VAKIF BÖLÜMÜ
İSLAMÎ VAKFIN MÜHİM BİR HUSUSİYETİ
Sadaka-i Cariye
Lamba Kimin
VAKIF BÖLÜMÜ
UMUMİ AÇIKLAMA:
Vakf, kelime olarak durdurmak manasına gelir. Istılah olarak, İmameyn´in tarifine göre, “Bir mülkün menfaatini halka tahsis edip aynını Allah Teala´nın mülkü hükmünde olarak temlik ve temellükten müebbeden menetmektir” diye tarif edilmiştir. Bu tarif İslam fukahasının vakıf anlayışını ifade eder. Ancak herkesin istifadesine sunulan müessese manasında vakıf, insanlık kadar eskidir. Tarihî vesikalar, vakfın önce dinî olarak başladığını, sonradan insanî, medenî, içtimâî sahalara yayıldığını gösterir. İlk vakıfları, herkesin müştereken ibadet yaptığı mabedlerin teşkil ettiği söylenmektedir.
Vakıf İslam´la birlikte ayrı bir gelişme göstermiştir. Hiçbir medeniyette vakıf müessesesi, İslam´da olduğu kadar gelişme ve cemiyete küllî hizmet kaydetmemiştir. Bu durumda, dinin vakfa verdiği önem rol oynamıştır. Dinimiz vakfa ayrı bir kudsiyet atfetmiş, imkan sahiplerini vakıf yapmaya fevkalâde teşvik etmiş, vakıf yapacakların koyacakları şartları “şari´in hükmü” gibi addederek, istediği şartlarla vakıf yapma selahiyeti tanımış ve bu şartın kıyamete kadar değiştirilemeyeceği garantisini vermiştir.
İslam´da ilk fiilî vakıf örneğini bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) vermiştir. Resulullah, önce Medine´de sahip olduğu yedi ayrı akarını, daha sonra da Fedek ve Hayber hurmalıklarından hissesine düşeni Allah yolunda vakıf buyurmuşlardır.
Peygamberlerinden gördükleri bu güzel sünnete imkanları ölçüsünde uymaya çalışan Ashap´tan pekçoğu, kıymetli akarlarını vakfetmişlerdir. Hz.Cabir (radıyallahu anh): “Muhacir ve ensardan imkan sahibi olup da vakıfta bulunmayan tek kişi bilmiyorum” der.
Bu meyanda, Hz. Ömer (radıyallahu anh)´in Hayber´de sahip olduğu “Kasm” adındaki pek kıymetli hurmalıkla ilgili vakfı bilhassa meşhur olmuştur. İslam´ın neşrine hizmet eden Daru´l-Erkam da bu vakıflar arasında yer alır.
İslam tarihinde vakıflar, çeşitli maksadlara hizmet eder. Fakirleri himaye etmek, yolcuların ihtiyaçlarını karşılamak, yetimleri büyütmek, talebelere burs, sükna vs. temin etmek, işsizlere iş bulmak, çırak yetiştirmek, müflis ve borçlulara yardımcı olmak, bekârları evlendirmek, hayvanları himaye etmek vs. Medrese, han, cami, çeşme, yol, köprü gibi ammenin menfaatine hizmet eden müesseseler kurmak, bunların ayakta kalmaları için gerekli masraflarını karşılamak gayesiyle de çok sayıda vakıflar kurulmuştur. Bu çeşit vakfın ilk örneğini hicrî 88 (miladî 706) yılında Velid Bin Abdülmelik vermiştir: Şam´da yaptırdığı meşhur Ümeyye Camii´nin masraflarını karşılamak üzere birkısım köy ve mezrayı vakfetmiştir.
İçtimâî müesseselerin ihtiyaçlarını karşılamaya matuf bu çeşit vakıfların İslam tarihinde îfa ettiği hizmetin büyüklüğüne ayrıca parmak basmak gerekir. Zira, devletlerin dış ve iç gaileler sebebiyle maddeten zayıf ve yorgun düştükleri, me´murlarının maaşlarını bile ödeyemeyecek hale geldikleri dönemlerde bile, bu müesseseler, vakıfları sayesinde sarsılmadan hizmetlerini yürütebilmişler, böylece ilmî hayat ve dinî hizmetler en kritik, en fena şartlarda bile aksamadan devam edebilmiştir.
