YEDİNCİ FASIL
DAYANIŞMA VE YARDIMLAŞMA
ـ3350 ـ1ـ عن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: المُسْلِمُ أخُو المُسْلِمِ َ يَظْلِمُهُ وََ يُسْلِمُهُ، وَمَنْ كَانَ في حَاجَةِ أخِيهِ كَانَ اللّهُ في حَاجَتِهِ، وَمَنْ فَرَّجَ عَنْ مُسْلِمٍ كُرْبَةً فَرَّجَ اللّهُ عَنْهُ بِهَا كُرْبَةً مِنْ كُرَبِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ، وَمَنْ سَتَرَ مُسْلِماً سَتَرَهُ اللّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه أبو داود.وزاد رزين في رواية: ]وَمَنْ مَشَى مَعَ مَظْلُومٍ حَتَّى يُثْبِتَ لَهُ ثَبَّتَ اللّهُ تَعالى قَدَمَيْهِ عَلى الصِّرَاطِ يَوْمَ تَزِلُّ ا‘قْدَامُ[ .
1. (3350)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim, kardeşinin ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o sebeple onu Kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanı örterse, Allah da onu kıyamet günü örter.”[115]
Rezîn bir rivayette şunu ilave etti: “Kim, hakkı sübût buluncaya kadar mazlumla birlikte olursa, ayakların kaydığı günde Allah onun ayağını Sırat´ta sâbit kılar.”[116]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste İslâm kardeşliğinin nasıl gerçekleşeceği belirtilmektedir. Görüldüğü üzere müslüman, iman kardeşine karşı bazı vazifelerle mükellef durumda: Zulmetmeyecek, tehlikeye atmayacak, sıkıntısını giderecek, yardımına koşacak ve örtecek.
Resulullah “Örtme” işini mutlak bırakmıştır. Bu sebeple şârihler: “Bedenini örtmek, ayıbını örtmek, ihtiyacını örtmek, gıybetini yapmamak suretiyle kusurlarını örtmek vs.” diye her çeşit örtme´yi anlamışlardır.
Şunu da belirtelim ki, müslümanı örtmek, zulüm veya fesadı örtmeye müncer olmamalıdır. Bazı kusurlar, başkasına tecavüz ve zulüm şeklinde veya fesad, fitne şeklinde olabilir. Böylesi ayıplar örtülmez, yetkililere ihbar edilir. Bu müstehabtır, gıybet değildir. Keza ma´siyet işleyen, o davranışından imkân nisbetinde yasaklanır. Ama âciz kalınır, vazgeçirilemezse, bir fesada sebep olmayacaksa hâkime başvurulur. Örtülmesi gereken bir ayıpsa, bu halka karşı örtülür. Adamla kendi arasında kalmak şartıyla kusur sâhibi ikâz edilebilir. İbnu Hacer: “Örtme işi, işlenmiş, bitmiş günahlar için geçerlidir. Müdahale, ikâz işi, bulaşılmış, yapılmakta olan günah içindir. Vazgeçmediği takdirde hâkime gitmek vaciptir. Bu gıybet değil bilakis vacip olan nasihattır” der.
2- Hadis müslümanları kardeş ilan ederken mutlak zikretmiştir. Öyleyse bu kardeşliğe hür, köle, bâliğ, mümeyyiz hepsi girer. Öyleyse müslümanın bunlardan birine zulmü haramdır.
3- Müslümana yapılacak yardımın hükmü şartlara göre farklıdır: Farz, vacib, mendub olabilir.
Taberânî´nin bir başka tarikten yaptığı rivayette şu ziyade vardır: “Başına gelen bir musibette yardımsız bırakmaz.” Müslim´in bir rivayetinde “…onu tahkir etmez, şer olarak müslümana, müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir” denmiştir. Yine Müslim´de: “Kul kardeşinin yardımında olduğu müddetçe Allah o kulun yardımındadır” denmiştir.
4- Hadisten Çıkarılan Bazı Fevâid:
* Verilecek karşılıklar, tâat cinsinden olacaktır.
* Bir kimse, din kardeşliğini kastederek: “Falan, kardeşimdir” diye yemin etse hânis olmaz.[117]
ـ3351 ـ2ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: مَنْ نَفَّسَ عَنْ مُؤْمِنٍ كُرْبَةَ مِنْ كُرَبِ الدُّنْيَا نَفَّسَ اللّهُ عَنْهُ كُرْبَةً مِنْ كُرَبِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ، وَمَنْ يَسَّرَ عَلى مُعْسِرٍ يَسَّرَ اللّهُ عَلَيْهِ في الدُّنْيَا وَاŒخِرَةِ، وَمَنْ سَتَرَ مُسْلِماً سَتَرَهُ اللّهُ في الدُّنْيَا وَاŒخِرَةِ، واللّهُ في عَوْنِ الْعَبْدِ مَا كَانَ الْعَبْدِ في عَوْنِ أخِيهِ، وَمَنْ سَلَكَ طَرِيقاً يَلْتَمِسُ فِيهِ عِلْماً سَهَّلَ اللّهُ لَهُ طَرِيقاً إلى الجَنَّةِ، وَمَا اجْتَمَعَ قَوْمٌ في بَيْتٍ مِنْ بُيُوتِ اللّهِ تَعالى يَتْلُونَ كِتَابَ اللّهِ وَيَتَدَارَسُونَهُ بَيْنَهُمْ إَّ نَزَلَتْ عَلَيْهِمُ السَّكِينَةُ وَغَشِيَتْهُمُ
الرَّحْمَةُ وَحَفَّتْهُمُ المََئِكَةُ وَذَكَرَهُمْ اللّهُ فِيمَنْ عِنْدَهُ، وَمَنْ بَطّأ بِهِ عَمَلُهُ لَمْ يُسْرِعْ بِهِ نَسَبُهُ[. أخرجه مسلم، واللفظ له، وأبو داود والترمذي .
2. (3351)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim bir mü´minin dünyevi kederlerinden birini giderirse, Allah da onun Kıyamet günü kederlerinden birini giderir. Kim bir fakire kolaylık gösterirse, Allah da ona dünyada ve ahirette kolaylık gösterir. Kim bir müslümanı örterse, Allah da onu dünya ve âhirette örter. Kişi kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da onun yardımındadır. Kim ilim aramak düşüncesiyle bir yola düşerse, Allah onun cennete olan yolunu kolaylaştırır. Bir grup, Allah´ın kitabını okumak ve aralarında tedris etmek üzere Allah´ın evlerinden birinde toplanırsa, üzerlerine mutlaka sekîne iner ve onları rahmet kaplar, melekler onları sarar. Allah da onları yanında bulunan mukarreb meleklere anar. Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz.”[118]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, birçok hadiste ayrı ayrı ele alınıp övülen güzel ahlâklardan en mühimlerini topluca zikredip tafdil etmekte ve onlara teşvikte bulunmaktadır. Mü´minlerin, iman kardeşlerine maddî manevî yardımları, ilgileri, nasihatlari, kusurlarını örtüp gıybetlerini etmemeleri, ilim taleb etmeleri gibi hem ferdî yönden, hem de içtimâî yönden fevkalâde mühim neticeler hâsıl edecek olan faziletler topluca mevzubahis edilmiştir.
Nevevî hazretleri: “Bu hadis bütün ilimleri, kaideleri ve âdâbı bir araya toplayan mühim bir hadistir” der.
2- Hadiste geçen sekîne, (Kadı İyâz´a göre) burada rahmet ma´nâsınadır. Ancak itmi´nân ve vekâr ma´nâsının akdem olduğu söylenmiştir.
3- Hadiste, mescidde Kur´an okumak maksadıyla toplanmanın fazileti ifade edilmektedir. Bazı âlimler, bu fazileti mescide hasretmezler. Medrese, ribât ve benzeri yerlerde bu maksadla yapılacak toplanmalarda aynı faziletin olacağını söylemişlerdir. Nitekim bir başka hadiste Aleyhissalâtu vesselâm yer hususunda herhangi bir kayıd koymaksızın Allah´ı zikretmeye salih bütün mekânları ifade edecek bir üslubla şöyle buyurmuştur:
“Bir cemaat Allah´ı zikretmek için (herhangi bir yere) oturursa onları melekler sarar, rahmet bürür.”
4- Hadisin en son cümlesinde, “kimi, ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz…” buyrulmuştur. Bunun ma´nâsı: “Kimin ameli eksikse, o amel sahibi kimselerin mertebesine ulaşamaz. Hiç kimse, manevî mertebeleri katetmede nesebinin şerefine, ecdadının faziletine umut bağlamamalıdır. Yakınlarına güvenip amelde ihmâle yer vermemelidir” demektir.[119]
ـ3352 ـ3ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: الدِّينُ النَّصِىحَةُ. قالُوا: لِمَنْ يَا رسولَ اللّهِ؟ قالَ: للّهِ وَلِكِتَابِهِ وَلِرَسُولِهِ وَ‘ئِمّةِ المُسْلِمِينَ وَعَامّتِهِمْ المُسْلِمُ أخُو المُسْلِمُ َ يَخْذُلُهُ وََ يَكْذِبُهُ وََ يَظْلِمُهُ. إنَّ أحَدَكُمْ مِرْآةُ أخِيهِ، فإن رَأى بِهِ أذَى فَلْيُمِطْهُ عَنْهُ[. أخرجه الترمذي .
