Yiyecekler Bölümü
(Bu bölümde beş bab var)
BİRİNCİ BAB
YEME ÂDÂBI
YİYECEK ALETLERİ
BESMELE
YEMEK NE SURETLE YENMELİDİR
EL VE AGZIN YIKANMASI
ÇOK YEMENİN ZEMMİ
MÜTEFERRİK ÂDÂBLAR
İKİNCİ BAB
MUBAH VE MEKRUH YİYECEKLER
(Bu babta iki fasıl var)
BİRİNCİ FASIL
HAYVANLARDAN MÜBAH VE MEKRUH OLANLAR
Keler
Tavşan
Sırtlan
Kirpi
Toy
Çekirge
At
Pislik Yiyenler (Sadır Hayvanı)
Haşereler
Muzdar
Cizye ve Sadaka Devesi
Et
İKİNCİ FASIL
HAYVANÎ OLMAYAN MEKRUH YİYECEKLER
YABANCILARIN YEMEGİ
ÜÇÜNCÜ BAB
HARAM YİYECEKLER
DÖRDÜNCÜ BAB
HZ. PEYGAMBER VE ASHABININ YEDİKLERİ VE BUNLARIN MEDHİ
BEŞİNCİ BAB
BAZI VESİLELERLE YENEN YEMEKLER
DÜGÜN ZİYAFETİ
AKÎKA
FERE´ VE ATÎRE KURBANLARI
UMUMÎ AÇIKLAMA
İnsanların millî ve dinî şahsiyetlerinin tekevvününde temel teşkil eden kültürel unsurları bazı ana esaslara irca etmek gerekirse bunlardan birini mutfak teşkil eder.[1] Mutfak deyince sadece yeme-içme maddelerini anlamıyoruz. Yenilmesi ve içilmesi helal olanlar, mübah ve mekruh olanlar, haram olanlar, mukaddes olanlar, bunlarla ilgili âdâblar, inançlar, tarzlar vs. hepsi mutfak´a dahildir.
Evet her kültürün, her medeniyetin kendine has bir kıyafeti olduğu gibi bir de mutfağı vardır. Dolayısiyle İslam´ın da hususi bir mutfağı vardır. Müslüman kalmanın şartları arasında, İslam kıyafetinin muhafazası gibi mutfağının da korunması icabeder. Kâmil ma´nâda müslüman olmak için İslam mutfağından yemek şarttır. Başka bir ifade ile gayr-ı müslim mutfaktan beslenerek müslüman kalmak zordur. Veya kendi kendimizi aldatmadır.
Sözgelimi İslam mutfağında şarap, domuz, leş, yırtıcı hayvan eti, besmelesiz kesilmiş hayvan eti, böcek, haşerât yoktur.
Kur´an ve hadis, bu kültürel müesseseye geniş yer verir. Sadece temel meselelerini değil en tabiî meselelerine, en küçük âdâbına varıncaya kadar her şeyini ele alır, kendi hükmünün şeklini eksiksiz verir, bir başka kültürden taklid ve iktibasa gerek bırakmaz. İslam´ın mensublarına, aynen ibadet gibi, inanç meseleleri, kıyafet ölçüleri gibi, bunları da öğrenip tatbik etmek, muhafaza etmek düşer.
Tekrar ediyoruz: İslam medeniyet dinidir. Bütün medenî müesseselere kendi ölçü ve şablonlarını vazeder, mensubunu hiçbir hususta yabana muhtaç etmez.
İşte bu bahiste, İslam mutfağını ana ve ta´li meseleleriyle tanıtan hadisleri göreceğiz.
Hadislere geçmezden önce “mutfak”la ilgili bazı âyetleri kaydedeceğiz. Şimdiden şunu bilmemizde fayda var: Kur´an-ı Kerim´in en uzun surelerinden birinin adı Mâide yani sofra´dır, ve baş tarafı yiyecekle ilgili temel meseleleri vaz eder. Mâide suresinin, Kur´an-ı Kerim´in ilk surelerinden biri oluşu (5. sure) da mevzuumuz açısından ehemmiyet taşır.
“…O peygamber onlara ma´rufu emreder, münkerden nehyeder, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılar…” (A´raf 157).
“Ey insanlar! Yeryüzündeki temiz ve helal şeylerden yiyin!…” (Bakara 168).
“Leş, kan, domuz eti, Allah´tan başkası adına kesilenler, -canları çıkmadan önce kesmemişseniz, boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanlar- dikili taşlar üzerine boğazlananlar… size haram kılındı… Açlıktan darda kalan günaha kaymaksızın yiyebilir… (Ey Muhammed!) sana, kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar, de ki: “Size temiz olanlar helal kılındı, Allah´ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah´ın adını anın… Bugün, size temiz olanlar helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir.” (Maide 3-5).
“Deniz avı ve onu yemek size de, yolculara da geçimlik olarak helal kılınmıştır. İhramlı bulunduğunuz sürece kara avı size haram kılınmıştır…” (Mâide 96).
“Aranızda mallarınızı haksızlıkla yemeyin; bildiğiniz halde günaha girerek insanların mallarından bir kısmını yemek için onu hâkimlere aktarmayın” (Bakara 188).
“Ey iman edenler! Faizi kat kat alarak yemeyin. Allah´tan sakının ki, başarıya eresiniz” (Ali İmrân 130).
“Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle yeyin, haram ile nefsinizi mahvetmeyin” (Nisa 29).
“Elde ettiğiniz ganimetleri temiz ve helal olarak yeyin…” (Enfal 69).
“Allah´ın âyetlerine inanıyorsanız, üzerine Allah´ın adı anılmış olan şeyden yeyin” (En´am 118).
“Üzerine Allah´ın adının anılmadığı kesilmiş hayvanları yemeyin, bunu yapmak Allah´ın yolundan çıkmaktır” (En´am 121).
“Taze et yemeniz… için denizi size musahhar kılan O´dur” (Nahl 14).
“Ehlî hayvanlarda size ders vardır; onlardan çıkan sütten size içiririz… Onlardan yersiniz” (Mü´minûn 21).
“Ey âdemoğulları!.. Yeyin için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez” (A´raf 31).
Mevzumuzu ilgilendiren başka âyetler de var. Bu kadar nümune sunmakla yetiniyoruz.[2]
BİRİNCİ BÂB
YEME ÂDÂBI
* YİYECEK ALETLERİ
ـ3866 ـ1ـ عن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]مَا عَلِمْتُ النَّبىّ # أكَلَ عَلى سُكُرُّجَةٍ قَطُّ، وََ خُبزَ لَهُ مُرَقَّقٌ قَطُّ، وََ أكَلَ عَلى خِوَانٍ قُطُّ، قِيلَ لِقِتَادَةَ: فَعََمَ كَانُوا يَأكُلُونَ؟ قَالَ عَلى السُّفَرِ[. أخرجه البخاري والترمذي.»السُّكُرُّجَةُ«: بضم أوله وثانيه وثالثه وتشديده: إناء صغير يجعل فيه القليل من ا‘دم والكواميخ وهى فارسية .
1. (3866)- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ne sükürrüce (denilen tahta sofra) üzerinde yemek yediğini, ne ona inceltilmiş (yufka) ekmek[3] yapıldığını ve ne de yemek masası (hıvân) üzerinde yemek yediğini hatırlamıyorum.”
Enes´in bu sözünü rivayet eden Katâde´ye “Pekiyi neyin üzerinde yemek yiyorlardı ” diye sorulmuştu, “Sofralar üzerinde” diye cevap verdi.”[4] [Buhârî, Et´ime 8, 26, Rikak 17; Tirmizî, Et´ime 1, (1789).][5]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yemek yediği sofra hakkında bilgi vermektedir. Buna göre, sükürrüce ve hıvân denen sofraları kullanmamıştır.
Hıvân (huvân da denmektedir), Arapçaya başka dilden girmiş (muarreb) bir kelimedir. Aynî´nin açıklamasına göre; “Altında bitişik vaziyette bakırdan sehpası bulunan boyu bir zira uzunluğunda bakırdan büyük bir tepsidir. Üzerine tereffüh maddeleri konmuş olarak ehl-i keyf zenginin önüne en az iki ve daha fazla kimse tarafından taşınarak konur.” Bunun kullanımının aynı zamanda ihtişam, itibar, zenginlik ifadesi olduğu anlaşılmaktadır. Nebevî ahlakın esası olan tevazu ve abdiyete aykırı olduğu izah gerektirmeyecek kadar açıktır.
Sükürrüce: en-Nihâye bunu, “üzerinde az bir katık yenen küçük bir kabtır. İçerisine çoğunlukla iştah açıcı çerezler konur. Farsça bir kelimedir” diye açıklar. Irâkî Şerhut-Tirmizî´de: “Resûlullah bunda yemek yemeyi iki sebeple terketmiş olabilir: Ya o zaman bu Arabistan´da imal edilmiyordu, ya da bunu küçük bulmuştur. Çünkü Muhammed ailesinin âdeti, sofrada bir araya gelip kalabalık halinde yemek yemekti. Yahut da bu, üzerine hazmettirici şeyler koymaya mahsus bir kap olarak biliniyordu. Halbuki Âl-i Muhammed doyuncaya kadar yiyemiyorlardı ve hazmettirici yeme ihtiyacı duymuyorlardı.” Dolayısıyla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın asla bu şekilde yemek yemediği ifade edilmiştir.
Sufer: Sofralar demektir, müfredi sufre´dir. Sufre, kök itibariyle sefer (yolculuk) kelimesinden gelir ve yolcunun beraberinde taşıdığı yiyecek yani azık demektir. Ancak, Araplar zamanla bu isimle, azığın içerisinde taşındığı bohçayı tesmiye etmişler ve azık bohçasına sufre demişlerdir. Âdetlerine göre, bu bohça yuvarlak ve deriden mamul idi. Ne var ki zamanla yemek konan her şeye deriden veya bir başka şeyden mamul olup olmadığına bakılmaksızın sofra demek âdet olmuştur.
Şu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) herkes tarafından teşkil edilen sofra tarzı çerçevesinde yemek yer, zengin ve tereffüh ehline mahsus sofra tarzına yer vermezmiş. Bu sebeple, rivayette Aleyhissalâtu vesselâm´ın ne hıvân, ne de sükürrüce´de yemek yemeyip sofrada yediği ifade edilmiştir.
Şu halde, bu rivayet, sadece yiyip içitiğimiz gıda maddelerinin, İslam´ın derpîş ettiği helal ve temiz şeylerden olmasına dikkat etmemizin kafi olmadığı, yiyecek maddelerimizin konduğu sofra malzemesine de dikkat etmemiz gerektiğini ifade etmektedir. Bu gereklilik, muhakkak ki bir vecibe değil, ama ideal budur. İslam´da kemali arayacak mü´minlerin dikkat edecekleri hususlardan biri olmalıdır.[6]
ـ3867 ـ2ـ وعن أبي حازم قال: ]سَألْتُ سَهْلَ بنَ سعْدٍ رَضِيَ اللّهُ
عَنْه: هَلْ أكَلَ النبىُّ # النّقِىَّ؟ فقَالَ: مَا رَأى النبىُّ # النّقِىَّ مُنْذُ ابْتَعَثَهُ اللّهُ تَعالى حَتى قَبَضَهُ فَقُلْتُ: هَلْ كَانَتْ لَكُمْ مَنَاخِلُ؟ فقَالَ: مَا رَأى النبىُّ # مُنْخًِ مِنْ حِينِ ابْتَعَثَهُ اللّهُ تَعالى حَتّى قَبَضَهُ. قُلْتُ: كَيْفَ كُنْتُمْ تَأكُلُونَ الشَّعِيرَ غَيْرَ مَنْخُولٍ؟ قال: كُنَّا نَطْحَنُهُ وَنَنْفُخُهُ فَيَطِيرُ مِنْهُ مَا طَارَ وَمَا بَقِىَ ثَرَيْنَاهُ فَأكَلْنَاهُ[. أخرجه البخاري والترمذي. »النَّقِىُّ«: الطعام ا‘بيض الحوارى .
2. (3867)- Ebu Hazım rahimehullah anlatıyor: “Sehl İbnu Sa´d radıyallahu anh´a sordum: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hiç (kepeksiz has undan yapılmış) beyaz ekmek yedi mi ” Bana şu cevabı verdi: “Hayır! Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Allah´ın O´nu peygamber olarak gönderdiği günden ölünceye kadar hiç beyaz ekmek görmedi.” Ben tekrar sordum: “Elekleriniz var mıydı ”
“Hayır! dedi, Aleyhissalâtu vesselâm Allah´ın kendisini peygamber olarak gönderdiği günden ölünceye kadar hiç elek görmemiştir.”
“Öyleyse, dedim, siz arpa ununu elemeden nasıl yiyebiliyordunuz ”
“Arpayı öğütüyorduk, sonra üflüyorduk. Üfrüğümüzün tesiriyle uçabilen (kepek) uçuyor geri kalan kısmına su katıp [hamur yapıyor] ve yiyorduk” diye cevap verdi.”[7] [Buhârî, Et´ime 22, 10; Tirmizî, Zühd 38, (2365).]
AÇIKLAMA:
1- “Nakiy”, huvvârâ da denen, birkaç kere elekten geçerek kepeği alınmış, beyaz hale gelmiş un demektir. Dilimizde has un diye ifade ederiz.
2- Sadedinde olduğumuz hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde Araplar tarafından eleğin fazla bilinmediğini ve kullanılmadığını ifade etmektedir. Bu sebeple, elenmeden yenmesi zor olan arpa ununun bile üfrükle uçurulabilen kaba kepeklerinin alınmasından sonra yemek yapıldığı belirtilmektedir.
Bu rivayet, Resûlullah´ın şahsî sünnetinde unun kepekli olarak kullanılmasının esas olduğunu göstermekle beraber, elemenin mekruh olmadığını da ifade etmektedir. Zira Sehl´e sorulan sorudan, Ashab tarafından eleğin kullanılmaya başlandığı, önceden üflemekle yapılan kepek alma ameliyesinin artık elekle yapılmaya başlandığı anlaşılmaktadır.
Bilhassa arpa ununun üflemek gibi çok basit bir metodla kepeğinin alınması, arpanın temel beslenme vasıtası olması, Resûlullah ve Ashab´ı zamanında beslenmenin gerçek ma´nâda bir yaşama vasıtası olduğunu ifade eder. Zira kepeği yeterince ayıklanmamış unun besleyici yönü fazla olduğu gibi, çok kepeğin, hele arpa ununun kepeklisinden yapılan ekmeğin sertliği ve damak tadı yönünden noksanlığı, onun zevk için, tereffüh için değil, hayatımızın devamı için gerekli olan beslenmek maksadıyla yendiğinin delili olmaktadır. Buradan çıkan netice şudur: Resûlullah ve Ashabı, yemeği, pek çok maddî ve manevî hastalıkların, içtimâî marazların kaynağı olan “zevk için değil”, yaşamak için yemişler, hayatlarında “iyi yemek”, “yiyerek tereffühte bulunmak” gibi sakil bir gayeye yer vermemişlerdir. Beslenme, belki de tarihte ilk defa geniş şekilde onların hayatında fıtrî ve yaratılış gayesine uygun kullanılma ortam ve imkanına kavuşmuştur.
3- İbnu Hacer, Sehl´in açıklamasında, bi´setten önceyi ifadesinin dışında tutmaya çalıştığına dikkat çeker. “Çünkü der, o dönemde Aleyhissalâtu vesselâm Suriye´ye gitmiştir, dolayısiyle orada beyaz ekmeği ve eleği görmüş olabilir. Ama bi´set´ten sonra Mekke, Medine ve Tâif´ten dışarı çıkmamıştır. Buralar hep Arap memleketleridir, elek yok, beyaz un yoktur. Gerçi, Şam civarından sayılan Tebük´e kadar gitmiştir, ancak oraları fethetmemiş ve fazla kalmamıştır, dolayısiyle beyaz un ve eleği bu kısa ikameti sırasında görmemiştir.”
4- Bir Soru Ve Cevabı:
Burada hatıra gelecek bir soru var: Bazı rivayetler Resûlullah ve Ashabının günlerce aç kaldığını, açlıktan karınlarına taş bile bağladıklarını ifade ederken, diğer bazı rivayetler, bunların tam aksine Resûlullah´ın, ailesinin bir yıllık ihtiyacını ayırdığını, ganimetten gelen bir deveyi dört kişi arasında pay ettiğini, umresi sırasında yüz deveyi kurban edip fakirlere yedirdiğini, bir bedeviye bir koyun sürüsünün verilmesini emrettiğini vs., ifade eder. Ayrıca bir kısım rivayetler de zengin, mal mülk sahibi ashabtan, bunların nefisleriyle birlikte mallarını da Allah yolunda harcadıklarından bahseder: Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Talha (radıyallahu anhüm ecmâîn) vs. gibi… Sözgelimi Resûlullah, Ashabını Allah yolunda bağışta bulunmaya davet edince Hz. Ebu Bekr gelmiş, bütün malını; Hz. Ömer gelmiş malının yarısını bağışlamıştır. Yine O, askerlerin techizini emretmiş, Hz. Osman bu maksadla bin deve vermiştir vs. Yani Ashabın zenginliğini ifade eden örnek hadisler var.
Bu iki zıt durum nasıl izah edilebilir
Şârihler bu meseleyi tahlil edip şöyle açıklığa kavuşturmuşlardır: “Bu söylenenler, onların yaşadığı farklı devreleri ifade eder. Maldan kaçınıp, darlığı tercih etme diye bir gaye yoktur. Bilakis bu rivayetler bazan ikram ifade eder, bazan da çok yemenin, doyuncaya kadar yemenin mekruh olduğunu ifade eder.”
İbnu Hacer bu hususa dikkat çektikten sonra der ki: “Zenginliği mutlak olarak nefyetme ma´nâsında çıkarılacak bir hüküm, kaydettiğimiz hadisler muvacehesinde, çok su götürür. İbnu Hibban Sahih´inde, Hz. Âişe´ den şunu kaydeder:
“Kim, size bizim hurmaya doyduğumuzu söylerse size yalan söylemiş olur. Kureyza fethedildiği zaman bir miktar hurma ve iç yağı ele geçirdik.” Keza Hayber´in fethiyle ilgili bahiste geçtiği üzere Hz. Âişe der ki: “Hayber fethedilince artık “Hurmaya doyacağız” dedi.” Yine Hz. Âişe´nin -Kitabu´l-Et´ime´de geçen- bir rivayeti şöyledir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hurmaya doyduğumuz sırada vefat etti.” İbnu Ömer radıyallahu anhümâ´nın bir sözü şöyledir: “Hayber fethedilince hurmaya doyduk.”
Bu rivayetleri kaydeden İbnu Hacer sözlerine şöyle devam eder: “Gerçek şu ki, ashaptan pek çoğu Hicretten önce Mekke´de iken büyük bir darlık içerisinde idi. Medine´ye göçünce çoğunun durumu böyle idi. Ensar, onlara ev ve emlak bağışladılar. Benî Nâdir´in fethi ve bunu takip eden fetihlerden sonra, maddî durumu düzelen muhacirler, bağışladıkları mal ve mülklerini Ensar´a iade ettiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şu sözü de bu hususu açıklar: “Allah yolunda benim çektiğim korkuyu kimse çekmemiştir, Allah yolunda maruz kaldığım eziyete kimse maruz kalmamıştır. Benim üzerimden öyle otuz gün ve gecenin geçtiği olmuştur ki, Bilal´le ikimizin yiyeceği, Bilal´ın bir koltuğunun altında gizleyebileceği kadardan fazla değildi.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu durumu, dünyada bolluk ve genişlik hâsıl etme imkanına sahip olduğu halde, kendisi için iradî olarak seçmekte idi. Nitekim Tirmizî, Ebu Ü-mâme´den naklen kaydeder ki:
“Rabbim, bana, Mekke kumlarını altına çevirmeyi teklif etti, ben: “Hayır! ey Rabbim. Ben bir gün tok, birgün aç olmayı diliyorum. Acıktım mı sana tazarrûda bulunurum, doydum mu sana şükrederim” dedim.”[8]
* BESMELE ÇEKMEK
ـ3868 ـ1ـ عن حذيفة قال: ]كُنَّا إذَا حَضَرْنَا عِنْدَ النبىِّ # عَلى الطَّعَامِ لَمْ نَضَعْ أيْدِينَا حَتّى يَبْدَأ رَسُولُ اللّهِ # فَيَضَعَ يَدَهُ. وَإنَّا حَضَرْنَا مَعَهُ مَرَّةً طعَاماً، فجَاءَتْ جَارِيَةٌ كَأنَّهَا تَدْفَعُ. فَذَهَبَتْ لِتَضَعَ يَدَهَا فِى الطَّعَامِ، فَأخَذَ النّبىُّ # بِيَدِهَا ثُمَّ جَاءَ اَعْرابِىُّ كَأنَّمَا يُدْفَعُ فَذَهَبَ لِيَضَعَ يَدَهُ فَأخَذَ بِيَدِهِ، ثُمَّ قَالَ: إنَّ الشَّيْطَانَ لِيَسْتَحِلُّ الطَّعَامَ أنْ َ يُذْكَرَ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ، وَإنَّهُ جَاءَ بِهذِهِ الْجَارِيَةِ لِيَسْتَحِلَّ بِهَا فَأخَذْتُ بِيَدِهَا، فَجَاءَ بهذَا اعْرَابِىِّ لِيَسْتَحِلِّ بِهِ، فَأخَذْتُ بِيَدِهِ، وَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ إنَّ يَدَهُ لَمَعَ يَدِهِمَا فِى يَدِى. ثُمَّ ذَكَرَ اسْمَ اللّهِ تَعال وَأكَلَ[ أخرجه مسلم وأبو داود.قوله »كَأنَّهَا تُدفعَُ« أى كأن وراءها من يدفعها إلى قدامها .
1. (3868)- Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor: “Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanında yemeğe oturunca, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yemeye başlamadıkça, kesinlikle elimizi yemeğe vurmazdık. Bir seferinde yine O´nunla yemeğe oturmuştuk. Derken bir cariye (küçük kız çocuğu) geldi, sanki arkasından bir iteni var gibi hemen elini yemeğe soktu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) elinden tuttu. Arkadan bir bedevî geldi, sanki onun da arkasından iten biri vardı, alelacele o da elini yemeğe soktu. Aleyhissalâtu vesselâm onun da elinden tuttu. Ve şunu söyledi:
“Şeytan, üzerine Allah´ın ismi zikredilmeyen yemeği kendine helal addeder. Nitekim, sayesinde yemeğimizi kendine helal kılmak için bu cariyeyi getirdi. Ben de elinden tuttum. Bunun üzerine şu bedevîyi getirip onunla yemeği kendine helal kılmak istedi, ben onun da elinden tuttum.
Nefsim elinde olan Zat-ı Zülcelal´e yemin olsun şeytanın eli o ikisinin eliyle birlikte avucumdadır.” “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bunları söyledikten sonra besmele çekip yemeye başladı.”[9] [Müslim, Eşribe 102, (2017); Ebu Dâvud, Et´ime 16, (3766).]
ـ3869 ـ2ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قال رسُولُ اللّهِ # إذَا أكَلَ أحَدُكُمْ طَعَاماً فَلْيَقُلْ بِسْمِ اللّهِ، فَإنْ نسِىَ في ا‘وَّلِ فَلْيَقُلْ فِي ا‘خِرِ، بِسْمِ اللّهِ في أوَّلِهِ وَآخِرِهِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
2. (3869)- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sizden kim bir şey yerse “Bismillah (Allah´ın adıyla)” desin. Bidayette söylemeyi unutmuşsa, sonunda şöyle söylesin: “Bismillahi fî evvelihî ve âhirihî (başında da sonunda da Bismillah).”[10] [Ebu Dâvud, Et´ime 16, (3767); Tirmizî, Et´ime 47, (1859).]
ـ3870 ـ3ـ وعنها رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كَان رَسُولُ اللّهِ #: يَأكُلُ طَعَاماً في سِتّةٍ مِنْ أصْحَابِهِ، فَجَاءَ أعْرَابِىٌّ فَأكَلَهُ بِلُقْمَتَيْنِ، فقَالَ #: أمّا إنَّهُ لَوْ سَمّى لَكَفَاكُمْ[. أخرجه الترمذي .
3. (3870)- Yine Hz. Âişe demiştir ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ashabından altı kişi içerisinde yemek yiyordu. Derken bir bedevî geldi. (Besmele çekmeksizin) iki lokmada yutuverdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Eğer bu adam besmele çekseydi yemek hepinize yeterdi!” buyurdu.”[11] [Tirmizî, Et´ime 47, (1859).]
ـ3871 ـ4ـ وعن وحشى بن حرب عن أبيه عن جده وحشى بن حرب الجبشى: ]أنَّ أصْحَابَ رَسُولِ اللّهِ # قالُوا: يَا رسُولَ اللّهِ إنَّا نَأكُلُ وََ نَشْبَعُ، قالَ: فَلَعَلَّكُمْ تَفْتَرِقُونَ؟ قَالُوا: نَعَمْ. قالَ: فَاجْتَمِعُوا عَلى طَعَامِكُمْ، وَاذْكُرُوا اسْمَ اللّهِ عَلَيْهِ يُبَارَكْ لَكُمْ فِيهِ[. أخرجه أبو داود.
4. (3871)- Vahşî İbnu Harb an ebîhi an ceddihî Vahşî İbnu Harb el-Habeşî anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Ashabı dediler ki: “Ey Allah´ın Resûlü! biz yiyoruz, ancak bir türlü doymuyoruz (ne yapalım) ” Bunun üzerine, Resûlullah: “Ayrı ayrı yemekte olmayasınız ” diye sordu. “Evet” dediler. Resûlullah da: “Öyleyse yemeğinizde toplanın (bir sofra kurarak hep beraber yiyin), yemeğe Allah´ın ismini zikrederek (Bismillahirrahmanirrahim diyerek) başlayın. Böyle yaparsanız yemeğiniz, hakkınızda mübarek kılınır.”[12] [Ebu Dâvud, Et´ime 15, (3764); İbnu Mâce, Et´ime 17, (3286).]
ـ3872 ـ5ـ وعن أمية بن مخشى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رسُولُ اللّهِ # جَالِساً وَرَجُلٌ يَأكلُ فَلَمْ يُسَمِّ حَتّى لَمْ يَبْقَ مِنْ طَعَامِهِ إَّ لُقْمَةٌ، فَلَمَّا رَفَعَهَا إلى فِيهِ. قالَ: بِسْمِ اللّهِ أوَّلهُ وَآخِرَهُ. فَضَحِكَ #. ثُمَّ قَالَ: مَازَالَ الشَّيْطَانُ يَأكُلُ مَعَهُ فَلَمَّا ذَكَرَ اسْمَ اللّهِ اسْتَقَاءَ مَا فِي بَطْنِهِ[. أخرجه أبو داود .
5. (3872)- Ümeyye İbnu Mahşiyy radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) otururken bir adam besmele çekmeden yemek yiyordu. Yemeğini yemiş, geriye tek lokması kalmıştı. Onun ağzına kaldırırken: “Bismillâhi evvelehû ve âhirahû” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) güldü ve:
“Şeytan onunla birlikte yemeye devam etti. Ne zaman ki Allah´ın ismini zikretti, karnındakileri hep kustu!” buyurdu.”[13] [Ebu Dâvud, Et´ime 16, (3768).]
ـ3873 ـ6ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: إذَا دَخَلَ الرَّجُلُ مَنْزِلَهُ فَذَكَرَ اللّه عِنْدَ دُخُولِهِ وَعِنْدَ طَعَامِهِ. قَالَ الشَّيْطَانُ: َ مَبِيتَ لَكُمْ وََ عَشَاءَ، وَإنْ ذَكَرَ اللّهَ عِنْدَ دُخُولِهِ وَلَمْ يَذْكُرْهُ عِنْدَ عَشَائِهِ يَقُولُ: أدْرَكْتُمُ الْعَشَاءَ وََ مَبِيتَ لَكُمْ، وَإنْ لَمْ يَذْكُرِ اللّهَ عِنْدَ دُخُولِهِ وََ عِنْدَ عَشَائِهِ. قَالَ: أدْرَكْتُمُ المَبِيتَ
وَالْعَشَاءَ[. أخرجه مسلم وَأبو داود .
6. (3873)- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kişi evine döndüğü zaman içeri girerken ve yemek yerken Allah´ın adını zikrederse, şeytan (avenelerine): “Size burada gecelemek de yok akşam yemeği de yok!” der. Ama kişi, eve girerken Allah´ı zikreder fakat akşam yemeğini yerken zikretmezse, şeytan (avenelerine): “Akşam yemeğine kavuştunuz ama burada gecelemeniz mümkün değil!” der. Adam eve girerken ve yemeğe başlarken “Bismillah!” diyerek Allah´ı zikretmezse, şeytan (avanelerine): “Yemeğe de yetiştiniz, yatmaya da!” der.”[14] [Müslim, Eşribe 103, (2018); Ebu Dâvud, Et´ime 16, (3765).]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen altı rivayetin hepsi de yemek sırasında Tesmiye´nin gereğini belirtmektedir. Tesmiye, 3869. hadiste tarif edildiği üzere, bismillah demektir. Nevevî´ye göre efdal olanı bismillahirrahmanirrahim demektir. Ancak zikri geçen hadis bismillah demenin kifayet edeceğini, bu kadarının da sünnete uygun olduğunu ifade eder. Dilimizde zaten tesmiye kelimesinden ziyade besmele´yi kullanırız ve bunla bismillahirrahmanirrahim demeyi kastederiz. Rivayetlerden besmele ile ilgili olarak şu âdâbları tesbit edebiliriz:
* Besmele, yemeğe başlarken çekilmelidir.
* Unutulduğu zaman, hatırlanılan yerde besmeleye yer verilmelidir. Sonradan çekilen besmelenin bismillahi evvelehu ve ahirehu şeklinde olması müstehabtır. Evveli ile ilk yarısı, ahiri ile ikinci yarısının kastedilmiş olduğu söylenmiştir.
* Besmele yemeğe bereket katmakta, yiyenlerin doymalarına katkıda bulunmaktadır.
* Besmele çekilmeyince yemeğe şeytan da ortak olmakta, yemeğin bereketi kaçmaktadır.
* Yemek imkan nisbetinde cemaat halinde yenmelidir. Aile ferdleri yemekte bir araya gelmeli, ayrı ayrı yememelidirler. Âyet-i kerimede gelen “Beraber veya ayrı ayrı yemenizde bir beis yoktur” (Nur 61) denmiş olması, ruhsata, kolaylığa hamledilmiştir: “Kişi evde yalnızsa tek başına da yiyebilir…” ma´nâsında. İnsanların dünya telaşı, televizyon gibi sebeplerle, birbirlerine yabancılaştıkları günümüz şartlarında; sofrada bari bir araya gelmek daha da ehemmiyet kazanmıştır. Bu sünnet, şuurla ihya edilmelidir.
* Eve girerken ve yemeğe başlarken çekilen besmele şeytanın evdeki nasibini kesmekte, gecelemesini önlemektedir.
* Cemaat halinde yemek yerken, en azından ilk başlayanın besmele çekmesi gerekir. Aksi takdirde ilk başlayan besmeleyi terketse, şeytan o yemekten yeme imkanına kavuşmaktadır. Onun yemeği istihlal etmesi (kendine helal addetmesi), yeme imkanına kavuşması demektir. Nevevî cemaatten ilk başlayanlar besmele çektiği takdirde, terkedenler de olsa şeytanın o yemekten yemeye muktedir olmayacağını söyler. Nitekim 3868 numaralı hadisin sonundan, Resûlullah´ın henüz yemeye başlamadan kız çocuğunun ve bedevînin besmelesiz girişiverdikleri anlaşılmaktadır.
2- Şeytan´ın Yeyip İçmesi
Hadiste geçen, şeytanın yiyip içme meselesi hususunda âlimler bazı farklı yorumlara yer vermişlerdir. Konunun açıklığa kavuşması için kaydetmemizde fayda var: Türbüştî, sonradan çekilen besmele sebebiyle şaytanın yediğini kusması (3872. hadis) ile ilgili olarak der ki: “Yani, şeytanın lehine olan hissesi besmele ile elinden alınarak aleyhine bir vebale dönüşmüş oldu.” Tîbî der ki: “Bu te´vil, şeytanın yemekteki bereketi götürme hususunda bir nasibi olduğuna hamledilir. Bu babta gelen hadisler, yemek için besmele çekmenin meşruiyyetine ve unutan kimsenin yemek esnasında bismillahi evvelehu ve ahirehu demesinin gereğine delalet eder.” el-Hedy´de der ki: “Sahih olan, yeme sırasında besmele çekmenin vücubudur. Bu hüküm, Ahmed İbnu Hanbel´in Ashabı nezdinde mevcut olan iki görüşten biridir. Besmeleyi emreden hadisler sahihtir ve sarihtir, muarız bir rivayet olmadığı gibi muhalefeti caiz kılan ve zahirinden çıkmayı gerektiren bir icma da mevcut değildir. Besmeleyi içme ve yemede terkedene şeytan ortak olmaktadır.”
Neylü´l-Evtar´da denir ki: “Selef ve halef´in muhaddis ve diğer Ulemasının cumhuru şu görüştedir: “Şeytanın yemekten yemesi zahire hamledilir, (rivayetlerde geldiğine göre) şeytanın iki eli ve iki ayağı vardır, onların erkeği, dişisi vardır, (besmele çekerek) defedilmediği takdirde, gerçekten elleriyle yer. Ancak şu da söylenmiştir: “Onun yemesi mecaz ve istiaredir.” Keza şu da söylenmiştir: “Onların yemesi koklama ve koku olmadan ibarettir, yeme, içme diye bir şey olmamalıdır.” es-Sahîh´de sabittir ki: “Şeytan soluyla yer, soluyla içer.” Vehb İbnu Münebbih demiştir ki: “Şeytanın çeşitli cinsleri var. Halis cinler yeyip içmezler, nikahlaşmazlar, onlar bir nevi rîh´ tır (rüzgardır). Bir cinsi de var ki bütün bu sayılanları yaparlar, ve doğumla dünyaya gelirler, bunlar es-Se´âlâ ve el-Gaylân ve benzeri cinsleridir.”
Şeytanla ilgili münakaşada Kelâbâzî de şöyle der: “Şeytan bir cisimdir. Onun sağ eli olabilir. Fakat sağ eliyle yemek yemez. Çünkü onun yaratılışı aksine çevrilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da onun yaptığı gibi yapmaktan men etmiştir. (Bunun ma´nâsı) insanın solu uğursuzdur denebilir. Buna delil Resûlullah´ın, sol eli taharetlenmeye ayırması ve Kıyamet gününde kafire kitabının solundan verilmesidir. Binaen-aleyh şeytanın da her iki eli sol olabilir. Zira kendisi uğursuzdur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yemeğin bereketi gitmesin diye mü´ mine sol eliyle yemesini yasak etmiştir.”
Aynî, şeytanlar hakkında âlimlerin üç ayrı görüş ileri sürdüklerini kaydeder:
* Şeytanların bir kısmı yer içer.
* Bir kısım şeytanlar yiyip içmezler.
* Bütün şeytanlar yiyip içerler.
Aynî, üçüncü görüşün sâkıt olduğunu söyler.[15]
YEMEK NE SÛRETLE YENMELİDİR
ـ3874 ـ1ـ عن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: َ يَأكُلَنَّ أحَدُكُمْ بِشِمَالِهِ وََ يَشْرَبَنَّ بِهَا، فإنَّ الشَّيْطَانَ يَأكُلُ بِشِمَالِهِ وَيَشْرَبُ بِهَا[. أخرجه مسلم ومالك وأبو داود والترمذي .
1. (3874)- İbnu Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sizden kimse sakın sol eliyle yiyip içmesin. Çünkü şeytan soluyla yer içer.”[16] [Müslim, Eşribe 106, (2020); Muvatta, Sıfatu´n-Nebiyy 5, (2, 922, 923); Ebu Dâvud, Et´ime 20, (3776); Tirmizî, Et´ime 9, (1801).]
ـ3875 ـ2ـ وعن سلمة بن ا‘كوع رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أكَلَ رجُلٌ عِنْدَ النبىِّ # بِشِمَالِهِ. فقَالَ لَهُ: كُلْ بِيَمِينِكَ. فقَالَ: َ أسْتَطِيعُ، مَا مَنَعَهُ إَّ الْكِبْرُ فقَالَ #: َ اسْتَطَعْتَ. فَمَا رَفَعَهَا إلى فِيهِ بَعْدَ ذلِكَ[. أخرجه مسلم .
2. (3875)- Seleme İbnu´l-Ekva´ radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanında bir adam[17] sol eliyle yemek yemişti.
“Sağınla ye!” ferman buyurdu… Adam: “Yiyemiyorum!” dedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
“Yiyemez ol! Onu böyle demeye kibri sevketti!” buyurdular. Bundan sonra elini ağzına kaldıramadı.”[18] [Müslim, Eşribe 107, (2021).]
ـ3876 ـ3ـ وعن عمر بن أبي سلمة قال: ]كُنْتُ غَُماً في حِجْرِ النَّبىِّ #، وَكَانَتْ يَدِى تَطِيشُ فِي الصَّحْفَةِ. فقَالَ لِى رَسُولُ اللّهِ #: يَا غَُمُ سَمِّ اللّهَ، وَكُلْ بِيَمِينِكِ وَكُلْ مِمَّا يَلِيكَ. فَمَا زَالَتْ تِلْكَ طُعْمَتِى بَعْدُ[. أخرجه الخمسة إ النسائي.
3. (3876)- Ömer İbnu Ebî Seleme radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın terbiyesinde bir çocuktum. Yemekte elim, tabağın her tarafında dolaşıyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana ikazda bulunda:
“Evlat! Allah´ın ismini an, sağınla ye, önünden ye!” Bundan sonra hep böyle yedim.”[19] [Buhârî, Et´ime 2, 3, Müslim, Eşribe 108, (2022); Muvatta, Sıfatu´n-Nebiyy 32, (2, 934); Ebu Dâvud, Et´ime 20, (3777); Tirmizî, Et´ime 47, (1858).]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu üç hadislerinde yemek âdâbından bilhassa “sağ elle yeme” üzerinde durmaktadır. İslâmî âdâbta sağ elle yemek, solla yemek yememek mühim bir esastır. Bu hususun ehemmiyeti hadislerin muhtevasından, emrin te´kidli bir uslûbla ifade edilmesinden anlaşılmaktadır. Şöyle ki:
* Birinci rivayette, “sakın!” kelimesiyle ifade edebildiğimiz te´kidlerle solla yemek yasaklanmaktadır.
* İkinci rivayette “sağınla ye!” emrine kibir göstererek yiyemiyorum! diyen kimse gadab-ı nevebî´ye sebep olarak “Yiyemez ol!” bedduasına maruz kalmıştır. Solla yemek Resûlullah´ın nazarında basit bir mesele olsa, her halde böylesi bir bedduada bulunmazdı.
* Üçüncü rivayette, çocuğun ikaz edildiği davranışlardan birinin sağ eliyle yeme olduğunu görmekteyiz.
2- Ömer İbnu Ebî Seleme, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevce-i pâkleri Ümmü Seleme´nin önceki kocası Ebu Seleme´den -ki adı Abdullah´tır- oğludur. Yani Resûlullah´ın üvey oğludur. İbnu Hacer´e göre Hicretten iki yıl önce (Habeşistan´da) doğmuş olmalıdır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın nezareti ve terbiyesi altında büyümüştür.
3- Hadisler, yemeği sağ elle yemenin gerektiğini ifade ederler. Bunun hükmü ihtilaflıdır. Şâfiîlerden çoğu mendub demiştir. Gazalî ve Nevevî de böyle hükmetmiştir. Ancak İmam Şâfiî er-Risale ve el-Ümm´de vacib olduğuna hükmetmiştir. İbnu Hacer 3875 numarada Seleme İbnu Ekva´ dan kaydedilen Müslim rivayetinde solla yemek hususunda gelen vaîd´i göstererek sağla yemenin vacib olduğu görüşünü iltizam eder ve bunu te´yid eden başka rivayetler kaydeder.
İbnu´l-Arabî de: “Şeytana nisbet edilen bütün fiiller haramdır.” Kaidesinden hareketle sol elle yemenin haram olduğuna hükmeder.
Kurtubî, sağla yemenin mendub olduğuna hükmeder. Hadisteki emri “sağı, sola teşrif etme” kabilinden görür. “Çünkü der, sağ el umumiyetle soldan daha kuvvetli, işe daha yatkın, her çeşit işi yapmada daha erken davranandır. Sağ (yemin), yümn´den (uğur) müştaktir. Cenâb-ı Hakk da ehl-i cenneti sağa nisbet edip ashabu´lyemîn (defteri sağından verilenlersağcılar) diyerek sağ´ı şerefli kılmıştır…”
* Şeytan ve kafirlerin amellerine benzetilen amelleri yapmaktan kaçınmak gerek.
* Şer´i hükme muhalefet edene beddua caizdir.
* Yeme halinde bile emr-i bi´lmaruf nehy-i ani´lmünker yapılmalıdır.
* Yeme-içme âdâbını öğretmek müstehabtır.
* Ömer İbnu Ebî Seleme radıyallahu anh, emre imtisal ve gereğiyle amelde örnektir.[20]
ـ3877 ـ4ـ وعن عبداللّهِ بن عكراش بن ذؤيب عن أبيه قال: ]بَعَثَنِى قَوْمِى بَنُو مُرَّةَ ابنِ عَبِيدٍ بِصَدَقَاتِ أمْوَالِهِمْ إلى رسُولِ اللّهِ # فَقَدِمْتُ المَدِينَةَ فَوَجَدْتُهُ جَالِساً بَيْنَ الْمُهَاجِرِينَ وَا‘نْصَارِ. فَأُتِينَا بِجَفْنَةٍ كَثِيرَةِ النَّرِيدِ وَالْوَذْرِ. فَأقْبَلْنَا نَأكُلُ مِنْهَا فَخَبَطْتُ بِيَدِى في نَواحِيهَا، وَأكَلَ رسولُ اللّهِ # مِنْ بَيْنَ يَدَيْهِ فَقَبَضَ بِيَدِهِ الْيُسْرَى عَلى يَدِى اليُمْنى ثُمَّ قَالَ: يَا عِكْراشُ كُلْ مِنْ مَوْضِعٍ وَاحِدٍ، فَإنَّهُ طَعَامٌ وَاحِدٌ. ثُمَّ أُتِينَا بِطَبَقٍ فِيهِ ألْوَانُ التَّمْرِ وَالرُّطَبِ فَجَعَلْتُ آكُلُ مِنْ بَيْنَ يَدَىَّ، وَجَالَتْ يَدُ رَسُولِ اللّهِ # في الطَّبَقِ. فقَالَ: يَا عِكْرَاشُ كُلْ مِنْ حَيْثُ شِئْتَ فَإنَّهُ غَيْرُ لَوْنٍ وَاحِدٍ. ثُمَّ أُتِينَا بِمَاءٍ فَغَسَلَ يَدَهُ وَمَسَحَ بِبَلَلِ كَفِّهِ وَجْهَهُ وَذِرَاعَيْهِ وَرَأسَهُ وَقَالَ يَا عِكْرَاشُ: هذَا الْوُضُوءُ مِمَّا غَيَّرَتِ النَّارُ[. أخرجه الترمذي .
»الْوَذْرُ« جمع وذرة بسكون الذال: وهى القطعة من اللحم .
4. (3877)- Abdullah İbnu İkrâş İbnu Züeyb babasından naklediyor: “Kavmim Benî Mürre İbnu Abîd, benimle mallarının sadakasını Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gönderdi. Medine´ye gelince O´nu (aleyhissalâtu vesselâm) Muhacir ve Ensar´ın arasında oturmuş buldum. Elimden tutup beni Ümmü Seleme radıyallahu anhâ´nın evine götürdü. Varınca: “Yiyecek bir şey var mı ” diye sordu. Bize, içerisinde bolca serîd ve (kuşbaşı) et parçaları olan bir tepsi getirildi. Ondan yemek için yanaştık. Ben elimle kabın her tarafını yokladım. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) önünden yedi. (Bir ara) sol eliyle sağ elimden tuttu ve: “Ey İkrâş! bir yerden ye. Çünkü (kabın içindeki yemek) tek bir yemektir. (Her taraf birdir)” buyurdu. Sonra bize, içerisinde taze ve kuru çeşitli hurmalar bulunan bir tabak getirildi. Bu sefer önümden yemeye başladım. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın eli ise, tabağın her tarafında dolaşıyordu. Bana da: “Ey İkrâş! Dilediğin yerinden (alıp) ye. Çünkü (tabağın içindekilerin hepsi) aynı çeşit değil” buyurdu. Sonra bize su getirildi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) elini yıkadı elinin ıslaklığı ile yüzünü kollarını ve başını meshetti ve: “Ey İkrâş! Bu, ateşte pişenden (yenince alınması gereken) abdesttir” buyurdu.”[21] [Tirmizî, Et´ime 41, (1849); İbnu Mâce, Et´ime 11, (3274).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayete göre, normalda çorba, pilav, fasulye vs. gibi her tarafı aynı olan yemeklerde kendi önünden yemek edeb iken, meyve gibi farklı kalite ve evsafta yiyecek maddesi ihtiva eden tabaklarda önden değil, seçerek yemek edeb olmaktadır. Bazı âlimler, bu hadisten hareketle, tabak içerisindeki meyvenin aynı çeşit olması halinde, tıpkı yemekteki gibi, önden yenmesi, tabağın sağının solunun karıştırılmaması gerektiğini söylemiştir. Yine bu hadisten hareketle, tabak içerisindeki yiyecek maddesi, her ne cinsten olursa olsun, çeşitlilik arzederse onda da eli dolaştırıp seçme yapmanın caiz olduğuna hükmedilmiştir. Ancak şunu da kaydedelim ki, müteakip hadiste yer alan “kenarlardan yemek” emri göz önüne alınınca, bu hadiste yer alan “dilediği yerinden yemek” ruhsatına, ortayı istisna kaydı konması gerekir. Çünkü orta kısım bereketin indiği yerdir.
2- Yemekten sonra el yıkama işi, abdest´le ifade edilmiştir. Ancak, bu ıstılahî, dinî abdest değil, örfî abdesttir, yemekten sonra icra edilen el yıkama hadisesidir.
Hadis, bu yıkamanın ateşte pişen yemek sebebiyle olduğunu belirtir. Şüphesiz ateşte pişen yemekler, meyve gibi çiğ yenenlere benzemez. Onların bulaşığı, kokusu vs. rahatsızlık yapabilir, yemekten sonra ellerin yıkanması meşrudur, mesnundur.[22]
ـ3878 ـ5ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: تَنْزِلُ البَرَكَةُ وَسَطَ الطَّعَامِ فَكُلُوا مِنْ حَافَتَيْهِ وََ تَأكُلُوا مِنْ وَسَطِهِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
5. (3878)- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bereket yemeğin ortasına iner. Öyleyse kenarlardan yiyin, ortadan yemeyin.”[23] [Tirmizî, Et´ime 12, (1806); Ebu Dâvud, Et´ime 18, (3772).]
ـ3879 ـ6ـ ولفظ أبي داود: ]إذَا أكَلَ أحَدُكُمْ طَعَماً فََ يَأكُلْ مِنْ أعَْ الصَّحْفَةِ وَلْيَأكُلْ مِنْ أسْفَلِهَا، فإنَّ الْبَرَكَةَ تَنْزِلُ مِنْ أعَْهَا[ .
6. (3879)- Ebu Dâvud´daki rivayet şöyledir: “Sizden biri, bir yemek yeyince yemek kabının üstünden yemesin, aşağısından yesin. Zira, bereket üstünden iner.”[24]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, yemeğin ortasından değil, kenarlarından yenmesini emretmektedir. Bu ma´nâyı te´yid eden başka rivayetler de mevcuttur. Hepsi, yemeğin önce kenarlarından yenilip orta kısmının en sona bırakılmasını emretmekte ittifak ederler. Şâfiî, fakihlerden Râfiî ve başka bazıları: “Serîd´in en üstünden ve tepsinin ortasından ve sofra arkadaşının önünden yemek mekruhtur. Ancak bu, meyvede olursa ondan bir beis yoktur” demiştir. Fakat, buradaki “mekruh” hükmü tenkid edilerek Şâfiî´nin el-Ümm´de bu davranışa haram hükmünü verdiği gösterilmiştir. Şâfiî hazretleri haram derken, sadedinde olduğumuz hadiste gelen nebevî nehiyle istidlal etmiştir. İmam-ı Gazalî de şöyle söyler: “Keza kişi, çöreğin ortasından yemez, etrafından yer. Ancak ekmek az olursa ekmeği parçalar. Kenardan yeme emrinin sebebi, hadiste, bereketin yemeğin ortasına indiğinin bildirilmiş olmasıdır.”[25]
ـ3880 ـ7ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]نَهى رَسُولُ اللّهِ #: أنْ يَقْرِنَ الرَّجُلُ بَيْنَ التَّمْرَتَيْنِ إَّ أنْ يَسْتَأذِنَ أصْحَابَهُ[. أخرجه الخمسة إ النسائي .
7.(3880)- İbnu Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kişinin arkadaşlarından izin almadan iki hurmayı birlikte yemesini yasaklamıştır.”[26] [Buhârî, Et´ime 44, Mezâlim 14, Şirket 4; Müslim, Eşribe 151, (2045); Ebu Dâvud, Et´ime 44, (3834); Tirmizî, Et´ime 16, (1815).]
AÇIKLAMA:
1- Kırân: İki şeyin arasını birleştirmek ma´nâsında mastardır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, cemaat içinde olunduğu zaman, iki hurmayı bir defada yemeyi yasaklıyor. Müteakib açıklamalarda görüleceği üzere, hurmanın zikriyle ortaya konan yasak her çeşit yiyeceğe şâmildir. Yani başkalarıyla beraber iken, mevcut bir yiyeceğin mütesâviyen yenmesi prensibi vaz edilmektedir. Hangi şartlarda bir kimse kendisini tercih ederek fazla yiyebilir Vaz edilen prensibe göre, kimsenin fazla yememesi gerekir. Ancak arkadaşlarından izin alırsa yiyebilir. Arkadaşlarından maksadın o hurmaya (veya yiyeceğe) iştirak edenler olduğunu bir Müslim rivayeti tasrih etmiştir. Onlar izin verirlerse kırân yapması yani iki hurmayı birlikte yemesi caiz olur. Bu mesele, ilk nazarda basit gibi görülürse de Ulemanın ciddiyetle durmasından da anlaşılacağı üzere, cemaat halinde yendiği takdirde uyulması gereken son derece mühim bir yemek edebini tesbit etmektedir. Bu durumlarda bencillik ve oburluğun din açısından nasıl çirkin addedildiğini göstermek gayesiyle mesele üzerine İslam Ulemasının nasıl hassasiyet gösterdiklerini görmede fayda mülahaza ediyor ve İbnu Hacer´den bazı özetlemeler yapıyoruz: Nevevî der ki: “Bir kimsenin arkadaşlarına sormadan yemesinin yasaklığı hususunda Ulema ittifak etmiş, “izin verirlerse kırân yapmasında hiç bir beis yoktur” demişlerdir, fakat bu nehiy tahrime mi delalet eder, kerahet ve edebe mi delalet eder, ihtilaf etmişlerdir. Kadı İyaz, “Zâhirîlere göre tahrim ifade ettiğini” nakleder. Zâhirîlerin dışındakiler “Kerahet ve edeb ifade eder” demişlerdir.
Bazı âlimler: “Doğru olanı, tafsildir” dedikten sonra açıklar:
* Eğer yiyecek maddesi aralarında ortak ise, bu durumda arkadaşlarının iznini, rızasını almadıkça kırân (ikişer yemek) haramdır. Rızaları, onların bunu tasrih etmeleri veya tasrih ifade eden bir davranış, bir karîne ve bir delil izhar etmeleri ile gerçekleşir, yeter ki bu karîneler zannın ötesinde kesin bir şekilde rızalarına kanaat versin. Ne zaman ortakların rızasından şüphe hâsıl olursa, haram olur.
* Yiyecek başkasının ise, veya sadece birinin ise ve bir tane yemeye rızası varsa, bu durumda rızası olmadan iki tane almak haramdır ve kendisiyle beraber yiyenlerden izin istemesi müstehabtır, vacib değildir.
* Yemek kendisinin ise, ona öbürlerini davet etmiş ise, (bu mal sahibinin onlarla yerken) fazla alması haram olmaz. Ancak yiyecek az ise, eşitliğin gerçekleşmesi için fazla almasında bir beis yoktur. Lakin edeb odur ki, yemekte de teeddübte bulunsun, çok yeme hususunda hırsa, oburluğa yer vermesin. Şu kadar var ki, acelesi var ve bir işe yetişme durumunda ise, dilediği şekilde davranabilir, kınanmaz.
Hattâbî der ki: “Hadisteki hüküm, Ashab devriyle, yiyeceğin dar olduğu zamanla ilgilidir. Günümüzde mal bolluğu sebebiye bu durumlarda izin istemeye gerek yoktur.”
Nevevî hazretleri, bütün bu tahlilleri kaydettikten sonra Hattâbî´nin değerlendirmesine katılmaz. Der ki: “Mesele onun söylediği gibi değildir. Gerçek yukarıda belirttiğimiz gibidir, şartlara göre, ayrı ayrı hükme gitmek en uygun yoldur. Zira, (hadiste gelen meseleleri değerlendirmede şayet sebep sabitse sebebin hususiliğine değil, lafzın umumîliğine itibar edilir, ya bir de sebep sabit olmazsa, bu durumda, (Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir prensip vaz ediyor demektir) mutlaka lafzın ifade ettiği hükmün umumi ma´nâsının esas alınması gerekir.”
Mevzu ile alakalı olarak İbnu Hacer´in dermeyân ettiği açıklamalar şöyle devam eder: “İbnu Şâhin, en Nâsih ve´l-Mensuh´da şu hadisi -Müsned-i Bezzâr´dan naklen- kaydeder:
“Sizi hurmada kırân (birleştirme) yapmaktan men etmiştim. Allah size şimdi bolluk verdi. Artık kırân yapabilirsiniz.” İbnu Hacer, hadisin senedçe zayıflığına dikkat çektikten sonra Hazîmî´nin şu mütalaasını kaydeder: “Nehiy hadisi daha sahih ve daha meşhurdur, fakat bu mesele, ibadetlerle ilgili olmayıp, dünyevî maslahatlarla alakalı olduğu için fazla ehemmiyet taşıyan bir mevzu değildir. Dolayısiyle, böylesi hususlarda (cevaz için) kaydettiğimiz kadarı ile iktifa edilebilir. Bunun cevazı hususunda vâki olan icma-i ümmet de söyleneni destekler.” İbnu Hacer der ki: “Hazîmî´nin cevaz´dan muradı, kişinin mevzubahis olan yiyeceğe sahip olma halinde olmalıdır, hatta Nevevî´nin takrir ettiği gibi, bu sahiplik, kendisine verilen izin yoluyla da tahakkuk etmiş olsa bile. Aksi takdirde, Ulemadan hiçbiri, başkasının malında onu izni olmadan kırân yapmasını (kendini tercih edip öne olmasını) tecviz etmemiştir. Öyle ki, iki kişinin önüne ikram olarak yemek koyan kimsenin, bunlardan birinin diğerine kendisini tercih etmesine razı olmayacağına delâlet eden bir karîne bulunsa, birinin bilerek kendini tercih etmesi haramdır. Rızasına bir karîne ortaya çıksa, bu meselede birbirlerine karşı keremde övünme araya girer, (bu hoş olmayan bir şeydir).” Ebu Musa el-Medînî Zeylül´l-Garîbîn´de Hz. Âişe ve Câbir radıyallahu anhümâ´dan, oburluk ve arkadaşına karşı âdice bir tamahkarlık bulunması sebebiyle kıran´ın kötülüğünü zikretmiştir. İmam Mâlik der ki: “Kişinin, beraber olduğu arkadaşından daha fazla yemesi (mürüvvet açısından da) hiç hoş değildir.”[27]
ـ3881 ـ8ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قال رسولُ اللّهِ #: َ تَقْطَعُوا اللَّحْمَ بِالسِّكَّينِ، فإنَّهُ مِنْ صُنْعِ ا‘عَاجِمِ وَانْهَشُوهُ نَهْشاً فَإنَّهُ أهْنَأُ وَأمْرَأُ[. أخرجه أبو داود .
8. (3881)- Hz. Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Eti bıçakla kesmeyin. Çünkü bu, yabancıların işidir. Siz dişlerinizle kemirerek yiyin. Çünkü bu, sıhhat ve âfiyet için daha iyidir.”[28] [Ebu Davud, Et´ime 21, (3778).]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde pişmiş eti bıçakla kesmeyi yasaklamakta ve ön dişlerle kemirerek yemeyi tavsiye etmektedir. Sebep olarak yabancıların böyle yaptığı gösterilmiştir. Yani et yeme tarzında bile gayr-ı müslimlere benzememek istenmektedir.
Şârihler, etin bıçakla kesilmesini mütekebbir ve mütereffih olan İranlıların yaptığını, dolayısiyle bıçakla kesmede kibirlenme bulunduğunu belirtirler. Şârihler ayrıca pişmemiş eti bıçakla parçalamanın mekruh olmadığını da belirtirler. Nitekim Sahîheyn´de Resûlullah´ın bıçakla et kestiği rivayet edilmiştir. Bu, sadedinde olduğumuz hadise muarız değildir, çünkü, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çiğ eti kesmiş ve ihtiyaç halinde etin bıçakla kesilebileceğini, bunun caiz olduğunu böylece göstermiştir. Nitekim Beyhakî der ki: “Etin bıçakla kesilmesi ile alakalı yasak, pişmesi mükemmel olan et hakkındadır.”[29]
ـ3882 ـ9ـ وعن أبي جحيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ النَّبِىُّ #: َ آكُلُ مُتَّكِئاً[. أخرجه أصحاب السنن.»المُتَّكِئُ« المراد بهِ هاهنا: المعتمد على الوطاء الذي تحته .
9. (3882)- Ebu Cuhayfe radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ben dayanarak yemem.”[30] [Buhârî, Et´ime 13; Tirmizî, Et´ime 28, (1831); Ebu Dâvud, Et´ime, 17, (3769); İbnu Mâce, Et´ime 6, (3262).]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resûlullah, dayanarak yemek yemediğini ifade buyurmaktadır. Hadisin vürûd sebebiyle ilgili bir açıklama, İbnu Mâce´nin, Abdullah İbnu Büsr´den kaydettiği bir kıssada geçer. Buna göre, Abdullah şöyle anlatır: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm´a koyun (eti) hediye etmiştim. Resûlullah yemek üzere hemen dizlerinin üzerine çöktü. Bir bedevî: “Bu oturuş da ne ” diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Allah beni kerim bir kul kıldı, anîd (inadcı) olan cebbar bir kul kılmadı!” cevabında bulundu.”
