Bu iki gaza arasında müslümanlar savaş taktiklerini öğrendiler, îlk olarak zaferin, ikinci olarak da yenilginin sebeplerini öğrendiler. Her şeyi´ yerli yerince yapan kumandana itaat ettiklerinde zafere kavuşacaklarını, kalblerinin birbirine ısınacağını, bunun sonucunda da tam bir galibiyete ulaşacaklarını anladılar. Huneyn savaşında ve Rumlarla yapılan bazı gazalarda olduğu gibi, her ne kadar işin başında tam bir galibiyet elde et-mediyseler de, tam bir hezimete de uğramadılar.
Bu ara dönemde, yani Bedir savaşı sonrasından Uhud savaşı başlarına kadar insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen sosyal bazı düzenlemeler yapıldı. Bu sosyal düzenlemelerle îslam toplumu, birbirleriyle yardımlaşmanın esaslarını yerine getirdi.
Bireysel yardımlaşmadan çok toplumsal yardımlaşma ve dayanışmanın gerekliliğini anladılar. Çünkü Hz. Peygamber´in Me-dineli Ensar ile Mekke´li Muhacirler arasında oluşturduğu kardeşlik, bireysel bir yakınlık bağını oluşturmuştu. Bedir gazasından sonra Cenab-ı Allah, zekat emrini vermekle, müslüman-lara toplumsal yardımlaşmanın zorunlu olduğunu bildirmişti. Yine Bedir savaşından kısa bir süre önce Cenab-ı Allah, fitır sadakasını da emretmişti. Bu, zengin kimselerin fakir ve miskin müslümanlara yapacağı bir yardımdı. Fıkıhçılarm çoğunun, Örneğin İbn Kayyım´m da bildirdiği gibi, bu sadaka, ancak fakir ve miskinlere verilebilir. Yoksa daha ileriki sayfalarda işaret edeceğimiz gibi, zekatın sarfedileceği bütün yerlere sadaka-i fıtır sarfedilemez. Çünkü hadislerde anlatıldığına göre fıtır sadakasının vacipliği, düşkün kimseleri ihtiyaçtan kurtarmak ve bütün müslümanlan, sevinç günü olan Ramazan bayramında sevindirmektir. Böylece fıkıhçılarm çoğunun görüşüne göre, vacip kılman fıtır sadakasıyla, müslümanlar arasındaki sevinç ve sürür genelleşecektir.
Zekata gelince, bu, ihtiyaç sahibi olan fakirlerle miskinleri kapsamına alan genel bir sosyal dayanışma kurumudur. Her ne kadar yoksul olmasalar da, sosyal ihtiyaç içindeki kimseler de zekat kapsamına girmektedirler. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah şu ayeti kerime ile zekatın nerelere sarfedi-leceğini açıklamıştır: “Sadakalar (zekatlar) Allah´dan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere, onlar üzerinde çalışan (zekat toplayan) memurlara, kalbleri (islam´a) ısındırılacak olanlara, kölelik altında bulunanlar a,borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalanlara mahsustur. (Toplanan zekat ancak bu sayılan yerlere verilir.) Allah bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe: 60) Bu ayeti kerimede, zekatın sarfedileceği sekiz sınıf insan bulmaktayız. Zekatı devlet yetkilisi (veliyyül emr) her beldede toplar ve bunlara dağıtır. Nitekim Hz. Peygamber bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Zekatı (müslümanla-rın) zenginlerinden al ve fakirlerine ver”
Zekatın sarfedileceği ilk iki sınıf, fakirlerle miskinlerdir. Fıkıhçılarm fakir ile miskini birbirinden ayırmaları hususunda yaptıkları tanımlamalar şöylece özetlenebilir: Fakir, kazancı olmakla birlikte, bu kazancı ihtiyaçlarını karşılamayan muhtaç kimsedir. Miskin (düşkün) ise, yaşlılık kronik hastalık bir afetten veya bunlara benzer durumlardan dolayı az, ya da çok çalışıp kazanmaktan aciz kalan kimsedir.
Fakir ile miskinin her ikisi de zekata müstahaktırlar. Tabii ki miskin (düşkün), fakire oranla zekata daha fazla hak sahibidir. Eğer beytül-malda ikisine birlikte nafaka verecek kadar mal yoksa, o zaman miskin daha öncelikli olur. Miskine verildikten sonra kalan kısım verilir.
Zekat verilecek sekiz sınıftan üçüncüsü ise, zekat memurlarıdır. Bunlar zekatı, mükellefi olan zenginlerden toplayıp layık olanlara dağıtan kimselerdir. Zekat toplayıp dağıtan memurların bu sekiz sınıf arasında anılmaları, zekatın kendi başına mali bir vergi olduğunu göstermektedir. Zekat toplama işini gelir ve giderlerini gösteren bir bütçe hazırlanır. Bu bütçe devlet bütçesinden ayrı bir bölüm teşkil eder. Bu nedenledir ki, Beyt´ül-malı düzenleyen kimseler, zekat için de ayrı bir bölüm düzenlerler.
Zekat verilecek olan sekiz sınıftan dördüncüsü ise “Müellefe-i Kulub” tur. Bunlar, islam´a yeni giren kimselerdir. Bir miktar mal verilerek kalblerini islam´a ısındırmak ve imanlarını sabit kılmak maksadı güdülmektedir. Ayrıca kabilelerini de îslama davet etmeleri ve onları islam´a yaklaştırmaları maksadıyla kendilerine zekattan bir miktar verilir.
Bu, geçerliliğini korumakta olan bir ilkedir. Her ne kadar bazı kimseler bu ilkeyi Hz. Ömer´in, kaldırdığını iddia etmekteyseler de, bu yanlıştır. Hz. Ömer´in yaptığı tek şey, Hz. Peygamberin kendilerine zekat vermiş olduğu kimselere zekat vermemiş olmasıdır. Hz. Ebubekir de peygamber efendimizin yaptığını yapmış, onun zekat verdiği herkese, kendisi de zekat vermiştir. Hz. Ömer hilafet makamına geçince, kazanılmış “bir hak sayılmaması için, Hz. Peygamberce Hz. Ebubekir´in zekat verdiği kimselere zekat vermemiştir. Fıkıhçılar, verilmesini gerekli kılan bir sebebin meydana gelmesi halinde, zekatın müel-lefe-i kuluba verilmesinin vacib olacağı hususunda görüş birliği etmişlerdir.
Zekatı îslâm daveti uğruna harcamak sahih olur. Aynı şekilde islam´a girerek akrabalarından kopan, rızıklarını temin etme yolları daralan müellefe-i kuluba da, kalblerini İslam´a ısındırmak, imanlarını sabitleştirmek ve yardıma müstehak olan kişilere de yardım etmek maksadıyla zekat vermek sahih olur.
Zekatın verileceği sekiz sınıftan beşincisi, köleleri azad etmek maksadıyla zekat vermektir. îslam dini hürriyet, onur, insanlık, kardeşlik hakiki adalet dinidir. Dinimiz, insanın başkasının mülkiyeti altında bulunmasını hoş karşılamaz. Hz. Peygamberin ve ondan sonra Hulefa-i Raşid´in devirlerinde Medine, îslamî hükümlerin etkisiz olarak uygulandığı ve yüksek bir 1 sosyal adaletin hemen göze çarptığı kutsal bir kent olmuştur. Zekat hükümleri, Peygamber efendimizin Medine´ye hicretinin 3. yılında açıklanmıştır. Hz. Peygamber de bunun üzerine toplumda sosyal adaleti garanti eden ve bütün toplumu afetlere karşı koruyan zekat hükümlerini tatbik etmeye başlamıştır. Efendileri ile mali bir meblağ üzerinde anlaşarak, bunu ödemesi karşılığında hürriyetlerine kavuşacak olan kölelere zekat vermek, ayeti kerimenin emridir. Bununla ilgili olarak yüce rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariye) lerden, mukatebe (akdi) yapmak isteyenler (çalışıp belli bir para ödemek karşığında hürriyetlerini kazanmak isteyenler) le, eğer kendilerinde bir iyilik görürseniz, mukatebe yapın ve Allah´ın size verdiği maldan, siz de onlara verin.” (Nur:33)
Böylelerine zekat vererek, efendilerinden kendilerini satın alıp hürriyetlerine kavuşturma imkanı hazırlamak gerekir. Selef-i Salihin de böyle yaparlardı. Rivayete göre adil hükümdar Ömer bin Abdulaziz´e zamanının Afrika valisi şöyle bir mektup yazmış: “Beytü´l- mal dolup taştı, kendisine yardım edebileceğimiz bir fakir kalmadı. Ne yapalım ” Bu mektuba cevaben o adil hükümdar şu cevabı vermiş: “Devlet olarak borçluların borçlarını ödeyin.” Bunun üzerine vali, hazineden, borcuların borçlarını ödemiş. Sonra tekrar mektup yazarak zekat sandığının ağzına kadar dolduğunu ve harcayacak bir yer bulamadığını bildirmiş. Yine Ömer bin Abdülaziz cevap olarak, müslü-man köleler satın alıp hürriyetlerine kavuşturmalarını bildirmiştir.
