mantığa göre, bu sıfatlar onun bi´setinden önce kendisinde mevcut olan sıfatlardı.
Buna cevaben deriz ki:
“Peygamber efendimizin risaletten sonraki haberlerini nakletme mecburiyetinde kaldık. Çünkü risaletinden sonraki bu haberler, onun risaletinden önceki sıfatlarını açıklamaktadır. Bu sıfatlar, risaletinden sonra kendisinde müşahede edilen ve görülen sıfatlardır. Ona iman eden kimseler^ bunları ayan beyan görmüşlerdir. Bunlar onun risalede elde etmiş olduğu sıfatlar değil, şahsını ilgilendiren statlardır. Daha önceleri de onun temiz kişiliğinde bu sıfatlar bulunmaktaydı. Onun bedeni vasıfları, risaletten sonra değil, aksine risaletten önce kendisine verilmiş, ama risaletten sonra da varlıklarını devam ettirmişlerdi. Sahip olduğu güvenirlik, doğruluk, iffetlilik, yumuşak huyluluk, affedicilik, risaletten sonra elde etmiş olduğu sıfatlar değildi. Bunlar, diğer melekeler gibi, kendisinde daha önceleri de mevcut idi. Peygamber efendimizin şahsıyla ilgili bu üstün nitelikleri ve aydınlık saçıcı vasıfları risaletten önce mevcuttu, ama bunu belgelendirmek ve delile dayandırmak mümkün değildir. Çünkü risaletten önce kendisinin yaşantısını takip eden ve ahlakını kaleme alan, yaşantısını titizce izleyen arkadaşları yoktu. Ancak bu özellikler insanlar arasına karıştıktan ve Rabbinin davetini insanlığa tebliğe başladıktan, bu nedenle insanlar arasına karıştıktan, dostlarına yaklaşıp; düşmanlarını ve muhaliflerini doğru yola ilettikten, onlara karşı sabırla direndikten, en güzel yöntemle onlarla mücadele ettikten sonra insanlar tarafından açıkça görülüp müşahede edildi. Onun sıfatlarını ve kişisel ahlakını ispatlamak için delil olarak ileri sürdüğümüz haberlere gelince, bunu meydana getiren şey ri-salet değildir. Ancak bunun üzerindeki Örtüyü kaldıran ve insanlar tarafından bilinmesine vesile olan şey, risalettir. Bu vasıflar onun şahsi vasıfları olup kendisini alemlere rahmet bir elçi olmaya hazırlamışlardı.
“Allah, rahmetini dilediğine tahsis eder. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Bakara: 105)
Beklenen Peygambere İlişkin Müjdeler
Bütün dünya maddi fitnelerle boğuşmakta ve ötedenberi savaşlar cereyan etmekteydi. İranlılarla Bizanslılar hep savaşırlardı. İsa peygamberin zamanından önceleri Yunan orduları Makedonyalı İskender komutasında İran´a saldırmışlar, nihayet Çin´e ulaşmışlardı. İsa peygamberden sonra dindarlara şulüra ve baskılar yapılmaya, hıristiyanlar ezilmeye başlamıştı. Üç yüzyıl boyunca Hıristiyanlar baskı altında tutulmuşlar, Romalılar´dan ve Yahudiler´den şiddetli eziyetler görmüşlerdi. Öyle ki, Bizans imparatorlarından Neron, Hıristiyanlar üzerine zift döküyor, sonra da onları ateşle tutuşturup yakıyordu. Kendisi taht-ı revanı içinde gezip dolaşarak inançlı ve dürüst Hıristiyanlar´a yapılan eziyetleri ve onları yakan alevleri keyifle seyrediyordu. Buna rağmen o sağlam inanç sahibi hıristiyanlar, imanlarını terket-meye yanaşmamışlardı.
İlk Hıristiyanlığa giren ülkelerden biri Mısır´dır. Mısırlılar, inançlarını ve itikadlarını değiştirmemişlerdi. Bu nedenle Romalıların en şiddetli saldırısına uğrayanlar, Mısırlılar olmuşlardı. O zamanlar Mısır ile Şam, Romahlar´ın hakimiyeti altındaydı. İmparator Dakaldiyatos´un zamanında şiddetli azaplara çarptırılmışlardı. Mezbahalar inançlı kimseler için harıl harıl çalıştırılmıştı. Tarih bunu utançla kaydetmekte, eski Mısırlılar bunu iftiharla anlatmakta ve sonraki Mısırlılar (Kiptiler) ise, bunu ibretle nakletmektedirler.
Roma imparatoru Konstantin, Miladi dördüncü yüzyılın ilk çeyreğinde hıristiyanlığa girince, artık hıristiyanlık tahrif edilmeye başlandı. Zulüm, hıristiyanlardan kalkıp yahudilere geçti. Artık işkence görme sırası yahudilere gelmişti. Bundan sonra yepyeni bir işkence ve zulüm türü ortaya çıktı. Şöyle ki: Vahdaniyeti bırakarak teslis inancına geçen ve tahrife uğrayan hıristiyan-lığın akidelerinin bazı bölümlerinde, Roma kilisesi Mısır kilisesine muhalefet etti. Böylece zulüm ve baskılar, hıristiyanların içlerine girdi. Bir kısım hıristiyanlar Meliki mezhebine mensup olup Roma akidesini temsil ettiler. Bir kısmı da Mısır akidesini temsil eden Yakubi mezhebine girdiler.
Tahrife uğrayan hıristiyanlık akidesindeki b.u sarsıntı, aslında makul olmayan bir sonuca vardı. Bazıları İsa´nın Allah´ın oğlu olduğunu söylediler. Bunlara göre o, babası Allah´ın bulunduğu yüksek gök tabakasına yerleşti. Daha sonra Rabbine isyan edip buğday ağacından yiyen Adem´in günahının bağışlanması için, insan suretine bürünerek yeryüzüne indi. İlk günaha (Adem´in günahına) keffaret olsun diye ondan daha büyük bir günahı ve masiyeti işlemiş olmaları, gerçekten tuhaftı. Adem´in günahını affettirmek için hıristiyanlar, Allah´ın oğlu (!) İsa´yı Öldürmüşlerdi (!). Halbuki hiçbir akıl ve idrak, küçük bir günahı affettirmek için büyük bir günah işlemeyi kabul etmez. Adem´in işlediği küçük bir hataydı ve azılı bir düşmanı olan şeytanın teşviki sonucunda işlenmişti. Onlarsa bu günahı affettirmek için Allah´ın oğlu olduğunu iddia ettikleri İsa´yı öldürmüşlerdi. Bu ne garip bir davranıştır! Bu teslis akidesinin garipliklerinden biri de şudur: Hıristiyanlar, vahdaniyet ile teslis inancını bir arada bulunduruyorlar. Bu akidenin tasvirini yapmak gerçekten zordur. Ama bununla beraber onlar düşünürlerinin şüphesine ve avam tabakasının teslimiyetine rağmen bu inancın doğruluğunu tasdik etmektedirler.
Araplar daha şiddetli bir şaşkınlık ve hayret içindeydiler. Onların yaşantıları, kendilerini akideler üzerinde düşünme imkanına sahip kılmıyordu. Eğer onlar düşünselerdi ve başkalarına körü körüne tabi olmasalardı, mutlaka doğruya ulaşma gücünü bulacaklardı. Eğer; “Biz babalarımızı bir yol üzerinde bulduk, onlara uyarız” demeselerdi, gerçekten de doğru yola ulaşırlardı. En azından onların bir kısmı gerçeği bulabilirlerdi. Nitekim İbrahim peygamberin Hanif dinine bağlı olanlar böyle yaptılar ve doğruya ulaştılar. Hanif dinine mensup olanlar, Peygamber efendimizin bi´setinden önce az sayıda idiler. Onların yaşantıları cüz´i bir tev-hid inancıyla, kısmi bir putperestlik arasında gidip gelmekteydi. Bazan tevhide, bazan putperstliğe geçiyorlardı. İbrahim peygambere tabi olup sadece bir ve tek Allah´ın bu kainatı yoktan yarattığına, bu dünyaya düzen verdiğine inanırlardı. Yaratma ve meydana getirmenin birliğim itiraf etmiş, ama bununla birlikte, fayda ve zarar veremeyen taşlara ibadet hususunda Allah´a ortak koşmuşlardı. Tapmakta oldukları taşların, Allah katında kendilerine şefaatçi olacaklarına inanmışlardı.
Nihayet son peygamberin geleceğine ilişkin müjdeler Arap beldelerinde dilden dile dolaşmaya başladı. Bazı Araplar bu müjdeleri birbirlerine naklediyorlardı. Nitekim Kuss bin Saide el-îyadi, hutbelerinden birinde zamanı yaklaşmış bir peygamberden bahsetmişti.
Arap beldelerinde, özellikle Hicaz´da bir peygamberin geleceğinden bahsedilmekteydi. Her tarafta bu konu konuşuluyordu. Dinler üzerinde araştırmaları olan birçok kimseler bu olayı anlatıyordu. Örneğin az önce adı geçen Kuss bin Saide de bu konuyu anlatanlardandı. Öyle anlaşılıyor ki, Kuss bin Saide´nin hıristi-yanlıkla bağlantısı vardı. Peygamber efendimizin ümmi bir peygamber olarak gönderileceği konusundaki müjdelerin Tevrat ve İncil´de de bulunduğu, Kur´an-ı Kerim´de anlatılmaktadır. Nitekim Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur:
“Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve incil ´de yazılı buldukları o elçiye, o ümmipeygambere uyarlar .” (Araf: 157)
“Muhammed Allah´ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar, kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rüku ve secde ederek Allah´ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Onlar yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. İşte bu onların Tevrat´ta anlatılan vasıflarıdır, incil´de de şöyle vasıflandırılmışlardı: Filizini çıkarmış, onu güçlendirmiş, kalınlaşmış. gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları öfkelendirir.” (Fetih: 29)
“Allah, peygamberlerden şöyle söz almıştı: ´Bakın, size kitap ve hikmet verdim. Sonra yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettiniz mi İşte bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı ´ demişti. ´Kabul ettik!´ dediler. ´C halde şahit olun; ben de sizinle beraber şahit olanlardanım´ dedi.” (Al-i İmran: 81)
Cenab-ı Allah, Isa peygamberin emin ve güvenilir Peygamber Muhammed hakkında şöyle müjde verdiğini naklediyor:
“Meryem oğlu Isa da: ´Ey Israiloğulları, ben size Allah´ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat´ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak (geldim)´ demişti” (Saf:6)
Kur´an´m birçok naslarının, Muhammed aîeyhisselam hakkında Tevrat ve İncil´de müjde verildiğini te´yid ettiğini görmekteyiz. Tahrif edilmeden önce eski dinlerde, hatta Brahmanizm ve Zer-düştlük´te de Muhammed aleyhisselamdan bahsedildiğini bilmekteyiz. Bizim için önemli olan husus, Muhammed (sav)´in geleceğinin Tevrat´ta müjdelenmiş olmasıdır.
