BİRİNCİ FASIL
ZÜHD VE FAKRIN MEDHİ VE BUNLARA TEŞVİK
İKİNCİ FASIL
HZ. PEYGAMBER VE ASHÂBINDA FAKR HALİ
UMUMÎ AÇIKLAMA
Zühd, lügat olarak rağbet kelimesinin zıddıdır. Rağbet bir şeye ilgi göstermek, arzu ve istek izhâr etmek demektir. Zühd kelimesi burada, Kur´ân ve Sünnet´in iktiza ettiği şekilde, dünyaya karşı duyulan alâka ve rağbeti terketmektir. Bu yola girene zâhid denir. Gazâlî zühdü, “herhangi bir şeyden vazgeçip, onun yerine daha iyi ve daha güzeline dönmek” olarak târif eder. Ona göre, gerçek zâhid Allah´a yönelip, onun dışında cennet dâhil her çeşit zevkler dâhil her şeyi arkaya atan, îtibar etmeyen kimsedir.
Zühd, İslâm´ın övdüğü güzel ahlâklardan biridir. Ancak bunun Kur´ân ve sünnete uygun olması gerekir. Bunun da ilk şartı, Allah rızası için olmasıdır. Bu ilim, hâl ve amelden meydana gelir. Kişi, Allah için imkânı dahilinde olan dünyayı fiilen terketmedikçe zâhid olamaz. Abdullah İbnu´l-Mübârek, kendisine zâhid diyenlere: “Zâhid ben değilim, Ömer İbnu Abdilaziz´dir. Dünya onun ayağına geldiği halde, onu terketmiştir. Ben nereden zâhid olayım Dünya bana teveccüh etmiş değildir ki, onu terk ile zâhid olayım” demiştir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zühd ile ilgili meseleler üzerinde çokça durmuştur. Bu mevzu üzerine çok sayıda hadis rivâyet edilmiştir. Bütün hadis kitaplarında zühd´le ilgili müstakil bölümler veya en azından bâblar mevcuttur. Buhârî´deki bölüm Kitâbu´r-Rikâk adını alır. “Rikâk”, “rakîka” kelimesinin cem´idir, incelik, nezâket, acımak gibi mânalara gelir. Sertliğin zıddıdır. Zühd hadislerinin rikâk diye de isimlendirilmesi, onlardan herbirinin kalbde rikkat yani incelik ve rahmet duygularını uyandırması sebebiyledir.
Zühd, zihne ilk verdiği mâna ile dünyayı terketmektir. Dînimiz, dünyaya da ehemmiyet vermiş olması, dünya ve âhireti beraber mütâlaa eden bir hayat ve din anlayışı üzerinde durması sebebiyle dünyayı terk olarak anlaşılan zühd´ü övüp ona teşvik etmesi, ilk nazarda İslâm´ın kendi kendine tezâtı gibi görülebilir. Nitekim bu mevzu ulemâ arasında da uzun münâkaşalara sebep olmuştur. Bu sebeple, biz hadislere geçmeden önce uzunca bir açıklama ile konuyu tanıtmaya her iki fikri de olduğu gibi aksettirmeye çalışacağız. Ümîd ederiz, bu sûretle yanlış anlamalara meydan kalmaz.[1]
FAKR NEDİR
Bu bölümün başlığında yer eden ikinci kelime fakr´dır. Fakr, gınâ´nın yani zenginliğin zıddıdır, muhtaç olunan şeyin yokluğudur. İhtiyaç duyulmayan şeyin yokluğu fakirlik sayılmaz. İhtiyaç duyduğu şeyi alabilme imkânı olan kimse de fakir sayılmaz. Ancak; وَاللّهُ الْغَنِىُّ وَاَنْتُمُ الْفُقَرَاء “Allah zengindir, sizler fukarasınız” (Muhammed 38) âyet-i kerîmesinin ıtlakına bakılınca, insanların fıtrî bir fakirlikleri mevzubahistir. Kaldırılıp atılamayan, hiçbir surette telâfî edilemeyen bir fakirlik. Şu halde bu mânada fakr, halkın örf ve anlayışındaki dünyalık eksikliği, maddî noksanlık değildir. Belki insandaki ebediyet duygusu, genç kalma hırsı dâhil bitip tükenmeyecek, dünya da verilse tatmin olmayacak her türlü talepler, arzular, ihtiyaçlar ve hatta temennîlerde ifadesini bulan hudutsuz ihtiyaçlarına cevap verememekten ileri gelen fıtrî aczidir.
Hemen belirtelim ki, buradaki mevzumuz bu fakr´ın tahlîli değildir. Sadedinde olduğumuz fakr, kişinin dünyalık karşısındaki tutumudur. Ebû İsmâil el-Ensârî, bu fakr´ı: “Kişinin dünyadan, talep yönüyle de, biriktirme yönüyle de, zemm yönüyle de medh yönüyle de elini çekmesidir” diye târif eder. Birçokları: “Bundan murad, kişiye dünyalık ha gelmiş, ha gelmemiş, varlığı ile yokluğunun kalbde eşit olmasıdır” demişlerdir. Fakr´ın tavsîfiyle ilgili olarak yapılan tariflerin çeşitliliğini gözönüne alan Gazâlî fakr´ı beş mertebede inceler. Bunu yaparken malını kaybeden bir kimsenin misalini ele alır ve eğer o adam, bu mala muhtaç ise kaybettiği bu malına nisbeten fakirdir der. Açıklamasına devam eden Gazâlî o adamın bu fakirliğinin beş halde olabileceğini söyler. Şöyle ki:
Birinci Hâl: Muhtaç olduğu bu mal, ona verilse bundan hoşlanmaz, istikrah eder. Kendisini meşgul edeceğini düşünerek şerrinden korunmak için ondan kaçınır. Onun bu hâli, malı karşısındaki en üstün hâldir. Buna zühd, kendisine de zâhid denir.
İkinci Hâl: Bu mala heves etmez. Eline geçecek olsa ne sevinir ne de üzülür. Bu hale rıza, sahibine de razı denir.
Üçüncü Hâl: Mala kavuşmak, kavuşmamaktan daha iyidir. Bu mala rağbeti olduğu için peşinden koşmuş değildir, kendiliğinden gelince memnun kalmıştır. Bu kanaattir, sahibine kâni denir. Çünkü mevcutla yetinmiş, azıcık bir hevesi olmakla beraber bunun peşinde koşmamış.
Dördüncü Hâl: Kaybettiği serveti aramaması, acziyeti sebebiyledir. Mala karşı heveslidir, imkânı olsa peşinde koşup arayacaktır. Buna hırs, sahibine hâris denir.
Beşinci Hâl: Elinde olmayan servete muhtaç olma hâlidir. Onun temîni zarûridir. Ekmeği olmayan aç, elbisesi olmayan çıplak gibi. Buna ızdırâr, sâhibine de muzdar denir. Bunun teminine hevesi kuvvetli olsa da, zayıf olsa da fark etmez. Fakat buna heves etmemek pek enderdir.
Şu halde, bunlar fakirin beş hâlidir ve en üstünü zühd´dür.[2]
FAKİRLİK Mİ ZENGİNLİK Mİ
Fakrla ilgili hadislerin birbirine zıt görünen hükümleri ifâde etmesi bir kısım İslâm büyüklerini fakirlik mi, zenginlik mi meselesinde ihtilafa sevketmiştir. Meselede üç görüş ileri sürülmüştür:
1- Fakirlik Üstündür Diyenler: Bunlar, öncelikle 2067 numarada kaydedeceğimiz hadis olmak üzere, bir kısmı, onu müteâkip görülecek olan fakrı övücü hadislere dayanırlar.
2- Zenginlik Üstündür Diyenleri te´yit eden hadisler çok. Bunlardan biri Buhârî´de gelen:
إنَّ اَكْثَرِينَ هُمُ الْمُقِلُّونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ اَِّ مَنْ قَالَ هكذَا وَهكذَا وَهكَذَا عَنْ يَمِينِهِ وَعنْ شِمَالِهِ وِمنْ خَلْفِهِ وَقَلِيلٌ مَا هُمْ
“Burda çok malı olanlar, kıyamet günü az mal sahibi olacaktır. Fakat, (azalacak, endîşesine düşmeden Allah rızası için) bol bol verenler müstesna. Ancak böyleleri ne kadar az!”
Bir diğer delil: Sa´d´ın rivâyeti. Resûlullah kendisine: …. اِنَّكَ اِنْ تَذَرْ وَرَثَتَكَ اَغْنِيَاءَ خَيْرٌ مِنْ اَنْ تَذَرَهُم عَالَةً
“Vârislerini zengin bırakman, senin için fakir bırakmandan daha hayırlıdır” demiştir.
Bir diğer delil: Ka´b İbnu Mâlik (radıyallâhu anh), bütün malını Allah yoluna bağışlamak husûsunda Resûlullah´a fikrini açınca, müsaade etmemiş ve şöyle demiştir: اَمْسِكْ عَلَيْكَ بَعْضَ مَالِكَ فَهُوَ خَيْرٌ لَكَ “Malının bir kısmını kendine sakla, bu senin için daha hayırlıdır.”
Bir diğer delil: Sa´d İbnu Ebî Vakkâs´ın merfu rivâyetidir:
“Allah zengin, muttakî ve kendi halindeki kulu sever.”
Bir diğer delil: Ashâb´ın fakir olanları, Resûlullah´a: “Zenginler hayırda bizi geçti, Allah yolunda harcadıklarının ücretlerine de erdiler, aradaki sevap farkını nasıl telafi edelim ” mânasında yaptıkları müracaatı anlatan uzunca rivâyetin sonunda Resûlullah şöyle buyurmuştur: ذلِكَ فَضْلُ اللّهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ “Zenginlik Allah´ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir.”
Bir diğer delil: Amr İbnu´l-Âs´a Resûlullah ücret verdiği zaman, Amr (radıyallâhu anh)´ın istiğna göstererek almak istememesi üzerine şöyle buyurmuştur: نِعْمَالْمَالُ الصَّالِحُ لِلرَّجُلِ الصَّالِحِ “Sâlih mal, sâlih kimsenin elinde ne kadar iyidir!”
Bu bâbta başka rivâyetler de mevcut.
3-Kefâf (orta yol) Üstündür: İbnu Hacer el-Askalânî´ye göre fakirlik ve zenginlik her ikisinin de hem lehinde hem aleyhinde delillerin eşitliği karşısında Ahmed İbnu Nasr ed- Dâvudî, bu bâbta en güzel te´vili yapmıştır. Der ki: “Fakirlik ve zenginlik, Allah´ın iki imtihan vâsıtasıdır, bunlarla kullarını şükür ve sabır hususlarında imtihan etmektedir. Nitekim Kur´ân-ı Kerîm´de Cenâb-ı Hakk şöyle buyurmuştur: “İnsanların hangisinin daha iyi iş işlediğini ortaya koyalım diye, yeryüzünde olan şeyleri, yeryüzünün süsü yaptık” (Kehf 7).
Keza: “…Bir imtihan olarak size iyilik ve kötülük veririz…” (Enbiya 35). Ayrıca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), fakirliğin şerrinden, zenginliğin şerrinden Allah´a sığınmıştır…”
Meseleyi uzunca tahlîl eden ed-Dâvudî, bahsi şöyle noktalar: “Fakir ve zengin, her ikisi de fakirlik ve zenginlikleri sebebiyle hem medhi hem de zemmi gerektiren eşit ölçüde iyilik ve fenâlıklara mâruzdurlar. Öyle ise, en uygunu kefâf (yetecek) miktarıdır. Nitekim şu âyet de buna delil olmaktadır: “Elini boynuna bağlayıp cimri kesilme, büsbütün de açıp tutumsuz olma, yoksa pişman olur, açıkta kalırsın” (İsrâ 29). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)da şöyle dua etmişlerdir: اَللَّهُمَّ اجْعَلْ رِزْقَ آلِ مُحَمَّدٍ قُوتاً “Rabbim, Muhammed âilesinin rızkını yetecek kadar ver (fazla da olmasın, eksik de).
“Kefâf´ı diğerlerine üstün görenlerden Kurtubî, el-Müfhim´de şöyle der: “Allah Teâla Hazretleri, Resûlünde (aleyhissalâtu vesselâm) fakr, gınâ ve kifâf her üç hâli de bir araya getirmiştir. Şöyle ki: Fakirlik ilk hâli idi. Nefsiyle cihâd ederek bunun gereğini yerine getirdi. Sonra Cenâb-ı Hakk fetihleri müyesser kıldı ve zenginler seviyesine çıkardı. Bu hâlin gereğini de, serveti müstehak olanlara dağıtmak, onunla ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşmak, ailesine zarûrî ihtiyaçlarını giderecek kadar mal ayırıp gerisini fukaraya ulaştırmak sûretiyle yerine getirdi. Öldüğü sırada yaşadığı hâl de kefâf idi.”