Günümüzde bilhassa maarif hizmetlerinin yürütülmesinde, devletimizin halkın katkılarını ısrarla teşvik etmeye başlaması, devlethalk işbirliği ile ortaya konmaya başlayan müesseselerin bir teşvik unsuru olarak bilhassa propaganda edilip tanıtılması, vakfın ehemmiyetinin tekrar anlaşılmasında oldukça manidar bir gelişmedir.[1]
İSLAMÎ VAKFIN MÜHİM BİR HUSUSİYETİ:
İslam´da vakfın gayesi Allah´ın rızasını kazanmaktır. Malını vakfeden Müslümanlar, bidayetten beri hep bu maksadı gütmüşler ve vakfiyelerinde bunu açık bir şekilde belirtmişlerdir. Halbuki, diğer dinlerde, yapılan hayrattan, her seferinde uhrevî mükâfaat düşünülmemiş, dünyevî maksad, re´fet (acıma) hissi, insaniyet fikri de ön plana alınmıştır. Müslümanlıkta ise “takarrüb ilallah” tabirinden vecizeleştirilen “Allah´a yaklaşmak, O´nun rızasını aramak” gayesi esas alınmış ve bu, İslamî manadaki vakfın sıhhat şartlarından biri addedilmiştir.
Bu hususu, vakıf kurmak veya kurulmuş vakıflara bağışlarıyla yardım etmek isteyen Müslümanların iyi bilmeleri gerekir.
İslam alimleri, ehemmiyetine binaen, vakfı tarif ederken bu manayı zihne getirecek tabire yer vermeye bilhassa itina göstermişlerdir: Zira elbirlik kabul edilen tarife göre, “Vakıf: Menfaati ibadullaha ait olmak üzere bir aynı (malı) Cenab-ı Hakk´ın mülkü hükmünde olarak temlik ve temellükten ilelebet hapsetmektir.” Tarifte görüldüğü üzere, Müslümanların yaptığı vakıf tarih boyunca hep malı Allah´ın kılma manasını taşımıştır.
Atalarımızın, mallarını vakfederken dünyevî başka maksadlar da güttüğü şeklinde ileri sürülen iddialar tamamen indîdir ve gerçeği aksettirmekten çok uzaktır.
“Sevdiklerinizden İnfak Etmedikçe Hayra, Sevaba Eremezsiniz” (ayet): Şunu hemen belirtelim ki, İslam dünyasında mevcut her hayırlı müessesenin esas kaynağını Kur´an ve sünnet teşkil eder. Vakıf müessesesinin kaynağı da böyledir. Resulullah devriyle ilgili çok sayıda rivayet gösteriyor ki: “Sevdiklerinizden infak etmedikçe hayra, sevaba eremezsiniz” ayeti indiği zaman, Ashab çoğunlukla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e müracaat ederek en çok sevdikleri şeyleri Allah rızası için bağışladıklarını bildirmişlerdir. Bu bağışların bir kısmı sadaka, bir kısmı köle azadı şeklinde yapılırken, bir kısmı da vakıf şeklinde gerçekleşmiştir. On dört asırdan beri Cenab-ı Hakk´ın: “Sevdiklerinizden infak etmedikçe hayra, sevaba erişemezsiniz” hitabı, mü´min vicdanları çınlatarak hayır keselerini açık tutmalarını sağlamış, kıyamete kadar da aynı inançlı gönüllerde makes bulmaya, çınlamaya devam edecektir: Sevdiklerinizden infak etmedikçe hayra, sevaba ulaşamazsınız.[2]
Sadaka-i Cariye:
Durmadan akan hayır çeşmesi: Bazı çeşmeler, pınarlar vardır, akar da akar; belki de dünyanın kurulduğu günde başlamıştır akmaya. O kadar bol, o kadar zengindir ki, kıyamete kadar serin suyu, tatlı şırıltısı, güzel manzarasıyla susamış ciğerlere hayat, kederli gönüllere haz ve ümit, aşık ruhlara ilham vereceğinden herkes emindir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Allah yolunda yapılacak bir kısım hayırları bu çeşmeye benzetir. Ancak bu çeşme, başka çeşmedir; bu çeşme hayır çeşmesidir, bu çeşme sadece insanlara dünyevî hizmet vermez, kurucularına da ebedî nur ve gıda akıtır. Bu, kıyamete kadar akacak, aktıkça sahibinin amel defterini, hayır havuzunu da dolduracak, onu ebedî nura boğacak bir çeşmedir, bu çeşme, SADAKA-İ CARİYE´dir.