Halkın ve kainatın efendisi Hz. Muhammed (sav) zamanında hür insanlar îslamı muzaffer kılmak için bu yolu tutmuşlardı.
Zekatın sarfedileceği sekiz sınıflan altıncısı, borç yükü altında ezilen borçlulardır. Bunlara zekat verilebilmesi için, bu borcun altına günah ve masiyet uğruna girmemiş olmaları, borç aldıkları paraları israf etmeksizin harcamaları şarttır. Bunlar borçlarını ödemekten aciz kaldıkları takdirde, borçları zilletlerini bertaraf etmek için beytül-malın zekat bölümünden karşılanır. İki hasmı barıştırmak gibi sosyal bir faaliyeti gerçekleştirmek, ya da katil olan akrabasının diyetini vermek için borç altına giren kimselerin borçları, beytü´1-malm zekat bölümünden ödenir. Bunlar borçlarını ödemekten aciz olmasalar bile, borçları beytü´l- maldan ödenir ki, cömert kimseler, hasımları barıştırma işine teşebbüs etmekten geri kalmasınlar» îşte bu uğurda faaliyet gösteren kimselerin borçlarını hafifletmek için, kendilerine beytü´1-malm zekat bölümünden yardım edilir.
Bu anlattığımız hususlarda, Hz. Peygamber´e inen ilahi şeriat ile, bu şeriatın indiği zamanlarda hüküm sürmekte olan Roma hukuku arasında bir karşılaştırma yapmamız gerekmektedir. Roma hukuku bazan öyle bir uygulamaya girmiştir ki, borçlu kimselerin, borçlarını ödemekten aciz kalmaları halinde köleleştirilmelerini Öngörmüştür. Halbuki İslam şeriatı, borcunu ödemesi hususunda borçluya yardım edilmesini öngörmektedir, îşte bu da, Allah´ın şeriatı ile, insani nitelikte Roma hukuku arasındaki farktır.
Zekat verilecek olan sekiz sınıftan yedincisi yolculardır. Kendi memleketinde zengin olsa bile, elinde malı bulunmayan yolcuya beytü´l-malın zekat bölümünden yardım edilir. Memleketine dönmesine yetebilecek bir miktarda zekata hak kazanır. Ayrıca Beytü´l-malın borç olarak ona para vermesi de uygun olur. Memleketine döndükten sonra bu borcu hiçbir zorluğa katlanmadan ödeyebilmelidir. Aslında bu para, ya da mal, kendisine borç olarak değil, mülk olarak yardım mahiyetinde verilmelidir. Zekatın sarfedileceği sekiz yerden sonuncusu da, zekatı Allah yolunda, yani cihad uğruna harcamaktır. Ordunun donanımı ve personel giderlerine göre bey t ül-m aldaki zekat toplamının sekizde biri ya da daha fazlası buraya verilebilir. Bazı alimler derler ki: Ayeti kerimede geçen “Allah yoluna” sözü bütün kamu yararlarını, örneğin köprü yapımını kapsamına almaktadır. Kaffal el- Şasi: “Allah yoluna” sözü, zekatın sarfedileceği sekizinci yerdir. Yoksa önce sözü edilen yedi sarf yeri buraya dahil değildir. Nitekim dini bir fariza olan zekatı ortadan kaldırmak isteyen bazı kimseler bunu böyle anlamaktadırlar” demiştir.
Diyetler
Önceki sayfalarda da anlattığımız gibi, Bedir ve Uhud savaşları arasında müslümanların durumunu sosyal bakımdan iyileştirmek için bazı düzenlemeler yapılmıştır. Geniş kapsamlı olan bu düzenlemelerden bazısı Bedir savaşından önce olmuştur ki, namaz ve oruç gibi nefsi düzenlemeler ile sadaka-i fıtır gibi kısıtlı sosyal düzenlemeler bunların başmdaı gelmektedir. Nefsi düzenlemelerden kasdedilen şey, insanları ibadetlerle yüce Allah´a yaklaştırmak. O´nun yücelik ve azametini onlara hissettirmektir. Allah´a yaklaşan kimse, Allah´ın kullarına merhamet eder. Allah´ın kullarına merhamet eden kimse de onlarla dost olur ve onlarla ülfet peyda eder. Onlarla birlikte İslah edici bir kuvvet haline gelir.
Bütün bunlardan sonra ameli bir ıslahat olan zekat farz kılındı. Zekat, gücünü Allah´tan alan devlet başkanının, ya da onun adına vazife yapanların kuvvetiyle alman dini bir vergidir. Kişilerin kendi arzu ve istekleriyle değil, devlet yetkilisinin kuvvetiyle alınır. Ama kişiler kendi istek ve arzularıyla verdikleri takdirde, sevapları da buna göre fazla olacaktır.
Zekat, erdemli bir toplumun oluşmasını sağlayan temel ilkelerden biridir. Ama erdemli toplulukta da bazı sosyal müeyyidelerin bulunması gerekir ki, erdemler korunabilsin. Çünkü îs-lami erdemler belirli bir onura sahiptir. Bunların bir kuvveti olmalı ki bu kuvvet sayesinde rezaletler önlensin.
Savaş gücü, nasıl ki devleti düşman saldırılarına karşı koruyorsa, aynı şekilde hadler ve kısaslar da bu rezilliklere karşı erdemleri koruyan sosyal müeyyidelerdir.
Ibn Cerir et- Taberi´nin anlattığına göre, diyet hükmü hicretin ikinci yılında meşru kılınmıştır. Diyetler meşru kılındığına göre, bir kimseyi öldüren, ya da organ telef eden kimselerin de kısasa tabi tutulmaları gerekir. Çünkü diyetler manevi kısastırlar. Kısasın sureten tatbiki imkansız olduğu takdirde, diyet verilmesi gerekir.
Hicri ikinci yılda meşru kılınan kısasla ilgili olarak Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: ttEy inananlar! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama kim (yani katil) kardeşi tarafından affedilirse o zaman (affedenin örfe göre) uygun olanı yapma (sı, uygun diyeti istemesi, affedilenin de) güzelce onu ödeme (si) gerekir. Bu, rabbiniz tarafından bir hafifletme ve acımadır. Kim bundan sonra da saldırıya kalkarsa, artık onun için acı bir azap vardır. Ey akıl sahipleri! Kısas-da sizin için hayat vardır. Böylece korunursunuz.” (Bakara 178-179)
Şüphesiz ki, kısas hükmü sosyal düzenin sağlanması ve korunması bakımından önemli bir ilkedir. Çünkü insanlar, kısas ile kendisine saldıracak olan diğer insanlara karşı korunmaktadır. Ayrıca kısasın uygulanmasıyla kişinin hayatı güvence altına alınmakta, şeref ve haysiyeti korunmaktadır. Kısas hükmünün uygulanması, insanların birbirine karşı işleyecekleri suçta caydırıcı bir rol oynayacaktır. Ayrıca kısas hükmünün uygulanmasıyla, cahiliyet adetleri de ortadan kaldırılmış olacaktır. Çünkü cahiliyet devrinde, bir kişiye karşılık bin kişinin öldürüldüğü bile olmuştur. Mesela şerefli bir kimseyi Öldüren katil,eğer şerefçe onun mertebesinden değilse öldürülmez; onun yerine katilin akrabaları arasında, şeref ve neseb bakımından öldürülene denk olan biri seçilip öldürülürdü. Yani cahiliye devri insanları cana can kısasını yeterli görmüyor, işi daha da ileriye götürüyorlardı.
