Hz.Muhammed(a.s.) ve Soyu:Peygamber (sav) efendimize risaleti geldikten, daveti yayıldıktan, onun risaleti Romalılar tarafından duyulduktan sonra, Ebu Süfyan bin Harb, Herakliyus ile görüştü. Herakliyus, Peygamber (sav) efendimizin durumuyla ilgili olarak, ona bazı sorular yöneltti. Bu sorulardan biri de, Peygamber efendimizin soyuyla ilgiliydi. Ebu Süfyan -Peygamber efendimizin en azılı düşmanı olduğu halde- yalan söylemeksizin bu soruyu şöyle cevapladı: “Muhammed Kureyş içinde en yüksek soya sahip bir kimsedir.” Yani onlar arasında en asil ve en şerefli bir kimsedir. Ebu Süfyan´m bu cevabı karşısında Herakliyus şöyle dedi: “İşte böyle peygamberler, halk içinde en yüksek soydan gelirler.
Kur´an-ı Kerim de, daha önce gelmiş olan peygamberler hakkında haberler verirken, onların, kabileleri içinde ailelerinin yüksek bir soya sahip olduklarını bildirmektedir. Örneğin Şuayb (as)´ı ele alalım. O, şerefli bir aileye mensup soylu bir kimseydi. Cenab-ı Allah, onun kavmiyle olan mücadelesini bize şöyle anlatmaktadır: “Dediler ki: ´Ey Şuayb, senin söylediklerinden çoğunu anlamıyoruz, biz seni içimizde zayıf görüyoruz. Kabilen olmasaydı seni mutlaka taşlar (Öldürür) dük! Senin bize karşı hiçbir üstünlüğün yoktur!. ´Ey Kavmim´dedi, ´sizegöre kabilem, Allah´tan daha mı üstün ki, onu arkanıza at (ip unut) tunuz Şüphesiz Rab-bim yaptıklarınızı (bilgisiyle) kuşatıcıdır.” (Hud: 9i- 92)
Bu ayeti kerime, Şuayb peygamberin şerefli, güçlü ve muktedir bir aileden geldiğini bildirmektedir. O, Medyen´deki aşiretler arasında en yüksek soya sahip bir kimseydi.
Muhammed (sav) de, kavmi içinde yüksek bir soya sahip olup asil bir aileden gelmekteydi. Ibn Abbas´m rivayet ettiğine göre, Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: “Cenab-ı Allah beni hep temiz bellerden temiz rahimlere, saf ve temiz bir şekilde nakle-degelmiştir. Soyumda iki kola ayrılma meydana geldiğinde mutlaka ben o kollar içinde en hayırlı olanında bulunurdum” .
Vaile bin Eska´in rivayet ettiği sahih bir hadiste de Peygamber efendimiz şöyle buyurmuştur: “Doğrusu Cenab-ı Allah, ibrahim´in oğullarından ismail´i, ismail´in evladından da Kinane oğullarını seçmiştir. Kinane oğulları arasından ise Kureşlileri seçmiştir. Kureyşlilerden de Haşimoğullarını seçip üstün kılmıştır. Haşimoğullan arasında beni seçip üstün kılmıştır.”
Böylece Muhammed (sav)´in, soyca yüksek bir yere sahip olduğu kesinlik kazanmaktadır. Soy ve asalet şerefinden maksat, onun aşiretinin zengin olması ve kendisinin de onlardan büyük miktarda servet elde etmiş olması değildir. Çünkü mal, soy ve ne-seble ölçülen bir şey değildir. Örneğin Amcası Ebu Talib, Mekke´de itibar ve şeref sahibi bir kimseydi.Fakat mal sahibi değildi. Peygamber efendimiz de Araplar arasında soy bakımından yüksek bir yere sahip olduğu halde, yoksul ve yetim bir kimseydi. Davar otlatırdı. Soyluluk ve asalet, zenginliğin, kuvvetliliğin veya otoritenin ayrılmaz bir parçası değildir. Soy ve neseb şerefi, kişinin içinde bulunduğu aile ocağından elde edilir ki, bu şeref, kendisine bağlı bireyleri eksikliklerden arındırır ve yüceltir. Bu ocağa bağlı kimseler, rezaletlere düşmekten utanç duyarlar. Örfün kabul etmediği ve selim akıl sahiplerinin çirkin gördükleri durumlara düşmekten çekinirler. Bunların ruhen şeref ve üstünlükleri vardır. Peygamber efendimiz araplar arasında şeref ve üstünlüğünü, mal ve otoriteyle değil, ruh ve aile bakımından üstün ve hayırlı bir kimse oluşuyla elde ettiğini ifade buyurmuştur: “Cenab-ı Allah beni Araplar arasında aile bakımından ve ruh bakımından en hayırlı bir kimse kılmıştır.”