Hem tahrif edildikten sonra ve hem de hıristiyanlann kendilerine telkin edilen ilahi buyrukları unutmalarından sonra, Tevrat´ta Muhammed (sav)´in geleceğine dair müjdeler tespit edilmiştir. Hatta bazan işaret yoluyla değil de, açık ifadelerle Muhammed (eav)´in bir peygamber olarak geleceği, Tevrat´la belirtilmiştir, işaret yoluyla da olsa, açık ifadelerle de olsa, Tevrat´ta Muhammed (sav)´in geleceği müjdelenmiştir;
“Allah Sina´dan geldi. Sair denen yerde aydınlık saçtı. Fa-randan (Mekke-i Mükerreme´deki dağlardan) ilan etti.”
İbn Zafer, bu ifadeleri şöyle tespit etmiştir: Cenab-ı Allah´ın Sina´dan gelmesi, Musa ile konuşması demektir. Sair denen yerde aydınlık saçması ise, İsa´ya İncil´i indirmesi anlamına gelir. Sair, Filistin dağlarının adıdır. Bu dağlar, Nasira kasabasının yakınındadır. İsa peygamber, Nasıra´da doğmuştur. Mekke-i Mükerre-me´deki dağların adı olan Faran´da ilan etmesi ise, Kur´an-ı Ke-rim´i orada indirmesidir.” [1]
Yukarıdaki rumuzlar, bazı mekanlara aittir. Öyle anlaşılıyor ki, Peygamberler risalet görevlerini oralarda almışlardır. Rabbın gelmesi, risaletinin gelmesi demektir. Çünkü yüce Allah kendi zatı ile hiçbir yere inmez. İnen, O´nun hidayeti ve emridir. Yasakları da resullerinin ağzıyla insanlara ulaştırılır. Yukarıdaki paragrafta üç yerden bahsedilmiştir. Biri Sina´dır. Sina vasıtasıyla Cenab-ı Allah´ın risalet nuru Filistin´de etrafa yayılmıştır. Faran ise, Mekke-i Mükerreme´deki dağların adıdır. Peygamber efendimize gönderilen risalet, Faran´da kendisine ulaşmıştır. Risalet görevi, Faran´da yani Mekke-i Mükerreme dağlarında Abdullah oğlu Muhammed (sav)´e verilmiştir.
“Hayrü´l-Beşer” adlı kitabın sahibi İbn Zafer, Tevrat´ın Hz. Muhammed (sav)´i müjdeîeyişini açıklarken şöyle demektedir:
“Musa peygambere gönderilen Tevrat tercümesini okudum. Orada şöyle bir ifadeye rastladım: Rabbin olan Allah, kardeşlerinden birini peygamber yapacaktır. Rabbini dinlediğin gibi, onu da dinle. Hani bir zamanlar şöyle demiştin: “Ölmemek için Rabbi-min sesini tekrar dinlemeyeceğim.” Rabbim bana şöyle demişti: “Kardeşlerinden birinin peygamber olması için dilekte bulunmuştun, işte ben kelamımı onun ağzına koydum. O size her şeyi söyleyecektir. Onun vasıtasıyla size emirler vereceğim. Benim adımla konuşan bir peygambere itaat etmeyen bir kimseden mutlaka intikam alırımf
Burada şu hususa dikkat etmeliyiz: Peygamber efendimizin, İsrailoğullarınm kendilerinden değil de, kardeşlerinden olacağı söylenmektedir. Bu kardeş de ancak İsmailoğulları´ndan olacaktır. Yani İshak´m büyük kardeşi İsmail´in zürriyetinden gelecektir. İsa, Davud, Süleyman ye diğerlerine îsrailoğulları´nın kardeşleri değil, fakat doğrudan İsrailoğulları denmektedir. Çünkü bunlar İshak oğlu Yakub´un neslindendirler. “Kelamımı onun ağzına koyacağım” sözünün anlamı da, Muhammed (sav)´dir. Çünkü Ce-nab-ı Allah kendi kelamını vahiy yoluyla Muhammed (sav)´e ulaştırmış, o da bu kelamı insanlara nakletmiştir. Yani o Kur´an´a göre konuşurdu. Konuştukları da vahiyden başka bir şey değildi. [2]
Tevrat´ta Peygamber efendimiz hakkında bu açık işaretler mevcut olduğu gibi, İncil´de de bunların benzeri işaretler mevcuttur. Hatta İncil´dekiler daha da açık ve nettir. İncil´de Peygamber efendimizin geleceğinden bahsedilirken, ondan Faraklit adıyla söz edilmektedir. Faraklit kelimesi İbranice olup Arapça karşılığı Ahmed´tir. Kur´an-ı Kerîm´de de İsa peygamberin, Peygamber efendimizin geleceğini müjdelerken ondan Ahmed diye söz ettiği bildirilmektedir:
“Benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjde-leyici olarak (geldim).” (Saf: 6)
İncilîer´de İsa peygamberin şöyle dediği kaydedilmektedir:
“Eğer bana icabet ederseniz, vasiyyetimi muhafaza edin. Babamdan sizin için talepte bulunacağım. O da size, ahir zamanda Faraklit´i gönderecektir. Faraklit, dünyanın sonuna kadar sizinle beraber olacaktır.”
İncil´deki bu ifadeler, Cenab-ı Allah´ın Ahmed adında bir peygamber göndereceğini, o peygamberin de tıpkı İsa gibi Rabbinin risaletini tebliğ edeceğini açıklamaktadır. O peygamberin şeriati kıyamete kadar devam edecek ve bu şeriatin sahibi de, peygamberlerin sonuncusu olacaktır.
Hıristiyanların tahrif ederek kullandıkları “baba” kelimesi, Allah anlamına gelmektedir. Bu kelime hıristiyanlık akidesinin tahrife uğramasından sonra İncil´den alınmıştır. Bununla beraber çokları oğul kelimesini, nimet ve sevgi oğulluğu anlamında tefsir etmişlerdir. Nitekim yahudiler şöyle derler: “Biz Allah´ın oğulları ve sevgilileriyiz.” (Maide: 18)
Hıristiyanlık dininin tahrife uğramasından sonra bazı încil-ler´de şu ifadeye rastlanmıştır: “Size söylediğim bu sözler bana ait değildir. Onlar, beni size peygamber olarak gönderen babaya aittir. Ben sizinle beraberim. Ama Faraklit kutsal ruh olup babam onu adımla size gönderecektir. O size her şeyi öğretecek ve söylediklerimi size hatırlatacaktır.”
Gariptir ki, Peygamber efendimizin risaleti İsa´nın adıyla gönderilir, denmektedir. Şüphesiz bu, tahriften başka bir şey değildir. Her ne olursa olsun, Muhammed (sav)´in daveti, İsa´nın davetini tamamlayıcı niteliktedir. Peygamber efendimizin daveti, tev-hid hususunda İsa´nmkine uymaktadır. Bu husus, şu ayetle uyuşmaktadır:
“Allah, Nuh´a buyurduğu şeyleri, size de din olarak buyurmuştur. Ey Muhammed! Sana vahyettik, ibrahim´e, Musa´ya ve isa´ya da buyurduk ki: ´Dine bağlı kalın, onda ayrılığa düşmeyin´ Putperestleri çağırdığın (bu) şey, onların gözünde büyümektedir .” (Şura: 13)
Rivayete göre, İsa peygamber, Hz. Muhammed hakkında şöyle demiştir: “Babamın katından size gönderilecek olan Faraklit, gerçek hakkın ruhudur. O babadan çıkacak ve benim lehimde tanıklıkta bulunacaktır. Baştan itibaren benimle beraber olduğunuz için, siz de benim lehimde tanıklıkta bulunacaksınız.” Açıkça görülüyor ki, Hz. Muhammed (sav), kendisine indirilen bir kitap olan Kur´an ile tanıklık edecektir. Kur´an, kendisinden önceki Tevrat ve incil´i hak kitap olarak doğrulaycaktır. Şu ifadeler de, Kur´an´da, hakkın ruhu olarak adlandırılmıştır. Nitekim Cenah-ı Allah da şöyle buyurmuştur:
“işte sana da böyle emrimizden bir ruh vahyettik .” (Şura: 52)[3]
İnciller´de Peygamber efendimizden bahsedilirken şöyle denmektedir: “Ben gitmeden Faraklit size gelmeyecektir. Eğer size gelirse, günahlarından ötürü alemi kınayacaktır. O kendiliğinden bir şey söylemeyecektir. Ancak o, Rabbinden dinlediklerini insanlara aktaracaktır. Onları hak ile yönetecek ve hadiselerle gayıpla-rı onlara haber verecektir .” [4]
Bu ifadelerle Peygamberimiz, diğer peygamberler arasında özel olarak tavsif edilmiştir. Şöyle ki: “İnsanları hak ile yönetecektir.” Şüphesiz Peygamber efendimizin risaleti, sadece ilahi hakikatleri beyan etmekle bitmemiş, aksine insanları ilahi hakikatleri tatbik etmeye yöneltmiştir. Bu maksatla bir devlet kurmuş ve orada Kur´anın yasalarını ince ve doğru bir şekilde tatbik etmiştir. Bu da Peygamber efendimizin risaletinin kamil bir vasfıdır. Davranış ve uygulamalarının eksiksiz bir niteliğidir.
Bu naslarda geçen “Faraklit” kelimesi, İbrani bilginlerinin ifadelerine göre Arapça´da “Ahmed” kelimesi ile eş anlamlıdır. Nitekim bu hususa daha önce de işaret etmiştik. Bu kelime, sır ve hikmeti bilen kimse anlamına da gelir. Bu yönüyle Peygamber efendimiz övgünün zirvesine çıkmıştır.
Bazı faziletli yazarlar, Ahd-i Atik´ten ve Zebur´dan bazı pasajlar alarak Peygamber efendimizin evsafını anlatmaya çalışmışlardır.
a- Davut´un Mezmurlarmda şöyle denir: “Allah´ım, sünneti yaşatacak bir insan yarat.” Yine Mezmurlarda şöyle denmektedir: “Senin dudaklarınla rahmet geldiği zaman, ebediyete kadar sana tebrikte bulunacağım. O kılıcı kuşanacak ve senin heybetini gösterecek, sana çoğu zamanlar hanıd edecektir. Hakkın kelimesine bağlanacaktır. Senin şeriatlerin, gücünün heybetiyle bir arada yaşayacaktır. Ümmetler senin iktidarın altında boyun eğip teslim olacaklardır.”
Şüphesiz bu naslar Peygamber efendimizin geleceği konusunda müjde vermektedirler. Ancak bu işaretler, Musa´nın Tevra-tı´yla İsa´nın İncü´indeki ifadeler gibi açık ve net değildir. Fakat iktiza yoluyla delalette bulunmaktadırlar. Salt işarette bulunmamaktadırlar. Çünkü sünneti yaşatan, yani Allah´a kulluğu ihya eden kimse, Muhammed (sav) olmuştur. Çünkü Hıristiyanlık´m tahrife uğrayıp teslis inancı-na bürünmesinden sonra Allah´a doğru bir şekilde ibadet yolunu açan, Muhammed (sav) olmuştur.