3. (3352)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) hazretleri anlatıyor: “Resulullah buyurdular ki: “Din nasihatten (hayırhahlıktan) ibarettir!” Yanındakiler sordu: “Kimin için ey Allah´ın Resulü ” “Allah için, kitabı için, Resulü için, müslümanların imamları ve hepsi için! Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona yardımını kesmez, ona yalan söylemez, ona zulmetmez. Herbiriniz, kardeşinin âyinesidir, onda bir rahatsızlık görürse bunu ondan izale etsin.”[120]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada dini, bir nasihat olarak tarif etmektedir. “Din nasihattır” cümlesi, bazı vecihlerde üç kere tekrar edilmiştir. Bazı âlimler bu ifadeyi, “Dinin direği nasihattır” diye anlamıştır. Hatta âlimlerden birçokları, İslâmî ahkâmı özetleyen dört hadisten biri olarak bu hadisi görmüşlerdir.”[121]
Nasihat´ın ma´nâsına gelince, lügat olarak hulûs demektir.
İbnu´l-Kayyim bunu, “Hayır isteği, nasihat edilen kimsenin hayra ermesini dilemektir” diye açıklar. Dilimizdeki hayırhahlık kelimesiyle karşılamak uygundur. Öyleyse:
* Allah için nasihat: Allah´ın varlığı, birliği, kemal sıfatlarıyla tavsifi, noksan sıfatlardan tenzihî hususlarında sıhhatli bir itikad, ibadetinde de ihlaslı olmak, sevgiyi, buğzu, dostluğu onun adına yapmak, her çeşit şirkten uzak bir niyet beslemektir.
* Kitabullah hakkında nasihat: Onun kelamullah olduğunu tasdik etmek, hiçbir mahlukun sözüne benzemediğini te´yid etmek, onu hakkıyla tilâvet etmek, yanında huşu ve edeb üzere olmak, tahrifatçılara, taarruz edenlere karşı müdâfaa etmek, ahkâmıyla amel etmek, içindeki ilimleri anlamak, mev´ızelerinden ibret almak, acaibi üzerinde tefekkürde bulunmak, müteşâbih âyetlerine teslim olup kurcalamamak, âmm, hâs, nâsih ve mensuh âyetlerinin hakikatlerini araştırmak, ilmini neşretmek, Kur´ân´a çağırmak vs.
* Resulullah hakkında nasihat: O´nun nübüvvet ve risaletini tasdik, bütün getirdiklerine iman etmek, emir ve yasaklarına itaat etmek, sevdiklerini sevmek, düşmanlarına düşman olmak, hakkını ululamak, hürmet etmek, sünnetini ihya etmek, davasını ve şeriatını neşretmek, O´na yapılan töhmetleri reddetmek, sünnetine uyanları, ehl-i beytini sevmek, sünnetinde bid´at çıkaranlardan kaçınmak vs.
* İmamlar hakkında nasihat: Hakta onlara yardımcı olmak, hak olan emirlerinde onlara itaat etmek, onlara hakkı duyurmak, gaflet ettikleri şeyleri rıfkla hatırlatmak, onları zulümleri sebebiyle (ve dünyevî hesapların sevkiyle) isyan etmemek, arkalarında namaz kılmak, onlarla cihada katılmak, onlara vergi vermek. Bütün bunlar imamların, mü´minlerin işlerini yapmalarına bağlıdır.
* Müslümanların hepsi hakkında nasihat ise: Onları dünyevî ve uhrevî maslahatlarında irşâd etmek, eza vermekten kaçınmak, dinlerinde bilmediklerini öğretmek, sözle, fiille yardımcı olmak, ayıplarını örtmek, açıklarını kapamak, zararlarını def, menfaatlerini celbetmek, rıfkla, ihlasla emr-i bi´lma´ruf nehy-i ani´lmünkerde bulunmak, şefkat etmek, büyüklerine saygı, küçüklerine merhamet; hîle hasedi terk, kendisi için sevdiğini onlar için de sevmek, kendisi için istemediğini onlar için de istememek onların mallarını, canlarını, ırzlarını sözle, fiille müdafaa etmek.. Buraya kadar sayılan nasihat çeşitlerinin hepsine onları teşvik etmek, himmetlerini Allah´a tâate tahrik etmek.
Seleften bir kısım kimseler, nasihatı dünyalarına zarar verecek derecede ileri götürmüştür.
İbnu Battâl merhum der ki: “Bu hadiste nasihat din ve İslam olarak isimlendirilmiştir. Din ise, hem söz ve hem de amelle ilgilidir.” Devamla der ki: “Nasihat farzdır, bunu yerine getiren olursa, geri kalanların üzerinden düşer.” Yine der ki: “Nasihat herkesin tâkatı nisbetinde yapılması gerekir. Nasihatci bilirse ki nasihatı kabul edilecek, sözüne itaat edilecek ve kendisine bir kötülük gelmeyecek, o zaman nasihat eder. Kendine eza geleceğinden korkarsa nasihat edip etmeme hususunda serbesttir.”[122]
ـ3353 ـ4ـ وعن عاصم ا‘حول قال: ]قُلْتَ ‘نَسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أبْلَغَكَ أن رَسُولَ اللّهِ # قالَ: َ حِلْفَ في ا“سَْمِ. فقَالَ: قَدْ حَالَفَ النّبيُّ # بَيْنَ
قُرَيْشٍ وَا‘نْصَار في دَارِي[. أخرجه الشيخان، واللفظ لهما، وأبو داود.وعنده: في دارِنَا مَرَّتَيْنِ أوْ ثَثاً .
4. (3353)- Asım el-Ahvel merhum anlatıyor: “Hz. Enes (radıyallâhu anh)´e “Sana Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın: “İslam´da dayanışma akdi (hılf) yoktur!” dediği ulaştı mı ” diye sordum. Şu cevabı verdi.
“Kureyşle Ensar arasında, benim evimde dayanışma antlaşması yaptı.”[123]
Ebû Dâvud´un rivayetinde: “Resulullah, bizim evde Ensarla Muhacir arasında iki veya üç kere dayanışma akdi yaptı” şeklindedir.[124]
AÇIKLAMA
Hılf, lügat olarak antlaşmadır. Cahiliye Araplarında iki çeşit antlaşma vardı:
1) Kabîlelerin aralarında, fitne, kıtâl ve yağmalarda bulunmak üzere yaptıkları işbirliği ve dayanışma antlaşması. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu ma´nâdaki cahiliye antlaşmasını yasaklamış ve: “İslâm´da antlaşma (hılf) yoktur” buyurmuştur.
2) Cahiliye devrinde bir de mazlumlara yardım ve sıla-i rahim maksadıyla te´sis edilen hılfler (antlaşmalar) vardı. Hılfu´l-Mütetayyibîn antlaşması gibi… Resulullah bu çeşitten olan hılflar için de: “Cahiliye devrindeki hayırlı antlaşmalara İslâm daha şiddetle sahip çıkar” buyurmuştur.
Nitekim Resulullah, İslam´dan sonra Ensar´la Muhacirlerin arasını akit yoluyla kardeşlemiştir. Sadedinde olduğumuz hadiste “Kureyş”ten maksad Muhacirlerdir. Nitekim hadisin bazı vecihlerinde Kureyş yerine, “Muhâcirler” kelimesi kullanılmıştır. Bu antlaşmaya muâhat (kardeşleme akdi) de denir. Başlangıçta bu kardeşler her hususta ortak idiler ve hatta birbirlerine vâris olabiliyorlardı. Sonradan veraset neshedilmiştir.
Cahiliye devrinde, Bi´set´ten bir müddet önce yapılan bir hılf vardı ki buna Hılfu´l-Mütetayyibîn denmiştir. Şöyle ki: Kureyş´ten bir grup toplanır, mazlumlara yardım etmek, halk arasında adâleti hâkim kılmak gibi insanî güzel işlerde yardımlaşmak hususunda kesin karar alıp hılf (akid) yaparlar. Bu akid Bi´setten sonra da devam eder. Bu akde iştirak edenler arasında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) da vardı. Rivayete göre, Abdu´d-Dâr, Cumah, Mahzum, Adiyy, Ka´b, Sehmoğulları aralarında bir yardımlaşma akdi kurmuşlardı ve bunlara Ahlâf deniyordu.
Abdu Menâfoğulları, Abdu´d-Dâroğullarının elinde bulunan Ka´be´yle ilgili hicâbe, rifâde, liva, sikâye gibi hizmetleri almak isteyince Abdu´d-Dâroğulları vermeye yanaşmaz. Her iki grup da adamlarını yalnız bırakmamak üzere birer akid yaparlar. Abdu Menâfoğulları, içinde tîb (kokulu madde) bulunan bir kap getirip, Ka´be´nin yanına akit (hılf) yapmak üzere koyarlar. Sonra herkes bu tîbe ellerini batırmak suretiyle hılf (dayanışma) akdi yaparlar. İşte bunlara Mütetayyibîn denmiştir.
Abdu´d-Dâroğulları ve onların dostları da mukabil bir akid yaparak birbirlerini yalnız bırakmayacaklarına kesin söz verirler. İşte bunlara da Âhlaf (yeminliler) denmiştir.[125]
ـ3354 ـ5ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]قال رَسولُ اللّهِ #: انْصُرْ أخَاكَ ظَالِماً أوْ مَظْلُوماً. قِيلَ: أنْصُرُهُ إذَا كَانَ مَظْلُوماً، فَكَيْفَ أنْصُرُهُ ظَالِماً؟ قالَ: تَحْجُزُهُ عَنِ الظُّلْمِ، فإنَّ ذلِكَ نَصْرُهُ[. أخرجه البخاري والترمذي .
5. (3354)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kardeşine zalim de olsa mazlum da olsa yardım et.” “Mazlumsa yardım ederim, zâlime nasıl yardım ederim ” diye sorulmuştu.