Nitekim Kureyşliler´in soylularından olan Ebu Süfyan, Herak-liyus´un peygamberimiz hakkındaki sorusu üzerine gerçekleri saklayamamış ve hakikati söylemiştir. Bu cevap her ne kadar kendisi aleyhine bir delil ve Peygamber efendimiz lehinde bir tanıklık olsa bile, yine de O, doğruyu söylemek zorunda kalmıştır. Oysa müşrik bir insan olan Ebu Süfyan´m bu cevabı kendi aleyhinedir. Ebu Süfyan şu ifadeyi kullanmıştır: “Araplar arasında benim yalan söylediğimin açığa çıkmasından endişe etmiş olmasaydım, mutlaka yalan söylerdim.”
Üstünlük, büyüklük taslamaksızm da elde edildiğine ve kişinin gururlu davranışlarda bulunmadan da saygınlık kazanması mümkün olduğuna göre, acaba peygamberler niçin yalnızca asil ailelerden ve şerefli köklerden gelmişlerdir
Bunun nedeni, büyük bir davayı üstlenen kişinin bir takım ayıplamalardan uzak olması gerçeğidir. Peygamberler hiçbir eksiklik lekesiyle lekeli olmamalıdır. Çünkü büyük bir dava ile ortaya çıkan kişiler aleyhinde, doğru veya yanlış birçok dedikodular yayılır. Her ne kadar risaletin kendisi ve peygamberin şahsı kamil olsa da, bu gibi lekeler onu ve davetini gözlerde küçük düşürebilir, içinde üstünlük ve yücelik bulunmayan bir soy, geleneklerden yoksun olduğu bilinen bir aile, asaletten mahrum olduğu için ilk etapta reddedilir. Nitekim peygamberlerin çoğu asilzadelerden değil de, ayak takımından olmakla suçlanmışlardır. Kendilerine tabi olan kimseler genellikle zayıf ve yoksul halk arasından çıktığı için, peygamberlerin davetleri asilzadeler tarafından reddedilmiştir. Her ne kadar asilzadeler bu düşüncelerinden dolayı haksız olsalar da, bunu bir kötülüme aracı olarak kullanmaktan çekinmemişlerdir. İnsanlığın ikinci babası olan Nuh peygamberin kavmi de, kendisine tabi olan kimseler fakir ve fukara olduklarından dolayı, onun davetine uymamışlardı. Onların bu karşı çıkışlarım Cenab-ı Allah şöyle haber veriyor: “Kavminin inkarcı ileri gelenleri: ´Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Daha başlangıçta, sana bizim ayak takımı dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir üstünlüğünüz de yoktur. Biz sizi yalancı sanıyoruz” dediler. Nuh: “Ey kavmim! Rabbi-min katından bir delilim bulunsa ve bana yine katından bir rahmet vermiş de, bunlar sizden gizlenmiş olsa, söyleyin bana, hoşlanmadığınız halde zorla sizi bunlara mecbur mu ederiz ´ dedi. ´Ey kavmim! Buna karşılık ben sizden bir mal da istemiyorum. Benim ücretim Allah´a aittir. İnananları da kovacak değilim; çünkü onlar Rableri´yle karşılaşacaklar, fakat ben sizi cahil bir millet olarak görüyorum. Ey kavmim! Ben onları kovarsam, Allah´a karşı beni kim savunur Düşünmüyor musunuz Ben size, Allah´ın hazineleri yanımdadır, demiyorum. Gaybı da bilmiyorum. Doğrusu melek olduğumu da söylemiyorum. Küçük gördüklerinize Allah iyilik vermeyecektir diyemem, içlerinde olanı Allah daha iyi bilir. Yoksa şüphesiz haksızlık edenlerden olurum.” (Hud: 27- 31)