Kurtubî, sözlerine devamla der ki: “Bu kefâf hâli, hem azdırıcı zenginlik, hem de sıkıntıya atıcı fakirlik hâlinden iyidir. Ayrıca kefâf sahibi, fakirlerden addedilir. Çünkü o, dünyanın hoş şeyleri ile tereffüh etmez. Bilâkis, kefâf miktardan fazla olandan sakınmak için sabır husûsunda nefsiyle cihâd eder. Memduh olan fakr´ın ondan uzak tutacağı tek şey, ihtiyacın getireceği kahr ile dilenciliğin getireceği zillettir.”
Kefâfın üstünlüğünü te´yîd eden rivayetler vardır. Bunlardan biri Müslim´de de gelmiş bulunan şu hadistir: قَدْ اَفْلَحَ مَنْ هُدِىَ الى ا“سَْمِ وَرُزِقَ الْكَفَافُ وَقَنَعَ “İslâm hidâyetine erdirilip yeterli rızkı da verilmiş olan kimse, verilene kanaat ederse kurtulmuştur.”
Nevevî, Kefâfı: “İhtiyaçları eksiksiz karşılayıp fazlalık da bırakmayan mal” diye tarif eder.
Kurtubî de: “İhtiyaçları gideren, zarûriyâtı karşılayan ve tereffüh ehline kalmayan mal” diye târif eder. Resûlullah´ın: “Allah´ım Muhammed ailesinin rızkını kefâf yap” duası da bu mânadadır. Yani: “Allah´ım başkasından isteme zilletine düşürmeyecek, ihtiyaçlara yetecek kadar ver. Bunda, dünyada saçılma ve tereffühe sevkedecek fazlalık olmasın” demektir. Bu hadiste kefâf miktarı efdal görenlerin haklılığına delil vardır. Çünkü, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisi ve âilesi için her zaman en iyiyi dilemiştir. Ayrıca: خَيْرُ اُمُورِ اَوْسَطُهَا “İşlerin en hayırlı olanı vasatıdır” buyurmuştur.
İbnu´l-Mübârek´in Kitâbu´z-Zühd´de kaydettiğine göre, İbnu Abbâs´a az amel az günah sahibi mi efdal, çok amel çok günah sahibi mi efdal diye sorulunca, şu cevabı vermiştir: “Selâmete hiçbir şeyi eşit tutmam. Kimin yetecek miktarda geliri olur, kanaat de ederse, zenginliğin ve fakirliğin afetlerinden emniyette kalır.” İbnu Mâce´de gelen bir rivâyet de bu husûsu te´yîd eder: Hz. Enes´in rivayetine göre Resûlullah: “Kıyamet günü, kendisine dünyada iken sadece yetecek miktar (kût) verilmiş olmasını temennî etmeyecek ne bir tek zengin vardır, ne de bir tek fakir” buyurmuştur.
İbnu Hacer bu nakillerden sonra der ki: “Bütün bu söylenenler doğrudur. Ancak, fakirlik mi efdaldir zenginlik mi sorumuza kesin bir cevap değildir. Çünkü ihtilâf, bu iki sıfattan biriyle muttasıf olan hakkındadır. Bunlardan hangisi kişi hakkında daha iyidir Bu sebepledir ki, ed-Dâvudî, mezkûr sözünün sonunda şunu söyler: “Önce belirtelim ki: “Bunlardan hangisi efdaldir suali doğru değildir, zîra bunlardan birinde, diğerinde bulunmayan bir amel-i sâlih bulunması muhtemeldir. Böylece o, bu sâlih amel sebebiyle efdal olur. Öyleyse onlar hakkında uygun sual şöyle olmalıdır: “Bu iki halden herbirinin, diğerinin iyi ameliyle boy ölçüşecek bir iyi ameli bulunması haysiyetiyle eşitlenecek olurlarsa hangisi daha iyidir ” Der ki: “Bu durumda, bunlardan hangisinin efdal olduğunu Allah bilir.” Takiyyuddin Ahmed de aynı şeyi söylemiştir. Ancak o şunu da ilâve eder: “Her ikisi de takvâda eşit olurlarsa bunlar fazilette eşittirler.” İbnu Dakîku´l-Îd, bir vesile ile yaptığı açıklamada, zenginliğin fakirliğe üstün olduğunu söyler, “çünkü der, zenginlik, sayesinde yapılan harcamaların sevabıyla kazanılan yakınlık sebebiyle, o ziyâde bir sevabı tazammum eder (içine alır). Ancak, efdal kelimesi nefsin sıfatlarına nisbetle eşref manasında olursa, bu takdirde durum değişir. Fakirlik sebebiyle, nefsin kötü tabiat ve kötü ahlâka karşı riyâzatla elde ettiği temizlik daha şereflidir. Böylece fakr, zenginliğe üstünlük elde eder. Bu mânadan hareket eden sûfîlerin cumhuru, sabırlı fakirin üstün olacağına hükmetmiştir. Çünkü, tarikatın esâsı, nefsin terbiye ve riyâzetine dayanır. Bu ise, fakirlikte, zenginlikten daha çoktur.”
Muhammed İbnu Ebî Bekr der ki: “Ortadaki ihtilâf harîs olmayan fakir ile, cimri olmayan zengin hakkındadır. Çünkü, mâlumdur ki, kanaatkâr fakir cimri zenginden efdaldir, keza cömert zengin harîs fakirden efdaldir… Her neyi kendi zâtı için değil de başka bir yönü için değerlendiriyorsak, onu kastedilen bu yönüne izâfe etmek gerekir, tâ ki gerçek fazîleti böylece ortaya çıksın. Öyleyse, mal aslında li-aynihî yasaklanmış değildir. Allah´tan uzaklaştırıcı olması sebebiyle mahzurludur. Fakirlik de böyle. Zenginliği, kendisini Allah´tan uzaklaştıramayan nice zengin vardır. Nice fakir de var ki yoksulluk onu Allah´tan uzaklaştırıp şöyle dedirtmiştir: “Daha çok malım olsaydı ne olurdu ” Hülâsa, fakir hatardan (riskden) daha uzaktır, çünkü zenginliğin fitnesi fakirliğin fitnesinden daha şediddir…”
İbnu Hacer mevzu ile ilgili olarak şunları da keydeder: “Şâfiîlerden pek çoğu şükreden zenginin efdal olduğunu belirtmişlerdir. Ebû Alî ed-Dehhâk da şunu söyler: ”
Zengin, fakirden efdâldir. Çünkü zenginlik Hâlık´ın, fakirlik mahlûkun sıfatıdır. Hakk´ın sıfatı halk´ın sıfatından efdâldir.” Bu sözü bir çok büyükler güzel bulmuştur.Zengini fakirden üstün addeden Taberî gibi bazıları, meseleyi bir başka açıdan îzah ederler: “Şurası muhakkak ki, sabredenin çektiği sıkıntı, şükredenin çektiği sıkıntıdan çok daha ağırdır. Ne var ki, ben yine de Mutarrıf İbnu Abdillah gibi söyleyeceğim: “Sıhhatli olup şükretmeyi, belâ çekip sabretmeye tercîh ediyorum.”
Bu sözde, insanın cibillî ve fıtrî olan sabırsızlığının değerlendirildiği görülmektedir. Yaratılışı icâbı insanoğlu musîbete fazla sabır ve tahammül gösteremez. Bu yüzden fazlı, sevabı ne kadar çok olursa olsun, belânın tâlibi çıkmaz. Bunu, esâsen dînimiz de tavsiye etmez. Şurası da muhakkak ki, istitâ (tahammül gücü) hasebiyle sabrın hakkını verenlerin sayısı, istitâ hasebiyle şükrün hakkını verenlerden daha azdır.
Ebû Abdillah İbnu Merzûk, ulemânın, fakirlik mi zenginlik mi, yoksa kefâf mı daha efdal olduğu husûsundaki ihtilâfına dikkat çektikten sonra der ki: “Meselenin aslı şudur: “Kul için, Allah indinde, fakirlik mi yoksa zenginlik mi daha iyidir, ta ki bu hâli iktisab edip onunla ahlâklansın Bir başka ifâdeyle, acaba malda azlıkla, kalbini meşguliyetlerden boşaltıp, münâcâtın lezzetine nâil olmak ve uzun hesapların sıkıntılarından istirâhat bulmak için kazanç gayretine düşmemek mi daha iyi, yoksa zenginlikte başkalarına faydalı olmak imkanı bulunması hasebiyle tasadduk, yardım iyilikler, sıla-i rahimlerle Allah´a yakınlığı artırmak gayesiyle mal kazanmak için meşguliyet mi daha iyidir ”
İbnu Merzûk bu soruyu şöyle cevaplar: “Durum böyle olunca, bizce efdâl olan, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ve Ashâbı´nın cumhuru tarafından tercih edilen dünyalıktan azlık, çiçeklerinden uzaklıktır.
Kazanma gayretine düşmeden, miras ve ganimet taksiminden payına düşenle dünyalığa kavuşanların durumuna gelince: Bunlar için, bu parayı iyilik yollarından biriyle çarçabuk tamamen elden çıkarmak mı daha hayırlıdır, yoksa başkalarına daha çok maddî yardımlarda bulunarak sevabını iyice artırmak düşüncesiyle, bu serveti nemâlandırmak için gayret göstermesi mi daha hayırlıdır ”
ELCEVAP: Bu hususta da önceki açıklamamız mûteberdir.”
İbnu Merzûk´tan bu iktibası yapan İbnu Hacer, onun bir iddiasına katılmaz: Resûlullah´ın Ashabı´nın cumhuru tarafından fakirliğin benimsenmiş olması. “Onların ahvâlinden meşhur olan husus, bu iddiayı reddeder. Zîra, onlar, Allah fetihleri nasîb ettikten sonra iki kısma ayrıldı. Bir kısmı, şahsen nefsi zenginlik´le muttasıf olma haliyle birlikte servetlerini muhafaza edip yardımlar, sadakalar ve iyiliklerde bulunarak Allah´a yaklaşmayı devam ettirmeyi tercîh etti; bir kısmı da, fetihlerden önceki hâli üzre, yani yokluk ve darlık içinde hayatını sürdürmeyi tercîh etti, ancak bunlar, önceki gruba nisbeten cidden çok az kimselerdi. Selef´in hayatında ihtisâs yapanlar, söylediğimiz bu husûsun doğruluğunu bilirler. Onların bu durumlarını aksettiren haberler çoktur, sayıya gelmez.”
Zenginlik ve fakirliğin leh ve aleyhindeki delil ve değerlendirmeleri bîtaraf olarak karşılıklı münâkaşalarla vermeye devam eden İbnu Hacer, zaman zaman şahsî tercihinin zenginlik tarafında olduğunu ihsas ettirecek ip uçları verir. Onlardan biri şu cümlesidir: Mevzû üzerinde tereddüdlü noktalar da vardır. Bunlardan biri hiçbir şeyi olmayan insanın durumudur. Bunun için evlâ olanı, isteme zilletinden kendini koruması için kazanmasıdır veya çalışmayı bırakıp istemeksizin açılacak rızık kapısını beklemesidir. Nitekim Ahmed İbnu Hanbel gibi zühd ve verâsıyla meşhur olmuş bir zâtın, kendisine bu hususta soran kimseye şöyle söylediği sahîh bir surette bilinmektedir: اِلْزَمِ السُّوقَ “Pazara müdavim ol, (ticaret yap).” Bir diğerinde اِسْتَغْنِ عَنِ النَّاسِ فَلَمْ اَرَ مِثْلَ الْغِنَى عَنْهُمْ “Halktan istiğna et. İnsanlardan istiğna kadar büyük fazilet bilmiyorum.”
Ebû Bekr el-Mervezî´nin nakline göre Ahmed İbnu Hanbel şunu da söylemiştir: “Herkes için en uygun şey Allah´a tevekkül etmek ve nefislerini kazanmaya alıştırmaktır. Kim kazancı terketmenin efdâl olduğunu söylerse, dünyayı muattal hâle getirmek isteyen bir ahmaktır.”
Ebû Bekr el-Mervezî de şunu söyler “Ta´lim ve taallümden alınan ücret, bana, insanların elindekini yiyip intizaren oturmaktan daha iyidir… Meslek icra etmeden boş oturan kimseyi, nefsi, insanların elinde olanı istemeye dâvet etmiştir.”