“Onu zulümden alıkoyarsın, bu da ona yardımdır” buyurdu.”[126]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), “yardım” mefhumuna burada değişik bir vüs´at getirmektedir.Zâlimi zulmünden vazgeçirici bir şeyler yapmak, zâlim kardeşe yapılacak yardımdır. Şüphesiz, “yardım” deyince ilk hatıra gelen mazluma karşı yapılan yardımdır: Gasbedilen hakkının verilmesini sağlamak, zulümden korumak, zâlime karşı çeşitli desteklerle mağduriyetini gidermek gibi.
Beyhakî der ki: “Zalim de nefsinde mazlumdur. Böylece kişinin nefsine yaptığı maddî ve manevî zulümden caydırılması ona yardım olur.”[127]
ـ3355 ـ6ـ وعن أبي الدرداء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: مَنْ ذَبَّ عَنْ عِرْضِ أخِيهِ رَدَّ اللّهُ النَّارَ عَنْ وَجْهِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه الترمذي .
6. (3355)- Ebû´d-Derda (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) : “Kim kardeşinin ırzını müdafaa ederse, Kıyamet günü Allah, onun yüzünden ateşi çevirir.”[128]
AÇIKLAMA:
1- Irz: Kişinin haysiyet, şeref, itibar gibi mânevî şahsiyyetini ifade eder. Şu halde ırzının korunması, gıybetinin önlenmesidir. Çünkü gıybeti yapılan kimsenin haysiyet ve itibarı zedelenir.
2- Yüz, Arapçada şahsiyeti ifade eder. Yüzden ateşin çevrilmesi, kişiden azabın kaldırılması demektir.[129]
ـ3356 ـ7ـ وعن أبي موسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رسولُ اللّهِ # إذَا أتَاهُ طَالِبُ حَاجَةٍ أقْبَلَ عَلى جُلَسَائِهِ. فقَالَ: اشْفَعُوا تُؤْجَرُوا، وَيَقْضِي اللّهُ عَلى لِسَانِ نَبِيِّهِ مَا شَاءَ[. أخرجه الخمسة .
7. (3356)- Ebû Musa (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir ihtiyaç taleb eden kimse gelince arkadaşlarına yönelir ve:
“Şefaat edin, ecir kazanın! Allah da Resulünün diliyle dilediğine hükmetsin!” derdi.”[130]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, yukarıda belirtilen kaynaklarda farklı ziyadelerle gelmiştir. Ebû Dâvud´un bir rivayetinde: “Ücrete ermeniz için bana şefaatçi olun. Allah, Peygamberinin diliyle dilediği hükmü verecektir” buyurmuştur.
Yine Ebû Dâvud´da gelen bir diğer rivayette Hz. Mu´âviye: “Şefaat edin, ücrete erin. Zira ben, bir işin olmasını dilediğim halde icra etmeyi te´hir ederim, ta ki sizler şefaatçi olun ve ücrete erin. Zira Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) : “Şefaat edin, ücrete erin” buyurmuştur” der.
2- Şârihler hadisi şöyle anlarlar: “Bir ihtiyaç sahibi bana ihtiyacını arzedince, siz o ihtiyacın görülmesi için muhtaç lehine benim nezdimde şefaatçi olun, işini görmem için bana talepte bulunun. Zira siz şefaatçi olursanız, ben sizin şefaatinizi kabul etsem de etmesem de siz ücrete erersiniz.”
3- Hadisin sonundaki وَيَقْضِي اللّهُ عَلى لِسَانِ نَبِيِّهِ مَاشَاءَ ibâresi de şöyle anlaşılmıştır: “Şayet ben onun ihtiyacını, şefaatiniz sebebiyle görürsem, bu, Allah´ın takdiriyledir, şayet görmezsem yine O´nun takdiriyledir.”
Bazı âlimler de şöyle yorumlamıştır: “Resulünün lisanı üzere vahiy veya ilham yolu ile, taleb edileni vermek veya vermemek şeklinde O´nun dileği zâhir olur. Öyleyse şefaat mendubtur ve şefaat edene mutlaka sevab hâsıl olur, ihtiyaç görülse de görülmese de.”
4- Hadisten Çıkarılan Fevâid:
* Hadiste hem bizzat yapmak, hem de sebep olmak suretiyle hayır yapmaya teşvik var.
* Sıkıntının giderilmesi ve zayıfa yardım için büyüğe şefaatçi olmak meşrudur. Çünkü herkes bu maksadla reise ulaşamaz, ve yanına girmeye muvaffak olamaz. Halbuki reis ondan haberdar olsa ve gerçek halini bilse yardımcı olabilecektir. Şu halde reise şefaat suretiyle durumun açıklanması gerekir. Nitekim Resulullah halkla kendi arasına bir perde, bir mania koymadığı halde, “şefaat edin” demiştir.
* Şefaat sadece büyükler nezdinde yapılmaz, halk arasında da birbirlerine karşı meselelerinde, kırgınlıkların giderilmesinde, ihtiyaçların görülmesinde yapılır. Müstehabtır.
* Âlimler, hudud (yani, cezası Kur´ân-ı Kerim´de tesbit edilen büyük günahlar) dışındaki bütün meselelerde şefaatin müstehab olduğunu belirtirler. Hususan kendisinden küçük kusurlar vâki olan ve bilhassa iffet ve haya sâhibi kimseler lehinde şefaat, daha çok ehemmiyet ve gereklilik arzeder.
Fesadda ısrar edenler, kötü davranışlarıyla meşhur olanlar için şefaat câiz olmaz, ta ki bu hallerinden zecredilsinler. Keza hakkın iptali, zulmün işlenmesi gibi menfi maksadlarla şefaat yapılmaz. Bu noktada Mâun suresi hatırlanabilir: Cenâb-ı Hakk orada, yardıma mani olanları tehdid etmektedir.[131]
ـ3357 ـ8ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: إنَّ مِنْ إجَْلِ اللّهِ تَعَالى إكْرَامَ ذِي الشَّيْبةِ المُسْلِمِ، وَحَامِلِ الْقُرآنِ غَيْرِ الْغَالِي فِيهِ، وََ الجَافي عَنْهُ. وَإكْرَامَ ذِي السُّلْطَانِ المُقْسِطِ[. أخرجه أبو داود .
8. (3357)- Yine Ebû Musa (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Şu hususlar da Allah´ı büyüklemenin birer şubesidir:
* Bir müslüman yaşlıya ikramda bulunmak.
* İçindekiyle amel hususunda ölçüyü aşmayan ve ondan uzaklaşmayan Kur´an hâmiline (hâfızına) ikramda bulunmak
* Âdil olan iktidar sâhibine ikram.”[132]
AÇIKLAMA:
İkram, burada dilimizdeki ma´nâsında anlaşılmamalıdır. Çünkü dilimizde daha dar, daha maddî bir ma´nâda ihsan etmek, sunmak ma´nâlarında kullanırız. Halbuki burada değer vermek ma´nâsına gelir. Daha doğru bir ifadeyle, kendisine verdiğimiz değer gereği, değer verdiğimizi ifade eden her çeşit davranış, ikramdır. Söz gelimi, yanımızda kıymeti olan bir şeyin bağışı, hürmet ve tâzim göstermek, yer vermek, selam vermek, ayağa kalkmak, tatlı sözlerle ve mütebessim bir yüzle hitabetmek vs. hepsi birer ikramdır.
* Hadiste geçen, müslüman yaşlıya ikram, ona meclislerde yer vermek, rıfk ve şefkat duymak, hürmet göstermektir. Resulullah bunları, Allah´a gösterilen saygının bir parçası ilan etmektedir. Çünkü müslümanlar, peygamberlerinin tâlimiyle yaşlıların Allah indindeki değerlerini bildikleri için bu değere binâen onlara ikram etmektedirler.
Resulullah bu hadisiyle, en müessir bir uslübla yaşlılara hürmete teşvik etmiş olmaktadır.
* Kur´an hâmiline ikram için de aynı şeyler söylenebilir. Ancak hadis, bu hususta iki mühim kayıd koymaktadır. Bu kayıdlar daha ziyade hâmil-i Kur´ân´ı uyarmaya yönelik:
1) Hâmil-i Kur´ân, Kur´ân hususunda haddi aşmamalı, yani Kur´ân´la amel etme, ona uyma, onu okurken mahrecine, tecvidine riayet etme gibi hususlara riayet etmeli.
2) Kur´ân´dan uzaklaşmamalı, onu okumaktan yüz çevirmemelidir.
Bazı âlimler, hadisteki “gulüvv”ü tecvidde mübâlağa ve ma´nâyı düşünemiyecek kadar hızlı okumak diye anlamış, “cefâ”yı da, Kur´an´ı öğrendikten sonra terkedip unutmak diye değerlendirmiştir, çünkü Kur´ân´ ın unutulması kebâirden sayılmıştır.[133]
ـ3358 ـ9ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَا أكْرَمَ شابٌّ شَيْخاً لِسِنّهِ إَّ قَيَّضَ اللّهُ تَعالى لَهُ مَنْ يُكْرِمُهُ عِنْدَ سِنِّهِ[ .
9. (3358)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular:
“Bir genç, ihtiyar bir kimseye yaşı sebebiyle ikramda bulunursa, Allah yaşlılığında ona ikram edecek kimseleri mutlaka takdir eder.”[134]
ـ3359 ـ10ـ وقال # ]لَيْسَ مِنَّا مَنْ لَمْ يَرْحَمْ صَغِيرَنَا وَيُوقِّرْ كَبِيرَنَا[.زاد في رواية: »وَيَأمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَ عَنِ المُنْكَرِ«. أخرجه الترمذي.
10. (3359)- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Küçüklerimize merhamet, büyüklerimize sayı göstermeyen bizden değildir.”