Söz konusu naslarda, zımnen de olsa, Peygamber efendimize işaret vardır. Çünkü Peygamber efendimiz, Allah´ın mübarek kıldığı bir insan olarak vasıflandırılmıştır. Allah´ın şeriatını kendi güç ve heybetiyle yaşatmıştır. Muhammed (sav)´in şeriatı, batılı bertaraf etmeyi ve gerektiğinde hakkı kılıçla savunmayı emretmektedir. İsa Peygamberin şeriatı ise böyle olmayıp ekseriyetle müsamahakar davranmayı tavsiye etmiş, Havarileri kılıç kuşanmaya davet etmemiştir. Kılıç kuşanan Peygamber, Davud (as) olmuştur. Davut peygamber, batılı ayağının aîtma alıp ezmiştir. Onun zamanında zorbalar, ilahi şeriatin önünde boyun eğmişlerdir. Hz. Muhammed (sav) de öyle yapmıştır.
Zebur´da bundan daha açık bir ifadeye rastlanmaktadır. Buna göre Hz. Muhammed (sav)´in dini hükümran olacaktır. Şöyle ki: “Denizden denize, karadan denize, denizden karaya sirayet edecek ve adalar halkı yüzüstü yere kapanıp toprağı öpecekler, hükümdarlar gelip onun önününde oturacaklar, milletler ona taat-lerini arzedeceklerdir. Çünkü o, zayıfları güçlülerin elinden kurtaracak, onları güçlendirecektir. Yardımsız kalan kimselere destek olacak, düşkünlere merhamat edecek, namaz kılacak, her vakitte rabbini yüceltecek ve kendisinin hatırası da ebediyete kadar devam edecektir.”
Bu sözler, ileride gelecek bir elçiyle ilgili sözlerdi. O da Davut, yahut Süleyman değil, insanlığın efendisi Hz. Muhammed (sav) olacaktı, incil´de de olduğu gibi, bu ifadelerde Peygamber efendimizin adı değil, sadece özellikleri verilmiştir.
Eşiya Peygamberin kitabında şu ifadelere rastlanmaktadır: “Kendisiyle nefsimi mesrur ettiğim kuluma vahyimi indireceğim. O, milletler içinde adaletimi izhar edecek, onlara tavsiyelerde bulunacaktır. Gülmeyecek ve sesi çarşılarda, pazarlarda duyulmayacaktır. Kör gözleri, sağır kulakları açacak; kilitli kalpleri canlandıracaktır. Hiç kimseye yapmadığım övgüleri ona yapacağım. Allah´ı hamd ederek yeryüzünün bir ucundan gelip diğerine ulaşacak, bütün yeryüzü halkı onunla sevinecektir, Heryıflksek yerde Allah´ı tekbir edecek, bu tekbirlerini sürekli tekrarlayacaktır. O zaafiyet göstermeyecek, mağlup olmayacak heveslerine meyletme-yecektir. Zayıf kamışlar gibi olan salih kimseleri horlamayacak, bilakis dürüst kimseleri destekleyecektir. O Allah´ın sönmeyen nurudur. Omuzları arasında peygamberlik mührü vardır.”
Bu müjdeler üzerinde düşündüğümüzde, onların Peygamber efendimizin özellikleriyle tam anlamıyla uyuştuklarını görürüz. Şeriatı hususundaki vasıflar uygun düştüğü gibi, ahlak ve yaşantısı hakkında yapılan vasıflar da kendisine uygun düşmeyecektir. Bu ifadelerde Peygamber efendimizin davranış ve karekterleri sanki gözle görülmüş gibi anlatılmaktadır. Sonra onun bedeni tavsif edilmekte ve iki omuzu arasında Peygamberlik mührünün bulunacağı söylenmektedir. Yine Peygamber efendimizin adı, Fa-raklit kelimesine yakın mana taşıyan bir kelimeyle ifade edilmektedir. Kendisinden “Müşakkah” adıyla bahsedilmektedir ki bu da arapçada “Muhammed” kelimesinin karşılığıdır. Nitekim “Fa-raklit” kelimesi de “Ahmed” kelimesinin karşılığıdır. Bunların her ikisi de Peygamber efendimizin mübarek isimlerindendir.
Şemon´un kitabında şu ifadelere rastlanmaktadır: “Cenab-ı Allah, Faran dağlarından açık beyyinelerle geldi. Göklerle yer, onun teşbihinden ve ümmetinin teşbihinden dolup taştu”
Bu ifadelerle de Peygamber efendimizin mekanı belirlenmektedir. Faran dağları, Mekke dağlarıdır. İbrahim peygamberden sonra Mekke ile buradaki dağlar arasında Muhammed (sav)´den başka bir peygamber görülmemiştir. Burada Peygamber efendimiz adıyla ve niteliğiyle değil, ikamet ettiği yerle tanıtılmaktadır. O zamanlar Araplar arasında, gönderilecek bir peygamberin haberleri dolaşmaktaydı.
Arap beldelerinde, özellikle Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere çevresinde o zamanlarda bir peygamberin gönderileceğine dair haberler ağızdan ağıza dolaşmaktaydı. Arap Yarıma-dası´nm çeşitli yörelerinde yaşamakta olan hıristiyanlar, bu haberleri daha da fazla yaymaktaydılar. Ticaret için gittikleri Şam´da bu haberleri yayıyorlardı. Çünkü oralarda çeşitli manastırlara dağılmış olan rahiplerle karşılaşıyor, zaman zaman onlarla buluşuyor ve bu haberleri onlara naklediyorlardı.
Medine´deki Yahudiler, komşuları bulunan putperestlere bunları anlatarak meydan okuyorlar ve gelecek olan peygamber ile, müşriklere karşı yardım istiyorlardı. Bu peygamberin, kendilerine yardım edeceğine ve dinlerini güçlendireceğine inanıyorlardı. Kendi yanlarında tefsir edilen kitaplarındaki işaretlerden kuvvet alacağını söylüyorlardı. Öyle ki, bu husus, atalarından ve dedelerinden kendilerine nakledilegelen bir miras haline gelmişti. Yahudiler, kitaplarının sayfaları arasında gizli kalan bu peygamberin özelliklerini gizliyorlar ve bu bilgiyi kendilerine saklıyorlardı. Allah´ın oğulları ve sevgilileri olduklarını iddia ederek, insanlara karşı yalan söylüyorlardı. Bununla birlikte etrafa îsnıailoğulla-rından bir peygamberin geleceği yayılıyordu. Bencillik onları, Allah´ın indirdiği hükümleri gizlemeye şevketti. Aynı zamanda bu duygu onları, beklenen peygamberin Tevrat´taki yazılı haberlerini de başkalarına duyurmaya şevketti. Çünkü onlar, komşuları olan Evs ve Hazrec kabileleriyle savaş halindeydiler. Hakikatleri ilan etmek için değil, psikolojik savaş taktiği olarak bu peygamberin geleceğini ve kendilerine destek olacağını düşmanlarına ilan ediyorlardı. Bu peygamber sayesinde düşmanlarına üstünlük sağlayacaklarını ve efendi durumuna yükseleceklerini ifade ediyorlardı. Böylece düşmanlarının kalplerine korku ve ürküntü saçıyorlardı. Kur´an-ı Kerim bize komşuları olan düşmanlarına, Peygamber efendimizin geleceğini şöyle haber verdiklerini naklediyor:
“Daha önce inkar edenlere karşı yardım isteyip dururlarken, o bildikleri kendilerine gelince, onu inkar ettiler. Artık Allah´ın laneti inkarcıların üzerine olsun! Allah´ın kullarından dilediğine lütfuyla (vahiy) indirmesini çekemeyerek, Allah´ın indirdiğini inkar etmek için, kendilerini ne alçak şeye sattılar da gazap üstüne gazaba uğradılar, inkar edenler için alçaltıcı bir azab vardır.” (Bakara: 89-90)
Necrah ülkesi, Hıristiyanlarla doluydu. Öyle anlaşılıyor ki onlar, geçmişteki veya bugünkü Avrupa hıristiyanları gibi değillerdi. Aksine onlarda, İsa peygamberin Hıristiyanlığından kalıntılar vardı. Peygamber efendimizin risaletle görevlendirilmesinden sonra onlar, Yahudilerle müşriklerden daha fazla müslüman-lara yakın olmuşlardı. Allahü Teala onlarla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“İnsanlar içerisinde, inananlara en yaman düşman olarak Yahudileri ve (Allah´a) ortak koşanları bulursun. İnananlara sevgice en yakın olarak da “Biz Hıristiyanlarız” diyenleri bulursun. Çünkü onların içlerinde Keşişler ve Rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. Resule indirilen (Kur´an´ı) dinledikleri zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürsün. Derler ki: “Rabbimiz, inandık, bizi şahitlerle beraber yaz! Biz, Rabbimizin bizi iyiler arasına katmasını umarken, neden Allah´a ve bize gelen gerçeğe inanmayalıniV (Maıde: 82-84)
Bu Hıristiyanlar arasında, zamanı yaklaşmış bir peygamberin geleceği konusunda kuvvetli bir ses yükselmekteydi. Bunlar, insanların, gelecek oîan peygamberin zamanında yaşamakta olduklarını ilan ediyorlardı. Öyle anlaşılıyorki bunlar, teslise sapmayan muvahhidlerden arta kalan kimseler idiler. Zaman zaman teslise sapmayan bazı Hıristiyan muvahhidlere rastlanmıştır. Kur´an-ı Kerim, inananlara en yakın kimseler olarak vasıflandırdığı Hıristiyanlardan bahsederken, bu gibi kimselerin mevcudiyetini de haber vermektedir. Müşriklerin düşmanlıklarının yanı sıra iman edenlere sevgi ve dostluk gösteren bu Hıristiyanlar, tevhid inancına bağlıydılar. Yahudilerse bütün insanlığın düşmanlarıdırlar. Tarihin birçok haberlerinde ve Peygamber efendimizin temiz yaşantısını anlatan siyer kitaplarında anlatıldığına göre, Peygamber efendimizin hak daveti ilan etmesinin arkasından müşrikler, mü´minlere karşı eza ve cefalarını arttırınca Habeşistan´a hicret edildi. Müslümanlar orada yakın alaka gördüler. Hükümdarları mü´minlere ikramda bulundu. Necaşi adındaki hükümdarları muvahhid bir kimseydi. O, İsa peygamberle Meryem´i Kur´an-ı Kerim´in tavsif ettiği bir şekilde kabul ediyor, onların ilah olduklarına inanmıyordu.