İbnu Battal, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yemek yerken diz çökmesini “Allah´a karşı tevazu” olarak yorumlar. Sonra Zührî´den şu mürsel rivayeti kaydeder: “Daha önce hiç gelmemiş bulunan bir melek Resûlullah´a gelerek: “Allah Teâlâ Hazretleri, seni kul bir peygamber olmakla melik bir peygamber olmak arasında muhayyer bıraktı!” dedi. Resulullah, müsteşarı durumundaki Cebrâil aleyhisselâm´a baktı. Cebrail, mütevazi olmasını ima etti. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: “Ben kul peygamber olmayı tercih ediyorum!” buyurdular.”
Râvi der ki: “(Resûlullah) dayanarak hiç yemek yemedi.” Nesâî´de İbnu Abbâs´tan mevsul olarak geldiği belirtilen bu rivayetin son cümlesi Ebu Dâvud´da ufak bir farkla aynen gelmiştir: “Ben dayanarak yemem.” Yine Ebu Dâvud´da Amr İbnu´l-Âs´tan gelen bir rivayette şöyle denir: “Resûlullah´ın dayanarak yemek yediği hiç görülmemiştir.” İbnu Şâhin, en-Nâsih adlı eserinde Atâ´nın mürseli olarak şöyle bir rivayet kaydeder: “Cibril aleyhisselâm Resûlullah´ı dayanarak yemek yerken görmüştü, Onu bundan yasakladı.” Enes radıyallahu anh´tan gelen bir rivayet de bunu te´yid eder.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı Cibrîl dayanarak yemekten menetmişti, bundan sonra dayanarak hiç yemedi.” Şu halde bu rivayet, dayanarak yemekten Resûlullah´ı Cebrail aleyhisselâm men etmiştir, bu edeb, ilâhî bir menşe´ye dayanmaktadır.
2- Dayanma (ittika) nedir Âlimler bunu tavsif ve ta´rifte ihtilaf ederler:
* Bazıları: Yemek için oturunca, herhangi bir surette bir yerlere tutunmaktır demiştir.
* Bazıları: Bir tarafına meyletmesi (kaykılması) demiştir.
* Bazıları da sol eli üzerine yere dayanmaktır demiştir.
* Hattâbî der ki: “Halk, dayanan deyince bir tarafına yaslanarak yemek yiyeni anlar, ama aslında böyle değil, bilakis, ondan murad altındaki mindere iyice oturmak, mıhlanıp kalmaktır; öyleyse hadisin ma´nâsı şöyle olmalıdır: “Ben yemek yerken mindere mıhlanırcasına oturup kalmam. Bu, çok yiyenlerin işidir. Ben, gıdama yetecek kadar yerim, bu sebeple (hemen kalkmaya hazır vaziyette) iğreti olarak otururum.”
* Ancak şunu da belirtelim ki, zayıf bir senedle gelen bir rivayette: “Resûlullah yemek sırasında sol elinin üzerine dayanarak yiyen bir kimseyi bundan zecretti” denir.
Şu halde bu rivayete göre dayanmaktan maksad, sol el üzerine dayanmak olmaktadır. İmam Mâlik: “Bu tarz, dayanma çeşitlerinden biridir” der.
İbnu Hacer, İmam Mâlik´in bu sözünü şöyle yorumlar: “Bu sözde, yemek yiyen hakkında “dayanmakta” olduğu hükmünü verdirebilecek her oturuş tarzının İmam Mâlik´ce mekruh addedildiğine bir işaret vardır.”
* İbnu´l-Cevzî, dayanmaktan (ittikâ) muradın bir tarafa yaslanmak olduğunda kesin fikir beyan eder ve Hattâbî´nin inkarını kaale almaz.
* en-Nihâye´de İbnu´l-Esîr der ki: “Kim dayanmayı, bir tarafa yaslanmak olarak tefsir ederse, bunu tıb mesleğine uygun olarak te´vil etmiş olur. Zira tıbbın iddiasına göre, yenen şey, bu durumda, sindirim yolunda kolayca hareket edemez ve kişiye âfiyet sağlayamaz, bilakis ezaya sebep olur.”
3- Selef, yerken dayanma (ittikâ)nın hükmü hususunda da ihtilaf etmiştir:
İbnu´l-Kâss, dayanmadan yemenin Resûlullah´ın hasâisinden olduğunu zannetmiştir. Beyhakî buna katılmaz ve: “Bu, başkası için de mekruh olabilir, zira bu büyüklenenlerin işidir ve asıl itibariyle Acem krallarından alınmadır” der. Beyhakî devamla: “Kişide dayanmadan yemesine mani olan bir hal var ise, bu durumda onun dayanması mekruh değildir” der ve bu suretle yiyen selef büyüklerinden örnekler verir. Böylece Beyhakî dayanarak yeme cevazını, onların zarurete hamlettiklerini söylemek ister. Ancak İbnu Hacer, bu te´vile katılmaz ve İbnu Abbâs, Halid İbnu´l-Velîd, Ubeyde es-Selmanî, Muhammed İbnu Sîrîn, Atâ, İbnu Yesar ve Zührî gibi büyüklerin, yerken dayanmayı mutlak olarak caiz gördüklerine dair İbnu Ebî Şeybe´nin rivayetinden örnek kaydeder ve der ki: “İttika´nın mekruh olması veya önceki ihtilaf sabit olunca, yemek yiyene müstehab olan oturuş tarzı şudur: Dizlerinin üzeriyle ayaklarının sırtı üzerine oturmalı veya sağ ayağını dikip sol ayağını yatırıp üzerine oturmalıdır.”
Şu halde, dayanarak oturmak mekruh değil diyenler, “hemen kalkacakmış gibi iğreti olan dışındaki oturmalara mekruh” diyen görüşe katılmıyorlar demektir.
*İmam Gazalî, yatarak yemedeki kerahetten sebze yemeyi hariç tutmuştur.
4- Kerahetin sebebi hususunda da ihtilaf edilmiştir. Bu hususta gelen en kuvvetli görüş İbnu Ebî Şeybe´nin, İbrahim Nehâî tarikinden kaydettiği görüştür: “Selef karınlarının büyüyeceği endişesiyle dayanarak yemeyi mekruh addetmiştir.” İbnu´l-Esîr´in tıb nokta-i nazarından kaydettiği de buna yakın bir mülahazadır.[31]
ـ3883 ـ10ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]رَأيْتُ رَسُولَ اللّهِ # جَالِساً مُقْعِياً يَأكُلُ تَمْراً[. أخرجه مسلم وأبو داود .
10.(3883)- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı çömelir vaziyette durup hurma yerken gördüm.”[32] [Müslim, Eşribe 149, (2044); Ebu Dâvud, Et´ime, 17, (3771).]
AÇIKLAMA:
1- Önceki rivayet gibi, bu da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yemek yerken yere bağdaş kurarak veya diz çökerek iyice yerleşip oturmadığını, dizlerini dikmek suretiyle, birkaç lokma alıp kalkacak kimsenin oturuşuyla iğreti oturduğunu göstermektedir.
2- Hadiste oturuş tarzı olarak zikredilen muk´iyye şöyle tarif edilir: “Kişinin kollarını yere değecek şekilde oturup bacaklarını dikmesi, elini de yere koymasıdır. Bu tarz oturuş namazda yasaklanmıştır. Namazda iki secde arasında ayaklar üzerine yapılan oturma ise sabit bir sünnettir.”[33]
ـ3884 ـ11ـ و‘بي داود في أخرى: ]أُتِىَ النَّبِيُّ بِتَمْرٍ عَتِيقٍ، فَجَعَلَ يُفتِّشُهُ يُخْرِجُ مِنْهُ السُّوسَ[.»ا“قْعَاءُ«: في ا‘كل أن يجلس اŒكل على وركيه مستوفزاً غير متمكن .
11. (3884)- Ebu Dâvud´da gelen diğer bir rivayette: “Resûlullah´a bayat bir hurma getirilmişti. Kurtları çıkarmak için kontrol etmeye başladı.”[34] [Ebu Dâvud, Et´ime 43, (3832, 3833).]
AÇIKLAMA:
Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bayat hurma getirilince kurtlu hurmaları tetkik edip kurtlarını çıkartmaya çalıştığını görmekteyiz.
Âlimler, hadisten kartlanmış olma ihtimali bulunan hurmaları kontrol etmeden yemenin mekruh olduğu hükmünü, çıkarmışlardır. Hadisten çıkarılan diğer bir hükme göre, Kurtlanan meyve necis sayılmaz, onu yemek mekruh değildir, yeter ki kurdundan ayıklansın.
Aliyyu´l-Kâri der ki: “İbnu Ömer´den Taberânî´nin hasen bir senetle kaydettiği bir rivayette Resûlullah´ın, hurmanın içindeki (kurdu) araştırmayı yasakladığı belirtilmektedir.” Kâri, bunu kaydettikten sonra: “Buradaki yasaklama, vesveseyi defetmek için yeni hurmaya hamledilir veya, Resûlullah´ın tedkik etme fiili, cevazı beyan etmeye hamledilir. Bu durumda yasaklama kerâhet-i tenzihiye ifade eder” der.[35]
ـ3885 ـ12ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: إذَا أكَلَ أحَدُكُمْ طَعاماً فََ يَمْسَحْ يَدَهُ حَتّى يُلْعِقَهَا[. أخرجه
الشيخان وأبو داود.»اللَّعْقُ«: اللحس .
12. (3885)- İbnu Abbâs radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Biriniz yemek yeyince, yalamadıkça veya yalatmadıkça elini (mendile) silmesin.”[36] [Buhârî, Et´ime 52; Müslim, Eşribe 129, (2031); Ebu Dâvud, Et´ime 52, (3847).]
ـ3886 ـ13ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أمَرَ رسولُ اللّهِ # بِلَعْقِ ا‘صَابعِ وَالصَّحْفَةِ، وَقاَلَ: إنَّكُمْ َ تَدْرُونَ فى أىِّ طَعَامِكُمُ البَرَكَةُ، فإذَا وَقَعَتْ لُقْمَةُ أَحَدِكُمْ فَلْيَأخُذْهَا وَلْيُمِطْ مَا كَانَ بِهَا مِنْ أذىً، وََ يَدَعْهَا لِلشَّيْطَانِ، وََ يَمْسَحْ يَدَهُ بِالْمنْدِيلِ حَتّى يَلْعَقَ أصَابِعَهُ فَإنَّهُ َ يَدْرِى فِي أىِّ طَعَامِهِ البَرَكَةُ[. أخرجه مسلم والترمذي .
13. (3886)- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), parmakların ve kapların yalanmasını emretti ve dedi ki: “Siz, bereketin, yemeğinizin hangi (parça)sında olduğunu bilemezsiniz. Öyleyse, birinizin lokması düşecek olursa, onu alıp, bulaşan ezayı temizlesin, sakın şeytana terketmesin. Parmaklarını yalamadıkça elini mendille de silmesin. Zira o, taamınızın hangisinde bereket bulunduğunu bilemez.”[37] [Müslim, Eşribe 136, (2034); Tirmizî, Et´ime 11, (1803).]
ـ3887 ـ14ـ وزاد رزين في رواية عن أنس: ]فَإنّ آنِيَةَ الطَّعَامِ تَسْتَغْفِرُ لِلَّذِى يَلْعَقُهَا وَيَغْسِلُهَا وَتَقُولُ: أعْتَقَكَ اللّهُ مِنَ النَّارِ كَمَا أعْتَقْتَنِى مِنَ الشَّيْطَانِ[ .
14. (3887)- Rezîn, Hz. Enes radıyallahu anh´tan yaptığı bir rivayette şu ziyadeyi kaydetmiştir: “Zira yemek kabı, kendisini yalayıp yıkayana istiğfarda bulunur ve: “Beni şeytandan kurtardığın gibi, Allah da seni ateşten kurtarsın” der.”[38]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah bu rivayetlerde, israf olmaması için yemekten sonra parmak ve kaplarda bulaşık bırakılmamasını emretmektedir. Gıda olabilecek her parça insan vücudunda hayatî hizmete katkıda bulunabileceğine göre, onun israf edilmesi şeytana nisbet edilmeye layık bir zarardır.
2- Bazı âlimler, burada mevzubahis edilen mendilin, abdest aldıktan sonra elleri ve yüzü kurulamada kullanılan mendil olmayıp, bir kısım bulaşıkları silmek üzere kullanılan mendil olduğunu belirtirler. Biz zamanımızda bunlara mendil değil, el bezi diyoruz. Rivayet, el bezi mahiyetindeki temizlik vasıtalarının Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde de kullanıldığını ifade etmesi yönüyle de dikkat çekicidir.
3- Hadislerde bazan elin, bazan parmakların yalanmasının zikri geçer. Nitekim, Müslim´de Ka´b İbnu Mâlik´ten gelen bir rivayette: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yemeği üç parmağıyla yer, yemekten kalkınca onları yalardı” buyurularak, Resûlullah´ın üç parmağıyla yediği mevzubahis edilir. Şârihler parmaklarla elin veya el ile parmakların kastedilmiş olabileceğine, bunun Arap uslûbunda cari olduğuna dikkat çekerler. Ebu Bekr İbnu´l-Arabî, bazı yemeklerin elin tamamının iştirakiyle yenebilceğine, bir kısım parmaklarla yenmesinin mümkün olmayacağına dikkat çeker ve buna örnek olarak Resûlullah´ın etli kemiği kemirip, eti dişlediğine dair rivayeti hatırlatarak: “Bu, elin tamamını kullanmadan yapılamaz” der. Ancak, bazı âlimler “Elin tamamını, yemek yerken kullanmak caiz ise de, sünnet olanı üç parmağı kullanmaktır” diye İbnu´l-Arabî´ye cevap vermiştir. Kadı İyaz “üçten fazla parmakla yemek oburluktan, su-i edebten, lokmayı büyük tutmaktan ileri gelir…” der.
4- Hadisin sonunda “veya yalatmadıkça” tabiri de yer almaktadır. Nevevî, bundan muradın başkasına yalatmak olduğunu belirtir ve “Bundan iğrenmeyen başkalarına yalatmalıdır: Zevce, cariye, hizmetci, evlad ve bunlar ma´nâsında herhangi bir yakın olabilir: “Talebe gibi, yalamada bereket olduğuna itikad eden biri” der. Bu yalatma işini koyun gibi bir hayvana da yaptırmasının mümkün olduğunu belirtir.
Şurası muhakkak ki bu âdâb, o devrin şartlarına muvafıktır. Günümüzde kaşık ve çatal gibi yemek vasıtalarının yaygınlaşması, yalama veya yalatma ihtiyacını asgariye düşürmüş, bazı çevrelerde tamamen kaldırmıştır bile. Her hâl u kârda hadisin hümkî israftan kaçınmada titizliğin azamisini gösterme ma´nâsında, geçerliliğini her devirde aynı şekilde muhafaza etmektedir.
Şunu da belirtelim ki, bazı âlimler “parmaklarını kendi ağzına yalatmadıkça” diye de anlayarak “yalatma”yı “yalama” ma´nâsında te´kid olarak tekrara hamletmişlerdir.
5- Yalamaya farklı hadislerde değişik illetler (sebepler) gösterilmiştir:
* Bereketin zayi olmasını önlemek. “Zira, bereketin taamın hangisinde olduğunu bilemezsiniz” buyrulmuştur. Yani yediğimiz kısımda mı, parmakta kalan kısımda mı
* Bazı rivayetlerde parmağın iyice yalanmadan silinmesi halinde silme işinde kullanılacak mendilin fazla kirleneceği hususu zikredilmiştir.
* Bazı âlimler, bu emirden başka illetler de çıkarmışlardır: Mesela Kadı İyaz: “Az bile olsa taamın küçük görülmemesi, hürmet edilmesi gayesini de güder” der.
* Bir rivayette, dökülen, israf edilen artıkların şeytana nasib olacağı belirtilmiştir.
Âlimler, Bir hadiste, sadece bir sebebin zikri başka sebep ve maslahatların varlığını nefyetmez derler. Sadedinde olduğumuz meselenin şeytana nisbeti, bunun pekçok maslahatlara şâmil olduğunun delilidir.
6- Sadedinde olduğumuz hadislerde geçen Bereket´le ne kastedilmiş olabileceği hususunda Nevevî der ki: “Bereket´ten murad, ondan hâsıl olan beslenmedir, sonun ezâdan selamette kalmasıdır, kişinin yapacağı ibadete güç vermesidir.”
7- Parmak yalamak meselesine gelince: Bu husus insan tabiatında iğrenme hasıl edebileceği için eskiden beri âlimler bu mesele üzerinde bazı açıklama yapma ihtiyacı duymuşlardır. İbnu Hacer der ki: “Hadiste, parmak yalamayı iğrenç bulanlara red vardır. Evet, bunu yeme sırasında yaparsa iğrenme hâsıl olur. Zira, parmağının üzerinde tükrük bulaşığı olduğu halde, parmağını tekrar yemeğe sokmaktadır.” Hattâbî der ki: “Tereffüh´ün akıllarını bozmuş bulunduğu bazıları bunun ayıpladılar ve parmakları yalamanın çirkin bir iş olduğunu zannettiler. Bu herifler sanki, parmak veya tabaktan yaladıkları taamın, yediklerinin bir parçası olduğunu bilmiyorlar. Öyleyse diğer parçaları iğrenç olmayan bir şeyin küçük bir parçası da iğrenç olamaz. Burada yaptığı iş, dudağının içiyle parmağını emmekten öte bir şey değildir. Hiç bir aklı başında olan hiçbir kimse, bunda bir beis olmadığı hususunda şüpheye düşmez. Kişi bazan mazmaza yapar ve bu esnada parmağını ağzına sokarak dişlerini ve ağzının içini ovalar. Ama kimse buna iğrenç veya su-i edeb demez.”
8- Hadis, yemekten sonra eli meshetmenin müstehab olduğunu da ifade eder. Kadı İyaz: “Eli silmenin münasib olduğu yer, yıkamaya gerek olmayan durumlardır. Yıkamakla çıkabilecek bulaşıkların olmadığı durumlar gibi. Çünkü, başka hadislerde yemekten sonra elin yıkanması teşvik edimiş, terkedilmemesi için uyarılmıştır.”
Sadedinde olduğumuz 3885 numaralı hadis, yalanmadan önce elin yıkanmasını da, silinmesini de men etmeyi iktiza etmektedir. Zira bereketi elde etmek maksadıyla yıkama ve silmeden önce yalama hususunda emir sarihtir. Sonra da, kokuyu gidermek için yıkamanın mendub olacağı anlaşılır. Yıkamaya işarette bulunan hadisler de buna hamledilir. Nitekim bir Ebu Dâvud hadisinde: “Kim elinde yemek kokusu olduğu halde yıkamadan geceler ve kendisine bir (fenalık) isabet ederse kendinden başka kimseyi suçlamasın” buyrulmuştur.
9- Hadis, Allah´ın fazlından hiçbir şeyi ihmal etmemek gerektiğini de ifade etmektedir: Bu, örfçe hiçbir ehemmiyet taşımayan yiyecek ve içecek nev´inden azıcık bir şey bile olsa.
10- Ka´b İbnu´l-Ucre, yalamanın nasıl olacağını açıklamaktadır:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı üç parmağıyla yemek yerken gördüm. Bunlar baş parmak, şehadet parmağı ve orta parmak idi. Sonra, silmezden önce bu üç parmağını yalarken gördüm. Şu sırayla yalamıştı: orta parmak, sonra onu takib eden, sonra da baş parmak.” Bazı âlimler bu sıralamayı şöyle açıklar: “Bundaki sır şudur: “Sanki orta parmak öbür ikisine nazaran daha uzun olduğu için daha fazla bulaşığa maruzdur. Böylece onda daha çok taam kalmıştır. Ayrıca o uzun olduğu için, diğerlerinden önce yemeğe banmaktadır. Yalayan kimsenin avucunun içi muhtemelen yüzüne doğru olur. Bu durumda, orta parmaktan başladı mı sağ cihetinde olan baş parmağa geçer, böylece ondan da sağda olan baş parmağa geçer.”[39]
* EL VE AGZIN YIKANMASI
ـ3888 ـ1ـ عن سلمان رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَرَأتُ فِي التَّوْرَاةِ
إنَّ بَرَكَةَ الطَعَامِ الْوُضُوءُ بَعْدَهُ فَذَكَرْتُ ذلِكَ لِرَسُولِ اللّهِ #، فقَالَ: بَرَكَةُ الطَّعَامِ الْوُضُوءُ قَبْلَهُ وَالْوُضُوءُ بَعْدَهُ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
1. (3888)- Hz. Selman radıyallahu anh anlatıyor: “Tevrat´ta okudum: “Yemeğin bereketi, yemekten sonra (el ve ağzı) yıkamadadır” diyordu. Bunu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a söyledim:
“Yemeğin bereketi yemekten önce ve sonraki yıkamalardadır” buyurdular.”[40] [Ebu Dâvud, Et´ime, 12, (3761); Tirmizî, Et´ime 39, (1847).]
ـ3889 ـ2ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ الشَّيْطَانَ حَسَّاسٌ لَحَّاسٌ فَاحْذَرُوهُ عَلى أنْفُسِكُمْ مَنْ بَاتَ وَفِى يَدِهِ غَمَرٌ فَأصَابَهُ شَىْءٌ فََ يَلُومَنَّ إَّ نَفْسَهُ[. أخرجه أبو داود والترمذي.»حَسَّاسُ«: شَديد الحس وا“دراك.»لَحَّاسٌ«: كثير اللحس لما يصل إليه.»وَالْغَمَرُ« بفتح الميم: ريح اللحم وزهومته .
2. (3889)- Ebû Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûllullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Şeytan muhakkak ki hassastır, cidden pek hassastır. Kendinizi ondan sakındırın. Kim elinde et kokusu olduğu halde geceler, sonra da kendisine bir fenalık ulaşırsa sakın ha nefsinden başkasını suçlamasın.”[41] [Tirmizî, Et´ime 48, (1861); Ebu Dâvud, Et´ime 54, (3852).]
AÇIKLAMA:
1- Selman-ı Fârisî, İslam´la şereflenmezden önce hristiyan olmuş bir zattı. Onun Tevrat´tan okuması o dönemde cereyan etmiş olmalıdır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a, Tevrat´tan okuduğu mesele hususundaki sorma işini “yemeğin bereketi, yemekten sonra ellerin yıkanması mıdır ” diye tahkik maksadıyla yapmış, Resûlullah da bunu yanlış değil, fakat eksik bularak, gerçek durumu ifade buyurmuştur: “Yemeğin bereketi, ellerin yemekten hem evvel ve hem de sonra yıkanmasıdır” buyurmuştur.
Önceki yıkama tekrîm´dir, yani yemeğe, nimete hürmet etme, değer verme ma´nâsına gelir, ni´met-i ilahiye´ye bir nevi ta´zim ifade eder. Meselenin temizlik ve dolayısiyle hıfzıssıhha yönü izaha gerek olmayacak kadar açıktır. Sonraki yıkama ise bulaşığın izalesine, kokuların giderilmesine yöneliktir.
2- Aliyyu´l-Kâri, “Resûlullah´ın cevabı, Tavrat´ın maruz kaldığı tahrifata nebevî bir işaret olabileceği gibi, Muhammedî şeriatın, nimeti, ta´zim ifade eden temizlikle karşılamak için yemekten önce el yıkamayı ziyade ettiği ma´nâsına da gelebileceğini” söyler. Nitekim bu davranış “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” hadisine pek muvafık düşmektedir.
Bu hususta şöyle bir açıklama da yapılmıştır: “Yemekten önce ellerin yıkanmasındaki hikmet şudur: “Elleri yıkadıktan sonra yemek sıhhat ve afiyete daha uygun olur, çünkü eller, iş sebebiyle kirlenmelerden hâlî kalmaz, öyleyse onları yıkamak temizlik ve pâklık hâsıl eder. Çünkü, yemeden maksad ibadet ve kulluğumuzun ifasında güç elde etmektir. Öyleyse yeme işi de namazda olduğu gibi temizlik esasına bina edilmeye, elleri yıkayarak başlamaya ziyadesiyle layıktır.
İkinci yıkamaktan maksad ise, ellerin ve ağzın bulaşıklardan temizlenmesidir.”
Aliyyu´l-Kârî, “yemeğin bereketi, yemekten önce ellerin yıkanmasıdır” hadisiyle ilgili şöyle bir açıklama daha yapıldığını kaydeder: “Yemeğin bizzat kendisinde artma ve ziyadeleşmedir, yemekten sonraki yıkamadaki bereket ise, nefsin sükunete ermesine ve istikrarını bulmasına sebep olmak, tâatlara imkan hazırlayıp, ibâdetlere kuvvet vermek gibi hizmetler sebebiyle yemeğin hâsıl edeceği fayda ve eserlerindeki artma ve ziyadeleşmedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hadislerinde, mübalağa kasdıyla yıkama işini, bereketin kendisi olarak ifade etti. Aslında ise, esas kastedilen bereket “el yıkama”dan hâsıl olan şeylerdir.”
El yıkamaya teşvik edici bir hadiste Efendimiz şöyle buyurur: “Kim, Allah´ın, evindeki hayrı artırmasını seviyorsa yemek hazır olunca ve kalkınca ellerini yıkasın.”[42]
ـ3890 ـ3ـ وعن أبن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]خَرَجَ رسولُ اللّهِ #: يَوْماً مِنْ الخََءِ فَقُدِّمَ إلَيْهِ طَعَامٌ، فقَالُوا: أَ نَأتِيكَ بِوَضُوءٍ؟ فقَالَ: إنَّمَا أُمِرْتُ بِالْوُضُوءِ إذَا قُمْتُ إلى الصََّةِ[. أخرجه الخمسة إ البخاري .
3. (3890)- İbnu Abbas radıyallahu anhümâ anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün heladan çıkmıştı. Hemen kendisine bir yemek takdim edildi. (O da kabul buyurdu. Ashabtan bazısı:) “Size abdest suyu getirmeyelim mi ” dediler. Onlara: “Namaza kalkınca abdest almakla emrolundum!” cevabını verdi..”[43] [Müslim, Hayz 118, (374); Ebu Dâvud, Et´ime 11, (3760); Tirmizî, Et´ime 40, (1848); Nesâî, Tahâret 101, (1, 85).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, yemekten önce el yıkamanın terkiyle ilgilidir. Nitekim hadis, Tirmizî´de “Yemekten önce el yıkamayı terketme babı” adını taşıyan bir babta kaydedilmiştir.
Görüldüğü üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kazâyı hacetten dönmüştür, henüz bir abdest tazeleme ameliyesi cereyan etmeden yenilecek bir şey ikram edilmiş, Resûlullah da bu ikramı kabul buyurmuşlardır. Ancak, yemekten önce, hep elini yıkadığını, helâdan sonra abdest tazelediğini görerek, bunu vacib addeden Ashabtan bazıları, atılarak: “Abdest suyu getirmeyelim mi Abdestinizi almayacak mısınız ” diye hatırlatmada bulunmuşlardır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), çoğunlukla takip ettiği sünnet hep abdestli olmak, yemekten önce elleri yıkamak ise de, bunu bir vecibe olarak yapmadığını, abdest alma işinin sadece namaz için kalkınca “vecibe” olduğunu beyan ederek, abdest almayı (ve ellerini yıkamayı) terkediyor.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada abdestin her zaman vacib olmadığını belirtmek istemiş, vacib olduğu hallerden en ziyade karşılaşılanı zikretmiştir: Namaz. Hakikat-ı halde namaz dışında da bazı haller abdestli olmamızı vacib kılar: Tilâvet secdesi, Kur´an´a el değmek, Ka´be´yi tavaf etmek… gibi. Ancak Resûlullah o fırsatta ilmihal dersi vermiyordu ki, bütün teferruâta yer versin. Belirtmek istediği husus, abdestsiz olunabileceği, el yıkamadan da yemek yenilebileceği idi. Bu çeşit fırsatlar olmayıp bu cevazlar beyan edilmese ve Ashab´ın zannı üzere meseleler kalsaydı, arkadan gelen müslümanlar bir kısım zorluklarla karşılaşabilirdi. Hakîm olan Rabbimiz, Resûlü´nü çok farklı şartlarda, değişik muhataplar içerisinde müteaddit ve mükerrer imtihanlara ibtila ederek şeriatının her yönünü açıklığa kavuşturmuştur. Bu, Rabbimizin bu ümmet-i merhume´ye büyük lütuf ver rahmetlerinden biridir.
Aliyyu´l-Kâri, Resûlullah´ın, o sırada abdest almayı nefyetmesinde, abdestli de olmayı tecvize münafi bir durumun olmadığını, yemekten önceki veya başka biri olsun, farketmeksizin örfî yıkamanın istihbabından öte abdestli olmanın müstehab olduğunu da ifade ettiğini belirtir. Ve devamla der ki: “Gerçek şu ki, (aleyhissalâtu vesselâm), o sırada ellerini, cevazı beyan için yıkamadı. Ayrıca, Resûlullah´ın cevabından çıkarılacak vücub hükmünün nefyi de te´kidli olarak ifade edilmiştir. Hülasa bu hadis, yemekten önce ellerin yıkanması mutlak olarak nefyedilmiştir şeklinde hüküm çıkarmaya kesinlikle yeterli değildir. Zaten, Resûlullah´a vaz edilmiş sualin içerisinde, Resûlullah´ın müste´mir âdetinin yemekten önce elini yıkamak olduğu görülmektedir. Hatta hadisten, şer´i abdestin yani namaz için alınan abdestin nefyedilip, örfî abdestin yani sadece elleri yıkama´nın bâki kaldığı hümkünü çıkarmak dahi mümkündür. Şu halde bu ihtimalin varlığı da, önceki istidlali (yani hadisten, yemekten önce el yıkamanın nefyedildiği hükmünü) düşürür.”
Aliyyu´l-Kâri burada selef arasında cereyan eden bazı ihtilafa îmada bulunmaktadır. Zira onlar arasında, yemekten önce ellerin yıkanmasına karşı çıkanlar olmuştur. Sözgelimi, İmam Mâlik ve Süfyan-ı Sevrî´den böyle bir kanaat rivayet edilmiş ve hatta Sevrî´nin tutumu, “onun, Acem âdeti” olmasıyla izah edilmiştir.
Ancak cumhur, hem yemekten önce ve hem de yemekten sonra el yıkamayı istihbab etmede ittifak eder.[44]
* ÇOK YEMEYİ ZEMM
ـ3891 ـ1ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أضَافَ النَّبىُّ #: ضَيْفاً كَافِراً، فَأمَرَ لَهُ بِشَاةٍ فَحُلِبَتْ فَشَرِبَ حَِبَهَا، ثُمَّ أُخْرَى فَشَرِبَ حَِبَهَا، حَتّى شَرِبَ حَِبَ سَبْعِ شَيَاهٍ، ثُمَّ إنَّهُ أصْبَحَ فَأسْلَمَ، فَأمَرَ لَهُ بِشَاةٍ فَحُلِبَتْ فَشَرِبَ حَِبَهَا، ثُمَّ أُخْرَى فَلَمْ يَسْتَتِمَّهُ، فقَالَ #:
إنَّ الْمُؤْمِنَ لَيَشْرَبُ فى مِعىً وَاحِدٍ وَالْكَافِرُ يَشْرَبُ فِى سَبْعَةِ أمْعَاءٍ[. أخرجه الثثة والترمذي.قوله »في سَبْعَةِ أمْعَاءٍ«: تمثيل لرضا المؤمن باليسير من الدنيا، وحرص الكافر على الكثير منها .
1. (3891)- Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kafir bir misafir ağırlamıştı. Derhal onun için bir keçinin sağılmasını emretti. Keçi sağıldı. Kafir sütünü içti. Sonra diğer bir keçinin daha sağılmasını emretti. (Adam doymadı). Bu suretle tam yedi keçinin sütünü içti.
Adam yatıp, sabah olunca müslüman oldu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir keçi sağılmasını emretti. Sütünü adam içti, sonra ikinci bir başka keçi daha sağıldı. Fakat bunun sütünü tamamen içemedi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu veselâm): “Mü´min bir mideye içer, kâfir ise yedi mideye içer” buyurdular.”[45] [Buhârî, Et´ime 12; Müslim, Eşribe 186, (2063); Muvatta, Sıfatu´n-Nebiyy 10, (2, 924); Tirmizî, Et´ime 20, (1820).]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, muhtelif tariklerden bazı farklı ziyade ve noksanlarla gelmiş bulunmaktadır. İbnu Hacer bu zatın Cahcâh el-Gıfâri olduğu kanaatindedir. Nevevî ve Kadı İyaz´ın, Nadra İbnu Nadra olabileceğini, bazılarının da Sümâme İbnu Üsâl olabileceğini söylediklerini belirtir. Zira bunlarla da ilgili olarak benzeri kıssalar rivayet edilmiştir. Bu hadisenin birçoklarının başından geçmiş olması ihtimalden uzak değildir.
2- İbnu Ebî Şeybe, Ebu Ya´la, Bezzâr ve Taberânî´den naklen Cahcâh el-Gıfârî´nin hikayesini İbnu Hacer, kendi ağzından naklettiğine göre, “bu zat yakınlarından bir grupla birlikte müslüman olmak niyetiyle huzur-u risaletpenâhîye gelirler ve Resûlullah´la birlikte akşam namazında hazır olurlar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) selam verince: “Herkes yanında oturanın elinden tutsun (yemeğe götürsün)” ferman buyurdu. Ben yalnız kalmıştım. Ben ise iri ve uzun boylu bir kimseydim. Kimse beni gelip almamıştı. Beni de Resûlullah kendi evine götürdü. Benim için bir keçi sağdı. Hepsini içtim. Benim için bir keçi daha sağdı, onu da içtim. Böylece tam yedi keçi sağdı, hepsini içtim (daha da doymamıştım). Sonra bana bir tencere yemek geldi, onu da bitirdim. (Resûlullah´ın hizmetçisi) Ümmü Eymen (dayanamayıp): “Resûlullah´ı aç bırakanı Allah aç bıraksın!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Sus, Ümmü Eymen! O rızkını yedi, bizim rızkımız Allah´a aittir!” buyurdular. İkinci gece olup akşamı kılınca Aleyhissalâtu vesselâm önceki akşam yaptığını yaptı: Benim için bir keçi sağdı. Bu sefer içtim ve doydum. Ümmü Eymen radıyallahu anhâ (şaşırmıştı]: “Bu (dünkü) misafirimiz değil mi ” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Bu gün, o mü´mindir, bir tek mideye yedi. Dün ise yedi mideye yemişti. Kâfir, yedi mideye yer, mü´min ise tek bir mideye yer” buyurdular.”
İbnu Hacer´in Cahcâh tarikinden kaydettiği bu rivayetten daha kuvvetli olduğunu belirttiği Ebu Gazvân rivayeti de şöyle: “Abdullah İbnu Amr anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm´a yedi kişi gelmişti. Ashabtan her biri bir adam götürdü. Resûlullah da bir adam götürdü. Ona ismini sordu. Adam: “Ebu Gazvân!” dedi. Resûlullah onun için tam yedi keçi sağdı. O hepsini içti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Müslüman olmaz mısın ey Ebu Gazvân ” buyurdular. Adam:
“Evet!” dedi ve müslüman oldu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adamın göğsünü meshetti. Sabah olunca ona tek bir koyun sağıldı. Sütünü bitiremedi bile. Resûlullah sordu:
“Ey Ebu Gazvân neyin var Niye tamamlamadın ”
“Seni peygamber olarak gönderen Zât´a yemin olsun doydum!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da:
“Senin dün yedi miden vardı. Bu gün ise tek miden var!” buyurdular.”
3- Hadisin ma´nâsı hususunda Ulema ihtilaf etmiş, farklı mütalaalarda bulunmuşlardır. Hem hadisin anlaşılması hem de Ulemanın bu çeşit hadisleri izah etmede ne gibi ince tahlillere girdiğini göstermek için, bahsi İbnu Hacer´den takip edeceğiz:
* Bazıları: “Hadisten murad, zâhiri değildir: Bu, müslüman ve onun dünyadaki zühdü ile kâfir ve onun dünyaya olan hırsını göstermek için verilmiş bir temsildir” demiştir. Böyle düşünenlere göre: “Mü´min dünyevî şeylere kıymet vermemesi sebebiyle tek bir mideye yer, kâfir ise dünyevî şeylere rağbetinin şiddeti ve dünyalığı çok yığması sebebiyle yedi mideye yer. Burada ne gerçek mideler, ne de yeme hususu murad edilmektedir. Asıl kastedilen şey, dünyalığın iktisabında azlık ve çokluktur. Hadiste sanki, dünyalığı tamah yeme ile, dünyalığa götüren yollar da midelerle ifade edilmiş olunmaktadır. Kastedilen ma´nâ ile zikredilen teşbih arasındaki alaka, izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Hadisi, dünyaya gösterilen rağbete hamledenler, “nasıl ki derler, falan kimse dünyayı hopur hopur yiyor denince onun dünyaya fazlaca rağbet ve hırs gösterdiği ifade edilirse, mü´min tek bir mideye yer denmekle de dünyaya karşı hırsı yok, ondan yetecek kadar, az bir şeyin peşindedir denmek istenmiştir.” Keza, “Kâfir yedi mideye yer” sözüyle de dünyaya rağbet ediyor, çok şeylerin peşine hırsla düşüyor denmek istenmiştir.”
* Bazıları da şöyle demiştir: “Bunun ma´nâsı şudur: “Mü´min helal yer, kâfir haram yer. Helalin varlığı vücudca daha azdır, haram ise çoktur.”
* Bazıları da demiştir ki: “Hadisten murad mü´mini az yemeye teşviktir. Çünkü bilirse ki, çok yemek kafire has bir sıfattır, mü´min az yemeyi esas alır. Zira, mü´minin nefsi, kâfire mahsus sıfatla muttasıf olmaktan nefret eder. Çok yemenin kâfire has bir sıfat olduğu hususuna Cenâb-ı Hakk´ın şu sözü delâlet eder: “Durakları ateş olduğu halde, kâfirler zevklenirler ve hayvanlar gibi yerler” (Muhammed 12).
* Bazı âlimler ise: “Hadisin ma´nâsı zâhiri üzeredir, te´vile hacet yoktur” demiştir. Ancak zâhirini esas alanlar da farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
** Birinci görüş: Bazıları: “Bu bir şahıs hakkında vârid olmuştur. El-Mü´min kelimesinin başındaki Lâm, ahdiyedir (yani kastedilen birini ifade eder), cinsiyye değildir (yani bütün mü´minleri ifade etmek için kullanılmamıştır). İbnu Abdilberr bu hususta cezmeder (kesin kanaat beyan eder) ve şöyle der: “Bunu umuma (bütün mü´minlere) hamletmeye imkan yoktur, zira böyle bir iddiayı, müşahede reddeder, kabul etmez. Nice kafirler var ki mü´minlerden az yer ve nice mü´minler var ki kafirden çok yer ve nice kâfir var ki müslüman olmuş da yeme miktarını değiştirmemiştir.” İbnu Abdilberr sözü sadedinde olunan hadise getirerek: “Ebu Hüreyre hadisi, bunun muayyen bir zat hakkında vürûd ettiğine delâlet eder.” Bu sebeple olacak ki İmam Mâlik bu hadisi, mutlak bir hadisin peşine getirmiştir.[46] Buhârî de aynı şeyi yapar. Sanki Buhârî, bu davranışıyla şöyle demektedir: “Bu adam kâfirken yedi mideye yemekte idi, müslüman olunca, yedikleri özleştirilip hakkında mübarek kılındı. Böylece kafir iken kendisine yeterli olan yedi kısımdan bir kısmı kifayet eder hale geldi.”
Bu görüşü, İbnu Abdilberr´den önce Tahâvî, Müşkilü´l-Âsâr´da beyan etmiş ve: “Bu hadis, hususi bir kafir hakkındadır yani yedi koyunun sütünü içen kâfir hakkındadır” demiştir. Tahâvî, ilaveten: “Hadisin, indimizde, söylediğimiz dışında bir başka veche hamli mevzubahis değildir” açıklamasını yapar. Bu görüşe Tahâvî´den önce Ebu Ubeyde´nin yer verdiğini görmekteyiz.
Şunu kaydetmemiz de faydalıdır: Bu te´vilin “Hadisin râvisi olan İbnu Ömer, bundan husûs değil, umûm anlamıştır, bundan dolayı, çok yiyen kimseyi görünce, onu yanına girmekten men etti ve bu hadisle ihticac etti” diye tenkid etmişlerdir. Bu kanaatte olan İbnu Hacer de şöyle der: “Şu da var ki, daha önce kaydedildiği üzere hadisenin mükerrer şahıslarla alakalı olarak bir çok vak´alarda cereyan ettiği kabul edilince ve mezkur hadis, onlardan her bir vakanın arkasından, benzer hadiseye mazhar olan kişi hakkında kaydedildikten sonra bunu tek bir şahsa hamletmek nasıl mümkün olur ”
** İkinci görüş şöyledir: “Hadis ekseriyeti ifade zımnında beyan olunmuştur, gerçek aded kastedilmemiştir.” Bunlara yedi denmiş olması çoklukta mübalağa içindir. Nitekim ayet-i kerime´de “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa ve -yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa- yine de Allah´ın sözleri bitmezdi” (Lokman 27). Yani hadisin ma´nâsı şudur: “Mü´mine yakışan hususlardan (şe´n) biri de yeme işini az yapmasıdır, çünkü o, ibadete müteallik amellerle meşguldür ve çünkü o, bilmektedir ki tabi olduğu şeriat-ı garrası kendisine yemekten maksadın “açlığı örtmek”, “hayatın devamını sağlamak” ve “İbadete yardım etmek” olduğunu öğretmektedir, ve çünkü o, yemede üç noktada özetlenen bu maksadın dışına çıktığı takdirde vereceği hesaptan korkmaktadır. Kâfir ise, bu söylenenlerin hilafınadır. Zira o, şeriatın tayin ettiği maksadı takip edip o hududda durmaz, bilakis nefsin şehvetine tabi olur, her hangi bir haram korkusu olmaksızın kendini arzularının peşine salıverir. Böylece mü´minin yiyeceği -zikrettiğimiz sebebe binaen- kâfirin yiyeceğine nisbet edilince, yedide biri kadar olur. Ancak bu söylenenden, her kâfir ve her mü´min hakkında aynı nisbetin cari olduğu hükmü çıkmaz. Bazan mü´minlerden çok yiyenler çıkar. Bu, bazan âdetten, bazan hastalık gibi herhangi bir başka sebepten ileri gelir. Kâfirler arasında da az yiyenler olur, bu da onların tabiblerin beyan ettiği sıhhatle ilgili tavsiyelerine uymalarından veya ruhbanların tavsiye ettiği riyazete yer vermelerinden veya mi´de zaafı gibi bir başka sebepten ileri gelebilir.”
Tîbî der ki: “Bu hususta söylenenin hülasası şudur: Mü´minin şe´ni zühd hususunda hırs göstermesi, kafirin hilafına, yaşamasına yetecek kadar yemekle iktifa etmesidir. Öyleyse bu vasfa uymayan bir mü´min veya kafirin varlığı, hadisi yaralamaz.” Cenâb-ı Hakk´ın şu sözü de bu hususu te´yid eder: “Zina eden erkek ancak zina eden veya putperest bir kadınla evlenebilir” (Nur 3). Nitekim, hür bir kadınla evlenen zâni ve hür bir erkekle evlenen zâniye mevcuttur.
** Üçüncü görüş: Bu hadisteki “mü´min” den murad kamil seviyedeki tam bir imana sahip olan mü´mindir. Zira, kimin müslümanlığı güzel olur, imanı kemale ererse onun fikri, ölüm ve ölüm sonrası ile ilgili şeylerle meşgul olur, böylece korkunun şiddeti ve düşüncenin kesafeti ve kendi nefsine olan acıması, onu nefsani arzuların peşine düşmekten alıkoyar. Nitekim Ebu Ümâme´nin yaptığı bir rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: “Kimin fikri fazlaysa yemeği azdır, kimin tefekkürü azsa yemeği çok, kalbi de katıdır.” Ebu Saîd tarafından rivayet edilen bir başka hadis de aynı şeye dikkat çeker: “Bu mal tatlı ve hoştur. Ama bilesiniz! kim onu nefsâni hırsla alırsa, yediği halde doymayan kimse gibi olur.”
Öyleyse bu hadisler, “mü´min”den kastedilenin yeyip içmede orta yolu tutan kimse olduğuna delil olur. “Kafir”le kastedilen de şe´ni oburluk ve hırs olan ve hayvanlar gibi çok yiyen yeme işini bünyesinin sıhhati gibi makul bir maslahata binaen yapmayan kimsedir. Bu görüşü kaydeden Hattâbî der ki: “Selef büyüklerinin nicelerinden çok yedikleri rivayet edilmiştir, ancak bu hal, onların imanlarında bir noksanlık sebebi değildir.”
** Dördüncü görüş: Hadisten murad “mü´min, yemesi-içmesi sırasında besmele çeker, şeytan ona yeme-içmede ortak olmaz, böylece az bir yiyecek de ona kâfi gelir; kafir ise, besmele çekmez, şeytan bu sebeple ona ortak olur” denmiştir. Bu husus daha önce geçti (3868-3873. hadisler).
** Beşinci görüş: “Mü´min yiyeceğe karşı az hırs gösterir, bu sebeple yiyeceği, hakkında mübarek kılınır, yiyecek de bereket kazanır böylece az bir yemekle doyar. Kafir ise, yiyeceğe hayvan gibi tamahkar bir gözle bakar, az onu doyurmaz.” Bu görüş öncekine dahil edilebilir, ikisi tek bir cevap sayılabilir.
** Altıncı görüş: Nevevî´ye aittir, der ki: “Muhtar olan şu ki, bundan murad bazı mü´minler tek bir mideye yerler, kâfirlerin çoğu yedi mideye yerler. Bundan, her yedi mideden birinin mü´minin midesi gibi olması gerekmez.”
Midelerin farklı oluşlarına, Kadı İyaz´ın ehl-i teşrih´den (anatomi doktorlarından) kaydettiği husus delildir. Onlar demiştir ki: “İnsan mideleri yedidir.[47]
1) Mide,
2, 3, 4) Buna bağlı üç mide daha: Bevvâb, sâim, rakîk. Bunlar incedirler.
5) A´ver (kör barsak).
6) Kolon,
7) Müstakîm. Bunlar kalındırlar.”
Böylece hadisin ma´nâsı şöyle olur: Kafir, hırsla yediği için, bu midelerin hepsi dolu olmayınca doymaz. Mü´min ise bunlardan birinin dolması doyurur.
Kirmânî, tabiblerden, bu yedi midenin tesmiyesini nakleder. Buna göre: İlkine mide, sonra birbirine bitişik olan üçüne rikâk (inceler) ki bunlar onikiler (oniki parmak barsağı), sâim (ince barsak), kolon, sonra üç kalın: Fânifî, müstakim, a´ver(kör).[48]
**Yedinci görüş: Nevevî´ye aittir. Der ki: “Kafirdeki yedi ile, şu sıfatların kasdedilmiş olması da muhtemeldir: Hırs, oburluk, tul-u emel, tamah, su-i tab´ (kötü huy), haset, yağ sevgisi. Mü´mindeki tek şeyle de ihtiyacının örtülmesi kastedilmiştir.”
** Sekizinci görüş: Kurtubî´ye aittir. Der ki: “Yemek şehveti yedidir: Tabiat şehveti, nefis şehveti, göz şehveti, ağız şehveti, kulak şehveti, burun şehveti ve açlık şehveti. Müslümanı yemeye sevkeden zarurî şehvet bu sonuncusudur. Kafir ise sayılanların hepsiyle yer.” İbnu Hacer der ki: Kurtubî´nin bu mütalaasının aslını özet olarak Kadı Ebu Bekr İbnu´l-Arabî´nin sözleri arasında gördüm. Der ki: “Hadiste geçen yedi mide, beş duyu ile şehvet ve ihtiyaçtan kinayedir.”
Ülemâ der ki: “Hadisten alınacak esas, dünyalık hususunda azlığa teşvik, bunda zühd, ve harama gitmeden elde edilene kanaat etmeye terğibtir. Gerek cahiliye devrinde ve gerekse İslam döneminde akıllı kimseler hep açlığı övmüşler, çok yemeyi zemmetmişler…” İbnu´t-Tîn der ki: “Yeme hususunda insanlar üç kısımdır: Bir grup var, her yiyeceği, ihtiyaç olsa da olmasa da yer. Bu, cahil takımının amelidir. Bir grup var, acıktığı zaman, açlığı örtecek kadar yer. Bir grup var ki, bunlar nefislerini açlığa mahkum ederler, bu davranışlarıyla nefsin şehvetini kırıp, dizginlemek murad ederler. Bunlar yedikleri vakit ihtiyaçlarını örtecek kadar yerler.”[49]
ـ3892 ـ2ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: طَعَامُ اثْنَيْنِ كَافِى الثََّثَةِ، وَطَعَامُ الثََّثَةِ كَافى ا‘رْبَعَةِ[. أخرجه الثثة والترمذي .
2. (3892)- Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İki kişinin yiyeceği üç kişiye de yeter. Üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.”[50] [Buhârî, Et´ime, 11; Müslim, Eşribe 178, (2058); Muvatta, Sıfatu´n-Nebiyy 20, 52, (928); Tirmizî, Et´ime 21, (1821).]
ـ3893 ـ3ـ وفي أخرى لمسلم والترمذي، عن جابر: ]طَعَامُ اثْنَيْنِ يَكْفِى ا‘رْبَعَةَ، وَطَعَامُ ا‘رْبَعَةِ يَكفِى الثَّمَانِيَةَ[ .
3. (3893)- Müslim ve Tirmizî´de gelen bir diğer rivayet Câbir´den olup şöyledir: “İki kişilik yiyecek dört kişiye de yeter, dört kişilik yemek sekiz kişiye de yeter.”[51] [Müslim, Eşribe 179, (2059); Tirmizî, Et´ime 21, (1821).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetlerde mutlak olarak az yiyeceğin çok kimseye yeteceği belirtilmektedir. Bazı âlimler bu hadislere şöyle bir ma´nâ vermişler: “Bir kişiyi doyuracak miktardaki yiyecek, iki kişinin kût´una (muhtaç olduğu gıdasına) yeterlidir. İki kişi de, dört kişinin “kût”u ile doyuma erer”[52] Mühelleb de şunu söylemiştir: “Bu hadislerden murad mekârim-i ahlâka ve “kifâyet”le yetinmeye[53] teşviktir. Yani, murad kifâyetin miktarını belirlemek değildir, murad yardımseverlik (muvâsât)dır, iki kişinin yiyeceğine bir üçüncüyü, duruma göre bir dördüncüyüde dâhil etmenin uygun olacağını takrirdir.” Nitekim İbnu Mâce´de gelen bir rivayet şöyle:
“Bir kişinin yemeği iki kişiye kâfidir. İki kişinin yemeği üçdört kişiye kâfidir. Dört kişinin yemeği, beş-altı kişiye kâfidir.” Resulullah´ın daha önce de geçen “Birlikte yiyin, ayrı ayrı yemeyin, zira beraber olunca bir kişilik yemek iki kişiye de yeter” mahiyetindeki “beraber yemeye” teşvik edici hadisleri, buradaki hadisler tamamlar. Bir başka ifade ile bu hadisler, beraber yemenin hikmetlerinden birini açıklamış olmaktadır: Yemek bereket kazanmaktadır. Hayatın devamı için gerekli olan zaruri beslenmeyi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın müteakiben göreceğimiz üzere “beli doğrultacak kadar üç beş lokma yemek” şeklinde tarif ettiğini, kendisinin sofraya “bir kaç lokma alıp kalkacak vaziyette iğreti oturduğunu” (3882. hadis) hatırlayacak olursak, sadedinde olduğumuz hadislerde ortaya konan hakikatı anlayabiliriz: Örfen bir kişilik olarak tekerrür eden miktarın ortalama yarısı ihtiyaç dışıdır, yenmese de beslenme açısından bir eksiklik hâsıl olmayacaktır. Ne var ki, ilme, akla, sağ duyuya dayanmayan, temelini görgü ve an´aneden alan bir alışkanlıkla ihtiyaçtan fazla yenmektedir. Nitekim bazı müşâhedelerimiz de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın irşadlarını teyid eder: Aynı sofradan yiyen insanların bir kısmı şişman bir kısmı zayıftır. Bazı kere, fakir muhitlerin çocukları daha canlı, daha kanlı, daha dolgun oldukları halde, zengin muhitlerin çocuklarının nisbî bir zayıflık ve hatta solukluk içinde oldukları dikkat çeker.
2- Hadisten Çıkarılan Bazı Hükümler:
* Âlimlerimiz, Ebû Hüreyre hadisinden, yemekte beraber olmanın müstehab olduğu, kişinin yalnız yememesi gerektiği hükmünü çıkarmışlardır.
* Hadis, keza başkasına yardımcı olmanın, başkasını sofraya almanın bereketi artıracağını ve bu bereketin o sofraya iştirak edenlerin hepsine sirayet edeceğini ifade etmektedir.
* Kişi yanında mevcut olanı ehemmiyetsiz görerek başkasına ikramdan çekinmemelidir. Zira, bazan az bir şeyle, tam olarak doyulmaz ama açlık giderilir. Zaruri ihtiyaç karşılanarak bedenî aktivite sağlanabilir. Sünnetin tavsiye ettiği beslenme de esasen budur.[54]
ـ3894 ـ4ـ وعن بن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]تَجَشَّأَ عِنْدَ النّبىِّ # فقَالَ: كُفَّ عَنَّا جُشَاءَكَ، فَإنَّ أكْثَرَ النَّاسِ شِبَعاً في الدُّنْيَا أطْوَلُهُمْ جُوعاً يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه الترمذي .
4. (3894)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “(Bir zat) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanında öğürmüştü, ona:
“Öğürtünü bizden uzak tut. Zira, dünyada insanların en çok doymuş olanları, Kıyamet günü en çok aç kalacak olanlarıdır” buyurdular.”[55] [Tirmizî, Kıyâmet 38, (2480); İbnu Mâce, Et´ime 50, (3350).]
AÇIKLAMA:
Öğürtü diye tercüme ettiğimiz cüşâ´yı, Münâvî: “Doyma sırasında mideden çıkan yel” diye tarif eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada öğürmeyi takbih etmekle onun sebebi olan çok yemeyi takbih etmiş olmaktadır. Nitekim hadisin devamında dünyada çok yiyenlerin âhirette aç kalacaklarını haber veriyor. Şu halde hadis, çok yemenin ölçüsü hususunda bir ip ucu vermektedir: Yani öğürme hâsıl edecek kadar yememek lazımdır, zira öğürme çok yemekten hâsıl olan bir hadisedir. Aksi takdirde Resulullah gayr-ı iradi olarak hâsıl olan bir hadiseden dolayı kimseyi takbih etmezdi. Öğürme iradî değildir ama, ona sebep olan çok yeme iradîdir.
Münâvî, hadisi şu ma´nâda açıklar: “Esasen bu derece fazla yemek tıbben de yasaklanmıştır. Bu meselede tıbla şeriat birleşir. Mesele dînî tabiratla: Tokluk kişiyi şeytana yaklaştırır, nefsi tehyic eder ve tuğyana atar; açlık ise, şeytanın yollarını daraltır, nefsin hâkimiyetini kırar. Böylece onların şerlerini bertaraf eder. Tokluktan insanda menkûhât´a (kadınlara) karşı şiddetli arzu neş´et eder, bunu mevki, makam hırsı, lezzetli mallar elde etme hırsı takip eder. Bu iki şey mat´umat ve menkûhât imkânlarını artırır. Bunu mal, makam ve çeşitli rahatlıkları artırma gayreti, bir çok hasis rekabetler, hasedleşmeler takip eder. Bunlardan riya, tefâhur, çoklukla övünmek, ululanmak gibi belalar, âfetler tevellüd eder. Bunlar hasede kine, adâvet ve buğza davetiye çıkarır. Artık bu hal, sahibini her çeşit azgınlık, sapıklık ve fuhşu işlemeye iter, sınır, hudud tanımaz kılar. İşte bu onu Kıyamet günü açlığa götürür. Onun kurtuluşu artık Allah´ın merhametine kalmıştır, (imdad verecek hayır ameli hiç mi hiç yoktur).”[56]
ـ3895 ـ5ـ وعن المقدام بن معدى كرب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: مَا مَ‘َ آدَمِىُّ وِعَاءً شَرّاً منْ بَطْنٍ، بِحَسَبِ ابنِ آدَمَ لُقَيْمَاتٌ يُقْمِنَ صَلْبَهُ، فَإنْ كَانَ َ مَحَالَةَ فَاعًِ، فَثُلُثٌ لِطََعَامِهِ، وَثُلُثٌ لِشَرابِهِ، وَثُلُثٌ لِنَفَسِهِ[. أخرجه الترمذي .
5. (3895)- Mikdâm İbnu Ma´dikerib (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Âdemoğlu, mideden daha şerli bir kap doldurmaz. Âdemoğluna belini doğrultacak birkaç lokmacık yeterlidir. Ancak [nefsinin galebesiyle] illa da (mideyi doldurma işini) yapacaksa bari onu üçe ayırsın: Üçte birini yemeğe, üçte birini suya, üçte birini de nefesine (tahsis etsin, üçte birden fazlasına yemek koymasın).”[57] [Tirmizî, Zühd 47, (2381); İbnu Mâce, Et´ime 50, (3349).]
AÇIKLAMA:
Burada mide, öncelikle bir kaba ve içerisine bir şeyler konan zarfa benzetilmekte, böylece değer itibariyle düşünülmektedir. Zira kab ve zarf, gaye değil vasıtadırlar. Kendi zatları sebebiyle değil, içerlerine konan şeyler sebebiyle kıymet taşırlar. Öyle ise onlar değil, içlerine konan şeyler asıldır. Hadis, mide´yi ayrıca “şerli” sıfatıyla tavsif ederek ikinci bir tevhîn´e (değerden düşürmeye) tabi tutmaktadır. Yani sıradan bir kap değil, zarar veren, şer getiren bir kap. Mideyi çok doldurmanın dinî, tıbbî zararları var, zamansız doldurmanın zararları var, haram doldurmanın zararları var, muvazenesiz, kalitesiz… doldurmanın zararları var. Münâvî der ki: “Midenin dolması din ve dünyanın fesadına sebep olur… Çünkü kapların dolması, dünyaya gösterilen tamah ve hırstan hali olmaz. Her ikisi de faili için zararlıdır. Ayrıca tokluk, insanı kötü yerlere düşürür ve sahibini haktan uzaklaştırır. Tenbellik galebe çalar, ibadetten alıkoyar. İçerisinde fuzulî maddeler artar, gadabı, şehveti artar, hırsı çoğalır, ihtiyacından fazlasını taleb etmeye sevkeder.” Bazı büyükler şöyle demiştir: “Tokluk nefiste şeytanı celbeden bir nehirdir, açlık ise ruhta, melekleri celbeden bir nehirdir.” Münâvî, Gazalî´den naklen hadiste geçen ve “birkaç lokmacık” diye tercüme ettiğimiz Lukeymât ifadesinin “on”dan azı ifade eden bir sîga olduğunu belirtir.