Bir rivayette şu ziyade gelmiştir: “…Ma´rufu emretmeyen, münkerden nehyetmeyen (de bizden değildir).”[135]
ـ3360 ـ11ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها: ]أنَّهَا مَرَّ بِهَا سَائِلٌ فَأعْطَتْهُ كِسْرَةً، وَمَرَّ بِهَا آخَرُ وَعَلَيْهِ ثِيَابٌ وَلَهُ هَيْئَةٌ فَأقْعَدَتْهُ فَأكَلَ. فَقِيلَ لَهَا في ذلِكَ؟ فقَالَتْ. قَالَ رسولُ اللّه #: أنْزِلُوا النَّاسَ مَنَازِلَهُمْ[. أخرجه أبو داود .
11. (3360)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)´nin anlattığına göre, “Kendisine bir dilenci uğramıştır, o da bir parça ekmek vermiştir. (Bir müddet sonra) üstü başı düzgün, kıyafeti yerinde bir dilenci daha uğramıştır. Hz. Âişe onu oturtup yemek yerdirmiştir.
Kendisine bunun sebebi sorulunca şu açıklamayı yapmıştır: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “İnsanlara mevkilerine göre ikramda bulunun” buyurmuştu.”[136]
AÇIKLAMA:
Hadis, herkese din, ilim ve şerefteki yerine uygun tarzda muamele edilmesini irşad buyurmaktadır. Bu, sünnetin cemiyet içerisinde yaygınlaşıp, fiile dönüşmesi halinde insanları kılık kıyafette, yaşayışta, nezaket ve diyanette daha bir dikkatli ve titiz olmaya zorlayacaktır.
Münâvî şu açıklamayı sunar: “Yani herkese kadrine göre hürmet edin, dinde, ilimde, şerefteki haline uygun muamelede bulunun. Hâdimle efendi arasını, reisle ona tabi olanların arasını bir tutmayın. Çünkü bu, kalblerde düşmanlık ve kini tahrik eder. Keza imamlara hitapla, halka hitap da bir olmamalıdır.”
Askerî, bu hadisi emsal ve hikmetlerden saymış ve demiştir ki: “Bu, Mustafa (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın ümmetini terbiye ettiği düsturlardan biridir. Bu sâyede halk, ülemâ ve evliyaya hürmet borcunu eda eder, yaşlılara ikram, büyüklere saygıda bulunur.”[137]
SEKİZİNCİ FASIL
İSTİ´ZAN (İZİN TALEBİ)
UMUMÎ AÇIKLAMA:
İsti´zan: Bir başkasının evine girerken veya bir aile içerisinde küçükler büyüklerin odalarına -en azından günün belli saatlerinde- girerken izin istemek demektir.
İslam´ın getirdiği muâşeret âdâbının mühimlerindendir. Mühim diyoruz, zira meseleye Rabbimiz Teâlâ Hazretleri Kur´ân-ı Kerim´de (Nur 27, 58-59) yer vermiş, isti´zânı emretmiş. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hususta pek çok ısrarlı beyanlarda bulunmuştur. Bir âyet (meâlen) şöyle: “Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere, izin almadan seslenip sahiplerine selam vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz bu sizin için daha iyidir.” [Nur 27).
Hiç kimse, isti´zanın medenî hayatın gereklerinden biri olduğunu inkâr edemez.
Şüphesiz isti´zân´ın teşri edilmesinin pekçok sebep ve hikmetleri vardır. İslâmî hayatın kâmil ma´nâda yaşanmasında, İslâmî terbiyenin kâmil ma´nâda verilmesinde isti´zân prensibinin uygulanmasının ciddi bir payı olmalıdır.
Şurası muhakkak ki, bu herşeyden önce insanlarda fıtrî olan mahremiyet duygusunun bir gereğidir. İslam bu duygunun muhafazasına itina göstermiş, avret, halvet, ihtilat, tesettür gibi mefhumlara bağlı pek çok İslâmî değerlerin korunmasını bu duyguya bağlamıştır. Az ileride gelecek olan “İsti´zân göz sebebiyledir” hadisi, söylediğimiz hususu aydınlatır, İslam´ın mesken telakkisini açıklarken, meskenin geniş olmasında ısrar edip, dar meskeni reddettiğini belirtmiştik.[138] Bu ısrar bir cihetten de mahremiyetin korunması prensibine dayanır. Çünkü dar meskende mahremiyet yeterince korunamaz ve ona bağlı değerler kaybolur.
Şu halde, isti´zân bahsinin daha iyi anlaşılması için İslâm´ın mahremiyet anlayışı üzerine bir ön tahlil sunacağız:
Sünnet açısından ev, sâdece soğuğa sıcağa karşı bir ilticâ yeri değil, aynı zamanda insanda fıtrî olan mahremiyeti sağlama yeridir. Bu sebeple eve “haram” denmiş ve buraya sâhibinin izni olmadan girilmesi yasaklanmıştır.
Sünnetin beyânlarına göre mahremiyeti ihlâl, sâdece “girmek” fiiliyle tahakkuk etmez, “bakmak”la da vukûa gelir. Bu sebeple Ebû Dâvud´un bir rivayetinde: “Hiç kimse izin almaksızın başkasının evinin içine bakmasın, kim izinsiz bakarsa aynen girmiş gibidir” buyrulur ve bu fiil, “helâl olmayan fiiller” meyânında zikredilir.
“İzin istemek (isti´zân) göz sebebiyle vaz edilmiş” olduğu için henüz tahakkuk etmeden gözün içeriye kaymamasına dikkat etmek gerekecektir. Bu sebeple Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kapıyı çalarken, kapıya yüzünü dönerek değil, yan dönerek durmayı emretmiştir. Hz. Peygamber´in kendisi de öyle hareket etmiştir. “Kim, bir başkasının evine ıttılâ peydâ ederken gözü çıkarılır da diyet için mürâcaat etmeye kalkarsa bilsin ki hiç bir hak talep etmeye hakkı yoktur” hükmü bu meselenin ciddiyet ve ehemmiyetini tesbit eder. Hz. Peygamber, kendi evine pencereden izinsiz bakmış olan bir adama, elindeki tarağa göstererek: “Bilseydim ki içeri bakıyordun, şu tarağı gözüne sokardım” demiştir. İbnu Abbâs´ın bildirdiğine göre Hakem İbnu Ebî´l-Asî´yi içeriye bakarken tesbit eden Hz. Peygamber: “Ben sağ olduğum müddetçe Medine´de oturmayacaksın” diyerek Tâif´e sürmüştür.
Hz. Peygamber´in: “Bir kimse, kapısı açık bırakılmış (veya giriş kısmında perde olmayan) bir eve uğrar da (içeriye) bakarsa kabahat onda değil, ev sâhibindedir” sözü, mahremiyeti bozmama hususunda sadece yoldan geçenin veya eve uğrayan ziyâretçinin değil herkesin, bütün ev sahiplerinin dikkat etmesi gerektiğini ifade etmektedir. Her aile dışarıya karşı mahremiyetin temini için gerekli tedbiri almalı, bunu te´min vasıtası olan perde, kapı vs.´ye dikkat etmelidir. Aksi takdirde mahremiyetin ihlâli vak´asında ev sâhibi kabahatlidir.
Bu hadis, müslümanları, evlerin plânlamasında mahremiyyet unsurlarının yerleştirilmesinde itinâya davet etmektedir. Kapılar ve pencereler bu maksada en uygun şekilde yerleştirilmelidir. Umumiyetle giriş kapılarının arkasında yer alan aralık (antre) kısmı bu maksatla ihdâs edilmiş olabilir. Şu halde bâzı yeni plânlamalarda bunun ihmâli, bir eksiklik olarak değerlendirilmelidir.
Dâhilî Mahremiyet: Meskenin şâmil olması gereken muhtemel plânı incelerken de belirttiğimiz üzere plâna, sâdece âile dışındakilere karşı duyulan mahremiyet değil, “zevce ve sağ elin sâhib olduğu (yâni câriye) dışında kalan” bütün âile efrâdına karşı korunması emredilen mahremiyyet de te´sir etmektedir. Hz. Câbir´den, “Kişi çocuğundan, -ne kadar yaşlı da olsa- annesinden, erkek kardeşinden, kız kardeşinden ve babasından izin almalıdır” dediği rivayet edildiğine göre, bunlarla berâber yaşandığı takdirde, bu ferdlerden her birinin birbirlerine -en az Kur´ân´ın belirttiği üç vakitte- isti´zânla gidip gelecekleri şekilde yerleştirilmeleri gerekecektir. Yukarıdaki hadisi “Burada zikredilen fertlerin ayrı ayrı evlerde yaşamaları hâline râcidir” diye yapılabilecek muhtemel bir itirazı şu hadisle cevaplandırabiliriz: “Atâ İbnu Yesâr anlatıyor: “Hz. Peygamber´e bir adam gelerek sordu: “Yâ Resûlullah annemin yanına girerken izin isteyeyim mi ” “evet” cevabını verince adam tekrar: “Eğer ben evde onunla berâbersem ” Hz. Peygamber tekrar, “izin iste” dedi. Adam itirazla: “Ben ona hizmet etmekteyim” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (Öfkeyle): “Annenden izin iste, onu üryân olarak görmekten hoşlanır mısın “dedi. Adam, “hayır” deyince: “Öyle ise (her seferinde yanına girerken) annenden izin iste” buyurdu.