Kısas hükmüyle hased ruhu ve nefîslerdeki kin öldürülmüş. En azından hasedin tesirleri hafifletilmiş, kıskanç kimselerin nefisleri frenlenmiştir. Çünkü kişi, başkasını öldürmesi durumunda, ileride kendisinin de kısasa tabi tutulacağını bildiğinden dolayı cinayet işlemeyecektir. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, kurbanı kabul edilen takvalı Habil´i, kardeşi Kabil´in öldürmesine sebebiyet veren hasedin ve çekeme-mezliğin etkisini anlatarak şöyle buyurmuştur: “Bundan dolayı Israiloğullarına şöyle yazdık: Kim, bir cana kıymamış, ya da yeryüzünde bozgunculuk yapmamış olan bir canı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş; kim de onu (n hayatını kurtarmak suretiyle) yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibidir.”
(Maıde: 32)
Çeşitleriyle diyet hükümleri, daha önce de söylediğimiz gibi, bu ayeti kerimedeki kısas hükmünün aslına tabidir. Tevrat´taki kısas ayetinin açıklandığına göre, Önceki peygamberler de, kendi şeriatlerinin gereği olarak kısas hükmünü uygulamışlardır. Bu hüküm, İslam´a kadar devam etmiştir. Allahü Teala Maide Suresi´nde konuyla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Onda (Tevrat´ta) onlara: cana can göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı kısas (ödeşme) yazdık. Kim bunu bağışlarsa o kendisi için keffaret olur. Ve kim Allah´ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte zalimler onlardır.” (Maide: 45)
Bu anlattıklarımızla, Bedir ve Uhud gazaları arasındaki dönemde, insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek, kısas hükmünü koymak, diyetleri açıklamak gibi sosyal ıslahat ahkamı konulmuştur. Diyetler kısas şartlarının tahakkuk etmediği, ya da kısasın tatbikine imkan bulunmadığı zamanlarda söz konusu olurlar. Elbette ki, doğruyu en iyi bilen yüce Rabbimizdir.
Hz. Ali´nin, Hz. Fatıma ile Evlenmesi
Bedir gazasından sonra Hz. Ali (k.v.) Fatümetüz-Zehra (r.a.) ile evlenmiştir. Buhari´nin rivayetine göre Hz. Ali (r.a.) şöyle demiştir: “Bedir savaşında ganimet olarak payıma iki deve düşmüştü. Hz. Peygamberin kızı Fatıma ile evlenmek istediğimde Kaynuka Oğullarından bir kuyumcu ile anlaşarak çöle gidip orada boya otu (izhir) toplayıp bunları kuyumculara satmak ve elde ettiğim parayla düğün masraflarını karşılamak için anlaşma yapmıştım. Ben ensardan bir adamın evinin yanına bıraktığım develerim için semerlerini, iplerini ve hararlarını getirmek üzere işe koyulmuştum. Nihayet gerekli malzemeyi toplayıp develerin yanına geldiğimde hörgüçlerinin kesilmiş, böğürlerinin yarılmış, ciğerlerinin de bir kısmının koparılmış olduğunu gördüm. Ağlamaktan kendimi alamadım. Gözlerimden yaşlar boşandı ve bunu kim yaptı diye sordun. Dediler ki: Abdulmuttalib´in oğlu Hamza yaptı. îşte o, şu ensarilerin evinde içki içmektedir. Yanında da şarkıcı bir kadın var; ona şarkı okuyor. Kadın şarkı okurken ona şöyle demiş: “Ey Hamza! Devenin hörgüçlerine gitsene…” Şarkıcı kadının bu sözleri üzerine Hamza gidip develerin hörgüçlerini kesmişti. Ben bu manzarayı görünce koşarak Resulullah (sav)´ın yanına gittim, yanında Zeyd bin Harise de vardı. Dedim ki: Ey Allah´ın Resulü! Bugünkü gibi bir durumla karşılaşmadım. Hamza, benim develerime saldırmış, hörgüçlerini kesmiş, böğürlerini yarmış. Şimdide falan evde içki içmektedir. Nedimeleriyle birlikte içki sofrasında bulunmaktadır. Ben böyle der demez Hz. Peygamber abasını getirmelerini istedi. Getirdiler, abasını üzerine alıp hemen yola koyuldu. Ben ve Zeyd bin Harise onun peşine düştük. Nihayet Hamza´nın bulunduğu eve geldi. İçeriye girmek için izin istedi, girmesine izin verildi. Girer girmez yaptığı işlerden ötürü Hamza´yı ayıplamaya ve kınamaya başladı. Ama Hamza sarhoştu ve gözleri kızarmıştı. Hz. Peygambere baktı, sonra dizlerinden başlayıp mübarek yüzüne doğru gözlerini kaldırdı ve onu seyretmeye başlayarak şöyle dedi: “Siz kimsiniz Siz ancak benim babamın köleleri olabilirsiniz!” Hz. Peygamber onun sarhoş olduğunu anladı geri dönüp gitti. Biz de onunla birlikte Hamza´nın bulunduğu evden çıkıp gittik.” Bu olayı nakletmemizin sebebi, bunda İslam aslanı Ebu Talip oğlu Ali´nin evlenmesinden bahsedilmesidir. Hz.Ali yirmi dördüne ayak basınca evlenmişti. Biz Hz. Peygamberi ve onun şerefli aile efradını anmakla hayır ve berekete nail olacağımızı umuyoruz. Ayrıca bunun yanında bu rivayet beş şeye de işaret etmektedir:
1- Büyük mücahit Hz. Ali, düğün masrafını karşılayacak kadar mala sahip değildi. Bunun için de çölün ortasına düşerek izhir otu toplamajc zorunda kalmıştı. Halbuki Hz. Ali, Hz. Peygamberin amcasının oğlu olup onun yanında büyümüştü. Buna rağmen düğün masraflarını karşılamak için çöllerde kalmıştı.
2- Bu haberde açıkça anlatıldığına göre, Hz. Ali´nin payına düşen iki deve, Hz. Peygambere verilen beşte bir ganimetten gelmektedir. Bu da gösteriyor ki, Bedir savaşındaki ganimetler beşe bölünmüştür. Ebu Ebeyd´in “Kitab´ül- Emval” adlı eserinde iddia ettiği gibi, mücahitler arasında eşit ölçüde paylaştırılmamış ti.
3- Hz. Peygamber o öfkeli anında dahi Hamza´nm bulunduğu eve girmek için izin istemeyi unutmamıştır. îçki sofrasında bulunan kimselerin yanına girmek için bile izin istemeyi gerekli görmüştür.
4- îçki, insan nefsini fazlasıyla etkiler, Allah´ın aslanı Ham-za, bu yüzden Hz. Peygamber´e karşı ayık iken yapmasına imkan bulunmayan hareketler yapmıştı.
5- O zamanlar, içki henüz kesin bir hükümle haram kılınmamıştı. Ayrıca içki, insanlar arasında kin ve düşmanlık duygularını kabartır. Eğer hikmetli, akıllı ve iyi kimseler olmasaydılar, içki, Hz, Hamza, Hz. Ali ve Hz. Peygamber arasında bir düşmanlık nedeni olabilirdi.
Bedir ve Uhud Savaşları Arasındaki Gazveler
Büyük Bedir savaşından sonra Hz. Peygamber, etraftaki kabileleri tanımaya ve onlara gitmeye başladı. Medine-i Münev-vere´ye dönüşünden yedi gece sonra Ibn Ishak´ın da dediği gibi, Beni Süleym kabilesinin yanlarına gitti. Onlara ait Kedir suyunun başına vardı. Oradakilerin durumunu araştırmak, mıntıkaları hakkında bilgi edinmek maksadıyla üç gece kaldı. Sonra Medine´ye döndü. Hiç bir zorlukla ve tuzakla karşılaşmadı. Bu anlatılanlar, hicretin ikinci yılının Şevval ayında olmuştur. Buna Kedir Gazvesi denir.
Hz. Peygamberin kabileler hakkında bilgi edinmek ve İslam daveti yolunda karşısına çıkan kimseleri tanımak için yaptığı gezi ve dolaşmalara savaş değil, fakat gazve diyoruz. Çünkü bunlar İslam davetini yaymaya ve ileride meydana gelecek olaylara karşı hazırlanmaya yönelik faaliyetlerdi. Bütün bu gezilere çıkarken, Medine-i Münevvere´de kendi yerine bakacak bir kimseyi vekil olarak bırakırdı.