Yakında Kureyşliler´e ve Mekke-i Mükerreme çevresine bir peygamberin geleceği konusunda çevreye haberler yayılmıştı. O zamanlarda, Kureyşliler içinde putların kimseye fayda ve zarar veremeyeceklerini ilan eden, putlara tapmaya karşı çıkan dört kimse vardı. Bunlar Varaka bin Nevfel, Abdullah bin Cahş, Osman bin Huveyris ve Zeyd bin Amr bin Nüfeyl idi. Bunlar puta-tapmaktan uzak durmuş ve temiz kalmışlardı. Birbirlerine şöyle diyorlardı: “Şunu bilin ki, milletiniz hak yolda değildir, ibrahim´in dinini saptırdılar. Görmeyen, işitmeyen, zarar ve fayda veremeyen şu taşlara ne diye ibadet ediyor ve bunların etrafında dolaşıyoruz ! Ey kavminiz, kendiniz için bir din arayın. Allah´a an-dolsun ki, sizler hak yolda değilsiniz!” Varaka bin Nevfel ile Osman binhHuveris, hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Osman, Kay-ser´in yanına gitmiş, o da kendisine ikramda bulunmuş ve yanında yüksek bir makam vermişti. Abdullah bin Cahş´a gelince, o, şaşkın vaziyette kalmış hangi yöne gideceğini tesbit edememiş ve bu hali İslamiyet´in gelişine kadar devam etmişti. Zeyd bin Amr bin Nüfeyl ise, Mekke´den ve ahalisinden sıkıldı; arap diyarlarını dolaşmaya ve İbrahim peygamberin dinini araştırmaya başladı. Sonunda bazı hıristiyanlarm haber verdikleri beklenen peygamberin gelişini beklemeye başladı. İbn Hişam´m “Siref´inde onunla ilgili olarak şu ifadelere rastlamaktayız:
“Zeyd bin Amr, ibrahim peygamberin dinini aramaya başladı. Rahiplere ve keşişlere sordu. Nihayet Musul´a ve Cezire´ye ulaştı. Daha sonra dönüp Şam taraflarına geldi. Oralarda dolaştı. Bii rahibin yanına vardı. Rahip, Şam civarında yüksekçe bir yerde bulunmaktaydı. Zeyd, ibrahim peygamberin dinini ona sordu.
Rahip dedi ki: “Sen öyle bir dini araştırıyorsun ki, bugün seni ona ulaştıracak bir kimse yoktur. Ancak yakın zamanda bir peygamber gelecektir. O da senin ülkenden çıkacaktır. İbrahim peygamberin dinini diriltecektir. Sen, git ve onu bul. Çünkü o şu anda ortaya çıkacaktır. Zaman onun zamanadır”
O zamanlar Şam, Yahudilerle Hıristiyanların hakimiyetindeydi. Zeyd, onlardan istediği bilgiyi elde edemedi. Rahibin tavsiyesi üzerine Mekke-i Mükerreme´ye gitmek üzere yola çıktı. Lalını beldelerine vardığında, bazı kimseler üzerine hücum edip kendisini öldürdüler. Arkadaşı Varaka bin Nevfel ona şöyle bir mersiye yazmıştı.
“Doğru yolu buldun ve gerçeğe erdin ey İbn Amr! Kızgın ateşli fırından uzak durdun Çünkü benzersiz birRabbe inandın Azgınların putlarına yanaşmadın İstediğin dine kavuştun Rabbinin tevhidinden gafil olmadın * Yüksek mertebeli bir yere kavuştun Orada rahatına bakıp eğlen”
İşte kendisine hisbet edilen bir kasidede Varaka bin Nevfel, vefat eden arkadaşı Zeyd bin Amr için böyle ağıt söylemişti. Bu kaside, Varaka bin Nevfel ile arkadaşı Zeyd bin Amr´ın putperestliğe karşı çıktıklarını ve kıyamet gününe, Ölüm sonrası dirilişe iman ettiklerini ispatlıyor.
Varaka bin Nevfel Hıristiyanlığa girip, gizli sırlarını idrak ettikten ve diğer dinleri inceleyip aralarında bir karşılaştırma yaptıktan sonra, Peygamber efendimizin gelmek üzere olduğunu anladı. Kendisinin son peygamberin devrinde yaşamakta olduğunun farkına vardı. Beklenen peygamber Muhammed (sav)´di. Ama o peygamberin gelmekte geciktiğim görüyordu. Bu hususta İbn İshak şöyle bir rivayette bulunmaktadır:
“Peygamber efendimizin zevcesi Huveylid kızı Hatice, kölesi Meysere´nin Hz. Muhammed hakkında Rahip Nastora´nınyaptığı tavsifleri, hıristiyan olan ve dini kitapları inceleyen Varaka bin Nevfel´e anlatınca Varaka, Muhammed (sav)´in beklenen peygamber olduğunu Hatice´ye açıklayıp şöyle demişti: “Ey Hatice, eğer bu söylediklerin gerçekse, Muhammed bu ümmetin peygamberidir. Çünkü bu ümmete gelecek olan peygamberin zamanı yaklaşmıştır. Kimbilir, ne zaman gelecektir ”
“Onlarla tartışmaya girdim. Tartışmayı şiddetlendirdim.
Öyle ki ağıttan konuşamaz oldular
Ey Hatice bana öyle niteliklerden bahsediyorsun ki
Artık onu beklemem uzadı
Onun her iki mekanı da yücedir.
Konuşmandan ümitlendim
Geleceğini ümitle bekliyorum
Bu beldelerde ışık saçılacaktır
Yeryüzü onunla dalgalanacaktır
Onunla savaşan yenilecektir.
Onunla barış yapan kurtuluşa erecektir.
Keşke onun gelişini görseydim.
Onun dinine ilk giren
Mutlaka ben olurdum. “[5]
Varaka, Hatice´nin kendisine Muhammed (sav)in durumunu bildirince işte böyle konuşmuştu. Peygamber efendimizle birlikte Şam seyahatine giden Meysere´nin anlattıklarını Varaka´ya nak-letmişti. Hatice´nin Varaka´yla bu konudaki konuşması, Peygamber efendimizle evlenmesinden önce olmuştur. Ama o sıralarda Hatice, Peygamber efendimizle evlenme kararını kesin olarak vermiş ve sonra da Peygamber efendimizle evlenme teşebbüsüne girişmişti.
——————————————————————————–
[1] ibn Zafer, Hayru´l-Beşer, s. 9.
[2] Abdülaziz Hayruddin´in, es-Sire ve İbn Zaferin, Hayru´l-Beşer, s. 11, adlı eserlerine bakınız.
[3] Nihayetü´l-Erb, c. 16, s. 110.
[4] Nihayetu !-Erb.
[5] Ibn Kesir, el-Bidaye Ve´n-Nihaye, c. 2, s. 296-297.
Selman-ı Farisi´nin Nübüvvet Hakkında Bildikleri
Selman-ı Farisi´nin nasıl müslüman olduğuna ve kendisiyle buluşmadan önce Peygamber efendimizin risaletle görevlendirileceği konusundaki bilgileri nasıl elde ettiğine ilişkin birçok sahih rivayetler vardır. Kendisiyle buluşmadan önce, hakkında edindiği bilgilere dayanarak, anlatılan vasıfların kendisinde bu-
lunup bulunmadığını Öğrenmek maksadıyla Peygamber efendimizi aramaya koyulmuştu. Bu konuda nakledilen rivayetlerin özeti şöyledir: Selman-ı Farisi (ra) İranlı olup Isfahan halkından-dı. Babası kentin valisiydi. Babası onu çok seviyordu. Mecusilik hakkında bilgi sahibi olup araştırmalar yapmıştı. Mecusilerin ateşini yakan bir görevli olmuştu. O ateşin yanından asla ayrılmıyordu. Babasının büyük bir köyü vardı. Allah kendisinden razı olsun o şöyle diyor:
“Babam beni köyüne göndermişti. Yola çıktım. Yolda giderken Hıristiyan kiliselerinden birine uğradım. Kilise içinde ibadet eden abidlerin seslerini işittim ve içeriye girdim. Ne yaptıklarını görmek istedim, ibadetlerini görünce çok beğendim. Ben de onlar gibi ibadet etmek istedim. Allah´a yemin ederek onların dinlerinin, bizim inandığımız mecusilikten olduğunu söyledim. Gün ba-tıncaya kadar orada kaldım ve sonra babamın köyünü terkettim. Oraya gitmedim. Sonra kilisedeki Hıristiyanlığa nasıl gireceğimi sordum. Bana Şam´a gitmemi tavsiye ettiler. Babama döndüm. O bütün işlerini bırakıp beni aramak üzere peşime düşmüştü. Yanına vardığımda: “Neredesin oğlum ” diye sordu. Ben de cevaben şöyle dedim: “Babacığım, kendilerine ait bir kilisede ibadet etmekte olan insanlara uğradım. Yaptıkları ibadet çok hoşuma gitti. Allah´a andolsun ki, gün batıncaya kadar yanlarından ayrıta-madım” Bana şöyle dedi: “Yavrucuğum, Hıristiyanlık pek hayırlı bir din değildir. Senin ve atalarının dini olan mecusilik ondan daha iyidir.”Ben de: “Hayır Allah´a andolsun ki hıristiyanlık, bizim inandığımız mecusilikdininden daha hayırlıdır” diye cevap verince, babam ayağıma Bukağı vurdu. Sonra beni eve hapsetti. ”
Daha sonra Selman, babasının vurduğu bukağıdan kurtulmanın yolunu bulmuştur. Çünkü kendisi sözünü şöyle sürdürüyor: “Şamlı hıristiyanlardan bir ticaret kafilesi size gelecek, beni onlara anlatın, işlerini tamamladıktan sonra bana uğrasınlar”
Ben onlara bu haberi gönderdikten sonra onlar, ticaret kafilesine benim durumumu anlatmışlardı. Kafile, işlerini tamamlayıp memleketlerine dönecekleri zaman yanıma geldi. Ben de aya-ğımdaki bukağıyı atıp onlarla beraber yola koyuldum.