Hz. Ömer (radıyallâhu anh) de şunu söylemiştir: “(Nafile ibâdet ve tefekküre mâni) bazı durumların bulunduğu bir kazanç insanlara ihtiyaç arzetmekten daha hayırlıdır.” Servet sahibi olan Saîd İbnu´l-Müseyyeb´ den rivâyete göre, ölürken şöyle demiştir: “Rabbim, biliyorsun ki bu malı dînimi siyânet için topladım.” Buna benzer ifâdeler seleften Süfyân Sevrî, Ebû Süleymân ed-Dârânî ve benzeri büyüklerden nakledilmiştir. Keza Sahabe ve Tâbiîn´e mensup büyüklerin hiçbirinden, kendilerini kaderin açacağı bir geçim kapısını beklemeye terkederek, rızık kazanma gayretini bıraktığına dâir rivâyet gelmemiştir. Zenginliği üstün görenler şu âyeti de delil göstermişlerdir. (Meâlen): “Ey îmân edenler! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar -Allah´ın düşmanı ve sizin düşmanlarınızı ve bunların dışında Allah´ın bilip sizin bilmediklerinizi yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atları hazırlayı.” (Enfâl 60). Derler ki: “Burada emredilen kuvvet ve “savaş atları” gibi şeylerin hazırlanması ancak mal ile mümkündür.”
Sonuç olarak şunu söyleyeceğiz: Zenginlik veya fakirliği değerlendirirken, İslâm ulemâsı meseleyi tek zâviyeden görmemiş, çok buudlu olarak tahlîl etmiştir. Her görüş sâhibinin dayandığı nassî deliller olduğu gibi haklılık kazandıran nokta-i nazar da vardır. Hiç birini kesin bir dille reddetmek veya mutlak doğru olarak değerlendirmek mümkün değildir. Meselenin günümüz şartlarında muallâkta kalmaması için Bediüzzaman merhumun bir cümlesini kaydedeceğiz:
“Îlâyı Kelimetullah´ın bu zamanda bir büyük sebebi maddeten terakki etmektir!”[3]
BİRİNCİ FASIL
ZÜHD VE FAKRIN MEDHİ VE BUNLARA TEŞVİK
ـ1ـ عن سهل بن سعد رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]مَرَّ رَجُلٌ عَلى رَسُولِ اللّهِ # فقَالَ لِرَجُلٍ عِنْدَهُ: مَا رأيُكَ في هذَا؟ فقَالَ: رَجُلٌ مِنْ أشْرَافِ النَّاسِ: هَذَا وَاللّهِ حَرِىٌّ إنْ خَطَبَ أنْ يُنْكَحَ، وَإنْ شَفَعَ أنْ يُشَفّعَ. فَسَكَتَ النَّبىُّ # ثُمَّ مَرَّ رَجُلٌ آخَرُ. فَقَالَ لَهُ النَّبىُّ #: مَا رَأيُكَ في هذَا؟ فقَالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ. هذَا رَجُلٌ مِنْ فُقَرَاءِ المُسْلِمِينَ، هَذَا واللّهِ حَرِىٌّ إنْ خَطَبَ َ يُنْكَحُ، وَإنْ شَفَعَ َ يُشَفّعُ. وَإنْ قَالَ َ يُسْمَعُ لِقَوْلِهِ. فقَالَ النَّبىُّ #: هذَا خَيْرٌ مِنْ مِلْءِ ا‘رْضِ مِثْلَ هذَا[. أخرجه الشيخان .
1. (2067)- Sehl ibnu Sa´d (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Bir adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a uğradı. Efendimiz, yanında bulunan bir zâta: “Şu gelen kimse hakkında reyin nedir ” diye sordu. Adam: “O, halkın eşrafındandır, bu vallahi bir kıza tâlib olsa hemen evlendirilmeye; birisi lehine şefaate bulunsa, şefaatinin yerine getirilmesine lâyıktır” dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sükût buyurdular. Derken az sonra bir adam daha uğradı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanındakine: “Pekiyi bunun hakkında reyin nedir ” dedi. Adam: “Ey Allah´ın Resûlü! Bu, müslümanların fakir takımındandır. Vallâhi, bu bir kıza tâlib olsa evlendirilmemeye, şefaatte bulunsa itibar edilmemeye, bir şey söylese dinlenilmemeye lâyıktır ” cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
“Bu, onun gibilerin bir arz dolusundan daha hayırlıdır ” buyurdu.” [Buhârî, Rikâk 16, Nikâh 15, İbnu Mâce, Zühd 5, (4120).][4]
ـ2ـ وعن أبى ذر رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: لَيْسَتِ الزَّهَادَةُ في الدُّنْيَا بِتَحْرِيمِ الحََلِ وََ إضَاعَةِ المَالِ، وَلَكِنِ الزَّهَادَةُ أنْ تَكُونَ بِمَا في يَدِ اللّهِ تَعالى أوْثَقَ مِنْكَ بِمَا في يَدِكَ. وَأنْ تَكُونَ في ثَوَابِ المُصِيبَةِ إذَا أصِبْتَ بِهَا أرْغَبَ مِنْكَ
فِيهَا لَوْ أبَّهَا أُبْقِيَتْ لَكَ[. أخرجه الترمذي.وزاد رزين: ‘نَّ اللّهَ تَعالى يَقُولُ: لِكَيَْ تَأسَوْا عَلى مَا فَاتَكُمْ وََ تَفْرَحُوا بِمَا آتَاكُمْ .
2. (2068)- Ebû Zerr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz buyurdular ki: “Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah´ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok güvenmen ve bir müsîbete düştüğün zaman getireceği sevabı sebebiyle, onun devamına rağbet göstermendir.” [Tirmizî, Zühd 29, (2341); İbnu Mâce, Zühd 1, (4100).]
Rezîn şunu ilâve etti: “Zîra Allah Teâlâ Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Bu, kaybettiğinize üzülmemeniz ve Allah´ın size verdiği nimetlerle şımarmamanız içindir” (Hadîd 23).[5]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, hakîki zâhidliğin nasıl olduğunu anlatıyor. Buna göre kişinin, helâli haram kılmak, malını mülkünü yüzüstü bırakıp ziyan olmasına seyirci kalmak gibi bir kısım zoraki davranışların zâhidlikle ilgisi olmadığını belirtiyor. O halde gerçek zühd, kişinin Allah´ın rızkı vereceği husûsundaki vaadine güvenmek, ummadığı yerden rızık verdiğine kesin bir îmanla inanmak, Allah´a olan îtimad ve güvenini, elinde tuttuğu akar mal, sanat, mevki ve makam gibi şeylere olan güveninden çok fazla kılmaktır. Çünkü kendi elindekilerin telef olması, bir bir yok olması mümkündür, fakat Allah´ın elinde bulunanlar bâkîdir, ebedîdir. Nitekim âyet-i kerîmede: مَا عِنْدَكُمْ ينفد وما عِنْدَاللّهِ بَاقٍ “Sizde olanlar tükenir ama, Allah katında olanlar sonsuzdur” (Nahl 96) buyurulmuştur.
Musîbetle ilgili cümlenin mânasını da Aliyyü´l-Kârî şöyle açıklar: “(Musîbete karşı şikâyetçi, tahammülsüz olma. Bilakis) hâsıl edeceği sevabı düşünerek, yokluğundan ziyâde varlığına rağbet et, devamını iste. İşte bu iki hal, senin gerçekten dünyayı terkedip âhirete yönelmiş olduğuna iki sâdık ve âdil şâhiddir.”[6]
ـ3ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قال رسولُ اللّه #: إنْ سَرَّكِ اللُّحُوقُ بِى فَلْيَكْفِكِ مِنَ الدُّنْيَا كَزَادِ الرَّاكِبِ، وَإيَّاكِ وَمُجَالَسَةَ ا‘غْنِيَاءِِ، وََ تَسْتَخْلِقِى ثَوباً حَتَّى تُرَقِّعِيهِ[. أخرجه الترمذي .
وزاد رزين. قال عروة: فَمَا كَانَتْ عَائِشَةُ تَسْتَجِدُّ ثَوْباً حَتَّى تُرَقِّعَ ثَوْبَهَا وَتُنَكِّسَهُ، وَلَقَدْ جَاءَهَا يَوْماً مِنْ عِنْدِ مُعَاوِيَةَ ثَمَانُونَ ألْفاً فَمَا أمْسى عِنْدَهَا دِرْهَمٌ. فقَالَتْ جَارِيَتُهَا: فَهًَّ اشْتَرَيْتِ لَنَا مِنْهُ بِدِرْهَمٍ لَحْماً؟ فقَالَتْ: لَوْ ذَكَّرْتِينِى لَفَعَلْتُ .
3. (2069)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “(Ey Âişe! Cennette) benimle olman seni mesrur edecekse sana dünyadan bir yolcunun azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın zenginlerle sohbet arkadaşlığı etme. Bir elbiseye yama vurmadan eskimiş addetme.” [Tirmizî, Libâs 38, (1781).]
Rezîn şunu ilâve etmiştir: “Urve dedi ki: “Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ), bir elbiseyi eskitip yamamadıkça ve içini dışına ters çevirip (bir zamanlar da öyle giyerek iyice eskitmedikçe) yenilemezdi. Bir gün kendisine, Muâviye tarafından gönderilmiş olan seksenbin (dirhem) geldi. Bu paradan, akşama tek dirhem kalmadı (hepsini tasadduk etti). Câriyesi ona: “Bana ondan bir dirhemlik olsun et alsaydın ya!” dedi. Hz. Âişe: “(Para varken) hatırlatmış olsaydın, isteğini yapardım” dedi.”[7]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet, Âl-i Beyt´in yaşayışına ışık tutmaktadır. Dünya ile olan bağlantısını, gölgelenmek üzere bir müddet dibine oturup ondan sonra bırakıp giden yolcunun, güzergahta rastladığı ağaçla olan irtibatına benzeten Hz. Peygamber, zevce-i pâkleri Âişe vâlidemize uhrevî beraberliği daha bir garantileyecek hayat tarzının bir sahnesini tasvir ediyor: “Elbiseyi yamalı olarak giymeden yenilememek.”
Âişe vâlidemiz (radıyallâhu anhâ), sadece yamamakla kalmıyor, renk vs. yönleriyle daha az yıpranıp, yenilik havası taşıyan iç yüzünü dış yüz yaparak, bir müddet öyle giyiyor. Urve (rahimehullah)´nin açıklaması, Hz. Âişe´nin bu davranışının fakirlik veya cimrilikten olmayıp, zahidlikten olduğunu göstermektedir. Umumî Açıklama kısmında temas edildiği üzere gerçek zâhidlik budur. Maddî imkanlar varken dünyaya itibar etmemek… Yüce vâlidemiz bunun örneğini vermiştir. Allah Kıyamet günü şefaatine müyesser kılsın.[8]
ـ4ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رسول اللّهِ #: يَقُولُ: اَللَّهُمَّ اجْعَلْ رِزْقَ آلِ مُحَمَّدٍ قُوتاً[. وفي أخرى كَفَافاً. أخرجه الشيخان والترمذي.»الْكَفَافُ« الذي يفصل عن الحاجة.
4. (2070)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dua ederdi: “Allah´ım, Âl-i Muhammed´in rızkını belini doğrultacak kadar ver -Bir diğer rivâyette- “yetecek kadar ver” buyurmuştur.” [Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, (1055); Tirmizî, Zühd 38, (2362).][9]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Allah´tan rızk olarak, ölmeyecek kadar istemiştir. Rivâyetlerde bu miktar iki ayrı kelime ile ifâde edilmektedir. Kût ve kefâf. Kût, “ölmeyecek kadar”, “belini doğrultmaya yetecek kadar” veya “başkasından istemeye ihtiyaç bırakmayacak kadar yiyecek” diye açıklanmıştır. Kefâf daha önce, Umûmî Açıklama kısmında geniş açıkladığımız üzere, zarûrî ihtiyaçları tam karşılayan, ne fazla ne de noksan olmayan miktar olarak tarif edilebilir.
Âl-i Muhammed tabiri ile, bu hadiste, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hanımları ile çocukları kastedilmiş olmalıdır. Resûlullah´ın ve ailesinin asgari miktarla yetindiklerini te´yîd eden rivâyetler çoktur. Tirmizî´nin “Resûlullah ve ehlinin maişetleri adında bir babta kaydettiği rivayetlerden bazıları şöyle:
* “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ekmek ve etten doyuncaya kadar günde iki sefer yemeden dünyadan göçmüştür.”
* “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) arpa ekmeğinden doyuncaya kadar peşpeşe iki gün yemeden ruhu kabzedildi.”