Sevik Gazvesi
Hicretin ikinci yılı Zilhicce ayında yapılan bu gazvenin sebebi, yenik düşen Kureyş ordusunun geri dönmesi ve Kureyş´in büyüklerinde dinmeyen bir kin ateşinin alevlenmesidir. Bunlar Hz. Muhammed´in peygamberliğine karşı inatçı küfürlerini devam ettiriyorlardı. Tevhide sarılmaya, putları terk edip Rah-man´a ibadet etmeye çağıran Muhammedi risalete karşı savaşçılıklarını sürdürüyorlardı. Bunların başında şirkin önderliğini yapan Ebu Süfyan gelmekteydi. Ebu Cehil Ukbe bin ebi Muayftan sonra gelen bu şahıs, Bedir savaşında müşrik komutanlarının en başta gelenlerindendi. Ebu Süfyan, Hz. Mu-hammed´le savaşmadan yıkanmamaya yemin etmişti. Müslümanlardan korkuları o kadar şiddetliydi ki, o görülmemiş yenilgiden sonra artık yataklarında uyuyamaz hale gelmişlerdi. Çünkü o yenilgide kavmi telef olmuş, yetişkinler öldürülmüştü. Şiddetli bir öç ve intikam ateşiyle yanıp tutuşmaktaydılar. Bununla beraber Ebu Süfyan yeminini çözmek istiyordu. Ku-reyş´ten topladığı ikiyüz süvariyle yola çıkıp Necid taraflarına yöneldi. Yesip denilen ve Medine-i Münevvere´ye üç fersah yakınlıkta bulunan bir dağın eteğine geldi. Müslümanlardan hiçbiriyle karşılaşmadan Nadiroğullari yahudileriyle irtibat kurdu. Bunlar, Medine´de müslümanlarla bir arada yaşayan kimselerdi. Müslümanlara karşı dost görünmelerine ve onlarla barış yapmış olmalarına rağmen, müslümanlara ve Hz. Peygambere karşı kalblerinde besledikleri öfke, kin ve düşmanlıktan Ebu Süfyan ´m haberi vardı. Geceleyin Nadiroğullarmm yurduna gitti. Huyey bin Ahtab´m kapısın çaldı. Ama o, kapısını Ebu Süfyan´a açmadı. Çünkü ona karşı büyük bir Öfke besliyordu. Bunun üzerine Ebu Süfyan, Selam bin Yeşkem´in evine gitti. O, zamanında Nadiroğullarının efendisi ve hazinedarıydı. Ebu Süfyan ´ı ağırladı ve mü´minlerin durumunu ona anlattı.
Ebu Süfyan, müslümanlar hakkında Nadiroğullarının müslümanlar hakkındaki bildikleri bütün sırları öğrendi. Beraberindeki adamlardan birkaçını gönderdi. Bunlar Medine´nin bir nahiyesi durumunda olan Ariz mevkiine geldiler. Oradaki hurmalıkları yakıp evleri tahrip ettiler. Sonra orada bulunan Ensardan bir adamı ve ekmekte oldukları bir tarlada çalışan yardımcısını Öldürerek kaçtılar kimseyle savaşmadılar. Kaçarken de, kendilerine kolaylık olsun diye yüklerinin ve azıklarının çoğunu ellerinden bıraktılar. Hz. Peygamber durumdan haberdar oldu. O, kendisini imdada çağıranların imdadına koşmayı vazgeçilmez bir görev sayıyordu. Hemen olay yerine gitti. Medine´de Ebu Lübabe´yi yerine vekil bırakmıştı. Kedir denilen yere vardı. Ebu Süfyan ve beraberindekiler çoktan kaçıp gitmişlerdi. Fakat onun ikiyüze varan askerlerinin azıkları, terkedilmiş olarak orada duruyordu. En fazla kavut buldu. Ayrica müslümanlar, kendileri için bol miktarda gıda maddesine kavuşmuş oldular. Kavut bulduklarından dolayı bu gazaya, arapçada kavut anlamına gelen Sevik Gazvesi adım verdi er.
Bu gazve sonucunda müşrikler şiddetli bir korkuya kapılmışlar, inananlara karşı uyanık olmak ve onlar tarafından ansızın bastırılmamak için gerekli tedbirleri almak gerektiği hususunda düşünmeye başlamışlardı. Yine bu gazve sonucunda müşrikler, canları ile mallarım korumak için gerekli önlemler almaya başladılar. îslamiyetin, öyle ansızın bastırılacak bir guç olmadığını ve gerçek bir kuvvet haline geldiğim anladılar, lar-ladaki iki insanı öldürmekle yiğitliğe yaraşmayacak bir iş yaptıklarım farkettiler.
Zî-Emr Gazvesi
Hz. Peygamber Sevik gazvesinden sonra zilhicce ayı boyunca Medine´de kaldı. Müslümanların işlerini idare edip Kur´an-ı Kerim hükümlerini tatbik etti. Fazla beklemeden, Arap belde-lerininin durumlarını anlamak için işe koyuldu. Necid taraflarına yöneldi. Çünkü Ebu Süfyan ´m tarlada çalışan iki kişiyi öldürmek üzere gelen askerlerinin yolu Necid´den geçmekteydi. Bunlar o iki kişiyi öldürdükten sonra savaşmadan kaçıp gitmişlerdi. Etrafı yakıp yıkmışlar, ama kimseyle savaşmamışlar-dı. Hz. Peygamber Gatafanlılara yönelerek Necid´e doğru yola çıktı. Medine´de de vekil olarak Osman bin Affan (ra)´ı bıraktı. Vakıdi, tarihinde bu konuyu anlatırken şöyle der: Hz. Peygamber Gatafanlılarla Salebeoğullarının müslümanlarla savaşmak amacıyla Zi Emr denilen yerde toplandıklarını haber aldı. Hicretin üçüncü yılı Rebiul- Evvel ayının onikinci gecesinde Medine´den hareket ederek Gatafanlılara doğru sefere başladı. Medine´de vekil olarak yine Osman bin Affan´ı bıraktı. Beraberinde dörtyüz elli adamı vardı. Etraftaki Arabiler kaçıp gitmiş-ler,dağların tepelerine tünemişlerdi. Nihayet Hz. Peygamber Zi Emr denilen yere gelerek orada karargah kurdu. Bu gazve için orada onbir gün kadar kaldı. Daha fazla beklemeden geri döndü. Bu gazve esnasında müslümanlar, şiddetli bir yağmura yakalandılar. Öyle ki, Hz. Peygamberin elbisesi sırılsıklam oldu. Bir ağacın altına gitti ve elbisesini çıkarıp kurutmak için ağacin üzerine serdi. Yürekleri korkuyla dolu olan müşrikler, O´nu izliyorlardı. Aralarında atılgan bir adam olan Goris bin Haris, diğer yoldaşları tarafından Hz. Peygamberi öldürmeye teşvik edildi. Plana göre Goris, güvenlik içinde, emin bir vaziyette durmakta olan Hz. Peygamberi ansızın yakalayacaktı. Bu adam elinde parlak ve yalın bir kılıçla Hz. Peygambere doğru gitti. Yanına yaklaşınca kılıcını çekerek: “Ey Muhammed! Seni benim elimden kim kurtaracak !” dedi Hz. Peygamber de: “Allah..” diye cevap verdi. Bunun üzerine Goris´in elindeki kılıç yere düştü. Bu defa yerdeki kılıcı alan Hz. Peygamber ona: “Ya benim elimden seni kim alacak !” diye sorunca Goris: “Hiç kimse… şehadet ederim ki, Allah´tan başka Tanrı yoktur. Muhammed Allah´ın Resulüdür. Ve ben sana karşı gelecek olan düşman topluluğuna asla katılmayacağım!” dedi. Vakidi bu olayı Zi Emr gazvesi meyanmda anlatmaktadır. Ama Beyhaki buna benzer bir kıssayı Zat´ür- Rika gazvesini anlatırken nakletmektedir. O da Hz. Peygambere kılıç çeken adamın Goris olduğunu söyler. Bazıları ise bunların iki ayrı kıssa olduğunu söylemişlerdir. Ancak Ibn Kesir´e göre, Hz. Peygambere kılıç çektiği söylenen Goris, iki rivayetten birinde geçen bir adamın adıdır. Öyleyse iki ayrı olayın meydana gelmiş olması mümkün değildir. Ancak bu, Hz. Peygambere kılıç çeken Goris ´in müs-lüman olmadığını ve Hz. Peygambere saldıracak düşmanlar arasına katılmayacağına dair bir söz vermemiş olduğunu farz edersek, mümkün olabilir, işin doğrusunu en iyi bilen, elbetteki Cenab-ı Allah´tır.
