Abdülmuttalib, peygamber efendimizi, bakıma muhtaç olduğu çocukluk çağında, yanında barındırmıştır. Abdülmuttalib´in annesi, Peygamber efendimizin hicret etmiş olduğu Yesrib şehrinden gelmiştir. Yesrib´deki Neccar oğulları kabilesine mensuptur. Abdülmuttalib, hayatının ilk dönemini Yesrib´de geçirmiştir. Yesribliler arasında, hayatının ilk dönemlerim garip bir kimse olarak geçirdikten sonra, amcası Muttalib onu alıp Mekke´ye getirmiş ve beraberinde bulundurmuştur. Bu nedenle, kendisine Abdülmuttalib adı verilmiştir.
Kureyşliler onu kendilerine reis yapmışlardır. Bunu da nefsi, ruhi ve ahlaki kuvveti ile, müsamahakarlık ve cömertliğiyle elde etmiştir. Kureyş´in gençlerine babalık, ihtiyarlarına da kardeşlik yapmıştır. Onun yüzünde bereket, ahlakında azim ve doğruluk vardı. Ama sakindi. Herkese karşı iyi davranır ve halinden şikayet etmezdi. Hiçbir zaman zillete düşmemişti. Cürhüm kabilesinin kapatıp köreltmesinden sonra, zemzem kuyusunu açan Abdülmuttalib´tir. Cürhümlüler Mekke´ye hakim oldukları zaman, zemzem kuyusunu kapamışlardı. Kuyu, yıllarca kapalı kaldı. Nihayet
Abdülmuttalib orayı yeniden açtı. İnsanlar onun suyundan içtiler. Orayı ilk olarak kazmış olan İsmail peygamberin anıları yeniden canlandı. Torunları onun izzet ve kerameti ile dolup taştılar. Çünkü İsmail´in anasının bereketi ile meydana çıkan zemzem kuyusu, yine eski haline gelmişti. Araplar´ın atası İbrahim peygamberin bereketi de görülmüştü. Abdülmuttalib, kapatılmış olan zemzem kuyusunu yeniden açmakla şeref ve üstünlüğünü daha da arttırdı. Araplar onur ve üstünlüğe kavuştular. Mütevazı bir insan olduğu için, yaptığı bu yararlı işlerle hiç kimseye karşı üstünlük taslamamıştı. Yüzünün bereketi ve yaşantısının güzelliği gibi ilahi bağışlar sebebiyle başkalarına karşı büyüklük gösterisinde bulunmamış, aksine Cenab-ı Allah´ın kendisine bahşettiği bu muvaffakiyet nedeniyle hamdetmişti.
Siyer kitaplarının anlattıklarına göre, Abdülmuttalib, defalarca gördüğü sadık bir rüya nedeniyle zemzem kuyusunu yemden kazıp ortaya çıkarmıştı.
Sanki bu, Allah´ın ona bir ilhamı gibiydi. Noksanlıklardan münezzeh olan yüce Allah, nefsinin safiyetinden ve ruhunun aydınlığından dolayı ona, böyle bir ilhamda bulunmuştu.
Hz. Ali babası Ebu Talib vasıtasıyla dedesi Abdülmuttalib´in şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Ben, Kabe civarında Hicr denilen yerde uyumaktaydım. Bir şahıs yanıma geldi ve bana: “Tibe´yi kaz” dedi. Ona:”Tibe nedir ” diye sordum. Cevap vermeden yanımdan gitti. Ertesi gün yine aynı yere gidip uyudum. Yine aynı şahıs yanıma gelerek: “Berre´yi kaz” dedi. Ben de: “Berre nedir ” diye sordum, cevap vermeden yanımdan gitti. Ertesi gün yine aynı yere gidip uyudum. Yine aynı şahıs yanıma gelerek: “Mazmu-ne´yi kaz” dedi. Ben de: “Mazmune nedir ” diye sordum, adam bana cevap vermeden yanımdan gitti.
Ertesi gün yine aynı yere gidip uyudum. Yine aynı şahıs yanıma gelerek: “Zemzem´i kaz” dedi. Ben de: “Zemzem nedir ” diye sorunca bana şöyle cevap verdi: “Suyunu asla tüketme, kimseyi kınama ve hacılara su ver. Zemzem kuyusu, kan ile dışkı arasında, gagası ve ayakları kırmızı renkli karganın gagaladığı yerde, karınca mıntıkasındadır.”