İnkarcı kavminin itirazı yoksul kimselerin Nuh peygambere tabi olmalarına karşı idi ki, bu da zalimce bir itirazdı. Ama Cenab-ı Allah kullarına, ailesi belirsiz, kavmi yanında rezil, milletinin idaresi hakkında beceriksiz ve uğursuz bir kimseyi peygamber olarak göndermeyecek kadar merhametlidir. Çünkü bu gibi kimseleri peygamber olarak gönderecek olsaydı, kavimleri onları hemen reddeder ve tasdik etmezlerdi. İlk aşamada ona muhalif olduklarını açıklarlardı. Bu muhalefetlerinde ısrar ederlerdi. Ona karşı aşiretinin durumunu ve adetlerini delil olarak ileri sürerlerdi. Milletleri, fikirlerinin ve reddetmek istedikleri şeyin aksine nefislerini zorlamaktan tesir altına almak mümkün değildir. Çünkü ilk etapta zihne gelen şey, eğer reddetme doğrultusunda ise, artık o kişinin nefsi, doğru çizgiden sapmaya meyleder. Akılların idrak ettiği doğru yolun dışına kayar. Kaydıkça sapıklığı daha da artar. Bu sapma sonucunda,insanları hakka döndürmek çok zor olabilir. Sapma çizgisi uzadıkça, açı genişler ve artık iki ucu bir araya getirmek zorlaşır. Hz. Ali (ra) şöyle demiştir: “Kalplerin arzuları, ileriye ve geriye doğru istekleri vardır. Kalp zorlanınca körelir.” Peygamberlerin davetleri hidayetedir. Risaletle-rin çağrıları da hidayetedir. Köreltmeye ve körlüğe değildir.
Şüphesiz, peygamberi koruyacak güçlü bir kavminin bulunması gereklidir. Çünkü o, davete başlarken ilk etapta insanlara, bilmedikleri ve inanmadıkları şeyleri açıklayacaktır. Onların arzulamadıkları ve hoşlarına gitmeyen şeyleri, beklemedikleri bir anda yaymaya başlayacaktır. İnsanlar da, arzuları hilafına açıklanan bu şeyleri güzellikle değil, güçlü bir direnişle geri püskürtmeye çalışacaklardır. Eğer peygamberler, kendisim koruyacak güçlü bir aşirete mensup olmazsa, daha başlangıçta yok olacaktır. Aşireti cılız olursa, daveti de cılız bir aydınlık olarak kalır. Şuayb aleyhisselam kavminin kıssası da bunu gösteriyor. Kavmi, aşiretinden korktukları için Şuayb peygamberi öldürememişti. Kur´an-ı Kerim´de nakledildiği üzere, kavmi Şuayb peygambere hitaben şöyle demiştir: “Kabilen olmasaydı, seni mutlaka taşlar (öldürür) dükl”
Peygamber efendimizin de, koruyucu bir aşireti, gücü ve kuvveti olmasaydı, daveti henüz beşiğinde iken ölürdü. Daha uzaklara gitmeye gerek yok. İşte Peygamber efendimizin hayatı. Rabbi-nin emrini açıkladığı zaman, Kureyşliler kendisine karşı çıkmışlardı. Hem de çok azgın bir şekilde. Bu mukavemetin daha ileri safhalarında şer güçleri onu Öldürmek için etrafım kuşatmışlardı. Ama ailesi hep onu koruyordu. Kabilesinin şerefi ve Araplar nezdindeki itibarı, onu muhafaza ediyordu. Kabilesinden çekindikleri için düşmanları Peygamber efendimizi öldürmeye cesaret edemiyorlardı. Nihayet onun getirmiş olduğu hak davet, karanlıkları yarıp, aydınlığa ulaşıncaya kadar yoluna devam etti. Nihayet İslam güneşi büyüyüp güçlendi. İşte o zaman Cenab-ı Allah Peygamber efendimizi koruyan kimselerin ruhlarını teslim aldı. Etrafındaki koruyucu çemberi kaldırıldı. Artık İslam daveti kendi kendini koruma noktasına gelmişti. Tuzak kuranların tuzaklarını başlarına geçirecek güce sahip olmuştu.
Birisi çıkarak şunu söyleyebilir: Her şeye rağmen Peygamber efendimize olmasa bile, ona tabi olanlara el uzattılar onları ezmeye başladılar. İslam davetinin zayıf kimselere ulaşmasına engel oldular. Peygamber efendimizin ailesinin güç ve itibarı, ona tabi olan sahabilerinin eziyet görmesine engel olamadı. Müşriklerin İslam risaletinin önüne barikat kurmalarını önleyemedi. Hatta bazı zayıf ve güçsüz sahabiler, azap ateşinin ve sıcaklığın altında bilfiil canlarını verdiler.