Nedir bu sadaka-i cariye Bu Allah rızası için, insanlara hizmet veren bir eser bırakmaktır. Bu, ilimdir, ilmî müessesedir, yoldur, köprüdür, kütüphanedir, müessese kurarak, burs vererek yetiştirilmiş insandır, fedakârlıklara katlanarak hayırlı şekilde büyütülmüş evlattır. İşte Resulullah´ın müjdesi; kendi kelamlarıyla: “Kişi öldüğü vakit, üç sayfası hariç bütün amel defteri kapanır. Açık kalan amel sayfalarından biri sadaka-i cariyedir, biri insanların faydalanacağı bir ilimdir, üçüncüsü de kendine dua eden hayırlı evlattır.”
İslam alimleri çoklukla sadaka-i cariye ile vakfın kastedildiğini söylerler. [3]
Lamba Kimin
Bir babanın emriyle, beş kardeşten biri lambanın şisesini, diğeri camını, üçüncüsü gazyağını, dördüncüsü fitilini alsa, beşincisi de kibrit getirip yaksa.
Bu lamba kimindir
Lambadan istifade edenler, lambanın sahibine dua etseler, dua ve teşekküre hepsi de hak sahibi değil midir
Evet Allah yolunda yapılan hayır işleri, vakıflar, müesseseler de böyledir. Biri düşünür, teşebbüsü başlatır. Diğer pekçokları yardımla müesseseyi kurarlar. Derken bir hizmet çarkı işlemeye başlar. Bir tuğla, bir civata ile de buna katkıda bulunan, niyetiyle o hayır fabrikasının manevî gelirine ortak olur. Hayır müesseselerine yardımın gerçek manası budur.
Cenab-ı Hak, hayır yolunda verilen bir tuğla veya cıvatanın bir bina veya fabrikaya dönüşebileceğini, atılan bir tohumun bir harman mahsül olabileceğini şu ayetle haber verir:
“Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren, her başakta yüz tane bulunan bir tek tohumun hali gibidir. Allah kime dilerse ona kat kat verir. Allah, ihsanı bol olan, hakkıyla bilendir.”
Resulullah da başta vakıf olmak üzere, dine hizmet etmek, Allah rızasını aramak maksadıyla başlatılan teşebbüslerin desteklenmesini teşvik maksadıyla: “Kim Allah rızası için bir bağırtlak kuşunun yuvası kadar bir mescid inşa ederse, Allah onun için cennette bir köşk inşa eder” buyurmuştur.
Tek başına fitil, lamba olmayacağı gibi, kuş yuvası kadar mekanda tek başına mescid olamaz. Ama Allah´ın rızası niyetiyle teşkil edilen, harmana atılan imkan daneleriyle her şey olur. Hayır vakıflarını desteklemenin manası budur.[4]
ـ5809 ـ1ـ عن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]أصَابَ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنهُ أرْضاً بِخَيْبَرَ فأتَى النّبيّ # فقَالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ! إنّي أصَبْتُ أرْضاً بِخَيْبَرَ لَمْ أُصِبْ مَاً قَطُّ هُوَ أنْفَسُ عِنْدِي مِنْهُ فَمَا تَأمُرُنِي بِهِ؟ قَالَ: إنْ شِئْتَ حَبَّسْتَ أصْلَهَا وَتَصَدَّقْتَ بِهَا قَالَ: فَتَصَدَّقَ بِهَا عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنهُ أنَّهُ يُبَاعُ أصْلُهَا، وََ تُبَاعُ، وََ تَوُرثُ وََ
تُوَهبُ. قَالَ: فَتَصَدَّقَ عُمَرُ في الْفُقَرَاءِ، وَفِي الْقُرْبَى، وَفِي الرِّقَابِ، وَفِي سَبِيلِ اللّهِ وَابْنِ السَّبِيلِ. زَاد في رواية: وَالضّيْفِ. َ جُنَاحَ عَلى مَنْ وَلِيَهَا أنْ يَأكُلُ مِنْهَا بِالْمَعْرُوفِ أوْ يُطْعِمَ صَدِيقاً غَيْرُ مُتَأثِّلٍ مَاً[. أخرجه الخمسة.»المُتَأثِّلُ« الذي يدّخر المال ويقتنيه .