Zemzemin kan ile dışkı arasında oluşundan maksat, Kureyşli-ler´in kurbanlarını kestikleri yerde olmasıdır. Karınca mekanından kasıt da orda karıncaların bulunmasıdır. Abdülmuttalib, rüyadaki adamın tarifine uyarak zemzem kuyusunun bulunduğu yere gitti ve bir kargamn orada bazı yerleri gagaladığını gördü. Bu iki alametle o, zemzem kuyusunun yerini tesbit etti. Kuyuyu kazmaya başladı. Su görünce de tekbir getirdi. Etrafta da Kureyşliler onun yaptığı işi seyrediyorlardı. Kazdığı kuyudan bir netice elde edemiyeceğini sanıyorlardı. Abdülmuttalib´in tekbir getirmeye başladığım gördüklerinde de, onun maksadına ulaşmış olduğunu anladılar. Ama kuyuyu kazıp ortaya çıkardıktan sonra zemzem suyunun, kendi idareleri altında olmasını istediler. Sadece Abdülmuttalib´in idaresi altında kalmasını kabul etmediler ve: “Bu İsmail´in kuyusudur. Hepimizin bunda hakkı vardır. Bu kuyunun idaresine bizi de ortak etmen gerekir” dediler. Ama Abdülmutta-lib zemzem kuyusunu onlara teslim etmedi. Bu kuyunun idaresinin sadece kendi hükmü altında kalmasını uygun gördü. Çünkü orayı yeniden kazan kendisiydi Kureyşliler bu hakkını elinden almak için kendisiyle çekiştiler. Fakat sonraları onun tabiatlı ve güzel ahlaklı bir kimse olduğunu görünce zemzemi ona bıraktılar. Çünkü o, zemzem kuyusunun suyunu Kureyşliler´den esirgemiyor, hem onlara, hem de hacılara minnet ve eziyette bulunmaksızın suyu bol bol ikram ediyordu. Bu ikram sırasında adaleti elden bırakmıyor, güzelce bir dağıtmada bulunuyordu. Yalnız zemzem suyunu dağıtma hakkını kendi uhdesinde tutuyordu. Zaman içinde, Abdulmüttalib´in rüyada gördüğü adamın vasfettiği şekilde, zemzem suyunun bitmeden bütün hacılara içecek olarak yettiği görülmüştür. Onun bu vasfı, günümüze kadar da devam etmektedir. Hacılar hala o kuyunun suyundan içmektedirler. Bu, kurumayan bir pınar ve sonu gelmeyen bir menbadır. Bunda İsmail peygamberin bereketi hala devam etmekte ve Abdülmuttalib´in karekteri hissedilmektedir. Ayeti kerimede de vasfedildiği gibi, Beyt-i Muazzama´nın bereketle kuşatılmış olduğuna delalet etmektedir: “Doğrusu insanlara (mabed olarak) ilk kurulan ev, Mekke´de olandır. Alemler uğur, bereket ve hidayet kaynağı olarak kurulmuştur.” (Al-i Imran: 96)
Abdülmuttalib´in hayatına bakan kimse, onun üç üstün vasfa sahip olduğunu görecektir: *
1- Hoş gönüllü, müsamahakar bir insandı. Omuzları insanlara karşı gurura kapılmadan muhabbet gösteren ve onlara sıcaklıkla yaklaşan bir insandı. Hiç kimseye kaba davranmaz, büyüklük ve üstünlük taslamazdı. Mekkeliier onda sükun bulur, ona güvenirler ve hükmüne razı olurlardı. Kendi aleyhlerine hüküm verse bile, bu hükmünü kabul ederlerdi.
2- O uğurlu bir insandı. Elini hangi işe atarsa o işte Cenab-ı Allah uğur ve bereket meydana getirirdi. Kazmayı eline alıp zemzem kuyusunu kazmaya başladı. Halkı arasında zengin bir kimse olmakla birlikte, cömert bir insandı. Rızkında bereket vardı. Ku-reyşliler´in çoğuna iyilikte bulunmuştu. Başkalarına iyilik etmekten çekinmez, cimrilik göstermezdi. Malı kendi elinde tutmak istemezdi. Cenab-ı Allah onu, nefsini cimriliğinden korumuştu.