Bilhassa bu son rivayette, hayatının büyük bir kısmını geçirdiği evinde fertlerin, gönlünce ve kılık kıyâfet bakımından da oldukça serbest olabilmesi için behemahal müsait, müstakil bir odaya muhtâç olduğu ifâde edilmektedir. Müslüman âile, geçici darlıklar müstesnâ, devamlı dar yerlerde kalmamalıdır. Bülûğ safhasını aşan -ve hatta bülûğa yaklaşan- aile fertleri, anne baba dâhil, müstakil birer odaya sâhip olmalıdır, sünnetin ulaşılmasını istediği ideal mesken tipi budur. Evet, sünnetten anladığımıza göre İslâm´ın ideal meskeni, bülûğa ermiş her ferde bir oda bahşeden meskendir denilebilir.
Burada bir kere daha tekrar edelim ki günümüz sosyologları dar meskenin zararları üzerinde ısrarla durmaktadırlar. Bunlar çok yönlü olarak mahzurludurlar. Ezcümle, dar meskenlerde ve bunların bir araya gelmesiyle teşkil edilen muhitlerde, zamanla, cemiyette hâkim bir kısım değer ölçülerinin kaybolduğu, bunların yerine, cemiyete ters düşen yeni değerlerin çıktığı binnetice telakki ve davranışların da değişerek, yeni davranışların ortaya çıktığı tesbit edilmiştir. Bu sebeple gecekondu diye ifâde edilen dar ve nâmüsâit yerlerde kalanlar sosyal yönden “anormaller” olarak kabul edilmekte ve “cemiyetin kayıpları” nazarıyla bakılmaktadır. Araştırmalar, uzun müddet böyle dar yerlerde kalanların, müsâit meskenlere geçtikleri zaman, buralara intibâk edemedikleri, yeni ve normal hayat şartlarına intibâk edebilmeleri için “bunların, her seferinde tâkip edilmeleri ve yeniden terbiyeden geçirilmeleri” gerektiğini ortaya çıkarmıştır. Bu meseleye ciddiyetle eğilen Hollanda, Belçika, İngiltere, A.B. Devletleri, Fransa gibi ileri memleketlerde, bu, “sosyal yönden bozulmuşlar”a normal ev verilmezden önce, “yeniden terbiye edilerek” cemiyete kazandırılmak düşüncesiyle, hususî surette inşâ edilmiş mutavassıt lojmanlarda belli bir müddet (10-12 ay civarında) oturmaya icbâr edilmişlerdir.
Batı Medeniyetinin Zevâli (le Declin de l´occident) adlı eseriyle ün yapan Spengler´in ifadesinde, medeniyetlerin çöküş sebebi olarak gösterilen “Medenînin kısırlığı” bir başka deyişle doğum azalması, sosyologlarca geniş ölçüde mesken şartlarına bağlanmış olması da bize enteresan gelmektedir. Bazı Batılı araştırmacılar “Çok dar ve gayr-i müsâit meskenlerde, davranışlarda her çeşit kontrolün kaybolmaya yüz tutması sonucu, doğumun fizyolojik bir hâl olarak arttığını, müsait meskenlerde oturan ailelerde de tabii bir şekilde arttığını, bu ikisi arasında kalan nâmüsâid evlerde ise azalmaya yüz tuttuğunu” iddia etmiştir.[139]
ـ3361 ـ1ـ عن رِبْعي بن حراش قال: ]عن رجل مِن بني عامرٍ إنهُ استأذَنَ عَلى النّبيِّ # وَهُوَ في بَيْتٍ فقَالَ: ألِجُ؟ فقَالَ # لِخَادِمِهِ: اُخْرُجْ إلى هذَا فَعَلِّمْهُ اسْتِئْذَانَ فَقُلْ لَهُ قُلِ: السََّمُ عَلَيْكُمْ، أأدْخُلُ؟ فَسَمِعَهُ الرَّجُلُ. فَقَالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ، أأدْخُلُ؟ فَأذِنَ له النّبيُّ # فَدَخَلَ[. أخرجه أبو داود .
1. (3361)- Rıb´î İbnu Hirâş, Benî Âmir´e mensub bir adamdan naklediyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir evde bulunduğu sırada, yanına girmek için:
“Girebilir miyim ” diye izin istedi. Aleyhissalâtu vesselâm hizmetçisine:
“Çık, şu gelene isti´zân âdâbını öğret, bu maksadla ona: “Esselâmün aleyküm, girebilir miyim ” demesini söyle!” buyurdu. Adam bunu işitmişti, (hizmetçiyi beklemeden):
“Esselâmü aleyküm, girebilir miyim ” dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da adama izin verdi, o da girdi.[140]
ـ3362 ـ2ـ وعن قيس بن سعد بن عبادة رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]زَارَنَا رَسولُ اللّهِ # في مَنْزِلِنَا فقَالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ. فَرَدَّ أبِي رَدّاً خَفِيّاً. فَقُلْتُ ‘بِي أَ تَأذَنَ لِرَسُولِ اللّهِ #؟ فقَالَ: ذَرْهُ يُكْثِرُ عَلَيْنَا مِنْ السََّمِ. فقَال #: السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ. فَرَدَّ سَعْدٌ رَدّاً خَفِيّاً. ثُمَّ قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ. ثُمَّ رَجَعَ فَاتَّبَعَهُ سَعْدٌ فقَالَ: يَا رسُولَ اللّهِ، إنِّي كُنْتُ اسْمَعُ تَسْلِيمَكَ، وَأرُدُّ عَلَيْكَ رَدّاً خَفِيّاً لِتُكْثِرَ عَلَيْنَا مِنَ السََّمِ. فَانْصَرَفَ مَعَهُ رَسولُ اللّهِ # وَأمَرَ لَهُ سَعْد بِغِسْلٍ فَاغْتَسَلَ، ثُمَّ نَاوَلَهُ مِلْحَفَةً
مَصْبُوغَةً بِزَعْفَرَانٍ أوْ وَرْسٍ فَاشْتَمَلَ بِهَا. ثُمَّ رَفَعَ يَدَيْهِ # وَهُوَ يَقُولُ: اللَّهُمَّ اجْعَلْ صَلَوَاتِكَ وَرَحْمَتَكَ عَلى آلِ سَعْدِ بْنِ عُبَادَةَ. ثُمَّ أصَابَ مِنَ الطَّعَامِ فَلَمَّا أرَادَ انْصِرَافَ قَرَّبَ لَهُ سَعْدٌ حِمَاراً قَدْ وَطْأَ عَلَيْهِ بِقَطِيفَةٍ، فَرَكِبَ رسُولُ اللّهِ #. فقَالَ سَعْدٌ: يَا قَيْسُ أصْحَبْ رَسولَ اللّهِ #؛ فَصَحِبْتُهُ. فَقَالَ لي رَسُولُ اللّهِ #: ارْكَبْ مَعِي، فَأبَيْتُ. فقَالَ: إمَّا أنْ تَرْكَبَ وَإمَّا أنْ تَنْصَرِفَ، فاَنْصَرَفْتُ[. أخرجه أبو داود .
2. (3362)- Kays İbnu Sa´d İbni Ubâde (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizi, evimizde ziyaret etti. Ve:
“Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!” dedi. Babam, çok hafif bir sesle mukabelede bulundu. Babama: “Resulullah´a izin vermiyor musun ” dedim. O:
“Bırak, bize çokça selam okusun!” dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) tekrar:
“Esselamü aleyküm ve rahmetullah!” dedi. Sa´d yine hafif bir sesle mukabele etti. Sonra Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) tekrar:
“Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!”dediler ve döndüler. Sa´d peşine düştü ve:
“Ey Allah´ın Resulü, ben senin selamını işitiyordum. Ancak, bize daha fazla selam vermen için alçak sesle mukabele ediyorum” dedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm onunla birlikte geri döndü. Ondan su isteyip gusletti. Sonra Sa´d, zâferan veya versle boyanmış bir havlu verdi, Aleyhissalâtu vesselâm onu sarındı. Sonra ellerini kaldırıp:
“Allah´ım, Sa´d İbnu Ubâde ailesine mağfiret ve rahmet buyur!” diye dua etti. Sonra yemek yedi. Geri dönmek isteyince Sa´d, bir merkeb yaklaştırdı. Üzerine kadife bir örtü yaymıştı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) merkebe bindi. Sa´d, bana:
“Ey Kays, Resulullah´a refakat et!” dedi. Ben de refakat ettim. Yolda Aleyhissalâtu vesselâm bana:
“Benimle sen de bin!” dedi, ben imtina edince:
“Ya binersin, ya dönersin!” buyurdular. Ben de geri döndüm.”[141]
ـ3363 ـ3ـ وعن عوف بن مالك رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أتَيْتُ رَسولَ اللّهِ # في غَزْوةٍ تَبُوكَ وَهُوَ في قُبَّةٍ مِنْ اَدَمٍ فَسلَّمْتُ عَلَيْهِ فَرَدَّ عَلَيَّ وَقالَ: ادْخُلْ. قُلْتُ: أكُلِّي يَا رَسولَ اللّهِ؟ قالَ: كُلُّكَ. فَدََخَلْتُ؛ قالَ إنَّمَا قالَ ذلِكَ مِنْ صِغَرِ القُبَّةِ[. أخرجه أبو داود .
3. (3363)- Avf İbnu Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Tebük Gazvesi sırasında Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´a uğradım. Deriden yapılmış bir çadırda idi. Selam verdim. Selamıma mukabele etti ve:
“Gir!” buyurdu. Ben:
“Tam olarak mı, ey Allah´ın Resulü ” dedim.
“Tam olarak gir!” dedi. Ben de girdim.”