* “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve ailesi, üst üste üç gün doyuncaya kadar buğday ekmeği yemeden dünyadan ayrıldı.”* “Resûlullah üst üste birçok geceleri aç geçirir, ehli de akşam yemeği bulamazlardı. Onların ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi.”
* “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yarın için bir şey biriktirmezdi.”
* “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ölünceye kadar (mükellef hazırlanmış) bir sofrada yemek yemedi, (pasta şeklinde) ince yapılmış ekmek de yemedi.”[10]
ـ5ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كَانَ رسولُ اللّهِ # يَقُولُ: اللَّهُمَّ أحْيِنى مِسْكِيناً وَأمِتْنِى مِسْكِيناً وَاحْشُرُنِى في زُمْرَةِ المَسَاكِينِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ، قَالَتْ عَائِشَةُ لِمَ يَا رَسُولَ اللّهِ؟ قال: إنَّهُمْ يَدْخُلُونَ الجَنَّةَ قَبْلَ ا‘غْنِيَاءِ بِأرْبَعِينَ خَرِيفاً. يَا عَائِشَةُ َ تَرُدِّى الْمِسْكِينَ وَلَوْ بِشِقِّ تَمْرَةٍ، يَا عَائِشَةُ أحِبِّى المَسَاكِينَ وَقَرِّ بِيهِمْ
فَإنَّ اللّهَ يُقَرِّبكِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه الترمذي.والمراد »بِالخَرِيفِ« السَّنَةُ.وفي حديث آخر: خَمْسِمَائَةِ عَامٍ، والجمع بينهما أن المراد با‘ربعين تَقَدُّمُ الفقير الحريص على الغنىّ الحريص، وبالخمسمائة تقدم الفقير الزاهد على الغنى الراغب فكان الفقير الحريص على درجتين من خمس وعشرين درجة من الفقير الزاهد، وهذا نسبة ا‘ربعين إلى خمسمائة، وهذا التقدير وأمثاله يجرى على لسان الرسول # جُزافاً و اتفاقاً بل لسرّ أدركه، ونسبة أحاط بها علمه، فأنه َ ينْطِقُ عن الهوى .
5. (2071)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dua etmişti: “Allah´ım, beni miskin olarak, yaşat, miskin olarak ruhumu kabzet, kıyamet günü de miskinler zümresiyle birlikte haşret.”
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) atılarak sordu: “Niçin ey Allah´ın Resûlü ”
“Çünkü, dedi, onlar cennete, zenginlerden kırk bahar önce girecekler. Ey Âişe! fakirleri sev ve onları (rivâyet meclisine) yaklaştır, tâ ki Kıyâmet günü Allah da sana yaklaşsın.” [Tirmizî, Zühd (2353).]
Diğer bir hadiste: “Beşyüz yıl” tabiri vardır. İki hadis şöyle cem´edilir: “Kırktan maksad hırs sahibi fakirin, hırs sahibi zenginden öne geçeceği müddettir. Beşyüzden maksad, zâhid fakirin hırslı zenginden önce gireceği müddettir. Böylece hırs sâhibi fakir, zâhid fakirin yirmibeş derece üstünlüğüne nazaran iki derecelik bir üstünlüğe sahiptir. Bu kırkın beşyüze nisbetidir. Bu ve benzeri takdirler Resûlullah´ın lisanında mücâzefe veya tesâdüfî olarak cereyan etmez. Bilakis idrâk ettiği bir sır veya ilminin ihâta ettiği bir nisbet sebebiyle söylenmiştir. Zîra o hevâdan konuşmaz.”[11]
AÇIKLAMA:
1- Miskin, meskenet´ten gelir, zillet ve fakirliğe düşmüş demektir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Rabbine karşı tavazuunu ve fakrini ifâde etmek için bu tabiri kendisi hakkında kullanmıştır. Bu sözüyle ayrıca ümmetini tevâzuya bürünüp, kibir ve gururdan kaçınmaya irşâd etmektedir. Hadiste fakirlerin, çektikleri meşakkatlere sabretmeleri sebebiyle kazandıkları uhrevî derecelerin yüceliğine ve Allah´a olan yakınlıklarına da dikkat çekilmiş olmaktadır. Sühreverdî´ye göre, Resûlullah Allah´tan fakirlerle birlikte haşredilmeyi dilemesi, fakirlerin Kıyamet günü ne kadar yüce bir mertebede olacaklarının en güzel ifadesidir.
2-Kırk bahar demek kırk yıl demektir, çünkü bahar bir yılın dört mevsiminden sadece birisidir. Resûlullah bir başka hadiste فُقَرَاءُ الْمُهَاجِرينَ يَدْخُلوُنَ الْجَنَّةَ قَبْلَ اَغْنِيَائِهِمْ بِخَمْسَمِائَةِ عَامٍ “Muhâcirlerin fakirleri, zenginlerinden beşyüz yıl önce cennete girecekler” buyurmaktadır.
Bu iki hadis arasındaki rakam farkı, bunların tahdîd değil, çokluk ifâde etmek maksadıyla kullanılmış olmaları hatırlatılmak sûretiyle te´lîf edilmiştir. İkisinde de gâye aynıdır. Maksad birinde kırk, birinde beşyüz denilerek ifade edilmiştir.
Bir başka îzah da fakirler arasındaki farka dayandırılmıştır. şöyle ki: Taberî´nin Mesleme İbnu Muhalled´den yaptığı bir rivâyette: “Muhâcirler, cennete diğer mü´minlere nazaran kırk bahar önce girecekler, sonra ikinci zümre yüz bahar sonra girer” denmektedir. Burada ifâde edilen mânaya göre, üçüncü zümre ikiyüz yıl sonra girecek demektir. Sanki onlar en az beş zümreye ayrılmış olmaktadır. Bir başka ifadeyle, fakirlerin arzedecekleri sabır, şükür ve arıza hallerine bağlı olarak kendi aralarında farklı mertebelere sahiptirler. Şu halde beş yüz rakamıyla, en üstün dereceyi tutan zâhid fakir´in, dünyayı taleb eden zenginle arasındaki fark ifâde edilmiştir. Harîs fakir ise, zâhid fakirin sahip olduğu yirmibeş derece üstünlükten sâdece iki derecesine sahiptir. Bu, kırkın beşyüze nisbetine denktir. Görüldüğü üzere, lisan-ı nübüvvetten telâffuz edilip hadisler olarak bize intikal eden beyanlarda yer alan rakamlar, mucâzefe veya tesâdüf olmayıp, Efendimiz bizzat idrâk ettiği bir sır ve ilminin ihâta ettiği bir hikmet sebebiyledir. Zîra, Efendimiz aleyhissalâtu vesselâm hevasından konuşmaz, her ne konuşmuşsa kendisine yapılan bir vahye dayanır (Necm 3-4).
Aliyyü´l-Kârî hadisi açıkladıktan sonra der ki: “Başka hiçbir delîl bulunmasa bile, bu hadis tek başına şu hükmün verilmesi için yeterlidir: “Sabreden fakir, şükreden zenginden hayırlıdır.”
el-Kârî, tahlîlini şöyle tamamlar: “Fakirlik iftihar vesilesidir, onunla iftihâr edip övünmekteyim. اَلْفَقْرُ فَخْرِى وَبِهِ افْتَخِرُ hadisi bâtıldır, huffâzdan Askalânî ve başkalarının tasrîh ettiği üzere bunun müteber bir aslı yoktur. Ancak كَادَ الْفَقْرُ اَنْ يَكُونَ كُفْراً “Fakirlik küfür olayazdı” hadisi çok zayıftır. Sahîh olması halinde, mânayı kalbî fakr´a hamletmek gerekir. Yani, kişiyi sızlanma ve korkuya atan, Allah´ın hükmüne rızasızlığa, sema ve arzın Rabbince yapılan taksime itiraza sevkeden fakirliğe hamledilmesi gerekir. İşte bu sebeplerdir ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): لَيْسَ الْغِنَى عَنْ كَثْرَةِ الْعَرضِ وَلَكِنَّ الْغِنَى غِنَى النَّفْسِ “çok malla zengin olunmaz. Gerçek zenginlik kalb zenginliğidir” buyurmuştur.
Bazı âlimler, Resûlullah´ın fakirlikten Allah´a sığınmasıyla ilgili rivâyetleri de, aynı şekilde te´vîl ederek: “Bundan maksad “gönül fakirliği”dir demişlerdir. İbnu Abdülberr ise şunları söyler: “Resûlullah´ın istiâze ettiği fakirlik, kefâfın altına düşen fakirliktir, bu durumda kalbî zenginliği de olmaz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın nezdindeki zenginlik kalb zenginliği idi. Âyet-i kerîmede: “Seni fakir bulup zenginletirmedi mi ” (Duhâ 8) buyurulmuştur. Resûlullah´ın zenginliği kendinin ve ailesinin bir yıllık kût´unu biriktirmekten öte geçmemiştir. Onun zenginliği kalbinde Rabbine karşı beslediği güveni idi. (Kulluğu) unutturucu fakirlikten de, tuğyana atıcı zenginlikten de Allah´a sığınırdı. Bu durumda, fakirlik ve zenginliğin iki mezmûm kutupları teşkîl ettiğine delil vardır. Bu bâbta gelen rivâyetler belirttiğimiz son husûsta ittifak eder.”[12]
ـ6ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: يَدْخُلُ الْفُقَرَاءُ الجَنَّةَ قَبْلَ ا‘غْنِيَاءِ بِخَمْسِمَائَةِ عامٍ نِصْفِ يَوْمٍ[. أخرجه الترمذي .
6. (2072)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Fukaralar, cennete zenginlerden beşyüz yıl önce girerler. Bu (Allah´ın indinde) yarım gündür.” [Tirmizî, Zühd 37, 2354).][13]
AÇIKLAMA:
1-Hadisin açıklaması önceki hadiste yapılmıştır.
2- Beşyüz yılın Allah indindeki yarım gün etmesi, Allah´ın indindeki bir gün, dünya ölçülerindeki bin yıla tekabül etmesindendir. Zîra âyette şöyle denmiştir: “Rabbinin katında bir gün, saydıklarınızdan bin yıl gibidir” (Hacc 47). Ancak, yine Kur´ân-ı Kerîm´in bir başka âyetinde “miktarı elli bin yıl olan bir gün”den de söz edilmektedir (Secde 5). Bu farklılıkla ilgili bir te´vile göre, zamanın değeri mü´min için ayrı, kâfir için ayrıdır. Mü´min için bir gün bin yıl gibi uzarken, kafir için ellibin yıl gibi uzayacaktır. Zîra yine âyetle sâbittir ki, aynı müddet ebrâr için daha kısa, kâfirler için daha uzundur: “O boru öttürülünce, işte o(gün) kâfirlerin aleyhinde pek çetin bir gündür, kolay değil. ” (Müddessir 9-10).[14]
ـ7ـ وعن أبى عبدالرحمن الحُبُلِى قال: ]سَألَ رَجُلٌ عَبْدَاللّهِ بْنَ عَمْرِو ابْنِ الْعَاصِ فقَالَ: ألَسْنَا مِنْ فُقَرَاءِ المُهَاجِرِينَ. فقَالَ لَهُ: ألَكَ زَوْجَةٌ تَأوِى إلَيْهَا؟
قالَ: نَعَمْ قالَ: ألكَ مَسْكَنٌ تَسْكُنُهُ؟ قالَ: نَعَمْ. قالَ: فَأنْتَ مِنَ ا‘غْنِيَاءِ، قال: فإنَّ لِى خَادِماً؟ قالَ: فَأنْتَ مِنَ المُلُوكِ[. أخرجه مسلم .