3- Azimli ve iyilikte ısrarlı bir kimse idi. İyilik konusunda karşılaştığı zorluklar, onu yapacağı iyilikten caydıramazdı. Kendisi ve insanlar için hayırlı işe koyulurdu. İradesi güçlü, azmi keskindi. Söylediği sözün sonucuna katlanırdı.
Siyer alimlerinin anlattıklarına göre, zemzem kuyusunu kazarken sadece Haris bin Abdülmuttalib adındaki oğlu vardı. Araplar mal çokluğuyla övünürlerdi. Oğullarının çokluğuyla iftihar ederlerdi. Dillerinden şu sözler eksik olmazdı: “Ben, malca senden zenginim; adamlarımın çokluğu bakımından da senden güçlüyüm.”
Kureyşli ve Sakifli zenginler kadar mal sahibi olmadığı halde, Abdülmuttalib, Cenab-ı Allah´ın kendisine vermiş olduğu mal ile kanaat etmiştir. Çünkü elinde bulunan mal, cömertlik ve insanlığını korumasına yetiyordu. O fazla mal biriktirme tutkunu değildi. Aksine elinde bulunan malı tutmamaya özen gösterirdi ki, bu da onun için şeref olarak yeterdi. Fakat adam bakımından güçlü olmak için, çok sayıda oğlunun olmasını arzulardı. Mal ve çocuk, dünya hayatının süsüdür.
İçinde cahiliyet devrinin kalıntılarını taşıyan bir adak adamıştı. Eğer on oğlu doğup yaşarsa, bunlardan birini Kabe´ye kurban olarak takdim edecekti. Böyle yapmakla Kabe´ye karşı büyük bir görev yapmış olmayı düşünüyordu. Nitekim atası İbrahim de, ilk oğlunu Cenab-ı Allah´a kurban etmek gibi bir ibadette bulunmaya tevessül etmişti. Ama Abdülmuttalib bunu kendiliğinden bir adak olarak adamıştı. Böyle bir şeyi Rabbi´nin emriyle yapmak mecburiyetinde tutulmamıştı. Dolayısıyla İbrahim´in yaptığı, Allahu Te-ala´ya karşı bir teslimiyet olduğu halde, Abdülmuttalib´in yaptığı cahili bir işti. Dolayısıyla peygamberlerin atası ve Allah´ın dostu İbrahim ile, Abdülmuttalib´in yaptığı arasında fark vardı. Abdülmuttalib, cahiliyet putperestliği devrinde yaşamış bu putperestliğe karşı bir tepkide bulunmamıştı. Cenab-ı Allah, dilediği kimseye erkek, dilediğine de kız çocuk bağışlar.
Ruh ve azim gücüne sahip olan Abdülmuttalib, adağını yerine getirmeye yöneldi. Çünkü oğullarının sayısı onu bulmuştu. Fakat bu on çocuktan hangisini kurban edecekti. Kur´a çekmek istedi. Oğullarını bir araya getirip topladı ve onları Kabe´nin içine koydu. Her birinin bir kağıt almasını ve kağıda kendi adını yazmasım emretti. Kur´a çekiminden Önce onlara adağını anlattı, oğulları da bu emre, gönül rızasıyla itaat ettiler. Adlarını yazdıktan sonra herbi-ri, elindeki kağıdı bir fal okuna yerleştirdi. Fal oklarından anlayan kişiye bu okları oğulları arasına kura usulüyle dağıtmasını emretti. O da bu okları Abdülmuttalib´in oğullarına kura usulüyle çektirdi. Kur´a, Peygamber efendimizin babası Abdullah´a çıkmıştı.
Oğulları arasında en çok sevdiği Abdullah olduğu halde, onu kurban etmek için bıçağı alıp bilemeye başladı. Onun bu davranışı, Kureyş´in toplantı meclisinde duyuldu. Bunu duyan Kureyşli-ler acele olarak yanına koşup geldiler. Onun, sevgili oğlunu umursamadan boğazlamak için bıçağı eline aldığını gördüler. “Ne yapmak istiyorsun ey Abdülmuttalib “diye sordular. O da: “Oğlumu keseceğim!” diye karşılık verdi. Bu karşılığı duyan Kureyşliler paniğe kapıldılar. Abdullah´ın kardeşleri de ürküntüye düşmüşlerdi. Azimleri gevşemiş ve babalarına ilk etapta göstermiş oldukları itaat azalmaya başlamıştı. Çünkü kardeşlerini seviyorlardı. Fakat ihtiyar Abdülmuttalib´in azmi asla gevşememişti. O adağını yerine getirmek niyetindeydi. Kurban edeceği şahıs, yanında bulunan insanlar arasında kendisine en çok sevgili olan bir şahıs bile olsa, irade ve azim kuvvetiyle çocuğunu kesecekti. Çünkü o inancına sıkı sıkıya bağlı bir insandı. İnancı batıl da olsa, ondan taviz verecek bir kimse değildi.