1. (5809)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallahu anh) Hayber´de (ganimetten) bir arazi sahibi oldu. (Bunu tasadduk etmesini emreden bir rüyayı üst üste üç gün görmesi üzerine) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek:
“Ey Allah´ın Resulü! Ben Hayber´de bir tarlaya sahip oldum. Şimdiye kadar yanımda böylesine değerli bir arazim hiç olmadı. Bu tarla için bana ne emir buyurursunuz ” diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Dilersen onun aslını (Allah için) hapset ve [gelirini] tasadduk et!” buyurdular. Bunu üzerine Hz. Ömer (radıyallahu anh) araziyi tasadduk etti ve aslının satılamayacağını ve satın alınamayacağını, varis olunamayacağını, hibe edilemeyeceğini söyledi.
Ravi der ki: “Ömer bu araziyi fakirlere, akrabalara, kölelere, Allah yolunda harcamalara ve yolculara bağışladı. -Bir rivayette misafirlere de denmiştir-. Onun işlerini üzerine alanın ondan maruf üzere yemesinde veya bir dostuna yedirmesinde bir beis yoktur, yeter ki, malı kendine sermaye yapmasın.” [Buharî, Şurût 19, Vesaya 28, İman 33; Müslim, Vasiyyet 15, (1632); Ebu Davud, Vesaya13 (2878); Tirmizî, Ahkam 36, (1375); Nesâî, Ahbas 1, (6, 230); İbnu Mace, Sadakat 4, (2396).][5]
AÇIKLAMA:
Hz. Ömer´in vakfettiği bu nefis arazi ganimet yoluyla kendisine intikal etmiş, ancak o yeni iştiralarla normal hissesini genişletmiştir. Araziyi vakfedince Hz. Ömer, gelirinin, şartına uygun olarak tasarruf yetkisini kızı Hz. Hafsa´ya bırakır, ondan sonra da Hz. Ömer ailesinden büyüklere verilmesini belirtir. Bazı rivayetlere göre, bu vakfiyenin metni şöyledir:
“Emîru´lmü´minîn, Allah´ın kölesi Ömer´in, Semğ adlı arazi hakkında yazdığı namedir. Bunun tedviri yaşadığı müddetçe Hafsa´yadır. Hafsa onun gelirini Allah´ın gösterdiği yerlere infak edecektir. Hafsa vefat edince (arazinin tedviri) onun ehlinden re´y sahibi olan birine geçecektir.”
Hz. Ömer, üst üste üç gün gördüğü rüya üzerine bu değerli arazisini vakfetmeye karar verir. Rivayetler, rüyada onun Semğ´i tasadduk etme emrini aldığını belirtir. Şunu da belirtelim ki, Hz. Ömer´in vakfı sadece Semğ değildir. Değerce ondan geri kalmayan Sırma İbnu´l-Ekva arazisini de vakfetmiştir. Ahmed İbnu Hanbel´in bir rivayetine göre “İslam´da vakıf şeklinde yapılan ilk sadaka Hz. Ömer´in sadakasıdır.”