Bahran Taraflarına Yapılan Gazve
Kureyşliler kesinlikle, Hz. Muhammed (sav) ile, beraberindeki mü´minlerin güvenlik içinde yaşamalarını istemiyorlardı.Me-dine´ye saldırılarını önleyen tek sebep, onların saldırıdan yenik çıkmaktan korkmalarıydı. Bu korku ve ürküntüleri de amaçlarını gerçekleştirmelerine engel oluyordu. Hz. Peygamber müşriklerin durumlarını araştırma işini sürdürüyordu. Çevre mıntıkaları yavaş yavaş hakimiyeti altına alıyordu. Düşmanları korkutan bu uygulaması ile arap kabilelerinin durumlarım öğrenmeye, tslamiyeti Arapların bütün kabilelerine yaymaya, onlan ilahi nur ile aydınlatmaya çalışıyordu. Bu maksatla Medine´den çıkarken yerine İbn Ümmü Mektum´u vekil bırakıp Kureyş´e doğru yol aldı. Furu nahiyelerinden Bahran denilen yere vardı. Orada rebiül ahir ile Cemaziyelevvel aylarını geçirdi bu süre içinde Arap kabilelerinin durumlarını araştırıp inceliyor, onları yorulmadan îslama davet ediyordu. Zaten onun peygamber olarak gönderiliş amacı da buydu. O, savaş için değil, hidayet için gönderilmiş bir peygamberdi. Savaş, sadece ts-lam davetini eza ve saldırılardan korumak, dine fitne karıştırmayı önlemek, tslam hidayetinin yolunu aydınlatmak için meşru kılınmıştır. îşte bu nedenle herhangi bir kimsenin “madem Hz. Peygamber bir zorlukla, bir savaşla karşılaşmadı, elde edeceği bir kervan da yoktu; ne diye bu kısa sayılmayacak süre boyunca Medine´yi terketti ” şeklinde itirazda bulunması doğru değildir. Çünkü onun amacı savaş taktikleri yapmak ve başkalarının mallarını müsadere etmek değil, aksine îslamiyeti yaymak ve tevhid davetini dünyanın dört bir yanına duyurmaktı.
Kaynuka´da Yahudilerin İç Yüzünün Açığa Çıkması
Yahudilerin, müslümanların kalblerine şüphe salmak, mücahitler arasına tereddüt ve hezimet ruhu aşılamak gayretlerini, büyük Bedir gazasmdana sonra kalblerinin kinle doluşunu, putperestlere kindarlığı nasıl aşıladıklarını, müslümanlara dil uzatan ve onlarla alay eden münafıkları Hz. Peygamberin nasıl Mescid´i Nebevi´den kovduğunu önceki sayfalarda kısaca anlatmıştık. Fakat bütün bunların yanı sıra Medine´nin ortasında müslümanlarla beraber yaşamakta olan bir grup yahudinin, yani Kaynuka oğullarının müslümanlara karşı öfkelerini nasıl açığa vurdukları da bilinen bir gerçekti. Hz. Peygamber, onların dilleriyle açığa vurdukları kinlerini bildiği halde, bunu bilmezden gelerek, onları hikmet ve güzel öğüt ile hakka davet etmek için büyük çaba harcıyordu.
Hz. Peygamber Kaynuka çarşısında bu yahudilerle karşılaştı. Onlarla komşunun komşusuyla nasıl konuşması gerekiyorsa, öyle konuştu. Onları doğru yola çağırdı ve dedi ki: “Ey yahu-diler topluluğu! Kureyş´in başına gelen bela ve musibetin sizin başınıza da gelmemesi için Allah´tan sakının ve müslüman olun. Sizler, benim Allah tarafından gönderilen bir peygamber olduğumu mutlaka biliyorsunuz. Çünkü buna dair bilgileri kitabınızda (Tevrat´ta) görmektesiniz. Allah´ın bu hususta aldığı bir söz vardır.”
Yahudiler bu doğru ve tatlı söze kaba tarzda cevap vererek hiddetlerini açığa vurdular: Ey Muhammed sen bizi, kendi kavmine (Kureyşlilere) benzetmektesin. Savaş bilmeyen Kureyşli-lerle karşılaşıp onları yenmiş olman seni aldatmasın. Evet bu sana bir fırsat vermiştir, fakat Allah´a yemin olsun ki, eğer bizimle savaşacak olursan, bizim nasıl insanlar olduklarımızı el-betteki göreceksin.
Hz. Peygamber bu ürkütücü ve korkutucu cevabı duymazlıktan geldi. Çünkü o, sözlü saldırılarda bulunanlara savaş açmazdı. Sadece İslam´a karşı eyleme girişenlerle savaşırdı.
İbn İshak, Allahu Teala´nm Hz. Peygambere, Kaynuka oğulları yahudilerine şu cevabı vermesini emrettiğini anlatmaktadır: “înkar edenlere: yenileceksiniz, toplanıp cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir döşektir!´ de. (Bedir´de) karşılaşan şu iki toplulukta sizin için bir ibret vardır. Biri Allah yolunda savaşanlardır, diğeri inkarcılardır ki, bunlar karşı tarafı gözleriyle kendilerinin iki misli görüyorlardı. Allah dilediğini yardımıyla destekler. Bunda görebilenler için bir ibret Var-dir.” (Ali lmram 12-13)
Yahudilerin, kendilerini müslümanlarm iki misli görmeleri, savaşta onlarla karşılaştıkları anda olmuştur. Çünkü onlar daha önceleri kendilerini mü´minlerin sayısı kadar ve onların kuvvetinde görüyorlardı. Ama Cenab-ı Allah, dilediklerini, az da olsalar, çok da olsalar, kendi yardımı ile destekler. Allah´ın izniyle nice az sayıdaki topluluklar, çok sayıdaki toplulukları mağlup etmişlerdir.
Ama Kaynuka oğullan sadece konuşmakla kalmadılar. Müslümanları bölmek için şüphe tohumları saçmakla yetinmediler. Sözlü kötülük sınırını da aşarak, eylemli kötülük safhasına geçtiler. Müslümanların yakınında toplanmışlardı. Açıkça ahde vefasızlık ediyor, anlaşmaya saygı göstermiyor, Hz. Peygamber ile müzminlere dil uzatıp eziyet ediyorlardı.
ibn İshak´ın anlattığına göre, müslüman bir kadın alışveriş -yapmak üzere Kaynuka oğullarının çarşısına gitmiş, bir kuyumcunun dükkanında oturmuştu. Yahudiler müslüman kadının yüzünü açmasını istediler. Ama o, bunu kabul etmedi. Fakat kuyumcu elini kadının eteğine atarak elbisesini toplayıp sırtına bağladı. Ayağa kalkınca kadının mahrem yerleri göründü. Onu bu halde gören yahudiler gülmeye başladılar. Kadın, çığlık atmaya başladı. Durumu gören müslüman bir erkek, o fe-sadçı ve yaramaz kuyumcunun üzerine atılarak hemen oracıkta öldürdü. Kuyumcu, yahudiydi . Bu sebeple diğer yahudiler de bu müslümanın üzerine atılarak onu Öldürdüler. Ölen müs-lümanın aile efradı yahudilerden intikam alması için müslü-manlardan yardım istediler. Bu olaya çok öfkelenen müslüman-lar, Kaynuka oğulları ile savaşmak istediler. Kadının erdem ve iffetini korumak için savaş zorunlu hale gelmişti. Çünkü yahudiler müslümanlarla yapmış oldukları anlaşmayı en çirkin bir şekilde bozmuşlardı.