Nihayet Şam´a vardım. Burada Hıristiyanlık konusunda en bilgili kişinin kim olduğunu sordum. Bana kilisedeki bir papazı gösterdiler. Papazın yanına vardım ve ona Hıristiyanlığa girmek istediğimi, kendisiyle beraber kalmak arzusunda bulunduğumu bildirdim. Kiliseye hizmet etmek, ondan bilgi almak, bununla beraber ibadet etmek amacında olduğumu söyledim. Gerçi o papaz pek iyi bir insan değildi. Başkalarına, sadaka vermelerini emreder, sadaka vermeleri için insanlara teşvikte bulunur, fakat toplanan sadakaları kendine alıkoyar ve düşkünlere vermezdi. Bu yolla yedi küp altın biriktirmişti. Bu yaptığından ötürü ona çok kızmıştım. Öldüğünde Hıristiyanlar onu defnetmek için toplanmışlardı. Ben onlara papazın asıl yüzünü anlattım. Onlara sakladığı altınların yerlerini gösterdim. Bunun üzerine herkes ondan nefret etti. ”
Papazın Ölümünden sonra Selman, salih bir insan olan başka bir papazın yanına gitmişti. Bu papaz, gece gündüz ibadetle meşgul olurdu. Selman uzun bir zaman onun yanında kaldı. Vefat edeceği zaman, kendisine ne tavsiye edeceğini sorarak şöyle dedi: “Bana kimi tavsiye edersin ve ne yapmamı emredersin ” Papaz kendisine şu vasiyeti yapmıştı: “Evladım! Allah´a andolsun ki sen gerçek bir yola girdin. Çünkü insanlar değişmiş ve helake sürüklenmişlerdir. Daha önce sahip oldukları meziyetlerin çoğunu terketmişlerdir. Yalnız Musul´da bir adam var. Sen onun yanına git”
Selman, papazın tavsiye ettiği adamın yanına gitti. Onun büyük bir hayra sahip olduğunu müşahade etti. Bir süre de onun yanında kaldıktan sonra vefat edeceği esnada, kendisine tavsiyede bulunmasını isteyerek şöyle dedi: “Bana kimi tavsiye edersin ve ne yapmamı emredersin ” O salih insan, Selman´a şu vasiyette bulundu: “Evladım! Allah´a andolsun ki, bizim tuttuğumuz hak yolda bulunan hiç kimseyi tanımıyorum. Ancak Nusaybin´de bir adam var, sen onun yanına git.1´
Selman, Nusaybin´deki adamın yanına vardığında, o adam vefat etmek üzereydi. Selman, kendisine kimi tavsiye edeceğini sorunca, o, Amuriye´de kamil bir insanın bulunduğunu söyledi. Selman da, Amuriye´ye gitti. Amuriye´deki adamı da, hayırlı bir insan olarak gördü ve onun yanında uzunca bir süre kaldı. O zat kazanç sağlama yoluna girmiş ve birçok sığırla davarlara sahip olmuştu. Vefat edeceği zaman Selman ona: “Bana kimi tavsiye edersin ve ne yapmamı emredersin ” diye sormuştu. O salih insan, Selman´a şu tavsiyede bulunmuştu: “Evladım! Tuttuğumuz hak yolda bulunan bir kimse göremiyorum. Yanma gidip emin olacağın bir kimse tanımadığım için, sana bu hususta bir tavsiyede bulunamıyorum. Ancak yakında bir peygamber gelecektir. İbrahim peygamberin dinine tabi olan o peygamber, Arap topraklarından çıkacaktır. İki tarafı ateş gibi yanan taşlarla çevrili bir beldeye hicret edecektir. O beldenin çevresinde hurmalıklar bulunacaktır. Kendisinde, herkesçe görünen bazı nübüvvet alametleri olacaktır. Hediyeyi kabul edecek, ama sadaka almayacaktır. İki omuzu arasında peygamberlik mührü olacaktır. Eğer o ülkelere varıp bu peygamberin yanına gidebileceksen git.
Selman, yükünü bağlayıp Mekke yoluna koyuldu. Oradan da Medine´ye gitti. Yolda Beni Kelb kabilesinden bazı tüccarlarla karşılaştı. Onlara: “Beni Arap diyarına götürürseniz karşılığında size şu sığırlarımla davarlarımı veririni´ dedi. Onlar da bu pazarlığa razı oldular. Ancak kendisine hile yapıp tuzak kurdular. Mekke´ye varmadan kendisine hainlik ettiler ve onu köle olarak bir yahudiye sattılar. Fakat Selman, kendini rabbine teslim etti. Hak dini bulmak amacıyla çeşitli beldeler dolaşmıştı. O kendi şe-riati gereğince Allah´a ibadet etmek istiyordu. Babasının gölgesindeki konforlu yaşantıyı terketmiş, hidayeti bulmak maksadıyla çöllere düşmüştü.
Amuriye papazının anlattığı şekilde Medine hurmalarını görünce sevinmeye başladı. Yahudi adam onu köle olarak Kurayzah amcası için satın alıp Medine´ye getirmişti. Medine´de bulunduğu sırada Muhammed (sav), peygamberlikle görevlendirilmişti. Selman, köle olarak efendisine hizmet etmekle meşgul olduğu için Peygamber efendimizin risaletinden habersiz kalmıştı. O, kitapların müjdelediği, papazların naklettikleri ve rahiplerin bahsettikleri Muhammed´in paygamberliğinden habersizdi. Peygamber efendimiz Medine´ye hicret ettiği esnada, o efendisine ait hurma bahçesinde bir ağacın tepesinde çalışmakla meşguldü. Bu sırada efendisinin amcası oğlu bahçeye gelmiş, efendisiyle konuşmaya başlamıştı. Evs ve Hazreç kabilelerine sövmeye başlayarak şöyle demişti: ´Allah´a andolsun ki, şu Evs ve Hazreç kabilelerinin adamları şu anda, Mekke´den gelmekte olan ve peygamber olduğunu söyledikleri bir adamı karşılamaya gidiyorlar. [1]
Bu sözleri duyunca Selman´ın vücudu titremeye başladı. Küba´ya giderek, insanların karşılamakta oldukları ve peygamber olduğu söylenen adamla buluşmak i«tedi. Amuriye papazı, beklenen peygamberin Mekke´den hicret ederek Medine´ye geleceğini söylemişti. Hemen hazırlığa başladı ve yamna bir miktar mal alarak Küba´ya gitti. Duyduğu haberleri orada gözüyle görüp tahkik etmek istedi. Muhammed´in gıyabında, onun bir peygamber olarak Medine´ye geleceğini duymuş, aradığını bulmak amacıyla da çölleri ve vadileri katetmişti. Papazın kendisine anlattıklarına göre, onun bir peygamber olması gerekirdi. Şimdi artık onu denemenin zamanı gelmişti. Kendisine anlatılanlara göre Muham-med, hediye kabul eder, sadaka almazmış. İki omuzu arasında da peygamberlik mührü varmış.
Nihayet Selman, Küba´ya giderek Peygamber efendimizle buluştu ve ona şöyle dedi: “Aldığım haberlere göre sen salih bir insansın. Seninle beraber garip ve muhtaç arkadaşların varmış, işte yanımda bir miktar sadaka getirdim. Buna en layık olanlar sizlersiniz” Fakat Peygamber efendimiz onun sadaka diye getirdiği malları kendisi almamış, sahabilerine teslim ederek: “Yayın” demiş ve Selman´ın elini tutmuştu. Böylece Selman´m daha önce Öğrenmiş olduğu peygamberlik evsafı gün gibi açığa çıkmıştı. Kendi kendine: “İşte peygamberlik vasıflarından biri bu. Bu vasfı bu zatta gördüm” demiş. Peygamberlik vasıflarını tam olarak taşıyıp taşımadığını öğrenmek için de hediye kabul edip etmediğini öğrenmek istemişti. Dönüp yeniden yanına mal- olarak Medine´de bulunan Resulüllah (sav)´a gelmiş ve şöyle demişti: “Gördüğüm kadarıyla sen sadaka yemiyorsun. Ama sana bir miktar hediye getirdim. Bunları sana ikram etmek istiyorum ” . Takdim ettiği hediyeleri Peygamber efendimiz kabul etmiş ve sahabileriyle birlikte yemişti. Bu durumu gören Selman: “işte peygamberliğin ikinci vasfı da tahakkuk etti” demişti.
Amuriye papazının anlattıklarına göre, Peygamber efendimizin iki omuzu arasında nübüvvet mührü bulunduğunu biliyordu. Muhammed (sav)´in gerçek bir peygamber olduğunu anlamak için bu mührün, iki omuzu arasında bulunup bulunmadığını öğrenmek ve haberi tahkik etmek istemişti. Selman (r.a) şöyle diyor: “Resulüllah (sav)´a selam verdim, sonra sırtına bakmak için etrafında dolaştım. Amuriye papazının bana anlattığı mührün iki omuzu arasında bulunup bulunmadığını anlamak istedim. Resu-lüllah (sav), bir şeyi tespit etmek amacıyla etrafında dolandığımı ve sırtına baktığımı anlayınca, omuzundaki abasını çıkardı. Ben de iki omuzu arasında bulunan peygamberlik mührünü gördüm. Ağlayarak o mührün üzerine kapanıp ağlamaya başladım. O mübarek insan bana: “Dön de karşıma otur” dedi. Ben de dönüp karşısına geçtim ve diz çöküp önünde oturdum.”[2]
Selman köle olduğu için, Peygamber efendimizin yanında devamlı bulunamıyordu. Öyle ki, Bedir gazasına dahi iştirak edememişti. Daha sonra Peygamber efendimiz ona, efendisiyle mükate-be yapmasını, yani efendisine bir miktar mal, ya da menfaat taahhüt ederek azatlığını talep etmesini tavsiye etmişti. Selman da efendisiyle böyle bir anlaşma yapmış, azatlık bedelini efendisine Ödemesi için sahabiler de kendisine yardımda bulunmuştu. Böylece hürriyetine kavuşmuştu.
Uzun bir hikaye olan bu haberi kısaltarak naklettik. Bunu nakletmekteki gayemiz iki madde halinde özetlenebilir:
1- Hakkı bulmak isteyen bir kimsenin, amacına ulaşmak için nasıl zahmetlere katlandığını okuyucuya anlatmak istedik. Delikanlı bir genç, babasının himayesi altında rahat ve konforlu bir hayatın bütün rahatlığını tepiyor ve hakkı bulmak için çeşitli zulmetlere katlanıyor. Yola çıkıyor, yolda hıristiyanların kilisesine uğruyor; ateşe tapmadıkları ve Allah´ın evi olan mabede hizmet ettikleri için Hıristiyanların dinine girmek istiyor; bu arzusunu babasına anlatınca babası onu demire vuruyor, zincirlerle bağlıyor, ama o yine boyun eğmiyor. Bağlı bulunduğu zincirleri çözmeye çalışıyor, hak yolcularına katılmak istiyor. Sonra istediği gerçeğe kavuşmak için ülkeden ülkeye, çeşitli zorluklara katlanarak seyahat ediyor. Köle diye satılıyor, sabrediyor, ama yine amacından vazgeçmiyor. Sabırla sonucu bekliyor ve mazlum bir insan olarak yaşamayı kabul ediyor. Nihayet gayesine ulaşıyor. Aradığını buluyor ve sonunda onunla karşılaşma mazhariyetine nail oluyor. Allah´ın yardımıyla kölelikten de kurtuluyor. Çünkü o, gerçekten sabreden abid bir insandı. Babasının vurduğu zincirlerden kurtulduğu gün, aklının ve nefsinin üzerine vurulan zincirleri de çözmüştü. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah´a ibadet ediyor, sadece O´nun rızasını istiyordu. Babasını terket-miş, buna karşılık Resulüllah´m himayesine girmiş, onun aile efradından biri olmuştu. Resulüllah (sav): “Selman bizdendir. Al-i beytimizdendir´ demişti.