Oğullan ile Kureyşliler, Abdullah´ı boğazlatmama hususunda yemin ettiler. Bu yeminlerinde ısrar ettiler. Çünkü Abdullah´ı bo-ğazlamamasımn özellikle Kureyş´e, genellikle de bütün Araplar´a kötü sonuçlar getireceğini düşündüler. Abdülmuttalib´e : “Abdullah´ı boğazlama! Bu adağını yerine getirmemek için bir mazeret bul. Eğer sen bu işi yaparsan, senden sonra herkes kendi çocuğunu boğazlayacaktır. Bunun sonucunun nereye varacağını, biliyor musun !” dediler.
Yeğeni de, Abdülmuttalib´e şöyle dedi: “Allah´a yemin olsun ki, sen Abdullah´ı boğazlamayacaksın. Bu adağını yerine getirmeme hususunda bir mazeret bulacaksın. Eğer onu boğazlamamak için fidye vermemiz gerekiyorsa, bütün malımızı onun uğrunda fidye olarak veririz!”
Bunun üzerine Hicaz mmtıkasmdaki bir kadın kahine gittiler. Bu kadın onlara, Abdullah için bir diyet vermelerini tavsiye etti. Onun diyeti on deve olacaktı. Sonra da Abdullah ile develer arasında kur´a çekilecekti. Eğer kur´a, Abdullah´a isabet ederse, develerin sayısını arttıracaklardı. Develere kur´a isabet edinceye kadar bu işe devam edilecekti.
Bu kadın kahinin tavsiyesine uyarak kurbanlık on deve bulup getirdiler ve boğazlanmak üzere olan Abdullah´ın yanına bıraktılar. Develerle Abdullah arasında kur´a çektiler. İlk çekişte kur´a, Abdullah´a çıktı. Yani, Abdullah´ın boğazlanması gerekiyordu. Sonra develerin sayısını yirmiye çıkardılar. Tekrar kur´a çektiler. Kur´a yine Abdullah´ın aleyhine çıktı. Develere on tane daha ekleyerek, sayılarını otuza çıkardılar. Ama kur´a bu kere de Abdullah´ın aleyhine çıktı. Durmadan öhar onar arttırmaya başladılar; nihayet develerin sayısı yüze ulaştığında, çektikleri kur´a, develere çıktı ve Abdullah kurban edilmekten kurtuldu. Kureyşliler bu işin sona erdiğini söylediler ve : “Ey Abdülmuttalib, senin Rabbin, Abdullah´ın yerine fidye verilmesine razı oldu” dediler. Fakat Abdülmuttalib, Rabbi´nin bu fidye işine razı olduğuna tam olarak inanmak ve bu husustaki şüphesini yok etmek istiyordu. Rivayete göre Abdülmuttalib, kur´alarm develer aleyhine çıkmasından sonra ikinci ve üçüncü kez yine kura çekti. Bu kez kuralar, develerin aleyhine çıktı. Bunun üzerine develer boğazlandı ve etleri herkese dağıtıldı.
Bu anlattıklarımız Abdülmuttalib´in önemli bir niteliğine işaret etmektedir. O, her dilediğini yapan, güçlü bir azme, nefis ve irade metanetine sahip bir kimsedir. Bu nitelik onun bela ve mihnetler karşısında metanetini, hoşlanmadığı meşakkatli durumlara karşı sabırlı ve mütehammil olduğunu göstermektedir. Sabır sının zorlandığı halde, en sevdiği oğlunu öldürecekti. İmtihan edildi ve imtihanını başarıyla kazandı.