Bu soruya cevap olarak deriz ki: Bu olaylar şunu gösteriyor: Eğer davetin sahibi Peygamber efendimiz de şu güçsüz sahabiler gibi zayıf olsaydı, onu koruyacak aşireti bulunmasaydı, müşrikler mutlak onu da öldürürlerdi. “İşin aslı budur. Eğer bunu Öldü-rürsek daveti ortadan kalkar” diyerek onun üzerine çullanırlar ve İslam davetini daha ilk günlerinde yok ederlerdi. Şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, Kureyşli müşriklerin mü´minle-re yaptıkları eziyetler, mu minlerin ailelerinin güç ve kuvveti nis-betinde farklılık gösteriyordu. Örneğin Hz. Ebubekir ile Osman´ın çektiği eziyet, Yasir ailesinin çektiği eziyet derecesinde olmamıştı. Bunlar Habbab bin Eret kadar eza. ve cefa çekmemişlerdi. Koruyucu ve yardımcıları olmayan zayıf mü´minlerin çektikleri eziyetler, çok şiddetliydi. Önceki sayfalarda işaret ettiğimiz, Hendek´te yakılan Ashab-ı Uhdud gibi eziyetlere maruz bırakılmamışlardı. Peygamber efendimizin mübarek şahsı da eziyete uğramıştı. Müşriklerden eza ve cefa görmüştü, ama onu öldürmeyi akıllarından geçirmemişlerdi. Fakat davetinin önüne geçmekten umutlarını kestikten, islam davetinin Mekke dışına yayılmaya yüz tuttuğunu gördükten, İslam nurunun Arap kabilelerine yöneldiğini müşahede ettikten sonra, onu öldürmek düşüncesini kafalarına yerleştirdiler. Fakat artık onun, iman devletini kurmasının zamanı gelmişti. Bu devleti oluşturacak unsurlar tekamül etmişti. Ama bu devleti Mekke dışındaki bir yerde kuracaktı.
İşte böylece Cenab-ı Allah, inananları musibetlerle imtihan etti. Nihayet onlar dinleri sebebiyle müşriklerin eziyetlerinden kaçarak hicret ettiler. Musibetler kalpleri daha da güçlendirir, iradeyi sağlamlaştırır. Artık mü´minler gevşeklik ve zaaf göstermezler. Hüzne kapılmaz ve Allah´ın rahmetinden ümit kesmezler. Allah´ın kelimesinin yükseleceği hususunda asla umutsuzluğa kapılmazlar. Hakkın destekçileri olan kimseler işte böylece yetişirler. Kelimeleri yüce olan Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: “Yoksa siz, sizden önce geçenlerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuştu, öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve onunla birlikte inananlar: ´Allah´ın yardımı ne zaman ´ diyecek olmuşlardı, iyi bilin ki, Allah´ın yardımı yakındır” (Bakara: 214)
Rahmet peygamberinin bütün yaşantısı boyunca merhametli olması; küçük yaştayken zayıflara karşı merhametli olarak yetiştirilmesi, zayıflarla düşkünlerin acılarını hissetmesi için onların arasında zayıf bir kimse olarak büyümesi gerekiyordu. Zayıfların durumlarını görmeyen ve acılarını tatmayan kimse merhametli olamaz.
Peygamber (sav) efendimiz kavminin en yüksek soylu bir şahsiyeti olmakla birlikte mali bakımdan zayıf ve yoksuldu. Yaşantısına öksüz olarak başladı. Sonra davar otlatarak, ücretli bir çoban olarak yaşadı. Böylece ruhunu iki yönden süsleyip terbiye etti:
1- Onun soy ve asaleti, kendisini kötü işlerle uğraşmaktan alıkoyuyor, üstün ve yüce işlere yöneltiyordu. Böylece yönelimleri ve şerefi arasında denklik meydana geliyordu. Böylece Peygamber efendimiz soy üstünlüğünü elde etti. O, doğru sözlü ve güvenilir bir kimseydi. Soyunu lekelendirecek hiçbir ayıbı yoktu. Yüksek şerefini zayıflatacak bir kusuru da bulunmuyordu. Gerçekten asil bir kimse idi. Soylular arasında kamil bir şahsiyetti. Başları tarafından uyulan bir liderdi.