Şu halde bu hadis, mideyi doldurma meselesinin ehemmiyetine dikkat çekiyor, rastgele, ilimsiz, şuursuz, dikkatsiz, ölçüsüz doldurmalara karşı uyarıyor. En başta uyarısı da çok yemeye karşı. Aynı hadiste, azlığı tavsiye etmekle birlikte, çok yeme durumunda kalanlara en az zararla kurtulabileceğimiz en fazla yeme hududunu gösteriyor.
Mide´yi üçe bölüp, bunun üçte birini “yemek”le doldurup geri kalan ikisini “su” ve “teneffüse (havaya)” ayırmak.
Yine Münâvî der ki: “Bu ölçüye uyulunca ruhî berraklık ve kalbî incelik hâsıl olur. Bu, yemede tercih edilecek ölçüdür. Beden ve kalb için en faydalı olan da budur. Zira karın yemekle dolarsa su içmede sıkışıklığa uğrar. Su içilince teneffüs yapmada sıkışıklığa uğrar sıkıntı ve ağırlık basar. İnsanda, “arzî”, “mâyî” ve “havâî” üç kısım bulunması hasebiyle,[58] Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), yiyecek içecek ve nefes için de üçlü taksime yer vermiştir. Bu taksimde nârî (ateşe ait) unsura yer verilmemiştir. Çünkü, İbnu´l-Kayyîm´in söylediğine göre tabiblerden bir grubun kavlince, bedende nârî kısım yoktur. Kurtubî der ki: “Eğer Bokrat (Hipokrat)[59] Resûlullah´ın beslenme ile ilgili bu taksimatını duysaydı bundaki hikmet karşısında hayran kalırdı.” Gazalî der ki: “Bu hadis felsefecilerden birine zikredilmişti. Ben, az yeme hususunda bundan daha hikmetli bir söz işitmedim” dedi. Resulullah o üç şeyi bilhassa zikretti, çünkü hayvanî hayatın temeli onlardır.”
Münâvî bu açıklamalardan sonra Tenbih başlığı altında şunu ilave eder: “İbnu Arabî der ki: “Açlık iki kısımdır: Biri ihtiyârî olan açlıktır, bu sâliklerin (tasavvuf yoluna girenlerin) açlığıdır. Diğeri ise ızdırarî açlıktır. Bu muhakkik ülemânın açlığıdır. Zira, muhakkik kişi, nefsini açlığa mahkum etmez, bilakis yiyeceğini, ünsiyet makamında ise azaltır, heybet makamında ise artırır. Muhakkikler için yemenin çok olması, azamet halinde meşhudlarından kalblerine tecelli eden hakikat nurlarının satvetlerinin sıhhatine delildir. Az yemeleri de gördükleriyle ünsiyet halinde konuştuklarının sıhhatine delildir. Çok yeme, sâlikler için Allah´tan uzaklıklarına ve Allah´ın kapısından uzaklıklarına, behîmî olan şehevânî nefsin bütün gücüyle üzerlerine olan hakimiyetine delildir. Az yeme ise onlar için, cûd-i ilahîden kalplerine olan nefehâtin (üflemelerin) varlığına delildir. Bu, onları cisimleriyle meşguliyetten alıkoyar. Açlık, her hâlukârda sâlik ve muhakkik için, sâlikine mahsus büyük hallere ve muhakkikine has esrâra nâil olmada dahilî bir sebeptir, yeter ki, açlıkta ifrata gitmesin. Zira onun ifratı, hevese kaçar, aklın gitmesine ve mizacın bozulmasına sebep olur. Öyleyse, sâlik´in, istediği ahvâle ulaşması için matlub olan açlığa, şeyhinden bir emir almadıkça girmemesi gerekir. Hele tek başına ise asla bu işe girişmemelidir. Ona düşen, yemeği azaltmak, oruca devam etmek, gecegündüz dahil, günde bir kere yemeyi prensip edinmektir. Kendisine, halini tedbir edecek bir şeyh buluncaya kadar katık olarak peş peşe yağ yememeli, haftada iki kereden fazla katık almamalıdır.”[60]
* MÜTEFERRİK ÂDÂBLAR
ـ3896 ـ1ـ عن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: تَعَشَّوا وَلَوْ بِكَفٍّ مِنْ حَشَفٍ، فَإنَّ تَرْكَ العَشَاءِ مَهْرَمَةٌ[. أخرجه الترمذي .
1. (3896)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir avuç çürük hurma ile de olsa akşam yemeği yeyin. Zira akşam yemeğinin terki ihtiyarlık sebebidir.”[61] [Tirmizî, Et´ime 46, (1857).]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) akşam yemeğini terketmemeyi, ne olursa olsun bir şeyler yemeyi tavsiye etmektedir. Hadiste geçen haşef, kalitesi olmayan âdi hurma demektir. Bununla her ne olursa olsun bir yiyecek kastedilmiş olmaktadır. Akşam yemeğinin terkedilmesi insanın erken yaşlanmasına sebep olacağı belirtilmektedir. Münâvî, bunu tıbbî bir açıklamaya kavuşturur: “Akşam yemeğini terk zayıflık ve ihtiyarlığa sebep olur, çünkü boş mide ile uyku, hazmetmede işe yarayan aslî rutubetin (mide asitlerinin) çözülmesine sebep olur.” Zeynüddin el-Irâkî der ki: “Hadis, şâyet hüccet olmaya elverişli ise, akşam yemeğinin mendub olduğuna delâlet eder, çünkü terkinde ihtiyarlık vardır. Hadis ayrıca, ihtiyarlığa götürecek işlere girmemek gerektiğini ifade etmektedir. Çünkü ihtiyarlık insanı ibadetten alıkoyar.”
Askerî der ki: “Sakın bu hadisten Resulullah´ın çok yemeye teşvik ettiği ma´nâsı çıkarılmasın! Bu büyük bir hata olur. Zira kişinin doymanın fevkinde yemesi, haramdır. Resulullah haram yemeyi nasıl emreder Hadisin ma´nâsı şudur: O zaman bazıları az yiyorlar ve normal gıdalarını da almıyorlar ve bunu da birbirlerine tavsiye ediyorlardı, (bunun üzerine Resulullah akşam yemeklerini ihmal etmemelerini hatırlattı).”[62]
ـ3897 ـ2ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]مَا عَابَ النبىُّ # طَعَاماً قَطُّ، كَانَ إذَا اشْتَهَاهُ أكَلَهُ، وَإنْ كَرِهَهُ تَرَكَهُ[. أخرجه الخمسة إ النسائي .
2. (3897)- Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hiçbir vakit herhangi bir yemeğe laf etmedi, iştah duyduğu bir yemekse yerdi, hoşuna gitmeyen bir yemekse terkederdi, (yemezdi).”[63] [Buhârî, Et´ime 21; Menâkıb 23; Müslim, Eşribe 187, (2064); Ebû Dâvud, Et´ime 14, (3763); Tirmizî, Birr 84, (2032).
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın herhangi bir yiyeceği ayıplamaması helal olan yiyeceklerle ilgilidir. Haram olanları zemmeder, ayıplar, onların yenmesini yasaklardı. Bazı âlimler “Ayıplama, hilkati sebebiyle olursa mekruhtur, yapılış sebebiyle olursa mekruh değildir, zira Allah´ın san´atı ayıplanmaz, insanların san´atı ayıplanabilir” demiştir.
Bazıları, yemeği yapanın kalbini kırmamak için yapılış cihetinden de olsa yemeğe laf etmemek gerektiğini, hadisin zâhirinde bu âmm hükmün esas olduğunu söylemiştir. Nevevî der ki: “Taamla ilgili mühim âdâbtan biri yemeğin “tuzludur”, “ekşidir”, “tuzu az olmuş”, “sert olmuş”, “ince olmuş”, “çiğ olmuş” gibi sözlerle tenkid edilmemesidir.
İbnu Battâl der ki: “Resulullah´ın hoşlanmadığı yemek olunca ses etmeksizin yememesi, güzel ahlaktandır. Zira yemek vardır biri hoşlanmaz ama bir başkası hoşlanır. Şeriatımızın, yenmesi için izin verdiği yiyeceklerin hiç birinde (herkesçe kabul edilecek) bir kusur yoktur.”[64]
ـ3898 ـ3ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #: إذَا
سَقَطَ الذُّبَابُ فى إنَاءِ أحَدِكُمْ فَامْقُلُوهُ، فَإنَّ فِى أحَدِ جَنَاحَيهِ دَاءً، وفِى اŒخَرِ شِفَاءً، وَإنَّهُ يَتَّقِى بِجَنَاحِهِ الَّذِى فِىهِ الدَّاءُ[. أخرجه البخاري وأبو داود.»أمْقُلُوهُ« أى اغمسوه .
3. (3898)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sizden birinizin (yemek) kabına sinek düşecek olursa, onu iyice batırın. Zira onun bir kanadında hastalık, diğerinde şifa vardır. O, içerisinde hastalık olan kanadıyla korunur.”[65] [Ebû Dâvud, Et´ime 49, (3844); Buhârî, Tıbb 58, Bed´ü´l-Halk 14; İbnu Mâce, Tıb 31, (3504, 3505); Nesâî, Fera´ 11 (7, 178).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Resulullah´ın, vahye dayanarak konuştuğu hususunda, müslüman olmayan biyoloji âlimlerini dahi ikna edecek mahiyette mucizevi hadislerinden biridir. Zira, Fahr-i Kainat Efendimiz, mikrobiyoloji ilminin hiç olmadığı bir devirde, Arabistan gibi hiçbir tabiat ilminin mevzubahis olmadığı bir diyarda, bugünkü ilmin sadece bir terminoloji farkıyla ifade ettiği mühim bir vak´ayı eksiksiz ifade buyurmuştur. Sinekte, insan sağlığı için zararlı ve faydalı maddeler var, bu maddeler dengeli bir şekilde yer almaktadır. Bir kanadında zararlısı, bir kanadında faydalısı.
2- Hadis muhtelif tariklerden gelmiştir. İbnu Mâce´de, Ebû Saîdi´l-Hudrî (radıyallahu anh)´tan yapılan rivayette “Sineğin iki kanadının birinde zehir, diğerinde şifa vardır. Eğer bir yemeğe düşerse, onu içine iyice batırın [sonra çıkarıp atın]. Çünkü o, önce zehirli (kanadını banar), şifa(lı kanadı) geri bırakır” buyrulmuştur.
Bu rivayetten anlaşılacağı üzere, tamamını batırma emri, sineğin dışta kalan kanadındaki şifanın yemeğe geçmesi içindir. Çünkü hadis, zehirli kanadı üzerine düşerek öncelikle onu yemeğe batırdığını, diğer kanadı dışarıda kaldığı için o kanattan geçen zehiri zararsız kılacak şifanın (panzehirin) gerideki kanatta kaldığını belirtmektedir. Tamamı batırılınca dışarıda kalan kanattaki panzehir de yemeğe geçeceği için öbürünün vereceği zarar bertaraf edilmiş olmaktadır.
Bezzâr´ın bir rivayetine göre, Enes (radıyallahu anh)´ın kabına sinek düşer. Enes sineği parmağıyla üç kere batırır ve “Bismillah” der, sonra da “Resulullah bize böyle yapmamızı emretti!” açıklamasında bulunur.
3- Sineğin zehirli kanadı hangisi İbnu Hacer, bunu tasrih eden rivayete rastlamadığını, ancak bazı âlimlerin teemmül ederek: “Sineğin, sol kanadıyla korunduğunu, dolayısıyla bunun zehirli kanat olduğunu, şifanın da sağ kanadında bulunması gerektiğini söylediğini belirtir. Ebû Saîd hadisinde de zehirli kanadın (korunma vs. işlerde) tekaddüm edip, şifalı kanadın teahhur ettiği belirtilmiştir.
4- Bu hadisten hareketle sinek ve benzeri akan kanı olmayan küçük hayvanların az suyu kirletmeyecekleri (tencis etmeyecekleri) hükmüne varılmıştır. “Çünkü denmiştir, Resûlullah, içinde öldüğü zaman suyu kirletecek olan bir şeyin suya batırılmasını emretmezdi. Bu görüşe muhalefet edip: “Sineğin suya batırılması onun ölmesini gerektirmez. Nitekim hafifce batırılınca ölmez, dirisi de içine düştüğü suyu kirletmez” diyen olmuştur. Beğavî de hadisten böyle bir hüküm çıkarmıştır. Ebû´t-Tayyib et-Taberî de şöyle söyler: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadisle necaset ve tahareti beyan etmeyi kasdetmemiş aksine sineğin hâsıl edeceği zararın nasıl bertaraf edileceğini beyan etmeyi murad etmiştir.” İbnu Hacer: “Bu doğru bir söz ama, bu hadisten bir başka hükmün daha istinbat edilmesine mani değildir” der ve sineğin batırılma işinin farklı şekillerde yapılabileceğini belirtir.
* Sineği, öldürmeyecek şekilde, dikkatle batırmak.
* Ölüp ölmeyeceğine aldırmadan batırmak. Ancak bu durumda yemek sıcaksa sineğin öleceği, soğuksa ölmeyeceği söylenebilir. Hadiste kayıd olduğu için, hükmün âmm olmasına hükmedilir. Ancak bu hüküm su götürür, çünkü mutlak bir hadis bu suretle tasdik edilir, şayet, bilâhare muayyen bir surete bir delil ikâme edilirse buna hamledilir.
5- Hattâbî der ki: “Bazı nasipsizler, hadisin aleyhinde konuşarak: “Bir sineğin iki kanadında zehir ve panzehir nasıl bir araya cem olabilirler Bunu da sinek nasıl bilebiliyor ki, şifalı kanadını önce kullanıyor [66] Sineği bu işe iten nedir ” gibi şeyler sordular. Fakat bunlar cahil veya mütecahil (cahil görünen) kimselerin sorusudur. Zira pek çokhayvan, zıd sıfatları nefislerinde cem ederler. Allah aralarını telif etmiş ve onların bir arada bulunmalarını takdir buyurmuş, onlardan hayvanî kuvvetleri ortaya çıkarmıştır. Nitekim Allah arıya, acib bir sanat olan paketlerini yapmayı ve içerisinde bal yapmayı ilham etmiştir. Karıncaya da ihtiyaç zamanı için gıdasını biriktirmeyi, çimlenmemesi için de buğdayı ortadan ikiye bölmeyi ilham etmişti. Onlara bu ilhamları yapan Zât, sineğe da kanadının birini önce kullanıp diğerini de geride tutmayı ilham etmeye kâdirdir.”
İbnu´l-Cevzî der ki: “Bu kimsenin söylediğinde bir gariplik yok. Zira, arı, baş kısmıyla bal toplar, aşağı kısmıyla da zehir alır. Zehiri öldüren yılanın eti, zehrin tedavisinde kullanılan ilaca katılmaktadır. Sinek de gözün parlatılması için ismid (denen sürme çeşidiyle) birlikte ezilir.” Bazı hâzık tabibler: Sinek bir zehirleme kuvveti bulunduğunu, buna da sokması durumunda hâsıl olan kaşıntı ve şişliğin delâlet ettiğini, bu kuvvenin onun silahı mesabesinde olduğunu, sinek kendisine eza veren birşeye tesâdüf edince onu silahı ile karşıladığını, şâri Aleyhissalâtu vesselâm´ın da, bu zehir kuvvesine, Allah Teâlâ hazretlerinin, onun diğer kanadına koyduğu panzehirle karşı koymayı emrettiğini, böylece iki maddenin birbirine mukabele edip Allah´ın izniyle zararı ortadan kaldırdığını söylerler.
6- Hadisin bir vechinde geçen “…sonra çıkarıp atın” ibaresinden, bazı fakihler “sinek suyun içinde ölmüşse o suyu kirletir” hükmünü çıkarmışlardır. Şâfiî´nin iki kavlinden esahh olanı böyledir. Ancak, Ebû Hanîfe ve diğer bazı fakihler, sinek ölse de suyu kirletmez diye hükmetmişlerdir.[67]
ـ3899 ـ4ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أخَذَ النبىُّ # بِيَدِ مَجْذُومٍ فَوَضَعَهَا مَعَهُ فِي الْقَصْعَةِ، وَقالَ: كُلْ ثِقَةً بِاللّهِ وََتَوَكًُّ عَلَيْهِ[. أخرجه أبو داود والترمذي.وزاد رزين فقل: ]وَفَعَلَ ذلِكَ أبو بَكْرٍ وَعُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما، وَقاَ مِثْلَ ذلِكَ[ .
4. (3899)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) cüzzamlı bir kimsenin elinden tuttu ve kendisiyle birlikte elini tabağa koydu, sonra da:
“Allah´a güvenerek ve O´na tevekkül ederek ye!” buyurdu.” [Ebû Dâvud, Tıbb 24, (3925); Tirmizî, Et´ime 19, (1818); İbnu Mâce, Tıbb 44, (3542).]
Rezîn şunu ilave etti: “Bunu Ebû Bekr ve Ömer (radıyallahu anhümâ) da yaptılar ve aynı şeyler söylediler.[68]
ـ3900 ـ5ـ وعن الشريد بن سويد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ فِي وَفْدِ ثَقِيفٍ رَجُلٌ مَجْذُومٌ، فَأرْسَلَ إلَيْهِ النبىُّ # إنَّا قَدْ بَايَعْنَاكَ فَارْجِعْ[. أخرجه مسلم .
5. (3900)- Şerîd İbnu Süveyd (radıyallahu anh) anlatıyor: “Sakîf hey´eti arasında bir de cüzzamlı vardı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona bir haber göndererek:
“Biz seninle bey´atımızı yaptık, sen hemen geri dön!” buyurdular.”[69] [Müslim, Selâm 126, (2231); İbnu Mâce, Tıbb 44, (3544).]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki rivayet Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın cüzzamlılarla olan münâsebetini göstermektedir. Birinci rivayette cüzzamlıya karşı tevekkül edip kaçmadığını, ikincide bilakis kaçtığını, cüzzamlıyı kendisine yaklaştırmadığını görmekteyiz.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın cüzzamlılarla olan münasebetini tesbit eden başka rivayetlerde var. Daima bu iki rivayette görülen farklı durumların varlığı söylenebilir.
2- Burada zikri geçen cüzzamlının Mu´aykîb İbnu Ebî Fatıma ed-Devsî olduğu bilinmektedir.
3- Bu rivayette Resulullah´ın iki ayrı cihetten tevekkül ettiği belirtilir:
* Cüzzamlının elinden tutması,
* Onunla birlikte aynı kaptan yemek yemesi.
Tahâvî, hastalarla birlikte yeme hususunda Ebû Zerr´den şu rivayeti nakleder: “Rabbine karşı tevazu ve iman icabı her bir bela sahibiyle birlikte yemek ye!
Sadedinde olduğumuz rivayette, Resulullah (Hz. Câbir´e) şu ma´nâda hitapta bulunmuştur:
“Ye benimle! Ben Allah´a olan itimadım ve işimi ona tefvîz etmem hasebiyle hastalık geçirmeyeceği hususunda güven sahibiyim.”
Beyhakî demiştir ki: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın cüzzamlının elinden tutup tabağa koyması, onunla birlikte yemek yemesi, hoş olmayan (mekruh) şeye sabretme halinde olanla, (kader ve) kaza´nın hükmettiği şeylerde ihtiyarı terkedenler hakkında örnektir. Diğer taraftan Aleyhissalâtu vesselâm: “Cüzzamlıdan aslandan kaçar gibi kaç” buyurmuştur ve ayrıca yukarıda kaydettiğimiz hadiste (3900) gördüğümüz üzere Sakîf heyetinde bulunan cüzzamlıya yaklaşmamış ve geri dönmesini emretmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sünnetiyle de hastadan kötülük gelme endişesi karşısında sabır ve tevekkül göstermede acze düşmekten korkan kimselere, muhtelif sakınma tarzları arasında şeriatce câiz olan sakınma tarzının örneğini göstermiş olmaktadır. Nevevî´nin kaydına göre, el-Kâdî, “Cüzzamlı ile ilgili kıssada Resulullah´tan yapılan rivayetlerin, aralarında ihtilaf etiklerini söylemiş ve yukarıda kaydettiğimiz iki hadisin yani cüzzamlıdan kaçmayı emreden hadisle Sakîf heyetindeki cüzzamlıdan bahseden hadisin sabit olduğunu belirtmiştir.”
Hz. Câbir´in bir rivayetine göre de bir cüzzamlı ile birlikte yemek yiyen Resulullah, kendisine de: “Allah´a güvenip tevekkül ederek yemesini emretmiştir.” Keza Hz. Âişe´den gelen bir rivayette demiştir ki: “Bizim cüzzamlı bir âzadlımız vardı. Benim tabaklarımdan yer, benim kadehlerimden içer, benim yatağımda uyurdu.”
el-Kâdî bu örnekleri kaydettikten sonra der ki: “Hz. Ömer başta, seleften bir çoğu cüzzamlı ile yemek yemiştir. Onlar, cüzzamlıdan kaçma emrinin neshedildiğine inanıyorlardı. Ancak çoğunluğun söylediği gerçek şudur: “Ortada nesh mevcut değildir, hadislerin arasını cem etmek gerekmektedir: Cüzzamlıdan sakınmayı, kaçmayı emreden hadisler istihbaba ve ihtiyata hamledilir, vücuba değil. Onunla beraber yemeyi haber veren hadisler de cevâza hamledilir…
“Ülemâ böyle bir neticeye bağlanmamış olsa idi, bulaşıcı hastalıklara yakalananları hasta sahiplerinin de terketmesi veya bu hastalıklara karşı hiçbir koruyucu tedbire yer vermemek gerekecekti. İkisi de yanlış olurdu. Biri insanlığın, mürüvvetin sükûtuna, diğeri de salgın hastalıkların daha da yaygınlaşmasına müncer olurdu. Rehber-i Ekmelimiz olan Allah Resûlü, ihtilaflı gibi görünen sünneti ile insanî olan, takip edilmesi gereken, sıhhat şartlarına da uyan en doğru yolu göstermiştir. Hastalıklara belli bir ölçü, belli bir dikkat, ve ihtiyat tedbirleri çerçevesinde belki sınırlandırılmış olarak beşerî münasebetler devam ettirilecek, onlara gerekli hizmetler, en azından yakınları tarafından verilecek, fakat onlar asla terkedilmeyecek, insanî alâkalardan tecrid edilmeyecek, kaderiyle baş başa bırakılmayacak.
Resulullah´ın Müslim´de gelen Adva “Sirayet (bulaşma) yoktur…” hadisi de söylediğimiz ma´nâda anlaşılmıştır. Çünkü bulaşıcı hastalıklara karşı tarihte ilk karantina emri veren de Resulullah olmuştur.[70]
ـ3901 ـ6ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كانَ النبىُّ # إذَا أُتِىَ بِأوَّلِ الثَّمَرَةِ قَالَ اللَّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فِي مَدِينَتِنَا، وَفِى ثِمَارِنَا، وَفى مُدِّنَا، وَفِى صَاعِنَا بَرَكَةً، مَعَ بَرَكَةٍ ثُمَّ يُعْطِيهِ أصْغَرَ مَنْ يَحْضُرُهُ مِنَ الْوِلْدَانِ[. أخرجه مسلم .
6. (3901)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine, ilk çıkan turfanda meyve getirildi de, o zaman şöyle dua ederdi: “Allah´ım Medine´mizi bizim için mübarek kıl, meyvelerimizi, müdd´ümüzü, sâ´mızı mübârek kıl, bereketlerini kat kat artır.”
Bu duadan sonra, getirilen meyveyi orada hazır bulunan çocukların en küçüğüne verirdi.”[71] [Müslim, Hacc 474, (1373).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Ashâb´ın yılın ilk meyvesi çıktığı zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a getirerek dua ettirdiklerini göstermektedir. Böylece, Allah´ın bir nimetine ilk mazhar olunca, bunu bir şükür ve dua ile karşılamanın, bir merasimle istikbal etmenin cevazı anlaşılmaktadır.
Bu fırsatlarda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, çocukları ihmal etmeyip onlara ikramda bulunması manidar bir husustur. Bu Aleyhissalâtu vesselâm´ın, çocuklara olan şefkatinin derecesini gösterdiği gibi, bu çeşit merasimlere onların katılmalarını teşvik ma´nâsı da taşır. Çocuğun girdiği yer neşe ve hayattır. Öyleyse, turfanda meyvenin Resulullah´a taksimi hoş bir merasim fırsatıdır. Bu meseleye temas eden rivayetler birden fazladır. Bazılarında “yılın ilk turfandası”, bazılarında “Her şeyin turfandası” geldiği zaman Efendimizin dua edip, üç defa sağ, üç defa sol gözüne sürerek öptüğünü, sonra cemaatteki en küçüğe verdiğini belirtir.[72]
ـ3902 ـ7ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها: ]أنَّهُمْ ذَبَحُوا شَاةً قَالَتْ: فَجَاءَ سَائِلٌ فَاعْطُوهُ، فَجَاءَ آخَرُ فَاعْطُوهُ، فَجَاءَ آخَرُ فَأعْطُوهُ فَبَقِىَ مِنْهَا، فقَالَ #: مَا بَقِىَ مِنْهَا؟ قَالُوا مَا بَقِىَ مِنْهَا إَّ كَتِفُهَا قَالَ بَقِىَ كُلُّهَا إَّ كَتِفَهَا[. أخرجه الترمذي .
7. (3902)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ashâb bir koyun keşmişti. Bu sırada bir dilenci geldi. Etten bir miktar verdiler. Derken başka gelenler oldu, onlara da verdiler. Geriye yine de et kaldı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) sordu: “Koyundan geri ne kaldı ” “Sadece omuzu kaldı!” dediler. Aleyhissalâtu vesselâm ise: “Omuzu hâriç geri tarafı kaldı!” buyurdular.”[73] [Tirmizî, Kıyamet 34, (2472).]
AÇIKLAMA:
Burada koyunu kesen Hz. Âişe´nin ailesi mi, Ashâb mı Rivayet bu hususta biraz mübhem. Rivayetten, omuz hariç her tarafının isteyenlere dağıtıldığı anlaşılmaktadır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Omuzu hâriç geri tarafı (bize) kaldı” buyurmakla Allah yolunda verilen kısmın uhrevî hayat için tam bir yatırım olduğunu ifade buyurmuştur. Böylece bağışlanan kısım ebediyete mazhar olmuş, ebedî sahipliğine erişilmiş olmaktadır. Zira âyet-i kerimede “Sizin yanınızda olanlar tükenir ama Allah katında olanlar ebedîdir” (Nahl 96). Allah yolunda bağışlananlar bu âyete binâen ebediyete mazhar olmuştur. Hadis de, Allah yolunda harcayınca, harcadığı şeye hakikî ve ebedî sahiplik kazandığını beyan ediyorlar. Bu Rabbimizin büyük bir fazlıdır.[74]
İKİNCİ BÂB
MÜBAH VE MEKRUH YİYECEKLER
BİRİNCİ FASIL
HAYVANLARDAN MÜBAH VE MEKRUH OLANLAR
* KELER
ـ3903 ـ1ـ عن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّ خَالِدَ بنَ الْوَلِيدَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه أخْبَرَهُ أنَّهُ دَخَلَ مَعَ النبىِّ # عَلى مَيْمُونََةَ زَوْجِ النبىِّ #، وَهِىَ خَالَتُهُ وَخَالَةُ ابنِ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهم فَوَجَدَ عِنْدَهَا ضَبّاً مَحْنُوذاً، قَدِمَتْ بِهِ أُخْتُهَا حُفَيْدَةُ بِنْتُ الْحَارِثِ مِنْ نَجْدٍ، فَقَدَّمَتْهُ الَيْهِ، وَكَانَ قَلَّمَا يُقَدِّمُ بَيْنَ يَديْهِ طَعَامٌ حتّى يُحَدَّثَ بِهِ، وَيُسَمَّى لَهُ فَأهْوَى بِيَدِهِ إلَيْهِ، فقَالَتْ: أمْرَأةٌ مِنَ النِّسْوَةِ الْحُضُورِ، أخْبِرْنَ رسُولَ اللّهِ #: بِمَا قَدمَتُنَّ لَهُ، فَقُلْنَ: هُوَ الضَّبُّ فَرَفَعَ يَدَهُ، فقالَ خَالِدٌ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أحَرَامٌ هُوَ يَا رسولَ اللّهِ؟ قال: َ، وَلكِنَّهُ لَمْ يَكُنْ بِأرْضِ قَوْمِى، فَأجِدُنِى أَعافُهُ قَالَ خَالِدٌ: فَاجْترَرْتُهُ فَأكَلْتُهُ، وَرَسُولُ اللّهِ # يَنْظُرُ فَلَمْ يَنْهَنِى[. أخرجه الستة إ الترمذي .
1. (3903)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hâlid İbnu´l-Velid (radıyallahu anh)´ın bana bildirdiğine göre, Hâlid, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte, Resulullah´ın zevceleri Meymûne (radıyallahu anhâ)´nın yanına girerler. -Meymûne hem onun ve hem de İbnu Abbâs´ın teyzeleri idi- Meymûne´nin yanında kızartılmış bir keler görürler. Bunu, Necid´den, kız kardeşi Hufeyde Bintu´l-Hâris getirmişti. Meymûne (radıyallahu anhâ) keleri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın önüne sürdü. Önüne bir yemek çıkarılıp da ondan bahsedilmeyip ve isminin de zikredilmediği durum nâdirdi.”[75] [Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kelere elini uzatmıştı ki,] orada hazır bulunan kadınlardan biri:
“Resululah (aleyhissalâtu vesselâm)´a takdim ettiğiniz şeyden haber verin, ne olduğunu söyleyin! dedi. Bunun üzerine:
“O kelerdir!” dediler. Bunun üzerine Resulullah (uzatmış olduğu) elini derhal geri çekti. Hâlid (radıyallahu anh):
“Bu haram mıdır, ey Allah´ın Resulü ” dedi. Resulullah:
“Hayır, ancak o benim kavmimin diyarında bulunmuyor. Bu sebeple (Onu yemeye alışkın değilim), içimde tiksinme hissediyorum!” buyurdular. Hâlid (radıyallahu anh) der ki: “Ben keleri (önüme) çekip yedim. Resulullah bakıyor fakat beni yasaklamıyordu.”[76] [Buharî, Et´ime 10, 14, Zebâih 33; Müslim, Sayd 43, 44, 45, (1945, 1946, 1948); Muvatta, İsti´zân 10, (2, 968); Ebû Dâvud, Et´ime 28, (3793, 3794), Eşribe 21, (37); Nesâî, Sayd 26, (7, 198, 199).]
ـ3904 ـ2ـ وعن أبي سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْهم: فقالَ: ]إنِّى في غَائِطٍ مُضِبَّةٍ، وَإنَّهُ عَامَّةُ طَعَامِ أهْلِى، فَلَمْ يُجِبْهُ، فَقُلْنَا: عَاوِدْهُ فَعَاوَدَهُ فَلَمْ يُجِبْهُ ثَثاً، ثُمَّ نَادَاهُ رسولُ اللّهِ # في الثَّالِثَةِ، فَقَالَ يَا أعْرَابِىُّ: إنَّ اللّهَ لَعَنَ، أوْ غَضِبَ عَلى سَبْطٍ مِنْ بَنِى إسْرَائِيلَ، فَمَسَخَهُمْ دَوَابَ يَدِبُّونَ فِي ا‘رْضِ فََ أدْرِى، لَعَلَّ هذَا مِنْهَا، فَلَسْتُ آكُلُهَا وََ أنْهَى عَنهَا[. أخرجه مسلم.»الْغَائِطُ« المكان المطمئن من ا‘رض.و»المُضِبَّةُ« بضم الميم، وكسر الضاد المعجمة وتشديد الموحدة: الكثيرة الضباب .
2. (3904)- Ebû Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir bedevî Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek:
“Ben keleri bol olan bir bölgede yaşıyorum. Keler ailemin yiyeceğinin ekseriyetini teşkil ediyor (bunun bir mahzuru var mı; ne buyurursunuz )” diye sordu. Ama Resulullah cevap vermedi. Biz: “Tekrar sor!” dedik. O tekrar sordu. Resulullah cevap vermedi. Adam üçüncü sefer sordu. Üçüncü de Resûllah adama seslenip yanına çağırdı ve:
“Ey bedevi! Allah, Benî İsrâil´den bir boya lânet etti veya gadab etti. (Ceza olarak) onları yeryüzünde yürüyen hayvanları haline çevirdi. Bilemem, ola ki bu, o lânete meshe uğrayan kimselerdendir. Bu sebeple ondan ne yerim ne de yiyenleri men ederim!” dedi.[77] [Müslim, Sayd 51, (1951).]
AÇIKLAMA:
1- Birinci hadiste geçen Hâlid İbnu´l-Velid´in annesinin adı Lübâbetu´s-Suğra´dır. İbnu Abbâs´ın annesinin adı Lükâbeti´l-Kübrâ´dır. Ancak Ümmü´l-Fadl diye, oğlu Fadl İbnu Abbâs´ın adıyla künyeleniyordu. Her ikisi de mü´minlerin anası Meymûne (radıyallahu anhâ)´nın kız kardeşi idiler.
2- Önceki hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kendisine bir yemek ikram edildiği zaman, bunun mahiyetini ve ismini sorduğunu belirtmektedir. Hatta Buhârî, bu hadise şöyle bir bab başlığı koymuştur: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), (bir şeyi) ismi söylenip ne olduğunu öğrenmedikçe yemezdi.” Şârihler bunu: “Araplar, yiyecek maddelerin azlığı sebebiyle, ne bulurlarsa yerler, hiç bir şeyden tiksinmezlerdi. Halbuki (aleyhissalâtu vesselâm) bazı yiyeceklerden tiksinirdi” diyerek açıklamışlardır. İbnu Hacer, bu hususta daha tatminkar bir açıklama sunar: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bunu sorma sebebi, muhtemelen, O´nun (şehirden) bâdiyeye[78] çok az çıkması sebebiyle, birçok hayvanı tanımamakta olması veya, şeriat´ın bazı hayvanları helal kılarken diğer bazılarını haram kılmasıydı. Halbuki cahiliye Arapları, haram kılınan şeyleri haram addetmeyip yiyorlardı. Bazan da onlar etleri, pişmiş veya kızartılmış olarak getiriyorlardı, bu sebeple, birbirinden tefriki ancak sormak suretiyle yapılabiliyordu.”
Bu hususu daha da aydınlatacak bir rivayet Buhârî´nin el-Edebü´l-Müfred´inde zikredilmiştir: “Bedevî´nin biri, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a bir tavşan getirip hediye etmişti. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), getirilen hediyeden, hediye sahibine ondan yemesini emretmedikçe yemezdi. Bunu Hayber´de kendisine hediye edilen zehirli koyun sebebiyle yapıyordu…”
3- Hadiste, sofradaki etin mahiyetini açıklayan kadının kim olduğu mübhemdir. Ancak rivayetin başka vecihlerinde Meymûne (radıyallahu anhâ) olduğu belirtilmiştir. Keza, başka rivayetlerde gelen tasrihte, Resulullah´ın, sofrada bulunan diğer hediye yiyeceklerden -keş, süt gibi- yediği belirtilmiştir.
4- Bazı şârihler, Resulullah´ın “Keler benim kavmimin diyarında bulunmuyor” sözüne takılarak: “Burada vak´a ile bir tezad var, çünkü Hicaz´da keler çokça bulunur” demiş ise de, Resulullah´ın Hicaz´ı değil, sadece Mekke ve yakın çevresini kastetmiş olacağı belirtilerek cevaplandırılmıştır.
5- İbnu Hacer, hadisin farklı vechilerini tahlil ederek Resulullah´ın keleri yememesine iki sebep gösterilebileceğini söyler: 1- Tiksinme; 2- Keler etinde bulunan pis koku.
6- Hadisten Çıkarılan Faydalar:
* Keler eti, kaydedilen hadislerde caiz görünüyor ise de ülemâ arasında bazı ihtilaflara da sebep olmuştur. Tahâvî, Şerhu Mâ´ani´l-Âsâr´ da Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve İmamı Muhammed rahimehümullah her üçününde mekruh addettiğini belirtir. Bu hususta İmam Muhammed´in delili bir başka rivayettir: Hz. Âişe anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a bir keler hediye edilmişti. Yemedi. Derken bir dilenci geldi. Âişe, dilenciye bu keleri vermek istedi. Resulullah kendisine: “Sen yemediğin şeyi mi vermek istiyorsun ” diye müdahale etti.” Keza Ebû Davud´da kayda yer verilmeden “Resulullah´ın keler yemeyi nehyettiği” rivayet edilmiştir. Hülasa, İmam Muhammed gibi bazı Hanefîler, kerahetin tahrimî olduğuna hükmetmiş ise de çoğunluk tenzihî olduğuna meyleder ve şöyle derler: “Resulullah´ın sofrasında, huzurunda yenmiş olduğu halde müdâhele etmemesi, bunun mübah olduğuna delildir. Kerâhet ise, kerahet-i tenzihiyedir.”
Görüldüğü üzere keler eti meselesi oldukça münakaşa edilmiş bir husustur. Daha ziyâde Hanefîler kesin bir üslubla “helal” demekten kaçınmışlardır.
* Hadiste şu husus da görülmektedir:
Bir meselenin hükmüne açıklık kazandırmak için, şüphe edilen cihetin açıklanması gerekir. Resûlullah öyle yapmıştır ki: Keler etinden yememiş, yemeyiş sebebini açıklamıştır.
* Yemekten nefret ve onu hoş bulmamak, o yemeğin tahrîmini gerektirmez.
* Yemeklerden tiksinme hususunda herkes bir değildir. Bazılarının sevdiğinden diğerleri nefret duyabilir.
* Bir et kokmuş ise bunun yenmesi haram olmaz. Bu halde yiyebilecek kimse çıkabilir, yenmesi haram değildir.
* Kadının akrabaları eve girebilir, yeter ki koca rıza göstersin, izin versin.
* Akrabanın, hısımın,dostun evinden yemek yenir, bu caizdir.
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ashâbıyla birlikte yemek yer, fırsat düştükçe et de yerdi.
* Resulullah, gaybı Allah bildirmedikçe bilmezdi. Sorarak öğrenmeyi tercih ederdi.
* Hz. Meymûne akıllı ve tedbirli bir kadındı ve Resulullah hakkında fevkalâde hayırhâhtı. Zira o, zekası ile, kelerden Resulullah´ın hoşlanmayacağını derhal kavramış, bilmeden yiyip sonradan rahatsızlık izhar etmesine gönlü razı olmamış, haberdar etmiştir. Gerçekten de feraseti onu yanıltmamıştır.
* Birinin bir şeyden tiksineceği melhuz ise bu saklanmamalı, kendisine haber verilmelidir, ta ki ondan bir zarara maruz kalmasın. Bu hal bazılarında görülür, muziplik olsun diye çevresi gizleyebilir. Sünnet bunu tasvib etmiyor.
7- İkinci hadiste, temas edilmesi gereken husus Benî İsraîl´den bir kavmin meshedilmesi meselesi.
Mesh: Bir canlının fıtratının değiştirilmesi, bir başka canlıya döndürülmesidir. Bununla daha ziyade, canlının daha aşağı, daha çirkin bir hale çevrilmesi ifade edilir. Mesh ilâhî bir ceza çeşididir. Kur´an-ı Kerim, yahudîlerden bir cemaatin mesh cezasına çarptırılarak maymunlara dönderildiklerini belirtir: “İçinizden cumartesi günü azgınlık edenleri elbette biliyorsunuz. Onlara “aşağılık birer maymun olunuz” dedik. Bunu, muasırlarına ve sonradan geleceklere bir ceza örneği ve Allah´a karşı gelmekten sakınanlara öğüt olsun diye yaptık” (Bakara 65-66). Keza Mâîde suresinde de bir kısım insanların Allah´ın gadabına uğrayarak “Maymunlar ve domuzlara çevrileceklerine temas edilmiştir” (60. âyet)
Şu halde Cenâb-ı Hakk, bir ceza çeşidi olarak tarihen bazı insanlara meshi uygulamış, insanken maymun ve domuz hâline çevirmiştir.
Sadedinde olduğumuz rivayette, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın keleri yemeyişi, İsrailoğullarından bir neslin keler şeklinde meshedilmiş olması sebebiyle, sofradaki kelerin onların devamı olma endişesinden ileri geldiği ifade edilmektedir. Ancak bu husus ülemânın büyük çoğunluğuyla vârid görülmemiştir. Çünkü meshe uğrayan kimselerin neslinin devam etmeyeceği, yine hadislerde açıklanmıştır. Taberi der ki: “Esasen hadiste, o kelerin meshedilenlerden olduğu hususunda Resûlullah´ın cezm´i (kesin iddiası) mevcut değildir. Aleyhissalâtu vesselâm, bunun onlardan olmasından korktuğunu beyan etmiş ve yemekten geri durmuştur. Resulullah, bunu da Cenab-ı Hakk´ın, Resulüne, meshe uğrayanların neslinin devam etmeyeceğini bildirmesinden önce söylemiş olmalı.” Tahâvî de, meseleye böyle bir yaklaşımla cevap vermiş ve arkadan İbnu Mes´ud´dan yapılan şu rivayeti kaydetmiştir: “Resulullah sallallahu aleyhi vessellem´e: “Şu maymun ve hınzırlar meshedilen yahudilerden kalma mıdır ” diye soruldu. Aleyhissalâtu vesselâm: “Allah bir kavmi helak veya meshetti mi artık onlara bir nesil de devam kılmaz!” diye cevap verdi.
İslam´da âyet ve hadislerle sabit olan insanın maymun, domuz, keler gibi hayvan olması inancı ile insanlığın maymundan geldiğini söyleyen evrimci iddialar arasında hiçbir irtibatın olmadığını belirtelim. Biri, insanlığın aslını, tesadüflerle tekamül denen maymuna bağlarken, öbürü, şımaran ve azan insanın ilahî irade ve ilahî kudretle, bir ceza olarak tenzilen maymuna, domuza, kelere çevrildiğini belirtir. Birinde tesadüfî tekâmül, öbüründe irâdî tenzil vardır, bu bir cezadır.
Keza mesh´i, tenasuhcuların iddiası ile de karıştırmamak gerekir. Onlar hiç bir ciddi delile dayanmadan, insan ruhunun hayvan cesetlerinde yeniden dünyaya geleceğini iddia ederler. İslamiyet, ölen kimsenin bir daha dünya hayatına dönmeyeceğini kesin bir üslubla söyler.[79]
* TAVŞAN
ـ3905 ـ1ـ عن خالد بن الحويرث قال: ]صَادَ رَجُلٌ أرْنَباً فَجَاءَ بِهَا إلى عَبْدِاللّهِ ابنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما فقَال: مَا تَقُولُ؟ فقَالَ قَدْ جِئَ بِهَا إلى رسولِ اللّهِ # وَأنَا جَالِسٌ مَعَهُ فَلَمْ يَأكُلْهَا وَلَمْ يَنْهَ عَنْ أكْلِهَا، وَزَعَمَ أنَّهَا تَحِيضُ[. أخرجه أبو داود .
1. (3905)- Hâlid İbnu´l-Huveyris (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam bir tavşan avladı ve Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´ ya gelip: “Ne dersiniz (bunun eti yenir mi )” diye sordu. Abdullah: “Tavşan Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a da (böyle avlanıp) getirilmişti. Ben de o sırada yanında oturuyordum. Ondan ne yedi ne de onun yenmesini yasakladı, tavşanın hayız gördüğüne inanıyordu” dedi.”[80] [Ebû Dâvud, Et´ime 27, (3792).]
ـ3906 ـ2ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]مَرَرْنَا فَانْفَجْنَا أرْنَباً بِمرِّ الظَّهْرَانِ فَسَعَوْا فَلَغَبُوا قال: فَسَعَيْتُ حَتّى أدْرَكْتُهَا فَأخذْتُهَا، وَأتَيْتُ بِهَا أبَا طَلْحَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه، فَذَبَحَهَا بِمَرْوَةٍ، فَبَعَثَ مَعِى بِفَخِذِهَا إلى رَسُولِ اللّهِ # فَأكَلَهُ قِيلَ لَهُ: أكَلَهُ؟ قَالَ: قَبِلَهُ[. أخرجه الخمسة.»أنْفَجْنَا«: أثرنا .
2. (3906)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Yürüdük ve Merri´z Zahrân´dan bir tavşan kaldırdık. Arkadaşlarımız peşinden koştular ve (sonunda yakalamaktan) âciz kaldılar. Bu sefer ben koştum, yetiştim ve yakaladım. Onu (babalığım) Ebû Talha (radıyallahu anh)´a getirdim. O, tavşanı keskin bir taşla kesti. Budunu benimle Resulullah´a gönderdi. Resulullah onu yedi.”
Enes´e: “Yedi mi, (gördün mü yediğini )” diye sorulmuştu. Yani kabul etti” dedi.”[81] [Buhârî, Sayd 32, 10, Hibe 5; Müslim, Sayd 53, (1953); Ebû Dâvud, Et´ime 27, (3791); Tirmizî, Et´ime 2, (1790); Nesâî, Sayd 25, (7, 196).]
AÇIKLAMA:
1- Câhız, tavşan hakkında devrinin bilgilerini bize şöyle aktarır: “Tavşan pek korkak bir hayvan olarak bilinir. Şehvetine çok düşkündür. Bir yıl erkek, bir yıl dişi olur. Ayrıca hayız görür. Gözleri açık uyur.”
Merr-i Zahrân: Mekke´den bir merhale uzak bir yerin adıdır.
2- Tavşan etinin yenip yenmeyeceği hususunda bazı ihtilaflı rivayetler gelmiştir. Sadedinde olduğumuz iki rivayette de bu ihtilaflı durum gözükmektedir. Mesela Ebû Hüreyre (radıyallahu anh)´tan gelen bir rivayet: “Bir bedevî, kızartılmış vaziyette bir tavşanı Resûlullah´a getirmişti. Kendisi yemedi, Ashâbına yemelerini söyledi” der. Âlimler çoğunluk itibariyle tavşan etinin mübah olduğunu söylemiş, kaydedilen hadislerden yenmesinin caiz olduğu hükmüne ulaşmıştır. Ancak şunu da belirtelim ki ashabtan Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Tâbiînden İkrime, fukahadan Muhammed İbnu Ebî Leyla tavşan etinin mekruh olduğuna kanîdirler. Bunlar Huzeyme İbnu Cezî´in rivayetine dayanırlar. Bu rivayette der ki: “Ey Allah´ın Resûlü dedim, tavşan hakkında ne dersiniz ”
“Onu ne yerim ne de haram kılarım” buyurdular. Ben: “Öyleyse, dedim, siz haram kılıncaya kadar ben onu yiyeceğim. Siz niye (yemiyorsunuz) ” Bana şu cevabı verdi:
“Onun hayız gördüğü bana bildirildi.”
İbnu Hacer bu hadisin senedce zayıf olduğunu belirttikten sonra: “Şâyet senedce sahih olsa, yine de burada kerâhete delil mevcut değildir” der.
Bu ma´nâyı sadedinde olduğumuz bâbın birinci hadisi (3905) de teyid eder.
Hülasa, Nevevî: “Tavşan eti, İmam Mâlik, Ebû Hanîfe, Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel ve diğer pekçok ulemâ nezdinde helâldir” der.
3- Hadis av hayvanının kaldırılıp, ürkütülmesinin caiz olduğunu gösterir. Keza avı kovalamanın câiz olduğu da anlaşılmaktadır. “Avın peşine düşen gaflete düşer” mealindeki hadis, bu söylenene muhalif sayılmamıştır, çünkü bu ikinci hadis, fuzûlî yere avcılıkla fazla uğraşan, av takibederken, bir kısım maslahat ve vecibelerini ihmal eden kimselere mahsustur.
4- Hadis, avı yakalayanın, bir başkasının ortak olmasına imkan olmayacak şekilde ona sahip olduğunu gösterir. Öyle ki, o avı onunla kovalayanlar dahi hak iddia edemezler, yakalayan ona sahip olur.
5- Hadis, avla elde edilenin hediye edilebileceğine, bu hediyenin kabul edilmesi gerektiğine, mevkii ve makamı yüce bile olsa, onun razı olacağı bilindiği takdirde basit bir şeyin bile hediye edilebileceğine delil kılınmıştır.
6- Hadiste, çocuğun velisinin, çocuğun mâlik olduğu şeylerde çocuğun lehine tasarrufta bulunabileceği gözükmektedir.[82]
* SIRTLAN
ـ3907 ـ1ـ عن عبدالرحمن بن أبي عمار قال: ]قُلْتُ لِجَابِرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: الضَّبْعُ، أصَيْدٌ هُوَ؟ قالَ: نَعَمْ. قَالَ: نَعَمْ. قُلْتُ: آكُلُهَا؟ قالَ: نَعَمْ قُلْتُ: عَنْ رسولِ اللّهِ #؟ قالَ: نَعَمْ[. أخرجه أصحاب السنن، وصححه الترمذي .
1. (3907)- Abdurrahman İbnu Ebî Ammâr rahimehullah anlatıyor: “Hz. Câbir (radıyallahu anh)´a: “Sırtlan av mıdır “diye sordum.. “Evet!” dedi. Ben tekrar: “Etini yiyeyim mi “dedim. “Evet!” dedi.
“Bu cevap Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan mıdır ” dedim. “Evet!” dedi.”[83]
ـ3908 ـ2ـ وعند أبي داود: ]قَالَ جَابِرٌ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: سَألْتُ رَسُولَ اللّه # عَن الضَّبُعِ، فقَالَ: هُوَ صَيْدٌ، وَيُجْعَلُ فِيهِ كَبْشٌ إذَا صَادَهُ المُحْرِمُ[ .
2. (3908)- Ebû Dâvud´un rivayetinde şöyle gelmiştir: “Hz. Câbir (radıyallahu anh) der ki: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a sırtlandan sordum. Bana:
“O, av (hayvanı)´dır, ihramlı avlayacak olursa koç da aynı hükme dâhil edilir.”[84] [Tirmizî, Et´ime 4, (1792); Ebû Dâvud, Et´ime 32, (3801); Nesâî, Sayd 27, (7, 200).]
ـ3909 ـ3ـ وعن خزيمة بن جزء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَألْتُ رسولَ اللّهِ # عَنِ الضَّبُعِ، فقَالَ: أوَيَأكُلُ الضَّبُعَ أحَدٌ؟ وسَأَلْتُهُ عَنْ أكْلِ الذِّئْبِ، فقَالَ: أوَ يأكُلُ الذِّئْبَ أحَدٌ فِيهِ خَيْرٌ[. أخرجه الترمذي.
3. (3909)- Huzeyme İbn Cez´ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a sırtlan hakkında (eti helal mi ]” diye sordum.
“Sırtlanı yiyen biri de var mı ” dedi. Bunun üzerine kurdun etinin yenmesini sordum.
“Kendisinde hayır olup da kurdu yiyen biri var mı ” diye cevap verdi.”[85] [Tirmizî, Et´ime 4, (1739).]
AÇIKLAMA:
Yukarıda kaydedilen rivayetler sırtlan etinin yenip yenmeyeceği ile ilgilidir. Önceki iki rivayette yenebileceği, helal olduğu söylenmiş ise de sonuncu rivayete göre helal değildir, yenmemesi gerekir.
Rivâyetlerden de anlaşılacağı üzere sırtlan eti hususunda ülemâ ihtilaf etmiştir. Hattâbî´nin açıklamasına göre, Sa´d İbnu Ebî Vakkâs, İbnu Abbâs, Atâ, İshâk, Ebû Sevr, İmâm Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel sırtlanın etinin câiz olduğuna hükmetmiştir.
Ancak ülemânın çoğunluğu da haram olduğunu söylemiştir: Süfyan Sevrî, Ashâb-ı Re´y ve İmam Mâlik, Saîd İbnu Müseyyeb, bunlar arasındadır. Bunlar haram derken, sırtlanın vahşî bir hayvan olduğunu, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın vahşilerden köpek (parçalayıcı) dişi olanların etini yemeyi nehyettiğini belirtmişlerdir. Helal olduğunu söyleyenler, yukarıdaki ilk iki rivayeti gösterirler ve üçüncü rivayetin amel edilemeyecek kadar zayıf olduğuna dikkat çekerler.
Sırtlanın helal olduğunu söyleyen Ulemaya hak vermeye çalışan İbnu´l-Kayyim´in açıklamaları meyanında şu sözleri dikkate değer: “Resûlullah´ın haram kıldığı hayvanlarda iki vasıf beraber var:
1- Hayvanın köpek (parçalayıcı) dişinin bulunması.
2- Tab´ı itibâriyle normal vahşilerden olması: Aslan kurt, kaplan, gelincik gibi. Sırtlanda ise, bu iki vasıftan sadece biri var: Köpek dişi var, ama normal vahşilerden değil. Şurası muhakkak ki, vahşiler parçalayıcı diş sahibi olan hayvanlardan daha farklıdır. Vahşi hayvan, kendisinde bulunan vahşilik kuvvesi sebebiyle haram kılınmıştır. Zira, vahşî hayvanı yiyen bu kuvvenin bir benzerini tevarüs ederken ruhen vahşileşir. Çünkü bir şeyi yiyen, yediği şeye benzer. Şu husus da herkesce bilinmektedir: Kurtta, aslanda, kaplanda ve gelincikte bulunan vahşilik kuvvesi sırtlanda mevcut değildir. Öyleyse haramlıkta bu, öbürlerine eşit olmamalı, ne lügat ne de örf yönüyle sırtlanla öbürleri arasında bir eşitlik olmamalıdır.”[86]
* KİRPİ
ـ3910 ـ1ـ عن نملة ا‘نصارى قال: ]سُئِلَ ابْنُ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما عَنْ أكْلِ القُنْفُذِ، فَتََ : قُلْ َ أجِدُ فِيمَا أُوحِىَ إلَىَّ مُحَرَّماً عَلى طَاعِمٍ يَطعُمُهُ، اŒية. فقَالَ شَيْخٌ عنْدَهُ: سَمِعْتُ أبَا هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه يَقُولُ: ذُكِرَ القُنْفُذُ عِنْدَ رَسُولِ اللّهِ # فقَالَ خَبِيثَةٌ مِنَ الخَبَائِثِ، فقَالًَ ابنُ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: إنْ كاَن قَالَ هذَا رَسُولُ اللّهِ # فَهُوَ كَمَا قَالَ مَا لَمْ نَدْرِ[. أخرجه أبو داود .
1. (3910)- Nemletü´l-Ensârî anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´e kirpiden sorulmuştu. (Cevaben) şu âyeti okudu. (Meâlen):
“(Ey Muhammed) de ki: “Bana vahyolunanda leş, akıtılmış kan, domuz eti -ki pistir- ve günah işlenerek Allah´tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum. Fakat darda kalan, başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere bunlardan da yiyebilir. Doğrusu Rabbim bağışlar ve merhamet eder.” (En´am 146).
Ancak, yanında bulunan bir yaşlı dedi ki: “Ben Ebû Hüreyre (radıyallahu anh)´yi dinledim, demişti ki: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ ın yanında kirpinin zikri geçmişti:
“O habislerden bir habistir (eti) yenmez” buyurdular.”
Bunun üzerine İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ): “Eğer bunu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) söyledi ise, bu (kirpinin hükmü), biz bilmesek de O´nun dediği gibidir” dedi.”[87] [Ebû Dâvud, Et´ime 30, (3799).]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu beyanlarında kirpi habis olarak tavsif buyrulmuştur. Habis şeyler, Kur´an-ı Kerim´in nassı ile haramdır. Ancak kirpinin durumu ihtilâflıdır. Es-Sübülü´s-Selam´da şu açıklama yapılmıştır.
“Râfiî der ki: “Kirpi hususunda iki görüş var: Birine göre haramdır. Ebû Hanîfe ve Ahmed İbnu Hanbel bu görüştedir. Bunlar hadiste kirpinin “habis” olarak tavsif edilmesini esas almışlardır. Diğer görüşe göre helaldir. İmam Mâlik ve İbnu Ebî Leyla bu görüştedirler.”[88]
* TOY
ـ3911 ـ1ـ عن سفينة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أكَلْتُ مَعَ رسولِ اللّهِ # لَحْمَ حُبَارَى[. أخرجه أبو داود. »الحُبَارَى«: هو الحبرج .
1. (3911)- Sefîne (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte toy (denen kuş)un etini yedim.”[89] [Ebû Dâvud, Et´ime 29, (3797); Tirmizî, Et´ime 26, (1829).]
AÇIKLAMA:
“Toy” uzun boyunlu, iri bir av kuşudur, göçmen kuşlardandır, çok hızlı uçar, boz renklidir. Eti tavuk ve kaz eti arasındadır. Hadis toy etinin helal olduğunu beyan buyurmuştur, bu hususta Ulemanın ihtilafı yoktur.[90]
* ÇEKİRGELER
ـ3912 ـ1ـ عن ابن أبي أوفى رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]غَزَوْنَا مَعَ رَسُولِ اللّهِ # وَكُنَّا نَأكُلُ مَعَهُ الْجَرَادَ[. أخرجه الخمسة .
1. (3912)- İbnu Ebî Evfa (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile beraber [altı veya yedi sefer] gazveye çıkmıştık. Gazve esnasında (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte çekirge yedik.”[91] [Buhârî, Sayd 13; Müslim, Sayd 52, (1952); Tirmizî, Et´ime 22, (1822, 1823); Ebû Dâvud, Et´ime 35, (3812); Nesâî, Sayd 37, (7, 210).]
ـ3913 ـ2ـ وعن سلمان رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سُئِلَ رَسُولُ اللّهِ # عَنِ الجَرَادِ فقَالَ: أكْثَرُ جُنُودِ اللّهِ، َ آكُلُهُ وََ أُحَرِّمُهُ[. أخرجه أبو داود.
2. (3913)- Selman (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a çekirgeden sorulmuştu.”
“Onlar, Allah´ın en kalabalık ordularıdır. Onu ne yerim ne de haram kılarım” buyurdular.”[92] [Ebû Dâvud, Et´ime 35, (3813); İbnu Mâce, Sayd 9, (3219).]
ـ3914 ـ3ـ وفي رواية رزين رحمه اللّه عن جابر: ]دَعَا النَّبىُّ # عَلى الجَرَادِ فقَالَ: اللَّهُمَّ أهْلِكِ الجَرَادَ، اقْتُلْ كِبَارَهُ، وَأهْلِكْ صِغَارَهُ، وَاقْطَعْ دَابِرَهُ، وَخُذْ بِافْوَاهِهَا عَنْ مَعَايِشِنَا وَأرْزَاقِنَا إنَّكَ سَمِيعُ الدُّعَاءِ، فقَالَ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللّهِ: كَيْفَ تَدْعُو عَلى الجَرَادِ، وَهُوَ جُنْدٌ مِنْ جُنُودِ اللّهِ؟ فقَالَ: إنَّهُ نَثْرَةُ حُوتٍ فِي الْبَحْرِ[ .