7. (2073)- Ebû Abdirrahman el-Hubulî anlatıyor: “Bir adam Abdullah İbnu Amr (radıyallâhu anh)´a sorarak dedi ki: “Biz muhâcirlerin fakirlerinden değil miyiz ” Abdullah da ona sordu: “Kendisine sığındığın bir zevcen var mı ” Adam: “Evet” dedi. Abdullah: “Senin oturduğun bir meskenin var mı Adam: “Evet!” deyince Abdullah: “Sen zenginlerdensin!” dedi. Adam: “Benim bir de hizmetçim var!” diye ilave edince, Abdullah: “Öyleyse sen krallardansın!” dedi.” [Müslim, Zühd 37, (2979).][15]
ـ8ـ وعن أبى سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]جَلَسْتُ في عِصَابَةٍ مِنْ ضُعَفَاءِ المُهَاجِرِينَ وَإنَّ بَعْضَهُمْ لَيَسْتَتِرُ بِبَعْضِ مِنَ الْعُرى، وَقَارِئُ يَقْرَأُ عَلَيْنَا إذْ جَاءَ رسولُ اللّهِ # فقَامَ عَلَيْنَا فَسَكَتَ الْقَارِئُ. فقَالَ: مَا كُنْتُمْ تَصْنَعُونَ؟ قُلْنَا: كَانَ قَارِئٌ يَقْرَأُ عَلَيْنَا نَسْتَمِعُ كِتَابَ رَبِّنَا. فقَالَ: الْحَمْدُللّهِ الَّذِى جَعَلَ في أُمَّتِى مَنْ أُمِرْتُ أنْ أُصَبِّرَ نَفْسِى مَعَهُمْ، وَجَلَسَ وَسَطَنَا لِيَعْدِلَ نَفْسَهُ بِنَا. ثم قال بِيَدِهِ هكذَا: فَتَحَلّقُوا وَبَرَزَتْ وُجُوهُهُمْ. قالَ: فَمَا رَأيْتُ رسولَ اللّهِ # عَرَفَ مِنْهُمْ أحَداً غَيْرِى، ثُمَّ قالَ: أبْشِرُوا يَا صَعَالِيكَ المُهَاجِرِينَ بِالنُّورِ التَّامِّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ تَدْخُلُونَ الجَنَّةَ قَبْلَ أغْنِيَاءِ النَّاسِ بِنِصْفِ يَوْمِ، وَذلِكَ خَمْسُمائَةِ سَنَةٍ[. أخرجه أبو داود والترمذي.»الْعِصَابَةُ« الجماعة من الناس.»تَحَلَّقُوا« أى صاروا حلقة مستديرة .
8. (2074)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Muhâcirlerin fakirlerinden bir grupla birlikte oturmuştum. Bunlardan bir kısmı, bir kısmı (nın karaltısından istifâde ) ile çıplaklıktan korunuyordu. Bir kâri de bize (Kur´ân) okuyordu. Derken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çıkageldi ve üzerimizde dikildi. Resûlullah´ın yanımızda dikilmesi üzerine kâri okumayı bıraktı. Resûlullah da selam verdi ve :
“Ne yapıyorunuz ” diye sordu.
“Ey Allah´ın Resûlü! dedik, o kârimizdir, bize (Kur´ân) okuyor. Biz de Allah Teâlâ´nın kitabını dinliyoruz.”
Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allah´ıma hamdolsun!” dedi.
Sonra, kendisini bizimle eşitlemek üzere Resûlullah, ortamıza oturdu.Ve eliyle işâret ederek: “Şöyle (halka yapın)” dedi. Cemaat hemen etrafında halka oldu, yüzleri ona döndü.
Ebû Saîd der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın onlar arasında benden başka birini daha tanıyor görmedim. (Herkes yeni baştan vaziyetini alınca) Resûlullah şu müjdeyi verdi:
“Ey yoksul muhâcirler, size müjdeler olsun! Size Kıyamet günündeki tam nûru müjde ediyorum. Sizler cennete, insanların zenginlerinden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya günleriyle) beşyüz yıl eder.” [Ebû Dâvud, İlim 13, (3666); Tirmizî, Zühd 37, (2352).][16]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet Medîne´ye hicret eden bir kısım müslümanların maddî durumlarını aksettirmesi bakımından dikkat çekicidir: Birbirlerinin gölgesiyle tesettürü sağlamaya çalışacak kadar fakirlik. Resûlullah bunlara fakir kelimesini değil saâlîk kelimesini kullanarak hitabedecektir. Bu kelime sülûk´un cem´idir. Ne bir malı, ne bir dayanağı, ne de bir ümid imkânı bulunmayan fakir demektir. Dilimizde bu mânayı ifade için fakir diye tercüme ettik.
2- Kârî, okuyan demektir. Tabii ki burada, cemâate yüksek sesle Kur´an okuyup, dinleten demektir. İslâm´ın bidâyetinde din tebliğcilerine de kâri (veya mukri) denirdi, çünkü teblîğlerini, Kur´ân okuyarak yapıyorlardı.
3- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “… kendileriyle birlikte sabretmem emredilen..” sözüyle, şu mealdeki âyete işaret buyurmuştur: “Sabah akşam Rabblerinin rızasını dileyerek O´na yalvaranlarla beraber sen de sabret…” (Kehf 28).
4- Rivayette geçen “…Kendisini bizimle eşitlemek için …” ifâdesi iki ayrı mânada anlaşılmıştır:
1) Resûlullah tevâzu maksadıyla, nefsini bizimki ile bir tutmak, eşitlemek üzere aramıza oturdu.
2) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) herkese eşit uzaklıkta olmak için halkanın ortasına oturdu.
5- Fakirlerin, cennete zenginlerden beşyüz yıl önce girme meselesiyle ilgili açıklamaları önceki iki hadiste yeterince yaptık.[17]
ـ9ـ وعن أسامة بن زيد رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #: قُمْتُ عَلى بَابِ الجَنَّةِ فَكَانَ عَامَّةُ مَنْ دَخَلَهَا المَسَاكِينَ، وَأصْحَابُ الجَدِّ مَحْبُوسُونَ غَيْرَ أنَّ أصْحَابَ النَّارِ قَدْ أُمِرَ بِهِمْ إلى النَّارِ، وَقُمْتُ عَلى بَابِ النَّارِ، فَإذَ عَامَّةُ مَنْ دَخَلَهَا النِّسَاءُ[. أخرجه الشيخان.»الجَدُّ« الحظ والسعادة .
9. (2075)- Üsâme İbnu Zeyd (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “(Mirâc sırasında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenlerin büyük çoğunluğunun miskinler olduğunu gördüm. Dünyadaki imkân sâhiplerinin cehennemlikleri ateşe gitmeye emrolunmuşlardı, geri kalanlar da mahpus idiler. Cehennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin büyük çoğunluğu da kadınlardı.” [Buhârî, Rikâk 51, Müslim, Zühd 93, (2736).][18]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aheyhissalâtu vesselâm), Mîrac sırasında veya rüyada gördüğü bir hakîkati ifâde etmektedir: Cehennem ahâlisinin çoğunu kadınlar teşkil ettiği gibi cennet ahâlisinin çoğunu da fakirler teşkil etmektedir. Bu çeşit rivâyetler çoktur. Bu rivâyetlerde kadınların fıtrî za-afları ile, maddi imkanların insan üzerindeki menfî etkilerine dikkat çekilmektedir. Ta ki, insanoğlu zayıf noktalarından uyarılmış olsun ve o noktalarda daha tedbirli davransın.
Nitekim, öncelikle annelik gibi, şefkat ve merhamet duygularının ileri derecede bulunmasını gerektiren bir vazîfe üzerine yaratılan kadın, kendisine verilen bu asli vazîfeye uygun olarak, erkeklere nazaran çok daha hissi, çok daha hassas bir tabiatla techiz edilmiştir. Bu fıtrî hissîliğin, yan tezâhürleri olacak ve bu da onun zayıf noktalarını teşkil edecektir. İşte Resûlullah, kadınlarla ilgili benzer hadislerinde, bazı İslâm düşmanı mugâlata sahiplerinin söylediği gibi kadınları istiskal etmiyor, bilakis onların zaaflarına dikkat çekerek, o noktalarda uyanıklığa sevkediyor.
Zenginler için de durum aynıdır. Zenginlik, insanı istiğna duygusuna boğarak, mâneviyattan, kulluktan uzaklaştırmaktadır. Ayrıca servetin kazanılmasında gayr-i meşru kazanç ihtimalleri, zekât ve sadakasını tam tamına verememe ihtimâli, malın muhâfaza ve artırılması gibi zarûri meşguliyetlerin kişiyi fazlaca işgal etme hatarları (riskleri) mevcuttur. Öyle ise, ümmetinin her zümresine karşı rahmet ve şefkat hisleriyle dolu olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bu zümrelerin zayıf noktalarına dikkat çekip, onları uyarmasından daha tabiî bir şey olamaz.
Dînimizin getirdiği hayat felsefesine göre, insan imtihan edilmek üzere yaratılmıştır. Kimisi azlık, kimisi çokluk; kimisi kadınlık, kimisi erkeklik; kimisi sağlık, kimisi hastalık; kimisi nimet, kimisi musibetle veya aynı insan yerine göre bazan sağlık, bazan hastalıkla, bazan bolluk, bazan darlıkla, nimet veya musibetle… imtihan edilecektir. Şeriat, bu farklı hallerin her birinde her bir farklı hal sâhibine nasıl davranmak gerektiğinin bilgisini getirmiş ve bu talimata uymasını emretmiştir. Bu talimâtı anlayacak derecede aklı olan herkes, buna uyup uymama durumuna göre hesaba çekilecektir.
Öyle ise zenginle veya kadınla ilgili veya bir başka durum sahibiyle ilgili dînî talimatı belirtilen çerçevede kavramak gerekir. Bu talimatta ne kadının istiskâli, ne servet sahiplerine düşmanlık aranmamalı, fıtrata hâkim kanunların beyânı, belirtilen şartlarda gerçek kulluğun nasıl yapılacağının öğretisi, bir başka ifade ile dinin siyâseti aranmalıdır. Kurtubî´nin sadedinde olduğumuz hadisle ilgili açıklamasını bu noktadan değerlendirelim:
“Kadınlar, cennetlikler arasında azınlığı teşkîl etmektedir. Çünkü onlara (hissiliğin galebesiyle akıllarının azlığı ve aldanmalarının çabukluğundan ötürü hevâ ve dünyanın peşin zinetlerine meyledip âhiretten yüz çevirme hâli galebe çalar.”[19]
ـ10ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #: ابْغُونِى ضُعَفَاءَكُمْ، فَإنَّمَا تُنْصَرُونَ وَتُرْزَقُونَ بِضُفَائِكُمْ[. أخرجه أصحاب السنن.ومعنى »أبْغُونى« اطلبوا لى .
10. (2076)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bana zayıflarınızı arayın. Zîra sizler, zayıflarınız sebebiyle yardıma ve rızka mazhar kılınıyorsunuz.” [Ebû Dâvud, Cihâd 77, (2594); Tirmizî, Cihâd 24, (1702); Nesâî, Cihâd 43, (6, 45-46).][20]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada fakirliği sebebiyle halkın zayıf addettiği kimselerin himâyesini , onların korunmasını, onlara yardım edilmesini emretmektedir.
2- “…zayıflarınız sebebiyle…” ibâresi: “onların aranızda olmaları sebebiyle …”, “onların dizginleri sizde olması sebebiyle”, “onların duaları bereketine” diye anlaşılmıştır. Zayıf kimse aczini ve güçsüzlüğünü görünce, güç ve kuvvetten tam bir ihlâsla yüz çevirerek Allah´tan yardım ister. Böylece galebe elde eder. Nitekim “Nice az topluluk, çok topluluğa Allah´ın izniyle galebe çalmıştır” (Bakara 248) buyurulmuştur. Halbuki kuvvetli olan, kuvvetine güvenerek, galebe çalacağına kesin gözüyle bakar, kuvvetine mağrur olur. Bu onu tedbirsizliğe ve yalnızlığa iter, mağlubiyete götürür. Kur´ân-ı Kerîm, müslümanların Huneyn´de böyle bir gurura düşerek mağlup olduklarını haber verir (Tevbe 25).
3- Hadisi daha anlaşılır kılan bir ziyade Nesâî´nin rivayetinde yer almaktadır: “Allah bu ümmete zayıfları sebebiyle, onların duaları, namazları ve ihlasları hatırı için yardım eder.” Yani “Zayıfların ibâdet ve duaları çok daha hâlisânedir. Çünkü, kalpleri dünyevî süslerle meşgûl değildir. Himmetleri bir şeyde toplanmıştır. Bu sebeple duaları makbuldür, amelleri (riyâdan) pâktır.” Öyle ise onların bu makbul duaları sebebiyle düşmanlarınıza karşı yardım görüyorsunuz, belalar üzerinizden defediliyor.
4- Tîbî der ki: “Bu hadiste zenginlerle, düşüp kalkmaktan nehyedilmekte, fakirlere karşı tekebbür etmekten (büyüklenmekten) yasaklanmaktadır. Bu sebeple Hz. Lokman, oğluna: “Elbiseleri eski diye fakirleri hakir görme, çünkü senin de, onun da Rabbiniz birdir” demiştir. İbnu Muâz da: “Fakirlere olan sevgin peygamberlerin ahlâkındandır. Onlarla düşüp kalkamayı tercih etmen sâlihlerin alâmetlerindendir, onlardan kaçman da münâfıkların alâmetlerindendir” demiştir.