İbnu Hacer, “Cahiliye devrinde vakıf var mı, bilmiyoruz” der. İmam Şafii, vakfın Müslümanlara ait bir hususiyet olduğunu söylemiştir.[6]
ـ5810 ـ2ـ وعن يحيى بن سعيد قال: ]نَسخَ لِي عَبْدُ الْحَمِيدِ بْنُ عَبْدِ اللّهِ )ابْنُ عَبْدِ اللّهِ( ابْنِ عُمَرَ بْنِ الخَطّابِ رَضِيَ اللّهُ عَنهُمْ صَدقََةَ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنه: بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ: هذَا مَا كَتَبَ عَبْدُاللّهُ عُمَرُ فِي ثَمْغٍ فَقصَّ مِنْ خَبَرِهِ نَحْوَ حَدِيثِ نَافِعٍ عَنِ ابْنِ عُمَرَ وَقَالَ: غَيْرُ مُتَأثِّلٍ مَا، وَفِيهَا فَمَا عَفَا عَنْهُ مِنْ ثَمَرَةٍ فَهُوَ لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ، قَالَ: وَسَاقَ الْقِصَّةَ، قَالَ: وَإنْ شَاءَ وَلِيُّ ثَمْغٍ اشْتَرَى مِنْ ثَمَرِهِ رَقِيقاً لِعَمَلِهِ، وَكَتَبَ مُعَيْقِيبٌ، وَشَهِدَ عَبْدُاللّهِ بْنُ ا‘رْقَمِ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ، هذَا مَا وَصَّى بِهِ عَبْدُاللّهِ عُمَرُ أمِيرُ الْمُؤْمِنِينَ إنْ حَدَثَ بِهِ حَدَثٌ أنَّ ثَمْغاً وَصِرْمَةَ ابْنَ ا‘كْوَعِ وَالْعَبْدَ الّذِي فيهِ، وَالْمَائَةَ السَّهْمَ الّذِي بِخَيْبَرَ وَرَقِيقَهُ الّذِى فيهِ، وَالْمِائَةَ الّتِي أطْعَمَهُ مَحُمّدٌ # بِالْوَادِي، تَلِيهِ حَفْصَةُ مَا عَاشَتْ. ثُمَّ يَلِيهِ ذُو الرَّأىِ مِنْ أهْلِهَا، أنْ َ يُبَاعُ وََ يُشْتَرَى، يُنْفِقُهُ حَيْثُ رَأى مِنَ السَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ وَذِى الْقُرْبَى، وََ حَرَجَ عَلى مَنْ وَلِيَهُ إنْ أكَلَ أوْ آكَلَ أوْ اشْتَرَى رَقِيقاً
مِنْهُ[. أخرجه أبو داود.»عفَا« أى زاد وفضل. و»المَحرومُ«: الممنوع الذي صرف عنه الرزق.و»ثمغٌ وصِرمةُ ابنُ ا‘كوعِ« مان بالمدينة معروفان كانا لعمر رَضِيَ اللّهُ عَنه فوقفهما .
2. (5810)- Yahya İbnu Said anlatıyor: “Abdulhamid İbnu Abdillah (İbni Abdillah) İbni Ömer İbni´l-Hattab (radıyallahu anhümâ), Hz. Ömer´in sadaka (kıldığı arazinin vakfiyesini) bana istinsah ediverdi. Şöyle yazılıydı: “Rahman ve Rahim olan Allah´ın adıyla. Bu, Allah´ın kulu Ömer´in Semğ (nam arazi) hakkında yazdığı (vakfiyename)dir.” Burada (Ravi Yahya İbnu Said) Hz. Ömer´le ilgili haberinde Nafi´in İbnu Ömer´ den naklettiğinin benzerini anlattı ve: “Bir malı kendinin kılmaksızın” dedi. Yine o vakfiyenamede şu da vardı: “(Mütevellinin ihtiyacından sonra) onun mahsulünden her ne artarsa, bu, (sayılan diğer ödeme mahallerinden başka) dilenciler ve yoksullar içindir.”
Devamla der ki: “Kıssayı aynen nakletti ve dedi ki: “Semğ´in velisi dilerse, oranın mahsulünden ödeyerek köle satın alıp, arazinin işlenmesinde kullanır. Bunu Muaykib yazdı, Abdullah İbnu´l-Erkam şahid oldu.”
Bismillahirrahmanirrahim: Bu, Allah´ın kulu mü´minlerin emîri Ömer´in vasiyetidir. Eğer ona (Ömer´e) bir şey olursa (yani Ömer ölürse), Semğ, Sırma İbnu´l-Ekva ve orada(ki işleri yürütmek üzere) bulunan köle, Hayber´de bulunan yüz hisse ve orada bulunan köle, Vadi(l-Kura) da Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´in bana taam olarak verdiği yüz (vask)ın idaresi, yaşadığı müddetçe Hafsa´ya aittir. (Hafsa´dan) sonra onun idaresi Hafsa´nın ailesinden re´y sahibi birine aittir, o şartla ki bu emval satılmaz, satın alınmaz. (Mütevelli, ihtiyaçtan artan mahsül) dilenci, muhtaç ve akrabalardan münasib gördüklerine infak eder. (Bu vakfın idaresini üzerine alan mütevellinin) bundan yemesinde, yedirmesinde veya o paradan köle satın almasında bir mahzur yoktur.” [Ebu Davud, Vesaya 13, (2879).][7]
AÇIKLAMA:
1- Ebu Davud merhum, burada Hz. Ömer´in vakfiyesi ile ilgili iki ayrı rivayet metnini birleştirerek kaydetmiş durumda. Birinci metin “Rahman, Rahim olan Allah´ın adıyla…” diyerek tercümesini verdiğimiz birinci besmele ile başlayıp “Abdullah İbnu´l-Erkam şahid oldu” ibaresine kadar devam eden kısımdır.