Güçlü adam, iradesini hevesine, ya da azmini şefkatine teslim edip itaat eden kimse değildir. Güçlü adam, iman ve iradesini, heves ve sevgilerine üstün kılan insandır. Abdülmuttalib, güçlü kuvvetli bir kimseydi. Fakat bu Özelliği onun şefkatli ve sevecen bir insan olmasına engel teşkil etmiyordu. Bir fikre inandığı zaman, onu sabırla ve mutmain bir ruhla yerine getirirdi. Bu inancının kaynağı batıl da olsa, inancının gereğini yapmaktan çekinmezdi. Gönlü metin, cesareti sabit bir kimse olup, asla tereddüt göstermezdi. Beklenmedik durumlar karşısında zaaf ve gevşeklik göstermezdi. Korkulu durumlarla karşılaştığında ruhu darmadağınık olmazdı.
Habeşliler, başlarında bulunan hükümdarları fiilleriyle Mekke´ye gelmişlerdi. Güçlü kuvvetli, teçhizatlı, sayıca çok bir orduyla bu şehre saldırmışlardı. Herkesin yüreği hoplanıış kalbine ürküntü düşmüştü. Yalnız Kureyşliler´in büyüğü, Mekke´nin efendisi olan Abdülmuttalib, sükunetini bozmamıştı. Güzelce konuşur ve sözleriyle insanlarda sükunet ve saygı uyandırırdı. Haktan asla taviz vermezdi.
Habeş ordusu gelmiş, Mekkeliler´in develerini önlerine katmışlardı. Bunlar arasında Abdülmuttalib´in develeri de vardı. Habeşliler´in hükümdarı ve ordularının kumandanı olan Ebrehe ile buluşmaya gitti. Ebrehe; heybetli, korkunç ve azgın bir görünüme sahipti. Fakat Mekke liderinin kalbi onun karşısında hiçbir ürküntü duymamıştı. Abdülmuttalib´de ağır başlılık ve heybet vardı. Kendisiyle karşılaşan kimse, onun heybetinden dolayı kendine çeki düzen verirdi. Ama onun müsamahakarlığını görünce de, sükunet bulurdu. Karşılaştıkları esnada heybeti, Ebrehe´nin kalbini etkiledi. Niçin geldiğini sorunca, Abdülmuttalib, develerini geri vermesini istedi. Oysa Ebrehe, Abdülmuttalib´in develeri istemek için değil, Kabe´ye saldınlmamasını rica etmek için geldiğini sanmıştı. Onun bu isteğim yadırgayarak şöyle demişti: “Görüyorum ki, develerim istiyorsun. Kabe´ye saldınlmamasını istemiyorsun!”
Ebrehe´nin bu sözleri karşısında Abdülmuttalib, Ebrehe´nin kalbine ürtüntü verecek kuvvette şu cevabı vermişti: “Biz develerin sahibiyiz! Kijbe´ye gelince, onu koruyacak Rabbi vardır!” Onun bu sözlerinde, karşısındakine ürküntü veren bir Özellik vardı. Çünkü o, Ebrehe´ye şöyle diyordu: “Üstün ve galip geleceğini sanma. Yıkmak için geldiğin Kabe´ye hiçbir zaman dokunamayacaksın. Bu, senin gücünü aşar. Çünkü Kabe, Allah´ın evidir. Şüphesiz Allah, kendi evini koruyacaktır. Sen galip olamayacaksın. Allah seni yardımsız bırakacaktır.” Bu, gerçekten de korkutucu ve ürkütücü bir cevaptı. Ama Abdülmuttalib bunu, hikmet ve sükunetle söylemişti. Ölçülü sözlerle ifade etmişti. O, söyleyeceği sözün yerini bilen bir kimseydi.
İleride yeri gelince inşaallah bu sözleri tafsilatıyla size nakledeceğiz.
Abdullah
Evet, şimdiye kadar Peygamber efendimizin en yakın dedesini anlattık. Peygamber efendimiz onun kucağında büyümüştü. İlk olarak alicenap insanların onurunu, yaşlıların hikmetini ve babalık şefkatini onda görmüştü. Evet, babasının yerine, dedesi Ab-dülmuttalib´i görmüştü. O, babasını görme mazhariyetine nail olamamıştı.
Şimdi de, Kureyşliler´in tümünün, boğazlanmaktan kurtarmak için fidye verdikleri adamdan, babasının nazarında en aziz ve en yakın evladı olan Abdullah´tan söz edeceğiz. Gerçekten de Abdullah, Abdulmuttalib´in on oğlu arasında en çok sevdiği çocuktu. Abdülmuttalib´in on oğlu şunlardır: Haris, Zübeyr, Ham-za, Dirar, Ebu Talib, (adı Abd-ü Menaf tır) Ebu Leheb, (adı Abdul-ül Uzza´dır), Abd-ül Kabe, Muğire, Nevfel, Abdullah.