3. (3914)- Rezîn rahimehullah Hz. Câbir (radıyallahu anh)´tan naklediyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) çekirgelere beddua etti ve dedi ki:
“Allah´ım! Çekirgeleri helak et, büyüklerini öldür, küçüklerini helak et, nesillerini kes, ağızlarını geçimliğimiz ve rızkımızdan (uzak) tut. Sen duaları işitensin.”
(Orada bulunan) bir adam:
“Ey Allah´ın Resûlü! Çekirgelere nasıl böyle beddua ediyorsunuz, onlar ki Allah´ın ordularından bir ordudur” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da cevaben:
“Çekirge, denizdeki bir balığın hapşırığıdır” buyurdular.”[93] [Tirmizî, Et´ime 23, (1824); İbnu Mâce, Sayd 9, (3221).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetler, çekirgeler hakkındadır. İlk ikisi sarih olarak çekirgelerin yenmesinin helal olduğunu ifade etmektedir. Nitekim Nevevî: “Müslümanlar çekirge yemenin mübah olduğu hususunda icma etmiştir” der. Ayrıca Ebû Hanîfe, Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel ve bir çok Cemâhir´in “Çekirge tezkiye suretiyle (başı kesilerek) veya müslüman yahut mecûsi herhangi bir kimsenin avlanması suretiyle veya kendiliğinden veya bir kısmı koparılarak yahut bir başka sebeple de ölse helaldir” dediklerini belirtir. İmam Mâlik, kendisinden meşhur olan kavle, -Ahmed İbnu Hanbel de bir kavle- göre: “Bir kısmı koparılmak veya diri olarak (sıcak suya) atılıp haşlanmak veya ateşte kızartılmak gibi bir sebeple öldürülürse helaldir, kendiliğinden veya bir kap içerisinde ölmüş kalmışsa yenmesi helal olmaz” demişlerdir.
2- Çekirgenin Allah´ın en kalabalık askeri olarak ifade edilmesi, kuş taifesi içerisinde sayıca en çok olması sebebiyledir. Hadislerde geldiği üzere, Allah´ın en kalabalık mahluku meleklerdir. Melekler hakkında âyette de: “Rabbinin ordularını kendisinden başka kimse bilmez” (Müddessir 31) buyrulmuştur. Çekirgeye Allah´ın ordusu denmesi hikmetli bir ifadedir. Onların başı boş olmadığını, Cenâb-ı Hakk´ın, onları, gadab ettiği yerlere musibet olarak gönderip cezalandırdığını ifade eder. Kur´an bu hususu, Firavun´a karşı diğer âfetler zımnında çekirgenin de gönderildiğini belirterek haber verir (A´raf 133). Çekirgeler girdikleri yerlerin otlarını, ekinlerini, ağaçlarını yerler ve kıtlığa sebep olurlar. Öyle ki zaman olur, insanlar yiyecek bir şey bulamayarak birbirlerini yiyip toptan helak olurlar (Kâri).
3- Üçüncü hadiste (3914) çekirgenin balık hapşırığına benzetilmesiyle ilgili yeterli açıklama daha önce geçtiği için burada tekrar etmeyeceğiz. (1249, 1250, ve 1251 numaralı hadislere ve bunların şerhlerine bakılmalıdır.)[94]
* AT
ـ3915 ـ1ـ عن أسماء بنت أبي بكر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قالت: ]نَحَرْنَا عَلى عَهْدِ رَسُولِ اللّه # فَرَساً، وَنَحْنُ بِالْمَدِينَةِ فَأكَلْنَاهُ[. أخرجه الشيخان والنسائي .
1. (3915)- Esmâ Bintu Ebî Bekr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Biz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında bir at kestik. O zaman Medine´de idik. Hepimiz onu yedik.”[95] [Buhârî, Sayd 24, 27; Müslim, Sayd 36, (1942); Nesâî, Dahâyâ 33, (7, 231).]
ـ3916 ـ2ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أكَلْنَا زَمَنَ خَيْبَرَ الْخَيْلَ، وَحُمُرَ الْوَحْشِ وَنَهَا رَسُولُ اللّهِ # عَنِ الْحُمُرِ ا‘هْلِيَّةِ، وَأذِنَ فِى الخَيْلِ[. أخرجه أصحاب السنن، والفظ لغير الترمذي، وصححه الترمذي.
2. (3916)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Haber(in fethi) zamanında at ve vahşi eşek eti yedik. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ehli eşek (etin)i yasakladı ve ata müsaade etti.”[96] [Ebû Dâvud, Et´ime 26, (3788); Nesâî, Sayd 32, (7, 205); Tirmizî, Et´ime 5, (1794).]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki rivayetin her ikisi de at etinin yenmesini mübah ilan etmektedir. Ancak başka rivayetler muvacehesinde tezekkür edince ülemâ ihtilaf etmiştir. Bahsi, Nevevî rahimehullah şöyle özetler: “Âlimler, at etinin mübah olması hususunda ihtilaf etmiştir:
* Şâfiî ve Cumhurun mezhebine göre bu mübahtır ve hiçbir kerâhet yoktur. Ahmed İbnu Hanbel, İshâk, Ebû Yusuf, İmam Muhammed, muhaddislerden bazı cumhurlar da bu görüştedir.
* İbnu Abbâs, İmam Mâlik, Ebû Hanîfe gibi bazı âlimler ise, “Sizin için atları, katırları ve merkebleri binek ve süs hayvanları olarak yarattık…” (Nahl 8) meâlindeki ayet-i kerimeyi esas alarak atın yenmesini mekruh addetmişlerdir. Onlara göre bu âyette yemekten bahsedilmiyor, halbuki daha önceki âyette hayvanların yenilmesinden bahsedilmektedir. Atı mekruh addeden ülemâ, âyetten başka, Halid İbnu´l-Velid tarafından rivayet edilen şu hadisi de esas alırlar: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) at etini yasakladı.”
At etini mekruh addedenlerin bir diğer delilleri, atın cihad vasıtası olmasıdır. Ancak önceki hadiste geçen “O zaman Medine´de idik” ibaresi, at etinin Resûlullah´ın huzurunda ve cihad emrinin gelmesinden sonraki devreye ait olduğuna delil kılınmıştır. Bilindiği üzere, Mekke döneminde cihada müsaade yoktu ve o sırada atın cihad vasıtası olması mevzubahis değildi. Yine önceki hadiste, etin Resulullah devrinde kesilip yenmesinin ifade edilmesi, Resulullah´ın bundan haberdâr olduğuna dikkat çekme gayesini güder. Usulcüler bu çeşit ifadeleri hep ref´e nisbet etmiştir, yani bunlardan Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın haberi vardır ve sükutuyla te´yid etmiş ve takrir buyurmuştur, öyleyse hadis merfudur.[97]
* PİSLİK YİYENLER (CELLÂLE)
ـ3917 ـ1ـ عن أبن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]نَهَى رَسُولُ اللّهِ # عَنْ جَّلَةِ ا“بِلِ أنْ يُرْكَبَ عَلَيْهَا، أوْ يُشْرَبَ مِنْ ألْبَانِهَا[. أخرجه أبو داود والترمذي .
1. (3917)- İbn Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) pislik yiyen (cellâle) deveye binmekten ve sütünü içmekten men etti.”[98] [Ebû Dâvud, Et´ime 25, (3785, 3787); Tirmizî, Et´ime 24, (1825).]
ـ3918 ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]نَهَى رَسُولَ اللّهِ # عَنْ أكْلِ المُجَشَّمَةِ: وَهِىَ المَصْبُورَةُ لِلْقَتْلِ، وَعَنْ أكْلِ الجََّلَةِ، وَشُرْبِ لَبَنِهَا، وَعَنِ الْشُّرْبِ مِنْ فِي السِّقَاءِ[. أخرجه أصحاب السنن، واللفظ للترمذي وصححه .
2. (3918)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) öldürülmek için hedef ittihaz edilmiş (ve mücesseme denilen) hayvanın yenilmesini, pislik yiyen (ve cellâle denen) hayvanın yenilmesini, sütünün içilmesini ve su tuluğunun ağzından su içilmesini yasakladı.”[99] [Ebû Dâvud, Et´ime 25, (3786); Tirmizî, Et´ime 24, (1826); Nesâî, Dahâyâ 44, (7, 240).]
ـ3919 ـ3ـ وعن زهدم بن مضرب قال: ]أُتِِىَ أبُو مُوسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه بِدَجَاجَةٍ فَتَنَحّى رَجُلٌ مِنَ الْقَوْمِ، فقَالَ: مَا شَأنُكَ؟ فقَالَ: إنِّى رَأيْتُهُ يَأكُلُ شَيْئاً فَقَذِرْتُهُ فَحَلَفْتُ أنْ َ آكُلُهُ، فقَالَ أبُو مُوسى: ادْنُ فَكُلْ، فَإنِّى رَأيْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَأكُلُهُ، وَأمَرَهُ أنْ يُكَفِّرَ عَنْ يَمِينِهِ[. أخرجه الشيخان والنسائي .
3. (3919)- Zehdem İbnu Mudrib anlatıyor: “Ebû Musa (radıyallahu anh)´a bir tavuk getirilmişti. Cemaatten birisi ayrıldı. (Ebû Musa): “Neyin var ” diye sordu. Adam:
“Ben onu pis bir şeyler yerken gördüm ve tiksindim ve yememeye yemin ettim” cevabını verdi. Bunun üzerine Ebû Musa:
“Yanaş ve ye! Zira ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı (cellâle´yi) yerken gördüm” dedi ve adama, yemini için kefarette bulunmasını emretti.”[100] [Buhârî, Zebâih 26, Humus 15, Megâzî 74, 78, Eymân 1, 4, 18, Kefâret 9, 10, Tevhid 56; Müslim Eymân 9, (1649); Nesâî, Sayd 33, (7, 206).]
AÇIKLAMA:
Bu üç hadiste aslen eti helal olan hayvanlardan besleniş ve öldürülüş tarzları sebebiyle yenmesi yasaklanan hayvanlar mevzubahis edilmektedir.
1- Cellâle: Pislik yiyen hayvanların müşterek adıdır. Sığır, davar, deve veya kümes hayvanı olmuş farketmez. Hepsine şerî ıstılahta cellâle denmiştir. Ülemâ bunlar hakkında farklı görüşler ileri sürmüştür. Bazı âlimler yiyeceğinin çoğu temiz olan hayvanı cellâle addetmemiştir. Umumiyetle az miktarda pislik yemiş olanlar cellâle kabul edilmez. Nevevî, “Azlığa çokluğa bakılmaz, kokusu esas alınır, yediği pisliğin rengi, kokusu eti veya suyunda galebe çalma halinde cellâle sayılacağını” söyler.
2- Hattabî´nin açıklamasına göre cellâle´nin sütünden ve etinden istifade için başlıca görüşler şöyledir:
* “Ashâb-ı Re´y (Hanefîler), Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel´e göre mekruhtur, kesilmezden önce bunlar bir müddet hapsedilmeli, temiz yemle beslenip ondan sonra kesilmelidir. Hapis müddeti de ihtilaflıdır:
** Bazı rivayetlerde sığırın kırk gün. Tavuğun üç gün hapsedildikten sonra yenilmesi tavsiye edilmiştir.
** Fakihler umumiyetle tavuklar için üç, koyunlar için dört, sığır ve develer için on gün hapsedilmelerini fetvaya bağlamışlardır.
* Hasan Basrî, İmam Mâlik gibi bazı âlimler de cellâlenin etini yemekte bir beis görmemişlerdir.
* İshak İbnu Râhûye´nin de: “Cellâlenin etini iyice yıkadıktan sonra yemede bir beis yoktur” dediği rivayet edilmiştir.
* Domuz sütü ile beslenen bir kuzunun eti yenilebilir, bir mahzur yoktur, çünkü süt istihlak edilmiştir.
3- Mücesseme: Ok vs. atışlarında hedef yapılan hayvandır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hayvanların tâlim vs. maksadlarla yapılacak atışlarda hedef yapılarak öldürülmesini şiddetle yasaklamış, bunu yapanlara lânet etmiştir. Bu tarzda öldürülen hayvanın yenmesini Resulullah nehyetmiştir. Bu suretle avlanıp, ölmeden kesilecek olursa helaldir. Ancak, atış yapılır, fakat kesilmeden kendiliğinden ölürse, yenmesi caiz olmaz. Zira bu durumda mevkûze (vurularak öldürülmüş) olmuş olur.[101]
* HAŞERELER
ـ3920 ـ1ـ عن الهلقام بن تلبّ عن أبيه قال: ]صَحِبْتُ النّبِىّ # فَلَمْ أسْمَعْ لِحَشَرَةٍ مِنَ ا‘رْضِ تَحْرِيماً[. أخرجه أبو داود .
1. (3920)- Hilkâm İbnu Telib rahimehullah babasından naklediyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la arkadaşlık yaptım, yeryüzündeki haşerelerden herhangi birini haram ettiğini hiç işitmedim.”[102] [Ebû Dâvud, Et´ime 30, (3798).]
AÇIKLAMA:
1- Burada haşerâtla küçük hayvanlar kastedilmektedir. Şârihler bunu açıklarken kertenkele, kirpi, araptavşanı[103] ile örneklendirirler. Şu halde dilimizde kullandığımız haşere ma´nâsında değildir.
2- Hattâbî, hadisi açıklarken der ki: “Bu hadiste, haşerâtın mübah olduklarına delil de yoktur. Çünkü, râvinin “..işitmedim” sözü, ondan başkasının da işitmediğine delil olmaz, bir başkasının işitmiş olması caizdir. Hadis bize bir başka ma´nâ daha ilham etmektedir, o da şu: Bu sözle, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, Arapların, haşerâtı mübah addetme âdetleri vardı, Resûlullah da onların bu âdetlerini bilmekte idi. Onları haşere yemekten men etmedi.”
Hattâbî açıklamasına devam ediyor: “Âlimler, eşyada asıl olan ibâhe mi, mahzur mu olduğu hususunda ihtilaf etmiştir. Bu, usul-ı fıkhın büyük problemlerinden biridir. Bazı âlimler: “İbahe”ye hükmederken, bazılarıda “mahzur”a hükmetmiştir. Bu meyanda bir kısmı da “mutlak olarak “ibahe” veya “mahzur”a hükmetmek yanlıştır, bazıları için “mubah”ın, bazıları için “mahzur”un esas olduğunu söylemek daha uygundur” demiştir…”
Nitekim âlimler araptavşanı ve vebr[104] gibi haşerât hakkında ihtilaf eder. Urve, Atâ, Şâfiî, Ebû Sevr araptavşanının yenebileceğini söylemiş, İmam Mâlik “Vebr´in yenmesinde bir beis yok” demiştir. Şâfiî de aynı kanaattedir. Atâ, Mücâhid ve Tâvus´tan bu görüş rivayet edilmiştir. İbnu Sîrîn, Hammâd, Ebû Hanîfe ve Ashâbı da vebr´i mekruh addetmiştir.
Ebû Hanîfe ve Ashabı kirpiyi mekruh addeder. Kirpi hakkında İmam Mâlik´e sorulunca “Bilmiyorum” der. Ebû Sevr ise bir mahzur görmedi. Aynı görüş Şâfiîden de hikaye edilmiştir. Buna İbnu Ömer´in de ruhsat verdiği rivayet edilmiştir. Ebû Dâvud haram olduğuna dair bir rivayet kaydetmiş ise de senedi zayıftır. Şayet hadis sabitse, kirpi haramdır.[105]
* MUZDAR
ـ3921 ـ1ـ عن جابر بن سمرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَجًُ نَزَلَ الحَرَّةَ وَمَعَهُ أهْلُهُ وَوَلَدُهُ، فقَالَ رَجُلٌ: إنَّ نَاقَةً لِى ضَلَّتْ، فَإنْ وَجَدْتَهَا فَامْسِكْهَا، فَوَجَدَهَا وَلَمْ يَجِدْ صَاحِبَهَا فَمَرِضَتْ، فَقَالَتِ امْرَأتهُ: انْحَرْهَا فَأبَى، فَنَفَقَتْ، فَقَالَتْ: اسْلُخْهَا حتّى نُقَدِّدَ لَحْمَهَا وَشَحْمَهَا وَنَأكُلُه، فقَالَ: حَتّى أسْألَ رسولَ اللّهِ # فَأتَاهُ فَسالَهُ، فقَالَ: هَلْ عِنْدَكَ غِنىً يُغْنىكَ؟ قالَ: َ قَالَ: فَكُلُوهَا قالَ: فَجَاءَ صَاحِبُهَا فَأخْبَرَهُ الخَبَر، فقَالَ: هََّ كُنْتَ نَحْرتَهَا؟ قَالَ: اسْتَحْيَيْتُ مِنْكَ[. أخرجه أبو داود .
1. (3921)- Câbir İbnu Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam beraberinde ailesi ve çocukları olduğu halde Harra´ya indi. Bir adam: “Bir devem kayboldu, onu bulacak olursan yakalayıver” dedi. Adam onu buldu ama sahibini bulamadı. Deve hastalandı. Adamın karısı: “Onu kes (de mundar ölmesin) dedi. Ama erkek kabul etmedi. Deve öldü. Kadın bu sefer: “Derisini soy da etini, yağını kadid yapalım (güneşte kurutalım) ve yiyelim” dedi.
Adam: “Hele, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a bir soralım (da söylediklerini sonra yapalım!)”dedi. Ona gelip sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Seni ondan müstağnî kılacak bir zenginliğin var mı “diye sordu. Adam: “Hayır! yok” dedi. Resûlullah da:
“Öyleyse onu yiyin” buyurdu. Ravi der ki: “Sonra devenin sâhibi geldi. Durum kendisine anlatıldı.
“Deveyi kesmedin mi ” dedi. Adam: “Senden utandım!” cevabında bulundu.”[106] [Ebû Dâvud, Et´ime 37, (3816).]
AÇIKLAMA:
1- Harra: Medine´nin çevresinde siyah taşlarla kaplı olan kısım.
2- Harra´ya inen âilenin muzdar olduğu belirtilmiştir. Resulullah, bu maddi sıkıntı içinde olan aileye kendiliğinden (tezkiyesiz = kesilmemiş) ölen hayvanı yemelerine izin vermiştir. Bazı âlimler: “Muzdar kalan kimsenin meyteyi yiyebileceğine bu hadiste delil var” demiştir.[107]
ـ3922 ـ2ـ وعن الفجيع العامري رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ #: مَا يَحِلُّ لَنَا مِنَ المَيْتَةِ؟ قَالَ: مَا طَعَامُكُمْ؟ قُلْنَا: نَعْتَبِقُ وَنَصْطَبِحُ. قالَ أبُو نُعَيْمٍ مَوْلى عُقْبَةَ: فَسَّرَهُ لِى عُقْبَةُ: قَدَحٌ غُدْوَةً، وَقَدَحٌ غَشِيَّةً قَالَ: ذَاكَ؛ وَأبي الجُوعُ، فَأحَلَّ لَهُمْ الْمَيْتَةَ عَلى هذِهِ الحَالِ[. أخرجه أبو داود .
2. (3922)- el-Fucey´ el-Âmirî (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Ey Allah´ın Resûlü dedim, meyteden bize helal olan (miktar) nedir ”
“Yiyeceğiniz ne (miktarda)dır” diye sordu. Biz: “Akşam ve sabah yiyoruz” diye cevap verdik.”
Ebû Nuaym Mevlâ Ukbe der ki: “Ukbe bana bu ifadeyi açıkladı: “Bir bardak sabahleyin, bir bardak da akşam vakti demektir.” Dedi ki: “Durum bu, babamın hayatına yemin olsun bu yetmez!” Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm mezkur durumda meyteyi yemelerine ruhsat tanıdı.”[108][Ebû Dâvud, Et´ime 37, (3817).]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis de, meyte´nin yenmesine ruhsat tanıyacak fakirlik derecesini belirtiyor: Hattâbî der ki: “Sabahleyin bir kadeh, akşamleyin bir kadeh (süt), bedeni, yeterince beslemese, tam bir doyum sağlamasa da açlığı örter ve kişinin belini doğrultur. Resulullah bu miktar imkana rağmen meyteden alıp yemelerine ruhsat tanıdı. Böylece hadis, nefsin gıda ihtiyacını meyteden olmasını mübah kılmaktadır. İmam Mâlik ve iki görüşünden birinde Şâfiî bunu iltizam etmiştir.” Şevkânî der ki: “Şâfiî indinde râcih görüş, açlığı örtecek kadarla yetinmektir. Ebû Hanîfe ve iki kavlinden birinde Mâlik de bu görüştedir.”
Âyet-i kerîme de meyteyi haram kılmış fakat muzdar kalma halini istisna etmiştir: “Açlıktan darda kalan , günaha kaymaksızın yiyebilir” (Maide 3). Ancak zaruret hali kalkınca meytenin yenmesi helal olmaz. Açlığın örtülmesi, zarureti ortadan kaldırır (daha fazla yemeyi helal kılmaz). Ancak bazı âlimler: “Muzdar kimse ızdırar halinde, ızdırarın olmadığı zamandaki mutadı ne ise o miktarda yiyebilir” demişlerdir.
İbnu Hacer der ki: “Âyetin ıtlakına göre, bu râcih görüştür. Ülemâ, ızdırâr deyip, meytenin yenmesini helal kılacak halin tavsifinde ihtilâf etmiştir.”
* Cumhur´a göre bu açlığın helak etme noktasına veya helaka götürecek hastalığa ulaşma noktasına gelmesidir.
* Bazı Mâlikîlere göre, “Açlığın üç gün devam etmesidir.”[109]
* CİZYE VE SADAKA DEVESİ
ـ3923 ـ1ـ عن أسلم قال: ]قُلْتُ لِعُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: إنَّ في الظَّهْرِ نَاقَةً عَمْيَاءَ، فقَالَ: ادْفَعْهَا إلى أهْلِ بَيْتٍ يَنْتَفِعُونَ بِهَا قُلْتُ: وَهِى عَمْيَاءُ؟ قَالَ: يَقْطُرونَهَا بِا“بِلِ. فَقُلْتُ: وَكَيْفَ تَأكُلُ مِنَ ا‘رْضِ؟ فقَالَ: أمِنْ نَعَمِ الْجِزْيَةِ أمْ مِنْ نَعَمِ الصَّدَقَةِ؟ قُلْتُ بَلْ مِنْ نَعَمِ الْجِزْيَةِ، فقَالَ: أرَدْتُمْ وَاللّهِ أكْلَهَا، فَقُلْتُ: إنَّ عَلَيْهَا وَسْمَ نَعَمِ الْجِزْيَةِ، فَأمَرَ بِهَا عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه فَنُحِرَتْ، وَكَانَ عِنْدَهُ صِحَافٌ تِسْعٌ، فََ تَكُونُ فَاكِهَةٌ، وََ طَرِيفَةٌ إَّ جَعَلَ مِنْهَا فِي الصِّحَافِ فَيَبْعَثُ بِهَا إلى أزْوَاجِ النَّبىِّ #، وَيَكُونُ الَّذِى يُبْعَثُ بِهِ إلى حَفْصَةَ ابْنَتِهِ مِنْ آخِرِ ذلِكَ، فإنْ
كَانَ فِيهِ نُقْصَانٌ كَانَ مِنْ حَظِّهَا، فَجَعَلَ فِي تِلْكَ الصِّحَافِ مِنْ لَحْمِ تِلْكَ الْجَزُورِ فَبَعَثَ بِهَا إلى أزْوَاجِ النّبيِّ #، وَأمَرَ بِمَا بَقِىَ مِنْ لَحْمِ تِلْكَ الْجَزُورِ، فَصُنِعَ فَدَعَا عَلَيْهِ الْمُهَاجِرِينَ وَا‘نْصَارِ[. أخرجه مالك .
1. (3923)- Eslem Mevlâ Ömer İbnu´l-Hattâb (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hz. Ömer´e: “Binekler arasında kör bir deve var!” dedim. Bana: “Onu bir aileye ver, ondan istifade etsinler” dedi. Ben “O kör olduğu halde (ondan istifade mi olur) ” dedim. “Onu deve sürüsüne katsınlar (otlamaya sürsünler)” dedi. Ben: “İyi ama arazide nasıl yayılacak ” dedim. “Bu hayvan cizye devesi mi sadaka devesi mi ” diye sordu. Ben, “cizye devesi!” deyince: “Vallahi siz bunu yemek istiyorsunuz” dedi. Ben de: “Üzerinde cizye devesi mührü var ” dedim. Bunun üzerine Ömer (radıyallahu anh) devenin kesilmesini emretti ve kesildi. Hz. Ömer´in yanında dokuz adet tabak vardı. Meyve, çerez her ne olsa ondan bu tabaklara koyup Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcelerine gönderirdi. Bu gönderdiklerinin en sonuncusu, kızı Hafsa´ya gönderdiği olurdu. Eğer bunda eksiklik olursa, kendi hissesinden tamamlardı.
İşte bu devenin etinden de o tabaklara koydu ve Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcelerine gönderdi. Bu devenin etinden arta kalanın yemek yapılmasını emretti. Sonra Muhacir ve Ensar´ı ondan yemeye davet etti.”[110] [Muvatta, Zekât 44, (1, 279).]
AÇIKLAMA:
1- Rivayet, sadaka devesi ile cizye devesi arasında tefrikte bulunmaktadır. Çünkü sadaka devesinden sadece fakirler istifade edilebilir, cizye devesi olunca, ondan zenginfakir herkes istifâde edebilir. Eslem, bu hususu belirtmek için cizye devesi olduğunu, üzerinde cizye mühürü bulunduğunu belirtir.
2- Hz. Ömer (radıyallahu anh), Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ ın vefatından sonra, kendi hilafeti sırasında, Ezvâc-ı Mutahharât´a ilgi ve saygısını hiç kesmemiş, onları memnun kılmayı hep birinci plana almıştır. Onlar arasında, kendi kızı olan Hafsa validemizi en son düşünmüştür. Zira vukûu muhtemel bazı aksamalar sebebiyle kızının kendisine darılmayacağını, öbürlerini babasının kendisine takdim etmesine gönül koymayıp râzı olacağını bildiği için böyle davranmıştır. Bu hal, Hz. Ömer´in, diğer ümmühâtü´lmü´minîn´e: “Ömer kızını kayırıyor” diye bir hissin gelmesinden bilhassa kaçındığını da gösterir. Yeri gelmişken şu hususu belirtelim: Hz. Ömer, hilâfeti sırasında, ikramlarda sâdece Ezvâc-ı mütahharâta imtiyazlı davranmamış, Ashab´ın diğer ferdlerine de Resulullah´a olan yakınlıkları, Resulullah´ın sevgisine mazhariyetleri ölçüsünde farklı davranmıştır. Resulullah´ın sevgi ve takdirlerine mazhar olanlara fey´den daha çok pay ayırmıştır. Hz. Osman da böyle yapmıştır. Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ali (radıyallahu anhümâ) ise, herkese eşit davranmıştır. Hz. Ebû Bekr: “Üs- tünlükleri sebebiyle sevabları âhirettedir, dünyada maişete olan ihtiyaçta hepsi eşittir” demiştir. Allah hepsinden razı olsun.
3- Bu rivayetten, Hz. Ömer´in Muhâcir ve Ensâr´ı zaman zaman ziyafetlerde bir araya getirdiğini, böylece onların gönüllerini hoş edip rızalarını kazandığını görmekteyiz. Âlimler, buna dayanarak: “İmam´ın çevresindeki ileri gelenleri yemekte bir araya getirmesi sünnettir” demiştir. Bu değerlendirme de gösterir ki, “beraber yeme”nin karın doyurmadan öte pek çok fonksiyonları, içtimâî ve siyâsî yönleri, ma´nâları vardır.
4- Hz. Ömer (radıyallahu anh)´ın yanında cizye ve harâc malından meyveler, çerezler, turfanda değişik yiyecekler mevcuttur, o bunlardan ileri gelenlere ikram etmektedir, bu mallardan ikram zenginlere bile mübahtır.[111]
* ET
ـ3924 ـ1ـ عن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]إيَّاكُمْ وَاللَّحْمَ، فإنَّ لَهُ ضَرَاوَةً كَضَرَاوَةِ الْخَمْرٍ، وَإنَّ اللّهَ يُبْغضُ أهْلَ الْبَيْتِ اللَّحْمِيِّينَ[. أخرجه مالك.»الضَّرَاوَةُ«: العادة .
1. (3924)- Hz. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Etten sakının. Çünkü onun hamr (içki) gibi tiryâkiliği var. Ayrıca Allah, eti çok yiyen aile halkına buğzeder.”[112] [Muvatta, Sıfatu´n-Nebiyy 36, (2, 935).]
ـ3925 ـ2ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أدْرَكَنِى عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه، وَأنَا أجِئُ مِنَ السُّوقِ وَمَعِىَ حَمَالُ لَحْمٍ، فقَالَ:
مَا هَذَا؟ فَقُلْتُ: قَرِمْنَا إلى اللَّحْمِ فَاشْتَرَيْتُ بِدِرْهَمٍ لَحْماً. قَالَ: أوَكُلَّمَا اشْتَهَيْتَ شَيْئاً اشْتَرَيْتَهُ؟ حَسْبُ أحَدِكُمْ مِنَ السَّرَفِ أنْ يَأكُلَ كُلَّ مَا اشْتَهَى[. أخرجه مالك.»قَرِمَ إلى الشَّىْءِ«: أشتهاه ومالت نفسه إليه .
2. (3925)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben, çarşıdan et almış hamala vermiş eve dönüyordum. Hz. Ömer (radıyallahu anh) yolda bana yetişip: “Bu da ne “diye sordu.
“Canımız et çekmişti, gidip bir dirhemlik et satın aldım” dedim. Bunun üzerine: “Canın birşey çektikçe gidip ondan alıyor musun Herkese, israf olarak canının her istediğini yemesi yeter!” diye çıkıştı.”[113] [Muvatta, Sıfatu´n-Nebiyy 36, (936).]
AÇIKLAMA:
Bu iki hadis, çok et yememeyi tavsiye etmektedir. Bu rivayetlerden hareketle “et yemek mekruhtur” diye bir hükme gidilmemiştir. Resulullah ve Ashâb´ın eti yedikleri bilinmektedir. Ancak her şeyin çoğu gibi etin de çoğu mahzurludur.
Hadisin Muvatta´daki aslında bazı ziyadeler var. Hadisin sonunda Hz. Ömer: “Şu âyet sizlere hitabetmiyor mu ” der ve hatırlatır: “İnkar edenler, ateşe sunuldukları gün, onlara: “Dünyadaki hayatınızda sizin için güzel olan her şeyi harcadınız, onların zevkini sürdünüz, ama bugün, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızın ve yoldan çıkmanızın karşılığında alçaltıcı bir azab göreceksiniz” denir.”[114] (Ahkâf 20).
İKİNCİ FASIL
HAYVANÎ OLMAYAN MEKRUH YİYECEKLER
ـ3926 ـ1ـ عن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #، مَنْ أكَلَ ثُوماً أوْ بصًَ فَلْيَعْتَزِلْنَا أوْ لِيَعتَزِلْ مَسْجِدَنَا، وَلْيَقْعُدْ فِى بَيْتِهِ، وَإنَّهُ أُتِىَ بِقدْرٍ فِيه خَضِرَاتٌ مِنْ بُقُولٍ، فَوَجَدَ لَهَا رِيحاً فَسَألَ، فأُخْبِرَ بِمَا فِيهَا مِنَ البُقُولِ، فقَالَ: قَرِّبُوهَا إلى بَعْضِ أصْحَابِهِ كَانَ مَعَهُ، فَلَمَّا رَآهُ كَرِهَ أكْلَهَا. قَالَ: كُلْ فَإنِّى اُنَاجِى مَنْ َ تُنَاجِى[. أخرجه الخمسة .
1. (3926)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim sarımsak veya soğan yerse bizden uzak dursun -veya mescidimizden uzak dursun- evinde otursun.”
Bazan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a içerisinde yeşil sebzeler bulunan tencere getirildi de onda koku bulur ve (ne olduğunu) sorardı. Kendisine sebze nevinden ne olduğu haber verilince, tencereyi, beraberindeki arkadaşlarından birini göstererek ona vermelerini söylerdi. Aleyhissalâtu vesselâm, onun yemekten çekindiğini görünce:
“Sen bana bakma, ye! Zira ben senin gibi değilim, senin konuşmadığın (meleklere) konuşuyorum” derdi.”[115] [Buhârî, Et´ime 49, Salât 160, İ´tisâm 24; Müslim, Mesâcid 73, (564); Ebû Dâvud, Et´ime 41, (3822); Tirmizî, Et´ime 13, (1807); Nesâî, Mesâcid 16 (2, 43).]
ـ3927 ـ2ـ وعن عليّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نُهِينَا عَنْ أكْلِ الثُّومِ إَّ مَطْبُوخاً[. أخرجه أبو داود والترمذي .
2. (3927)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz, çiğ olarak sarımsak yemekten yasaklandık.”[116] [Ebû Dâvud, Et´ime 41, (3828); Tirmizî, Et´ime 14, (1809).]
ـ3928 ـ3ـ وعن أبي زياد خيار بن سلمة قال: ]سَألْتُ عَائِشَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها عَنِ الْبَصَلِ؟ فقَالَتْ: إنَّ آخِرَ طَعَامٍ أكَلَهُ رسول اللّه # كَانَ فِيهِ بَصَلٌ[. أخرجه أبو داود .
3. (3928)- Ebû Ziyâd Hıyâr İbnu Seleme anlatıyor: “Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)´ya soğan hususunda sordum. Şu cevabı verdi. “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın en son yediği yemekte soğan vardı.”[117] [Ebû Dâvud, Et´ime 41, (3829).]
AÇIKLAMA:
1- Sarımsak veya soğan yeme meselesine hadislerde birçok kereler temas edilir. Bunların sıkca ele alınmış olması onların yenilmesinin mekruh olmasından ileri gelmez.
2- Bu iki sebze insanları rahatsız edecek pis bir koku neşrettikleri için çiğ halde yenilmesi hoş karşılanmamıştır. Bunlardan biri yenildiği takdirde, mescide gidilmeyip evde kalınması tavsiye edilmektedir (3926. hadis). Zira mescidler müslümanların toplandığı, rahmet meleklerinin indiği yerdir. Pis koku meselesinde melekler de nazar-ı dikkate alınmalıdır, çünkü -yine Resulullah´ın açıkladığı üzere- onlar insanların rahatsız olduğu her şeyden rahatsız olmaktadırlar.
3- Şu hususu da belirtelim: Bazı âlimler, bu yasağın Mescid-i Nebevî ile ilgili olduğunu, diğer mescidlerin bu yasağın dışında kaldığını söylemiştir. Ancak Cumhur, ittifakla bu yasağın bütün mescidlere şâmil olduğunu söyler ve delil olarak bazı hadislerde gelen: “Soğan -veya sarımsak- yiyen mescidlerimize yaklaşmasın” ibaresini gösterirler. Burada ibâre herhangi bir mescidi kastetmiyor, bütün mescidlere âmm bir hüküm veriyor.
4- İlk hadiste, kokulu sebze bulunan tencerinin kime gönderildiği belli değildir. Bazı rivayetlerde bu sahabi´nin Ebû Eyyub el-Ensârî olduğu tasrih edilmiştir.
5- Yine birinci hadiste “senin konuşmadığınla konuşurum” derken kastettiği kimse meleklerdir. İbare: “Senin gizlice konuşmadığınla ben gizlice konuşurum” demektir, zira necve gizli konuşmak, fısıldaşmak, hususi konuşmak gibi ma´nâlara gelir.
6- İkinci rivayet, Aliyyu´l-Kârî´nin belirttiği üzere,sarımsak ve soğan yemekle ilgili olarak başka rivayetlerde mutlak gelen nehyi kayıtlamaktadır. Yani, yasak sarımsak ve soğanın çiğ olarak yenmesine râcidir, pişince yasak kalkmaktadır.
7- Üçüncü rivayetimiz (3928) Resulullah´ın da (pişmiş halde) soğan yediğini ifade etmektedir. İbnu´l-Melek, bazı âlimlerin bu hadisten hareketle: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ömrünün sonunda soğanı, mezkur nehyin tahrimî değil, tenzihî olduğunu göstermek için yemiştir” demiştir.
8- Âlimler, bu konuda şöyle bir neticeye varırlar: “Sarımsak ve soğanla ilgili hadislerin tamamından çıkan hükme göre, “Bunların çiğ olarak yenmesi, mescide gelecek veya herhangi bir cemaate katılacaklar için tenzîhen mekruhtur. Evinde kalacaklara çiğ de ola yemesi mekruh değildir.
9- Fukaha, hadiste zikri geçen sarımsak ve soğana, aynı şekilde fena koku neşreden turp gibi diğer sebzeleri de dahil etmiştir.[118]
* YABANCILARIN YEMEGİ
ـ3929 ـ1ـ عن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يَحْلُبَنَّ أحَدُكُمْ مَاشِيَةَ أخِيهِ إَّ بِإذْنِهِ، أيُحِبُّ أحَدُكُمْ أنْ تُؤْتَى مَشْرُبَتُهُ فَتُكْسَرَ خِزَانَتُهُ فَيُنْتَقَلَ طَعَامُهُ، إنَّمَا تَخْزُنُ لَهُمْ ضُرُوعُ مَوَاشِيهِمْ أطْعِمَتَهُمْ[. أخرجه الثثة، وأبو داود.»المَشْرُبَةُ« بضم الراء وفتحها: الغرفة .
1. (3929)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kimse kardeşinin hayvanını, iznini almadan sağmasın. Sizden kim, odasına başkalarının girip hazinelerini kırmasından, yiyeceklerini saçıp dağıtmasından hoşlanır Tıpkı bunun gibi, hayvanlarının memeleri de onlar için yiyeceklerinin hazineleri durumundadır. Öyleyse kimse izin almadan başkasının hayvanını sağmasın.”[119] [Buhârî, Lukata 8; Müslim, Lukata 13, (1726); Muvatta, İsti´zân 17, (2, 971); Ebû Dâvud, Cihâd 95, (2623).]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen mâşiye´yi burada sağmal hayvan olarak anlamak daha muvafık. Bu kelime ile çoğunlukla davar kastedilir ise de deve ve sığır da kastedilmiştir. Bu hadiste ise, bütün sağmal hayvanların kastedildiği açıktır.
2- Meşrube: İçme yeri ma´nâsını taşır, daha ziyade tenezzüh odasıdır. Her zaman uğranılmadığı için, orada yiyecek maddeleri ve diğer maddeler bir nevi kiler gibi muhafaza altına alınmış olur.
3- İbnu Abdilberr der ki: “Bu hadis müslümanın, bir diğer müslümanın izni olmadan herhangi bir şeyini almayı yasaklamaktadır. Burada betahsis süt´ün zikredilmesi, süt hususunda insanların gevşek davranmaları sebebiyledir. Böylece sütten daha evlâ olan mala karşı onunla uyarıda bulunmuştur. Cumhur bu hükmü esas almıştır. Ancak bu meselede hususî izinle umumî izin arasında fark görmemişlerdir. Seleften birçoğu hayvan sahibinin gönül rızasıyla vereceğinin bilinmesi durumunu istisna kılmış, bu durumda hususî veya umumî bir iznininin olması şart koşulmaz” demiştir.
Seleften bir çoğu da: “Gönül rızasının varlığının bilinmesi ile bilinmemesi arasında fark görmeden yeyip içmenin mutlak olarak cevâzına hükmetmiştir.” Bunlar, mezkur görüşlerine Tirmizî ve Ebû Dâvud´da gelen bir rivayeti delil kılarlar. Bu (rivayet müteakiben 3930 numarada kaydedilecektir. Görüleceği üzere, o esnada açlığını giderecek miktarda sağmaya izin vermekte, beraberinde götürmeyi tecviz etmemektedir. Ancak şimdiden belirtelim ki bu muhtevaya katılmayan âlimler şöyle itiraz ederler: “Bu meselede nehiy hadisi daha sahihtir ve kendisiyle amel hususunda evlâdır. Ayrıca, mukabil görüş, müslümanın malını, izni olmadan tasarruf etmeyi haram kılan temel kaideye de muarız düşmektedir, öyleyse buna iltifat edilemez.”
Fakat, bu iki hadisi te´lif edip aralarındaki zıtlığı çeşitli şekillerde kaldıranlar da var. Şöyle ki:
* Bazıları: “İzin, mal sahibinin gönül rızasının bilinmesine, nehiy ise rızanın bilinmemesine hamledilir” demiştir.
* Bazıları: “İzin yolculara hastır, yolcu olmayanlara değil, veya muzdar olana veya çaresiz şekilde aç kalmış olana mahsustur” demiştir.
* Bazıları, iznin Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın devriyle ilgili olduğunu, nehiy hadisinin de, (aleyhissalâtu vesselâm)´dan sonra çıkacak olan cimriliğe ve yardımlaşmanın terki gibi durumlara işaret ettiğini söylemiştir.
* Bazıları: “Nehiy hadisi, mal sahibinin, yolcudan daha muhtaç olma durumuyla ilgilidir” demiştir. Bunu te´yid eden bir rivayet Ebû Hüreyre´den gelmektedir. “Biz bir seferde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile beraberdik. Sağmal bir deve gördük. (Sütünden istifade etmek üzere) ona doğru atıldık. Aleyhissalâtu vesselâm bize ma´ni oldu ve: “Bu deve müslüman bir aileye aittir ve bu onların yegane geçimlikleridir. Siz azık bohçalarınıza gidip onu boş bulmaktan memnun olur musunuz ” dedi. Biz: “Hayır!” deyince: “Sizin bu yapacağınız iş de öbüründen farksızdır” buyurdular.”
* Bazıları: “İzin, mal sahibinin muhtaç olmadığı duruma; nehiy hadisi de mal sahibinin zenginlik aradığı duruma hamledilir” demiştir.
* Bazıları izni, devenin, musarrât (yani memesi yavruya karşı bağlanmış)[120] olmasına; nehyi de, memesi bağlanmamış deveye hamletmiştir. Ancak, Ahmed İbnu Hanbel´in Müsned´inde gelen bir hadiste şu ibareye de yer verilmiştir. “…Mutlaka yapmak zorunda iseniz, için, fakat beraber götürmeyin.” Bu rivayet iznin sadece memesi bağlı olmayan develere ait olmayıp, âmm olduğunu, sütü bekletilen ve bekletilmeyen hepsine şâmil bulunduğunu gösterir.İbnu´l-Arabî, âdete hamledilmesini tercih eder ve der ki: “Hicaz, Şam vs. beldelerle halkın âdeti, bu meselede, bizim beldenin hilafına, müsamaha idi.”
İbnu´l-Arabî devamla der ki: “Bazıları, bir daha dönmeyeceği, hiç uğramayacağı bir yolda bile olsa, yolcuya ondan almak caiz olur.” Bu hadiste, ruhsatın sadece muhtaçlara hasredilmesine bir işaret vardır. Ebu Dâvud, Sünen´de, bunun gazvede olan yolculara mahsus bir ruhsat olduğuna işaret eder. Diğer ülemâ, iznin sadece ehl-i zimmenin malına; nehyin de müslümanların malına mahsus olduğunu söylemiştir. Bu husus, Sahâbe´nin sulh akdi sırasında ehl-i zimmeye müslamanları ağırlama şartını koymuş olması durumuyla delillendirilmiştir. Bu, Hz. Ömer´in bir tatbikatıdır. İbnu Vehb, İmam Mâlik´in “Yolcu, zımmîye misafir olur. Ancak, izni olmadan hiçbir şey almaz” dediğini kaydeder.
İmam Mâlik´e: “Peki onlara vazife kılınan ağırlama ne oldu ” denilmiş, o da: “O zaman, bu ağırlama vazifesi sebebiyle (devlete karşı vergi borçları) hafifletiliyordu, ama şimdi böyle bir şey yok” cevabını verdi.
Bazı âlimler izn´in neshedildiği görüşüne meyletmiştir. Bu husustaki rivayetleri, bu âlimler, zekâtın vacib olmazdan önceki zamana hamlederler. Derler ki: “Ağırlama işi, o zaman (ehl-i zimme´ye) vâcib idi, sonra bu, zekat farzedilince neshedildi.” Burada zekâtı “vergi” ma´nâsında anlamamız gerekir.
Nevevî der ki: “Ulema bir bahçeye veya ekine veya dağda otlayan sürüye uğrayan şahıs hakkında ihtilaf eder.”
* Cumhur der ki: “Böyle bir şahsa ondan bir şey olmaz. Zaruret varsa alır, fakat Şâfiî ve cumhura göre mal sahibine borçlanır. Seleften bazısı ise; “Bu alma mukabili, mal sahibine herhangi bir ödeme yapmaz” demiştir.
Ahmed İbnu Hanbel´den gelen iki rivayetten esahhına göre: “Bahçenin etrafında duvar yoksa, buraya uğrayana taze meyvelerden yemesi caiz olur, hatta buna muhtaç olmasa bile.” Diğer rivayette: “Adam muhtaçsa her iki halde de adama zemân (tazminât) gerekmez” denmiştir.
4- Hadisten, bir kısım meselelerin anlaşılmasını kolaylaştırmak için darb-ı mesel yapmanın hafî (kapalı) olanı açıkla temsil etmenin caiz olduğu anlaşılmaktadır.
5- Hadiste hükmü illetiyle zikretmek, illeti de zikrettikten sonra, te´kîden ve takrîren hükmü tekrar etmek örneği vardır.
Hadisten, kıyasın sıhhati için fer´in asl´a her hususta müsâvatı şart olmadığı hükmü de çıkar. Bilakis, bazan asıl´da bir meziyet bulunur ki, düşmesi -her ikisinin, sıfatın aslında müşterek olmaları halinde- fer´e zarar vermez. Zira hayvanın memesi, korumada hazine ile aynı ayarda değildir, tıpkı memenin yavrusundan korunması için bağlanması, kilitlemeye müsâvi olmadığı gibi. Buna rağmen, Şâri Aleyhissalâtu vesselâm bağlanmış hayvan memesini hükümde, kilitlenmiş hazineye dahil etti ve her ikisinden de sahibinin izni olmadan bir şey almayı haram ilân etti.
6- Hadiste, yiyeceği ona ihtiyaç duyulma anına kadar depolamanın mübah olduğu görülmektedir. Halbuki aşırılığa kaçan zühd ehli (kendi hevalarından hareketle) yiyecek depolanmasını yasak addetmişlerdir.
7- Hadiste süte “yiyecek” tesmiye edilmiştir. Böylece, bir kimse, süt sağmayı niyet ederek “yiyecek almayacağım” diye yemin etse hânis (yeminine uymamış) olur.[121]
ـ3930 ـ2ـ وعن سمرة بن جندب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ # إذا أتَى أحَدُكُمْ عَلى مَاشِيَةٍ، فَإنْ كَانَ فِيهَا صَاحِبُهَا فَلْيَسْتَأذِنهُ، فَإنْ أذِنَ لَهُ فَلْيَحْلُبْ وَلْيَشْرَبْ، وَإنْ لَمْ يَكُنْ فِيهَا فَلْيُصَوِّتْ ثَثاً، فإنْ أجَابَهُ فَلْيَسْتَأذِنْهُ وَإَّ فَلْيَحْلُبْ وَلْيَشْرَبْ[. أخرجه أبو داود والترمذي وصححه .
2. (3930)- Semüre İbnu Cündüb (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Biriniz bir sürüye uğradığınızda, sahibi başında ise izin alsın, izin verirse süt sağıp içsin, sahibi orada yoksa, üç sefer seslensin, cevap verirse izin istesin, cevap vermezse sağsın ve içsin.”[122] [Ebû Dâvud, Cihâd 93, (2619); Tirmizî, Büyû 60, (1296).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, ihtiyaç içerisinde olarak sağmal hayvana uğrayan kimseye oldukça gerçekçi bir yol tavsiye etmektedir: Hayvanın sahibi orada ise onun rızasını alarak istifade etmek, görünmüyorsa seslenip çağırmak. Ola ki, bir kuytuda istirahat etmektedir, sesini duyunca çıkıp gelecektir. Hayvan sahibi ortalıkta yoksa, yine de ihtiyacını gidermek.
Hadis tek başına alındığında, ondan çıkan ma´nâ bu. Ancak, önceki hadiste de görüldüğü üzere, aynı meseleye temas eden başka rivayetler de var. Hattâbî, bu ruhsatın muzdar kalıp ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve helak olmaktan korkan kişi hakkında olduğunu belirtir. Mala tecavüzü en büyük cürümlerden (hudûd) ilan edip, el kesmek gibi çok ağır bir müeyyide koyan İslâm´ı böyle bir ruhsat vermeye sevkeden ikinci bir prensip daha var: Hayatın korunması. Hayatın korunması prensibi muzdar kalanlara pek çok haramı mübah kılar. Zaruretlerin haramları helal kılması, dinimizin küllî kaidelerinden biri olarak Mecelle´de yer almıştır.
2- Şunu da belirtelim; Bazı muhaddisler, bu hadise dayanarak, muzdar kişi´nin, hayvandan sağdığı bu süt için: “Bu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ona bir temlikidir içtiği sütün kıymetini mal sahibine vermesi gerekmez” demiştir. Ancak fakihler ekseriyetle: “Onun kıymetini vermesi gerekir, ödemeye muktedir olunca ödemesi gerekir, zira Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Müslüman kimsenin malı, onun rızası olmadan kimseye helal olmaz” buyurmuştur” demişlerdir.[123]
ـ3931 ـ3ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ دَخَلَ حَائِطاً فَلْيَأكُلْ، وََ يَتَّخِذْ خُبْنَةً[. أخرجه الترمذي. »الخُبْنَةُ«: ما يأخذه ا“نسان في طرف ثوبه وأسفل إزاره .
3. (3931)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim bir bahçeye girerse (meyvesinden) yesin. Ancak beraberinde götürmesin.”[124] [Tirmizî, Büyû 54, (1287).]
AÇIKLAMA:
Bu hadis de muhteva itibariyle önceki hadise benzemektedir. Dolayısiyle bunun hakkında da önceki söylenenler aynen muteberdir. Bazı ihtilaflı görüşler mevcut ise de Cumhur, sadece muzdar olanın borçlanmak kaydıyla sahibinin gıyabında malından alabileceğini söylemiştir.
Bu mal, sadedinde olduğumuz hadiste olduğu üzere meyve olabilir, veya ekin olabilir, ihtiyaç haline göre bir başka şey de olabilir. Belirtilen hüküm hepsi için câridir.
Osmanlı askerlerinin fetihler sırasında gayr-ı müslimlerin bağlarından topladıkları meyvelere mukabil, ağaçlara para bağlamaları, bu kaide gereğince olmalıdır.[125]
ـ3932 ـ4ـ وعن رافع بن عمرو رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنْتُ أرْمِى نَخْلَ ا‘نْصَارِ فَأخَذُونِى وَذَهَبُوا بِى إلى رَسُولِ اللّهِ # فقَالَ يَا رَافِعُ: لِمَ تَرْمِى نَخْلَهُمْ؟ قُلْتُ: الْجُوعُ يَا رَسُولَ اللّهِ، فقَالَ: َ تَرْمِ وَكُلْ مَا وَقَعَ، أشْبَعَكَ اللّهُ وَأرْوَاكَ[. أخرجه أبو داود والترمذي وصححه .
4. (3932)- Râfi İbnu Amr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben [küçükken] Ensâr´ın hurmalarını taşlıyordum. Beni yakalayıp Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a götürdüler.
“Ey Râfi´ niye başkasının hurmalarını taşlıyorsun ” dedi.
“Açlık sebebiyle ey Allah´ın Resûlü! dedim.
“Taşlama, kendiliğinden [dibine] düşeni ye!” [deyip] başımı okşadı ve: “Allah seni (hurmaya) doyursun ve suya kandırsın!” buyurdu.”[126] [Tirmizî, Büyû 54, (1288); Ebû Dâvud, Cihâd 94, (2622); İbnu Mâce, Ticârât 67, (2299).]
ـ3933 ـ5ـ وعن عباد بن شرحبيل قال: ]أصَابَتْنِى سَنَةٌ فَدَخَلْتُ حَائِطاً مِنْ حِيطَانِ المَدِينَةِ فَفَركتُ سُنبًُ فَأكَلْتُ وَحَمَلْتُ فِي ثَوْبِى: فَجَاءَ صَاحِبُهُ فَضَرَبَنِى وَأخَذَ ثَوْبِى، وأتَى بِى إلى رَسُول اللّهِ # فَذَكَرَ ذلِكَ لَهُ، فَقَالَ لَهُ رَسُولُ اللّهِ #: مَا عَلَّمْتَ إذَا كَانَ جَاهًِ، وََ أطْعَمْتَ إذا كَانَ جَائِعاً، فأمَرَهُ فَرَدَّ عَلى ثَوْبِى وَأعْطَانِى وَسْقاً، أوْ نِصْفَ وَسْقٍ مِنْ طَعَامٍ[. أخرجه أبو داود والنسائي.»الوَسْقُ«: ستون صاعاً، والصاع أربعة أمداد، والمد رطل وثلث، أو رطن على اختف المذهبين .
5. (3933)- Abbâd İbnu Şurahbîl anlatıyor: “Kıtlığa uğradım. Bunun üzerine Medine bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken sâhibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı ve beni Resulullah´a getirdi. Durumu ona anlattı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) mal sahibine: “Cahilken öğretmedin, açken de doyurmadın!” dedi. Sonra emri üzerine, torbamı saldı. (Sonra Resulullah) bana bir veya yarım sa´ miktarında yiyecek verdi.”[127] [Ebû Dâvud, Cihâd 93, (2620, 2621); Nesâî, Kudât 20, (8, 240); İbnu Mâce, Ticârât 67, (2298).]
AÇIKLAMA:
Hattâbî der ki: “Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın meyveyi taşıma hususunda, çocuğu cehaleti sebebiyle mazur addettiğini, bahçe sahibini de acıktığı zaman doyurmadığı için levmettiğini gösterir.
Hadisin Nesâî´deki vechinde, ifadeler biraz daha farklı. Mesela sadedinde olduğumuz vechinde elbise (sevb) kelimesine mukabil, Nesâî´de kisâ kelimesi geçer, tercümede bu vechi korumayı tercih ettik, daha vâzıh olduğu için. Ayrıca oradaki vechinde Abbâd, Resulullah´a, muamelesi sebebiyle sahibinden şikayetcidir, yardımını talebetmektedir. Resulullah bu şikâyet üzerine mal sahibini huzuruna celbetmiştir.[128]
ÜÇÜNCÜ BÂB
HARAM YıYECEKLER
ـ3934 ـ1ـ عن أبي ثعلبة الخشنى رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # نَهَى عَنْ أكْل كُلِّ ذِى نَابٍ مِنَ السِّبَاعِ[. أخرجه الستة.زاد مسلم وأبو داود والنسائي في رواية عن ابن عباس: »وَكُلُّ ذِى مِخْلَبٍ مِنَ الطَّيْرِ« .
1. (3934)- Ebû Sa´lebe el-Huşenî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) vahşî hayvanlardan kesici diş (köpek dişi) taşıyanların hepsini yasakladı.”
Müslim, Ebû Dâvud ve Nesâî, İbnu Abbâs´tan gelen bir rivayette şu ziyadeyi kaydederler: “Her bir pençe sahibi kuşu da…”[129] [Buhârî, Zebâih, 29; Müslim, Sayd 12-16 (1932, 1933); Tirmizî, Et´ime 1, (1477, 1478, 1479); Ebû Dâvud, Et´ime 33, (3802, 3803, 3805); İbnu Mâce, Sayd 13, (3232, 3234); Nesâî, Sayd 30, 31, (7, 202, 204).]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste, Aleyhissalâtu vesselâm vahşî hayvanlar ve vahşî kuşlardan eti yenmeyecekler hakkında bir ölçü vermektedir.
Hayvanlarda, insanlardaki köpek dişi dediğimiz, parçalamaya mahsus kesici dişi olanlar ki bu dişe nâb denir. Aslan, kurt, kaplan, fil, maymun gibi hayvanlar bu gruba girer. Bu dişle kuvvet kazanırlar ve avlanırlar.
Kuşlardan pençeli olanlar. Mihleb, diğer hayvanlardaki tırnağa tekabül eder, dilimizde pençe deriz. Bu tırnağa nazaran çok daha güçlü, çok daha sert ve keskindir. Mihleb (pençe), vahşi hayvanlardaki nâb denen köpek dişine tekabül eder. Kartal, akbaba, şâhin, doğan gibi kuşlar bu gruba girerler. Tirmizî´de kaydedilen bir Câbir (radıyallahu anh) hadisi şöyle der: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ehlî eşeklerin, katırların, vahşi hayvanlardan parçalayıcı dişi olanların, kuşlardan da pençesi olanların etlerini haram kıldı.”
Fukaha, hadisle amel hususunda ihtilaf etmiştir. Yenmesi haram olan, parçalayıcı dişi olan vahşiler hangileridir
Ebû Hanîfe´ye göre, etle beslenen bütün hayvanlar vahşidir, fil, keler, araptavşanı (tarla faresi), kedi… de buna dahildir.
Şâfiî Hazretlerine göre, insana saldıran hayvan vahşidir: aslan, kaplan, kurt gibi… Sırtlan ve tilki ise insana saldırmadıkları için etleri helaldir.[130]
ـ3935 ـ2ـ وعن أبي عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كَانَ أهْلُ الْجَاهِلِيَّةِ يَأكُلُونَ أشْيَاءَ، وَيَتْركُونَ أشْيَاءَ تَنَذُّراً، فََبعَثَ اللّهُ تعالى نَبِيَّهُ #، وَأنْزَلَ كِتَابَهُ، وَأحَلّ حََلَهُ، وَحَرّمَ حَرَامَهُ، فَمَا أحَلَّ فَهُوَ حََلٌ، وَمَا حَرَّمَ فَهُوَ حَرَامٌ، وَمَا سَكَتَ عَنْهُ فَهْوَ عَفْوٌ، وَتََ قَوْلَهُ تَعالى: قُلْ َ اَجِدُ فِيمَا أُوحِيَ إلَيّ مُحَرَّماً عَلى طَاعِمٍ يَطْعَمُهُ إّ أنْ يَكُونَ مَيْتَةً اŒية[. أخرجه أبو داود .
2. (3935)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Cahiliye halkı, bir çok şeyi (helal addedip) yiyor, birçoğunu da pis addederek yemiyordu. Allah Teâlâ hazretleri Resûlünü gönderdi, kitabını indirdi, helalini helal, haramını da haram kıldı. Helal kıldığı helaldir, haram kıldığı da haramdır, sükut buyurduğu da aff(edilmiş)tir.”