Ben-i Kaynuka Muhasarası
Kaynuka oğulları, bu müslüman kadına yaptıklarından, müslümanlara dil uzatmaktan, eziyet ve zulüm yapmaktan dolayı sorumlu tutulmuşlardı. Ama bütün bunlara rağmen Hz. Peygamber, onlara karşı sabırlı davranıyor, onlarla yapmış olduğu anlaşmaya riayet ediyordu. Fakat onlar müslümanlardan bir kişiyi öldürünce, Hz. Peygamber dayanamayarak yurtlarını kuşatma altına aldı. Onbeş gün süren kuşatma sırasında Hz. Peygamber, Medine´de kendi yerine Beşir ibn Abdülmünzir´i, yani Ebu Lübabe´yi vekil olarak bırakmıştı. Kuşatma şiddetlenip uzayınca Kaynuka oğulları, Hz. Peygamberin vereceği hükme razı olup teslim oldular. Hz. Peygamber de onları Öldürmedi ve Medine dışına sürgün etti. Bunlar Hazreç´lilerin müttefikiydiler. Hazreçlilerin başında da münafıkların lideri Abdullah bin Übey bulumaktaydı. Ubade binSamit de onlardandı, ibn Übey, Kaynuka oğullarına yardım etmiş, Hz. Peygambere gelerek: “Ey Muhammed benim dostlarıma ve müttefiklerime iyilik et” demişti. Hz. Peygamber (sav), onun bu sözü üzerine kararını biraz geciktirdi. Ama tekrar gelerek şımarık bir şekilde ve “resul” sıfatını kullanmaksızın “Ey Muhammed, dostlarıma ve müttefiklerime iyi davran” dedi. Hz. Peygambere “resul” olarak hitap etmemesi, onun münafıkların etkisi altında kaldığını gösteriyor. Münafıklıklar, üslubundan anlaşılıyordu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ve onları konuşmalarından da tanirsin.” (Muhammedi 30)
Abdullah bin Übey bin Selül, Hz. Peygambere karşı kullandığı şımarıkça ifadelerle birlikte, elini onun zırhının yakasına atıp adamlarım ve müttefiklerini serbest bırakmasını söylemişti. Hz. Peygamber: “Beni bırak!” demiş ve öfkelenmiş, hatta yüzü morarmıştı. Sonra yine. “Yazık sana… Bırak beni!” diye onu uyarmıştı. Münafık Abdullah bin Übey ise, şöyle cevap vermişti: “Bırakmam vallahi! Beni, Hadaik ve Buas günlerinde kızıl ve karalara karşı koruyan, bir sabahta kesip biçmek istediğin bu müttefiklerimden dörtyüz zırhlı ve üçyüz zırhlıya lütuf ve iyilik etmedikçe yakanı bırakmam! Ben, vallahi bu kadar insan yüzünden felaketin aleyhe döneceğinden korkuyorum!” Hz. Peygamberin, Kaynuka Oğullarını Öldüreceğini sanmıştı. Oysa Hz. Peygamber sadece onları Medine´den çıkarmak niyetindeydi. Onları öldürmek istemiyordu. Cevap olarak dedi ki: “Onları sana bırakıyorum.” Yani onları sürgün ediyorum ve Öldürmüyorum.
Hz. Peygamber en az zararla onların serlerini bertaraf etmek istemişti. Münafıkların başı işte böyle bir tutum sergilemişti. Fakat Abdullah bin Übey gibi, kendisi de Kaynuka Oğullarının müttefiki olan Ubade bin Samit de şöyle demişti: “Ben Allah ve Resulü ile mü´minleri dost edinirim. Şu kafirlerle müttefik olmaktan ve onları dost edinmekten uzağım.”
îşte iki kişi… Biri mü´min, diğeri münafık.
İbn İshak, Abdullah bin Übey ile Ubade bin Samit hakkında Cenab-ı Allah´ın şu ayeti kerimeyi inzal buyurduğunu söylemektedir: “Ey inananlar! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin! Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, o onlardandır. Şüphesiz Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez. Kalblerinde hastalık bulunanların: “Bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz!” diyerek, onlara koştuğunu görürsün. Olur ki Allah bir zafer verir veya katından bir emir getirir de, kalblerinde gizlediklerine içleri yananlara dönerler. İnananlar, “sizinle beraber olduklarını bütün güçleriyle Allah´a yemin edenler bunlar mıydı ” derler. Onların emelleri boşa gitmiş ve kaybedenlerden olmuşlardır. Ey inananlar! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve onların O´nu sevdiği; İnananlara karşı alçak gönüllü, inkarcılara karşı güçlü, Allah yolunda cihad eden, yerenin yermesinden kormayan bir millet getirir. Bu, Allah´ın dilediğine verdiği bol nimetidir. Allah (m lütfü) geniştir, (O), bilendir. Sizin dostunuz ancak Allah, onun elçisi ve namazlarını kılan, zekatlarını veren, rükua varan mü´minlerdir. Kim Allah´ı O´nun elçisini ve müzminleri dost edinirse, bilsin ki, şüphesiz Allah´tan yana olanlar üstün gelirler.” (Maide: 5 i- 56)
Bu ayeti kerimelerin, münafıkların lideriyle mü´minlerden biri olan Ubade bin Samit hakkında bir karşılaştırma yapmak amacıyla nazil oldukları doğru ise de, aynı zamanda ayette yahudiler ve münafıklarla dostluk yapanları tanımlayan genel nitelikler de bulunmaktadır.
Kaynuka Oğullarının işi sürgünle sonuçlandı. Medine, onların pisliklerinden temizlendi. Bu sürgün olayı Hz. Peygamber ´den kaynaklanan bir tecavüz ve saldırı değildi. Aksine onların tecavüzlerinden ve sözlerinde durmamalarından kaynaklanan zararları bertaraf etmek için yapılmıştı. Kaldı ki onlar, kötü komşu idiler. İnsanların, onların kötülük ve fesadından korunmaları için Medine´den sürgün edilmeleri gerekiyordu.
Zeyd bin Harise´nin Seriyyesi
Bedir gazasından sonra Kureyşliler, uğradıkları yenilginin etkisiyle Şam´a düzenlemekte oldukları ticaret kervanlarını Medine yakınındaki yoldan geçirmekten korktular. Bu yoldan daha´uzun olsa bile, daha güvenli olan bir başka yolu, yani Irak yolunu seçtiler. Uzaklığından dolayı daha Önceleri bu yoldan hiç gitmemişlerdi. Yolu tanımıyorlardı. Kendileri kılavuz olarak, aynı zamanda müslümanlarla ittifak içinde bulunan Sehm Oğullarının müttefiği Bekr bin Vail Oğulları kabilesinden bir adamı kiraladılar.
Ama Hz. Peygamber, bütün çöl yollarım-biliyordu. Kureyşli-lerin kervanlarının geçeceği yolu da tanıyordu. Hangi yoldan gittiklerini araştırması ve elden kaçırılmamaları için Zeyd bin Harise´yi, bir seriyyenin başına kervanı takip etmeye gönderdi. Seriye onları Kırade suyunun yanında yakaladı. Su içmekte ve hayvanlarını sulamaktaydılar. Zeyd ve seriyesi kervanı ele geçirip Hz. Peygamberin yanına getirdiler. Malları, ganimet olarak müslümanlar arasında paylaşıldı. Fakat kervandaki adamlar kaçıp kendilerini kurtarmışlardı.
Bu seriyye ile ilgili olarak Vakıdi, Tarihi´nde şöyle der: “Zeyd bin Harise seriyyesi hicretin üçüncü yılında, Cemazi-yel-ewel ayının başında kervanı takibe başlamıştı. Kervanın başında Safvan ibn Ümeyye bulunuyordu. Aslında kervanın gönderiliş sebebi şuydu: Nuaym bin Mes´ud Medine´ye gelmişti. Kendi kavminin, yani Kureyşlilerin dini üzerinde duran bu adam kervan hakkında bazı haberler getirmişti. Beni Nadir yurdunda Kinane bin Ebil Hakik ile bir araya geldi. Yanlarında Suleyt bin Numan da vardı. Bunlar içki sofrası kurup kervan hakkında konuştular. Hemen o anda Suleyt bin Numan yanlarından ayrılıp Hz. Peygamberin yanına gelerek durumu ona bildirdi. Derhal Zeyd bin Harise, bir seriyyenin başında, kervanı takip etmek üzere görevlendirildi ve hemen yola koyuldu. Kırade suyunun yanında onları yakaladı, mallarını ellerinden aldı. Fakat kevrandaki adamlar kaçtıkları için seriyye bir, ya da iki adamı esir alabildi. Malları Medine´ye getirdiler. Hz. Peygamber onu beşe böldü. Beşte biri yirmibin (dirhem, ya da dinar) tutuyordu. Beşte dördünü peygamber efendimiz seri-yedeki adamlara dağıttı. Esir alınanlardan biri kılavuzluk yapan Furat bin Hayyan idi. Hemen müslüman oldu.”