2- Selman-ı Farisi´nin haberini nakletmekteki ikinci ve önemli olan gayemiz şuydu: Araplar arasında, Peygamber efendimizin geleceği konusunda bilgiler yaygındı. Kalbi saf olan kimseler, Peygamber efendimizin gelmesini ve onu görmeyi arzuluyorlardı. Ama çoğunluk onun geleceğinden habersizdi. Çünkü peygamberin gelmesini Öğrenmek için herhangi bir yönelim içine girmemişlerdi. Bunların dini hususlarda bilgi sahibi olmak gibi bir gayretleri yoktu. Nihayet onlara kesin deliller gösteren müjdeci ve uyarıcı bir peygamber geldi. O, ileriki hayatta azap veya sevapla karşılaşmaları muhakkak olan insanlara doğru yolu gösteriyordu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
“Her millet içinde mutlaka bir uyarıcı (peygamber gelip) geçmiştir .” (Patır: 24)
——————————————————————————–
[1] Ibn Hişam, Siret, c. 1, s. 219.
[2] İbn Hişam, Siret, c. 1, s. 220.
Beklenen Peygamberin Gelişini Müjdeleyen Yahudi
Önceki sayfalarda kısaca anlattığımız gibi, Yahudiler, Peygamber efendimizin gelişinden önce müşriklere ve putperestlere karşı gelecek bir peygamberle övünüyor ve bu peygamberin gelişiyle de, onlara karşı üstün olacaklarını söylüyorlardı. Burada bu hususu etraflı bir şekilde açıklamamız gerekiyor. Araştırıcıların, o çağda Peygamber efendimizin Allah tarafından elçi olarak gönderileceği konusunda yeterli açıklamalar bulunduğunu öğrenmeleri gerekir. O zamandaki insanlar, Allah tarafından hüccet ve ayetlerle desteklenmiş bir peygamberin geleceğini biliyorlardı. Sadece Evs ve Hazrec kabileleri değil, bunun yanı sıra Yahudiler de Peygamber efendimizin geleceğini biliyorlardı. Hatta Evs ve Hazrec kabilelerinin cahiliyet döneminde birbirleriyle savaşmalarından Önce de insanlar, Peygamber efendimizin geleceğine dair haberleri almışlardı. Tarihi olarak sabit olduğuna göre, Yemen hükümdarlarından Tübba1 Eba Küreyb, Medine´ye saldırıya gelmiş ve adamlarından birinin öldürülmesi üzerine büyük bir öfkeye kapılarak Medineliler´le savaşmıştı. Tübba´, Medineliler´le savaşırken, Kurayza oğulları Yahudilerinden iki alim, Tübba´nın yanına gelmişlerdi. Bunlar, yahudilik bilgilerine vakıf alimlerdi. Tübba´ya şöyle demişlerdi:
“Ey hükümdar! Medineliler´le savaşmayı bırak. Eğer onlarla savaşmakta ısrar edersen başına bir felaket gelmesinden korkarız.” Tübba1 onlara: “Ne diye başıma felaket gelecekmiş ” diye sorunca, onlar şu cevabı vermişlerdi: “Bu şehir, Kureyşliler arasından çıkacak ve buraya hicret edecek olan bir peygamberin diyarı ve yurdu olacaktır. “[1]
Yahudiler´in, Peygamber efendimizin geleceğine ilişkin verdikleri haberler Medine´de yayılmış, halk arasında dilden dile intikal etmişti. Bu haberler, Ensar´m, Peygamber efendimizin davetine hemen icabet etmelerine sebep olmuştu. Çünkü Ensar, ya-hudilerin naklettikleri haberlere dayanarak kitap hakkında bilgi sahibi olmuşlardı. Katade, kendi kavminden bazı kimselerin, Peygamber efendimizin davetine hemen icabet edişlerinin ve ona yardıma koşmalarının sebebini anlatarak şöyle demiştir:
“Bizi islamiyet´e kavuşturan sebeplerin en başında tabii ki Allah´ın rahmet ve hidayeti gelir. Ancak bizler, Yahudiler´den müşriktik ve putperestlik zamanında bazı haberler işitirdik. Bu haberlerin kaynakları bizim yanımızda değil, onların yanında bulunuyordu. Aramızda çok kavgalar ve savaşlar olmuştu. Hoşlarına gitmeyen bazı zaferleri elde ettiğimiz zaman bize şöyle meydan okurlardı: “Yakında bir peygamber gelecek, onunla birlikte size karşı savaşıp Ad ve Iran halkı gibi sizi helak edeceğiz! Onlardan buna benzer çok sözler işitmiştik. Cenab-ı Allah Peygamber efendimizi risaletle görevlendirdiğinde ve o bizi Allah´ın dinine davet ettiğinde hemen onun çağrısına icabet ettik. Yahudilerin bize meydan okumalarından öğrendiğimiz için, Uz. Muhammed´in gerçek peygamber olduğunu anlamış ve çağrısına hemen koşmuştuk. Ama buna karşılık Yahudiler, onu inkar etmişlerdi. ” [2]
Yahudiler Peygamber efendimizin geleceği konusunda haberler vermekle yetinmiyor, bunun yanı sıra ahiret gününe, cennete ve cehenneme dair haberler de naklediyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki onlar, ölüm sonrası dirilişi inkar eden kimselerden değillerdi.
Aralarında ahiretin varlığım tasdik edenler bulunduğu gibi, ahi-ret hayatını inkar edenler de vardı. Ensar´dan bazı kimseler bu haberleri nakletmişlerdir ki, onlardan biri de Seleme bin Se-lam´dır. Seleme şöyle der:
“Abdüleşhel oğulları kabilesine mensup Yahudi bir komşumuz vardı. Bize gelerek Abdüleşhel oğullarının yanında durup kıyameti, Ölüm sonrası dirilişi, hesabı, mizanı, cenneti, cehennemi anlattı. Onu dinleyenler kendisine kızarak şöyle dediler: “Yazıklar osun sana! Bu anlattıklarının gerçek olacağına inanıyar musun Ölümlerinden sonra insanlar dirilip cennete ya da cehenneme gidecekler Öyle mi Sonra da orada amellerine göre ceza, yahut mükafat mı verilecek ” Seleme, onların bu sorularına yemin ederek: “Evet inanıyorum” diye cevap vermişti. Onlar da: “Yazıklar olsun sana! Bu görüşlerini doğrulayacak bir delilin var mı ” diye sorunca o, eliyle Mekke´ye ve Yemene işaret ederek: “Şu ülkelerden bir peygamber gelecektir. Benim delilim işte odur” diye cevap verdi. Onlar da, biz onu ne zaman göreceğiz diye sordular. O, aralarındaki en genç kimse ben olduğum için bana baktı ve şöyle dedi: “Eğer bu genç ömrünün sonuna gelirse, o peygamberi görecektir ”
Seleme, sözünü şöyle sürdürüyor: “Allah´a andolsun ki, uzun zamanlar geçti. Nihayet Cenab-ı Allah, Muhammed´i elçi olarak gönderdi. O, aramızda dolaşıyordu. Biz de ona iman ettik. Diğer-leriyse taşkınlıklarından ve çekememezliklerinden ötürü onu inkar ettiler. ”
Yahudilerin bir kısmı Peygamber efendimizin niteliklerini biliyorlardı. Bu nitelikler arasında yumuşak huyluluğunun, cehaletini geride bırakması ve asla ahmaklık etmemesi de vardı.
Sahabilerden Abdullah bin Selam´ın şöyle dediği rivayet edilir: Cenab-ı Allah, Zeyd bin Sümeyye´nin hidayetini istediği zaman, Zeyd şöyle demişti: “Peygamberliğe dair alametlerin hepsini, kendisini seyrettiğim zaman Muhammed´in yüzünde müşahede ettim. Yalnız iki alamet kaldı ki onları henüz göremedim. Bunlardan biri, onun yumuşak huyluluğunun, cehaletini geride bırakmış olmasıdır. Diğeri de kendisine karşı ne kadar cahilce davra-nılırsa, o mutlaka yumuşak kuytulukla karşılıkta bulunur. İşte ben bu iki peygamberlik alametini de görmek istedim Muham-med (sav)´in yanına girmek, onunla tanışarak ne kadar yumuşak huylu olduğunu, cahil olup olmadığını anlamak istedim. Ben ona, ürün karşılığında bir miktar para vermiştim. Alacağım ürünün zamanı gelince yanına gittim. O, ashabıyla birlikte bir cenazede bulunuyordu. Yakasını tutarak yüzüne sertçe baktım ve dedim ki: “Ey Muhammed, hakkımı ödemeyecek misin ! Allah´a an-dolsun ki ben, siz Abdülmuttalib oğullarının borç ödemekte ağır davrandığınızı biliyorum!” Ben böyle deyince Ömer öfkeyle bana baktı. Gözleri yuvalarından fırlamış, adeta fırıldak gibi dönüyordu. Sonra bana şöyle dedi: “Ey Allah´ın düşmanı! Kulağımla duy duğum şu sözleri Resulüllah (sav)´a mı söylüyorsun1 Gözümle gördüğüm bu ters hareketleri ona karşı mı yapıyorsun Onu hak ile gönderen Allah ´a yemin olsun ki, eğer onun kınamasından çe-kinmesem, mutlaka kılıcımla senin şu kafanı vururum!” Bana böyle söyleyen Ömer´e Resulüllah (sav) sükunetle bakıyor ve tebessüm ediyordu. Sonra şöyle dedi: “Ey Ömer! Ben ve Seleme daha başka bir şekilde anlaşabiliriz. Senin böyle yapmana gerek yoktur. O benden, borcunu güzelce Ödememi isteyebilirdi. Ey Ömer Zeyd´i alıp götür ve hakkını öde. Ayrıca fazladan yirmi ölçek hurma ver.”
Peygamber efendimizin bu konuşması üzerine Zeyd bin Sü-meyye müslüman olmuştu. ”
Tarihen sabit olan bu rivayet, Peygamber efendimizin risaletle görevlendirildiği yüzyılın, onun çevresinde dönen bir yüzyıl olduğunu gösteriyor. Bu sözlerimizin iki kaynağı vardın
1- Peygamber efendimiz, İbrahim peygamberin dinini ihya etmeye çabalıyordu. Mekke halkından bazıları, İbrahim peygamberin Hanif dininin ihya edilmesinin zaruretine inanıyorlardı. Çünkü o din, sapıklıklardan uzak olan ve hoşgörüyü öngören bir dindi. Onlar, Cenab-ı Allah´ın İbrahim neslini helake sürükleme-yeceğini, onları hidayetsiz ve mürşitsiz bırakmayacağını, kendi fıtratlarının gereği olarak biliyorlardı. Hatta ibrahim peygamberin neslinden bazı kimseler, kendi kavimlerine başkaldırnıışlar, bir kısmı da, kendileri için hıristiyanlığı görerek bu dine geçmişlerdi. Bir kısmı ise sağlam bir inanç bulmak maksadıyla çeşitli ülkeleri dolaşmışlardı. Putperestlikten uzak diyarlara gitmişlerdi. Hakikati bulmak yolunda şehitlik şerbetini içmişlerdi. Peygamber efendimiz, bi´setten sonra, Cenab-ı Allah´ın, kendisini tek biV ümmete göndereceğini ifade etmiş ve Allah da kendisinden razı olmuştu.