İkinci metin ise “Bismillahirrahmanirrahim” diye başlayıp “…O paradan köle satın almasında bir mahzur yoktur” ibaresine kadar olan kısımdır.
Görüldüğü üzere ikinci vesikada, birincide olmayan bazı ziyadeler var. Meseleye temas eden eski ve yeni kaynaklar, umumiyetle her iki rivayete de yer vermektedirler. Rivayetin bidayetinde görüldüğü üzere Abdulhamid İbnu Abdullah, her iki vasikayı da Yahya İbnu Said için istinsah etmiştir.
2- Vakfiyede biri Semğ semtinde, diğeri de Sırma İbnu´l-Ekva semtinde olmak üzere başlıca iki arazinin ismi geçmektedir. Hz. Ömer her ikisini de vakfetmiş olmaktadır. Bazı rivayetler Semğ arazisinin hurmalık olduğunu tasrih eder.
3- İslam´da ilk vakfiye mahiyetini taşıyan bu kıymetli vesikada, sonradan fevkalâde gelişecek olan vakfiyenamelerin hususiyetlerini rüşeym halinde bulmak mümkündür:
* Mütevelli belirleniyor: Hz. Hafsa´dır. Demek ki bir vakfın birinci derecede sorumlusu (mütevelli, müdür, kayyim…) bir kadın olabiliyor.
* Mütevelli, vakıftan şahsî ihtiyaçlarını görecektir, bunda bir mahzur yoktur.
* Masraf yani harcama yerleri belirleniyor. Bu, vakfa meşru olan, dilediği harcama yerlerini göstermede, vakfa gaye tayininde hürriyet tanıyor. Hz. Ömer´in vakfiyesinde, sadaka (devlet gelirleri)nin harcama yerlerini (masraflarını) gösteren ayete atıf yapılmaktadır (Tevbe 60). Nitekim vakfiyenin daha baş kısmında “dilenciler ve yoksullar” tabiri yine Kur´an´dan alınmış olmakla birlikte Tevbe suresi altmışıncı ayette sayılanlara bir ilave olmaktadır.
* Vakfedilen malın temellük edilemeyeceği, satılamayacağı, satın alınamayacağı da ayrıca belirtilen hususlar arasında yer almaktadır.
* Vakfın işletilmesi, geliştirilmesi için gerekli istihdamlar yapılacak, bunun masrafı vakıftan karşılanabilecektir.
* Vakıf belli bir müddet için değil, ebediyyen vakfedilmiştir
* Vakıf, hukuki bir akiddir, şahidlerin huzurunda yazılan bir vesika ile tescil edilmiştir.
Ancak burada şu hususu açıklamamız gerekmektedir. Bazı rivayetler vakfın Hz. Peygamber zamanında ve hatta “İslam´da ilk” olarak yapıldığını ifade ettiği halde yukarıda metinde Hz. Ömer kendisini emîrü´lmü´minîn olarak tavsif etmekte ve vakfiyenin katibi olarak, Hz. Ömer´in hilafeti esnasında resmî katipliğini yapmış olan Muaykib (radıyallahu anh)´in ismi zikredilmiştir. Bu durum, mezkur emvalin, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sağlığında şifahî olarak vakfedildiğini, vakfiyenamenin hilafeti sırasında yazıya geçirildiğini ortaya koyar.
Muaykib ilk Müslümanlardan biridir. Hem Habeşistan´a, hem de Medine´ye hicret eden bahtiyarlardandır. Resulullah´la birlikte gazvelere katılmıştır. Hz. Ömer zamanında hem katiplik hem de hazinedarlık yapmıştır. Abdullah İbnu´l-Erkam da meşhur sahabelerdendir, Hz. Ömer´in beytu´lmal memurlarındandır, radıyallahu anhüm ecmain. [8]
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/275-276.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/276-277.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/277.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/278.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/279.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/279-280.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/281.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/281-283.