Vakidi´nin bu rivayeti kervanın ne zaman yakalandığını ve hangi yollardan gittiğini belirtmektedir.
Suleyt bin Numan´m, Peygamber Efendimize derhal gelip kervanla ilgili haber vermesi, Hz. Peygamberin bu kervan hakkında edindiği bilgilerden sadece birisi olmalıdır. Çünkü Hz. Peygamber son derece akıllı çlavranıp; Kureyşlilerin yapmakta oldukları işleri, Şam´a düzenledikleri ticaret kervanlarının hangi yollardan gideceğini ve ne zaman yola çıkacağını, ayrıca Yemen´e düzenledikleri kervanların ne zaman hareket edeceğini ve ne zaman yola koyulacağını tahmin etmişti. Çünkü Ku-reyşliler, ticaret kervanları için belirli zamanlarda yola çıkmayı alışkanlık haline getirmişlerdi. Cenab-ı Allah onların bu adetlerini, bize şu ayette bildirmektedir: “(Allah´ın başka nimetlerinden dolayı kulluk etmeseler bile, hiç değilse) Kureyşin kış ve yaz yolculuklarında uzlaşmasını ve anlaşmasını sağladığı için, bu ev (Kabe´n) in rabbine kulluk etsinler. O(rab) ki, kendilerini doyuran ve korku içindeyken güven verendir.” (Kureyş Suresi)
Hz. Peygamberin mutlaka ileri görüşlü ve ferasetli olması gerekiyordu ve gerçekten de öyleydi. Onların bu vakitlerde kervanı yola çıkaracaklarını biliyordu. Eğer Medine yakı-nından geçmeyecek olurlarsa, o da mutlaka Irak yolu olacaktı. Haber geldi ve bu haber Hz. Peygamberin tahminlerine uyuyordu.
Yahudi Kâ b Bin Eşref
Şimdi anlatacağımız olay, bireysel bir olaydır; ama Mekkeli müşriklerle Hz. Peygamber arasında cereyan eden savaşlarla ilgilidir. Yahudilerin bu savaşlarda, müslümanları hezimete uğratmak maksadıyla müşrikleri kışkırtmaları, Medineliler arasında yenilgi ve tereddüt ruhu uyandırmaları, Mekke´de savaş ateşlerini alevlendirmeleri gibi fitnekarlıklarıyla ilgilidir. Onlar her savaş ateşi tutuşturduklarında, Allah o ateşi söndürmüştü.
îşte Ka´b bin Eşref de müslümanlara karşı fitne ateşini alevlendirenlerden biriydi. Tay kabilesine mensup olan Ka´b´m annesi Nadir Oğulları yahudilerindendi. Görülüyor ki o, Hz. Peygamberin zamanında mü´minlere karşı barışçı bir yol tutanların safında yer almadığı gibi, kendi hallerinde yaşayan kimselerin safında da değildi. Aksine düşmanlığını ortaya koymuş ve şu aşağıda sıralayacağımız suçları işlemişti:
a- Bedir´deki müşriklerin Öldürüldüklerini öğrenince, mü´minlere karşı kin ve öfkesini açığa vurmuş ve şöyle demişti: “Eğer Muhammed Bedir savaşma katılanları Öldürmüşse, artık yerin altı üstünden daha hayırlıdır!” Bu sözleriyle içinde sakladığı düşmanlığı ilan etmişti. Hz. Peygamber, kendisiyle muahede yapmamış olan ve düşmanlığını açığa vuran bir kimseye ne yapmalıydı
b- Ka´b, Hz. Peygamberi hicveder, bunu yaparken de en küçük bir saygı, şeref ve fazilet kaygısını hesaba katmazdı. Bütün bağlardan ve kayıtlardan sıyrılarak rezilce bir hicviye düzerdi. O, Musa´ya eziyet eden Yahudi ırkdaşları gibiydi. Bütün insani değerlerden sıyrılmıştı.
c- Medine´ye gelince Hz. Peygambere olan düşmanlığını açıkça ilan etti. Yahudileri mü´minlere karşı kışkırttı. Hiç çekinmeden, ahlaki, dini değerlere riayet etmeden, mü´minler arasında şer ve fitne duygularını canlandırmaya çalıştı. Mü´min kadınlar hakkında müstehcen şiirler okurdu. Bu kadınların erdemlerini hiçe sayarak, haklarında kötü konuşurdu.
d- Yahudileri, Hz. Peygamberle yapmış oldukları anlaşmayı bozmaya kışkırttı. Hz. Peygambere iman etmeyenleri ona karşı isyan ve savaşa teşvik etti. Bütün hile, tuzak ve komplo yollarını denedi. Önüne geçip kendisini frenleyecek bir aşireti de yoktu. Tek başına ve bağımsızca oturup çevreye bu pislikleri yayıyordu. Beni Nâdir Oğullarıyla ilişkisi, sadece ana tarafmdan-dı. Onların Hz. Peygamberle yapmış oldukları anlaşma kendisini bağlamıyordu.
e- Ka´b, kin ve düşmanlığını daha da ileriye götürdü. Müslümanlar arasında fesat yaymak ve yahudileri onlara karşı kışkırtmakla kalmadı. Mekke´ye giderek Kureyşlileri Hz. Peygambere karşı ayaklandırmaya çağırdı. Bedir gazasında yenilgiye uğrayanları Hz. Peygambere karşı savaşmaya kışkırttı. Onlarla bağlantı kurdu, arkadaş oldu. Nihayet aralarındaki bu sıkı fıkılıktan ötürü Ebu Süfyan kendisine şöyle demişti: “Allah aşkına söyle, bizim dinimiz mi, yoksa Muhammed´le arkadaşlarının dini mi Allah katında daha sevimlidir Sence hangimiz doğru yoldayız ve hakka daha yakınız Biz iri ve semiz develeri yeriz, su üzerine süt içeriz, hurma yeriz.”
Yahudi Ka´b, Ebu Süfyan´ın bu sorularına cevap olarak dedi ki: “Tabii ki siz doğru yoldasınız ve onlara nisbetle hakka daha yakınsınız.”
Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah da , onların aralarında geçen bu konuşmayla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “Kendilerine kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi (Baksa-na onlar) puta ve batıla inanıyorlar ve inkar edenlere: “Bunlar> inananlardan daha doğru yoldadır” âiyorlar. İşte onlar Allah´ın lanetlediği insanlardır. Allah, kimi lanetlerse artık onun için hiçbir yardımcı bulamazsın. Yoksa onların mülkten bir payı mı var Öyle olsaydı insanlara bir çekirdek zerresi bile vermezlerdi. Yoksa Allah´ın, lütfundan insana verdiği için onları kıskanıyorlar mı Oysa biz ibrahim ailesine de kitap ve hikmet vermiş ve onlara büyük bir mülk bağışlamıştık.n (Nisa: 5i~54)
îşte böylece düşmanlıkları ağızlarından dökülüyor. Yaptıkları işler de insanları Hz. Peygambere ve mü´minlere karşı kışkırtıyorlardı. Halk arasında fesat ve kötülükleri yayıyorlardı. Ka´b, bu konuda en belirgin bir örnektir. Müşrikleri mü´minle-re karşı kışkırtarak kasideler diziyordu. Bir şiirinde, Kureyşli-leri müzminlere karşı şöyle kışkırtıyordu:
“Bedir değirmeni savaşa katılan cengaverleri öğüttü.
Bedir, bazan doğan, bazan da batan bir aydır.”
Bir başka kışkırtıcı kasidesinde de şöyle diyordu: “Diyorlar ki: Bazı kavimler onların Öfkesiyle esir alındılar.
Doğrusu Eşrefin oğlu az mı ürkmüştü
Diyorlar ki: Muğire Oğullarının tümü
Ebu Cehil´in ölümü nedeniyle boyun eğip teslim oldular.