Abdullah güzellikle şöhret bulmuştu. Kureyşliler´in en yakışıklısı ve en sevimli genciydi. Ahlakında ruhi güzellik ve kalp sükuneti vardı. Kaderin getirdiklerine razı olurdu. Babasının kendisini boğazlayarak adağını yerine getirmesi için boynunu bıçağa uzatmaktan çekinmemiş ve bu hususta tereddüt etmemişti. Kendi yerine fidye ödeyerek boğazlanmaktan kurtulma gücüne sahip olduğu halde, yine de boynunu bıçağa uzatmaktan çekinmemişti. Büyük dedesi İsmail´den sonra kendisi, boğazlanan ikinci kişi olmuştu. Cenab-ı Allah, İsmail´in boğazlanmasını fidye olarak bir koç göndermek suretiyle önlemişti. Cenab-ı Allah İbrahim peygambere, rüyasında İsmail´i boğazlamasını emretmiş ve böylece onu imtihan etmişti. Koçu fidye olarak kendi emriyle göndermiş, İsmail´i boğazlanmaktan kurtarmış ve İbrahim de sınavını başarıyla bitirmişti.
Abdullah´ın boğazlanması meselesine gelince; bu, Abdülmuttalib´in adağı neticesinde olmuştu. Mekkeliler kendi aralarında görüşerek Abdullah´ı boğazlanmaktan kurtarmak için fidye vermeyi kararlaştırmışlardı. Abdullah´ın boğazlanma işi bir insanın, yani babasının adağı neticesinde olduğundan dolayı, onun fidyesinin verilip kurtarılması da Kureyşli insanların meşvereti neticesinde olmuştu. Yani Cenab-ı Allah´ın emri ile boğazlanması istenilen İsmail´in kurtarılması da, yine Cenab-ı Allah´ın emriyle olmuştu. Abdullah, güzel yüzlü, temiz ruhlu ve karekterli bir kimse olduğundan dolayı, insanlar onun cazibesine kapılmış, onu sevmislerdi. Boğazlanmaması için çare aramış ve onu babasına teslim etmişlerdi. Halbuki babası onu öldürmek istemişti. Onu, akıllı ve yapmak istediği işi yapmakta, güçlü olan şefkatli babasının elinden kurtarmışlardı. Onu boğazlamak ne kadar zor bir işse de, babası kuvvetli bir azme sahip olduğu için, bu işi yapmaya kesinlikle karar vermişti, ama Kureyşliler fidyesini vererek onu kurtarmışlardı.
Güzel endamlı, cazibeli ve yakışıklı olduğu için kadınlar tarafından çok beğenilirdi. Ama kendisi iffetli bir kimse olduğundan, helaldan başka bir şey istemiyordu. Mürüvvetinden ve âli cenablığından dolayı haramdan uzak duruyordu. İlahi emirleri yerine getirmek için değil de, mürüvvetinin gereğini yapmak, onurunu muhafaza etmek için tıpkı dini emirlermiş gibi haramdan sakı-nırdı.
Kadının biri ona musallat oldu. Güzel endamı kadının hoşuna gitti. Yakışıklılığı onu cezbetti. Kadın onunla beraber olmak istedi ve kendine davet etti. Ama o, iffetinden dolayı helal bir nikahla elde etmedikçe, onunla birlikte olmak istemedi. Meşru olmayan yollarla ona sahip olmak istemedi. Hevesine esir düşmeyen bu güçlü ve sağlam iradeli genç şu sözlerle onu reddetti:
“Harama girmektense ölürüm daha iyi
Helal bir şeyin, helalliği açıklanmadan ona giremem
Senin istediğin şey nasıl bir şeydir.
Şerefli kimse, dinini ve ırzını korur.”
Evet, bu genç (Abdullah) nefsini ve emanetini korudu. Ahlakını ve onurunu muhafaza etti. Kavmindeki diğer gençler gibi aşağılık işlere tevessül etmedi. Çünkü o temiz, şerefli ve sevimli bir insan olarak yaşamak istiyordu.