İbnu Abbâs, sonra şu âyet-i kerimeyi okudu: “(Ey Muhammed!) De ki: “Bana vahyolunanda, leş, akıtılmış kan, domuz eti, -ki pistir- ve günah işlenerek Allah´tan başkası adına kesilen hayvandan başkasını yemenin haram olduğuna dair bir emir bulamıyorum. Fakat darda kalan, -başkasının payına el uzatmamak ve zaruret miktarını aşmamak üzere- bunlardan da yiyebilir. Doğrusu Rabbin bağışlar ve merhamet eder” (En´âm 145).[131] [Ebû Dâvud, Et´ime 31, (3800).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, câhiliye Araplarının herhangi ilâhî bir temele dayanmaksızın heva ve şehvetlerine tabi olarak, bazı şeyleri leziz addedip yediklerini, bazı şeyleri de pis addedip yemediklerini ifade eder. İslâmiyet ise, tamamen ilâhî irşadla bir kısım yiyecekleri helâl, bir kısmını da haram ilan etmiş, bazıları hakkında da hüküm beyan etmemiştir. Bunlar müeyyide dışıdır.
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), bu hususu belirttikten sonra, Kur´an-ı Kerim´de haram yiyecekleri beyan eden bir âyeti okuyor. Şârihler, bu okuyuşta cahiliye davranışını redd yattığını belirtir. Yani onların yedikleri şeylerde de, yemedikleri şeylerde de hevayı esâs aldıkları için yanıldıklarını göstermek, İslam´ın getirdiği helalharam ölçülerinin esas alınması gerektiğini belirtmek maksadıyla âyet-i kerimeyi okumuş olmaktadır. Nitekim araplar bahîre, sâibe vesîle, hâm vs. adı altında değişik vasıftaki develeri haram addedip yemezlerdi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu inançların Kur´an´da olmadığnı insanlara duyurmakla emrolundu. Âyet ise haram olanları birer birer saymıştır. Âyet, bu sayılanlar dışında kalanların haram olmadığını ifade etmekte ve “Siz Allah´ın haram etmediği şeyi neye dayanarak haram kılıyorsunuz ” ma´nâsında muâheze yoluyla onları reddetmektedir.
Ancak âyet hususunda ülemâ üç ayrı görüş ileri sürerek ihtilaf etmiştir.
1) Âyet sünnetle mensuhtur. Zira, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ehlî eşek etini, pençeli vahşi kuşların etini, kesici dişi olan vahşilerin etini haram kılmıştır.
2) Bu âyet muhkemdir, âyette zikredilenler dışında haram yoktur. Hz. Âişe böyle söylemiştir.
3) Zührî ve iki kavlinin birinde Mâlik: “Âyet muhkemdir ancak buna sünnette gelen haramlar da ilâve edilmelidir” demiştir. Bazı teferruat daha önce geçti.[132]
ـ3936 ـ3ـ وعن قبيصة بن هلب الطائى عن أبيه قال: ] سَألَ النّبىّ #، فقَالَ: إنَّ مِنَ الطَّعَامِ طَعَاماً أتَحَرّجُ مِنْهُ، فقالَ: َ يَتَخَلَّجَنَّ في صَدْرِكَ شَىْءٌ ضَارَعْتَ فِيهِ النَّصْرَانِيّةَ[. أخرجه أبو داود والترمذي. »التَّحَرُّجُ«: التأثم.وقوله »َ يَتَخَلَّجَنَّ«: يروى بالمعجمة وغير المعجمة، ومعناهما
متقارب، ومعناه: يدخل في قلبك منه ريبة، أو يتحرك فيه شئ من الشك، واختج الحركة.وقوله: »ضَارَعْتَ«: أى شابهت وماثلت .
3. (3936)- Kabîsa İbnu Hülb babası (radıyallahu anh)´tan anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a bir adamın şöyle sorduğunu işittim: “Bazı yiyecekler var, onları yemekte zorluk çekiyor, (günah mıdır diye korkuyorum) ”
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da cevaben: “İçinde hiç bir şey sıkıntı olmasın, aksi halde hristiyanlara benzersin.”[133] [Ebu Dâvud, Et´ime 24, (3784); Tirmizî, Siyer 16, (1565).]
AÇIKLAMA:
Hadis, Ashab´tan birinin, dînen helal olan bazı yemekler hususunda “Acaba yersem günaha mı girerim ” diye tereddüd içinde kaldığını, durumu Resulullah´a arzettiğini Aleyhissalâtu vesselâm da, bu tereddüdün yersizliğini belirttiğini göstermektedir. Hattâbî, hadisi: “Sakın içine şüphe düşmesin” şeklinde anlar. Hadisin devamı: “(Şayet şekke düşecek olursan) bu halinle ruhbanlara benzersin. Senin şekke düşmen için bir sebep yok. Zira sen kolaylık, genişlik üzerine müesses Hanîflik üzeresin. Böylesi sebepsiz şüphelere yer vererek kendini zorluğa, sıkıntıya attın mı hıristiyanların ruhbanlarına benzersin” demiş olmaktadır.[134]
ـ3937 ـ4ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: كُلُّ ذِى نَابٍ مِنَ السِّبَاعِ فَأكْلُهُ حَرَامٌ[. أخرجه مسلم ومالك وأبو داود والنسائي .
4. (3937)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Vahşilerden, kesici dişi olan her bir hayvanın yenmesi haramdır.”[135] [Müslim, Sayd 15, (1933); Muvatta, Sayd 14, (2, 496); Tirmizî, Sayd 3, (1479); Nesâî, Sayd 28, (7, 200).]
ـ3938 ـ5ـ و‘بي داود في أخرى: ]نَهى عَنْ أكْلِ كُلِّ ذِى نَابٍ مِنَ
السِّبَاعِ، وَكُلِّ ذِى مِخْلَبٍ مِنَ الطَّيْرِ[ .
5. (3938)- Ebû Dâvud´un bir diğer rivayetinde şöyle gelmiştir: “..vahşilerden kesici dişi olan her bir hayvanın, ve pençesi olan her bir kuşun yenmesini yasakladı.”[136] [Ebû Dâvud, Et´ime 33, (3802); Buhârî, Sayd 29, Tıbb 57; Müslim, Sayd 12, (1932); Muvatta, Sayd 13, (2, 496); Nesâî, Sayd 28, (7, 201).]
AÇIKLAMA:
3934 numaralı hadiste geçti.
ـ3939 ـ6ـ وعن خالد بن الوليد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نَهى رَسُولُ اللّهِ # عَنْ أكْلِ لُحُومِ الخَيْلِ وَالْبِغَالِ وَالْحَمِيرِ[. أخرجه أبو داود والنسائي .
6. (3939)- Halid İbnu´l-Velid (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), at, katır ve eşek etini yemeyi yasakladı.”[137]
ـ3940 ـ7ـ و‘بي داود في أخرى: ]غَزَوْتُ مَعَ رَسُولِ اللّهِ # يَوْمَ خَيْبَرَ، فَأتَتِ الْيَهُودُ إلى رَسُولِ اللّهِ # فَشَكُوا أنَّ النَّاسَ قَدْ أسْرَعُوا إلى حَظَائِرِهِمْ، فقَالَ #: َ تَحِلُّ أمْوَالُ المُعَاهِدِينَ إَّ بِحَقِّهَا، وَحَرَامٌ عَلَيْكُمْ حَُمُرُ ا‘هْلِيَّةِ وَخَيْلُهَا وَبِغَالُهَا، وَكُلُّ ذِى نَابٍ مِنَ السِّبَاعِ، وَكُلُّ ذِى مِخْلَبٍ مِنَ الطَّيْرِ[. المراد بالمعاهدين هنا: أهل الذمة .
7. (3940)- Ebû Dâvud´un bir diğer rivayetinde şöyle denir: “Hayber fethi sırasında gazvede, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte ben de vardım. Bir grup yahûdi, Aleyhissalâtu vesselâm´a gelerek, askerlerin ahırlarına hücum ederek (mallarını yağmalamalarından) şikayet ettiler. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bunun üzerine (müslümanlara yönelerek): “(Olamaz!) anlaşma yapılan kimselerin malı onların izni olmadan helâl değildir. Ayrıca size ehlî eşekler, onların atları, katırları, vahşi hayvanlardan herbir kesici dişi olan, kuşlardan da herbir pençeleri olan haramdır!” buyurdular.”[138] [Ebû Dâvud, Et´ime 26, (3790); 33, (3806); Nesâî, Sayd 30, (7, 202).]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, at etini de haramlar arasında zikretmekle, daha önce geçen sahih hadislere muhalefet eder. At etinin durumu hakkında yeterli bilgi daha önce geçti (3915, 3916. hadisler).[139]
DÖRDÜNCÜ BAB
RESULULLAH VE ASHABININ YEDİGİ YEMEKLER VE ONLARIN MEDHİ
ـ3941 ـ1ـ عن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # سَألَ أهْلَهُ ا‘دْمَ، فقَالُوا: مَا عِنْدَنَا إَّ الخَلُّ فَدَعَا بِهِ، فَجَعَلَ يأكُلُ وَيَقُولُ نِعْمَ ا“دَامُ الخَلُّ، نِعْمَ ا“دَامُ الْخَلُّ. نعْمََ ا“دَامُ الْخَلُّ[. أخرجه الخمسة إ البخارى .
1. (3941)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: ” Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ailesine katık sormuştu. “Yanımızda sirkeden başka bir şey yok!” dediler. Aleyhissalâtu vesselâm onu istedi ve gelince yemeye başladı. Hem yiyor, hem de: “Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık! Sirke ne iyi katık!” diyordu.”[140] [Müslim, Eşribe 166, (2052); Ebû Dâvud, Et´ime 40, (3820, 3821); Tirmizî, Et´ime 35, (1843); Nesâî, Eymân 21, (7, 14).]
AÇIKLAMA:
Hadiste Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) katık olarak sirkeye kanaat etme örneği vermektedir. Hatta Hattâbî burada sirke için ifade edilen övgünün iktisadlı davranışa övgü olduğunu, hadiste, nefsi lezzetli yemekten men etme ma´nâsı bulunduğunu ve hadisin sanki: “Sirkeyi ve onun gibi te´mini kolay ve külfetsiz olan diğer şeyleri katık yapın, şehevâta tabi olmayın, çünkü bu, dini ifsad eder, sıhhati de bozar” dediğini de belirtir. Ancak, Nevevî, Hattâbî´ye katılmaz ve burada Resulullah´ın bizzat sirkeyi övdüğünü söyler, ilaveten der ki: “Yiyecekte iktisad ve şehevâtın terki meselesi zaten başka kaidelerden malumdur.”[141]
ـ3942 ـ2ـ وعن عمر وأبى أسيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قا: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: كُلُوا الزَّيْتَ وَادَّهِنُوا بِه، فَإنَّهُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ[. أخرجه الترمذي.
2. (3942)- Hz. Ömer ve Ebû Üseyd (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Zeytinyağını yeyin ve onunla yağlanın. Zira, o mübarek bir ağaçtandır.”[142] [Tirmizî, Et´ime 43, (1852, 1853).]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, katık olarak, ekmekle birlikte zeytinyağının yenmesini tavsiye buyurmaktadır. Ayrıca zeytinyağının başa sürülmesini de tavsiye buyurmaktadır.Hadis, emir sigasıyla gelmiş olmakla birlikte, tavsiye olarak ifade ediyoruz. Zira ülemâ bunu, gücü yetenlere ve mizacına uyanlara “ibahe” ve nedb” olarak tevil eder, aksi takdirde vecibe olması gerekirdi. Zeynu´l-Irâkî der ki: “Yağlanmaktan murad, onunla saçı yağlamaktır.” Bir rivayette “saçı yağlamak” diye kayıtlanmıştır. Arapların âdeti, saçlarını yağlamaktı. Bunu, saçlar dağılmasın diye yaparlardı. Bunun emredilmesini, saçın çoğalması veya azalmasına hamletmemeli, sadece dağılmaması ile yorumlamalıdır.”
İbnu´l-Kayyim, yağın sıcak memleketlerde bedene faydalı olduğu halde, soğuk memleketlerde zararlı olduğunu, buralarda başa fazla yağ sürmenin göz için muhâtaralı (riskli) olduğunu söyler.
2- Zeytinyağının mübarek olması, faidelerinin çokluğundandır. Fevkalâde bir beslenme kaynağı olmaktan öte, insanlığı aydınlatma işinde tarihin en eski devirlerinden beri hizmet etmiş, kandillerin yakıtı olmuş, Allah´ın müstesna bir nimetidir. Elde edilmesindeki kolaylık ve ucuzluk onu geçmiş devirlerde bu sahalarda rakipsiz kılmıştır. Ancak, yetiştiği beldenin mübarek kılınmış mukaddes bir yer olması sebebiyle de “mübarek” diye tavsif edildiği söylenmiştir. Ağacın mübarek olması, ondan elde edilen yağın da mübarek olmasını gerektirir.
Zeytinyağı üzerine el-Câmi´us-Sağîr´de iki hadis daha kaydedilir: “Zeytinyağını yiyin ve onunla yağlanın, çünkü hoştur, mübarektir. “Zeytinyağını yiyin ve onunla yağlanın, zira onda yetmiş derde şifa var. Bunlardan biri de cüzzâmdır.”[143]
ـ3943 ـ3ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ خَيَّاطاً دَعَا رَسُولَ اللّهِ # لِطَعَامٍ صَنَعَهُ لَهُ فَذَهَبْتُ مَعَهُ، فَقَرَّبَ خُبْزاً مِنْ شَعِيرٍ وَمَرقاً فِيهِ
دُبَاءٌ وَقَدِيدٌ، فَرَأيْتُهُ # يَتَتَبَّعُ الدُّبَاءَ مِنْ حَوالِى الْقَصْعَةِ، فَلَمْ أزَلْ أحِبُّ الدُّبَّاءَ مِنْ يَوْمَئِذٍ[. أخرجه الستة إ النسائى.»القَدِيدُ«: اللحم المطبوخ الميبس .
3. (3943)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir terzi, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı onun adına hazırladığı bir yemeğe davet etti. Beraberinde ben de gittim. (Ev sahibi sofraya) arpa ekmeği, içerisinde kabak bulunan bir çorba ve kadîd (kurutulmuş et) getirdi. Ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın tabağın etrafından kabağı araştırdığını gördüm. O günden beri kabağı sevmeye devam ediyorum.”[144] [Buhârî, Et´ime 33, 4, 25, 35, 36, 37, 38, Büyû 30; Müslim, Eşribe 144, (2041); Muvatta, Nikâh 51, (2, 546, 547); Ebû Dâvud, Et´ime 22, (3782); Tirmizî, Et´ime 42, (1850, 1851).]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resulullah´ın yemek içerisindeki kabağı seçerek yediğini ifade etmektedir. Ancak bu hadis, daha önce geçen ve herkesin kendi önünden yemesini teşri eden hadislere (3876, 3877) muhalefet etmektedir. Şârihler, aradaki muhalefeti bertaraf etmek için çeşitli yorumlar yapmışlardır:
* Buhârî: “Beraberinde yiyenler razı olursa tabağın her tarafından, dilediğini alabilir.”
* “Kirmânî: “Yemek sırf Resulullah için hazırlanmıştı” der. Ancak Hz.Enes´in varlığı düşünülünce bu iddianın isabetsizliği anlaşılır.
* İmâm Mâlik der ki: “Aile ve hizmetçisine müvekkil olan kimseye, onların tiksinmeyeceklerini bildiği takdirde, dilediği yerden seçerek alabilir. Onların iğreneceklerini bilirse önünden yer. Resulullah´ın elini tabağın her tarafına dolaştırması, beraberindekilerin bu davranışından asla rahatsız olmayacaklarını bildiği içindir. Zira, Ashabı, Resulullah´ın elinin ve tükrüğünün değmesi ile teberrük ediyorlar, bunu bilhassa istiyorlardı. Dahası, yere balgam atacak olsa onu toplayıp, bedenlerine sürüyorlardı. Aynen bunun gibi, yemekte elini dolaştırmasından tiksinme duyulmayan kimsenin, elini yemek esnasında kabın içerisinde dolaştırması caizdir.”
* İbnu´t-Tîn de şunları söyler: “Kişi hizmetçisi ile beraber yiyorsa ve sofrada da tek çeşit yiyecek varsa, onu yalnız yemesi caizdir.” Resulullah´la ilgiliolarak da: “Resulullah öyle hareket etmiştir. Çünkü yalnız başına idi” der. Fakat ev sahibi, bir rivayette gelen sarahate göre, yemeği koyup, işine devam etmiştir, kendisi yememiştir.
2- Hadisten Çıkarılan Bazı Faideler:
* Hadis, şerefli kimsenin, dûnundaki kimsenin davetine icabet edip yemeğinden yemesine örnek sunmaktadır. Ayrıca hizmetçinin efendisiyle beraber yemesine de örnektir.
* Rivayet Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın mütevazi olup, Ashabının davetine icabet, onları ziyaret, onlarla beraber yemek gibi mürüvvete müteallik vasıflarını göstermektedir.
* Yemek az da olsa davete icabet edilir.
* Ev sahibi, misafirle birlikte yemeğe iştirak etmeyebilir. Zira terzi işine devam etmiştir. Resulullah´ın takririnden bunun cevazı anlaşılır. Bunu yemeğin azlığına hamletmek, müsafirini kendine tercih ettiğini söylemek mümkündür. Yahut tek olduğu veya oruçlu bulunduğu veya işinin acele bitmesi gerektiği vs. de söylenebilir.
* Hadis, hayır ehline benzeme hususunda hırs ve onları yedirme vs. hususlarında da taklid etmeye örnektir.
* Hz.Enes´in sünnete uymadaki gayretini güzel bir örnek görmekteyiz. Öyle ki zevkini, hissini bile sünnete göre yönlendirmektedir. Bir rivayette Enes´in bu hadise sebebiyle kabağı sevdiği tasrih edilir.
* Hadisin bazı vecihlerinde, Hz. Enes´in yemekteki kabak parçalarını Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın önüne koyduğuna dair gelen açıklamayı gözönüne alan şârihler “yemekte beraber olan kimselerin, aynı yemekten de olsa birbirlerine ikram etmelerinin matlub olacağı”nı belirtirler.[145]
ـ3944 ـ4ـ وعن أبن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال: ]أُتِىَ رَسُولُ اللّهِ # بِجُبْنَةٍ فِي تبُوكَ مِنْ عَمَلِ النَّصَارَى. فَدَعَا بِسِكِّينٍ فَسَمّى وَقَطَعَ وَأكَلَ[. أخرجه أبو داود .
4. (3944)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Tebük´te Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a hristiyanların yaptığı peynir (kalıbı) getirilmişti. Bir bıçak istedi. Besmele çekip kesti ve yedi.”[146] [Ebû Dâvud, Et´ime 39, (3819).]
AÇIKLAMA:
Âlimler, peynirin kuzu yavrusunun midesinden alınan bir madde ile yapılmış olması sebebiyle bu maddenin temiz olduğuna hükmedildiğini belirtirler. “Eğer o pis olsaydı, peynir de pis olurdu, zira peynir onsuz elde edilmez” derler.[147]
ـ3945 ـ5ـ وعن يوسف بن عبداللّهِ بن سم رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال: ]أخَذَ رسولُ اللّهِ # كِسْرَةً مِنْ خَبر شَعِيرٍ، فَوَضَعَ عَلَيْهَا تَمْرَةً، وَقَالَ: هذِهِ[. أخرجه أبو داود .
5. (3945)- Yusuf İbnu Adillah İbni Selâm (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir miktar arpa (ekmeği) aldı. Üzerine bir hurma koydu ve: “Bu şuna katıkdır!” buyurdu.”[148] [Ebû Dâvud Et´ime 42, (3830).]
AÇIKLAMA:
Burada hurma, ekmeğe katık olarak takdim edilmektedir. Tîbî der ki: “Hurma, Arap örfünde katık değil, müstakil bir yemek bilinegelmiş olması sebebiyle, Aleyhissalâtu vesselâm bu hadisleriyle, onun iyi bir katık da olabileceğini haber vermiş olmaktadır.”[149]
ـ3946 ـ6ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # يَأكُلُ الْبَطِّيخَ بِالرُّطَبِ وَيَقُولُ: نَكْسِرُ حَرَّ هذَا بِبَرْدِ هذَا، وَبَرْدَ هذَا بِحَرِّ هذَا[. أخرجه أبو داود، وهذا لفظه والترمذ ي .
6. (3946)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kavunu taze hurma ile yer ve: “Bunun hararetini şunun serinliğiyle, şunun serinliğini de bunun hararetiyle kırıyoruz!” buyurdu.”[150] [Tirmizî, Et´ime 36, (1844); Ebû Dâvud, Et´ime 45, (3836).]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, yiyeceklerin dengelenmesine bir örnektir. Müteakip bazı rivayetlerde de görüleceği üzere, Aleyhissalâtu vesselâm, yiyecekler arasında dengeleme işine ehemmiyet vermiştir. Hurma tatlıdır, hararet vericidir, onu harareti kırıcı mahiyette kavun (veya karpuzla) dengelemektedir.
2- Bıttîh, kavun ve karpuz için kullanılır. Umumiyetle kavun kastedilir. Karpuz kastedilince yeşil karpuz ma´nâsında bıttîhandar denmektedir. Keza kavun içinde bıttîh-i ahdar (sarı karpuz) denmektedir.
Burada mevzubahis olan karpuz mu, kavun mu ihtilaf edilmiştir. Bazı âlimler “yeşil olan (yani karpuz)” derken, bazıları “sarı olan (yani kavun)” kastedilmektedir” demiştir. “Karpuz” diyenler “Kavunda da hurmada olduğu gibi hararet var” derler. İbnu Hacer, Nesaî´de gelen bir hadise dayanarak bunun “sarı karpuz” olduğunu ileri sürer, zira mevzubahis rivayette خِرْبز (karpuz) tabiri geçmektedir, üstelik bu, yeşil olanın hilafına Hicaz arazisinde bol bulunur der, öbür görüş sahiplerine şöyle cevap verir: “Sarı olanda taze hurma´ya nisbeten serinlik vardır, her ne kadar tadı sebebiyle harareti olsa da.”
Hattâbî der ki: “Hadiste tıb ve ilacın meşruiyyeti, zararlı bir şeye tabiat icabı onun zıddı ile mukabele etme prensibi mevcuttur. Nitekim tıb ve tedavide esas da böyledir.”
Hattâbî, hadisten “yiyecekler hususunda geniş davranmanın ve mubah lezzetlere yer vermenin meşru olduğu” hükmünü de çıkarır. Nevevî, “bu hususta ülemâ ihtilaf etmemiştir” der. Ve ilave eder: “Seleften bunun hilafına yapılan rivayet dînî bir maslahat olmadan bol yemeye ve tereffühe alışmaktan men etmek düşüncesine dayanan kerâhete hamledilir.”[151]
ـ3947 ـ7ـ وللشيخين وأبى داود عن عبداللّه بن جعفر رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال: ]رَأيْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَأكُلُ الْقِثَّاءَ بِالرُّطَبِ[ .
7. (3947)- Sahîheyn ve Ebû Dâvud´da, Abdullah İbnu Cafer (radıyallahu anhümâ)´nın şöyle dediği gelmiştir: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı salatalıkla birlikte taze hurma yerken gördüm.”[152] [Buharî, Et´ime 39, 45, 47; Müslim, Eşribe 147, (2043); Ebû Dâvud, Et´ime 45, (3835); Tirmizî, Et´ime 37, (1845).]
AÇIKLAMA:
Burada da iki ayrı şeyin birlikte yenmesine örnek var. Bunun keyfiyetini açıklayan bir rivayet Taberânî´nin Mu´cemü´l-Evsat´ında gelmiştir: Yine Abdullah İbnu Cafer anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ ın sağ elinde salatalık, sol elinde de taze hurma gördüm. Aleyhissalâtu vesselâm bir keresinde birinden, bir keresinde öbüründen yiyordu.”
Ebû Nuaym´ın et-Tıbb´ında Hz. Enes (radıyallahu anh) da, Resulullah´ ın sağ eline taze hurma, sol eline kavun alıp hurmayı kavunla birlikte yediğini belirtir ve Resulullah´ın en çok sevdiği meyve taze hurmaydı” der. Nesâî´de de Aleyhissalâtu vesselâm´ın hırbız (kavun) ile taze hurmayı birlikte yediği rivayet edilmiştir. Müteakiben, birini kaydedeceğimiz üzere İbnu Mâce, Nesâî ve Ebû Nuaym´ın Et Tıbb´ında gelen bazı rivayetler, Hz. Âişe´nin Resulullah´la evlenmezden önce biraz şişmanlaması için -Resulullah´ın tavsiyesi ile- hususi bir beslenme rejimi uyguladığını göstermektedir: “Bana salatalık ve hurma yedirdiler. Bunun üzerine ben en iyi şekilde şişmanladım.”
Kurtubî, bu rivayetlere dayanarak der ki: “Hadiste, yiyeceklerin sıfatlarını ve tabiatlarını gözönüne alarak hareket etmek, tıbbî kaideye uygun olarak onları tabiatlarına uygun şekilde kullanmanın cevazı vardır. Zira, taze hurmada hararet, salatalıkta ise serinlik var. İkisi birlikte yenilirse her ikisi de mûtedil olur. Bu ise mürekkep ilaçlarda mühim bir esastır.”[153]
ـ3948 ـ8ـ و‘بى داود عن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]أرَادَتْ أُمِّى أنْ تُسَمِّنَنِى لِدُخُولِى عَلى رَسُولِ اللّهِ # فَلَمْ أقْبِلْ عَلَيْهَا بَشَىْءٍ مِمَّا تُرِيدُ حَتّى أطْعَمَتْنِى الْقِثَّاءَ بِالرُّطَبِ، فَسَمِنْتُ عَلَيْهِ. كَأحْسَنَ السِّمَنِ[ .
8. (3948)- Ebû Davud, Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)´dan şunu kaydeder: “Annem, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la evleneceğim zaman beni şişmanlatmak istedi. Ancak bana hurma ile birlikte salatalık yedirinceye kadar arzu ettiği diğer şeylerden (ilaçlardan) hiçbirine icabet edemedim. O ikisinden (muntazaman yemeye devam edince) güzel bir şişmanlık kazandım.”[154] [Ebû Dâvud, Tıbb 20, (3903); İbnu Mâce, Et´ime 37, (3324).]
AÇIKLAMA için önceki hadise bakılsın.
ـ3949 ـ9ـ ومن ابنى بسر السُّلميِّينَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قا: ]دَخَلَ عَلَيْنَا رَسُولُ اللّهِ # فَقَدَّمْنَا إلَيْهِ زُبْداً وَتَمْراً، وكَانَ يُحِبُّ الزُبْدَ وَالتَّمْرَ[. أخرجه أبو داود.
9. (3949)- Büsr es-Sülemî´nin iki oğlu (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanımıza girdi. Biz kendilerine tereyağı ve hurma ikram ettik. Aleyhissalâtu vesselâm yağla hurmayı severdi.”[155] [Ebû Dâvud, Et´ime 45, (3837); İbnu Mâce, Et´ime 43, (3334).]
AÇIKLAMA:
1- Büsr´ün iki oğlu Atiyye ve Abdullah´dır.
2- Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hurma ile tereyağını beraber yediğini ifade etmektedir.[156]
ـ3950 ـ10ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # يُحِبُّ الْحَلْوَى وَالْعَسَلَ[. أخرجه الترمذي .
10. (3950)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) helva ve balı severdi.”[157] [Tirmizî, Et´ime 29, (1832).]
AÇIKLAMA:
Hadiste Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın tatlıları ve balı sevdiği ifade edilmektedir. Hadiste geçen helvayı “tatlı” diye çevirmemiz daha uygundur. Çünkü dilimizde helva dedik mi muayyen hammaddelerden yapılmış belli bir tatlıyı anlarız. Arapçada ise, insan emeğinin, san´atın girdiği her çeşit tatlıya denir. Nevevî der ki: “Helva´dan burada murad tatlı olan her şeydir.” Nevevî devamla der ki: “Arkadan balın zikri, onun şeref ve meziyyetine dikkat çekmek içindir, âmmdan sonra hass´ın zikri babındandır.” İbnu Battal der ki: “Helva ve bal, şu âyette mezkur olan tayyibâta dahildir: “Size verdiğimiz rızkın temizlerinden yiyin…” (Tâ-Hâ 21).
Âlimler, helva ve bala benzeyen bütün leziz yiyeceklerin, hadisin ma´nâsına dahil olduğunu belirtirler. Hattâbî der ki: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın tatlılara olan sevgisi onlara fazla iştiha göstermesi, nefsinin onları şiddetle çekmesi ma´nâsında değildir. Sofrasında bulunduğu takdirde tatlıdan normal şekilde alırdı. Böylece onun bunu sevdiği anlaşılırdı.[158]
ـ3951 ـ11ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كَانَ أحَبُّ الطَّعَام إلى رَسُولِ اللّهِ # الثَّرِيدَ ِمنَ الْخبْزِ، وَالثَّرِيدَ مِنَ الحَيْسِ[.
أخرجه أبو داود .
11. (3951)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın en çok sevdiği yiyecek ekmekten yapılan tirid ve hays´dan yapılan tirid idi.”[159] [Ebû Dâvud, Et´ime 23, (3783).]
AÇIKLAMA:
1- Tirid, ekmeğin elle ufalanmasından sonra üzerine et suyu dökülerek elde edilen yemeğe Araplar tirid der. Aynı kelime dilimize tirid olarak girmiş durumda. Biz de biraz bayatlayan ekmek parçalarını biriktirip küçük küçük parçaladıktan sonra üzerine et suyu ve yağ, salça, baharat vs. katkı maddeleri ile terbiyelenen suyu dökmek suretiyle elde ettiğimiz yemeğe tirid deriz. Belki de sünnetten geldiği ve Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) severek yediği için halkımız tarafından zevkle yenen, yapılması kolay bir yemek çeşididir. Bayatlayan ekmek parçalarını değerlendirerek israfı önlemesi bakımından ayrı bir ehemmiyeti olan bu yemeğin Resulullah´ın takdirine mazhar olması ona ayrı bir lezzet katmaktadır. Tiridin sünnet olduğunu, Aleyhissalâtu vesselâm´ın övgüsüne sevgisine mazhar olduğunu bilen âileler, onu bir sünnetin ihyası olarak, bir başka niyetle, bir başka hazla yerler. Âfiyet ve nur olsun. Kıyamete kadar mutfaklarımızdan eksik olmasın.
Efendimiz, tiridi o kadar severmiş ki, bazan bir başka şeye olan sevgisinin büyüklüğünü ifade için tiride atıf yaptığı olmuştur. Mesela Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) validemizin üstünlüğünü şöyle ifade buyurmuşlardır: “Âişe´nin başka kadınlara üstünlüğü tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir.” Aleyhissalâtu vesselâm burada, her ikisini de yüceltmiş, her ikisine de ayrı bir muhabbeti olduğunu belirtmiş olmaktadır.
2- Hays: İbnu´l-Esîr, Hays´ı: “Hurma, keş ve yağ veya keşe bedel un veya ekmek ufağı katılarak yapılan yemek” diye tarif eder
İbnu Raslân da şöyle tarif eder: “Hays´ın sıfatı, hurma alınır, içerisinden çekirdeği ayıklanır, yağ veya benzeri bir şeyle birlikte yoğrulur. Sonra serîd gibi oluncaya kadar elde ovulur, bazan da içerisine kavud katılır.”
Şu halde, ekmek tiridi deyince et suyuna ekmek parçaları katarak elde edilen tiridi; hays tiridi deyince de hurma, bal, keş ve benzeri şeylere ekmek parçalarını katmakla elde edilen yemeği anlayacağız. Bu katkılı yemeklerin kesin değişmez belli bir terkibi olmasa gerek. Mutfağın imkanlarına göre et suyu, yağ, bal, hurma, peynir gibi farklı katıklar, un ekmek, kavud gibi ana maddelere katılarak bunları daha lezzetli, daha yenilir hale getirmektedir. İşte bu suretle elde edilen yemeklere serîd (tirid) denmektedir. Serîd, asıl itibariyle batırmak, ıslamak ma´nâsından gelir.[160]
ـ3952 ـ12ـ وعن عبداللّهِ المزنى رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا اشْتَرَى أحَدُكُمْ لَحْماً فَلْيُكْثِرْ مَرَقَتَهُ، فإنْ لَمْ يَجِدْ لَحْماً أصَابَ مَرَقاً وَهُوَ أحَدُ اللَّحْمَيْنِ[. أخرجه الترمذي .
12. (3952)- Abdullah el-Müzenî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Biriniz et satın alınca suyunu biraz fazla kılsın. (Yemek sırasında) yiyenlerin çokluğu sebebiyle ete rastlamayıp suya rastlasa (bu ona yeterlidir), zira su da, iki etten biri olmuştur.” [Tirmizî, Et´ime 30, (1833, 1834).][161]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah burada, et suyunun da etin kendisi kadar besleyici ve yemeğe tad verici olduğuna dikkat çekiyor. Bu sebeple et pişerken suyunun fazla konmasını tavsiye ediyor. Bilhassa kalabalık ailelerde, pişen etten herkesin kaşığına rastlamayabilir. Şu halde suyun fazla kılınması herkese oldukça eşit bir nasib sağlayabilecektir. Çünkü etteki bir kısım faydalı ve besleyici hasseler suyuna geçecektir.
Hadisin Müslim´de Ebû Zerr (radıyallahu anh) tarafından rivayet edilen bir benzeri şöyledir: “Bir et satın aldın veya pişirdin mi, suyunu artır ve ondan komşuna da bir miktar ver.”
2- Resulullah bu hadisle etin suda pişirilerek yenmesini, bu tarzın kızartılarak yenmesinden daha iyi olduğunu irşad etmiş olmaktadır. Hem herkese isabet edecek bir bereket kazanmakta ve hem de -bazı şarihlerin dikkat çektiği üzere- kızartmadan hasıl olacak bir kısım tıbbî zararlar bertaraf edilmiş olmaktadır.
3- Hadisin kaydettiğimiz Ebû Zerr vechi de nazar-ı dikkate alınınca, Aleyhissalâtu vesselâm´ın aynı sofraya oturanlar olsun, diğer komşular olsun, kardeşler arasında bir dayanışma, bir yardımlaşma, bir diğergamlık hislerinin teşkilini, te´sisini de gaye edindiği anlaşılmaktadır. Komşuların birbirlerine bu çeşit ikramları, aralarındaki muhabbeti artırır, dargınlıkları izale eder, dargınlığa götürecek zemin bertaraf edilmiş olur.
4- Bu hadisin bir diğer yönü, insandaki cimrilik damarının kırılmasına, bencilliğin izalesine, fakirlik korkusunun dağıtılmasına bakar, şeytanın bu paraleldeki iğvalarını bertaraf eder.
Rehber-i ekmel olan Efendimizin her tavsiyesi, anlamak ve keşfetmekten aciz kaldığımız nice maslahatlar, menfaatler ve dünyevî faideler taşır.[162]
ـ3953 ـ13ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]أُتِىَ رَسُولُ اللّهِ بِلَحْمٍ فَرُفِعَ إلَيْهِ الذِّرَاعُ، وَكَانَتْ تُعْجِبُهُ فَنَهَشَ مِنْهَا[. أخرجه الترمذي.»النَّهْشُ« بمهملة ومعجمة: ا‘كل بمقدم ا‘سنان، وقيل إنه بالمعجمة: ا‘كل با‘ضراس .
13. (3953)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a bir et parçası getirilmişti. Kendisine bunun bud kısmı sunuldu. Aleyhissalâtu vesselâm bud severdi. Bu bud gelince hemen ondan ısırarak yedi.” [Tirmizî, Et´ime 34, (1838); İbnu Mâce, Et´ime 28, (3307); Buhârî, Enbiya 3, Tefsir, İsra 5; Müslim, İman 327).][163]
AÇIKLAMA:
Zirâ koyunun kol kısmıdır, ön bud da denir. Kâmus´da: “Dirsekten orta parmağa kadar olan kısım” diye tarif edilir. Hadis, Resulullah´ın koyun budunu sevdiğini göstermektedir.
İmam Nevevî, Resulullah´ın kolu sevmesini, çabuk pişmesi, çabuk hazmedilmesi ile izah eder. Isırarak yemesi, tevazuya yorulmuştur. Gerçi ısırarak yemenin sıhhat ve âfiyete daha uygun olduğu da söylenmiştir.[164]
ـ3954 ـ14ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # تُعْجِبْهُ الذِّرَاعُ، وَسُمَّ فِى الذِّرَاعِ، وَكَانَ يَرَى أنَّ الْيَهُودَ سَمُّوهُ[. أخرجه أبو داود.
14. (3954)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Koyunun ön budu Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hoşuna giderdi. (Bir defasında) ön buda zehir konuldu. Bu zehiri yahudilerin koyduğu görüşündeydi.” [Ebû Dâvud, Et´ime 21, (3781); Buhârî, Megâzî 41, Hibe 28; Müslim, Selam 45, (2190); İbnu Mâce, Tıb 45, (3546).][165]
AÇIKLAMA:
Bu hadise, Hayber´in fethi sırasında cereyan eden hadiseye ima etmiş olmalıdır. Zira İbnu İshak´ın daha tafsilatlı olarak kaydettiğine göre, fetih tamamlanınca Zeyneb Bintu´l-Hâris adında bir yahudi kadını Resulullah´ın koyunun neresini sevdiğini sorar ve bud kısmı olduğunu öğrenince oraya çokca zehir koyarak, kızartılmış halde ikram eder. Resulullah bir mucize olarak suikastın farkına varıp lokmasını yutmadan tükürür. Ashabtan Bişr İbnu´l-Bera yutar ve zehirin tesiriyle şehid olur. Resulullah “niye yaptın ” diye kadına sorunca: “Peygambersen sana bildirilir, degilsen halk senden kurtulur diye yaptım” der, müslüman olur. Resulullah cezalandırmaz.[166]
ـ3955 ـ15ـ وعن سهل بن سعد رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا نَفْرَحُ بِيَوْمِ الْجُمُعَةِ، كَانَتْ لَنَا عَجُوزٌ تَأخُذُ أُصُولَ السِّلْقِ فَتَطْرَحُهُ فِي الْقِدْرِ، وَتُكَرْكِرُ عَلَيْهِ حَبَّاتٍ مِنْ شَعِير، واللّهِ مَا فِيهِ شَحْمٌ وََ وَدَكٌ، فإذَا صَلَّيْنَا الجُمُعَةَ انْصَرَفْنَا، فنُسَلِّمُ عَلَيْهَا فَتُقَدِّمُهُ لَنَا، وَكُنَّا نَفْرَحُ بِيَوْمِ الجُمْعَةِ مِنْ أجْلِهِ[. أخرجه الشيخان.»تُكَرْكِرُ«: أى تطحن .
15. (3955)- Sehl İbnu Sa´d (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz cuma günü olunca sevindirdik. Çünkü bizim yaşlı bir kadın akrabamız vardı. Pazı kökü bulur, tencereye koyar, üzerine de arpa öğütüp ilavede bulunurdu. Vallahi, bunun içinde ne kuyruk yağı ne de iç yağı olurdu. Cuma namazını kıldık mı, mescidden ayrılır, o ihtiyar kadına selam verip hanesine girerdik. O da mezkur yemeği önümüze koyardı. İşte bu sebeple biz cuma olunca sevinirdik.” [Buhârî, Et´ime 17, Cuma 40, 41, Hars 21, İsti´zân 16, 39; Müslim, Cuma 30, 32, (859, 860).][167]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetin Buhârî´deki vechinde bazı ziyadeler hadisi daha vazıh kılmaktadır. “Bizden bir kadın, tarlasındaki dört evleklik kısma pazı ekerdi. Cuma günü olunca, pazı köklerinden söker, bir tencereye koyar, üzerine bir avuç çekilmiş arpa ilave eder pişirirdi. Pazı kökleri, yemeğin âdeta etli kemiği yerine geçerdi. Biz cuma namazından çıkar, kadına selam verir, yanına giderdik. O da önümüze bu yemekten getirirdi, biz de yerdik. Biz cuma günlerini bu yemek sebebiyle iple çekerdik.”Hadisin bir vechinde, cuma günleri (namaza erken gidebilmek için) sabah yemeği ve kaylûleyi namazdan sonraya bıraktıkları da belirtilir.
2- Hadisten Çıkarılan Bazı Faydalar:
* Kadına selam vermek caizdir.
* Ne kadar değersiz bile olsa bir şeyler ikram etmek müstehabdır.
* Sahabelerin kanaatkârlıkları, geçimdeki darlıkları, namaza olan heyecanlı koşuşmaları gözükmektedir.
* Ahmed İbnu Hanbel bu hadise dayanarak Cuma´nın zevalden önce kılınabileceğini, bunun caiz olduğunu söylemiştir. Ancak Zeyn İbnu´l Münîr, aksine, hadisten cumanın zevaldan sonra kılındığı hükmünün çıkarılması gerektiğini söyler. “Çünkü der, kaylûleden (gündüz uykusu) âdetleri zevalden önce yapmak idi. Sahabî, cuma günleri, cuma için hususî hazırlıkla meşgul olmaları sebebiyle kayluleyi cuma namazından sonraya tehir ettiklerini haber vermektedir.”
ـ3956 ـ16ـ وعن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْه قال: ]لَقَدْ رَأيْتُنَا مَعَ رَسُولِ اللّهِ # بِمَرِّ الظَّهْرَانِ نَجْنِى الْكِبَاثَ: وَهُوَ ثَمَرُ ا‘رَاكِ. وَيَقُولُ: عَلَيْكُمْ بِا“سْوَدِ مِنْهُ، فإنَّهُ أطْيَبُ، فَقُلْتُ: أكُنْتَ تَرعَى الغَنَمَ؟ فقَالَ: وَهَلْ مِنْ نَبِىٍّ إَّ رَعاهَا[. أخرجه الشيخان .
16. (3956)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte Merrü´z-Zahrân´da erâk ağacının kebâs denilen meyvesinden topladığımızı hatırlıyorum. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) o zaman bize: “Siyahlarını toplayın, onlar daha iyidir!” tavsiyesinde bulunmuştu. Ben kendilerinden “Siz koyun da güttünüz mü ” diye sordum. “Hiç koyun gütmeyen peygamber var mı ” cevabında bulundu.” [Buhârî, Et´ime 50, Enbiya 29, Müslim, Eşribe 163, (2050).][168]
AÇIKLAMA:
1- Merrü´z-Zahrân, Mekke´ye bir merhale mesafede bir yer adıdır.
2- Şârihler, “Koyun güttün mü ” sorusunun “Koyun güttün mü ki kebâs denen meyvenin siyahının daha iyi olduğunu biliyorsun ” takdirinde olduğunu belirtirler. Bu ifadeden kebâsın ziraatının yapılmayıp, pazarlarda satılmadığı dağlarda hüdayı nâbit olarak bittiği ve çobanlar tarafından bilinip istifade edildiği anlaşılmaktadır. Mamafih, lügatçiler kebâs´ı insan, deve ve hatta koyunların da yediğini belirtirler.
3- Âlimler, bu hadisten, dağlarda sahipsiz olarak yetişen ağaçların meyvelerinden yemenin mübah olduğu hükmünü çıkarmışlardır.
4- Âlimler, peygamberlerin, nübüvvetten önce çobanlıktan geçmelerindeki hikmetler sadedinde şu açıklamayı yaparlar: “Koyun gütmek, ümmetlerinin işlerini yürütme hususunda temrin yapmak, tecrübe kazanmak içindir. Çünkü koyunlarla haşir neşir olmakla hilm, şefkat gibi duygular gelişir. Zira, koyunları güdüp, onları kırda dağılmalarından sonra toplamaya bir otlaktan diğerine sevketmeye, canavar, hırsız gibi koyun düşmanlarından onları korumaya sabrettiler, onların tabiatlarındaki farklılıkları, zayıflıklarına ve beraberliğe olan ihtiyaçlarına rağmen şiddetli tefrikalara düştüklerini öğrendiler mi, bu suretle, ümmete karşı sabırlı olmaya alışırlar ve onların akılca aralarındaki seviye farklarını, tabiatlarındaki çeşitlilikleri anlarlar. Böylece kırgınları barıştırırlar, zayıflara merhametli olurlar, onlarla muamelelerinde iyi davranırlar. Neticede bu işlerin meşakkatlerine tahammülleri, aynı işlere çobanlık yapmaksızın birden bire verilme durumuna kıyasla çok daha kolay olur. Halbuki bu erdem, koyun çobanlığıyla tedricen kazanılmıştır. Bu işte, bilhassa koyun zikredilmiştir. Zira o diğerlerine nazaran daha zayıf, dağılmaları da deve veya sığırın dağılmasından daha fazladır. Büyüklerin bağlanması, alışılan âdet üzere, daha çok imkan dahilindedir. Ne varki koyunlar, onlara nazaran daha çok dağılsa da, toplayıp zabt rabt altına alınmaları öbürlerinden daha sür´atlidir.”[169]
İKİNCİ BAB
RUKYE VE MUSKALAR
(Bu babta dört fasıl var)
*
BİRİNCİ FASIL
RUKYE VE TEMÎMELERİN (MUSKALARIN) CEVAZI
*
İKİNCİ FASIL
RUKYEDEN NEHİY
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
TAUN VE VEBA
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
GÖZ DEGMESİ
BİRİNCİ FASIL
RUKYE VE TEMÎMELERİN (MUSKALARIN) CEVAZI
UMUMÎ AÇIKLAMA:
1- Rukye bahsi, kitabımızda çeşitli vesilelerle geçti ve her seferinde kısaca açıkladık. Burada bazı ziyade bilgiye yer vereceğiz. Rukye, bir işin husûlü için tabiat üstü güce başvurmak ma´nâsına gelir. Eski Türkçemizde kısmen afsun kelimesiyle karşılanır. Kısmen diyoruz, çünkü afsun kelimesi dilimizde Mevâhib-i Ledünniyye mütercimi merhum Abdilbâki´nin de belirttiği üzere daha ziyade büyücü ve cadıların bir kısım nâhoş amelleri için kullanılır. Şifâyâb olmak için okunan âyet-i kerime ve esmâ-i şerifelere afsun denmez. Cahiliye devrinden bu yana Araplar, rukyeyi hem müsbet ve meşru hem de menfi ve gayr-ı meşru maksadlarla yapılan işlerin hepsi için kullanırlar. Biz müsbet ve meşru dediğimiz ameliyeyi “okuma”, “dua yoluyla tedavi” bazan da “üfürme” tabirleriyle ifade ederiz. Öyleyse Arapçadaki rukyeyi hem afsunlama, hem de dua ile tedavi diye anlamamız daha muvafık olacaktır.
2- Yine daha önce temas edilmiş olan temîme (cem´i temâim) de cahiliye geleneğinde mevcut bir tatbikattır, en-Nihaye´de: “Cahiliye araplarının çocuklara, göz değmesine karşı taktıkları boncuklar” diye tarif edilir ve İslam´ın bunu yasakladığı belirtilir. Dilimizde muska kelimesiyle karşılanan temîmenin -müteakip açıklamalarda görüleceği üzere- dinimizce mutlak olarak yasaklandığını söylemek gerçeği aksettirmez. Âlimler, meselenin bazı kayıtlar çerçevesinde meşruluğuna hükmetmiştir.
3- Rukye ile tedavi bahsi bir kısım hurâfelere ve bâtıl inanç ve davranışlara açık bir kapıdır. Öyle ki, en ilmî, en medenî geçinen cemiyet halkları bile, günümüzde dahi bunun kıskacındadır. Dr. Feridun Nafiz Uzluk Batı cemiyetleri hakkında şu bilgiyi verir: “Romatizmasını yenmek üzere cebinde bir patates veya bir tavşanın sağ ayağını taşıyan bir dost görmeyen var mıdır Bu gibi uğurlara inanış hemen hemen umumîdir. Bir yılan derisi, bir koyun aşığı, bir tabut çivisi, daha bir çok afsunlar âdet olmuş, hâlâ kullanılmaktadır. Görülüyor ki, bunlar Garp memleketleri içindir.” Resulullah´ın bu husustaki hassasiyeti, rukyeleri kontrolü bu sebeple ehemmiyet taşır.
4- Dua ile tedaviye giren bazı noktaları açıklamaya geçmezden önce şu hususu belirtmek isteriz: Rukye bahsi ile dua bahsi bazı noktalarda birbirine tedâhül eder. Biz burada duanın tedaviye müteallik yönünü, tedavi ile ilgili dualara temas eden hadisleri ele alacağız. Dua meselesi, daha umumî bir ma´nâda müstakil bir bölüm olarak geçti (1750-1899. hadisler).[170]
RUKYE MEŞRUDUR:
İslâm uleması, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sünnetinde gelen bir çok delile dayanarak rukyenin meşruluğuna hükmetmiştir. Rukye dua ile tedavi olarak anlaşılınca, bela, musibet, hastalık gibi her çeşit kötü hallere karşı korunmak için Allah´a iltica ve dua etmeye teşvik sadedinde vârid olan bütün hadisleri rukyenin meşruiyyetine deliller olarak göstermek mümkündür. Bu sadedde gerçekten çok delil var:
* Bizzat Kur´an-ı Kerim´de Cenâb-ı Hakk: “Dua edin icabet edeyim” (Gâfir 60) emrederek: “Duanız olmazsa Allah nazarında hiçbir kıymetiniz yoktur” (Furkan 77) buyurarak mutlak şekilde dua etmeye teşvik etmektedir. “Dua”nın ma´nâsı “Allah´tan istemek” olduğuna göre bu ilâhî davette -“Bütün hastalıklardan şifa” dahil- her şeyin Allah´tan talebedilmesine bir çağrı vardır. Kaldı ki Resulullah hastalıklarımıza Allah´tan şifa istemeye daha açık ifadelerle bizleri çağırmış, kendisi fiilî örnekler vermiştir.
* Rukye ve duanın tıbb-ı nebevîdeki ehemmiyetli yerini anlamamız için şunu da bilmemiz gerekmektedir: Mevâhib-i Ledünniyye´de, Hz. Peygamber´in tedavide başvurduğu ilaçlar başlıca üç nev´e ayrılır:
1- İlahî ilaçlar (edviye-i ilahiyye).
2- Tabiî ilaçlar (edviye-i tabiiyye).
3- Her iki nevin birleştiği mürekkep ilaçlar.
Birinci nev´i öncelikle Kur´an teşkil eder. Sadedinde olduğumuz rukye ve dua da birinci nev´e dahildir. Kur´an-ı Kerim´in şifa olma durumundan ayrıca söz edeceğiz.
* İslam âlimleri, hadislere dayanarak “en nâfi ilaç duadır” anlayışını kendilerine prensip yapmışlardır: “Dua, belanın düşmanıdır, onu sürüp çıkarır, henüz gelmemişse gelmesini önler, gelmiş ise hafifletir, dua mü´minin silahıdır” der.
Ulemamız, duanın kesin bir tedavi vasıtası olduğunu kabul ettikten sonra, tıpkı maddî ilaçların müessir olması için perhiz, soğuktan ve sıcaktan korunmak şeklinde bazı şartlara uymak gerektiği gibi duanın müessir olması için de riayet edilmesi icab eden bir kısım şartların varlığını da kabul ederler ve bunları nebevî irşadlardan hareketle tesbite çalışırlar:
** Her şeyden önce itikad´ın dürüst ve pak olması gerekir.
** Haram ve zulümden içtinab etmelidir.
** Dua ânında kalbi gaflet içinde olmamalı, tam bir teveccühle Allah´a yönelmeli, tazarru ve niyaz içinde bulunmalı. Yoksa ağzı okumakta ve duada olup kalbi yabanlarda olacak olsa nef´ini (fayda) müşahade etmez, abes yere çalışır. Nitekim Hâkim´in bir tahricinde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Şunu bilin ki Allah Teâlâ Hazretleri, kalbi gâfil ve mâlâyâni ile meşgul kimsenin duasını kabul etmez” buyurmuştur.
** Duadan önce bir miktar sadaka vermelidir.
** Dua, hacetlerin makbul olduğu mübarek vakitlerde yapılmalıdır: Gecenin son üçte birinde,
* Kıbleye karşı huşu ile yönelmiş olmalı.
* Maddî ve mânevî pâklık içinde bulunmalı,
** Allah Teâlâ´ya hamd ve sena, Resulüne salât ve selam ederek başlamalı.
** Tevbe ve istiğfara devam etmeli.
** Duada ısrar ve tekrar etmeli.
** Dua esnasında Hak Teâlâ´nın Esma-i şeriflerini zikretmek, Rahim, Kerim, Rahman, Şâfi, Kadir gibi isimlerini çokca tekrar ile iltica etmeli, Kur´an´da ve hadiste gelen me´sur dualarla dua etmeli.[171]
* EN FAYDALI İLAÇ: KUR´AN
Tıbb-ı nebevînin en bariz hususiyeterinden biri tedavide Kur´an-ı Kerim´e müstesna bir yer vermiş olmasıdır. Mezkur Mevâhib-i Ledünniye mütercimi bu hususu “Hak Teâlâ Hazretleri izâle-i emrazda (hastalıkların tedavisinde) Kur´an-ı Azim´den eam ve enfa´ (bütün hastalıklarda geçerli daha müessir) bir deva inzal etmemiştir. Kur´an-ı Azim marazlara şifa ve âyine-i kuluba ciladır” diyerek ifade eder. Yani hem maddî ve hem de manevî hastalıkların en faydalı bir ilacıdır.
Kur´an´ın bu yönünü tesbit eden âyetler vardır: “Biz Kur´an´dan müminler için bir şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz” (İsra 82). Fahreddin-i Razi hazretleri “Kur´an” kelimesinin başında geçen مِن in tebiz için değil, cins için olduğunu belirtir. Böyle olunca âyeti şöyle anlamak muvafıktır: “Kur´an olarak indirdiğimiz âyetlerin hepsi mü´minlerin maddî ve manevî her çeşit hastalıkları için şifadır.”
Kur´an´ın, manevî hastalıklarla ilgili tedavisi iki suretle olmaktadır. Zira manevî hastalıklar ikidir:
* Bir kısmı bâtıl itikadlardır. Bunlar yaratılış, insanın bidayeti, âkibeti, kader, uluhiyet, nübüvvet gibi iman esaslarına giren meselelerdir. Bu hususlarda İslam´ın tebligâtına uymayan her inanış tarzı manevi bir hastalıktır. Şu halde bu meselelerde Kur´an gerçek olanı delilleriyle birlikte zikrederek batıl mezhepleri ibtal etmiş, mü´minlerini sapıklıklardan korumuştur.
* İkinci kısım manevî marazları kötü ahlaklar teşkil eder. Kur´an-ı Kerim onları da açıklayarak mü´minleri ahlaksızlara düşmemeleri için uyarmış, ahlak-ı hamide denen faziletlere, manevî kemallere irşad buyurmuştur. Resulullah´ın “Mekârim-i ahlak´ı tamamlamaya geldim” derken kasdettiği mekârim Kur´anî ahlaktır.
Kur´an-ı Kerim´in maddi hastalıklara şifa olmasına gelince, bu da inkarı mümkün olmayan bir durumdur. Müteakiben bir kısım rivayetlerde görüleceği üzere, bizzat Resulullah Kur´an´la rukyede bulunmuş maddî hastalıkların tedavisinde Kur´an-ı Kerim´den istifade etmeleri için Ashab-ı Güzîn´i teşvik etmiştir. Hatta bazı hadislerinde Kur´an´dan şifa aramamayı eksiklik ilan etmiştir: “Kim Kur´an´la şifa taleb etmezse, Allah ona şifa vermez” buyurmuştur. Bu hadis şu şekilde de anlaşılmıştır: “Kur´an´la şifa taleb etmeyene Allah şifa vermesin.”
Kur´an´da en az altı tane şifa âyeti vardır.
“Onlarla muhârebe edin ki, Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın, onları rüsvay etsin, size onlara karşı nusret versin, mü´minler zümresinin göğüslerini ferahlandırsın” (Tevbe 14).
“Ey insanlar, size Rabbinizden bir öğüt, gönüllerde olan (derd)lere bir şifa, mü´minler için bir hidayet ve rahmet gelmiştir” (Yunus 57).
“Kur´an´ dan mü´minlere rahmet ve şifa olan şeyler indiriyoruz. O, zâlimlerin ise sadece kaybını artırır” (İsra 82).
“…De ki: “Bu, mü´minlere doğruluk rehberi ve gönüllerine şifadır” (Fussilet 44).[172]
ـ4021 ـ1ـ عن عوف بن مالك رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا نَرْقِى فِي الْجَاهِلِيَّةِ، فَقُلْنَا: يَا رَسُولَ اللّهِ: كَيْفَ تَرَى فِى ذلِكَ؟ فقَالَ: اعْرضُوا عَلَيَّ رُقَاكُمْ، ثُمَّ قالَ: َ بَأسَ بِمَا لَيْسَ فِيهِ شِرْكٌ[. أخرجه مسلم وأبو داود .
1. (4021)- Avf İbnu Mâlik (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz cahiliye devrinde afsunlama yoluyla tedavide bulunurduk. Bu sebeple: “Ey Allah´ın Resûlü! Bu hususta ne dersiniz ” diye sorduk. Bize: “Okuduğunuz duaları bana arzedin bakayım!” buyurdular. (Biz de okuyup arzettik. Dinledikten) sonra: “İçerisinde şirk olmayan dua ile rukye yapmada bir beis yoktur!” buyurdular.” [Ebu Dâvud, Tıbb 18, (3886); Müslim, Selam 64, (2200).][173]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, dua yoluyla hasta tedavi etmenin caiz olduğunu göstermektedir. Ancak okunan duada şirke müteallik bir ibare, bir kelam bulunmamalıdır. Âlimler, Allah´ın isimleriyle, Kur´an âyetleriyle, bu ma´nâda olan başka dualarla rukye yapmanın yani tedavi etmek ümidiyle hastaya okumanın caiz olduğunu söylerler. Küfür ifade eden veya ma´nâsı anlaşılamayan kelimelerle rukye caiz değildir, haramdır denmiştir.[174]
ـ4022 ـ2ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أرْخَصَ رَسُولُ اللّهِ # في رُقْيَةِ الحَيَّةِ لِبَنِى عَمْرِو بنِ حَزْمٍ، وَلَدَغَتْ رَجًُ مِنَّا وَنَحْنُ جُلُوسٌ
مَعَ رَسولِ اللّهِ # عَقْربٌ، فقَالَ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللّهِ: أَأَرْقِى؟ فقَالَ: مَنِ اسْتَطَاعَ مِنْكُمْ أنْ يَنْفَعَ أخَاهُ فَلْيَفْعَلْ[. أخرجه مسلم .
2. (4022)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Benî Amr İbni Hazm´a yılana karşı rukye yapma ruhsatı tanıdı. Biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte otururken bizden bir kimseyi akrep soktu. Bir adam: “Ey Allah´ın Resûlü, buna rukye yapayım mı ” diye sordu: “Sizden kim kardeşine faydalı olabilecekse hemen olsun” buyurdular.” [Müslim, Selam 60-61, (2198, 2199).][175]
ـ4023 ـ3ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أرْخَصَ لَنَا رَسُولُ اللّهِ # فِى الرُّقْيَا مِنَ الحُمَةِ، وَالْعَيْنِ، وَالنَّمْلَةِ[. أخرجه مسلم، وأبو داود والترمذي .