2- Öksüz ve yoksul bir kimseydi. Bu özelliği onu zayıf kölelere, fakir işçilere karşı mütevazi bir insan haline getirmişti. Onlara karşı büyüklük ve üstünlük taslamıyor, aksine onlara yakın bir kimse oluyordu. Onlarla ülfet peyda ediyordu. Aralarında dostane bir sıcaklık meydana geliyordu. Ama yine de fakirliğin zilleti kendisine ulaşmıyordu. Miskinlerin perişanlığı, muhtaçların zafiyeti kendisini lekelendirmiyordu. O, üstün ve yüce bir şahsiyetti. Her iki yanından rahmet pınarları fışkırıyordu. Rahmet, musibetler arasından fışkıran ilahi bir pınardır. Merhametli, zillete düşmeksizin musibetleri tadan kimseler, başkalarına karşı merhametli olur. Böyle biri, kendisinden üstün olanlara karşı kin beslemez, aksine kendinden aşağı durumda olanlara bakar ki, onları yüceltsin, himaye etsin ve yardım elini uzatsın.
Bu iki ruh özelliği ve ahlak güzelliği Peygamber efendimizde, bir araya gelerek onu çocukluğundan itibaren şeref ve riyasetine layık ahlaki yüceliklere yöneltmişti. Şerefini, başkalarına saldırmak ve mütecaviz olmak için bir vasıta edinmemişti.
Öksüzlüğü, yoksulluğu, zayıf işçiler arasında çoban olarak çalışmış olması, onu, kendisi ile ülfet edilebilen bir insan haline getirmişti. Başkalarına karşı üstünlük taslamıyordu. Kendini zayıf kimselerden sayıyor ve buna gönülden inanıyordu. Kendisini, çokça işlere tevessül etmeyen eşraf kimselerden sayıyordu. Her hallerinde şefkatli ve dostane haller izhar ediyordu.
İnsanların halleri araştırıldığı zaman, zayıf kimselerin kalpleri kinle ve Allah´ın nimetine mazhar olmuş insanlara karşı hasetle lekelenmemiş ise, kalblerinin ihlaslı olduğu görülecektir. İhlas ile birlikte ruhlar aydınlanır ve hakka yönelir. Sırat-ı Müstakime doğru yön alır. Çünkü bu gibi kimselerin kalblerinde heva, heves, şehvet ve lezzetlerin lekesi bulaşmamıştır. İnsanı bu gibi kötülüklere mal yöneltir, ya da mal, bu gibi işleri yapmayı kolaylaştırır. Nefisler de bu gibi kötülüklerin baskısı altında ezilir. Kalp bu gibi kötülüklerle lekelenmediği takdirde, insan çabucak imana yönelir. Bu sebepledir ki, peygamberlerin davetine ilk inanıp icabet eden kimseler, zayıflarla yoksullar olmuştur. Çünkü bunların kalblerine kin ve intikam duyguları ve haset bulaşmamıştır. Bu gibi kötülükler insanın kalbindeki iman nurunu söndürürler.
Peygamber efendimiz, zayıflara karşı merhametli bir kimseydi. Çünkü o da kendini zayıflardan biri olarak hissediyordu. Ama zayıfların kalblerine yerleşmiş olan meskenet duygusu ona bu-luşmamıştı. İnşam küçük düşüren ve zelil kılan alçak karakterlere razı olmamıştı. Çünkü zayıf kimse kindar olmadığı takdirde, bir nevi aza kanaat eden ve asgari haklarını bile aramayan bir kimse haline gelir. Bu da insanı, baş eğmeye sürükler. Peygamber efendimizde fakirliğin üstün meziyetleri yerleşmişti. Bu sebeple dosdoğru yola yönelmişti. Ama zayıfların zillet ve meskenetine asla düşmemişti. Çünkü onun nesebinin yüksekliği, kendisini bu meskenete düşmekten alıkoymuştu. Dolayısıyla kendisinde iki güzellik meydana gelmişti. Bunlardan biri neseb güzelliği, diğeri de, noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah´a ihiasla bağlanma güzelliğiydi. İşte bu iki güzellik onu, insanlığı yücelten ilahi risale te hazırlamıştı. –