(Râvi) der ki: “Tam olarak mı gireyim ” diye sorması, çadırın küçüklüğünden dolayı idi.”[142]
AÇIKLAMA:
Ebû Dâvud, bu hadisi mizah üzerine açtığı bir babta kaydeder ve mizaha giren bazı rivayetler kaydeder. Şârihler Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın zaman zaman mizaha yer verdiğini, ashâbın da Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´a mizâhî şakalar yaptığını belirtir. Ancak, bu hadisin sonunda görüldüğü üzere, çadırın küçüklüğü de mevzubahistir.
Bu rivayette, sondaki bu cümle aynı hadisin devamı gibi görünse de, Ebû Dâvud´da senetçe farklı ikinci bir hadis olarak yer alır.”[143]
ـ3364 ـ4ـ وعن عبداللّه يُسْر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رَسولُ اللّهِ # إذَا أتَى بَابَ قَوْمٍ لَمْ يَسْتَقْبِلِ الْبَابَ مِنْ تِلْقَاءِ وَجْهِهِ وَلكِنْ مِنْ رُكْنِهِ ا‘يْمَنِ أوْ ا‘يْسَر. ثُمَّ يَقُولُ: السََّمُ عَلَيْكُمْ، السََّمُ عَلَيْكُمْ، وذلِكَ أنَّ الدُّورَ يَوْمَئِذٍ لَمْ يَكُنْ عَلَيْهَا سُتُورٌ[. أخرجه أبو داود .
4. (3364)- Abdullah Büsr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir kavmin kapısına gelince, yüzüyle kapıya dönmezdi. Sağ veya sol omuzunu çevirirdi. Sonra da:
“Esselâmü aleyküm, esselâmü aleyküm!” derdi. Böyle yapışı o sıralarda kapılarda örtü olmayışındandı.”[144]
AÇIKLAMA:
Bu hadis yabancı bir eve geldiğimiz zaman kapıyı vururken duruş âdâbını tâyin etmektedir. Kapıya yüzünü dönerek durmamak, fakat yan durmak gerekmektedir. Bundan maksad, kapı açılınca gözün içeri kaymaması ve henüz müsaade çıkmadan evin mahremiyetine ıttılâ olunmaması ve bu esnada selam vermek, içeriye duyurmak ve izin taleb etmek içindir. Zamanımızda kapılar muhkem olduğu için, bu tarzda duyurma yapmak imkânsız denecek kadar zordur. Bunun yerine ya zile basılır, ya da kapıya vurulur. Vurarak izin talebi hadislerde de gelmiştir. Hz. Câbir, Resulullah´ın kapısını vurarak çaldığını belirtir.
İki sefer selam verilmesi, miktar tayin etmek için değildir. Çünkü normalde bu üçtür.[145]
ـ3365 ـ5ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]حَدَّثَنِي عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قالَ: اسْتَأذَنْتُ عَلى رَسُولِ اللّهِ # ثََثاً فَأذِنَ لِي[. أخرجه الترمذي .
5. (3365)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallâhu anh) bana anlatmıştı: “Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´dan üç sefer izin istedim ve bana izin verdi.”[146]
AÇIKLAMA:
Hz. Ömer (radıyallâhu anh)´in bu izin meselesi îlâ hadisesi sırasında cereyan eder: Resulullah bir ara hanımlarına kızıp onları bir ay kadar terkettiği zaman meşrübe denen bir tenezzüh odasına çekilmişti. Resulullah o gün, mûtadı hilâfına cemaatini sabah namazını kılar kılmaz terketmiş, sohbete kalmamıştı. İşte bu hal Hz. Ömer´i rahatsız etmiş, bir şeyler olduğunu sezmişti. Resulullah´la görüşmek üzere gitti ise de Aleyhissalâtu vesselâm, yanına girmeye izin vermedi. Hz. Ömer bu şekilde üç ayrı defa gelerek izin ister. Üçüncüden de netice alamayınca üzülerek döner. İşte bundan sonradır ki Aleyhissalâtu vesselâm Hz. Ömer´i çağırtır.[147]
ـ3366 ـ6ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: إذَا دَخَلَ الْبَصَرُ فََ إذْنَ، زاد في رواية: إنَّمَا اسْتِئْذَانُ مِنَ النَّظَرِ[ .
6. (3366)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Göz içeri girdi mi artık izin yok.” Bir rivayette de şu ziyade gelmiştir: “İzin istemek görme sebebiyledir.”[148]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, izinsiz yabancı evin içine bakmaktan şiddetle zecretmektedir. Çünkü, içeri görüldüğü takdirde izinsiz girilmiş yani haram işlenmiş oluyor. İzin istemek haram işlememek içindir. İçeri görülünce, artık izin istemeye hacet kalmaz. Çünkü içeri izinsiz girilmiş, haram işlenmiştir, izin ma´nâsız kalmıştır. İçeri izinsiz girmekle, izinsiz bakmak günahta eşittir, ikisi de haramdır.
“İzin istemek nazar sebebiyledir” hadisini Kirmânî şöyle açıklar: “Girişte izin istemeyi, dinimiz, gözün ev halkının avretine bakmaması ve hallerine muttali olmaması için teşrî etmiştir.”[149]
ـ3367 ـ7ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: إذَا دُعِيَ أحَدُكُمْ إلى طَعَامٍ فَجَاءَ مَعَ الرَّسُولِ فَإنَّ ذلِكَ إذْنٌ لَهُ[. أخرجهما أبو داود .
7. (3367)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Biriniz yemeğe çağırıldığı vakit, elçi ile birlikte gelince bu onun için izin sayılır, (ayrıca izin istemeye gerek yoktur).”[150]
AÇIKLAMA:
Bir kimsenin, elçi göndererek birini evine dâvet etmesi halinde, davetli, elçi ile birlikte geldiği takdirde eve girerken izin isteme durumunda değildir. Ancak ev erkeklere mahsus değilse, ihtiyaten izin isteyebilir. Nitekim, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir seferinde Ashâb-ı Suffe´ye Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)´yi göndermiş ve hepsini evine davet etmiş idi. Geldikleri zaman izin isteyerek girdiler.[151] Hülasa “elçiye rağmen izin müstehab…” denilmiştir.[152]
ـ3368 ـ8ـ وعن عطاء بن يسار: ]أنَّ رَجًُ سَألَ رسولَ اللّهِ # فقَالَ: أسْتَأذِنُ عَلى أُمِّي؟ فقَالَ نَعَمْ. فقَالَ الرَّجُلُ: إنِّي مَعَهَا في الْبَيْتِ. فقَالَ: اسْتَأذِنْ عَلَيْهَا. فقَالَ: إنِّي خَادِمُهَا؟ فقَالَ رسولُ اللّهِ #: اسْتَأذِنْ عَلَيْهَا، أتُحِبُّ أنْ تَرَاهَا عُرْيَانَةً؟ قَالَ: َ. قالَ: فَاسْتَأذِنْ عَلَيْهَا[. أخرجه مالك .
8. (3368)- Atâ İbnu Yesâr (rahimehullah) anlatıyor: “Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´a sordu:
“Annemin yanına girerken izin isteyeyim mi ”
“Evet iste.”
“Ama ben evde onunla beraber kalıyorum.”
“Annenin yanına girerken izin iste!”
“Ama ben ona hizmet ediyorum.”
“Anneden izin iste! Anneni çıplak görmen hoşuna gider mi ”
“Hayır!”
“Öyleyse ondan izin iste!”[153]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü üzere, isti´zân sadece yabancılara karşı konulmuş değildir. İnsanın en yakınlarından olan annenin yanına girerken bile, aynı evde beraber yaşansa bile isti´zân İslâm terbiyesinde gerekli bir prensiptir. Pek çok içtimâî ve ferdî değerlerin, dinî değerlerin korunması buna riayete bağlıdır.[154]
ـ3369 ـ9ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال لي رسولُ اللّهِ # إذْنُكَ عَلَيَّ أنْ يُرْفَعَ الحِجَابُ، وَأنْ تَسْمَعَ سَوادِي حَتَّى أنْهَاكَ[. أخرجه مسلم.»سَوَادِي« أى صوتي .
9. (3369)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana buyurdular ki:
“Senin, yanıma girmen için iznin, perdenin kaldırılması ve benim fısıltımı işitmendir. Seni ben men edinceye kadar iznim böyle devam edecek.”[155]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, izne delil olmak üzere bazı alâmetlerin konulabileceğini gösterir. Şu halde, böyle mâlum bir alâmet konmuş ise, giriş iznine delâlet eden bu alâmetin izharı halinde izin almadan giriş yapılabilir. Büyüklerin, makam sahiplerinin kapılarında, devlet dairelerinde böyle alâmetler olabilir: Perde çekilmesi, ışık yakılması gibi.. Sadedinde olduğumuz hadiste İbnu Mes´ud´a, Aleyhissalâtu vesselâm, perde kalkması ile fısıltının işitilmesini alâmet kılmıştır.[156]
ـ3370 ـ10ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أتَيْتُ النَّبيَّ # فَدَقَقْتُ الْبَابَ فقَالَ: مَنْ ذَا؟ فَقُلْتُ: أنَا. فَخَرَجَ وَهُوَ يَقُولُ: أنَا، أنَا، كَأنَّهُ يَكْرَهُهُ[.
أخرجه الخمسة إ النسائي .
10. (3370)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´a gelmiştim. Kapıyı çaldım:
“Kim o ” buyurdular.