3. (4023)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize, zehire karşı, göz değmesine karşı, nemle kurduna karşı rukye yapmamıza ruhsat tanıdı.” [Müslim, Selam 58, (2196); Ebu Dâvud, Tıbb 18, (3889); Tirmizî, Tıbb 15, (2057).][176]
ـ4024 ـ4ـ وفي أخرى ‘بى داود: ]َرُقْيَةَ إَّ مِنْ عَيْنٍ، أوْ حُمَةٍ، أوْ دَمٍ َيَرْقَأُ[ .
4. (4024)- Ebu Dâvud´un bir diğer rivayetinde: “Rukye sadece göz değmesine veya zehire veya kesilmeyen kana karşı yapılır” denmiştir. [Ebu Dâvud, 18, (3889).][177]
ـ4025 ـ5ـ وفي أخرى له، عن سهل بن حنيف: ]َ رُقْيَةَ إَّ مِنْ نَفْسٍ، أوْحُمَةٍ أوْ لَدْغَةٍ[.»النَّمْلَةُ«: قروح تخرج بين الجنبين، وقد تخرج في غير الجنب .
و»النَّفْسُ«: العين التي تصيب ا“نسان.و»الحُمَةُ«: السمّ.وتخصيص العين والحمة يمنع رقية غيرهما من ا‘مراض، فقد ثبت أن النبىّ # رقي بعض الصحابة من غيرهما، ومعنى الحديث: رقية أولى وأنفع من رقية العين والسمّ .
5. (4025)- Yine Ebu Dâvud´un Sehl İbnu Huneyf´ten yaptığı bir diğer rivayetinde: “Rukye sadece nefse (insana değen gözden), veya zehire veya sokmaya karşı vardır.” [Ebu Dâvud, Tıbb 18, (3888).][178]
ـ4026 ـ6ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كَانَ النبىُّ # يُعَلِّمُهُمْ مِنَ الحُمَّى، وَمِنَ ا‘وْجَاعِ كُلَّهَا أنْ يَقُولَ: بِسْمِ اللّهِ الْكَبِيرِ، أعُوذُ بِاللّهِ الْعَظِيمِ مِنْ كُلِّ عِرْقٍ نَعَّار، وَمِنْ شَرِّ حَرِّ النَّارِ[. أخرجه الترمذي.»نَعَرَ الْعِرْقَُ« بالدم: إذا ع وارتفع .
6. (4026)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), hummaya ve bütün ağrılara karşı şu duayı okumamızı öğretmişti: “Bismillahi´l-Kebîri eûzü billâhi´l-Azîmi min külli ırkın na´arın ve min şerri harri´n nâr.” “Ulu Allah´ın adıyla, kanla kabaran her bir damardan ve ateş hararetinin şerrinden büyük Allah´a sığınırım.” [Tirmizî, Tıbb 26, (2076).][179]
ـ4027 ـ7ـ وعن عليّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # إذَا أتى مَرِيضاً، أوْ أُتِىَ بِهِ إلَيْهِ قَالَ: أذْهِبِ الْبَاسَ رَبَّ النَّاسِ، وَاشْفِ أنْتَ الشَّافِى، َ شِفَاءَ إَّ شِفَاؤُكَ، شِفَاءً َ يُغَادِرُ سَقَماً[. أخرجه
الترمذي.»البَأسُ«: الشدة ا‘لم. و»المُغَادَرَةُ«: الترك .
7. (4027)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir hastaya geldiği veya kendisine bir hasta getirildiği zaman şu duayı okurdu: “Ey insanların Rabbi, acıyı gider, şifa ver, sen Şâfisin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Senden hiçbir hastalığı hariç tutmayan şifa istiyoruz.” [Tirmizî, Daavât 122, (3560), Rivayet Buhârî´de Hz. Âişe´den gelmiştir. (Mardâ 20, Tıbb 39).][180]
AÇIKLAMA:
1- Burada Cenâb-ı Hakk, Kur´an´da geçmeyen bir isimle tesmiye edilmiştir: Şâfi (şifa veren). Hadis, böylece bunun cevazına delil olmuştur. Ancak ülemâ buna iki şart koşmuştur:
1) Bu isim noksanlık ifham etmemelidir.
2) Kur´an´da bir aslı olmalıdır. Nitekim, Şâfi isminin aslı vardır. Zira bir âyette “Hastalandığım zaman O bana şifa verir” buyurulmuştur (Şuara 80).
2- Hadis´te geçen “Senin şifandan başka şifa yoktur” cümlesi, bütün şifaların Allah´ın takdirine tevâfuk etmesiyle hasıl olduğunu, O´nun takdiri, ilmi olmadan şifa olmadığını ifade eder. Evet kavuşulan sıhhat sebebiyle gerçek teşekkür Rab Teâlâ´ya olmalıdır.
3- Hadiste bütün hastalıklardan şifa istenmektedir. Halbuki hastalık, keffâretu´zzünûbtür, yani hastanın günahlarının affına en iyi vasıta. Bu durumda şifa taleb etmek onun aleyhine bir davranış değil mi diye ülemâ meseleyi tezekkür etmiş ve şu hikmeti beyan etmiştir: “Dua bir ibadettir. Ne sevaba ne de kefârete münafi değildir. Zira her ikisi de hastalığın bidayetinde ve sabretmek sonucu hâsıl olur. Dua eden ise iki hasenenin arasındadır: Ya maksudu hâsıl olacak, ya da ona bedel, faydalı olanın celbi veya zararının defedilmesi suretiyle maslahat verilecektir. Bunların hepsi de Allah´ın fazlındandır.”[181]
ـ4028 ـ8ـ وعن ثابت بن قيس بن شَمّاسِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ النَّبِىَّ
# دَخَلَ عَلَيْهِ وَهُوَ مَرِيضٌ، فقَالَ: اكْشِفِ الْبَاسَ رَبَّ النَّاسِ عَنْ ثَابِتِ بنِ قَيْسِ ابنِ شَمَّاسٍ، ثُمَّ أخَذَ تُرَاباً مِنْ بُطْحَانَ فَجَعَلَهُ فِى قَدَحٍ، ثُمَّ نَفَثَ عَلَيْهِ بِمَاءٍ، ثُمَّ صَبَّهُ عَلَيْهِ[. أخرجه أبو داود .
8. (4028)- Sâbit İbnu Kays İbni Şemmâs (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), ben hasta iken yanıma gelip şu duayı okudu: “Ey insanların Rabbi Sabit İbnu Kays İbni Şemmâs´tan acıyı kaldır.” Sonra (Medine´nin) Buthân (nam vâdi)´dan toprak alarak bir kadehe koydu, üzerine su döküp nefes etti, sonra (su ile karışan bu toprağı) üstüme serpti.” [Ebu Dâvud, Tıbb 18, (3885).][182]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın farklı bir rukye tarzına şahid olmaktayız. Önceki rivayetler, ziyaretine geldiği hastalara sadece şifa duasında bulunduğunu gösterirken, bu sonuncuda Buthân vadisi´nden toprak getirerek, üzerine su döküp bunun üzerine üfürüp (nefes edip) sonra da, su ile karıştırılıp nefeslenmiş olan bu toprağı hastanın üzerine serptiğini görmekteyiz. Şârihler, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, büyük ihtimalle suyu önce ağzına aldığını, tükrüğü ile karıştırdıktan sonra toprağa püskürttüğünü belirtirler. Mâmafih, suyu ağzına almaksızın toprağa dökmüş, bu sutoprak karışımını, Sâbit´in üzerine serpmiş olabileceğine de bir ihtimal olarak yer verirler. Her hâl u kârda en son safhada su ile karışmış olan toprağı Sâbit İbnu Kays´ın üzerine serpmiştir.
Şârihler, birinci ihtimali teyid eden bir rivayeti Sahîheyn´den gösterirler: Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Biri Resulullah´a gelip bir rahatsızlığını arzettiği veya bir çıban veya yaradan muzdarib olduğu zaman, Aleyhissalâtu vesselâm parmağını şöyle yapar -râvilerden Süfyan şehâdet armağını yere koyup sonra kaldırdı- ve dedi ki: “Bismillah. Arzımızın toprağı birimizin tükrüğü ile Rabbimiz izniyle hastamıza şifa olacaktır.” Görüldüğü üzere bu rivayette, rukye sırasında tükrüğün toprakla beraberliği mevzubahistir.
2- Bu hadisler, ülemâ arasında oldukça farklı yorumlara sebep olmuştur. Bazıları, toprak ve tükrükle ilgili o devrin tıbbî bilgilerini bu hadislere tatbik etmek isterken, bazıları bunlara karşı çıkmıştır. Farklı görüşleri özetlemeye çalışacağız.
a) İbnu´l-Kayyim, sadedinde olduğumuz Ebu Dâvud hadisini şöyle değerlendirir: “Bu kolay, herkesin yapabileceği faydalı mürekkep ilaçlardan biridir. Bu kolay bir tedavi usulüdür. Bu usulle yaralar ve taze cerahatlar tedavi edilir. Bilhassa tatbik edilecek başka bir ilaç bulunmadığı hallerde pek pratiktir, çünkü her yerde uygulanabilir.” İbnu´l-Kayyim kadim tıp anlayışına uygun şöyle bir açıklama dahi ilave eder: “Bilindiği üzere, hâlis toprağın tabiatı “bârid ve yâbis (soğuk ve kuru)dur, bilhassa sıcak memleketlerde ve sıcak mizaçlı kimselerde çabucak iyileşip, yaraların kapanmasını önleyen yara ve cerahatlardaki rutubeti de alıcıdır. Yara ve cerâhatleri, çoğu durumda, sıcak olan kötü bir mizac takib eder. Böylece birkaç menfi durum bir araya gelir: Memleketin harareti, mizac(tan hâsıl olan harâret) ve yara. Halis toprağın tabiatı ise soğuktur kurudur. Topraktaki bu tabiat, soğuk ve kurulukta, soğuk ve kuru olan bütün müfred ilaçlardan[183] daha öndedir. Böyle olunca, toprağın soğukluğu, hastalığın hararetine karşı gelir, bilhassa toprak yıkanmış ve kurutulmuş ise; yarada (söylenen menfi durumların bir araya gelmesini) kötü rutubetin artması ve akıntı takip eder.
Toprak aşırı kuruluğu sebebiyle bu rutubeti kurutur, akıntıyı giderir; soğukluğu sebebiyle de hararete mani olur. Toprakla, bu söylenenlerden ayrı olarak başka faydalar da hâsıl olur: Hasta uzvun mizacı itidâle kavuşur. Uzvun mizacı itidâle erince, onun tedbir edici kuvveleri güçlenir, Allah´ın izni ile uzuvdan elemi bertaraf ederler.
Sahîheyn´den kaydedilen Hz. Âişe hadisi´nin, Nevevî´ye göre ma´nâsı şudur: “Aleyhissalatu vesselâm şehadet parmağına kendi tükrüğünü sürer sonra onu toprağa basar, böylece parmağına toprak yapıştırır bununla hastalıklı uzuv veya yara üzerine mesheder, bu esnada da mezkur duayı -içerisinde Allah´ın isminin zikri ve işin Allah´a tefvîzi ve O´na tevekkül gibi hasletlerin hâsıl edeceği bereket bulunduğu için- okurdu. Böylece ilacın biri diğerine katılarak tesiri artırırdı.”
“Arzımızın toprağı” sözüyle acaba bütün yeryüzü mü maksuddur, yoksa Medine toprağı mı ” diye bir soru hatıra gelebilir. Bazı âlimler: “Maksad Medine toprağıdır, “birimiz”le de, -tükrüğünün şerefi sebebiyle- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kastedilmiştir”der. Ancak diğerleri, bu durumda hadisin hükmünün hususileşeceğini belirterek bu görüşe katılmazlar.
İbnu´l-Kayyim devamla der ki: “Şurası muhakkak ki toprakta birçok dertlere derman olan pek çok kötü hastalıklara şifa veren bir hassa vardır.” Galinos der ki: “İskenderiye´de nice dalak hastaları ve karnı su toplayan kimseleri gördüm, bunlar ilaç olarak Mısır toprağını kullanıyorlar. Bacaklarına, uyluklarına, kollarına, sırtlarına ve kaburgalarına bundan sürüyorlar ve gözle görülen neticeler alıyorlardı.”
Galinos devamla der ki: “Bu şekilde, (toprağı) sürme yoluyla tedaviye, sert ve yumuşak şişmelere karşı da zaman zaman yer verilmiştir.”
Yine der ki: “Ben bir kavim biliyorum, vücutlarının tamamı, aşağıdan fazla kan kaybettikleri için şişmişti. Bu toprağı sürmek suretiyle gözle görülür netice aldılar. Bir başka kavim biliyorum, bazı uzuvlarına iyice yerleşmiş bulunan müzmin ağrılara karşı bu topraktan kullandılar. Onlar da iyileşti ve ağrıları tamamen kesildi.” Kitabu´l-Mesîhî sahibi der ki: “Kebûs denen hurma ağacından sağılan bir toprak özü -ki sakız unudur- öyle bir öz ki yaraların etlerini temizler, yıkar ve bitirir ve yaraya son verir.”
O topraklarda bu hasseler olursa, yeryüzünün en iyi, en mübarek toprağı, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın tükrüğü ile karışıp, O´nun Rabb Teâlâ´sının ismini okuyarak, neticeyi yine de Allah´a tefvîz ederek yaptığı rukyenin refakatini de kazanınca, ne kadar müessir bir hal alacağı anlaşılır.”
İbnu´l-Kayyim bu uzun açıklamasının sonunu toprağın tedavi edici yönüyle ilgili rivayetlerin, bütün topraklara yönelik umumi tıbbî bir irşad olmaktan ziyade Resulullah´ın tükrük ve duasıyla hususiyet ve mü-essiriyet kazanan vak´aları aksettirdiği kanaatine bağlıyor.
b) Bu hususta Beyzavî de şunları söyler: “Gördüğüm bazı tıbbî açıklamalara göre, tükrüğün mizacların olgunlaşması ve itidale kavuşmasında rolü vardır. Keza vatan toprağının da mizacın muhafaza ve zararların definde rolü vardır. Hatta dediler ki: “Yolcunun, beraberinde, yaşadığı yerin suyundan bulunduramasa da toprağından bulundurması gerekir. Öyle ki farklı sularla karşılaşınca, bu suların vereceği zararlardan korunmak için o topraktan, su kabına bir miktar atmalıdır. Ayrıca, rukye ve azîmet (dua)´lerin, aklın künhüne ermekte aciz kalacağımız acib tesirleri vardır.”
c) Türbüştî der ki: “Toprak kelimesiyle sanki Hz. Âdem aleyhisselam´ın yaratılışına işaret edilmiştir. Rikâ (tükrük) ile de nutfeye bir işarettir. Sanki Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) lisan-ı haliyle şöyle tazarru etmiş olmaktadır: “Sen ilk aslı topraktan var ettin. Sonra onu bayağı bir sudan (mâ-i mehin´den) yarattın. Öyleyse başlangıcı bu olan kimseye şifa vermek sana kolaydır.”
d) Yukarıda kaydedilen -toprak hakkındaki- yunan menşeli telakkileri hadislere tatbik ederek, toprağın mutlak olarak şifa vereceği görüşüne meyleden İslam âlimlerini tenkid eden Kurtubî hazretleri der ki: “Bu tedavi (tükrüğe toprak yapıştırarak uygulanan tedavi) tatbikatta uyulması gereken kanunlara riayet edildiği takdirde netice verir. “Uyulması gereken kanun” deyince toprak ve tükrüğün (karışımındaki) miktarları ile onu münasib vakitlerinde kullanmaya devam etmeyi kastediyoruz. Halbuki, hadisteki tavsiyede nefes etmek ve şehadet parmağını yere koymak vardır. Parmağa ise, ilgisi ve tesiri olmayan şey yapışır. Halbuki bu ameliye, Allah´ın esması ve Resulü´nün sünnetiyle teberrükten ibarettir. Parmağın yere konması ise, muhtemelen bunda mevcut olan bir hâsiyet için veya mutad esbaba mubâşerette bulunarak, ilâhî kudretin âsarını gizleme hikmetine binaendir.”
Şu halde, rukye bahsi, diğer birçok bahisler gibi, hadislerden biriyle amel etmede istical edilmemesi gereken bir mevzudur. Büyük otoriteler bile farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerden birini diğerine tercih gibi bir ölçüsüzlüğe düşmeyi tavsiye etmeden tekrar ediyoruz: Tıbb-ı nebevî bir ihtisas işidir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sünnetinden, mütehassıslar bir kısım prensipler yakalayıp, farklı şartlarda, farklı bünyelerde onun tatbikatını gösterebilecekleri gibi bazı ilaç ve terkibler de ortaya çıkarabilirler. Tükrük ve toprakta tedavi edici bir hassa var mıdır yok mudur Günümüzde, buna “var” veya “yok” diyerek kısadan cevap vermeden önce araştırma yapmak gerekir. Kişi ile yaşadığı yerin toprağı arasında sıhhati ilgilendiren maddî bir bağ var mıdır yabancı yerin suyu kişiye menfi tesirler hâsıl eder mi etmez mi Rukye, Kurtubî´nin dediği gibi sadece bir teberrükten ibaret ise, Resulullah niçin Buthân vadisinin toprağını isti´mal etmiştir Resulullah´ın bu davranışı gözönüne alınarak ve Medine´nin, toprağı iyice sterilize eden sıcak ikliminin o bölge toprağına kazandırdığı bir hususiyetten de söz edilerek, hadisin hükmünü -en azından belli hastalıklar veya şahıslar için- kayıtlamış olan âlimlere de bir haklılık tanımak gerekmez mi Bütün bu sorular, meselenin araştırmaya halen açık olduğunu söylemekte bize cesaret vermektedir.
Yani tıbb-ı nebevîyi inkar mümkün değil, ancak onunla tedaviye yeltenme işi ihtiyat ve ihtisas gerektirmektedir, bunu da kabul etmeliyiz tıpkı ahkâm-ı fer´iyyede fukahaya olan ihtiyaç gibi.[184]
ـ4029 ـ9ـ وعن أبى سعيد الخدري رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ النّبِىُّ # يَتَعَوَّذُ مِنَ الْجَانِّ، وَمِنْ عَيْنِ ا“نْسَانِ، فَلَمَّا نَزَلَتِ الْمُعَوِّذَتَانِ أخَذَ بِهِمَا، وَتَرَكَ مَا سِوَاهُمَا[. أخرجه الترمذي .
9. (4029)- Ebu Saîdi´l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) cinlerden ve insanın göz (değmesi)´nden (çeşitli dualar okuyarak) Allah´a sığınırdı. Muavvizateyn (Nas ve Felak sureleri) nâzil olunca bu iki sureyi esas aldı, diğerlerini terketti.” [Tirmizî, Tıbb 16, (2059); İbnu Mâce, Tıbb 33, (3511).][185]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet Muavvizateyn surelerinin her çeşit şerden Allah´a sığınmak üzere okunacak dua olarak kafi geldiğini göstermektedir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunlar gelmeden önce çeşitli dualar okuduğu halde, bunların nüzûlu ile diğer duaları terketmiş olmaktadır. Muavvizateyn´de “göz değmesi” mezkur olmadığı halde, bunların câmî bir üslubla gelmiş olması, cin ve insten gelebilecek her çeşit zararları içine almasına yetmiştir.
Şunu da ilave edelim: Muavvizateyn denince, bazı rivayetlere göre, İhlas suresi de kastedilmektedir. “İhlas” Kulhuvallâhu ahad süresine denir.[186]
ـ4030 ـ10ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أتى جِبْرِيلُ النَّبِىَّ # فقَالَ: يَا مُحَمَّدُ اشْتَكَيْتَ؟ قَالَ: نَعَمْ، فقَالَ جِبْرِيلُ عَلَيْهِ السََّمُ: بِسْمِ اللّهِ أرْقِيكَ مِنْ كُلِّ دَاءٍ يُؤذِيكَ، وَمِنْ شَرِّ كُلِّ نَفْسٍ أوْ عَيْنِ حَاسِدٍ، اللّهُ يَشْفِىكَ، بِسْمِ اللّهِ أرْقِىكَ[. أخرجه مسلم والترمذي .
10. (4030)- Yine Ebu Saîdi´l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Cibrîl aleyhisselam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanına geldi ve: “Ey Muhammed, hasta mısın “diye sordu. “Evet!” cevabını alınca, Cibril aleyhisselam şu duayı okudu. “Bismillâhi erkîke, min külli dâin yü´zîke ve min şerri külli nefsin ev aynin hâsidin. Allahu yeşfîke, bismillâhi erkîke, (Seni Allah´ın adıyla, sana eza veren bütün hastalıklara karşı, bütün kötü nefis ve hasedce gözlere karşı sana okuyorum. Allah sana şifa versin, ben Allah´ın adıyla sana dua ediyorum).” [Müslim, Selam 40, (2186); Tirmizî, Cenâiz 4, (972).][187]
AÇIKLAMA:
1- Burada geçen “nefs”ten maksad insan nefsi (= kötü insanlar) ma´nâsına gelebileceği gibi, “göz” ma´nâsına da gelir. Göz ma´nâsına alındığı takdirde göz demek olan ikinci kelime ayn, te´kiden gelmiş olur.
2- Göz değmesiyle ilgili geniş açıklama az ileride 4042-4045 numaralı hadislerin sonunda gelecek.[188]
ـ4031 ـ11ـ وعن أبى الدرداء رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّهُ اشْتَكى إلَيْهِ رَجُلٌ احْتِبَاسَ الْبَوْلِ، فَقَالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: مَنِ اشْتَكى مِنْكُمْ شَيْئاً فَلْيَقُلْ: رَبُّنَا اللّهُ الَّذِى فِي السَّمَاءِ تَقَدَّسَ اسمُكَ، أمْرُكَ فِى السَّمَاءِ وَا‘رْضِ، كَمَا رَحْمَتِكَ فِى السَّمَاءِ فَاجْعَلْ رَحْمَتَكَ فِى ا‘رْضِ، وَاغْفِرْ لَنَا حُوبَنَا وَخَطَايَانَا أنْتَ رَبُّ الطَّيِّبِينَ أنْزِلْ رَحْمَةً مِنْ رَحْمَتِكَ وَشِفَاءً مِنْ شِفَائِكَ عَلى هذَا الْوَجَعِ فَيَبْرَأُ، وََأمَرَهُ أنْ يَرقِيَهُ بِهِ فَرَقَاهُ فَبَرَأ[. أخرجه أبو داود.»الحُوبُ« بضم الحاء المهملة وفتحها: ا‘ثم .
11. (4031)- Ebu´d-Derdâ (radıyallahu anh)´ın anlattığına göre, kendisine bir adam gelerek idrar tutukluğuna yakalandığını söyledi. O da adama: “Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan şöyle söylediğini işittim” dedi: “Sizden kim hastalanırsa şu duayı okusun: “Rabbunallahu´llezî fi´ssemâi tekaddese ismüke, emrüke fi´ssemâi ve´l-ardı, kemâ rahmetüke fi´ssemâi fec´al rahmeteke fi´l-ardı. Veğfir lenâ hûbenâ ve hatâyânâ. Ente Rabbu´t-Tayyibîn. Enzil rahmeten min rahmetike ve şifâen min şifâike alâ hâza´lvece´i fe yebreu. (Ey huzuru semavatı dolduran Rabbim! Senin ismin mukaddestir. Senin emrin arz ve semadadır, tıpkı Rahmetin semâda olduğu gibi. Arza da rahmetinden gönder ve bizim günahlarımızı ve hatalarımızı affet. Sen (kötü söz ve fiillerden kaçınan) bütün iyi kimselerin Rabbisin. Bu ağrıya, Rahmetinden bir rahmet, şifandan bir şifa indir, iyileşsin.”
(Ebu´d-Derda (radıyallahu anh), adama) bu duayı okumasını emretti. O da, okudu ve iyileşti.” [Ebu Dâvud, Tıbb 19, (3892).][189]
ـ4032 ـ12ـ وعن عثمان بن أبى العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّهُ اشْتَكى إلى رَسُولِ اللّهِ # وَجَعاً يَجِدُهُ فِي جَسَدِهِ مُنْذُ أسْلَمَ، فقَالَ لَهُ: ضَعْ يَدَكَ عَلى الَّذِى تَألَّمَ مِنْ جَسَدِكَ وَقُلْ: بِسْمِ اللّهِ ثَثَ مَرَّاتٍ، وَقُلْ سَبْعَ مَرَّاتٍ: أعُوذُ بِعِزَّةِ اللّهِ وَقُدْرَتِهِ مِنْ شَرِّ مَا أجِدُ وَأُحَاذِرُ. قَالَ: فَفَعَلْتُ ذلِكَ مِرَاراً فَأذْهَبَ اللّهُ مَا كَانَ بِى، فَلَمْ أزَلْ آمُرُ أهْلِى وَغَيْرَهُمْ بِذلِكَ[. أخرجه مسلم ومالك وأبو داود والترمذي .
12. (4032)- Osman İbnu Ebi´l-Âs (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a müslüman olduğum günden beri bedenimde çekmekte olduğum bir ağrımı söyledim. Bana: “Elini, vücudunda ağrıyan yerin üzerine koy ve şu duayı oku!” buyurdu. Dua şu idi: Üç kere: “Bismillah”tan sonra yedi kere, “Eûzu bi-izzetillâhi ve kudretihî min şerri mâ ecidu ve uhâziru.” “Bedenimde çekmekte ve çekinmekte olduğum şu hastalığın şerrinden Allah´ın izzet ve kudretine sığınıyorum” diyecektim.
Bunu birçok kereler yaptım. Allah Teâlâ hazretleri benden hastalığı giderdi. Bunu ehlime ve başkalarına söylemekten hiç geri kalmadım.” [Müslim, Selam 67, (2202); Muvatta, Ayn 9, (2, 942); Ebu Dâvud, Tıbb 19, (3891); Tirmizî, Tıbb 29, (2081).][190]
AÇIKLAMA:
1- Tirmizî ve Ebu Dâvud´un rivayetleri şu farkla başlar: “Beni helak edeyazan bir ağrı sebebiyle (yatıyordum). Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni görmeye geldi. Bana, Aleyhissalâtu vesselâm dedi ki: “Sağ elinle yedi kere (ağrının üzerinden) meshet ve şu duayı oku: “Euzu bi-izzetillâhi ve kudretihî…”
2- Bazı hastalıklara karşı rukye yapınca bu tarzı takip etmek gerekir: Yani rukyeyi yapan kimse hastanın ağrıyan yerinin üzerini sağ elle ovup mezkur duayı yedi kere okumalıdır. Allah´ın izniyle neticesi görülecektir. Sadedinde olduğumuz rivayette Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), hastanın kendi kendine okuyup rukye yapmasını tavsiye buyurmaktadır.
3- Taberânî´deki rivayette, yapılacak yedi mesh´ten her birinde mezkur duanın okunacağı söylenmiştir. Hâkim´in rivayetinde Muhammed İbnu Sâlim der ki: “Sâbit el-Bünânî bana dedi ki: “Ey Muhammed, hastalanınca, elini ağrıyan yerin üzerine koy sonra: “Bismillâhi euzu bi-izzetillâhi ve kudretihî min şerri mâ ecidu min vece´i hâzâ” de! Sonra bunu tek olacak şekilde (3, 5, 7, 9 gibi) tekrarla. Çünkü bana, Enes İbnu Mâlik rivayet etti ki Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine böyle öğretmiş.”
4- Rukye sırasında duanın tekrarının gerekli olduğu belirtilmiştir: “Çünkü denir, ilâhî ilaçlarda ve tıbb-ı nebevî de dahi tekrar, fuzûlî maddeyi çıkarmada tabii ilaçların tekrarı ne ise, hastalığın tedavisinde daha müessir ve daha mükemmel olmak için aynı şeydir. Bunlarda da tekrarı gereken Zikrullah, işin Allah´a tefvîzi ve Allah´ın izzeti ve kudretinden istiâne vardır, yedide ise başka miktarda olmayan ayrı bir hassa vardır. Öyle ise tekrar gerekir.”[191]
ـ4033 ـ13ـ وعن أبى سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا فِى مَسِيرِ لَنَا فَنَزَلْنَا مَنْزًِ، فَجَاءَتْ جَارِيَةٌ، فَقَالَتْ: إنَّ سَيِّدَ الحَىِّ سَلِيمٌ لَدِيغٌ، وَإنَّ نَفَرَنَا غُيَّبٌ، فَهَلْ مَنْكُمْ رَاقٍ؟ فَقَامَ مَعَهَا رَجُلٌ مَا كُنَّا نَأبِنُهُ بِرُقْيَةٍ فَرَقَاهُ فَبَرَأ، فَأمَرَ لَهُ بِثََثِينَ شَاةً، وَسَقَانَا لَبَناً، فَقُلْنَا لَهُ: أكُنْتَ تُحْسِنُ الرُّقْيَةَ؟ فقَالَ: َ مَارَقَيْتُهُ إَّ بِأُمِّ الْكِتَابِ، قُلْنَا: َ تُحْدِثُوا شَيْئاً حَتّى نَأتِىَ رَسُولَ اللّهِ # فَنَسْألَهُ، فَلَمَّا قَدِمْنَا ذَكَرْنَاهُ لَهُ، فقَالَ: وَمَا يُدْرِيكَ أنَّهَا رُقْيَةٌ؟ اقسِمُوا وَاضْرِبُوا لِى بِسَهْمٍ[. أخرجه الخمسة إ النسائى.»النَّفَرُ غُيَّبُ«: الرجال خاصة، وأرادت أنهم غائبون عن الحي.ومعنى »نَأبِنُهُ«: أى نتهمه.
13. (4033)- Hz. Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz [Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın çıkardığı askerî] bir seferdeydik. Bir yerde konakladık. Yanımıza bir cariye gelip: “Obamızın efendisi Selim´i bir zehirli soktu. Onunla meşgul olacak erkekler de şu anda yoklar. Sizde rukye yapan biri var mı ” dedi. Bunun üzerine bizden rukye hususunda mahâretini bilmediğimiz bir adam kalkıp onunla gitti ve adama okuyuverdi. Adam iyileşti. Kendisine otuz koyun verdiler. Bize sütünden içirdi. Ona: “Yahu sen rukye bilir miydin ” dedik. “Hayır, ben sadece Fatiha okuyarak rukye yaptım” dedi. Biz kendisine “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a sormadan (bu verdiklerine) dokunma!” dedik. Medine´ye gelince, durumu ona söyledik. Aleyhissalâtu vesselâm “Fatiha´nın rukye olduğunu (tedavi maksadıyla okunacağını) sana kim söyledi (verdikleri koyunları paylaşın, bana da bir hisse ayırın!” buyurdular.” [Buhârî, Tıbb 39, 33, İcâre 16, Fedâilu´l-Kur´an 9; Müslim, Selam 66, (2201); Ebu Dâvud, Tıbb 19, (3900); Tirmizî, Tıbb 20, (2064, 2065).][192]
AÇIKLAMA:
1- Burada, birçok vecihten farklı ziyadelerle rivayet edilen bir hadise anlatılmaktadır. Hadisin bütünü nazar-ı dikkate alınarak çıkarılmış olan hükümlerden kaydedeceğimiz için, sadedinde olduğumuz vechindeki bazı eksikliklere dikkat çekeceğiz:
a) Hâdise Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Ebu Saîdi´l-Hudrî komutasında gönderdiği otuz kişilik askeri bir birlikte geçer. Bunun hangi sefer olduğu, hangi yılda geçtiği açık değildir.
b) Birlik geceleyin bir Arap obasına uğrayıp kendilerini ağırlamalarını taleb ederler. Ancak onlar bunu kabul etmezler, yiyecek vs. vermezler.
c) Ancak bir müddet sonra, obanın efendisini akreb sokar. Bütün çarelere başvurarak tedavi etmeye çalışırlar. Ama nafile, netice alamazlar.
d) Efendilerini kurtarmak için, son çare hüsnükabul göstermedikleri, yakınlarında konaklamış bulunan “yabancılara”da başvurmak zorunda kalırlar, gelip: “Bize ulaştığına göre, sizin arkadaşınız bir nur ve şifa getirmiş” diyerek yardım taleb ederler.
e) Ashab bu misafirperver olmayan yerlilere önce: “Siz bize bakmadınız, biz de size bakmayacağız” cevabını verir.
f) Onların ısrarı üzerine ücret taleb ederek pazarlıkla, otuz aded koyun karşılığında rukye yoluyla tedaviyi kabul ederler.
g) Rukye yapmak üzere, bu işin erbabı (profesyoneli) de olmayan biri, Ebu Saîdi´l-Hudrî gider, Fatiha suresini üçveya yedi- kere okuyarak, adamın tedavi olmasını sağlar. Sadedinde olduğumuz hadiste ravi olan Ebu Saîd bir başka şahıstan bahsediyor gibi görünse de, başka rivayetlerin tahlili, burada kendisini kasdettiğini ortaya çıkarmıştır.
h) Onun başarısı o anda arkadaşlarını şaşırttığı gibi, bilahare Resulullah´ı da hayrete düşürür ve: “Sen Fatiha´nın rukye olarak okunacağını nereden biliyordun ” diye sormasına mucib olur.
Ebu Saîd, Aleyhissalâtu vesselâm´a: “İçimden öyle geçti” cevabını verir.
ı) Bazı rivayetlerde tedavinin akrep sokmasına karşı değil, tecennüne (deliliğe) karşı yapıldığı ifade edilmiş ise de, meselenin tahkîki, bunun ravilerden biri tarafından bir başka hadiseyle iltibas edilmesinden ileri geldiğini, bunun ayrı, öbürünün ayrı bir vak´a olduğunu ortaya çıkarmıştır.
i) Ashab, tedavideki başarı üzerine sütlerinden içmiş, koyunlarını almıştır. Koyunları aralarında pay edecekleri zaman bizzat tedaviyi gerçekleştirenin teklifi ile bunun helal olup olmadığını Resulullah´a sormayı kararlaştırıp, pay etmezler.
j) Medine´ye dönüşte vak´a Aleyhissalâtu vesselâm´a hikaye edilir. Aleyhissalâtu vesselâm: “Sizin üzerine ücret almada en haklı olduğunuz şey Kitabullah´tır” diyerek bunun caiz olduğunu ifade eder ve -hatta bu cevaz hükmünü te´kiden- “Bir hisse de bana ayırın!” ferman buyurur.[193]
2- HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI HÜKÜM VE FAYDALAR:
* Kur´an-ı Kerim´i rukye niyetiyle okumak caizdir. Âlimler, bu cevaza me´sur dua ve zikirlerle yapılacak rukyelerin de dahil olduğunu, dahası, me´sur dualarda gelenlere muhalif düşmeyen gayr-ı me´sur dua ve zikirlerle de rukye cevazının buna dahil olduğunu söylerler. Bunlar dışındaki şeylerle yapılacak rukyelerin lehinde ve aleyhinde bu hadiste bir açıklık yoktur.
* Yolculuk sırasında köylülere misafir olmak, su başlarına inmek, onlardan hasbî olarak veya ücret mukabili ihtiyaç talebetmek caizdir.
* İkram etmekten imtina edenlere, yardımcı olmayı reddetmek suretiyle mukabele-i bilmisilde bulunmak caizdir. Zira Ashab, kendilerini ağırlamayanlara, aynıyla mukabelede bulunarak rukye yapmayı reddetmiştir. Buna Kur´an´da Hz. Musa´dan örnek gösterilmiştir: Hz. Musa ile Hz. Hızır arkadaşlıkları sırasında uğradıkları bir köyden misafirlik talebederler, ama onlar kabul etmezler. Buna rağmen Hızır, o köyün yıkılmakta olan bir duvarını doğrultuverir. Bunun üzerine Hz. Musa “Dileseydin buna karşı bir ücret alabilirdin” (Kehf 77) der.
* Kişinin kendine vacib kıldığı bir işi yerine getirme örneği var: Ebu Saîd (radıyallahu anh) rukye yapıp mukabilinde kendisi ve arkadaşları için ücret almaya azmetti. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu kararına uymasını emretti, o da aldığı malları arkadaşlarıyla paylaştı.
* Aslı malum olan hediyeye iştirak caizdir.
* Birşeye rağbeti bilinen kimseden o şeyden hediyede bulunmasını talebetmek caizdir.
* Zâhiri helal olan bir şeyi kabzedip, vâki olan şüphe sebebiyle onda tasarrufta bulunmaktan kaçınmak caizdir.
* Nass bulunmayan hallerde içtihad caizdir.
* Ashab´ın gönlünde Kur´an´ın, hususen Fatiha´nın yüce makamı gözükmektedir.
* Bir kimsenin mukadder rızkına, o rızkı elinde bulunduran mani olamaz, nitekim Cenâb-ı Hakk, Ashab´a o oba halkının elindeki maldan rızık takdir etmiş, halbuki oba halkı önce onları ağırlamaya yanaşmamıştır. Ancak Cenâb-ı Hakk, akreb sokma hadisesini sebep kılarak Ashab´ın onlar elindeki rızkını onlara ulaştırmıştır.
* Hadiste bir başka yüce hikmet mevcuttur. Şöyle ki: Cenâb-ı Hakk, öncelikle, Ashab´ı ağırlamaktan imtina işinde baş çeken reisi cezalandırdı. Çünkü insanların âdeti, büyüklerin emrine uymaktır. İmtina sebebiyle reisleri hususi olarak cezalandırılınca, muvafık bir cezanın öbürlerinin tamamına geleceği tabiidir. Reisin hususi cezaya uğramasında bir başka hikmet daha var. O da şudur: Kendisinden şifa istenen kimsenin dilediği şeyde -ne kadar çok da olsa- onun talebine uyulma sağlanmıştır. Zira, akrebin soktuğu kimse sıradan biri olsaydı, kendilerinden taleb edilen miktarı ödemeye güce yetmezdi.
* Rukye mukabilinde ücret almak caizdir.
* Kur´an öğretmeye mukabil ücret alma hususunda Ulema ihtilaf etmişse de umumiyetle cevazına hükmetmiştir. Buhârî´nin kaydına göre, Şâbi: “Muallim belli bir şey verilmesini şart koşmaz, ne verilirse onu alsın” der. el-Hakem: “Muallim´in ücret almasını mekruh addeden hiç kimse görmedim” demiştir. Hz. Muaviye´ye bu hususta sorulunca: “Onun ücrete hakkı olduğu reyindeyim” der. Hasan-ı Basrî kendisini yetiştiren hocaya on dirhem ödemiştir. Bir başka rivayette Hasan-ı Basrî´nin, önceden ücret şartı koşmayı mekruh addetmekle birlikte: “Muallimin yazı öğretmesi mukabilinde ücret almasında bir beis yok” dediği rivayet edilmiştir. Katâde´nin: “İnsanlar üç şey ihdas ettiler, bunlar üzerine ücret alınmaz: Damızlık aşırtmak, mal taksimi, ta´lim” dediği kaydedilir. Hanefîler ise rukye için ücreti caiz görseler de talim için caiz görmemişlerdir: “Çünkü demişlerdir, Kur´an´ın öğretilmesi ibadettir, onun ücreti Allah´a aittir.”[194]
İKİNCİ FASIL
RUKYEDEN NEHİY
ـ4034 ـ1ـ عن عمران بن حصين رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَدْخُلُ الجَنَّةَ مِنْ أمَّتِى سَبْعُونَ ألْفاً بِغَيْرِ حِسَابٍ. قِيلَ: مَنْ هُمْ يَا رَسُولَ اللّهِ؟ قَالَ: الَّذِين َ يَكْتَوُونَ، وََ يَسْتَرْقُونَ، وََ يَتَطَيَّرُونَ، وَعلى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ، فَقَامَ عُكّاشَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه فقَالَ: ادْعُ اللّه تَعالى أنْ يَجْعَلَنِى مَنْهُمْ قَالَ: أنْتَ مِنْهُمْ، فَقَامَ آخَرُ، فقَالَ يَا نَبِىَّ اللّه: ادْعُ اللّه أنْ يَجْعَلَنِى مَنْهُمْ؟ فَقَالَ: سَبَقَكَ بِهَا عُكَّاشَةُ[. أخرجه مسلم .
1. (4034)- İmran İbnu Husayn (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Ümmetimden yetmişbin kişi (Mahşer´ de) hesaba çekilmeden cennete girecektir!” buyurdular. Kendisine: “Ey Allah´ın Resulü! Bunlar kimlerdir ” diye sual edildi.
“Onlar, kendilerini dağlatmayanlar, rukyeye başvurmayanlar, teşâüm´e (uğursuzluğa) inanmıyanlar ve Rabblerine tevekkül edenlerdir!” buyurdu.
Ukkâşe (radıyallahu anh) kalkıp: “Ey Allah´ın Resûlü! Dua buyur, Allah beni onlardan kılsın!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Sen onlardansın!” müjdesini verdi. Bir başkası daha kalkıp: “Ey Allah´ın Resûlü! Beni de onlardan kılması için Allah´a dua ediver!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “O hususta Ukkâşe senden önce davrandı!” cevabını verdi.” [Müslim, İman, 371, (218).][195]
AÇIKLAMA:
Nevevî, bu hadis hakkında şu açıklamayı sunar: “Ülemâ bu hadisin ifade ettiği ma´nâ hususunda ihtilaf etmiştir. İmam Mâzirî der ki: “Bazı âlimler bu hadisten hareketle tedavinin mekruh olduğu hükmünü çıkardılar. Ama büyük çoğunluk bunun aksine hükmetmiştir. Bu husus, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan ilaçların ve yiyeceklerin faydası üzerine vârid olan çok sayıda hadisi delil olarak göstermişlerdir. Çörek otu, kust, sabır vs. bunlardandır. Keza Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın tedavi için bizzat ilaç kullanmış olmasını da delil olarak gösterdiler. Keza Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)´nın Resulullah´ın pekçok kereler tedavi olmasıyla ilgili haberleri, şifa için yaptığı dualar, Ashab´tan bazılarının rukye mukabili ücret almalarıyla ilgili hadis hepsi tedavinin cevazına hükmedenlere delil olmuştur. Bu söylenenler sabit olunca sadedinde olduğumuz hadiste ifade edilen rukye ile ilgili yasaklama hükmünü, ilaçların tabiatı icabı faydalı olduklarına itikad edip işi Allah´a tefvîz etmeyen kimselere hamletmek gerekir.” Kadı İyaz der ki: “Bu te´vili, hadis aleyhinde konuşan birçokları benimsemiştir ancak bu tevil doğru değildir. Zira Aleyhissalâtu vesselâm bu kimselerin meziyet ve fazilet sahibi olduklarını, cennete sorgusuz sualsiz gireceklerini onların yüzlerinin dolunay gecesindeki ay gibi parlayacağını haber vermiştir. Eğer bu tevilcilerin dediği gibi olsaydı, o kimselerin bu faziletlerle mümtaz kılınmamaları gerekirdi. Zira bu, bütün mü´minlerin müşterek inancıdır. Kim bunun hilafı bir itikada düşerse kâfir olur.”
Ulema ve ilm-i meânî âlimleri bu hususta tahlillerde bulundular. Ebu Süleymân el-Hattâbî ve bazıları, buradan rukyeye başvurmayı, Allah Teâlâ hazretlerine tevekkül edip, kazasına ve belasına rıza göstererek terkedenlerin kastedildiğini söylediler. Nitekim Hattâbî: Bu, imanda tahkike erenlerin ulaşacağı en yüce mertebedir” der ve bu görüşe zâhip olanları ismen zikreder, el-Kâdı der ki: “Bu sadedinde olduğumuz hadisin zâhiridir. Bu itikadın muktezası da şudur: Hadiste zikri geçen dağlama ve rukye ile (burada zikri geçmeyen) diğer tıp çeşitleri arasında bir fark yoktur.”
Dâvudî de şunu söyler: “Hadiste kastedilen şey sıhhatli iken (hastalanmayayım diye) yapılanlardır. Zira, hastalığı olmayan kimsenin temîmeler (muskalar) taşıması, rukyeler istimal etmesi mekruhtur. Ama bunu, kendinde hastalık olan kimselerin kullanması caizdir.”
Bazı âlimler, kerahetin bir sebebe binaen, tedavi çeşitleri arasında sadece rukyeler ve dağlama ile ilgili olduğunu söylemiştir: “Çünkü derler, tedavi tevekküle aykırı değildir, zira bizzat Aleyhissalâtu vesselâm ve pek çok selef büyükleri tedaviye başvurdular. Yeme, içme gibi her bir vasıta açlık ve susuzluğun giderilmesinde kesin gerekli şeylerdir. Bunlara müracaat, mütekellimler nazarında tevekküle halel getirmez. Bu sebeple onlarla açlık susuzluk gibi zaruri ihtiyacın giderilmesi suretiyle sıhhate kavuşmak yasaklanamaz. İşte bundan dolayı, Ulema, kişinin kendi ve ailesinin gıdası için kazançta bulunmayı tevekküle aykırı bulmamıştır, yeter ki, rızkına olan güveni, kesbi sebebiyle olmasın ve bütün bunlarda işini Allah´a tefvîz etmiş olsun.
Tedavi ve dağlama arasındaki fark hususunda söz uzar. Kısaca söylemek gerekirse Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) her ikisini de mübah kılmış ve onları sena buyurmuştur. Ancak ben, kifayet miktarınca kısa bir hatırlatmada bulunacağım. Şöyle ki: Aleyhissalâtu vesselâm, kendisi için olsun, başkası için olsun tedaviye başvurmuştur. Kendisine dağ vurmamış, fakat başkasını dağlamıştır. Sahih rivayette, ümmetini dağlamadan yasaklamış: “Dağlanmayı sevmiyorum” demiştir.” Kadı İyaz´ın sözü burada sona erdi. Doğruyu Allah bilir. Hadisin ma´nâsında zâhir olan, Hattâbî´nin tercih ettiği görüşle ona bu hususta muvafakat edenlerin görüşüdür, bunu az yukarıda kaydettik. Ondan çıkan sonuç şudur: Hadiste övülenler, Allah´a olan tefvîzleri mükemmel olup, başlarına gelen şeyleri bertaraf etmede sebeplere başvurmayan kimselerdir. Bu haletin faziletinde ve bu hali taşıyanın üstünlüğünde şüphe yoktur. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın gerek kendisi ve gerek başkası için tedaviye başvurmuş olma hadisesine gelince, bu bize cevazı beyan içindir. Doğruyu Allah bilir.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hadiste geçen “Onlar… Rablerine tevekkül edenlerdir” sözüne gelince: Halef ve seleften âlimlerin, buradaki tevekkülün hakikatı hususunda görüşleri ihtilaflıdır. İmam Ebu Cafer et-Taberî ve başkasının, bir kısım seleften hikaye ettiğine göre onlar: “Tevekkül ismine, vahşi hayvan olsun veya düşman olsun Allah´tan başka hiçbir şeyin korkusu kalbine girmemiş, hatta, Allah´ın rızk hususunda kendine verdiği garantiye itimad ederek rızk talebetme hususunda koşmayı terketmiş olandan başka kimse layık değildir” demişlerdir. Bunlar görüşlerine, bu sadedde gelen bir kısım rivayetleri delil olarak göstermişlerdir. Bir grup âlim de şöyle demiştir: “Bunun ölçüsü Allah´a güven ve O´nun kazasının nafiz olduğu hususundaki yakîndir, yeyip içecek nevinden zaruri olan şeyleri kazanmada Allah´ın Resulünün sünnetine ittibadır, Peygamberlerin (aleyhimusselam) yaptığı gibi düşmandan kaçınmaktır.” el-Kadı İyâz der ki: “Bu görüş, Taberî´nin ve fukahanın tercih ettiği görüştür. Önceki görüş bir kısım tasavvuf ehlinin ve kalpler ilmi ve işaretle meşgul olanların görüşüdür. Bunlardan muhakkik olanlar cumhurun mezhebine yakîn bir görüş benimsediler. Lakin onların nezdinde de tevekkül ismi, esbaba meyil ve ünsiyeti olanlara sahih olmaz. Aksine, sebepleri yapmak, Allah´ın sünnetidir. O´nun hikmetidir, kişinin bir menfaati celb, bir mazarratı defedemiyeceği hususunda kesin bilgisidir. Her şey tek olan Allah´tandır.” Kadı İyaz´ın sözü bitti.
el-İmam el-Üstâz Ebu´l-Kasım el-Kuşeyrî merhum der ki: “Bil ki tevekkülün mahalli kalbtir. Zâhire göre hareket etmek kalbteki tevvekküle zıt değildir, yeter ki kul, güvenin Allah´a olacağını bilsin. Bir şey zorlaşırsa bu O´nun takdiriyledir, eğer kolaylaşırsa bu da O´nun kolaylaştırmasıyladır.” Sehl İbnu Abdillah et-Tüsterî der ki: “Tevekkül, kişinin kendisini Allah´ın dilediği şekle bırakmasıdır.” Ebu Osman el-Cebrî der ki: “Tevekkül, Allah´a güvenle birlikte O´nunla iktifa etmektir.” Şu da söylenmiştir: “Tevekkül azlığın ve çokluğun kişi nazarında müsâvi olmasıdır.” Doğruyu Allah bilir.[196]
ـ4035 ـ2ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: إنَّ في الرُّقَى وَالتَّمَائِمِ وَالتِّوَلَةِ شِرْكاً، فقَالَتِ امْرَأةٌ: َ تَقُولُوا هذَا لَقَدْ كَانَتْ عَيْنِى تَقْذِفُ فَكُنْتُ أخْتَلِفُ إلى فَُنٍ الْيَهُودِىِّ فَيْرقِينِى فَتَسْكُنُ. قَالَ: عَبْدُاللّهِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: إنَّمَا ذلِكَ عَمَلُ الشَّيْطَانِ، كَانَ يَنْخُسُهَا بِيَدِهِ، فإذَا رَقَاكِ كَفَّ عَنْهَا. إنَّمَا كَانَ يَكْفِيكِ أنْ تَقُولِى كَمَا كَانَ رَسُولُ اللّه #: يَقُولُ: أذْهِبِ الْبَاسَ رَبَّ النَّاس أَشْفِ أنْتَ الشَّافِى، َ شِفَاءَ إَّ شِفَاؤُكَ شِفَاءً َ يُغَادِرُ سَقَماً[. أخرجه أبو داود.»التِّوَلَةُ« بكسر التاء وفتح الواو: ما يحبب المرأة إلى زوجها من أنواع السحر .
2. (4035)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim, diyordu ki: “Rukyelerde, temîmelerde (muskalarda), tivelelerde (muhabbet muskası) bir nevi şirk vardır.” Bunu işiten bir kadın atılarak, (İbnu Mes´ud´a): “Böyle söylemeyin, benim gözüm ağrıyordu. Falan yahudiye gittim geldim. O bana rukye yaptı. Ağrım kesildi” dedi. Abdullah İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) tereddüt etmeden, “Bu (ağrı) şeytanın işiydi, o eliyle dürtüyordu, sana rukye yapılınca vazgeçti. Bu durumda sana Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) gibi, şöyle söylemen kafidir: “Ezhibi´lbâs Rabbe´nnâs eşfi ente´ş-Şâfi, Lâ şifâe illâ şifâuke, şifâen lâ yuğâdiru sakamen. (Ey insanların Rabbi, acıyı gider, şifa ver, sen Şâfisin. Senin şifandan başka bir şifa yoktur, hiçbir hastalık bırakmayan bir şifa istiyorum.” [Ebu Dâvud, Tıbb 17, (3883).][197]
AÇIKLAMA:
1- Tivele, dilimizde “muhabbet muskası” denen karı ile kocayı birbirine sevdirme gayesiyle yapılan sihrin adıdır. Aliyyu´l-Karî şöyle tarif eder: “Bu bir nevi sihirdir. Ya üzerine sihir okunan bir ipliktir, yahut yine üzerine sihir yazılan bir kağıttır, muhabbet veya bir başka maksadla yapılır.”
2- Rukye ve temîmelerin şirke nisbetini bunların açık veya kapalı şirke müncer olacak telakki ve inançların kaynağı olmalarıyla izah ederler. El-Kâdi der ki: “Bunlara şirk ıtlak etmiş olması, ya Aleyhissalâtu vesselâm zamanında herkesçe bilinen ve cahiliye devrinden beri uyulagelmekte olunan şekli sebebiyledir ki bu şekil, şirki tazammun eden (içine alan, ihtiva eden) bir mahiyette idi; yahut da bunun kullanılması, onun tesir edeceğine olan itikada delalet etmesi sebebiyledir, bu inanç ise şirke götürür. (Çünkü hadiseler Allah´ın yaratması ve izni ile husûle gelmektedir, onsuz muskanın, rukyenin tesiri olamaz.)” Nitekim Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan mervi olan rukyede, bu çeşit sakat inançları tashih ve izale edici ibare mevcuttur: “Ey insanların Rabbi, acıyı gider, şifa ver. Sen Şâfisin. Senin şifandan başka bir şifa yoktur…”[198]
ـ4036 ـ3ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سُئِلَ رَسُولُ اللّهِ # عَنِ النُّشْرَةِ فَقَالَ: هُوَ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ[. أخرجه أبو داود.»النُّشْرَةُ«: مَا يحل به عن المريض ما خامره من الداء .
3. (4036)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan nüşre hakkında sorulmuştu: “O şeytan işidir!” buyurdu.” [Ebu Dâvud, Tıbb 9, (3868).][199]
AÇIKLAMA:
1- Nüşre rukye´nin bir çeşididir. İbnu´l-Esîr, bunu “Cin değmesine mâruz kaldığı sanılan kimsenin tedavisi için başvurulan bir rukye ve ilaç” olarak tarif eder ve bu rukyenin nüşre diye isimlenmesini, onunla kişiyi kapayıp örten hastalığın çözülüp dağıtıldığına (neşredildiğine) inanılması ile izah eder.[200] Daha açık bir ifade ile nüşre, cine tutulduğu zannedilen kimsenin cinlerini dağıtmak için yapılan rukyeye denmektedir. Görüldüğü üzere bir sihir çeşididir. Fethu´l-Vedud´da, bunun sihir addedilmesi hususunda bir başka ihtimal ileri sürülür: “Belki de, nüşre rukyesi, şeytan isimleri ihtiva ediyordu veya malum olmayan bir dille yapılmış idi, bu sebeple sihre nisbet edildi. Nüşre denmesi de, hastalığın onunla dağıtılması, belanın onunla inkişaf ettirilip açılmasından dolayıdır.”
2- Nüşre´nin “şeytan işi” olarak tavsifi, rukye hakkında önceki hadiste açıklanan aynı gerekçelere dayanır. Bir kere bu da cahiliye devrinden beri bilinen, uygulanan bir metoddur. O devirden intikal eden şeylerin İslâmî ruha uygunluğu bir tesadüf işidir. Hele, böylesi cin tutması gibi gaybî, ruhanî meselelere müteallik olunca. Üstelik bu ameliye tedavi edici bir tesir maksadıyla yapılmaktadır. Hâsıl olacak her çeşit neticenin Allah´tan bilinmesi gerekirken, cahiliye geleneği icabı yapılan ameliyeden bilinmesi şirk olmakta şeytan işi olmaktadır. Âlimlerimiz, başka hadislerin ruhsatından hareketle Kur´an âyetleri, esmâ-i ilâhiye, Rabbânî sıfatlar, Resulullah´tan mervi me´sur dualar ihtiva eden rukyelerin, nüşrelerin bir mahzuru olmadığını belirtmişlerdir. Şu halde Resulullah´ın reddi, cahiliye tarzındaki rukyelerle, İslamî muhtevayı taşan nüşrelerle ilgilidir.[201]
ـ4037 ـ4ـ وعن عيسى بن حمزة قال: ]دَخَلْتُ عَلى عَبْدِاللّهِ بْنِ عُكَيْمٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه وَبِهِ حُمْرَةٌ، فَقُلْتُ: أَ تُعَلِّقُ تَمِيمَةً؟ فقَالَ: نَعُوذُ بِاللّهِ مِنْ ذلِكَ. قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ تَعَلَّقَ شَيْئاً وُكِلَ إلَيْهِ[. أخرجه أبو داود .
4. (4037)- İsa İbnu Hamza rahimehullah anlatıyor: “Abdullah İbnu Ukeym (radıyallahu anh)´ın yanına girdim. Kendisinde kızıllık vardı. “Temîme (muska) takmıyor musun ” diye sordum. Bana şu cevabı verdi: “Bundan Allah´a sığınırım. Zira Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştu: “Kim bir şey takınırsa, ona havale edilir.” [Tirmizî, Tıbb 24, (2073).][202]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis Teysîr´de Ebu Dâvud´a nisbet edilmekte ise de gösterdiğimiz üzere Tirmizî´de yer almaktadır. Suyûti el-Cami´us-Sagîr´de hadisin Ahmed İbnu Hanbel ve Hâkim tarafından da tahric edildiğine işaret eder. Hadisin Tirmizî´deki vechi ile yukarıda kaydedilen vechi arasında farklılıklar var. Orada “Bundan Allah´a sığınırım” yerine “ölüm bundan daha yakın” cümlesi yer alır.
2- Bu babta bir başka hadis, Ukbe İbnu Âmir (radıyallahu anh) tarafından rivayet edilmiştir: “Kim bir temîme takarsa Allah muradına erdirmesin, kim bir nazarlık[203] takarsa Allah nazardan saklamasın.”
3- Bir kimsenin taktığı şeye havale edilmesi, şifanın o şeye bırakılmasıdır. Şifayı veren Allah olduğuna, O´nun dışında hiç bir şey şifa veremeyeceğine göre, kişinin şifasının taktığı şeye bırakılması, şifasız kalması, umduğuna ermemesi demektir.
Münâvî´nin açıklamasıyla bundan murad şudur: “Kim bir cahiliye temîmesi takar ve bundan fayda umarak musibeti defedip bereket ve şifayı celbedeceğine inanırsa, bu davranışı haramdır, haramda ise devâ yoktur.” Münâvî hadisle ilgili açıklamalarına şöyle devam eder: “Yahud, mezkur itikadlara düşmese bile, ma´nâsını bilmediği şeyler ihtiva eden temîme takmasının hükmü de aynıdır, zira, kim Allah´ın sarih isimlerini ihtiva eden bir şey takarsa bu caizdir, hatta matlub ve mahbubdur. Zira kim meselesini Allah´ın esmasına tevkîl ederse, Allah onun elinden tutar. İbnu´l-Arabî´nin: “Allah´ın isimleri ve Kur´an âyetleri hususundaki sünnet, onların yazılıp takılması değil, okunmasıdır” sözü muteber değildir. Yahut ma´nâ şöyledir. “Kimin nefsi, Allah dışında bir mahluka takılır kalırsa, Allah o kimseyi bu mahluka havale eder, kim de ihtiyaçlarını Allah´a sunar ve O´na iltica eder ve bütün işlerini O´na tefvîz ederse, Allah onun bütün meselelerine kifayet eder, bütün uzakları ona yaklaştırır, bütün zorlukları ona kolaylaştırır. Kim de bir başkasına yapışır veya ilmine ve aklına güvenir, kendi güç ve kudretine itimad ederse Allah onu bu şeylere havale eder; kendi yardımından onu mahrum ve yoksun bırakır ve ihmal eder. Böylece istekleri gerçekleşmez, ümidleri yerine gelmez. Bu söylenenler, pek çok şer´î nasslar ve fiilî tecrübelerde kesinlik kazanmış bir husustur.”