2- Geçmişte dinlerin kitapları, rahiplerin ve yahudi alimlerinin sözleri, yahudilerle hıristiyan bilginlerinden nakledilen haberler, Peygamber efendimizin geleceğini bildiriyordu. Rahip Ba-hira, Muhammed (sav) genç bir delikanlı iken, onunla görüşmüş ve ondaki vasıfların Peygamber vasfı olduğunu ifade etmişti. Rahip Nastora da genç yaşındaki Muhammed (sav)´le görüşmüş, onun peygamber efendimizle buluştuğu konusundaki haberler araplar arasında yayılmıştı. Ayrıca Necran hıristiyanîarıyla diğerleri, bir peygamberin gelmek üzere olduğunu ve onun gelmesini beklediklerini anlatıyorlardı. Çünkü o peygamberin vasıfları, kendi kitaplarında anlatılıyordu. Kitaplarında en çok adı anılan şahıs, Muhammed (sav)´di. Onlar hakikati ilan etmek, ya da hidayeti aramak maksadıyla değil, kendi düşmanlarına karşı öfkelerini dindirmek ve kin ateşlerini söndürmek, ya da düşmanlıklarını devam ettirmek maksadıyla kılıçları, onların vücutları üzerinde sakırdarken onlar, Peygamber efendimizin geleceğim söylüyor ve düşmanlarına da:”O gelince, onunla birlikte size karşı savaşacak, Ad ve İrem halkı gibi sizi helak edeceğiz!” diyorlardı.
Böylece Peygamber (sav) efendimizin geleceğine dair haberler yayılmış, düşünürler de onun gelmesini beklemeye başlamışlardı. Zaman gerçekten de yaklaşmıştı. O, kendinden önceki dinlerin tahrif edilmemiş kitaplarım doğrulayıcı ve alemlere rahmet olan bir peygamber olarak geldi. İnsanları hak yola iletiyor ve hakkı destekliyordu. Cenab-ı Allah da onu apaçık delillerle güçlendirmişti.
——————————————————————————–
[1] Ibn Kesir, el-Bidaye Ve´n-Nihaye, c. 2, s. 164.
[2] Ibn Hişam, Siret, c. 1, s. 211.
Kahinlerin Haberleri
Siyer kitapları, kahinlerin peygamber efendimizin geleceğini müjdelediklerini anlatmaktadırlar. Aslında kahinlerin bu konudaki haberlerini nakletmemek niyetindeydik. Çünkü bu haberler, Peygamber efendimizin siyeri hususunda bazı vehimlere yol açmıştır. Halbuki Peygamber efendimiz hakkın ve aklın peygamberidir. O, insanların idraklerini hakikate yöneltmiştir. İdrakler üzerinde vehme yer bırakmamak istemiştir. İnsanların hurafelere dalmamalarını arzulamıştır. Çünkü hurafeler, aklın hükmüne, ya da sahih senetlerle rivayet edilen doğru haberlere dayanmamaktadır.
Kaldı ki kahinlerin haberleri, insanın kalbine itmi´nan verecek sahih senetlerle nakledilmemiştir. Ayrıca bi´setten önce Peygamber (sav) efendimizin, kahinlere başvurduğu, ya da onların sözlerine inandığı, gerçek dışı söylentilerdir. Çünkü kahinlerin Peygamber efendimizin geleceği konusunda verdikleri haberler doğrudur, ama bu haberleri onlar, geçmiş dinlerin kitaplarından, ya da o dinlere bağlı kimselerden Öğrenmişlerdir. Geçmiş dinlerin erbabı, bi´setten önce araplarm bilginleriydiler. Onlar, kitaplarından edindikleri bilgileri kehanet şeklinde insanlara yayıyorlardı. Bi´setten sonra Peygamber efendimizin yasaklamış olduğu kahinlik bilgilerine uyarak bu haberleri insanlara aktarıyorlardı.
Evet, kahinlerin sözlerini nakletmekle meydana gelecek zarar, beklenilen faydadan daha büyüktür. Ama yine de bu haberleri burada yazmak mecburiyetinde kaldık. Çünkü bazı muhaddislerin kaleme almış oldukları siyer kitapları, bu haberleri doğrulayarak nakletmişlerdir. Ayrıca bazı müsteşrikler Peygamber efendimi-ziu davetini kahinlerle irtibatlandırmak ve alemlere rahmet olarak indirilmiş olan Kur´an´ı, kahinlerin secileriyle bağlantılı kılmak için, o haberleri esas almışlardır. Öte yandan bazı yazarlar da bu siyerlere ve müsteşriklerin eserlerine uyarak bi´setten önce Peygamber efendimizin kahinlerini dinlemiş olduğunu nakletmişlerdir. İşte bu nedenle, kahinlerin haberlerine temas etmek gereğini duyduk.
Kahinlerin haberlerini ele almaya, Seyf İbn Zi-Yezen el-Him-yeri´ye nisbet edilen bir haberle başlamayı uygun-gördük. Rivayete göre o, cinlerle irtibatı olan bir kimseydi. “Hevatif ül-Cann” adlı kitapta anlatıldığına göre, Seyf İbn Zi Yezen, Abdul-muttalib´le görüştüğü esnada, onunla şöyle konuşmuştur:
– Benimle konuşan kimdir1
– Ben Haşim oğlu Abdulmuttalib´im.
– Evet, yanıma yaklaş.
Abdulmuttalib, Seyf İbn Zi-Yezen´e yaklaştı. Sonra yüzünü ona ve etrafında bulunan kimselere çevirdi. Seyf İbn Zi-Yezen ona şöyle dedi:
– Hoş geldin, safa geldin. Devenle, yükünle geldin, istirahat edip uyumana bak. Göçücü hükümdarsın. Bol bağışta bulunursun. Hükümdar sizin sözünüzü işitti. Araplar akrabanızdır. Daha önce onlar sizin dayanaklarınız idiler. Siz gecelerle gündüzlerin sahibisiniz. Burada kaldığınız müddetçe ikram göreceksiniz. Göçtüğünüz zaman da ikramla göçeceksiniz.”
Bundan sonra bir ay beklediler ve onunla irtibat kuramadılar. Ayrıca Seyf İbn Zi-Yezen, Abdulmuttalib´in oradan ayrılmasına izin vermedi. Sonra uyanıp kendine geldi. Abdulmuttalib´e haber vererek meclisine çağırttı. Onunla başbaşa kaldı, sonra şöyle dedi:
– Ey Abdullah, sana bildiğin bir sırrı açıklamayacağım. Bunu senden başkasına açıklamayı uygun görmedim. Sana vereceğim bu sırrı kimseye açıklama. Allah, emrini mutlaka yerine getirecektir. Ben kendimiz için seçtiğim ve kendimiz için delil gördüğüm gizli ilim hazinelerinde ve saklı kitaplarda büyük bir habere rastladım. O sırada hayatın şerefi vardır. Bütün insanlar için, özellikle aşiretin ve şahsın için vefanın fazileti vardır. ”
Abdulmuttalib dedi ki: “Sen iyi ve güvenilir bir insansın. Bütün halk sana feda olsun, nedir o sır Halkın hepsi zümre zümre sana kurban olsun..söyle, nedir o sır ”
Seyf ibn Zi-Yezen, kahinlerin secilerine uygun bir kalıpla şöyle konuştu:
“Tihame´de bir çocuk doğacak. Onda bir alamet görülecek. İki kürek kemiği arasında mühür olacak.. Liderlik ve reislik kıyamete kadar onun olacak!”
Abdulmuttalib şöyle dedi: “Öyle bir haber getirdin ki, onu getiren geri götürmez. Eğer hükümdarın heybet ve azameti olmasaydı ben, verdiği müjdenin daha fazlasını ister ve beni daha çok sevindirmesini arz ederdim.”
ibn Zi-Yezen dedi ki: “işte onun doğum zamanı gelmiştir. Belki de doğmuştur. Adı Muhammed´dir. Babası ve anası Ölecek.. Dede-siyle amcası onu himayelerine alacak. Defalarca kaybolacak.. Allah onu açığa çıkaracak.. Bizden de ona yardımcılar kılacak. Dostları onu destekleyecek, düşmanları horlayacak. Putları kıracak, Mecusi ateşini söndürecek, Rahman´a ibadet edecek, şeytanı kovacak. Sözü açık ve net, hükmü doğru ve adil olacak., iyiliği emredip kendisi de kötülüğü iptal edecek… ”
Abduîmuttalib dedi ki: “Şanın yüce, merteben yüksek, hükmün devamlı, ömrün uzun olsun. İşte sana tütsü getirdim. Ey hükümdar, biraz daha konuş ve bu sırrı biraz daha aç.”
ibn Zi-Yezen dedi ki: “Beyt perdelidir. İşaretlerin üzerinde peçe vardır. Ey Abdulmuttalib, sen mutlaka o peygamberin dedesisin. Bunda yalan yoktur.”
İbn Zi-Yezen´in bu sözleri üzerine Abdulmuttaîib secdeye ka-pandı.lbn Zi-Yezen ona şöyle dedi: “Başını secdeden kaldır. Gönlün rahatlasın, şanın yücelsin. Sana anlattıklarımdan birşey hissettin mi ”
Abdulmuttalib dedi ki: “Benim bir oğlum vardı. Ben onu çok seviyor ve çok merhametli davranıyordum. Onu asil kadınlardan biriyle, Veheb kızı Amine ile evlendirdim. Amine, bir çocuk doğurdu. Ona Muhammed adını verdim. Muhammed´in hem annesi, hem de babası vefat etti. Ben ve amcası, Muhammed´i himayemize alıp besledik.”
îbn Zi-Yezen dedi ki: “Sana söylediklerimi aklına yerleştir ve sakın unutma. Torununa karşı Yahudilerden sakın. Çünkü Yahudiler onun düşmanıdırlar. Ama Allah ona bir kötülük yapmalarına izin vermeyecektir. Sana verdiğim sırrı sakla. Aşiretine dahi açıklama. Çünkü liderlik hususunda aşiretinin adamları arasına rekabet düşmesinden korkuyorum. Onlar gailelere düşecek ve torununa karşı tuzaklar kuracaklardır. Ya kendileri, ya da oğulları bu kötülükleri yapacaklardır. Eğer torununun risaletle görevlendirilmesinden önce ölmeyeceğini bilsem, mutlaka adamlarım ve atlarımla onun diyarı olan Medine´ye gider, onunla görüşürüm. Elimdeki kitaplardan ve önceki devirlerden edindiğim bilgilere dayanarak derim ki, o, Medine´de hakimiyetini ilan edecek, Medineliler ona yardım edeceklerdir. Mezarı da orada olacaktır. Başına musibetlerin gelmesinden korkmasaydım, yaşı küçük olmakla birlikte onun peygamliğini şimdiden ilan ederdim. Fakat beraberindeki adamlarının ona karşı taksirli davranacaklarından endişe ettiğim için, onu şimdiden ilan etmiyorum.”[1]
Bu yazılarda mutlaka gerçeklik payı vardır. Peygamber efendimizin risaletle görevlendirileceği konusunda müjdeler verilmiştir. Eğer bu ifadeler gerçekten Seyf bin Zi-Yezen´e ait ise o, bunları önceki dinlere ait kaynaklardan almıştır. O bilgili bir hı-ristiyandı. Cahil bir putperest değildi. Seyf İbn Zi-Yezen´in, kahinlerden biri olduğunu söylememiz mümkün değildir. Her ne kadar bu ifadeler, “Hevatif ül-Cann” adlı kitapta yeraîmaktaysa da, o bir kahin değildi. Anlatıldığına göre kahinler, “Hevatif ül-Cann” adlı eserdeki ifadelerle birbirlerine hitapta bulunurlarmış. Bildiğimize göre tamamı değilse de, “Hevatif ül-Cann” adlı kitabın büyük bir kısmı kahinlerin secilerinden ibarettir.