5- Son olarak, hadisle ilgili Münâvî´nin kaydettiği bir açıklamaya daha yer vermek isteriz: “Tenbih: Bu hadis ve buna benzeyen, هَلْ تُنْصَرُونَ وَتُرْزَقُونَ إَّ بِضُعَفَائِكُمْ “Siz ancak zayıflarınız sebebiyle yardım görür, rızka kavuşursunuz” hadisi ile Müslim´de gelmiş olan اَلْمُؤْمِنُ الْقَوِىُّ خَيْرٌ وَاَحَبُّ الى اللّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِ الضَّعِيفِ وفي كُلِّ خَيْرٌ “Kuvvetli mü´min Allah´a zayıf mü´minden daha hayırlı ve daha sevgilidir, ancak her birinde hayır vardır” hadis arasında zâhiri bir teâruz vardır. Ancak düşünüldüğü zaman, aralarında zıtlık olmadığı görülür. Zîra kuvvetin medhinden murad Allah´ın zâtındaki kuvvettir ve azimdeki şiddet(in medhidir). Za´fın medhinde murad da sade yaşayış, kalp inceliği ve Cenâb-ı Hakk´ın celâlini müşâhede edince kendinden geçmedir. Veya kuvvetin zemminden (kötülenmesinden) murad, zorbalık ve büyüklenmedir, zayıflığın zemminden murad da Vâhidu´l-Kahhâr´ın hakkını yerine getirmede azim zayıflığıdır. Zîra Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) burada: “Fakirlerin kuvvetiyle muzaffer olursunuz..” demiyor. Bilakis muradı “onların duası”, “ihlası” vesair zikri geçen şeylerden biridir.”[21]
ـ11ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: قال رسول اللّه #: مَا بَعثَ اللّهُ نبِيّاً إَّ رَعى الْغَنَمَ قالُوا: وَأنْتَ يَا رسولَ اللّهِ؟ قالَ: نَعَمْ، كُنْتُ أرْعَاهَا عَلى قَرَارِيطَ ‘َهْلِ مَكَّةَ[. أخرجه البخارى ومالك ولم يذكر القراريط .
11. (2077)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: ” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz buyurdular ki: “Allah hiçbir peygamber göndermedi ki, koyun çobanlığı yapmamış olsun.”
“Sen de mi, Ey Allah´ın Resûlü ” diye sordular.
“Evet, dedi ben de bir miktar kırat mukabili Mekke ehline koyun güttüm.” [Buhârî, İcâre 2; Muvatta, 18 (2, 971); İbnu Mâce, Ticârât 5, (2149).][22]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste bütün peygamberlerin hayatında bir çobanlık devresinin bulunduğu beyan edilmektedir. Nesâî´nin bir rivâyetinde şöyle denir: “Koyun sahipleri ile deve sahipleri övünmüşlerdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Hz. Musa koyun çobanı olduğu halde pegamber oldu. Hz. Dâvud koyun çobanı olduğu halde peygamber oldu. Ben de ehlimin koyunlarını Ciyâd´da güderken peygamber oldum” dedi.
Hadiste geçen karârît kelimesi kîrât´ın cem´idir. Kîrât, hadiste bir yerin ismi olarak mı kullanılmıştır, yoksa dînar´ın cüzlerinden bir cüz mânasına mıdır Çünkü kîrât normalde kuruş gibi bir para birimidir. Karârît´ten maksat para´dır diyenler, Mekke ahâlisinin bu adı taşıyan bir bölge bilmediklerine dikkat çekerler. Açıklamada kaydettiğimiz rivâyet de ehline Ciyâd nâm mevkide koyun güttüğünü ifâde eder. İbnu Hacer: “Mekke halkına para ile, kendi ailesine de parasız koyun gütmüş olabileceğini” söyleyerek ihtilâfı birleştirir.
2- Peygamberlerin çobanlıktan geçmelerindeki hikmeti âlimler şöyle açıklamışlardı: “Peygamberler koyunları güderek, yürütülmesi boyunlarına yüklenen ümmetlerinin işleri hususunda tecrübe sahibi olmuşlardır. Zîra koyunlarla haşır neşir olma sonunda onlarda hilm ve şefkat duyguları gelişir. Çünkü onlar, koyunları gütmeye ve mer´ada dağılmalarından sonra toplamaya, bir otlaktan diğer bir otlağa nakletmeye, hayvanların vahşi hayvan ve hırsız nev´inden düşmanlarını defetmeye sabrettiler. Hayvanların tabiatlarındaki farklılıkları, zayıflıklarına ve muâhedeye olan ihtiyaçlarına rağmen aralarındaki şiddetli iftirakları görüp tecrübe edinirler. Bu durumdan ümmete karşı sabretmeye ülfet kazanırlar ve ayrıca ümmetin tabiatlarındaki değişiklikleri, akıllarındaki farklılıkları anlarlar. Böylece ümmetin yarasını sarar, zayıflarına merhamet eder, onlarla daha iyi geçinir. Bu davranışların vereceği meşakkatlere çobanlıktan gelenlerin tahammülleri, bu işlere birden bire girenlerden daha kolay olur.Koyun güdünce bu hususlar tedricen kazanılır.
Bu tecrübe işinde koyun üzerinde durulmuştur. Çünkü koyun diğerlerinden daha zayıf, bunların dağılmaları da deve ve sığırda daha fazladır. Çünkü deve ve sığırın bağlama imkânı vardır. Adeten koyun kırda bağlanmaz. Ayrıca, koyun daha çok dağılsa da, emirlere uyması diğerlerinden daha çabuk olur.”[23]
ـ12ـ وعن عبداللّه بن مغفل رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]جَاءَ رَجُلٌ فقَالَ يَا رَسُولَ اللّهِ إنِّى أُحِبُّكَ، فقَالَ: انْظُرْ مَا تَقُولُ قالَ. واللّهِ إنِّى ‘حبُّكَ، ثََثَ مَرَّاتٍ، فقَالَ: إنْ كُنْتَ تُحِبُّنِى فَأعِدَّ لِلْفَقْرِ تَجْفَافاً، فإنَّ الْفَقْرَ أسْرَعُ إلى مَنْ يُحِبُّنِى مَنَ السَّيْلِ إلى مُنْتَهَاهُ[. أخرجه الترمذي .
12. (2078)- Abdullah İbnu Muğaffel (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Bir adam gelerek “Ey Allah´ın Resûlü! Ben seni seviyorum” dedi. Resûlullah:
“Ne söylediğine dikkat et!” diye cevap verdi. Adam:
“Vallâhi ben seni seviyorum!” deyip, bunu üç kere tekrar etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun üzerine adama:”
Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür´atli gelir.” [Tirmizî, Zühd 36, (2351).][24]
AÇIKLAMA:
1- Aslında her mü´min Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı sevmekle mükelleftir, O´nsuz mü´min olunmaz. Öyle ise bu söz, ileri derecede bir sevgi duygusunun ifadesi olmaktadır. Bu seviyede bir sevgi, kişiye bir kısım hassasiyetleri tahmîl edecek olmasındandır ki, Resûlullah, bu söylediğin şeyin gerektirdiği mes´ûliyetlere katlanıp , titizlikleri yaşıyabilecek misin mânasında: “Ne söylediğine dikkat et!” buyurmuştur. “… Fakirlik için zırh hazırla!” uyarısının gerisinde ciddî, muhâtaralı, azîm bir işe karar vermişsin, hele bir düşün, altından kalkabilecek misin Bu, basit bir karar değil, kendini tehlikeli bir işe atıyorsun. Bunun arkasında pek çok bela ve musibetlerle imtihân var. Kendini bilerek bela ve musibetlere atmaktan daha büyük bir muhâtara (risk) var mı gibi mânalar zihne gelmektedir.
Aliyyü´l-Kârî, burada hazırlanması emredilen zırhtan maksadın sabır olduğunu belirtir. “Çünkü der, sabır fakrı örter, tıpkı zırhın zarara karşı bedeni örttüğü gibi.”
Belânın gelmesine selin misal verilmesi, sür´ati ifade içindir, çünkü yüksekten akan sel süratlidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “İnsanlardan en şiddetli belaya maruz olanlar önce peygamberler, sonra veliler, sonra bunların benzerleridir” hadisi göz önüne alınınca, sadedinde olduğumuz hadis daha iyi anlaşılır.
Hak yolunda en büyük musibetlere katlanan Seyyidü´l-Enbiya Efendimizin yolunda gidenler, ona yakınlıklarının derecesini, onu sevme yolunda katlandıkları fedâkarlıklar, sıkıntılar ve mahrûmiyetlerle ölçebilirler.
Bu mi´yarın zamanımız için çok daha muteber olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, öncelikle farz ve sünnetlerin yaşanmasında ifâdesini bulan sevmeye, zamanımızda çeşitli mâniler var. Bırakalım pek çok hayatî sünnetleri, farzların yerine getirilmesi bile bir kısım hatarları (riskleri) berâberinde getirmekte, mü´minleri işinden, aşından, terfîsinden etmektedir. Sünnete uymanın getireceği bu hatarları göze alamayıp, tâvizkârlığa düşen rahatına bağlı müslümanlar, şartların daha da ağırlaşmasına zemin hazırlayıp, dinî hayatta daha çok tavizler istenmesine sebep olmaktadırlar.
Hülasa, ilk nazarda pek vazıh görünmeyen bu hadisin, üzerinde düşünülünce mûcizevî bir beyan olduğu görülmektedir.
Rabbimizden, Resûl-ü Ekrem´ini hakkıyla sevmeyi bizlere nasîb etmesini niyaz ediyoruz.[25]
ـ13ـ وعن عليّ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]بَيْنَمَا نَحْنُ جُلُوسٌ مَعَ رسولِ اللّهِ # إذْ طَلَعَ عَلَيْنَا مُصْعَبُ بْنُ عُمَيْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ مَا عَلَيْهِ إَّ بُرْدَةٌ مُرَقَّعَةٌ بِفَرْوٍ، فَلَمَّا رَآهُ النّبىُّ # بَكى لِلَّذِى كانَ فِيهِ مِنَ النِّعْمَةِ، ثُمَّ قالَ: كَيْفَ بِكُمْ إذَا غَدَا أحَدُكُمْ في حُلّةٍ، وَرَاحَ في أُخْرى، وَوُضِعَتْ بَيْنَ يَدَيْهِ صَحْفَةٌ، وَرُفِعَتْ أُخْرى، وَسَتَرْتُمْ بُيُوتَكُمْ كَمَا تَسْتَرُ الْكَعْبَةُ قالُوا يَا رسُولَ اللّهِ: نَحْنُ يَوْمَئِذٍ خَيْرٌ
مِنَّا اليَوْمَ، نُكْفَى المؤْنَةَ، وَنَتَفَرَّغُ لِلْعِبَادَةِ، فقَالَ: بَلْ أنْتُمْ الْيَوْمَ خَيْرٌ مِنْكُمْ يَوْمَئِذٍ[. أخرجه الترمذي .
13. (2079)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte otururken uzaktan Mus´ab İbnu Umeyr (radıyallâhu anh) göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi vardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu görünce, (Mekke´de iken giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi:”
(Gün gelip, sizden biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabakalarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılar ve kilimler ile) Ka´be gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz ”
“O gün, dediler, biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak, biz de ibâdete daha çok vakit ayıracağız.
“Hayır! buyurdu, bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir.” [Tirmizî, Kıyamet 36, (2478).][26]
AÇIKLAMA:
1- Mus´ab İbnu Umeyr, İslâm´ın ilk kahramanlarından biridir. Mekke´ nin zengin ailelerine mensuptur. En iyi giyinen, en yakışıklı gençlerindendir. Müslüman olunca ailesinin boykotuna maruz kalmış, maddî sıkıntılar çekmiştir. Öyle ki derisi buruş buruş olmuştur. Ayrıca ondaki İslâm aşkını bu sıkıntılar sarsmamıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Akabe biatından sonra, daha hicret etmeden, İslâm´ı yaymak ve namaz kıldırmak üzere Medîne´ye göndermiştir. Medîneli müşriklere hep Kur´ân okuyarak teblîğde bulunduğu için kerdinsine mukri (ve kârî) denmiş idi.