Hülasa temîme, rukye, muska, nüşre, vede´a gibi nazara, hastalıklara, kederlere vs.´ye karşı başvurulan her çeşit okuma ve takınma ile ilgili olarak gelen yasakların cahiliye âdâbına uygun ma´nâsız veya küfür ifade eden bir muhtevada olanları ve mededi, te´siri onlardan bekler gibi bir inançla hareket etmeleri kastedilmektedir. Bu söylenen kirliliklerden pak olan İslamî muhtevalı, İslamî inanca uygun telakkiler içinde yer verilenler yasağın dışında kalmaktadır. Bu hususta ülemâ ittifak etmiştir. Buna daha bazı münferid karşı çıkmalar olmuş ise de ümmetin yolu ekseriyetin, cumhurun yoludur.[204]
ÜÇÜNCÜ FASIL
TAUN VE VEBA
ـ4038 ـ1ـ عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]سُئِلَ رَسُولُ اللّهِ # عَنِ الطَّاعُون فَقَالَ: كَانَ عَذَاباً يَبْعَثُهُ اللّهُ تَعالى عَلى مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ فَجَعَلَهُ اللّهُ رَحْمَةً لِلْمُؤمِنِينَ، مَا مِنْ عَبْدٍ يَكُونُ فِى بَلَدٍ فِيهِ الطَّاعُونُ فَيَمْكُثُ فِىهِ َ يَخْرُجُ صَابِراً مُحْتَسَباً يَعْلَمُ أنَّهُ َ يُصِيبُهُ إَّ مَا كَتَبَ اللّهُ لَهُ. إَّ كَانَ لَهُ مَثْلُ أجْرِ شَهِيدٍ[. أخرجه البخارى .
1. (4038)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a tâundan sual edilmişti. Şu cevabı verdi: “O, sizden öncekilere Allah´ın gönderdiği bir azabtı. (Şimdi) Allah onu mü´minlere bir rahmet kıldı. Tâun çıkan memlekette bulunan bir kul, kendisine Allah´ın takdir ettiği şeyin ulaşacağını bilip, sevap umuduyla sabredip orada kalır ve dışarı çıkmazsa, mutlaka ona şehid sevabının bir misli verilir.” [Buhârî, Tıbb 31, Enbiya 50, Kader 15.][205]
AÇIKLAMA:
1- Tâun, eski lügatçilere göre, daha ziyade, ölüme sebep olan salgın hastalık ma´nâsında kullanılmıştır. Bu açıdan umumî ölümlere sebebiyet veren salgınların hepsine tâun denilmiştir.[206] Veba bu salgınların en yaygını olması sebebiyle “tâun”la “veba” aynı ma´nâya gelen iki kelime durumuna gelmiştir. Öyle ki bazı müellifler, “tâun vebadır” demiştir.
en-Nihâye´de “Tâun, umumî bir hastalıktır, havayı ifsad eder, bu bozuk havayla da insanların beden ve mizaçları bozulur” denmiştir. Eski Ulemadan Ebu´l-Velid el-Bâcî´nin açıklaması da kayda değer: “Tâun, herhangi bir yerde insanlara gelen mutad hastalıkların hilafına, çok sayıda insana sirayet eden bir hastalıktır, o gelince, diğer vakitlerdekinin aksine, herkes aynı hastalığa yakalanmış olduğu halde, hastalıklar muhtelif olur.” İbnu Sîna´da şu bilgiyi sunmuştur: “Tâun zehirli bir maddedir, öldürücü şişler hâsıl eder. Bu şişler vücudun yumuşak yerlerinde ve koltuk altlarında ortaya çıkar. En çok koltuk altı ve kulak arkasında veya burun yumuşağının yanında görülür…” İbnu Sîna vebanın sebebiyle ilgili, devrindeki telakkiye uygun açıklamalara geçer ki kaydetmeyi gerekli görmüyoruz. Zira veba, 1894 yılında keşfedilen mikrobuyla mahiyeti hakında daha sağlıklı bilgiye kavuşulmuştur.
2- Bizim için burada, Veba mevzuunda Resulullah´ın getirdiği tedbirler, onun va´zettiği beyanlar mühimdir. Sadedinde olduğumuz rivayet bunu, kâfirler için Allah´ın bir cezası olduğu halde, sabretmeleri şartıyla mü´minler için Allah´ın bir rahmeti olarak gösterir. Hadis dikkatlice incelendiği takdirde, sabırdan maksadın, hastalık bulunduğumuz yerde zuhur etmişse “bana da bulaşmasın” endişesine kapılarak orayı terketmemek olduğu anlaşılır. Yani, bulunduğu beldede veba çıkan mü´min “Allah´ın yazdığı bana ulaşır” diye düşünüp orayı terketmeyecek, yerinde kalacaktır. İşte bu davranışı izhar eden kimse şehid sevabı alcaktır. Yine Buhârî´de gelen bir başka rivayette Resulullah, “veba çıkan yere gitmemeyi” de emretmiştir. Öyle ise sabırdan hem vebalı yerden çıkmamayı, hem de vebalı yere gitmemeyi anlamak gerekecek ki, bu, hastalığın yayılmasını önlemede en mühim tedbir olan karantina´dır.
3- Hadiste, vebanın kafirlere azab, mü´minlere rahmet olduğu belirtilmektedir. Bazı âlimler, âsi ve fâsıklar hakkında da rahmet mi, çünkü onlar da mü´mindir diye bir soru sorup cevap aramışlardır. Aksi için de rahmet olmadığı kanaatinde olan İslam alimleri derler ki: “Âsi”den maksad “büyük günah işleyen” dir. Eğer o, isyanında ısrarlı bir halde iken tâuna yakalanırsa, şehid olmaz. Çünkü, hakkında “İşlemekte olduğu isyanın uğursuzluğu sebebiyle şehidlik derecesinin ikram edilmesine müstehak olmaz” hükmünü vermemizi gerektiren şu âyet var. (Meâlen): “Yoksa kötülük işleyen kimseler, ölümlerinde ve hayatlarında, kendilerini, iman edip salih ameller işleyen kimseler ile bir tutacağımızı mı zannederler Ne kötü hükmediyorlar” (Câsiye 21).
Ayrıca, İbnu Mâce´de Hz. Ömer´den merfu olarak gelen bir rivayet, vebanın insanların fâhiş isyanları sebebiyle bir ceza olarak çıktığını ifade etmektedir: “Bir kavimde fuhşiyat (haramlar) zuhur eder ve alenen işlenirse, aralarında veba ve daha önce gelip geçmiş olan atalarında görülmeyen hastalıklar zuhur eder.”[207] İbnu Hacer, bu hadisin zayıf olduğunu belirtir, ancak başka benzer rivayetlerle kuvvet kazandığını da göstermeyi ihmal etmez ve vebanın insanların isyanına bir ceza olduğu hususundaki kanaatini izhar eder. Bütün bunlara rağmen Hz. Enes´ten gelen الطَّاعُونُ شَهَادَةٌ لِكُلِّ مُسْلِمٍ hadisindeki ıtlakı esas alarak, “Âsi olan müslüman da şehadet ücreti alacaktır” diyecekleri kesin bir dille reddetmez ve bu itiraza şöyle bir cevap verir: “Günahlara batan mü´minin de şehidlik ücreti alması, kâmil mü´minin alacağı şehidlik ücretiyle eşit derecede olmasını gerektirmez. Zira şehidliğin dereceleri çoktur. Nitekim âsilerin derecesi de çok farklıdır. Âsi vardır, Allah yolunda ilayı kelimetullah için cihad sırasında kaçarken değil, ileri atılırken mücâhid olarak ölür. Allah´ın bu Ümmet-i Muhammed´e olan rahmetlerinden biri de cezasını ta´cil ederek dünyada iken vermesidir. Bu durum, tâuna uğrayan kimseye şehid ecrinin gelmesine mani değildir, hele çoğu bu günaha bulaşmamış iken musibet gelmişse… Allah musibeti ayırım yapmadan herkese birden gönderir, çünkü fuhuş etmeyenler de münkeri kaldırma hususunda gerekli gayreti göstermemişlerdir. Nitekim Ahmed İbnu Hanbel´in tahric ettiği Utbe hadisinde Aleyhissalâtu vesselâm der ki: “Üç çeşit ölüm vardır: Kişi var, malıyla canıyla Allah yolunda cihad eder, hatta düşmanla karşılaşır, onunla savaşırken öldürülür. İşte bu, Allah´ın Arşı altındaki çadırında müftehirdir. Ona, sadece peygamberler “peygamberlik” derecesiyle üstündürler. Kişi var, nefsini bir kısım hata ve günahlara atmıştır. O da nefsiyle, malıyla Allah yolunda cihad etmiş, düşmanla karşılaşınca da öldürülünceye kadar çarpışmıştır. Böylece hataları silinmiştir. Çünkü kılıç hataları siler. Kişi vardır münâfıktır. Nefsiyle, malıyla ölünceye kadar cihad eder, bu ateştedir. Zira kılıç münafıklığın (günahını) silmez.”
İbnu Hacer, devamla der ki: “Şehidin (kula olan) borcu hariç bütün günahları affedilir” hadisine gelince, bu hadisten şehidliğin bazı günahlara kefaret olmadığı hükmünü çıkarırız. Ancak bazı günahların varlığı, şehidlik derecesinin alınmasına mani değildir. Şehidliğin ma´nâsı şudur: “Allah Teâlâ hazretleri, -bunu kazanana- hususi bir sevap verir, ziyade bir ikramda bulunur.” Öyleyse hadis şu hususu açıklamış olmaktadır: Allah şehidden, kul hakları dışındaki günahlarını affeder. Eğer, şehidin salih amelleri bulunduğu, şehidliğinin de haklar dışındaki günahlarına kefaret olduğu farzedilse, onun salih amellerinin, kul haklarına ödemede ona yardımcı olacağı, yine de kendisine şehidlik mertebesinin eksiksiz bâki kalacağı söylenebilir. Ancak, sâlih amelleri yoksa, o takdirde durumu, Allah´ın meşîetine kalmıştır. Doğruyu Allah bilir.”
4- Hadiste zikredilen “sabret”mek kaydı, veba karşısında alınacak mühim tavırlardan biri olmalıdır. Sabredilmediği takdirde şehidlik sevabının elde edilemeyeceği hükmü çıkarılmıştır. İbnu Hacer der ki: “Sabrederek demek, kendisine üzüntü ve gam vermeyen, aksine Allah´ın kazasına razı olarak emrine teslim olan demektir. Bu hal, vebada ölene, şehâdet ecrinin husûlü için şart kılınmıştır. Bu da, vebanın çıktığı yerde kalıp, oradan kaçmak gayesiyle bir başka yere gitmemektir. Nitekim bu, başka hadislerde daha sarih bir üslubla yasaklanmıştır.” (İbnu Hacer´in kastettiği hadis müteakiben kaydedilecek.)[208]
ـ4039 ـ2ـ عن أسامة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا سَمِعْتُمْ بِالطَّاعُونِ بِأرْضٍ فََ تَدْخُلُوهَا، وَإذَا وَقَعَ بِأرْضٍ، وَأنْتُمْ بِهَا فََ تَخْرُجُوا مِنْهَا[. أخرجه البخاري الثَّثَةُ وَالتّرمذي .
2. (4039)- Hz. Üsâme (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir yerde veba çıktığını duyarsanız oraya girmeyiniz, bulunduğunuz yerde veba çıkmışsa oradan ayrılmayınız.” [Buhârî, Tıbb 30, Enbiya 50, Hiyel 13; Müslim, Selâm 92, (2218); Muvatta, Câmi 23, (2, 896); Tirmizî, Cenâiz 66, (1065).][209]
ـ4040 ـ3ـ وعن يحيى بن عبداللّهِ بن بحير قال: ]أخْبَرَنِى مَنْ سَمِعَ
فَرْوَةَ بْنِ مُسَيْكٍ المُرَادِىَّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه يَقُولُ: قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ عِنْدَنَا أرْضٌ يُقَالُ لَهَا أبْيَنُ هِىَ أرْضُ رِيفِنَا وَمِيرتِنَا، وَهِىَ وِبِيئَةٌ؟ فَقَالَ: دَعْهَا عَنْكَ، وَإنَّ مِنَ القَرَفِ التَّلَفَ[. أخرجه أبو داود.»الرِّيفُ«: ا‘رض ذات الزرع والخصب.وَ»المِيرَةُ«: الطعام.و»الْقَرَفُ«: الدنوّ من الشئ، وكل شئ دانيته قد قارفته.و»التَّلَفُ«: الهك أراد أن من قرب من المريض، ودنا منه تلف، وليس هذا من باب العدوى بل من باب الطب .
3. (4040)- Yahya İbnu Abdillah İbnu Bahîr anlatıyor: “Bana, Ferve İbnu Müseyk el-Murâdî (radıyallahu anh)´ın şu sözünü dinleyen zât haber verdi: “Ey Allah´ın Resulü! dedim, yanımızda Ebyen denen bir yer var. Burası bizim ekim yerimiz ve geçim kaynağımızdır. Ancak vebalı bir yerdir. (Bize ne yapmamızı tavsiye edersiniz) ” Aleyhissalâtu vesselâm şu cevabı verdi: “Orayı tamamen bırak. Zira hastalığa yaklaşmada helak var!” [Ebu Dâvud, Tıbb 24, (3923).][210]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıdaki iki hadis veba bulunan yere yakınlaşmama hususunda Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan vârid olan sarih hadislerdendir. Âlimler, bu davranışın teşâüm inancı olmayıp tıb olduğunu bilhassa belirtirler. Hattâbî, “Çünkü der, sâlih hava aramak, bedenlerin sıhhati için yardımcı vasıtalardan biridir. Bozuk hava da tabiblere göre bedenlerin hasta olması için en zararlı unsurlardan biridir. Her şeye rağmen bütün bunlar Allah´ın izni ve dilemesiyle cereyan eder.”
2- Önceki hadiste ifade edilen “vebalı yere gitme ve vebalı yerden çıkma yasağının hükmü âlimlerce münâkaşa edilmiştir: Haram mı ifade ediyor, tenzih mi
Bazı âlimler bunun caiz olduğuna hükmetmiştir.
Bu görüşü iltizam edenler, sahabeden bazılarının vebalı yerden çıkmalarına örnek verirler: Ebu Musa el-Eşarî, Muğire İbnu Şu´be gibi. Keza Tâbiîn´den el-Esved İbnu Hilal, Mesrûk…
Bir grup âlim vebalı yere girmek veya oradan çıkmanın tenzîhen mekruh olduğuna, dolayısıyla tevekkülü galebe çalan kimselerin girip çıkmalarında bir mahsur olmadığına hükmetmişlerdir.
Bazı âlimler de, kaydedilen hadislerin zahirlerini esas alarak, “Bunlarda nehiy sabittir” diyerek vebalı yere gitmenin veya öyle bir yerden çıkmanın “haram” olduğuna hükmetmişlerdir. Bu görüşte olan ülemâ, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan bu mesele üzerine gelmiş bulunan vaîd´i (şiddetli tehdîdi) de delil olarak göstererek, görüşlerini takviye ederler: Ahmed İbnu Hanbel ve İbnu Huzeyme´den gelen uzunca bir hadiste şu ibâre geçer: “Vebalı yerde ikâmet eden şehid gibidir, oradan kaçan da cepheden kaçan gibidir.” Keza bir başka hadiste “Tâundan kaçan cepheden kaçan gibidir, tâunda sabreden cephede sabreden gibidir.” Bilindiği üzere, cepheden kaçmak büyük günahlardandır, yani haramdır. Ayrıca ülemâ, bir amele, haram olduğu belirtilen amellerinkine benzer şiddetli ceza takdirini (veya şiddetli ceza vaîdinin beyanını) o amelin de haram hükmüne girmesine delil yapmışlar ve bunu bir kaide olarak tesbit etmişlerdir.
Veba çıkan yere girmeme hususunda meşhur bir tatbikat Hz. Ömer´ den rivayet edilmiştir. Buhârî´de de yer almış olmasına rağmen, Teysîr müellifinin buraya almadığı rivayetin tercümesini kaydediyoruz:”
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Ömer İbnu´l-Hattâb (radıyallahu anh) Şâm´a (Suriye´ye müteveccihen yola) çıktı. Sarğ denen yere gelince Ebu Ubeyde İbnu´l-Cerrah ve maiyetiyle karşılaştı. Bunlar bölgedeki İslam ordusunun komutanlarıydı. Hz. Ömer´e Suriye´de veba salgını çıktığını haber verdiler. Bunun üzerine Hz. Ömer (durumu ve alınacak kararı görüşerek, istişare etmeye karar verdi ve): “Bana ilk muhacirleri çağırın!” emretti. Onlar geldiler. Hepsiyle istişare etti, onlara Suriye´de veba salgını çıktığını bildirdi. Nasıl davranılacağı hususunda görüş birliğine varamadılar. Bazıları: “Biz bir maksadla çıktık, buradan geri dönülmesini uygun görmüyoruz” diyordu. Bazıları da: “İnsanların geri kısmı ve Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Ashab´ı seninle beraberdir. Bunları, vebanın üzerine sürmenizi münasip görmüyoruz” dediler. Hz. Ömer (radıyallahu anh) onlara: “Beni (bir müddet) yalnız bırakın!” dedi. Sonra: “Bana Ensârı çağırın!” emretti. Ben de onları çağırdım. Hz. Ömer onlarla da istişare etti. Ensar da Muhacirler gibi fikir birliğine varamadılar, öbürleri gibi (bir kısmı gidelim, bir kısmı dönelim diyerek) ihtilaf ettiler. Hz. Ömer onlara da “beni (bir müddet) yalnız bırakın!” buyurdu. Sonra bana: “Burada Fetih muhacirlerinden olan Kureyşli yaşlılardan kim varsa bana onları çağır!”dedi. Onları da çağırdım. Bunlardan iki kişi olsun bir ihtilafa düşen olmadı. Hepsi aynı görüşte idi. “Biz, buradan toptan geri dönmeyi, hiç kimseyi vebanın üzerine göndermemenizi uygun görüyoruz!” dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer, halka ilan etti: “Ben sabahleyin geri dönüyorum, peşimden siz de gelin!” Ebu Ubeyde İbnu´l-Cerrâh bu emri muvafık bulmayarak, “Yani Allah´ın kaderinden mi kaçıyorsun ” (diyerek itiraz etmek istedi). Hz. Ömer (radıyallahu anh): “Ey Ebu Ubeyde! Bu sözü keşke başkası söyleseydi (de senden işitmeseydim). Evet biz Allah´ın kaderinden kaçıyor, Allah´ın kaderine iltaca ediyoruz! Şimdi sen devenle seyahat ederken iki yakalı bir vadiye uğrasan, bunun bir yakası münbit ve otlu, ötekisi kıraç ve otsuz, burada deveni münbit tarafta otlatman Allah kaderinden (değil de), kıraç tarafta otlatman mı Allah´ın kaderinden ” dedi. Bu sırada, bir ihtiyacı sebebiyle orada bulunmayan Abdurrahman İbnu Avf (radıyallahu anh) geldi. (Meseleye muttali olunca): Bu hususta ben kesin bir ilim sahibiyim, zira Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Bir yerde veba olduğunu işitince oraya girmeyin, bulunduğunuz yerde veba çıkacak olursa, ondan kaçmak için orayı terketmeyin!” dediğini işittim!” dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (radıyallahu anh) (kararlarındaki isabet sebebiyle) Allah´a hamdetti ve geri döndüler.”
Şunu da kaydedelim ki İbnu Hacer bu rivayeti açıklarken, Hz. Ömer´in bilahare bu geri dönme kararına pişman olduğuna dair bazı rivayetler de kaydeder.
Teferruata girmiyoruz. Ancak Dr. Zeki Çıkman´ın bir açıklamasını kaydediyoruz:
“Sirayet yoktur” ibaresi ile “veba bulunan yerden çıkmayınız veba bulunan yere girmeyiniz” hadis-i şerifleri birlikte mütalaa edilecek olursa, iki kesin ifadenin belirginliği ortaya çıkmaktadır.
1- Allahu Teâlâ takdir etmedikçe hastalık meydana gelmez. Bıçağın vazifesi kesmektir, buna rağmen Hz.İsmail aleyhisselâm´ı kesmesi yasaklandığı için kesmezken, taşı emredildiği için kesmesi gibi… Emir ve takdir altında bıçak eti kesmezken, taşı kesmişti.
Günümüz intaniye kliniklerinde yüzbinlerce doktor ve personel çalışmaktadır. Bunlar devamlı enfeksiyon viral hastalıklarla muhatap olmalarına rağmen, diğer klinik personellerine göre ölüm ve hastalık oranları eş değerdedir. Bu tesbit bile sâri hastalık iddiasının çürüklüğünü anlatmaya yeterlidir.
Şayet, temizlik ve dezenfeksiyon konularına dikkat edilmezse, her vaziyette olduğu gibi buralarda da hastalık insidansı (yüzdesi) artabilir. Bu da İslam´ın öngördüğü ve emrettiği temizlik şiarı ile ilgilidir.
2- İnsanlara karantina emredilmektedir. Bunun gerekçeleri şunlardır:
1) “Veba bulunan yere girmeyiniz” ibâresi “kendi varlığınızı ve sıhhatinizi tehlikeye atmayınız” demektir.
2) “Veba bulunan yerden çıkmayınız” ibaresi:
a- Hastalara yardımcı olmaktan uzak durmayınız ve kaçmayınız;
b- “Bünyenizde sessizce bulunan hastalık etkenini dışarıya taşıyarak, bağışıklığı bulunmayan insanlara bulaştırarak, onların sıhhat ve hayatlarını tehlikeye sokmayınız” ifadelerini taşımaktadır. Kaldı ki, hasta yanında bulunan ve sıhhatli olan insanlar bu hastalıklara karşı mukavemet ve bağışıklık kazanmışlardır.”(Z.Ç.)[211]
DÖRDÜNCÜ FASIL
GÖZ DEĞMESİ
ـ4041 ـ1ـ عن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #: العَيْنُ حَقٌّ، وَلَوْ كَانَ شَىْءٌ سَابِقٌ الْقَدَرَ سَبَقَتْهُ الْعَيْنُ، وَإذَا اسْتُغْسِلْتُمْ فَاغْسِلُوا[. أخرجه مسلم والترمذي، ولم يذكر: العين حق .
1. (4041)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Göz değmesi haktır. Eğer kaderi (delip) geçecek bir şey olsaydı, bu göz değmesi olurdu. Yıkanmanız taleb edilirse yıkanıverin.” [Müslim, Selam 42, (2188); Tirmizî, Tıbb 19, (2063), Tirmizî´de “Göz değmesi haktır” ibaresi yoktur.][212]
ـ4042 ـ2ـ وللشيخين وأبى داود وأبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ النَّبِىَّ # قالَ: الْعَيْنُ حَقٌّ[.زاد غير البخاري: »وَنَهى عَنِ الْوَشْمِ« .
2. (4042)- Sahîheyn ve Ebu Dâvud´da Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)´ tan: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Göz değmesi haktır” dediği rivayet edilmiştir.
Buhârî dışındaki rivayetlerde: “Dövme yapmayı da yasakladı” ziyadesi vardır.[213] [Buhârî, Tıbb 36, Libas 86; Müslim, Selam 41, (2187); Ebu Dâvud, Tıbb 15, (3879).][214]
ـ4043 ـ3ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كَانَ يُؤْمَرُ الْعَائِنُ أنْ
يَتَوضَّأ، ثُمّ يَغْتَسِلَ مِنْهُ الْمَعِينُ[. أخرجه أبو داود .
3. (4043)- Hz. Âişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Göze değene (âin) abdest alması emredilir, onun abdest suyu alınır, bununla göz değmesine uğrayan (maîn) yıkanırdı.” [Ebu Dâvud, Tıbb 15, (3880).][215]
ـ4044 ـ4ـ وعن محمد بن أبى أمامة بن سهل بن حنيف أنه سمع أباه يقول: ]اغْتَسَلَ أبِى سَهْلٌ رَضِيَ اللّهُ عَنْه بِالْخَرَّارِ فَنَزَعَ جُبَّةً كَانَتْ عَلَيْهِ، وَعَامِرُ بْنُ رَبِيعَةَ يَنْظُرُ إلَيْهِ، وَكَانَ سَهْلٌ شَدِيدَ الْبَيَاضِ حَسَنَ الْجِلْدِ، فقَالَ عَامِرٌ: مَا رَأيْتُ كَالْيَوْمِ، وََ جِلْدَ مُخَبَّأةٍ عَذْرَاءَ، فَوَعِكَ سَهْلٌ مَكَانَهُ فَاشْتَدَّ وَعَكُهُ فَأُخْبِرَ رَسولُ اللّهِ #، وَقِيلَ لَهُ: مَا يَرْفَعُ رَأسَهُ وَكَانَ قَدِ اكْتُتِبَ فِي جَيْشٍ، فَقَالُوا: هُوَ غَيْرُ رَائِحٍ مَعَكَ يَا رَسُولَ اللّهِ، وَاللّهِ مَا يَرْفَعُ رَأسَهُ، فَقَالَ: هَلْ تَتَّهِمُونَ بِهِ أحَداً؟ أَ بَرَّكْتَ؟ اغْتَسِلْ لَهُ، فَغَسَلَ عَامِرٌ وَجْهَهُ وَيَدَيْهِ وَمِرْفَقَيْهِ وَرُكْبَتَيْهِ، وَأطْرَافَ رِجْلَيْهِ، وَدَاخِلَ إزَارِهِ فِي قَدَحٍ، ثُمَّ صَبَّ ذلِكَ المَاءَ عَلَيْهِ رَجُلٌ مِنْ وَرَائِهِ، فَبَرأ مِنْ سَاعَتِهِ[. أخرجه مالك.»الخَرَّارُ« بخاء معجمة وراءين مهملتين: موضع بقرب الجحفة.و»الْمُخَبَّأةُ«: المخدّرة.و»الْعَذْرَاءُ«: البكر.وقوله »أَ بَرَّكْتَ«: أى ه دعوت له بالبركة.و»دَاخِلُ ا“زَارِ« الطرف الذي يلى جسد المؤتزر.
4. (4044)- Muhammed İbnu Ebî Ümâme İbni Sehl İbni Hanîf, babasından şunları işittiğini anlatmıştır: “Babam Sehl (radıyallahu anh) (Cuhfe yakınlarındaki) Harrâr nam mevkide yıkandı. Üzerindeki cübbeyi çıkardı. Bu sırada Âmir İbnu Rabî´a ona bakıyordu. Sehl, bembeyaz bir tene, güzel görünüşlü bir cilde sahipti. Âmir: “Ne bugünkü bir manzarayı, ne de böylesine ancak çadıra çekilmiş bâkirede bulunabilen bir cildi hiç görmedim” dedi. Sehl daha orada iken hummaya yakalandı ve rahatsızlığı şiddet peyda etti [ve yere yıkıldı]. Durum Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a haber verildi ve: “Başını kaldıramıyor” dendi. Halbuki Sehl orduya kaydedilmişti. “Ya Resulallah o, sizinle gelemez Vallahi başını bile kaldıramıyor!” dediler. Aleyhissalâtu vesselâm: “Onunla ilgili olarak herhangi bir kimseyi ittiham ediyor musunuz ” diye sordu. “Âmir İbnu Rebîa var” dediler. Resulullah, onu çağırtıp kendisine kızdı ve: “Sizden biri niye kardeşini öldürüyor Niye bir “Bârekallah!” demedin Onun için abdest al!” buyurdu. Bunun üzerine Âmir yüzünü, ellerini, kollarını, dizlerini ve ayaklarının etrafını ve izarının[216] içini bir kaba yıkadı. Sonra, bir adam bu suyu onun (Sehl´in) üzerine arkasından döktü; derken o ânında iyileşti.” (Muvatta, Ayn 1, (2, 938).][217]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen dört hadis, birbirini tamamlar mahiyettedir ve aynı hükmü ifade etmektedirler. Ülemânın açıklamalarına geçmeden mezkur hadislerde ifade edilen ana fikirleri şöyle özetleyebiliriz:
1) Göz değmesi haktır, inkar edilemez.
2) Göz değmesine karşı bazı tedbirler alınmalıdır.
3) Göz değmesine meydan vermemek için bir şey hoşa gidince Bârekallah demek gerekir.
4) Göz değmesine uğrayan kimseyi, düştüğü rahatsızlıktan kurtarmak için gözü değen kimseye abdest aldırtıp, abdest suyunu bir kabta toplayarak gözzedeye dökmek gerekmektedir. Şu halde babın ilk hadisinde (4041) geçen “…Yıkanmanız taleb edilirse yıkanıverin” emrini, “Gözünüz değdi diye hükme varılarak gözzedenin tedavisi için abdest almanız istenirse, bu hususta aksilik çıkarmayın, bu maksadla usulüne uygun tarzda abdest alarak abdest suyunu verin” demektir.
Şimdi bunları açıklayalım:[218]
1. Göz Değmesi Haktır:
“Göz değmesi haktır” sözünü âlimler “Bu inkârı mümkün olmayan bir hadisedir” diye anlamıştır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) göz değmesi hadisesinin mevcudiyeti hususunda ikna edebilmek için kader meselesine atıf yapmıştır: “Değiştirilmesi mümkün olmayan kaderi değiştirecek güçte birşey olsaydı, bu göz değmesi olabilirdi, yani göz değmesi bu kadar kesin bir hâdisedir.”
Hadisi açıklayan şârihler, meseleyi çeşitli yaklaşımlarla aklın kabul edeceği izaha kavuşturmaya çalışırlar.
İbnu Hacer, bir kısım kimselerin -hususen tebiatçıların- “Göz, uzaktan nasıl bir faaliyetle, karşısındakine tesir edebilirler ” diye meseleyi inkar cihetine gittiklerini belirttikten sonra der ki: “İnsanlar bir tabiatta değildir, çok çeşitli tabiatlara sahiptir. Bu, değici kimsenin gözünden çıkan bir zehir havadan geçerek gözzedeye ulaşmak suretiyle olabilir. Nitekim, bazı değici göze sahip olanların şöyle söylediği nakledilmiştir: “Hoşuma giden bir şey gördüğüm zaman, gözümden bir hararetin çıktığını hissederim” Bu hadisenin bir benzeri şudur: (Bazı) hayızlı kadınlar vardır, ellerini süt kabına koydukları zaman süt bozulur, halbuki temizlik zamanında koysalar hiç bir şey olmaz. Keza böylesi kadınlar, hayız halinde bir bahçeye girseler, elini değmese bile birçok bitkiye zarar verirler. Bu meseleye başka benzer örnekler de var. Sözgelimi sapasağlam insan, göz ağrısı olan birine baktığı zaman o da göz ağrısına yakalanır. Keza bir cemaatte bir kimse esnemeye başlasa başkaları da esnemeye başlar. Bu hususlara İbnu Battal işaret etmiştir. Hattâbî der ki: “Bu hadiste gözün nefislere tesir eden bir güce sahip olduğu belirtilmiştir. Ayrıca hadis, tabiatçıların “Varlık, beş duyu ile hissedilen şeylerden ibarettir, onun dışındakilerin hakikatı yoktur” şeklindeki iddialarını da çürütmektedir.”
Mâzirî, bunun ilâhî bir kanunla cereyan ettiğini belirttikten sonra, “Burada gözden çıkan görülmez gizli bir cevherin varlığından söz edilebilir mi, edilemez mi ” diye sorar ve şöyle devam eder: “Bu muhtemeldir, kesin bir iddia ileri sürülemez. İslam´a intisab eden tabiatçılardan bazısı kesin olarak: “Bakanın gözünden, görülmeyen latif cevherlerin fışkırıp, gözzedeye ulaşıp derideki mesâmattan içeriye hulûl ettiğini, Hâlık Teâlâ´nın da, zehir içince helakı yarattığı gibi, bu hulûl ile birlikte helakı yarattığını” iddia eder. Ancak burada kesin iddada bulunan hata eder. Bunun kat´î, tabiî birşey olmaksızın bir âdet-i ilâhî olması caizdir.” İbnu Hacer bu açıklamayı takdir eder.
Mâzirî, bizzat bazı tabiatçıların göz değmesini inkar edemeyip: “Gözü değen kimsenin gözünden, zehirli bir kuvvenin fışkırıp gözzedeye ulaştığını, onu helak veya ifsad ettiğini, bunun ef´a yılanının nazarının isabeti nevinden[219] inkarı mümkün olamayan bir hadise olduğunu söylediklerini belirtir.”
el-Mevâhibu´l-Ledünniye´de Kastalânî, göz değmesinin inkâr edilmemesi gereğine -Mâzirî´den naklen- bir başka yaklaşımla temas eder: “Ehl-i bid´a´dan bazıları ma´nâsız bir tavırla göz değmesini inkara yeltendiler. Halbuki:
a) Zatında muhal olmayan;
b) Herhangi bir hakikatın tersyüz edilmesini netice vermeyen;
c) Bir delilin ifsadını gerektirmeyen birşey, aklen caizdir. Öyleyse Şâri´i mübin Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), (böyle aklen caiz olan) bir şeyi haber vermişse onu tasdik etmek gerekir. Bunu inkâr ma´nâsız olur. Bunun inkarı ile âhirete müteallik haberlerini inkar arasında hiç bir fark yoktur.” Böylece, sahih hadisle sâbit olan bir meseleyi inkâr etmenin dinî mahzuruna dikkat çekmiş olmaktadır.
Mevâhib-i Ledünniye´yi 1008 hicrî senesinde (yani dörtyüz yıl önce) temiz bir Türkçe ile dilimize çeviren Abdulbâki merhumun meseleye kattığı bir açıklama, göz değmesini kavramada yardımcı olacağı için buraya aynen alıyoruz: “Göz değmek dedikleri havâss-ı eşya kabilindendir, bir eserdir, görünür ve lâkin sırrı bilinmez ve sebebi ne idiği Hak Sübhânehu ve Teâlâ Hazretlerinden gayra malum olmaz. Görmez misin ki, mıknatıs demiri kendine çeker, sebebi ne idiğin kimse bilmez…”
* İbnu Hacer´in, “Göz değmesi haktır” hadisinden çıkardığı hükümler meyanında şunu da kaydetmemiz gerekmektedir: “Göz değmesi, herhangi bir şeyin hoşa gitmesiyle hâsıl olur. Bakan kimse, hased etmiş olmasa da baktığı kimseyi seven bir dostu da olsa, salih bir kimse de olsa.”
“Nazar hak olmakla beraber nasıl cereyan ettiğini bugünkü teknik imkanlar açıklayamamaktadır. Nazarın gerçek bir vakıa olduğu örneklerle sâbittir. Buna benzer bir hadise de, telapatidir. Telapati, arada herhangi bir vasıta olmaksızın uzaklarda bulunan iki kişinin haberleşmesidir.
Telapati hadisesi, bugün gerçek bir tesbit olmasına rağmen nasıl cereyan ettiği bilinememektedir. Bu ve buna benzer hadiselere, teknolojinin yeterli hassasiyete ulaşmadığını ve tatminkâr bir incelik arzetmediğini imâ etmektedir.
Nazar değen kişinin abdest suyunda şifa bulunduğunun sahih hadislerle bize aktarılmış olması, iyi bir laboratuvar ve klinik çalışmasına davet etmektedir.
Derisi ile de solunum yapan insan, devamlı terleme de yapmaktadır. Bu ter ile birlikte, vücuttaki bazı zararlı maddeler (toksin ve antijenler) de atılmaktadır. Abdest suyu ile toplanan bu maddeler, nazar değen kişide aşı etkisi uyandırarak tedavi edici etkisinin olabileceği düşünülebilir.” (Z.Ç.)[220]
2. Göz Değmesine Karşı Alınacak Tedbirler:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) göz değmesinin hak olduğunu beyan edince, ondan korunmanın çaresini de beyan etmesi tabiiydi. Nitekim hadislerde buna yer verildiğini görürüz:
* Muavvizateyn okumak.
* Fatiha suresi ve Ayete´l-Kürsi okumak.
* Resulullah´ın öğrettiği bazı duaları okumaktır.
Hadislerde gelen dualardan biri şudur:
“Allah´ın tam kelimeleriyle, her bir şeytandan ve öldürücü zehir taşıyanlardan (Allah´a) sığınırım. Allah´ın tam kelimeleriyle -ki bunları ne iyi kimseler, ne de fâcir ve kötüler tecâvüz edemezler- Allah´ın yarattığı, varettiği vücud verdiği şeylerin şerrinden gökten inenlerin ve göğe yükselenlerin şerrinden, yerde yarattıklarının ve yerden çıkanların şerrinden, gece fitnelerinin şerrinden , gece ve gündüz gelenlerin -hayırla gelenler hariç- şerrinden Ey Rahman Rabbim sana sığınırım.”
Hz. Cebrail aleyhisselam´ın Resulullah´a okuduğu göz rukyesi şudur:
بِسْمِ اللّهِ اَرْقِيكَ وَمِنْ كُلِّ دَاءٍ يَشْفِيكَ وَمِنْ شَرِّ حَاسِدٍ اِذَا حَسَدَ وَمِنْ شَرِّ كُلِّ ذِى عَيْنٍ . Müslim´de gelen bir rukye şudur: بِسْمِ اللّهِ اَرْقِىكَ مِنْ شَرِّ كُلِّ شَىْءٍ يُؤذِيكَ وَمِنْ شَرِّ كُلِّ نَفْسٍ اَوْ عَيْنٍ حَاسِدٍ اللّهُ يَشْفِيكَ بِسْمِ اللّهِ اَرْقِيكَ .
“Allah´ın adıyla, sana eza veren her şeyden, her nefsin ve her hâsid gözün şerrinden sana rukye yapıyorum. Şifayı Allah verir, ben Allah´ın adıyla rukye yaparım.”[221]
* Fiilî Tedbir:
Göz değmesi, başkasının hoşlanıp gıpta ettiği bir güzellik sebebiyle vukûa geldiği için, birçok büyükler, göz değmesine tedbir olarak güzellikleri izhar etmeyip, setretmeyi yani kişinin kendisini olsun evladını olsun fazla süsleyip dikkat çekmemesini tavsiye etmiştir. İmam Begavî´nin nakline göre Hz. Osman yakışıklı bir oğlan görünce, sahiplerine çocuğa göz değmemesi için yüzünü biraz karartarak çirkinleştirmelerini tavsiye etmiştir.[222]
* Nazara Karşı Resmî Tedbir Mi
Nazar bahsinin İslam Uleması nezdindeki ciddiyetini gösteren bir husus, bazı âlimlerin bu meselede vermiş olduğu bir fetvadır. Bu fetvayı kaydetmeden önce şunu belirtmek isteriz: Nazar değmesi bahsine yer veren şârihlerimiz, bu fetvaya herhangi bir tenkid getirmek şöyle dursun, onu tasvib ifade eden sözlerle aynen tekrar ederler. Pratikte bunun fiilî bir uygulaması olmuş mudur bilemiyoruz. Bu hususta örneğine rastlamadık. Sırf nazariyatta da kalsa fetvayı bilmede fayda olduğuna inanıyoruz:
“Bir bölge yetkilisinin (İmam), gözü değen kimseyi bilmesi halinde halka karışmasını önlemesi ve evinde kalmasını sağlaması uygun olur. Şayet fakirse (ve kazanç için çıkmaya mecbursa) maîşetini de sağlar. Zira onun zararı, cüzzamlının zararından daha fazladır. Hz. Ömer bir cüzzamlıyı halka karışmaktan men etmişti. Keza o, Resulullah´ın cemaate gelmekten men ettiği sarımsaksoğan yiyenden daha fazla zararlıdır.
“Nevevî der ki: “Bu söz doğrudur, açıktır, muhalif bir görüş beyan eden kimse bilinmemektedir.”[223]
* Tecziye Mi
Resmî tedbir meyanında, âlimler, gözü değenin kadı tarafından cezalandırılması meselesini de münakaşa etmiştir. Kurtubî der ki: “Gözü değen kimse bir zarara sebep olsa onu tazmin eder, ölüme sebep olursa, üzerine kısas veya diyet gerekir. Şayet bunun vukûu, bir âdet halini almış olacak şekilde ondan tekrarla vâki olmuşsa…” İbnu Hacer der ki: “Şâfiîler, bu hususta kısasa hükmetmezler, bilakis, kısası yasaklarlar. Derler ki: “Böyle birisi öldürülmez, mühlik (zarar vermiş) de addedilmez.” Hatta Nevevî, er-Ravza´da der ki: “Bu şahsa ne diyet ne de kefâret gerekir, çünkü hüküm, istikrar kesbetmiş umumî hallere terettüp eder, bazı ahvale tâbi olarak bazı şahıslarda görülen istikrar bulmamış hususî hallere değil. Nitekim, kişiden göz değme hadisesi, hased gayesi veya onun mazhar olduğu nimetin zevalini temenni etmesi halinde vâki oluyor. Keza, göz değmesinden neş´et eden şey, bazan o şahsa herhangi bir kötülüğün husûlüdür, bu kötülük hayatın zevâline has kılınamaz. O kimseye, göz değmesinin tesiriyle başka surette de bir kötülük gelebilir.” İbnu Hacer derki: “Buna ancak, sihirbazın öldürülmesiyle ilgili hüküm uygun düşer. Çünkü, bunun hali onun haline uygundur, ikisi arasında fark bulmak zaten zordur.”[224]
3. Gözü Değen Ne Yapmalı
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), kaydettiğimiz üzere göz değme hadisesine karşı bir kısım önleyici tedbirler tavsiye eder. Bunların bazısı, gözü değen zâtla ilgilidir. Bu cümleden olarak Aleyhissalâtu vesselâm böyle kimselere, hoşlarına giden birşey gördüğü zaman, bârekallah diye tebrikde bulunmalarını tavsiye etmektedir. 4044 numaralı hadiste bu husus işlenmişti. Nesâî ve İbnu Mace´de yine Ebu Ümâme´den gelen bir başka vecihte: “Biriniz kardeşinde hoşuna giden bir şey görünce ona bereket duası ediversin” buyurulmuştur. “Allah onu sana mübarek kılsın. Hakkında hayırlı kılsın” ma´ nâsına gelen bârekallah duasının gözdeki değmesinden korkulan hassayı gidereceği beyan edilmiştir. İbnu Abdilberr der ki: “Kişi bu durumda “Tebârekallahu Ahsenu´l-Hâlikîn”, “Allahümme bârik fihi” demelidir. “Herhangi bir şey, hoşuna giden herkesin tebrik duası okuması ona vacibtir. Bereket duasında bulununca muhakkak surette mahzur bertaraf olur.” el-Mâzirî der ki: “Burada hâsıl olan tesir, izahı ve anlaşılması aklen mümkün olmayan hadiselerdendir. Her bilinen şeyin mahiyetini kavramak aklın gücü dışındadır. Öyleyse mahiyeti anlaşılmadı diye bu hadisenin inkârı gerekmez. Müteşerri yani şeriata bağlı, dindar biri bunu kabulde zorluk çekerse, kendisine: “Allah ve Resulü daha iyi bilir” demesini tavsiye eder, tecrübenin bunu destekleyip, müşahedenin de teyid ettiğini söyleriz. Fakat mütefelsif yani şahsî kanaatiyle hareket edip dinî kaynaklara itibar etmeyen biri, bu tedaviyi anlamakta zorluk çeker, inkâra kalkarsa, onu kısa yoldan reddetmek en doğru yoldur. Çünkü, ona göre de ilaçlar, mahiyeti bilinmeyen bir kuvvetle tesir hasıl eder. Ve durumu bu olan yani nazarlarında mahiyeti meçhul olan şeye de havas ismini takarlar.” İbnu´l-Kayyim der ki: “Bu keyfiyeti inkar eden, alay konusu yapan, şekke düşen, ona inanarak değil de bir tecrübe olsun diye başvuran ondan istifade edemez. Tuhaf olan şudur: Tabibler, eşyanın tabiatında, havas dedikleri ve hastalıkların tedavisinde müessiriyetine inandıkları bir şeyin varlığını -bu hâsiyetin nasıl müessir olduğunu izah etmeksizin- akla vurmadan peşinen kabul ettikleri halde, sıra şer´î havass´a gelince iş değişiyor, cahil takımları bunu inkara kalkıyorlar. Üstelik bunu abdestsuyu ile gözzedenin tedavisi arasında akl-ı selim´in reddetmeyeceği kesin bir bağ olmasına rağmen yapıyorlar. Nitekim yılan zehirine karşı kullanılan panzehir de böyle; yılanın etinden yapılır. Öfkelenmiş nefislere tavsiye edilen ilaç da böyle: Öfkelinin bedenine eli koymakla öfkesi gider. Şu halde, bu göz değmesinin tesiride beden üzerine düşen bir ateş parçası gibidir, sanki abdestle bu ateş söndürülmektedir. Ayrıca şiddetle nüfuz eden bu habis keyfiyetin tesiri, bedenin ince yerlerinde zuhur etmesi ve büklümlerinde en ince yerleri teşkil etmesi sebebiyle, büklümlerin yıkanmasıyla o habis keyfiyetin tesiri iptal edilmiş olur, hele buralar, şeytânî ruhların hususî mekanlarını teşkil ederse.”
İbnu´s-Sünnî´nin Saîd İbnu Hakîm´den rivayetine göre, “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), kendi gözünden herhangi bir zarar değmesinden korkacak olursa: “Allahümme bârik fîhi (Alahım onu mübarek kıl) derdi ve ona zarar vermezdi.”
Yine İbnu´s-Sünnî ve Bezzâr´ın Enes (radıyallahu anh)´den yaptıkları bir tahriçte Resulullah şöyle buyurmuştur: “Kim bir şey görür, o da hoşuna giderse ve derhal “Mâşallah lâ kuvvete illâ billah. (Allah istemiş, kuvvet sadece Allah´tandır) derse, (onun nazarı) zarar vermez.”
Şu halde bereket duasının tek bir formülü yok, muhtelif şekillerde yapılabilir. En müessiri, me´sur olanı yâni hadislerde gelenidir. Dilimizde mâşallah bârekallah demek yerleşmiştir.[225]
4. Nazar Değen Kimseye Yapılacak Tedavi:
1- Kişinin nazarı değmemesi için tavsiyede bulunan Resulullah, herşeye rağmen nazar değmesine uğrayan gözzedenin tedavisine de reçete vermiştir. 4044 numaralı hadis mezkur reçeteyi beyan eder. Kısaca şudur: “Kimin gözü değmişse ona bir leğenin içinde abdest aldırıp, leğende toplanan su, gözzedenin üzerine dökülecektir.”
Ancak, hemen belirtelim ki, burada zikredilen abdest, tam bir namaz abdesti değil, 4044 numaralı hadiste görüldüğü üzere bir nevi abdesttir. Bazı hadislerde abdest (vudû) kelimesi kullanılırken, bazılarında gusül ve iğtisâl kelimeleri kullanılmıştır. Şu halde bunu namaz abdesti veya cenabet guslü olarak anlamayacağız. Rivayetlere göre bu bir nevi abdest´in tarifleri farklıdır. Bu tariflerden biri zikri geçen rivayette yapılmışsa da, bazı mühim noktalar var. Sözgelimi, “ayaklarının etrafı” tabiriyle “sağ sol ayaklarının parmak dipleri”nin kastedildiği, bir başka rivayette açıklanmıştır. Ebu Ümâme´den Zührî tarikiyle Nesâî ve diğer bazı kaynaklarda gelen bir rivayette şöyle anlatılır: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la bir grup çıkmıştı, yanlarında bende vardım. Bir su kaynağına geldik. Cuhfe´deki Harrar geçidine varınca Sehl İbnu Huneyf (açıkta) yıkandı. Beyaz tenli, beden ve endamca yakışıklı idi…” Hadiste 4044 numaradaki gibi anlatılır. Bazı farklılıklar şöyle: “Resulullah´ın emri üzerine Âmir yüzünü, ellerini, dirseklerini, dizlerini, ayaklarının yanlarını (parmaklarla birleşen yerleri), izarının iç kısmını bir kab içerisine yıkadı. Sonra birisi, bu suyu, hastanın arka tarafından başına ve sırtına döktü. Sonra kabı bıraktı. Bunu yapar yapmaz Sehl halkla birlikte hiçbir şey yokmuş gibi yürüdü.”
Şunu da belirtelim ki, bir kısım âlimler gözü değen kimsenin bu abdesti alması işine vacib demişlerdir. Yani bu maksadla abdest alması taleb edildiği takdirde talebi reddetmez. “Zira derler, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “kardeşin için abdest al” veya “…yıkanıver” şeklindeki buyrukları vücub ifade eder.” Zürkânî devamla der ki: “Kimseye, kardeşine fayda verecek bir şeye mani olması veya zarar vermesi uygun olmaz, hele bu zarar kendisi yüzünden olmuşsa. Aksi takdirde ona karşı cinayet işlemiş olur. Öyleyse nazarı değen kimseye bu sebeple gusletmesi (abdest alması) vacibtir.”[226]
2- Göz Degmesiyle İlgili Bazı Müteferrik Hükümler:
Şârihlerimizin beyan ettiği bazı hükümleri de mevzumuzun tamamlanması için kaydediyoruz:
* Gözü değen kimse, bilindiği takdirde yıkanmaya hükmedilir.
* Yıkanma faydalı rukyelerdendir.
* Mâ-i müsta´mel (abdest suyu) temizdir.
* Göz değmesi bazan ölüme sebep olabilir.
* Kalbe “hususi guslün” eseri en ince ve en çabuk nüfuz eden yerlerden ulaşır, bu su ile, gözün tahrik ettiği ateş söner.
3- 4044 numaralı hadisten açık yerde, avret yerleri açılmamak kaydıyla yıkanılabileceği hükmü çıkarılmıştır.
4- Yıkanan kimseye, avretine olmamak kaydıyla bakılabilir. Çünkü Resulullah, Rebîa´yı, baktığı için değil, rukye okumadığı için azarlamıştır.[227]
6- Dövme (Veşm) Yasagı:
4042 numaralı rivayetin sonunda, Buhârî dışındakilerin “Dövme yapmayı yasakladı” ibaresine yer verdiği not edilmiştir. Aslında bu ziyadeyi Buhârî kaydetmiş Müslim ve Ebu Dâvud kaydetmemiştir. Ortada bir ifade hatası olduğu açık. İbnu Hacer, rivayette, birbiriyle irtibatı gözükmeyen iki ayrı mesele yer aldığı için, aslında bunların iki hadis olabileceğini ve muhtemelen bu yüzden, Ebu Dâvud ve Müslim´in ikinci kısmı rivayete eklemediğini belirtir. Sonra Buhârî´nin bunu niçin beraber zikretmiş olabileceğini araştırır. Der ki: “Bu iki cümle arasında, benden önceki şârihlerin farkına varmadığı bir ilgiyi keşfettim. Şöyle ki: “(Dövme âdetinin yaygın olduğu muhitlerde) kişiyi dövme yaptırmaya sevkeden âmillerden biri de, sıfatında yapacağı değişiklikle göz değmesini önlemek gayesidir.”
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) göz değmesini teyid etmekle birlikte dövmeyi yasaklamaktadır. Öyleyse göz değmesine karşı, dövme yapma vs. gibi sünnette beyan edilmeyen tedbirlerin hiçbir faydası yoktur. Allah´ın takdir ettiği şey olacaktır.[228]
7- Göz Degmesi Ve Kader:
Göz değmesi meselesi mevzubahis olunca, kaderle olan irtibatı gündeme gelmektedir. Âlimler bu hususta da bir kısım açıklamalarda bulunarak göz değmesine inanmanın kader inancını haleldâr etmeyeceğini açıklar. İbnu Hacer der ki: “Bu meselede Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat inancına uyan nokta-i nazar şöyledir: “Göz, bakan kimsenin bakması esnasında öbürüne zarar verir, bu doğrudur, ancak bu hadise rastgele cereyan etmez; iki şahıs karşılaşınca birinden diğerine zarar gelmede cereyan eden ilâhî âdetle meydana gelir.” Bilhassa Hattâbî açık ifadelerle, felsefecilerin gözde mevcut, mahiyeti bilinmeyen bir “ma´ nâ”nın karşı tarafta zarar hâsıl ettiği fikrinin yanlışlığına dikkat çeker. O, bu hâdisenin, zarar husûlünde Allah´ın icra ettiği kanunla vukûa geldiğini belirtmede ısrar eder. Der ki: “Allah âdetini, cisimlere ve ruhlara dercettiği bir kısım kuvvetlerin mevcudiyetiyle icre eder. Nitekim kişi, kendisine haya ettiği birisi baktığı zaman, duyduğu utanma ile yüzünde, daha önce bulunmayan şiddetli bir kızarma hâsıl olur. Korktuğu birisini görünce de yüzü sararır. Birçok insan korktuğu şeyi mücerred görmekle rahatsızlaşır ve kuvvetleri zaafa uğrar. Bütün bu cereyan eden hadiseler Allah´ın ruhlarda yaratmış olduğu “tesirler”den hâsıl olur. İşte bu “tesirlerin”, gözle olan irtibatının kuvveti sebebiyle vukua gelen fiil göze nisbet edilerek göz denmiştir. Aslında bu fiilin vukûunda asıl müessir (tesir sahibi) göz değildir, tesir ruha aittir. Ruhlar tabiatca, kuvvetce, keyfiyetce, havâsca çok farklıdırlar. Bir kısım ruhlar, kötülüğün şiddeti ve keyfiyetinin habisliği sebebiyle, bedende sırf rü´yetle tesir hâsıl eder, bunun ona ittisal peyda etmesi gerekmez.
Hülasa te´sir, Allah´ın iradesi ve yaratmasıyladır, cismânî bir ittisâle münhasır değildir. Gerçi bazan ittisalle de olur, ancak bazan karşı karşıya gelmekle, bazan sırf bir görme ile, bazan da ruhun teveccühüyle hâsıl olur. Bu cümleden olarak dualarla, rukyelerle, Allah´a iltica ile hâsıl olan tesir gösterilebilir. Keza tevehhüm ve tahayyül ile de tesirin vukûa geldiği bir gerçektir. Bakan kimsenin gözünden çıkan şey ise mânevî bir oktur, korumasız olan bir bedene değdi mi onda tesir meydana getirir. Beden korumalı olursa ok ona nüfuz etmez, belki de sahibine geri döner. Maddî ok da böyle değil mi “[229]
(İKİNCİ İLAVE)
TIBB-I NEBEVÎ
TIBB-I NEBEVÎ, MAHİYETİ VE EHEMMİYETİ
(Tıbb-ı Nebevi´ye Yeniden Eğilmenin Gereği)
Zamanımızda tıp ilmi eski devirlere nazaran çok terakki kaydetmiştir. Her geçen gün yeni gelişmelere de sahne olmaktadır. Öyle gözüküyor ki, istikbalde en harika keşiflerin yapılacağı sahalardan biri tababet olacaktır.
Tıbbî inkişaflar, sadece daha müessir yeni ilaçlar bulmaya, teşhis ve tedavide kullanılan yeni cihazlar keşfetmeye münhasır kalmıyor, prensip ve metodlara da şâmil oluyor. Nitekim bugün ilaçla tedâvi esasına dayanan alışılmış, mutad Batı tipi tedavi metoduna temelde aykırılık arzeden yeni metodlara şahit olmaktayız. Telkin, akapunktur gibi ilaçsız tedavi metodlarına ilaveten “bıçaksız ameliyat” metodları da duyulmaya, katılmaya başladı. En azından yurdumuzda, bundan birkaç on yıl öncelerine kadar, Batı tipi tabâbetle bağdaşmayan her çeşit tedavi usulü kesinlikle reddedilir, safsata , hurâfe, kocakarı işi olduğu söylenirdi. Halbuki bugün, aynı şeyler karşısında “halk tababeti”, “şifalı otlarla tedavi” gibi daha mûnis, daha ilmi bir yaklaşım benimsenmiş bulunmaktadır. Bu gelişmeler karşısında İslam âleminin geçmişte asırlarca müracaat kaynağı yaptığı ve milyonlarca insanın prensipleriyle şifaya kavuşturulduğu tıbb-ı nebevînin derin incelemelere konu edilmesi, diğer tıbbî metodlar seviyesinde geliştirilip sistematize edilmesi müslümanlara ciddî bir vazife olmaktadır.
Biz bu yazımızda, tıbb-ı nebevî hakkında toplu bir bilgi verebilmek için, onun dayandığı ana prensipleri belirtmeye çalışacağız. Göreceğiz ki, hakikaten tıbb-ı nebevî, nev-i şahsına münhasır tamamen orijinal bir tababet çeşididir. Katı, değişmez esaslara dayanmaz. İnsanlar için faydalı olan bütün metodlara sînesinde yer verir. Zira insan mizacındaki farklılıkları kabul ederek, bu metod ve ilaçlardan mizaca uygun gelenin netice vereceğini kabul eder.
Tıbb-ı nebevî sahasında, mütehassıslarca sistematik çalışmalar yapıldığı takdirde, insanlığa orijinal tedavi ve şifa yolları sunulabileceğine inancımız tamdır.[230]
1- Hz. Peygamberin Saglıga Verdigi Ehemmiyet:
Dinimiz tarafından insanlara yüklenen dünyevî ve uhrevî bütün vazifeleri ifası her şeyden önce sağlığa bakar. Bu sebeple İslamiyet, “mücerret hayat” değil, “sağlıklı hayat” üzerinde durur. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a göre, sarsılmaz bir iman demek olan “yakîn”den sonra kişinin en kıymetli serveti “sıhhat”idir. Bir hadiste şöyle buyurur: “Allah´dan af ve âfiyet dileyin. Zira, hiçbir kimseye “yakîn”den sonra, âfiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir.” Bir diğer hadislerinde de: “Allah´tan istenen şeyler arasında Allah´a en sevgili olanı âfiyettir” buyurur. Bir zat “Hangi dua daha üstündür ” diye üç ayrı gün sorar. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) her defasında: “Rabbinden dünyada da âhirette de âfiyet vermesini iste” diye cevap verir. Etrafındakilere pek çok kereler “Allah´tan âfiyet taleb etmelerini” tavsiye eden Resulullah, şahsî dualarında, sıkca sıhhat talebetmek suretiyle fiilî örnek vermiştir.