“Benim!” dedim. (Beni almak üzere) çıktı ama:
“Ben! Ben!” diye söyleniyordu. (Belliydi ki kendimi tanıtma tarzımı) beğenmemişti.”[157]
AÇIKLAMA:
İzin istenen kimse “benim” demenizle, sesten sizi tanımayacak biri ise ismi söylemek gerekir. Ancak “Her seferinde isim söylemek şarttır” denemez. Duruma bağlı.[158]
ـ3371 ـ11ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَجًُ اطلَعَ مِنْ بَعْضِ حُجْرِ النَّبيِّ # فقَامَ إلَيْهِ النَّبيُّ # بِمِشْقَصٍ فكَأنِّي أنْظُرُ إلَيْهِ يَخْتِلُ الرَّجُلَ لِيَطْعُنَهُ[. أخرجه الخمسة .
11. (3371)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın hücrelerinden birinden içeriye bakmıştı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) elinde bir okla adama kalktı. Onu batırmak için, ihtiyatla adamın üzerine gitmesini seyreder gibiyim.”[159]
ـ3372 ـ12ـ وفي أخرى للنسائى: ]أنَّ أعْرَابِيّاً أتَى بَابَ النَّبيِّ # فَألَقَمَ عَيْنَيْهِ خَصَاصَةَ الْبَابِ فَبَصُرَ بِهِ النَّبيُّ # فَتَوَخَّاهُ بِجَرِيدَةٍ أوْ عُودٍ لِيَفْقَأ عَيْنَهُ فَانْقَمَعَ. فَقَالَ لَهُ: أمَا إنَّكَ لَوْ ثَبَتَّ لَفَقأتُ عَيْنَكَ[.»المِشْقَصُ« سهم له نصل طويل أو عريض.و»خَصَاصَةُ الْبَابِ« ا‘نْقَابُ وَالشُّقُوقُ التي تَكون فيه.و»التَّوَخِّي« القصد. و»انْقَمَعَ« تَغَيَّبَ.
12. (3372)- Nesâî´nin bir diğer rivayetinde şöyle gelmiştir:
“Bir bedevî, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kapısına geldi. Gözlerini kapının kırıklarına yapıştırdı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) adamı farketti. Gözünü patlatmak üzere elinde bir çubukla üzerine yürüdü. Adam hemen sırra kadem bastı. Resulullah “Eğer yerinde kalsaydın gözünü oyduydum!” buyurdular.”[160]
AÇIKLAMA:
Son iki hadis, haram olan izinsiz eve bakmanın cezasını tesbit etmektedir. İmam Şâfiî (rahimehullah) hadisin zâhirini esas almıştır. Ona göre, izinsiz olarak birinin evine bakarken gözü çıkarılsa, diyet gerekmez. Bazıları: “O, bu hükme şu kayıtla varır: “Eğer bakan kimse, ihtira rağmen aldırmaz, bakmaya devam ederse, bu takdirde gözü oyulsa diyet gerekmez” diye hükmetmiştir” derler. Ancak sahih olan şu ki, Şâfiî´ye göre, hadis mutlak olduğu için gözü oyulana diyet yoktur.
Ebû Hanîfe diyete hükmeder, gözün oyulmasına cevaz vermez; der ki: “Dışardan bakmak, eve izinsiz girmekten daha ağır bir suç değildir. Kaldı ki, izinsiz girmenin cezası da da gözün oyulması değildir. Öyleyse dışardan bakmakla hiç oyulmaz. Hadis, zecrde mübâlağaya hamledilir.”
Mâlikîler de Hanefîler gibi hükmederler, bakanın ne gözüne, ne de bir başka uzvuna kasdedilemeyeceğini söylerler.[161]
İSTİ´ZÂNLA İLGİLİ BAZI ÂDÂB
Mâzirî der ki: “İsti´zân şu şekilde olur: “Selâmun aleyküm, gireyim mi ” der. Sonra ismini söyleyip söylememede muhayyerdir.”
İbnu´l-Arabî, “İsti´zân üç keredir” hadisine dayanarak: “Birincide içeridekilere duyurma yapmış olursunuz, ikincide onları sulha kavuşturursunuz, üçüncüde de girmek veya dönmek hususunda cevap alırsınız” der.
İbnu Abdilberr der ki: “Ulemânın çoğu, “isti´zânda üçü geçmemek gerekir” demiştir. Ancak, “İçerdekiler duymamışsa üçü geçmede bir beis yok” diyen de olmuştur. Bazıları da, üçü geçmeyi mutlak olarak caiz görmüştür. Bunlara göre, “Madem ki üçten sonra geri dön emri bir vecîbe değil, ibâhedir ve bu, izin isteyene kolaylık gayesini gütmektedir, öyleyse bu emir gelmedikçe üçten fazla izin istemek caizdir.”[162]
DOKUZUNCU FASIL
SELÂMLAŞMAK
UMUMÎ AÇIKLAMA:
Dinimizin fazlaca ehemmiyet verip üzerinde ısrar ettiği içtimâî müesseselerden biri de selamlaşmadır.
Tîbî selamın vaz´ediliş hikmetlerini şöyle açıklar:
1- Karşılaşanların birbirlerinden duyacakları korkuyu izale,
2- Mü´minin hâline muvafık olan tevazu,
3- Ta´zim… Zira selamla ya sevgisini kazanmak düşünülür, ya da istenmeyen bir durumun bertaraf edilmesi.
Selâm´ın ne ma´nâya geldiği hususunda ülemâ ihtilaf eder:
* Bir hadis-i şerifte selam´ın Allah´ın isimlerinden biri olduğu belirtilmiştir. Böyle olunca esselâmu aleyküm demek, Allah´ın ismi üzerine olsun demektir.
Kadı İyâz, muhâfaza ma´nâsına geldiğini, esselâmu aleyke´nin, “Allah´ ın muhafaza ve koruması senin üzerine olsun” demek olduğunu, “Allah seninle olsun” “Allah´la beraber olasın” makamında bir dua olduğunu belirtir.
* Bazı âlimler, “Allah yaptıklarına muttalidir” ma´nâsını taşıdığını söylemiştir.
* Bazıları da şöyle der: “İçerisinde her çeşit hayır ma´nâlarını toplamış, fesad unsurlarını da tardetmiş bir ism-i ilahî, amellerin başında hayır ümidiyle zikredilir. Selam da, böyle karşılaşmalarda zikredilen bir Allah ismidir.”
* Bazıları: “Selam” selâmet demektir, nitekim Cenâb-ı Hakk, bu ma´nâda olmak üzere: “Artık sağcılardan selam sana!” (Vakıa 91) buyurmuştur” demiştir.
Bu ma´nâda, selam veren kimse, selam verdiği zâta şöyle demiş olmaktadır: “Sen benden selâmettesin, benden sana bir zarar dokunmayacaktır, korkmayasın!”
İbnu Dakîki´l-Îd, İlmâm Şerhi´nde der ki: “Selam birçok ma´nâlarda kullanılır: Selâmet, tahiyye (selam verme), Allah´ın isimlerinden bir isim.” Devamla der ki: “Bazan sırf tahiyye ma´nâsında gelir, bazan sırf selâmet ma´nâsında gelir, bazan da her iki ma´nâya çalacak şekilde gelir. Şu âyette olduğu gibi: “…Size selâm verene mü´min değilsin demeyin…” (Nisa 94). Burada selam kelimesi hem tahiyye´ye (= selam verme) ve hem de selâmete muhtemeldir.”
Müslümanların, aralarında selamlaşmaları ilâhî bir emirdir: “Size bir selam verildiği zaman ondan daha iyisiyle selam verin veya aynıyla mukabele edin.” (Nisa 86). İslam ulemâsı bu âyete dayanarak, selama mukabele etmeyi ilâhî emir bilmiş ve farz olduğuna hükmetmiştir. Ulemâ, âyete tahiyye emrinin âmm gelmiş olmasından hareketle, selamlaşmanın selam kelimesi ile olması gereğinde ittifak eder. Dolayısıyla “esselâmu aleyküm” diye verilen selama, “Hayırlı sabahlar” veya “Mutlu sabahlar” ve benzeri bir tâbirle mukabelenin câiz olmayacağını söylemişlerdir.
Şu var ki ilk selam veren, selamdan başka bir kelime kullandı ise, buna mukabele gerekir mi, gerekmez mi ihtilaf edilmiştir. “Mukâbeleyi vacib kılan en aşağı hudud, selam vereni işitmektir, bu durumda cevaba müstehak olur” denmiştir.
Selam´a işaretle mukabele yeterli olmaz, hattâ bundan nehiy gelmiştir: Tirmizî´nin bir rivayetinde: “Yahudi ve hıristiyanlara benzemeyin, çünkü yahudilerin selamı parmaklarla işarettir, hıristiyanların selamı da avuçlarla işarettir” denmiştir. 3378 numaralı hadiste Tirmizî´den kaydedilecek Esma hadisi bu meseleyi cerhetmez. Çünkü o hadisin, bir rivayette “Selam verdi” diğerinde, “İşaretle selam verdi” şeklinde iki ayrı vechini, âlimler, “Hem sözle hem işaretle selam verdi, ikisini birleştirdi” diye te´vile tabi tutmuşlardır. Ancak, “işaretle selam yasağı mutlak değildir. Daha çok hissi ve şer´î bir mahzuru olmayanlaradır. Dilsizlik gibi hissî, namazda olmak gibi şer´î mahzuru olanlar, işaretle selama mukabele edebilirler” denmiştir. Sağıra selam da böyle, işaretle verilebilir.
Selam Arapça olmayan bir kelamla olursa cevaba müstehak olur mu
Buna “olur” ve “olmaz” diyenler dışında üçüncü bir görüş daha ileri sürülmüştür. Buna göre, Arapçayı güzel telaffuz edene Arapça mukabele vaciptir. İbnu Dakîki´l-Îd der ki: “Görünen şu ki: Selam kelimesi dışında bir elfaz kullanarak ifâde edilen tahiyye, müstehabın terki sınıfına girer, mekruh değildir. Ancak bunu yapan kimse, dünya ehlinin büyüklerini ta´zimde kullanıldığı bilinen bir tabiri kullanmak maksadıyla selamı terketmişse bu mekruhtur.”