Mus´ab (radıyallâhu anh), Resûlullah´ın rikkate gelerek gözlerinden yaşlar boşanmasına sebep olan maddi sıkıntı içerisinde, İslâm´a hizmete yılmadan devam etmiş, Uhud savaşında şehîd olduğu zaman, vücudunu örtecek kefen bile bulunamamıştır. Kıyamet günü huzur-u İlâhî´de tam bir şeref hil´ati yerine geçecek olan üzerindeki o yamalı elbisesi ile başı örtülmüş, ayakları da izhir otuyla kapatılmış öylece defnedilmişti. Habbâb (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile berâber hicret ettik. Sırf Allah´ın rızasını düşünüyorduk. Bizim ücretlerimizi Allah verecekti. Bir kısmımız ücretinden hiç bir şey yemeden öldü. Bazılarımızın da (daha dünyada) meyveleri olgunlaştı ve topladı. Mus´ab İbnu Umeyr, geride tek elbiseden başka hiçbir şey bırakmadan öldü. (Uhud´da öldüğü zaman) bu elbise ile başını örttüğümüz vakit ayakları açılıyordu, onunla ayağını örtsek başı açılıyordu. Resûlullah: “(Elbisesiyle) başını örtün, ayağına da izhir otu koyun” emretti.”
2- Resûlullah, bu hadiste maddî bolluğun, dînî gayret ve ibâdette hassasiyet getirmeyip, her hususta rehâvet ve gevşekliğe sebep olacağını ders vermektedir. İslâm cemiyetini, maddi darlık değil, bilâkis bolluk ve rehâvetin yıkıma götüreceğini Hz. Peygamber pek çok hadislerinde beyan etmiştir. Tarih, medeniyetler kuran cemiyetlerin hep maddi refahın zirvesine ulaştıktan sonra gerilemeye ve yıkıma gittiklerini gösterir. Günümüzde bile, içtimâî çöküşlerin göstergesi kabûl edilen içki ve uyuşturucu salgınına ve çeşitli cinsi sapıklıkların yaygınlık kazanmasına hep zengin ve müreffeh cemiyetlerde rastlamaktayız.[27]
ـ14ـ وعن أبى أُمَامة بن ثعلبة ا‘نصارى رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]ذَكَرُوا عِنْدَ النبىِّ #: الدُّنْيَا فقَالَ: أَ تَسْمَعُونَ، أَ تَسْمَعُونَ؟ إنَّ الْبَذَاذَةَ مِنَ ا“يمَانِ، إنَّ البَذَاذَةَ مِنَ ا“يماَنِ[. أخرجه أبو داود.»البَذَاذَةُ« بذالين معجمتين بينهما ألف: رثاثة الهيئة وترك الزينة، والمراد به التواضع في اللباس، وترك التبجح به .
14. (2080)- Ebû Ümâme İbnu Sa´lebe el-Ensârî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanında dünyayı zikretmişlerdi. Buyurdular ki:
“Duymuyor musunuz, işitmiyor musunuz Mütevâzi giyinmek îmandandır, mütevâzi giyinmek imandandır!” [Ebû Dâvud, Tereccül 1, (4161); İbnu Mâce, Zühd 22, (4118).][28]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde mü´mine sâde ve mütevazi giyinmeyi tavsiye etmektedir. Dünyada söz edilen bir sohbette te´kîdli bir üslubla kılık kıyafette sadeliğin tavsiye edilmesi, giyimin “dünya”ya ait bir keyfiyet olduğunu gösterir.
2- Mütevâzi olarak tercüme ettiğimiz bezâze kelimesini, İbnu´l-Esîr kıyafetce düşüklük, bayağılık olarak açıkladıktan sonra bundan maksadın “elbisede tevâzu olduğunu, fazlalığı terk olduğunu” belirtir. Biz, tevâzu olarak tercüme ettik. Kılık kıyafette, günümüzde olduğu gibi, bir moda yarışı ile, eskimeden elbise atmanın dînen te´yîd edilen bir yönü yoktur. Tevâzu ve sâdelik esastır, ancak bunu “sünepelik” olarak da anlamamak gerekir. Libas (giyecek) ile ilgili bölümde görüleceği üzere, gelire muvafık olarak giyinmeyi dînimiz tecvîz etmiştir.
Ne var ki bir önceki hadiste temas edildiği şekilde, imkân sahiplerinin sabah bir çeşit, akşam bir başka çeşit giyme havasına girmeleri cemiyetin iktisâdî hayatında bir kısım sıkıntılara sebep olacak, ahlakî ve dînî hayatta da bunun akisleri görülecektir.
Şu halde imkân sahiplerinin de böyle menfi durumların çıkabileceğini düşünerek, buna meydan vermemek düşüncesiyle tevâzu ve sâdeliği tercîh etmeleri dinin tavsiye ettiği sırat-ı müstakîm olmaktadır.[29]
ـ15ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]ذُكِرَ رَجُلٌ عِنْدَ النَّبىِّ #: بِعِبَادَةٍ، وَذُكِرَ آخَرُ بِوَرَعٍ، فقَالَ النبىُّ #: َ يُعْدَلُ الْوَرَعُ بِشَىْءٍ[. أخرجه الترمذي .
15. (2081)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanında bir adamın çok ibâdet ettiğinden, bir diğerinin de vera sahibi olduğundan bahsedilmişti. Efendimiz:
“Vera´ya denk olacak onunla tartılabilecek bir şey yoktur!” buyurdu.” [Tirmizî, Kıyâmet 61, (2521).][30]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin metni, Tirmizî´de biraz farklıdır. Sözgelimi vera kelimesi ri´a şeklinde masdar olarak yer alır.
2- Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vessalâm) vera´yı çok ibadete üstün kılmaktadır. Vera´, İbnu´l-Esîr´in açıkladığı üzere, asıl itibariyle haramlardan kaçınmak mânasına gelir. Ancak sonradan dînî endişelerle mübah ve helâl olan şeylerden de kaçınmak mânasında kullanılmıştır. Gazâlî, harama vesîle olabilir endişesiyle helâl şeyleri de terketmek olarak tarif eder. Önceki hadiste geçtiği üzere zengin kimsenin helâl olduğu halde iyi giyinmeyi terkedip, tevâzu ifâde eden sade giyinmesi vera´dır. Bu hal, sadece giyimle kuşamla ilgili değildir, mesken, yiyecek, binecek, konuşma gibi her çeşit aslî ve gayr-ı aslî ihtiyaçları için de mevzubahistir.[31]
ـ16ـ وعن عطية السعدى رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رسولُ اللّه #: َ يَبْلُغُ الْعَبْدُ حَقِىقَةَ التَّقْوى حَتَّى يَدَعَ مَاَ بَأسَ بِهِ حَذْراً مِمَّا بِهِ بَأسٌ[. أخرجه الترمذي.
16. (2082)- Atiyye es-Sa´dî (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kişi mahzurlu olan şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvaya ulaşamaz.” [Tirmizî, Kıyâmet 20, (2453).][32]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste, helâl bile olsa, gereksiz ve fazla olan kısmın bırakılmasına emir vardır. Mü´min, “haram değildir” diye veya “helâldir” diye gereği, lüzumu olmayan şeylere yer vermemelidir. Bu “helâl”i Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mutlak bırakmıştır, öyleyse, hayatımızı ilgilendiren her şey olabilir: Yeme, içme, konuşma, giyme, ziyâret, uyku, harcama vs. Bunların gerekli miktarında kalmak esastır, çükü fazlası haram olabilir veya harama müeddî olabilir. Nitekim her çeşit israf yasaklanmıştır. Aslında israf, yasaklanan şeylerde değil, helâl olan şeylerde mevzubahistir. İmam Gazâlî şöyle der: “Helâlin fazlasıyla meşgul olup ona düşkünlük göstermek, nefsin oburluk ve tuğyanı ve hevânın temerrüd (inadçılık) ve tuğyanı sebebiyle, kişiyi harama ve mahz-ı isyâna sevkeder. Kim dininde zarardan emin olmak isterse bu hatardan (risk) içtinâb etmeli, helâlin fazlasından kaçınmadır. Ta ki, mahz-ı haramdan korunmuş olsun. Herkes için en mükemmel takva, din için, zararı olmayan şeyin tercihidir.
2- Takvâ, “vikâye” kelimesinden gelir, ifrat derecede korunma ve siyânet mânasına gelir. Şer´î ıstılahta kişinin, kendisine azab getirecek “fiiller” den veya “terkler” den nefsini korumasıdır. Münavî´nin kaydına göre takvânın mertebeleri var:
1) Şirkten teberrî ederek ebedî azabtan korunmak. Bu mertebeye, وَاَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوى “Allah peygamberine ve inananlara huzur indirdi ve onların takva sözünü tutmalarını sağladı” (Fetih 26) âyeti işaret etmektedir.
2) Günah olan her şeyden kaçınmak. Bu bazan fiildir; kumar gibi, bazan da terktir namasızlık gibi. Bu mertebeye küçük günahlardan kaçınmak da dahildir. Şeriattaki takva kelimesiyle çoğunlukla bu mertebe kastedilir. وَلَوْ اَنَّ اَهْلَ الْقُرَى آمَنُوا وَاتَّقوا “Eğer kasabaların halkı inanmış ve bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı…” (A´raf 96) âyeti, takvanın bu mertebesine bakar.
3) Kişinin sırr (denen mânevi duygularını) Rabbi ile meşguliyetten alıkoyan şeylerden kaçınmaktır. اِتَّقُوا اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ “Ey îman edenler, Allah´tan sakınılması gerektiği gibi sakının” (Âl-i İmrân 102) âyetinde talebedilen hakîki takva işte budur.
Sadedinde olduğumuz hadis, ikinci mertebedeki takvayı kastetmektedir.[33]
İKİNCİ FASIL
HZ. PEYGAMBER (S.A.S.) VE ASHABININ YAŞAYIŞLARINDA FAKR
ـ1ـ عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كانَ يَأتِى عَلَيْنَا الشَّهْرُ مَا نُوقِدْ فِيهِ نَاراً، إنَّمَا هُوَ التَّمْرُ وَالمَاءُ إَّ أنْ نُؤْتَى بِاللُّحَيْمِ[. أخرجه الشيخان والترمذي.وفي رواية: ]مَا شَبِعَ آلُ مُحَمَّدٍ مِنْ خُبْزِِ البُرِّ ثََثاً حَتَّى مَضى لِسَبِيلِهِ[.وفي أخرى: مَا أكَلَ مُحَمّدٍ أكْلَتَيْنِ في يَوْمٍ وَاحِدٍ إّ إحْدَاهُمَا تَمْرٌ[ .
1. (2083)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Bazı aylar olurdu, hiç ateş yakmazdık, yiyip içtiğimiz sadece hurma ve su olurdu. Ancak, bize bir parçacık et getirilirse o hâriç.” [Buhârî, Et´ime 23, Rikâk 17; Müslim, Zühd 20-27, (2970-2973); Tirmizî, Zühd 38, (2357, 2358), 35, (2473).]
Diğer bir rivâyette: “Resûlullah ölünceye kadar Muhammed âilesi buğday ekmeğini üst üste üç gün doyuncaya kadar yememiştir” denmiştir.
Bir diğer rivâyette: “Muhammed (aleyhisselâm) bir günde iki sefer yedi ise, biri mutlaka hurma idi” denmiştir.[34]
ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كانَ رسولُ اللّه # يَبِيتُ اللَّيَالِىَ المُتَتَابِعَةَ وَأهْلُهُ طَاوِياً َ يَجِدُونَ عَشَاءً، وَكَانَ أكْثَرَ خُبْزِهِمْ الشَّعِيرُ[. أخرجه الترمذي وصححه .
2. (2084)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve ailesi üst üste pek çok geceleri aç geçirirler ve akşam yemeği bulamazlardı. Ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi.” [Tirmizî, Zühd 38, (2361).][35]
ـ3ـ وعن النعمان بن بشير رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]ذَكَرَ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ مَا أصَابَ النَّاسَ مِنَ الدُّنْيَا فقَالَ: لَقَدْ رَأيْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَظَلُّ الْيَوْمَ يَلْتَوى مِنَ الجُوعِ مَا يَجِدُ مِنَ الدَّقَلِ مَا يَمْ‘ُ بِهِ بَطْنَهُ[. أخرجه مسلم.»الدَّقَلُ« ردئ التمر كالحشف ونحوه.
3. (2085)- Nu´mân İbnu Beşîr (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallâhu anh) insanların nail oldukları dünyalıktan söz etti ve dedi ki: “Gerçekten ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bütün gün açlıktan kıvrandığı halde, karnını doyurmaya adi hurma bile bulamadığını gördüm.” [Müslim, Zühd 36, (2978).][36]
ـ4ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: لَقَدْ أُخِفْتُ في اللّهِ مَالَمْ يُخَفْ أحَدٌ، وَأُذِيتُ في اللّهِ مَالَمْ يُؤْذَ أحَدٌ، وَلَقَدْ أتَى عَلىّ ثََثُونَ مَا بَيْنَ يَوْمٍ وَلَيْلَةٍ، وَمَالِى وََ لِبَِلٍ مِنَ الطَّعَامِ إَّ شَىْءٌ يُوَارِيهِ إبْطُ بَِلٍ[. أخرجه الترمذي وصححه، وقال: ]وَذلِكَ حِينَ خَرَجَ رسول اللّه # هَارباً مِنْ مَكَّةَ وَمَعهُ بَِلٌ[ .