Hemen belirtelim ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ın tebligâtında dua, ulaşılması gereken bir hedefin gerçekleşmesinde birbirini takiben yapılması gereken birçok fiil ve buna bağlı olarak alınması gereken tedbirlerin ilkini teşkil eder. Yani dua ile, hedef tayini yapmış, gerçekleşmesi gereken şeyi şuur haline getirip programa almış oluruz. Ondan sonra bunun tahakkuku için yapılması gereken şeyleri icraya sıra gelir. Öyle ise âfiyet talebi demek, sıhhatli olmak için gerekli olan şartları yerine getirmek, fiîlen tedbirler almak demektir; Hıfzıssıhha kaidelerine uymak, doktora gitmek, perhiz yapmak, ilaç almak, ameliyat olmak vs..[231]
2- Koruyucu Hekimlik:
Tıbb-ı nebevî´yi birkaç prensibe irca etmek istesek ilk prensip olarak hıfzıssıhha karşımıza çıkar.
Yâni, tedavi olmak değil, sağlığı korumak veya hastalanmamak için tedbirler almak esastır. Gerçi öncelikle sıhhatin korunmasına bütün tababet sistemlerinde yer verilmiştir. Ancak dinimiz kadar bunu şuurla, ısrarla yapan başka sistem yoktur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) önce sıhhati korumanın ehemmiyetini belirten uyarılarda bulunur: “…Hasta olmazdan önce sağlığın kıymetini, ölmezden önce hayatın kıymetini bil!” gibi. Ayrıca sıhhati koruyucu pek çok prensipler vaz´eder. Bunlardan bir kısmı doğrudan doğruya, bir kısmı da dolaylı olarak sıhhati gaye edinir. Aşağıda kısa kısa üzerinde durulacağı üzere, mesala temizlik, beslenme, spor ve istirahate giren emirler doğrudan hıfzıssıhha ile ilgili olduğu halde namaz, oruç gibi ibadetlerle, domuz eti başta olmak üzere bir kısım yiyecekler ve alkollü içki ve uyuşturucularla ilgili haram ve yasaklar da dolaylı olarak sıhhatin korunmasıyla ilgilidir.[232]
* Temizlik:
“Temizlik imanın yarısıdır” hadisinde ifadesini bulduğu üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) temizliği İslam´ın yarısı ilan etmiştir. Öyle bir yarı ki, ikinci yarısının muteberliği buna bağlı. Temizlik olmadıkça, ne namaz, ne oruç, ne diğer ibadetler hiçbiri makbul değildir. Nitekim hadiste “Namazın anahtarı temizliktir” buyrulmuştur.
Temizliğin dindeki ehemmiyetine binaen hadis kitaplarında olsun, fıkıh kitaplarında olsun tamamına yakınında ilk bölümü Kitabu´ttahâre adını taşıyan temizlikle ilgili bahisler teşkil eder.
Maddî ve manevî, ruhî ve bedenî her iki temizliğe beraberce yer veren İslam, maddî temizliği şu dört seviyede anlar ve emreder.
1- Elbise temizliği
2- Beden temizliği,
3- Mekan ve mesken temizliği,
4- Çevre temizliği.[233]
* Beslenme:
Dinimiz sağlıklı beslenmeye de geniş yer vermiştir. Dinin ana kaynağında “Yeyin, için, israf etmeyin” denmiş olması bu mevzuun dinde kazandığı ehemmiyeti göstermeye yeterlidir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), yenecek şeylerin çeşidinden miktarına, hangi şeyleri hangi şeylerle berâber yemek gerektiğinden hangi çeşit rahatsızlıkta hangi çeşit yemeklerin yenmesi gereğine kadar çeşitli tavsiyelerde bulunur. Teferuata girmeden şu esaslara temas edebiliriz:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yiyeceklerin mütenevvî olmasını emreder. Yani et, sebze, meyve, tahıl, yağ, tatlı, peynir, çiğ, pişmiş her çeşit gıda maddelerinden muvazeneli şekilde yenilmelidir. Müslüman her eline geçeni yiyemez, haram olan yiyecekler vardır. Sünnete göre, sabah ve akşam olmak üzere günde biri tercihen meyve olmak üzere iki seferden fazla yenmemelidir. Biri sabah biri akşam. Aleyhissalâtu vesselâm, “akşam yemeğinin terki, ihtiyarlamaü [ve zayıflık] vesilesidir” diyerek akşamı terketmemeyi tavsiye eder. Mevzuyu tahlil eden Gazalî, İhya´da: “Evla olanı, kişinin yiyeceğini ikiye taksim etmesidir. Ve bir seherde, bir de iftar vaktinde olmak üzere iki sefer yemelidir” der. Bize öyle geliyor ki Aleyhissalâtu vesselâm işçiden zâhide kadar şartları farklı olan her sınıf insanın tâbi olabileceği beslenme rejimine örnekler vermiştir. Meseleyi bu genişlik ve ruhsat esprisiyle değerlendirmeden sadece zâhidâne rejimin esas olduğunda veya aksinde cezmetmek, nassları şahsî tercihimiz istikametinde yorumlamak olur. Bu hatalıdır. Mevzu üzerine gelen bütün rivayetlerin sıhhat durumlarını da nazar-ı dikkate alarak hakkını vermek gerekir. Bazı kefâretlerin ödenmesinde “bir fakirin iki öyün yemeği”nden hesaplanması veya iki sefer doyurulması, bir günlük öyün sayısı meselesine fukaha-i kiramın cevabını teşkil eder.[234] Yenince az yemeli, iyice doyuncaya kadar da yememelidir. Yemekten önce ve sonra el yıkanmalıdır. Sohbet etmenin esas olduğu sofranın uyulması gereken âdâbı vardır. Bu bahisler, Yemek bölümü´nde etraflıca açıklandı.[235]
* Spor:
Dinimiz bilhassa beden sağlığı için spora yer verir. Ancak İslam´ın spor anlayışı bugünün anlayışından farklıdır. Zamanımızda, insanların yayın organları vasıtasıyla veya stadyumun seyirci tribününde oturarak spor oyunlarını takip etmeleri “sporla meşguliyet” kabul edilir. İslam, belli ölçülerle “bizzat yapma”ya spor der. İslam açısından ne milyonları oyalama mesleğini icra maksadıyla sahaya çıkan profesyonellerin yaptığına, ne de bunu gözleriyle takipedenlerin yaptığına “spor” denmeyeceği kanaatindeyiz.
İslam koşmak, yüzmek, ata binmek, ok talimi yapmak, güreşmek gibi faydalı meşguliyetleri teşvik eder. Bir hadisde: “İki hedef arasında koşan kimsenin her adımı için bir sevap vardır” buyurulur. Bir başka hadiste: “Ok yarışı yapın, (vücutça) sertleşin, yalın ayak yürüyün” tavsiye edilir. Atıcılığa o kadar ehemmiyet verilmiştir ki, atıcılığı öğrendikten sonra unutanları Hz. Peygamber: “Bizden değildir bana isyan etmiştir”; “Allah´ın nimetine küfranda bulunmuştur” gibi ağır ifadelerle tehdit etmiştir.
Bahis ve kumar karışmamak kaydıyla sportif yarışmalara müsaade eder, derece alanları mükâfatlandırmayı hoş karşılar.[236]
* İstirahat:
Vücudun sağlığını korumada istirahatin de yeri var. Kur´an-ı Kerim gecenin istirahata mahsus olduğunu bildirdiği gibi, gündüzleyin kaylûle denen uykuyu da istirahat vakti olarak zikreder.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) muhtelif hadislerinde aynı meşguliyetin insana bıkkınlık vereceğini belirtmiştir.
Ancak dinlenme konusunda bir husus, İslam´ın orijinalitesini teşkil eder: Dinlenmenin vasıtası ne eğlencedir, ne de bomboş oturma. Kur´an-ı Kerim “Bir işten çıkınca tekrar yorul” (İnşirah 7) emreder. Yani meşguliyet değiştirmek suretiyle dinlenmek. Hadislerde faydalı meşguliyetler: Geçimi kazanmak için çalışmak, ibadet etmek, ilim öğrenmek, nefis murâkabesi, tefekkür, ev işleri, ailevî meşguliyet, eşdost ziyareti, sohbet olarak belirlenmiştir. Şu halde bunların birbirlerini tamamlayacak şekilde programlanması, birinden yorulunca diğerini yaparak istirahatin temini gerekecektir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Kur´an meclislerinde şiir okutarak ashabı dinlendirdiği rivayetlerde gelmiştir.[237]
* İbadetler:
İslam´da ibadetlerin de Tıbb-ı nebevînin bir parçasını teşkil ettiğini söyleyebiliriz. Namaz, oruç, hacc, zekat, dua, zikir gibi bütün ibadetlerin gerek beden ve gerekse ruh sağlığı yönünden hem koruyucu, hem de tedavi edici tesirleri vardır. Bazıları herkesçe görülen, teyid edilen bir husustur. Sözgelimi namazın jimnastik yönü, orucun perhiz yönü, dua ve zikrin psikolojik telkin yönü, zekat, sadaka gibi yardımların insana psikolojik bakımdan getirdiği rahatlık ve huzur hali artık İslam´ın dışında kalan müşahidlerce de teyid edilen bir husustur.
İbadetlerin bu yönüne Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) da pekçok hadislerinde dikkat çekmiştir. Bir iki örnek verelim: Oruçla ilgili bahiste geçtiği üzere Aleyhissalâtu vesselâm: “Oruç tutun, sıhhate erin”; “Oruç sabrın yarısıdır” buyurmuştur.
Namaz, maddî ve manevî temizliğin, beden, elbise ve mekan temizliğinin kaynağıdır. Resulullah musalli müslümanı evinin önünden akan nehirde günde beş kere yıkanıp paklandığı için hiçbir maddî kiri kalmayan kimseye benzetir. Namaz da insanı bu nehir gibi bütün kirlerden paklar buyurur. Hıfzıssıhhanın yani koruyucu hekimliğin ilk şartı temizlikten geçtiğine göre, hakkıyla kılınan namaz bu meselede rakipsizdir.
Zekat bahsinde Resulullah´ın “Zekât İslam´ın köprüsüdür.” “Malının zekâtını ödedin mi, onun şerrini kendinden defettin demektir” buyurarak günümüzü allak bullak eden zenginfakir kavgası gibi içtimâî marazların zekâtla önleneceğini bildirmiştir. Şu hadis de mevzumuz açısından ikna edicidir: “Mallarınızı zekatla koruyun, hastalarınızı sadaka ile tedavi edin, belâya dua ile karşı koyun.”[238]
* Dua:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sağlık taleb eden çeşitli duaları mevcuttur. Bunlar bir bakıma hastalanmadan önce sıhhatin kıymetini idrake ve onu korumak için gerekli tedbirlere sevkeden âmillerdir. Hangi hususta olursa olsun, dua etmek, meseleyi lisanen zikretmek onu şuur haline getirmek, kendimize problem yapmak demektir. Binaenaleyh sıhhat talebiyle ilgili duaların hıfzıssıhhaya giren tedbirlere ilk adım olduğu muhakkaktır. Hadislere göre “Dua, ibadetin özü ve iliğidir”; “Allah dua etmeyen kulunu sevmez”; “En hayırlı amel zikir ve duadır”; “Allah müslümanın her duasına cevap verir. Ya istediğini aynen verir, yahut onun bir misli kötülükten onu korur, yeter ki günah talebetmesin, sıla-ı rahmin gereğine aykırı bir istekte bulunmasın.”
Resulullah hastalıklara, bunamaya, cünûna, musibetlere, deccalın şerrine vs. kısacası, hayat ve ölümün karşılaşacağı bütün fitnelere karşı Allah´ın yardımını, korumasını talebetmiştir.[239]
* Haramlar:
Dinimizin koyduğu haramlarıda koruyucu hekimliğin bir parçası sayabiliriz. İçkinin, uyuşturucuların, domuz etinin sağlık açısından zararları, fazla bir söze hacet kalmayacak kadar ulûm-i müteârife sırasına girmiştir.
Frengi, belsoğukluğu gibi zührevî hastalıklara ilaveten şimdilerde bütün insanlığı tehdid eden AİDS hastalığının başlıca âmilinin zina ve homoseksüellik olması İslam´ın bu fiiller karşısındaki sert ve ciddî tavrının hikmetini bir kere daha herkese göstermiş olmaktadır.
Şüphesiz yasaklarımız içki, kumar, uyuşturucu ve zinadan ibaret değildir. Milli serveti üç beş zengin kasaya aktararak, bir tarafta sefâhat, öbür tarafta sefaleti artırma vasıtası olan “riba” (faiz) de doğrudan veya dolaylı, ferdî ve içtimâî sağlığı bozan en mühim âmillerden biridir. Bu sebeple riba da İslam´ın en şiddetli yasaklarından biri olmuştur.[240]
3- Hastalık Ve Tedavi Yolları
* Hastalık:
İslâm´a göre hastalık, وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَىْءٍ âyetinde (Bakara 155) haber verilen imtihan şartlarından biridir.
Yani insan diğer bir çok musibet gibi hastalıkla da imtihan olacaktır. Aleyhissalâtu vesselâm: “Mümine hoşlanmadığı her ne gelirse o bir musibettir” diyerek, âyetin devamında geçen musibeti açıklamıştır. Müslümanın hastalık anlayışını tamamlamak üzere Cenâb-ı Hakk bir âyet-i kerimede “Kişiye her bela ve musibet kendi kesbiyle yetişir” (Şura 30) buyurmuştur. Bu beyan tıbb-ı nebevî açısından ehemmiyet taşır. Zira kişi bu inançla, hasta olmamanın ön tedbirlerini alacaktır. Bazı hadislerde bu tedbirlerden biri günah işlemekten, Allah´ın emirlerine isyandan kaçınmaktır. Zira bir çok musibetler, kişiye, işlediği günahlar sebebiyle gelmektedir. Bu ifade daha açık olarak müslümana şu inancı vermektedir: Musibete uğramamak -ve bu arada hasta da olmamak- isteyen kişi günah işlemekten kaçınmalıdır: ”
Hastalığınızı ve ilacınızı size açıklıyorum: Haberiniz olsun hastalığınız günahlardır, ilacınız da istiğfardır.” Böylece hastalıkların günahla, tedavinin de istiğfar ve dua ile irtibatına dikkat çeken Resulullah, maddî ve tıbbî tedaviyi reddetmez. Ona da yer verip teşvik eder, esaslarını beyan eder.[241]
* Tedavi:
Tıbb-ı nebevînin, tedavi konusunda benimsediği birkaç esası şöyle sıralayabiliriz:
1) Hastalığı da şifayı da veren Allah´tır.
2) Allah her hastalığın şifasını yaratmıştır.
3) Hastalanınca şifa aramalıdır.
4) Şifa için başvurulacak çeşitli tedavi yolları vardır.
Şimdi bu hususları kısa kısa açıklayalım:[242]
a) Hastalıgı Da Şifayı Da Veren Allah´dır.
İslâm´ın ilk ve ana prensibi olan tevhid akidesi burada da karşımıza çıkar. Yani, ister hastalık olsun, ister şifa olsun Allah´ın iradesi, bilgisi, meşîeti dışında cereyan eden tesâdüfi birşey değildir. İmtihan, ikaz, ceza, mükâfat gibi pek çok gaye ve hikmetlere binaen hem hastalığı yaratmıştır, hemde şifayı. Ağaçtan yere düşen bir yaprak bile O´nun bilgisinden hariç olmazsa, hilkat ağacının meyvesi, yeryüzünün halifesi olarak yaratılan insanların sağlığını hem de binlercesinin birden hayatını ilgilendiren hastalıkların, salgınların O´nun bilgisinden hariç kalması inanç mantığıyla bağdaşmaz. Kaldı ki, pek çok âyet ve hadisler hastalık ve sağlığın Allah´tan olduğunu açık olarak ifade eder. Bir âyet şöyle buyurur: “Muhakkak ki sizi, biraz korku, biraz açlık ve mallardan, canlardan, ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenlere müjdele. Onlara bir musibet geldiğinde: “Biz Allah´ınız ve elbette O´na döneceğiz” derler. (Bakara 155-156).
Az ileride açıklayacağımız üzere karantine usulünü bir tedavi metodu olarak tatbik etmek suretiyle hastalıkların sirayetine inanan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), hastalıkların Allah´dan olduğu fikrini zihinlerde tesbit maksadıyla çok çarpıcı bir üsluba başvurarak sirayeti inkar eder:”
Ne sirayet vardır, ne uğursuzluk vardır, ne de (cahiliye devrinde inandığınız üzere öldürülenlerin başından çıkıp kan, kan, intikam! intikam! diye intikamı alınıncaya kadar bağıran hortlak ruh) hâme vardır. Bu inançların hepsi batıldır.”
Dinleyenlerden biri: “Nasıl sirayet olmaz, hastalıklı bir deve sağlamların arasına girdi mi onlar da hastalanıyor” der. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) asıl maksadı tebliğ eder: “Pekiyi hastalıklı deve nereden hastalık aldı ”
Resulullah´ın burada maksadı, ne sirâyeti öğretmek ne de inkar etmek. Zira görüldüğü üzere sirayet zaten bilinmekte. O halde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ın o saatteki dersinin gayesi, bilinmeyen bir hususu böyle bir metodla öğretmektir. Muhakkak ki dinleyenlerin ilk etapta kendisine itiraz edeceklerini de biliyordu. Gaye en güzel şekilde hâsıl olmuştu: Öyle ya, sürüyü hasta eden hastalıklı deve nereden hastalık almıştı [243]
b) Tedaviye İnanç:
İslâm her hususta ümitsizlik ve ye´si reddeder. Tevbesi kabul edilmeyen günah olmadığı gibi, tedavisi olmayan hastalık da yoktur. Bizce Tıbb-ı Nebevî´nin dinamiği denecek derecede ehemmiyetli bir prensibi, tedavisiz hastalık yoktur inancıdır.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu konuda çok kesin ve net konuşur: “Allah, devası olmayan dert indirmemiştir, her hastalık için mutlaka şifa da indirmiştir.” Resulullah´a göre tedavi gayretlerimizin neticesini görememek, derdimizin devasızlığından değil, henüz şifa verici ilacına rastlayamamış olmamızdandır. Şöyle buyurur: “Her hastalık için bir deva vardır. Eğer (tedavi sırasında) hastalığa deva olan ilaca tesadüf edilirse Allah´ın izni ile şifâ hâsıl olur.”[244]
c) Tedavi Olmalı, Şifa Aramaya Devam Etmeli:
Tedaviye inanmanın tabiî neticesi, hasta olunca şifa aramaktır. Madem ki, şifa var madem ki hastalık değil, “sağlık ve hayatın korunması” esastır, öyle ise hastalanınca tedavi olma yollarına başvurmalıyız. İşte birkaç hadis: “Ey Allah´ın kulları, tedaviye devam edin, zira Allah her hastalık için şifa da yaratmıştır, şifası olmayan tek hastalık ihtiyarlıktır.”
Her hastalığa şifa yaratıldığına göre, boşa giden gayretleri “bu hastalık tedavisizdir” diyerek yeisle noktalamak, belki şifayı bilen birine rastlayamadık diyerek, hayatın son anına kadar deva aramaya devam etmek gerekmektedir. Nitekim bu konuda da Resulullah şöyle buyurur: “Allah her hastalık için şifa yaratmıştır. (Ancak, herhangi bir hastalığa neyin şifa vereceğini) bazıları bilir, bazıları bilmez.”[245]
* Tedavi Olmanın Hükmü:[246]
Bu husus ihtilaflıdır. Hanefîlere, Malikîlere göre mübahtır, terki günah değildir. Şâfiîler tedavi evladır der. Ahmet İbnu Hanbel, “Terki evladır” der. Hanbelî âlimler ekseriyetle bu meselede imamlarına muhalefet ederek tedavi evladır demiştir. Nevevî, Selefin cumhuru, halefin âmmesi (tamama yakını) tedavinin efdaliyetine hükmettiğini belirtir. Bu ihtilafı, hem hadislerdeki farklılıklarla izah etmek, hem de o devirlerdeki tıbbın teşhis ve tedavi imkânlarındaki sınırlılıkla izah etmek mümkündür. Nitekim meseleyi tedaviden alınacak neticeler açısından ele alan İslam âlimleri, hastalıktan tedavi olmanın zaruri olup olmaması meselesine farklı cevap getirmişlerdir. Bunlara göre tedavi üç çeşittir.
1) Neticesi kesin olanlar: Su içmek, gıda almak gibi. Aksi takdirde susuzluk ve açlıktan ölüm mukadderdir. Hayatın korunması için buna uymak “farz”dır. Tedavide hangi teşhislerin buraya sokulacağı dostorlarca değerlendirilecek bir husustur. Bu gruba giren bir hastalığın tedavisini terketmenin tevekkül sayılmayacağı, ölüm korkusu olduğu takdirde haram olacağı belirtilmiştir. Nitekim İslam ülemâsı ölüme götürecek şekilde yeyip içmeyi terketmenin haram olduğunu söylemişlerdir. İntihar da haram kılınmıştır.
2) Neticesi zann-ı gâlip verenler: Umumiyetle kan aldırmak, ilaç almak gibi tıbbî muameleler bu gruba girer. Hiçbir ilaç için yüzde yüz müessir denemez, faydası olacağına zann-ı gâlible hükmedilir. Bu çeşit teşhislere uymak efdaldir. Bu tedaviye tevessül, tevekküle mani değildir. Ancak terki de haram değildir. Duruma, şartlara göre, bazı şahıslar hakkında terki efdal olur.
3) Neticesi şüpheli olanlar: Âlimler bu gruba giren tedavinin neticesi için mevhum derler, müsbet olma ihtimali yüzde ellinin altındadır. Rukye ve dua ile tedaviyi burada mütâlaa ederler. Tevekkülün gereği olarak bu terkedilebilir. Bazı âlimler “tevekkülün şartı bu tedavinin terkidir” demiştir. Amma, duayı ibadet telakki edip, hastalığı da, “dua ibadeti”nin vakti bilerek hastanın hastalık vesilesiyle Cenâb-ı Hakk´a ilticası efdaldir. Bu telakki ile yapılacak duaya âyet-i kerimenin (Gâfir 50) ve Resulullah´ın teşvikleri pek çoktur. “Tevekkül icabı bunun terki evladır” denemez.
Şunu da kaydedelim, tedavi için muska yaptırmak, taşımak, kaba âyet yazıp suyunu içmek gibi ameliyelerin cevazında ihtilaf vardır. Büyücülük ise haramdır.[247]
d) Kader İnancı Ve Tedavi:
Şifa için başvurulacak tedavi yollarına geçmeden, bir hususa temas edeceğiz: Kader inancı ile tedavi inancı arasında tezad yok mu Bu husus her zaman hatıra gelebilir. Zira inanç esaslarımızdan biri kader´dir ve bunun ezelde yazıldığına ve değişmeyeceğine inanıyoruz. Tedavi ise, gayretimize bağlı olarak şifa elde edeceğimiz inancına dayanır.
Bu sorunun cevabını bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) vermiştir: “Tedavi de kaderdendir.” Kaderimizde ne olduğunu sadece Yaratan bilmektedir, biz ise bilemeyiz. Bizce meçhul olan şeyi, dinimiz, oturarak karşılamayı emretmiyor, arayarak karşılamayı emrediyor. Esas olan dine uymak olduğuna göre, kaderimizin Allah tarafından bilindiğine inanırken, hastalığımıza karşı şifayı da arayacağız, zira emir böyle.
Nitekim bu hususta Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında bir problem olarak hissedilmiş ve ortaya çıkan tereddüdü izale için Resulullah´a kadar gidilmiştir. İşte bir vakıa: Ebu Hüsâme, babasından şunu nakleder: “Hz. Peygamber´e sordum: “Ey Allah´ın Resûlü, tedavi için başvurduğumuz rukye, ilaç ve diğer korunma vasıtaları hususunda ne diyorsunuz Bunlar Allah´ın kederinden bir şey değiştirir mi Bunların faydası olur mu ” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi: “Onlar da Allah´ın kaderindendir. Hastalığı yarattığı gibi şifa sebebi olan devayı da O yaratmıştır.” Hz. Peygamber´e bazı bedeviler de: “Tedavi olmaya çalışmasak bize günah terettüp eder mi ” diye sorarlar. Aldıkları cevap şu olur: “Ey Alllah´ın kulları, tedavi olunuz. Zira, Cenab-ı Hakk, yarattığı her hastalık için bir de şifa yarattı…”
Hz. Ömer´le ilgili misal de burada kayde değer. Şam´a giderken, yol esnasında Suriye´de veba salgını çıktığını duyan Hz. Ömer geri dönme kararı verince, “Allahın kaderinden mi kaçıyorsun itirazına şu cevabı verir: “Evet Allah´ın kaderinden kaçıyor, Allah´ın kaderine sığınıyoruz. Sen devenle beraber bir vadiye insen, vadinin bir yamacı yeşillik ve otlu, öbürü çorak ve otsuz olsa deveni otlu yamaçta gütsen, bu Allah´ın kaderinden değil de otsuz yamaçta gütsen mi Allah´ın kaderindendir ”
Netice olarak tekrar edelim: Kul değişmeyeceğine inandığı ve fakat ne olduğunu bilmediği kadere göre hareket etmekle mükellef değil. Dinimizin böyle bir emirde bulunması saçmalık olurdu. Mü´min Kur´an´da ve hadiste kendisine emredilen şeylere göre hareketle mükelleftir ve ona göre ecir alacaktır. Buraya kadar kaydettiğimiz hadislerde görüldüğü üzere Resulullah tedavi aramamızı emretmektedir. Bununla sorumluyuz. Şifayı Allah´ın vereceğine inanarak, meşru tedavi yollarına başvuracağız.[248]
e) Tedavi Yolları:
Tıbb-ı nebevînin bir diğer hususiyeti, tedavide değişik metodlara yer vermiş olmasıdır. Bugünkü Batı tıbbı bütün ağırlığını maddi metodlara verirken tıbb-ı nebevî maddînin yanı başında manevî metodlara da yer verir. Tedavi metodlarındaki zenginlik ve renklilik, büyük ölçüde İslam´ın insan tabiatı hakkındaki telakkisinden kaynaklanır. İslam´a göre insan, ruh ve bedenden meydana gelir. Öyle ise hastalıkların bir kısmı ruhî, bir kısmı bedenîdir. Ayrıca her insanın maddî ve manevî terkibi, mizacı, içtimâî ve fizikî şartları bir değildir. Bütün bu değişkenler hastalığa ve dolayısıyla tedaviye müessirdirler. Neticede, bir kimseye uygun gelen bir ilaç, bir metod, aynı hastalığa yakalanan bir başkasına uygun gelmeyebilir veya tersi… Bu temel telakkidir ki Hz. Peygamber´e: “Her hastalık için bir deva vardır. Eğer hastalığa deva olan ilaca tesadüf edilirse Allah´ın izni ile şifa hâsıl olur” dedirtmiştir.
Başlıca tedavi yollarını şöyle sayabiliriz:
Perhiz, kan aldırma, dağlama, ilaç, hava değişikliği, rukye, dua, sabır.
Şimdi bunları kısa kısa açıklayalım:[249]
1. Perhiz:
Bu, hastalara verilecek gıdaların miktar ve cinsi hususunda konan bazı tahdidleri ifade eder. Rivayetler, ev halkından biri hastalanınca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ilk iş olarak gıdasıyla ilgilendiğini, su, un ve yağdan müteşekkil, hafif bir yiyecek olan çorba hazırlanmasını emrettiğini haber verir. Çorba için şöyle buyurmuştur: “Çorba, hastanın kalbini kuvvetlendirir, hastalığını temizler, tıpkı sizden birinin su ile yüzündeki kiri temizlediği gibi.” Bir başka rivayette, “bal, süt ve undan yapılan bir çorbanın karnı yıkayacağı” yeminle ifade edilmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hastalara ve hastalıktan yeni çıkanlara, gözünde iltihap olanlara hurma (gibi hareket verici gıdalar) yemeyi yasakladığı gibi, hastalık sebebiyle iştahı kesilenlere de gıda alma hususunda zorlamamayı emreder. Der ki: “Hastalarınızı yemeye ve içmeye zorlamayın. Zira Allah onlara yedirip içirmektedir.”
Bu mevzu ile ilgili nebevî bir başka tavsiye, hastaya canının çektiği yiyeceklerden (zararlı olmayanlardan) behemahal vermektir.[250]
2. Kan Aldırma:
Cahiliye devrinde rastlanan bir tedavi metodudur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bunu teyid etmekle kalmamış bizzat kan aldırmış ve ashabına da tavsiye etmiştir.[251]
3. Dag Vurdurma:
Bu da Tıbb-ı Nebevîce teyid edilen İslam öncesi bir tedavi yoludur. Bazı hadislerde tavsiye ve hatta tatbikatına rastlandığı halde, bazı hadislerde de yasaklandığı görülür. Bu durumu, âlimler, ızdırap veren, tehlikeli ve maharet isteyen bir tedavi metodu olması hasebiyle, mecbur kalmadıkça, ehil kişi bulmadıkça başvurulmaması gerekir şeklinde yorumlarlar.[252]
4. Ameliyat:
Bugün tedavinin vazgeçilmez ve son derece müessir vasıtalarından biri ameliyattır. Belki de o günün Arap cemiyetinde ve hatta komşu milletlerde tedavide bu metoda başvurulmadığından olacak Hz. Peygamber´in hadislerinde bu bahse, ne lehte ne aleyhte yer verilmez. Gerçi, boğaz iltihabına yakalanan çocukları, tedavi için, bez dolanmış parmakla bademciklerinin alındığı ve Hz. Peygamberin buna müdahale ederek, bir nevi damla tatbikatı olan ûd-ı hindîyi (topalak) tavsiye ettiği rivayetlerde vardır. Buna dayanarak ameliyat metodunu yasaklamak mümkün değildir. İnşirah suresinde göğüs yarılmasından söz edildiği gibi, Hz. Peygamber´in muhtelif seferler mucizevi tarzda göğsünün yarıldığı, içerisinin temizlenip, dikildiği ve hatta, dikiş izlerinin sonradan belli olduğu rivayetlerde mevcuttur.[253]
5. İlaç:
Bir kısım hastalıkların tedavisinde ilaç esastır. İlacın o devirde bilinen her çeşidine hadiste rastlamak mümkündür. Ağızdan alınanlar, kulak, burun, göz ve boğaza damlatılanlar v.s.
İlaçların ham maddesi esas itibariyle şifâlı otlardır. Bal, çörek otu, ûd-i hindî, zeytinyağı, mantar, hasır külü, kına gibi çeşitli nebâtî maddeler hadislere zikredilmiştir.[254]
* Haram Maddeden İlaç:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) haram edilen maddelerden ilaç yapılmayacağını beyan eder: “Allah haram kılınan şeyde şifâ yaratmamıştır”; “Haramla tedavide bulunmayın.” Şarabı tedavide kullanmak için müracaat edenlere: “O, şifa değil, hastalıktır” diyerek reddeder. Keza kurbağadan ilaç yapmak isteyen bir doktoru bundan men eder, çünkü kurbağa, öldürülmesi haram hayvanlardandır.[255]
6. Su Tatbiki:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) çeşitli hastalıkların hararetini düşürmek için vücuda soğuk su tatbikini tavsiye eder. Kendisini ölüme götüren hastalığı sırasında bile bunu bizzat tatbik etmiştir.[256]
7. Tebdîl-i Mekan:
İklim değişmesiyle hastaların bazılarını tedavi etmek için Hz. Peygamber tebdîl-i mekana başvurmuştur. Söz gelimi, Medine´nin rutubetli havasından rahatsızlanan bir grup bedeviyi, hazine develerinin otlatıldığı yaylaya göndererek tedavi olmalarını sağlamıştır. Yeni girdikleri evden hastalık ve uğursuzluk bulduklarını söyleyenlere de orayı terketmelerini tavsiye etmiştir. [257]
8. Rukye:
Cahiliye devrinde mevcut bir tedavi usulüdür. Dilimizde buna okumak veya nefes etmek denir. Bir kısım hadisler bunu, -tevekküle aykırılığı haysiyetiyle- yasaklar. Ancak, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ın göz değmesi, zehirli hayvan ısırması, nemle denen yara kurduna karşı rukyeye başvurduğu da bilinmektedir.
İslam âlimleri farklı hadisleri değerlendirerek, yasağın, “rukye için okunan dua”da cahiliye küfrünü devam ettiren elfazın varlığına hamletmişlerdir. Bu yasak bilhassa hicretten önceki döneme aittir. Hz. Peygamber Medine´de hastalara rukye yapmayı meslek edinenleri dinleyerek dualarında elfâz-ı küfür olup olmadığını kontrol eder ve olmayanlara izin verir.
Âlimler rukyenin cevazında icma olduğunu açıklar. Şer´an yasak olan nefes, “efsuncuların ve cinleri teshir iddia eden cincilerin nefesidir.”[258]
9. Dua:
Tıbb-ı nebevîde dua, daha önce temas ettiğimiz üzere sadece hastalıktan korunma safhasında başvurulan bir metod değildir. Hastalanan kimsenin tedavisi sırasında da başvurulması gereken bir metoddur, çaredir. Az yukarıda kaydettiğimiz bir hadisin son kısmı şöyle idi: “Belaya dua ile karşı koyun.” Bu durumda kişi, bizzat kendisi için dua edip, Allah´tan şifa taleb edebileceği gibi, yakınları da ona dua edebilirler. Her iki çeşit dua da Hz. Peygamber´in tavsiyeleri arasında yer alır. “Mü´minin mü´mine duası müstecabtır” diyen Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hastaları ziyaret ettiğinde şöyle dua ettiği belirtilir: “Ey inananların Rabbi! Şu hastalığı gider, şifâ ver, şifa veren ancak sensin. Senin şifandan başka şifa yoktur. Hiç bir hastalık bırakmayan şifa ile şifa ver.”[259]
10. Tebdil-i Hava:
Medine´nin havası iyi gelmeyen Ureynelileri Aleyhissalâtu vesselâm´ ın tedavileri için kıra gönderme örneğini değerlendiren İslam ülemâsı tebdil-i mekan veya tebdil-i havanın da bir tedavi metodu olarak sünnette yer aldığını belirtmiştir. Buna başka örnekler de var.[260]
11. Kuvve-i Maneviyeyi Takviye:
Âlimler, bazı hadisleri, tedavide moral takviyesi metodu olarak değerlendirmiştir… “Bir hastanın yanına girince onu uzun yaşayacağı hususunda ümitlendirin. Bu (ümitlendirme) kaderi değiştirmez ama hastanın gönlünü hoş eder” buyurulmuştur. İbnu´l-Kayyim der ki: “Bu tedavinin en şerefli bir çeşididir. Zira hastanın gönlünü hoş etmek onun tabiatını güçlendirir, kuvvetini harekete geçirir, garîzî harâretini uyandırır, hastalığın define yardımcı olur ve hafiflemesini sağlar.”[261]
12. Sabır:
Hastalığı hafifletecek, hatta tamamen bertaraf edip yokedecek vasıtalardan biri de sabırdır. İnsanların mala, cana gelecek çeşitli musibetlerle imtihan edileceğini bildiren az yukarıda kaydettiğimiz âyet-i kerime, bu musibetlerin çaresini de gösterir: Zira âyetin sonunda “Sabredenleri müjdele” denilir. Âyetten anlaşılan o ki, gelen musibeti asgari zararla atlatmanın yolu metaneti kaybetmemek, insanlara şikayet etmemek, bağırıp çağırmamaktır. Resulullah da hastalığa karşı sabretmeye teşvikte bulunmuştur. Kendisine hastalığına karşı Allah´tan şifa taleb edivermesi için başvuran bir kadına: “Dilersen dua edeyim, Allah şifa versin, dilersen sabret cennet senin olsun” demiştir. Tedaviye başvurulsa da hastalığın elemlerine karşı sabır esastır, çünkü tedavi hiçbir zaman kesin netice vaadetmez.[262]
13. Gayr-i Müslim Tecrübe:
Tıbb-ı nebevînin orijinal yönlerinden biri budur. Tedavide, insanlığın faydasını ortaya koyduğu tecrübelerinden istifade edilir. Gayr-i müslimlerin metodu veya ilacıdır alınmaz diye bir prensip mevcut değildir. Bunu, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın henüz müslüman olmadığı belirtilen meşhur tabib Hâris İbnu Kelde´ye gitmeyi tavsiye etmesi ifade ettiği gibi, gayle[263] hakkındaki şu açıklaması daha sarih olarak gösterir: “Gayle´den nehyetmek istemiştim, sonra hatırladım ki, İranlılarla Bizanslılar bunu yapmaktalar ve çocuklarına da bir zarar olmamaktadır.” İslam âlimleri bu örneklere dayanarak tıbb´da ehl-i zimme´ye başvurmanın caiz olduğuna hükmetmişlerdir. Biz bunu, İslam´ın herhangi bir prensibini rencide etmeyecek her çeşit beşerî tecrübelerden istifadeye cevaz olarak anlayabiliriz. İslamî prensibe uygunluk kaydına, yeni iddiaların değerlendirilmesinde İslam ülemâsının fetvasına olan ihtiyacı belirtmek için yer verdik. Aksi takdirde “eski bir hakikatı tekrar etmektense yeni bir yalanı hakikat gibi, bile bile neşretmeyi tercih eden Batıı espirinin oyuncağı olmak, böylece dini rencide etmek mevzubahis olur.”[264]
4.Tedavi Ediciler:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), tedavi ediciler üzerinde de durmuştur. Bunların liyakatli olması gerekir. Likayatli olmayan tedavici sebep olacağı kazadan sorumlu tutulacaktır.[265] Liyakat olunca, müslim gayr-i müslim ayırımı yapılmadığı gibi kadın erkek ayrımı da söz konusu değildir. Hadislerde gelen örneklerden hareket eden İslam âlimleri, yabancı bile olsa kadının erkeği, erkeğin de kadını tedavi edebileceğini, muayene için gerekli olan bakmak, elle dokunmak gibi ameliyelere yer verebileceğini hükme bağlamışlardır.[266]
5- Tıbbî Tatbikatı Murâkabe:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tedaviye giren prensiplerin (liyakatli ellerde yürümesi, yasak tedavi metodlarına başvurulmaması gibi) tatbikatını kontrol etmeyi de ihmal etmemiştir.
Ebu Dâvud´un bildirdiğine göre, Medine´de hastalara rukye yapmakla tanınmış kimselerin okudukları duaları dinleyerek, kullandıkları elfâzı kontrol etmiş, küfür ve şirk ifade eden sözlerin bulunmadığından emin olunca onlara izin vermiştir. Cin dağıtmaya mahsus bir rukye çeşidini de (nüşre) içinde yer alan put, cin, şeytan isimleri sebebiyle yasaklamıştır.
Keza sünnetçi kadınları çağırtıp, sünnet sırasında dikkat etmeleri gereken incelikleri kendilerine açıklamışlardır.[267]
6- Kaynaklar:
Tıbb-ı nebevînin kaynağı bizce, âyet ve hadislerdir. Gerek Kur´an´da ve gerekse hadislerde tıbbı ve sağlığı ilgilendiren pasajlar, doğrudan ve dolaylı işaretler, imalar hepsi tıbb-ı nebevînin gerçek kaynaklarını teşkil eder.
Belki de burada, bize itirazla, “tıbb-ı nebevî” üzerine yazılan birçok eserlerin varlığı hatırlatılacak. Biz gerek klasik devirlerde ve gerekse modern zamanlarda tıbb-ı nebevî üzerine verilen pek çok eserlerin varlığına bilerek tıbb-ı nebevînin gerçek kaynağını âyet ve hadislerin teşkil ettiğini söylüyoruz.
Klasik dönemde yazılan eserlerde, hadise dayanmayan birçok meseleler var. Bunlar bizi aldatabilir. Bazen eserin yazıldığı asrın tababet anlayışını, bazan bir kısım hükemâ sözlerini, halk tabâbetini, sağlıkla ilgili vecize ve atasözlerini hatta kadim yunan feylesoflarının tıbbî nasihatlarını bu kitaplarda, gerçekten hadislerden alınmış olan meselelerle iç içe, yan yana buluruz.
Bütün bunlar, tıbb-ı nebevî adını taşıyan bir kitapta rastlanınca hepsini nebevî tıbtan zannetme gibi vahim sonuçlara götürecek durumlar ortaya çıkabilmektedir. Biz müslümanlar olarak Resulullah´a nisbeti sahih olan rivayetlerin muhtevasına itimad eder, tıbbî müessiriyetinden, gerçeğin ifadesi olduğundan endişeye düşmeyiz. Tıbb-ı nebevî kitaplarında görülmesi sebebiyle, bir atasözüne veya etıbba sözüne veya halk tabâbetine de aynı itimadı, aynı kudsiyeti göstermek bizi çifte zarara sokar; şöyle ki:
1. Butlanı günümüzde ortaya çıkmış eski bir tıb anlayışında ve onun gayr-ı müessir tatbikatında ısrar etmek.
2. Bu yanlışlığın mesuliyetini hadislere yükleyerek gerçek tıbb-ı nebevîyi kusurlu bulmak ve itimadı sarsmak. Nitekim, zamanımızda Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın dinî olmayan bu gibi meselelerde yanılabileceğini ileri sürenlere, maalesef rastlanmaktadır.
Resulullah her meselesinde vahye müsteniddir veya ikaz ve irşad-ı ilâhînin garantisi altındadır. Yanlış ve hatalı karara varma durumunda takip edilecek edeb hususunda âlimden cahile, devlet reisinden dağdaki çobana varıncaya kadar bütün ümmete örnek vermek hikmetine binaen, Resulullah´ın bazı “yanılma” ve “içtihadından dönme” örnekleri vardır. Bu örnekler tıbb-ı nebevîye hariçten giren ve fakat yanlışlıkla tıbb-ı nebevîden bilinen meselelerle istismar konusu yapılarak, bütün hadisleri gözden düşürme faaliyetlerinde kullanılabilecektir. Bu sebeple, biz tıbb-ı nebevîyi sadece ve sadece Kur´an ve hadise dayanarak yeniden tedvin etmek, geliştirmek zorundayız.
“Bunu yaparken, tıbb-ı nebevî ile uğraşanlar, tıbbî konulara giren âyet, hadis ve bunların varsa şerhlerini, günümüz tıbbı bulgu ve çalışmaları ile yan yana getirmelidir. Âyet ve hadis-i şeriflerin ifadelerine uygun olan tıbbî bulgu ve çalışmalar doğru, ters düşüncelerin yanlış olabileceği kabul edilmelidir.
Tıbbın nevleri konusunda çalışma yapan kişi yanlışlığın nereden kaynaklandığını araştırmalı ve yapabileceği araştırmada buna işaret etmelidir.
Şöyle ki, son yıllara kadar Peygamberimiz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın iltifat ettiği tereyağı konusunda aleyhte konuşan tıbbımız bugün lehte konuşmaya başlamıştır. Gerçek anlaşılmıştır. Şeker hastalarına balı yasaklayan tıbbımız, bugün normal miktarda alınabileceğini vurgulamaya başlamıştır.
Perhiz hakkında yeterli fikre sahip olmayan günümüz tıbbı yeni yeni bu konuda ipin ucunu yakalamaya çalışmaktadır.
“Hastalarınızı yemeye içmeye zorlamayınız” hadis-i şerifindeki iştahsızlıkla ilgili arkada bulunan fizyolojik mantığı anlamakta halen güçlük çeken günümüz tıbbıdır” (Z.Ç.)[268]
7- Tıbb-ı Nebevî Nasıl İhya Edilebilir
Tıbb-ı nebevînin günümüz şartlarında yeniden sistematize edilmesi düşünüldüğü takdirde takibedilmesi gereken metod bizce şudur: Bu çalışmayı öncelikle Arapçayı çok iyi bilen tabibler yapmalıdır. Onlar Arapçadan başka hadis ve tefsirle ilgili belli başlı ilimlerde yetişmelidirler. Bu meyanda, hadis nazariyatının ve hadis kaynaklarının da iyi bilinmesi gerekir. Arapça formasyonu olan bir hekim hadis nazariyatını öğrenmesi, kaynakları tanıması çok zor bir iş değildir. Ama Arapçayı bilen bir ilahiyatçının tıbbî formasyon edinmesi kıyaslanamayacak kadar zordur.
Hatta şunu da ilave etmek isteriz: Zamanımızda tıb-ı nebevînin mükemmel bir sisteme kavuşturulması bir ekip çalışmasıyla gerçekleşebilir. Bugün tıbbın pek çok ihtisas bölümleri var: Göz, kulak, dahiliye, hariciye, nisâiyye, çocuk, psikiyatri, nöroloji.. gibi. Hadisleri bu ihtisas sahiplerinden her birisi kendi zaviyesinden değerlendirecektir. Bir hadisten psikiyatri mütehassısı tarafından keşfedilecek bir inceliğin, dahiliyeci tarafından sezilemeyeceği söylenebilir. Hele tıbbî formasyonu olmayan bir ilahiyatcının hekimlerce sezilecek tıbbî incelikleri görmesi hiç beklenemez. Öyle ise, hadislerdeki tıbbî yönleri arama ve sistematize etme işini hekimlerin teşkil edeceği bir hey´et ele aldığı takdirde, yüzbinleri bulan bütün hadis rivayetleri, yapılacak çalışmanın kaynağını teşkil edecektir. Aksi takdirde, bir ilahiyatçının yapacağı tıbb-ı nebevî çalışması hadis kitaplarının “kitabu´ttıb”, “kitabu´lmarda” gibi, tıpla alakalı bölümlerinde yer alan hadislerin dışına fazla çıkamaz.
Bu noktanın daha iyi anlaşılması için bir hâtıramı nakledeceğim: Bu eserimizin tıb bahsinde kıymetli katkılarını gördüğümüz Dr. Zeki Çıkman arkadaşım yıllarca önce tıbb-ı nebevî ile alakalı bazı araştırmalar yapmak üzere bir vakıf kurma düşüncesinden bahisle, bu vakfın çalışmalarına esas olabilecek bir tıbb-ı nebevî kitabının hazırlanması işini, hadisci olmam haysiyetiyle bana teklif etmişti. Bir müddet düşündükten sonra, yukarıda belirttiğim gibi, işe yarar bir çalışmanın ortaya çıkması için tıbbî formasyon gerekeceğini açıklayarak özür beyanettim. İlk anda bu işi yapabileceğimde ısrar etti ise de, bir başka karşılaşmamızda “namazın göz sağlığına etkisini bildiren hadis var mı ” diye sordu. “Göz tedavisiyle ilgili hadis çok ama, namazın göz sağlığına etkisinden bahseden hadis hatırlamıyorum” dedim. “Var” dedi ve Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Dünyanızda bana üç şey sevdirilmiştir… diye başlayan hadisini hatırlatarak orada geçen “…ve gözümün nuru namaz” tabirini gösterdi. Ben: “Burada “çok sevdiğim ma´nâsında olmak üzere “gözümün nuru” demiştir. Bu Arapçada söylediğim maksadla kullanılan bir tabirdir, nitekim biz de, çok sevdiğimiz bir şeye, “gözümün nuru” deriz. Bunun göz sağlığı ile ilgisini göremiyorum” diye itiraz ettim.
Tabib arkadaşım, öyle açıklamalar yaptı ki bu hadiste yer alan tıbb-ı nebevî hususunda ikna oldum. Ezcümle, “göz nuru” denen görme gücünün her yaşta zinde kalabilmesi için gözün, uzak, yakın, çok uzak, çok yakın olmak üzere farklı mesafelere devamlı uyum temrini yapmak zorunda olduğunu, namazda iken ayakta, rükuda, secdede, oturma ve selam verme hallerinde çok farklı mesafelere bakarak gözün bu “uyum temri”ni yaptığını, bazı göz bozukluklarını gidermek için tabiblerin kadınlara örgü tavsiye ettiklerini… vs. söyledi ve ilave etti: “Namazda gözleri kapamak niçin mekruhmuş, şimdi daha iyi anlaşılmalı.”
Ben bu açıklama ile göz nurumuzun büyük ölçüde namaza bağlı olduğunu anlamış olmaktan başka, müessir bir tıbb-ı nebevî çalışmasını ancak tabiblerin yapabileceğine dair düşünceme, mukni bir delil bulmuştum. Meseleyi şimdilerde daha da açan doktorumuzun açıklaması şöyle:
“Gözün namazdaki tadil-i erkanı, namazın karanlıkta kılınmasının mekruhluğu, gözlerin namazda kapalı olmasının mekruhluğu, gözümüzün katarakt ve glokom´dan (yani karasu hastalığından) korunması için hususi işaretler olup “iki gözümün nuru namaz” hadisi, namazın değer verilen, sevilen bir kıymet olduğunu anlattığı gibi, “iki gözüme nur veren namaz” ibaresinin de saklı olduğu kanaatindeyiz. Kişi sevdiği ile karşılaştığı zaman “seni görünce gözüm gönlüm aydınlandı” diyerek psikolojik bir sevinci ifşa ettiği gibi; namaz direkt olarak maddî gözümüzün sağlığında etkilidir. Gözün içindeki lens denilen uyumla ilgili merceğin anatomik, fizyolojik ve biyolojik hususiyetlerini bilenler bu ifadelerin gerçekliğini daha iyi anlayacaklardır.”(Z.Ç.) [269]
——————————————————————————–
[1] Diğer unsurların başlıcaları: İnanç, kıyafet, nikâh, mesken, dil, eğlence … vs´dir.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/88-90.
[3] İnceltilmiş (murakkah) ekmek deyince dilimizdeki yufka veya şebit de denen ev ekmeği hatıra gelir ise de pastamsı ekmekler de kastedilmiş olabilir.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/91.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/91.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/91-92.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/93.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/93-96.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/96-97.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/97.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/97.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/98.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/98.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/99.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/99-101.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/102.
[17] Bir rivayette bu Sahâbî´nin Büsr İbnu Râ´î el-Îr radıyallahu anh olduğu belirtilir.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/102.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/103.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/103-104.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/105.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/105-106.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/106.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/106.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/106.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/107.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/107-108.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/109.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/109-110.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/110.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/110-112.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/112.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/112-113.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/113.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/113.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/114.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/114.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/114.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/115-117.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/118.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/118.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/118-119.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/120.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/120-121.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/122.
[46] Burada İbnu Abdilberr şunu demek ister: “İmam Mâlik bu hadislerde muayyen bir şahsın kastedildiği kanaatinde olduğu için “Mü´min, bir mideye; kâfir ise yedi mideye yer” şeklinde mutlak gelen hadîsi kaydettikten sonra, hadîsin belli bir şahısla ilgili olarak rivayet edilen vechini peşine kaydetmiştir. Kaideten, mutlak mukayede hamledilir. Öyleyse bu hadîsler muayyen şahıslarla ilgilidir, her mü´minle, her kâfirle değil.”
[47] Burada, mîde kelimesiyle sindirim borusunu anlamamız gerekecek. Sindirim borumuzun, şerhte mîdeden itibaren değişen kısımlarının sayıldığını görmekteyiz: Mide, oniki parmak barsağı, kör barsak, kalın barsak, kalın barsağın son kısmı.
[48] Bu ikinci sayımda kolon, inceler sırasında zikredilmektedir. Önceki sayımda ise kalınlar sırasında zikredilmişti. Keza bu ikincide a´ver (kör barsak)de sıra itibâriyle farklı yerde gözükmektedir.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/122-128.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/128.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/128.
[52] Kût: Hayatın devamını sağlayacak miktardaki gıdadır (Nihaye).
[53] Kifâyet: Burada belli miktar demek değildir. Yeterliliğine hükmedilmesi gereken mevcuttur. İbnu Hacer: “Birlikte yeyin, ayrı yemeyin. Zira beraber olunca, bir kişilik yemek iki kişiye de yeter” hadîsini yorumlarken: “Bu hadîsten anlarız ki, “kifâye” birlikte olmanın bereketinden neşet eder ve cemaat ne kadar çok olursa, bereket de ziyâdeleşir” der.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/128-130.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/130.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/130-131.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/131.
[58] Arzî ilebedenin et-kemik gibi katı kısımlarını; mâyî ile bedendeki suyu; hava ile oksijen vs. gibi havadan gelen kısımları kastetmiş olmalı. Burada eski hikmetin anlayışını görmekteyiz: Hayat dört aslî unsurdan meydana gelir: Toprak, su, hava, ateş…
[59] İslam ülemâsının Bokrat dedikleri Hipokrat, eski yunan tabiplerinden meşhur bir zattır. Tabibler, tıb meslsğinin pîri bilirler ve tabib olunca Hipokrat yemini diye bir yeminde bulunurlar. Yunanlı da olmanın tesiriyle Hipokrat şöhretini hâla korumaktadır.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/131-133.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/133.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/133-134.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/134.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/134.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/135.
[66] Önceden geçen açıklamaya göre, şifalı kanat, teahhur eden (geride kalan) kanattır.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/135-137.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/137-138.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/138.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/138-140.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/140.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/140.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/141.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/141.
[75] Bu ibare Buharî´deki vechinde daha açık: “Resulullah aleyhissalatu vesselam, hakkında konuşulup, ismi söylenmeyen bir yemeğe pek nâdir elini uzatırdı.”
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/142-143.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/143-144.
[78] Bâdiye, çöl, kır, köy… gibi kelimelerin sadece biriyle karşılanması, dilimiz açısından mahzurlu olsa gerek. Yerine göre hepsi bu kelime ile ifâde edilebilmektedir.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/144-147.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/148.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/148.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/148-150.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/150.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/150.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/150-151.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/151-152.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/152.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/152-153.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/153.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/153.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/153.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/154.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/154.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/154-155.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/155.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/156.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/156.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/157.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/157.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/157-158.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/158-159.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/159.
[103] Yerbû´ olarak geçen bu kelimeye lügatlerde Afrika tarla fâresi de denmektedir.
[104] Dört ayaklı, kısa kuyruklu, çokca tüyü olan bir hayvan olarak tarif edilir.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/159-160.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/160-161.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/161.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/161.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/161-162.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/163.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/163-164.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/164.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/165.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/165.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/166.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/166.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/167.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/167-168.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/168.
[120] Musarrât: Sağmal hayvanların, yavrularıyla beraber otlamaları halinde,yavrunun anneyi emmesi istenmezse, memeye bir kılıf geçirilir, buna musarrât denmektedir.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/169-171.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/172.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/172.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/173.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/173.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/173-174.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/174.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/174.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/175.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/175-176.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/176.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/176-177.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/178.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/178.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/178.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/179.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/179.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/179.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/180.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/181.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/181.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/182.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/182.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/183.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/183-184.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/183.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/184.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/185.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/185.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/185.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/185-186.
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/186.
[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/186-187.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/187.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/188.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/188.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/188.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/188.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/189.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/189-190.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/190.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/190-191.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/191.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/191.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/192.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/192.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/192.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/193.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/194.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/330-331.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/331-332.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/332-334.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/334.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/334.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/335.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/335.
[177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/335.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/336.
[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/336.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/337.
[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/337.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/338.
[183] Müfred, mürekkep olmayan, tek cins demektir. Yani birkaç maddenin karıştırılmasıyla elde edilmemiş olan, sâde ilaç demektir.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/338-342.
[185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/342.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/342.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/342-343.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/343.
[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/343-344.
[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/344.
[191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/344-345.
[192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/346.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/346-347.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/347-349.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/350.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/350-353.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/353-354.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/354.
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/354.
[200] Nüşre, kelime olarak neşr´den gelir. Neşr, dilimize de girmiş bir kelimedir. Açmak, yaymak, neşretmek, çözmek gibi mânalara gelir.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/355.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/355-356.
[203] Nazarlık diye tercüme ettiğimiz vede´a, denizden çıkarılıp, nazar korkusuyla çocuklara takılan beyaz bir cisim (Nihâye).
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/356-357.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/358.
[206] Veba, tarih boyunca büyük ölümlere sebep olmuştur: 1337-1339 yıllarında Orta Asya-Çin arasında 13 milyon: 1348´de Avrupa´da ortaya çıkan bir veba, halkın %28´ini; 1375´de %13´ünü etkisine almıştır. Tahminler Avrupa´da 25 milyon insanın veba´dan öldüğünü, Asya´da da bir o kadarının ona kurban gittiğini söyler. 1466´da Tesalya, Makedonya ve İstanbul´da; 1478´de Venedik´te veba salgınları olmuş, çok sayıda ölüme sebebiyet vermiştir. 1664-1665´de Londra´da çıkan bir veba 460 bin kişinin 100 binini alıp götürmüştür. 1720-1722 yıllarında Marsilya´da 40 bin kişiyi öldürmüştür. 1878-1879 yıllarında Rusya´nın Volga havzasında: 1920´de Paris´te; 1930´da Cezayir´de görülen veba salgınları tarihin kaydettiği en son mühim salgınlardır.
[207] “Bir kavimde zina artarsa ölüm de artar” denmiş olduğu için birçoklarının, günümüzde zuhur eden AİDS hastalığı ile te´vile sevketmiştir. Çünkü AİDS, esas itibarı ile zina ve lutîliğin meşruiyet kazanacak kadar yaygınlaşmasından zuhur etmiştir, henüz tedavisi bulunamamıştır. Ve kitleler halinde ölümlere sebep olacağı belirtilmektedir. Resûlullah´ın gerçekten büyük bir mucizesi ile karşı karşıyayız.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/358-361.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/361.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/362.
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/362-365.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/366.
[213] Bu ifade yanlıştır. Bilakis, “Dövme yapmayı yasakladı” ziyadesini Buharî almış, diğerleri almamıştır. Sebebi ileride açıklanacak.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/366.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/367.
[216] “İzarının içi” tabiri ile ne kastedilmiştir Bu münakaşalıdır. Böğür, üzerine izar bağlanan kısım, izarla örtülen ön, avret mahallinden kinayedir, uyluk kısmı vs.
[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/368.
[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/368-369.
[219] Ef â: Engerek yani zehirli yılan demektir. Bunun bir nevinin bakışına uzaktan hedef olan canlının helak olduğu şöhret bulmuştur.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/368-371.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/371-372.
[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/372.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/372-373.
[224] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/373.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/373-374.
[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/375.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/375-376.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/376.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/376-377.
[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/378.
[231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/379.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/379-380.
[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/380.
[234] Bu mevzudaki müdellel bir tahlili Hz. Peygamber´in Sünnetinde Terbiye kitabımızda yaptık.(S.218-220).
[235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/380-381.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/381.
[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/382.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/382-383.
[239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/383.
[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/383.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/384.
[242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/384.
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/384-385.
[244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/385-386.
[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/386.
[246] Bu mevzu için, Hak Dini Kur´an Dili Tefsirine bakılmalıdır: (9. Cilt, S. 6396-6397).
[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/386-387.
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/387-388.
[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/388-389.
[250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/389.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/389.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/389.
[253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/389.
[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/389-390.
[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/390.
[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/390.
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/390.
[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/391.
[259] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/391.
[260] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/391.
[261] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/391-392.
[262] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/392.
[263] Gayle (gıyle de denmektedir): Zevcin çocuk emzirmekte olan zevcesi ile cima yapmasına denir. Kadın hâmile kaldığı takdirde süt, onu emen bebeğe zararlı bir mahiyet kazandığı için Araplar bu hali hoş karşılamazlarmış.
[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/392.
[265] Doktorun sebep olacağı kazalar ve sorumluluklar çeşitli şartlara göre değişir. Burada teferruata girmeyeceğiz.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/393.
[267] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/393.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/393-395.
[269] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 11/395-397.