Rabia oğulları ile Münebbih
Bugüne kadar böyle bir ölümle karşılaşmamışlardı
Haber aldım ki Tübba ile Haris bin Hişam
Halk arasında asker topluyorlar
Medine´ye saldırmak için şüphesiz bizler,
Şerefli bir soyu korumak için çabalıyoruz”
îşte o, halkı bu gibi şiir ve kasidelerle Hz. Peygamberle savaşa teşvik ediyor, müşrikleri öç almaya kışkırtıyor, kin ve düşmanlık ateşlerini alevlendiren ifadelerle ölüler üzerine ağıtlar diziyordu.
Bütün ahidlerden ve sözlerden sıyrılıp hiç bir bağa bağlanmayan Ka´b bu tür propagandalarla müslümanlar aleyhinde .çalışıyordu. Elbette bütün bunlar karşısında, diğer nitelikleri yanında aynı zamanda tedbirli bir savaşçı niteliğine de sahip olan Hz. Peygamber sessiz kalamazdı. Ancak onun yaptıklarından dolayı kavmine, ya da mensup olduğu Nadir Oğullarına da savaş mı ilan edecekti Halbuki bu kavim içinde suçsuz insanlar da bulunuyordu. Dolayısıyla böyle bir zamanda Nadir Oğullarına dokunması uygun olmayacaktı. Kaldı ki, her günahkar ancak kendi günah yükünü taşır. Sonra Nadir Oğulları Yahudileri, o zaman Hz. Peygambere karşı topluca bir savaş açmamışlardı.
Peki ama, Hz. Peygamber bütün bunlar karşısında susacak ve kötülüğün yayılmasına göz mü yumacaktı Şüphesiz en etkili çare hastalığın etrafa yayılmadan kurutulmasıydı. Öyle bir durumda kurtuluş fesadın kaynağını kökten kurutulması için sadece Ka´b´m öldürülmesini zorunlu kılıyordu. Hz. Peygamber, onu habersizce yakalayıp öldürmeleri için arkadaşlarına çağrıda bulundu ve bu işi yapacak birini seçmek istedi. Çünkü Ka´fo, bir kaleye sığınmıştı. Gürültü çıkarmadan ve hiç kimseyi rahatsız etmeden onu kimin öldüreceğini sordu. Sahabiler de, ona karşı tuzak hazırlama konusunda Hz. Peygamberden izin istediler. O da bu izni verdi.
îslam tarihi yazan Batılı yazarlar, Hz. Peygamberin gizlice tuzak hazırlatarak bir adamı nasıl öldürttüğünü sormuşlar ve bunun Allah tarafından gönderilen bir elçiye yakışmayacağını ileri sürmüşlerdir. Tabii ki onlar, Hz. Peygamebrin kötülüğe boyun eğmeyen aksine bütün türleriyle şerre karşı direnen ashabını da buna davet eden bir elçi olduğunu unutuyorlar- Daha büyük zararları önlemek için küçük bir zarara katlanmanın, dolayısıyla da Ka´b gibi kötülük odağı bir kişinin Öldürülmesiyle birçok kötülüğün önüne geçilmiş olacağı gerçeğini düşünmüyorlar.
Batılı yazarlar, Hz. Peygamber´in onu, ansızın tuzağa düşürterek Öldürttüğünü söylerler. Halbuki bu adam açıkça İslam´a ve Hz. Peygambere düşman olduğunu ilan etmişti. Müslüman kadınların aleyhinde, müstehcen şiirler yazıp okuyor, Yahudileri mü´minlerle yapmış oldukları anlaşmadan caymaya teşvik ediyor, bununla da yetinmeyerek, Mekke´ye gidip orada müslü-manlara karşı kin tohumları saçıyordu. Bütün bunları açık olarak yapmıştı. Şu halde Hz. Muhammed´in ona karşı bir tedbir alması kaçınılmaz olmuştu. Çünkü bu adam maddeleşmiş bir kötülük odağıydı. Ayrıca bütün yaptıkları karşısında Hz. Muhammet! (sav)´in onu yok etmek için tedbir aldığım düşünememiş olması mümkün değildi.
Fakat yine de Hz. Peygamber, onu beklenmeyen bir zamanda Öldürtmedi. Aksine beklenilen bir zamanda bu emri verdi ki, bu da kesinlikle habersiz öldürmek sayılmaz. Hz. Peygamber´in onu Öldürtme emrini vermesi, büyük suçlar işlemiş bir kaçağı sağ ya da Ölü getirene, şu kadar mükafat verilecektir diye yapılan ilanlara benzemektedir.
Kısacası bu adamdan kurtulmak bir mecburiyet haline gelmişti. Onun bozgunculuklarının Önüne geçmek için tek çare buydu. Hz. Muhammed´in yaptığı şey, onun kanını mubah kalmak olmuştur. Çünkü hiçbir sorumluluk duymadan ve inananlar topluluğunu rencide ettiğini bile bile kötülüklerinde devam eden bir insanın layık olduğu ceza buydu. ı Hz. Peygamber (sav) ve onun semavi risaleti etrafında şek ve şüphe uyandırmaya çalışanlar, ilahi risaletin, yani peygamberliğin böyle bir öldürme olayına aykırı olduğunu söylerler. “Sağ yanağına vuran adama, sol yanağını çevir (ki ona da vursun) ” dediğini söylerler.
Buna cevaben deriz ki: Dini davetin düşmanlarını ortadan kaldırmak risaletle çelişmez. Ulül- azm peygamberlerden olan Musa (as) da,kendi eliyle bir adamı öldürmüş, din düşmanlarıyla savaşmış, kavmini de savaşmaya çağırmıştı. Bu yaptıkları, ona Tevrat´ın inmesine vesile olan ilahi risaletine, yani peygamberliğine aykırı bir iş değildi. Tevrat ise, Yahudi ve hıristi-yanlara göre kutsal kitaplardandı.
Batılı yazarlar, peygamberlik rahmetinin adam öldürmeye ve savaşmaya engel olduğunu sanmaktadırlar. Oysa yasaklanan şey, meşru olmayan şekilde adam öldürmektir. Ama bir kötülüğün önüne geçilmesinin başka hiçbir çaresi kalmamışsa, is-tenilmediği halde bu yola gidilir. Peygamberlik rahmeti geneldir. Dolayısıyla bu genel umumi rahmet gereğince, suçluyu suçundan ötürü sorgulamak ve yeryüzünde fesadı önlemek gerekir. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah şöyle buyuruyor: “Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini savmasay-di, dünya bozulurdu. Fakat Allah bütün alemlere karşı lütuf sahibidir.” (Bakara: 251)
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: “Ben rahmet peygamberiyim ve savaş peygamberiyim.” Onun savaşçılığı merhametinden kaynaklanmaktaydı. Affetmenin çoğu şekilleri, azabın en şiddetlisini kapsamına alır. Örneğin düzelmesinden umut kalmayan caninin affedilmesi de bu şekilde olur. Hz. Peygamberin şeriatı -affın topluma kötülük getirmesi hallerinde- affı .da kapsamına almaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Eğer (bir topluluğa) azap edecekseniz. Size yapılan azabın eşiyle azap edin. Ama sabrederseniz, (bu) sabredenler için daha iyidir” (Nahi: 126) Suçluyu suçundan dolayı sorgulamayıp affetmek ve ona karşı sabırlı olmak, ancak suçunun topluma zarar vermesi ve saldırıya uğrayanın da bir ferd olması halinde mümkündür. Yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: “Affı (kolaylık yolunu) tut, iyiliği emret, cahillere aldırış etme.” (Araf: 199) Evet affetmek, ancak zararı topluma sirayet etmeyen kişisel durumlarda mümkündür. Bununla ilgili olarak Allah (cc) şöyle buyurmaktadır: “İyilikle kötülük bir olmaz (Sen, kötülüğü) en güzel şeyle sav. O zaman (bakarsın ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir. Bu (kötülüğü iyilikle savma olgunluğu) na ancak sabredenler kavuşturulur. Buna ancak (hayırdan) büyük pay sahibi olan kimse kavuşturulur. Eğer şeytandan kötü bir düşünce, seni dürtecek olursa hemen Allah´a sığın. Çünkü O, işiten, bilendir.” (Fussilet: 34- 36)
Bu ayette geçen hususlar, toplumu değil, şahsı ilgilendiren durumlar için söz konusudur. Hıristiyanların Hz. İsa´ya nisbet ettikleri söz, ancak şahsı ilgilendiren durumlar içindir. Fakat onlar bunu daha geniş kitleleri ilgilendiren durumlar için de geçerli saymışlardır. Doğruyu gösteren Allah´tır. –