4. (2086)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (alelissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Şurası muhakkak ki, Allah hakkında benim korkutulduğum kadar kimse korkutulmamıştır. Allah yolunda bana çektirilen eziyet kadar kimseye eziyet çektirilmemiştir. Zaman olmuştur, otuz gün ve otuz gecelik bir ay boyu, Bilâl ile benim yiyeceğim, Bilâl´in koltuğunun altına sıkışacak miktarı geçmemiştir.” [Tirmizî, Kıyâmet 35, (2474).]
Tirmizî, hadisin sahîh olduğunu belirtir ve ilâve eder: “Bu durum Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın (amcası Ebû Tâlib öldüğü zaman, Tâif´te yeni bir hâmi bulmak ümidiyle, müşriklerden) kaçarak Hz. Bilâl´le Mekke´den çıktığı zamanla ilgilidir.[37]”[38]
ـ5ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]مَشَيْتُ إلى رسولِ اللّه # بِخُبْزِ شَعِيرٍ وَإهَالَةِ سَنِخَةٍ، وَلََقَدْ سَمِعْتُهُ يََقُولُ: مَا أمْسَى عِنْدَ آلِ مُحَمَّدٍ صَاعُ تَمْرٍ، وََ صَاعُ حَبٍّ، وَإنَّ عِنْدَهُ يَوْمَئِذٍ لَتِسْعَ نِسْوَةٍ[. أخرجه البخارى والترمذي والنسائى. »ا“هَالَةُ« ما أذيب من الشحم.و» السَّنِخُ« المتغير الرِّيح.
5. (2087)- Yine Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a arpa ekmeği ile kokusu değişmiş erimiş yağ getirmiştim. (Bir seferinde) şöyle söylediğini işittim: “Muhammed ailesinde, dokuz kadın bulunduğu bir zamanda, ne bir sa´ hurma, ne de bir sa´ hububat gecelememiştir.” (Buhârî, Rehn 1, Büyû 14; Tirmizî, Büyû 7, (1215); Nesâî, Büyû 50, (7, 288).][39]
ـ6ـ وعن عليّ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]لَقَدْ خَرَجْتُ مِنْ بَيْتِى في يَوْمٍ شَاتٍ، وَإنِّى لَشَدِيدُ الجُوعِ ألْتَمِسُ شَيْئاً، فَمَرَّرْتُ بِيَهُودِىٍّ في مَالٍ لَهُ يَسْقِى بِبَكْرَةٍ فاطَّلَعْتُ عَلَيْهِ مِنْ ثُلْمَةِ الحَائِطِ، فقَالَ مَالَكَ يَا أعْرَابِىُّ: هَلْ لَكَ في دَلْوٍ بِتَمْرَةٍ؟ قُلْتُ: نَعَمْ، فَافْتَحِ الْبَابَ حَتَّى أدْخُلَ، فَفَتَحَ فَدَخَلْتُ فَأعْطَانِى دَلْواً، فَكُلَّمَا نَزَعْتُ دَلْواً أعْطَانِى تَمْرَةً حَتَّى إذَا امْتَ‘َتْ كَفِّى أرْسَلْتُ دَلْوَهُ، وقلْتُ: حَسْبِى فَأكَلْتُهَا، ثُمَّ جَرَعْتُ مِنَ المَاءِ، ثُمَّ جِئْتُ المَسْجِدَ[. أخرجه الترمذي .
6. (2088)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Evimden soğuk bir günde çıktım. Çok açtım, (yiyecek) bir şey arıyordum. Bir yahudîye rastladım, bahçesinde çıkrıkla sulama yapıyordu. Duvardaki bir açıklıktan adama baktım.
“Ne istiyorsun ey bedevi, kovasını bir hurmaya bana su çeker misin ” dedi. Ben de:
“Evet! ama kapıyı aç da gireyim!” dedim. Adam kapıyı açtı, ben girdim, bir kova verdi. Su çekmeye başladım. Her kovada bir hurma verdi. İki avucum hurma ile dolunca kovayı bıraktım ve bu bana yeter deyip hurmaları yedim, sudan içip sonra mescide geldim.” [Tirmizî, Kıyâmet 35, (2475).][40]
ـ7ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]خَرَجَ رسولُ اللّهِ # إلى المَسْجِدِ فَوَجَدَ أبَا بَكْرٍ وَعُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما، فَسَألَهُمَا عَنْ خُرُوجِهِمَا؟ فَقاَ: أخْرَجَنَا الجُوعُ، فقَالَ: وَمَا أخْرَجَنِى إَّ الجُوعُ، فَذَهَبُوا إلى أبي الْهَيْثَمِ ابْنَ التَّيْهَانِ فَأمَرَ لَهُمْ بِشَعِيرٍ، فَعُمِلَ وقامَ إلى شَاةٍ فَذَبَحَهَا، وَاسْتَعْذَبَ لَهُمَ مَاءً مُعَلّقاً عِنْدَهُمْ في نَخْلَةٍ ثُمَّ أتُوا بِالطَّعَامِ، فَأكَلُوا وَشَرِبُوا مِنْ ذلِكَ المَاءِ،
فَقَالَ #: لَتُسْألُنَّ عَنْ نَعِيم هذا اليَوْمِ[. أخرجه مسلم ومالك والترمذي.»اسْتَعْذَبَ لَهُمْ مَاءً« أى استقى لهم ماء عذبا .
7. (2089)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün (veya gece mûtad olmayan bir saatte) mescide geldi. Orada Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer (radıyallâhu anhümâ)´e rastladı. Onlara (bu saatte) niye geldiklerini sordu.
“Bizi evden çıkaran açlıktır!” dediler. Resûlullah da:
“Beni de evde çıkaran açlıktan başka bir şey değil!” buyurdu. Hep berâber Ebû´l-Heysem İbnu´l Teyyihân´a gittiler. O, bunlar için arpadan ekmek yapılmasını emretti. Ekmek yapıldı. Sonra kalkıp bir koyun kesti. Yanlarında bir hurma ağacında asılı olan tatlı suyu indirdi. Derken yemek geldi, yediler ve o sudan içtiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Şu günün nimetinden (Kıyâmet günü) hesap sorulacak! (Açlık sizi evinizden çıkardı. Bu nimetlere nail olduktan sonra dönüyorsunuz!” buyurdu.” [Müslim, Eşribe 140, (2038); Muvatta, Sıfatu´n Nebi 28, (2, 932); Tirmizî, Zühd 39, (2370).][41]
ـ8ـ وعن عتبة بن غزوان رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ] لَقَدْ رَأيْتُنِى سَابِعَ سَبْعَةٍ مَعَ رسولِ اللّهِ # ومَا لَنَا طَعَامٌ إَّ وَرقُ الحُبْلَةِ حَتَّى قَرِحَتْ أشْدَاقَنَا[. أخرجه مسلم.»الحُبْلَةُ« بضم الحاء، وسكون الباء: ثمر السمر، وقيل: هى ثمرة تشبه اللوبيا.»وقُرِحَتْ أشْدَقُنَا« أى طلعت فيها القروح كالجراح ونحوها .
8. (2090)- Utbe İbnu Gazvân (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Gerçekten ben kendimi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte olan yedi kişiden yedincisi olarak görmüşümdür. Huble yaprağından(28) başka yiyeceğimiz yoktu. Öyle ki avurtlarımız yara oldu.” [Müslim, Zühd 15, (2967).][42]
ـ9ـ وعن أبى طلحة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]شَكَوْنَا إلى رسولِ اللّهِِ # الجُوعَ، وَرفَعْنَا عَنْ بُطُونِنَا عَنْ حَجَرٍ، فَرَفَعَ رسولُ اللّهِ # عَنْ حَجَرَيْنِ[. أخرجه الترمذي.
9. (2091)- Ebû Talhâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a açlıktan şikâyet ettik ve karınlarımızı açıp gösterdik. Herkeste bir taş vardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da karnını açtı, O´nda iki taş vardı.” [Tirmizî, Zühd 39, (2372).][43]
ـ10ـ وعن فضالة بن عبيد رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رسُولُ اللّهِ # إذَا صَلَّى بِالنَّاسِ يَخِرُ رِجَالٌ مِنْ قَامَتِهِمْ في الصََّةِ مِنَ الخَصَاصَةِ، وَهُمْ أصْحَابُ الصُّفَّةِ حَتَّى تَقُولَ ا‘عْرَابُ هؤَُءِ مَجَانِىنُ، فإذَا صَلّى انْصَرَفَ إلَيْهِمْ فقَالَ: لَوْ تَعْلَمُونَ مَالَكُمْ عِنْدَ اللّهِ تَعالى ‘حْبَبْتُمْ أنْ تَزْدَادُوا فَقْراً وَحَاجَةً[. أخرجه الترمذي .
10. (2092)- Fudâle İbnu Ubeyd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) halka namaz kıldırırken, bazı kimseler açlık sebebiyle kıyam sırasında yere yıkılırlardı. Bunlar Ashâb-ı Suffe idi. (Medîne´de misâfireten bulunan) bedevîler, bunlara delirmiş derlerdi. Efendimiz namazdan çıkınca yanlarına uğrar ve:
“Eğer (bu çektiğiniz sıkıntı sebebiyle) Allah indinde elde ettiğiniz mükâfaatı bilseydiniz, fakirlik ve ihtiyaç yönüyle daha da artmayı dilerdiniz” derdi.” [Tirmizî, Zühd 39, (2369).][44]
AÇIKLAMA:
Kaydettiğimiz bu on hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Ashâb-ı Kirâm hazerâtının zâhidâne hayatı hakkında bilgi vermektedir. Hattâ son rivâyette görüldüğü özere, Ashâb-ı Suffe, zühdün ötesinde “yokluk” ve “darlık” şartlarını yaşamıştır. Zühd, belli bir ölçüde irâdî bir hayat tarzı, -bu bahsin başında İbnu´l-Mübârek´ten kaydettiğimiz üzere- varlığa rağmen bir tercihdir. Halbuki açlıktan karna taş bağlamak, namazda kıyam sırasında yere yığılıp kalmak irâdî bir zühd değil, yokluğun getirdiği bir mahkûmiyettir.
İslâm inkılâbı, bu maddî imkânsızlıklar içerisinde başlamıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şahsen mahkum olduğu maddi darlıktan hiç şikâyetçi olmadan, zerre kadar fütura düşmeden sıkıntılara katlanmış, Allah indindeki sevabı hatırlatarak ashâbını da metânet ve sabra dâvet etmiştir.
Rivâyetler, Efendimizin fetihlerden sonra, gelirlerin artmasıyla maddî bolluğa kavuşulmuş olmasına rağmen yaşayış tarzını değiştirmeye, üst üste üç gün buğday ekmeğini doyuncaya kadar yemeyecek, mutfağında günlerce ateş yakmayacak kadar mütevazi yaşayışını devam ettirdiğini bildirmektedir. Yani O aleyhissalâtu vesselâm, ömrü boyunca, irâdî ve kasdî bir zühd hayatı yaşamış, ümmetine vecîbe kılmadan, ideal hayat örneğini fiilen vermiştir.[45]
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/432.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/433-434.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/434-439.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/440.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/441.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/441.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/442.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/442.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/443.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/443.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/444.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/444-446.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/446.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/446.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/447.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/447-448.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/449.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/449.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/449-450.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/450.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/450-452.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/452.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/452-453.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/453.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/453-454.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/455.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/455-456.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/456.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/456-457.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/457.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/457.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/458.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/458.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/459.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/459.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/460.
[37] Aliyyü´l-Kâri, Mirkâd´da Tirmizî´nin açıklamasını değerlendirerek, bu hâdisenin Mekke´den Medine´ye hicretle ilgisi olmadığını, zira bu hicret sırasında Resûlullah´ın yanında Hz. Bilal´in bulunmadığını söyler. Bir aylık ikâmete şâmil olan Taif seyahatinde de Zeyd İbnu Harîse´nin beraberliği bilinmektedir. Aliyyü´l-Kârî, burada teâruzu: “Resûlullah´ın, Taif´e biri de Bilâl ile olmak üzere birden fazla gitmiş olmasına bir mâni yoktur” diye açıklık getirir.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/460.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/461.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/461.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/462.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/462.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/463.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/463.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/463.