Peygamber efendimizin bi´setinden önce kahinlerin bir kısmı onun geleceğini haber vermişlerdi. Sahih senetlerle rivayet edilen bir haberde, Mudarlılardan biri şöyle demiştir: Şam´a yaklaşmış, etrafında ağaçlar bulunan bir göl kıyısına inip konaklamıştık. Konuşmalarımızı rahibin biri duyup yanımıza gelmiş ve şöyle demişti:
“Konuştuğunuz bu dil, bu beldenin ve çevresinin dili değildir” Biz de cevaben şöyle dedik: “Evet doğru söylüyorsun. Konuştuğumuz dil, bu yörenin dili değildir. Bizler Mudar kavmindeniz.” Hangi mudar diye sorunca biz, ´Handaf Mudarı1 dedik. Bu defa rahip bize şöyle dedi: “Yakında size peygamberlerin sonuncusu gelecektir. Siz ona koşup iman edin. Ondan iman payınızı alın ve doğru yolu bulun1´ Adı nedir diye sorduk. Adının Muhammed olduğunu söyledi.”[2]
Naklettiğimiz bu haber, Seyf İbn Zi-Yezen´in haberiyle bağdaşmaktadır. Yalnız bunda seciler yoktur. Ayrıca bu haber, “Hevatif ül-Cann” adlı kitaba değil de, rahiplerden birine nisbet edilmektedir.
Kahinlerin, Peygamber efendimiz konusundaki müjde haberlerindeki ifadeler, ecinnilerin gaipten verdikleri haber, ya da kahinlerin sözleri değildir. Bu sözlerin kaynağı kehanet de değildir. Ancak kahinlerin bu sözleri, rahiplerin ağzından alınmış, onların kitaplarından iktibas edilmiş, onların bilgilerine dayanılarak söylenilmiştir.
. Peygamber efendimizin geleceğini müjdeleyen kahinlerden biri de, Satih´ti. Satih şöyle demişti: “Okuma çoğaldığında, Bahiro gölü kuruduğunda ve büyük değneğin sahibi geldiğinde… ”
ibn Kesir´e göre Satih, bu sözleriyle Peygamber efendimizi kas-detmiştir. Oysa Peygamber efendimiz büyük değnekle değil, batılın hakka karşı tecavüzünü durdurmak için kılıçla gelmiştir. Peygamber efendimizin geleceğine dair müjdeler, araplar arasında yaygın haldeydi. Herkes bir peygamberin geleceğine inanıyor ve onu bekliyordu. Özellikle Kitap Ehli kimseler, kendi aralarında ondan bahsediyorlar ve onun sayesinde bütün dünyaya galip olacaklarını ilan ediyorlardı. Yahudiler, Putperestlerle savaşırlarken onun geleceğini ve onun sayesinde Putperestlere karşı galip olacaklarını söylüyorlardı. Onun gelişini umutla bekliyor ve bu husustaki müjdeleri kendi kitaplarında görüyorlardı. Müstakbelde düşmanlarını yeneceklerini ümit ediyorlardı. Böylece düşmanlarım geride bırakıyor kendileri ileri gittiklerini söylüyorlardı. İyi akibetin kendilerinin lehine olacağım açıklıyorlardı. Ama inşaal-lah onlar her zaman kayba uğrayacaklardır.
——————————————————————————–
[1] Îbn-Kesir, el-Bidaye Ve´n-Nihaye, c. 2, s. 330.
[2] Îbn-Kesir, el-Bidaye Ve´n-Nihaye, c. 2, s. 331.
Peygamberimiz Rahiplerin, Kahinlerin ve Yahudi Bilginlerin Haberlerine Kulak Veriyor muydu
Hz. Muhammed (sav), Mekke-i Mükerreme´de yaşıyordu. Burada yaşayanların çoğu da yazma bilmeyen kimselerdi. Peygamber efendimiz de, Mekkeliler gibi, okur yazarlıkla ilgisi olmayan birisiydi. İlim meclislerinde oturmaz, bir öğretmenin önünde diz çökmezdi.rHer ne kadar bazı Mekkeliler okuma yazmayı biliyor olsalar da, Peygamber efendimiz ilim tahsili yoluna gitmemişti. Yalnız ahlaki sağlamlığı, idrakinin putperestlikten uzak kalması gibi bazı meziyetleri vardı ki, bu meziyetleri sayesinde Mekkeli-lerden üstün olmuştu. Putlardan tiksiniyor, onlara bağlanmıyor, onlar üzerine yemin etmiyordu. Ama kavmine karşı da düşmanca davranmıyor, onları sevmediğini açığa vurmuyordu. Aksine sevecen ve iyi ilişkiler içinde bulunan bir kimseydi. Kavminin gittiği yanlış yolda gitmese de, onlarla tartışmıyor, onlara karşı nefret ve kinini açığa vurmuyordu.
En çok öğrenmek istediği din, ibrahim peygamberin diniydi. Çünkü o dinin izleri Mekkeliler arasında görülmekteydi. Bazı kısımları tahrife uğramış olsa bile, İbrahim peygamberin dininin bir kısmı Mekkeliler arasında revaçtaydı. Örneğin, yanlış şekilde bile olsa, Hac ibadetini eda ediyorlardi. İbrahim peygambere mensup bir kavim olmakla övünüyorlardı. Peygamber efendimiz de onun kendilerinin atası ve Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğunu biliyordu. Muhammed (sav), putlara tapmayı terk etmekle birlikte, İbrahim peygamberin rabbinden getirmiş olduğu emirleri öğrenmek istiyordu. Çünkü o, rabbinin bir ve tek, hiçbir şeye muhtaç olmayan, doğmayan ve doğurulmayan Allah olduğunu biliyordu. Musa, İsa, Davud ve Süleyman peygamberler hakkında da bilgi edinmek istiyordu. Özellikle bunlar, bir peygamberin geleceğine dair ince ifadeler kullanmışlar, onun Mekke´deki Faran dağlan arasından zuhur edeceğini müjdelemişlerdi. Nitekim bu müjdeler, onların kitaplarında da yeralmaktaydı. Yahudilerin kitapları tahrife uğradıktan ve kendileri de Allah ta-rafindan gönderilen mesajların bir kısmım unuttuktan sonra bile, böyle bir peygamberin geleceğini biliyorlardı. Mekkeliler de bu konulardan bahsediyorlardı. Ama Muhammed (sav) onların yanlarında bulunurken bu konulara değinmiyorlardı. Küçük yaşlarda Rahip Bahira ile buluştuğunda, rahibin söyledikleri, Mekkeli-lerin peygamber efendimize anlattıkları, tarihen sabit değildir. İkinci kez Şam taraflarına gittiğinde de Rahip Nastora ondan sitayişle bahsetmiş, onun peygamber olacağını söylemişti, ama o yanlarında oturmaktayken bu konudan bahsetmemişti. Beklenen bir peygamberin geleceğine dair konuşmalar Mekkelilerin arasında cereyan ediyordu. Fakat o, bu konularla ilgilenmiyordu. O, hayatının baharındayken rızık temini için uğraşmaya başlamıştı. Gençliğinin ilk yıllarında ticaretle meşgul olmuştu. Daha sonra geçimi rahatladığında kendini ibadete vermişti. Aylarca, gecelerce uzlete çekilmiş ve tefekküre dalmıştı. Kendisini yaratan yaratıcıyı düşünüyor, kainatı yoktan vareden Allah´ın zatı üzerinde düşünüyordu. Fakat Franklar´m kitapları, Peygamber efendimizin bi´setten önce yahudilerin haberlerim araştırdığını ve yahudi alimleriyle hıristiyan rahiplerinin konuşmalarına kulak verdiğini iddia etmektedirler. Bu iddialarıyla onlar iki hususu ortaya atmaya çalışmaktadırlar:
1- Güya Muhammed (sav), yahudilerle hıristiyanlann öğretilerine dayanarak putlara tapmaktan uzak durmuştur. O kendi mantığı ve fıtratıyla bu doğru yola girmemiştir. O, İbrahim peygamberin dininin kalıntılarına uyarak putlardan uzak durmuş değildir! Bu iddiayı ortaya atmakla onlar, Peygamber efendimizi, Zeyd bin Amr ile Varak bin Nevfel´den daha aşağı bir şahsiyet olarak tasvir etmek istemişlerdir. Oysa kendisinin Lat ve Uzza´dan daha 12 yaşındayken nefret ettiği, Rahip Bahira´nm haberlerinde anlatılmaktadır.
2- Güya Kur´an-ı Kerim, peygamberlerin haber ve kıssalarını Tevrat ve İncil´den almıştır! Kur´an´daki bu bilgiler, Allah tarafin-dan gönderilen vahiyle değil de, sanki diğer kitaplardan iktibas yoluyla elde edilmiştir! Halbuki Kur´an-ı Kerim1 deki peygamberle ilgili kıssalar, içinde şüpheye mahal kalmayacak kadar doğru ve gerçektir. Diğer kitaplardaki kıssalar ise tahrife uğramıştı. Örneğin diğer dinlerin kitaplarında Lut peygamberin sarhoş olduğu, kızlarıyla zina yaptığı; Davud peygamberin de, ordusundaki komutanlardan birinin karısıyla zina yaptığı iddia edilmektedir ki, bunlar Kur´an-ı Kerim´de yeralmayan yalanlardır.
4 Bazı iyi niyetli yazarlar bu yalancıların iddialarına kanmışlar, bunların art niyetli olduğunu anlayamamışlardır.
Biz bütün bunları bir yana bırakarak Peygamber efendimizin haberlerini, vehimlerden uzak olan sağlam siyer kitaplarından anlamaya çalışacağız. Böylece doğru bir senede ve sağlam tarihi olaylara dayanmadan, kasıtlı bilgiler verenlerin yazdıklarını çürütmüş olacağız. Peygamber (sav) efendimizin rahiplerle ve yahu-di alimlerle bir ilişkisi olmadığı, onun, kahinlerin haberlerini tasdik etmediği böylece ortaya çıkmış olacaktır. Bi´setten sonra, kahinlerin haberlerine kulak vermekten insanları menettiği anlaşılacaktır. O, kahinlerin seci´lerini hoş görmüyor, onların sözlerini nakledenleri yalanlıyordu.