Özür yoksa, selama anında mukabele etmek gerekir. Şayet, cevabı te´hir eder, sonra yetişip mukabeleye kalkarsa, bu selamın cevabı sayılmaz. Ulemâ uzaktan gönderilen veya mektupla yapılan selamı da hemen almak gerektiğini belirtmiştir.
Kur´ân-ı Kerim, gidilen yabancı evlere girerken selam vermeyi emrettiği gibi (Nur 27), kendi evine girerken selam vermeyi de emreder: “Evlere girdiğinizde nezdinizden olan mübârek ve hoş selamla kendinizi selamlayın” (Nur 61). Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyuruyor: Ey insanlar, selamı yayın, yemek yedirin, akrabaya ilgi gösterin, herkes uykuda iken namaz kılın, selametle cennete girin.”
Bir Muvatta hadisi şöyledir: “Tufeyl İbnu Ubeyy anlatıyor: “Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anh)´e uğrar, onunla çarşıya çıkardık. Biz çarşıya çıkınca Abdullah, hurda şey satan kıymetli şey satan, miskin her kime uğrarsa selam verirdi.
Günün birinde Abdullah´ın yanına gelmişti. “Beraber çarşıya çıkalım” dedi. Ben de kendisine “Çarşıda ne yapacaksın, alışveriş işlerine vâkıf değilsin. Eşyanın fiatını soramaz, pazarlık yapamazsın, pazar yerinde oturmazsın, otur, burda konuşalım!” dedim. Abdullah: “Ey Ebû Bâtın! Biz selam vermek için çıkıyoruz, rastladıklarımıza selam vereceğiz!” dedi.[163]
ـ3373 ـ1ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسولُ اللّهِ #: إذَا انْتَهَى أحَدُكُمْ إلى المَجْلِسِ فَلْيُسَلِّمْ. فَإنْ أرَادَ أنْ يَقُومَ فَلْيُسَلِّمْ. فَلَيْسَتِ ا‘ولى بِأحَقِّ مِنَ اŒخِرَةِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
1. (3373)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Biriniz bir meclise gelince selam versin. Kalkmak isteyince de selam versin. Birinci selâm sonuncudan evla değildir (ikisi de aynı ölçüde ehemmiyetlidir). [164]
AÇIKLAMA
Selam, bir nevi selamet ve sulh duasıdır. Şu halde bir meclise gelen kimse selam verecek, yani cemaatı, kendi huzurundan selamette, sulhta olduklarını, kendisinden bir fenalık gelmeyeceğini bildirmiş olacak. İkinci selam da ayrılışından dolayı onlara bir şer, bir zarar gelmeyeceğini ilân etmektir. Şu halde her ikisine de ihtiyaç vardır.
Nevevî: “Bu hadisin zahiri, kendisine ayrılık sırasında selam verene mukabele etmenin cemaate vacib olduğuna delildir” der. Ancak, Kâdı Hüseyn ve başkaları bu görüşe katılmaz: “Bazı kimseler, ayrılık sırasında selam vermeyi adet edinmiştir. Bu, mukabele edilmesi müstehab olan bir duadır, vâcib değildir, çünkü vâcib olan selam lika sırasında olanıdır, ayrılık sırasında değil” der.
Bazı âlimler, buna da karşı çıkarak: “Selam hem gelme ve hem de ayrılma sırasında sünnettir. Mukabeleye gelince: “Lika sırasında verilen selâma mukabele vacib olduğu gibi, ayrılık sırasında verilen selama da mukabele vacibtir” demiştir. Sahih olan da budur.[165]
ـ3374 ـ2ـ وعن كَلَدَة بن الحنْبل قال: ]بَعَثَنِي صَفْوَانُ بْنُ أُمَيَّةَ إلى رَسولِ اللّهِ # بِلَبَن وَلَبَإِ وَضَغَا بِيسَ، وَالنَّبىُّ # بِأعْلى مَكَّةَ. قالَ: فَدَخَلْتُ عَلَيْهِ وَلَمْ اسْتَأذِنْ وَلَمْ أُسَلِّمْ. فقَالَ: ارْجِعْ فَقُلْ السََّمُ عَلَيْكُمْ، أأدْخُلُ؟ ففَعَلَ[. أخرجه أبو داود والترمذي.وعند أبي داود »جَدايةٍ« بدل اللبأ.»الضَّغَابِيسُ« صِغَارُ الْقِثَّاءِ .
2. (3374)- Kelede İbnu Hanbel (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Safvân İbnu Ümeyye (radıyallâhu anh) benimle, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´a süt, ağız ve bir miktar salatalık gönderdi. Aleyhissalâtu vesselâm o sırada Mekke´nin yukarısında idi.
İzin istemeden selam vermeden huzuruna girdim. Bana:
“Dön, esselâmu aleyküm, gireyim mi de!” buyurdu. Ben de öyle yaptım.”[166]
ـ3375 ـ3ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ لِي رسولُ اللّهِ #: يَا بُنَيَّ إذَا دَخَلْتَ عَلى أهْلِكَ فَسَلِّمْ يَكُنْ سََمُكَ بَرَكَةَ عَلَيْكَ وَعَلى أهْلِ بَيْتِكَ[. أخرجه الترمذي وصححه .
3. (3375)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana buyurdular ki:
“Ey oğulcuğum, âilene girdiğin zaman selam ver ki, selamın, hem senin üzerine hem de aile halkına bereket olsun!”[167]
ـ3376 ـ4ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]سُئِلَ رسولُ اللّه #: أيُّ ا“سَْمِ خَيْرٌ؟ قالَ: تُطْعِمُ الطَّعَامَ، وَتَقْرَأُ السََّمَ عَلى مَنْ عَرَفْتَ وَمَنْ لَمْ تَعْرِفْ[. أخرجه أبو داود. قلت: وَأخرَجه البخاري في كتاب ا“يمان من صحيحه بهذا اللفظ، واللّه أعلم .
4. (3376)- Abdullah İbnu Amr İbni´l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah´a: “İslâm´ın hangi ameli daha hayırlı ” diye sorulmuştu.
“Yemek yedirmen, tanıdığın ve tanımadığın herkese selam vermen” diye cevap verdi.”[168]
AÇIKLAMA:
Resulullah´a İslâm´ın en hayırlı hasleti mükerrer defa sorulmuştur. Soru bazan “En hayırlı amel hangisi diye sorulur. Resulullah bunlara farklı cevaplar vermiştir. Cevaplar muhataba ve bulunulan yer ve şartlara göre değişmiştir: Cihad, ilk vaktinde kılınan namaz, birru´lvâlideyn, hacc-ı mebrur vs… Sadedinde olduğumuz hadiste “en hayırlı amel” olarak “yemek yedirmek ve herkese selam vermek” gösterilmiştir.
Nevevî, selamın her rastlanana verilmesi gereğini anlar ve sadece tanıdıklara verilmesinin uygun olmayacağını belirtir. “Böyle yapmada der, ameli ihlaslı yapmak yani Allah´a has kılmak ve mütevâzi olmak ve İslâm´ın bir şiârı olan selamın yayılması vardır.”
Bu açıklamadan şunu anlıyoruz ki, selam sadece tanıdıklara verildiği takdirde, bundaki ihlas zedeleniyor, ama tanımadıklara da verilince dinin bir emri olarak, sünneti yerine getirmek düşüncesiyle yapılmış oluyor. Ulemâ “ihlaslı bir dirhem amelin, ihlassız batmanlarla amelden üstün olduğunu” söyler.
Şu halde selamlaşmanın hakkı verildiği takdirde, mü´mine kolay, kolay olduğu kadar da kârlı bir amel kapısı açılmış olmaktadır.
Hadis, karşılaştığımız kimseden selam beklemeden selam vermeye teşvik etmektedir. Buda kişiye tevazu kazandırmakta ve böylece mütevâzi olmanın Allah indindeki mükâfaatını elde etmektedir.
Selam, bu haliyle mü´minlere karşı rahîm ve raûf olan Resul-i Ekrem´in ümmet-i merhûmesine, ayn-ı rahmet, mahz-ı re´fet olan bir lutfu, bir hediyesi olmaktadır.[169]
ـ3377 ـ5ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه ]أنَّهُ مَرَّ عَلى صِبْيَانٍ فَسَلَّمَ عَلَيْهِمْ، وَقالَ:
كَانَ رَسولُ اللّهِ # يَفْعَلُهُ[. أخرجه الخمسة إ النسائي .
5. (3377)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)´in anlattığına göre, kendisi bir grup çocuğa uğrar ve onlara selam verir. Yanındakilere de şu açıklamayı yapar: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle yapardı!”[170]
AÇIKLAMA:
Selamla ilgili birçok edeb ve teferruat var. Bunlardan biri küçüklerin büyüklere selam vermesidir. Burada ise, büyüklerin ve hatta Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın çocuğa selam vermesi örneği vardır. Ebû Davud´un rivayetinde,
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) oynayan çocuklara rastlamıştı, onlara selam verdi” denilmiştir. Bir başka rivayette Hz. Enes: “Ben çocuklarla beraber (oynarken) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize rastladı ve bize selam verdi…” der.
Resulullah´ın çocuklara selam vermesi, onlardan selam alması ile ilgili örnekler bunlara münhasır değildir. Yani, Resulullah´ın çocuklara selam vermesi, rivayetlerde sübût bulmuş bir hâdisedir.
Her şeye rağmen, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, çocuklar teklif ehli olmadıkları için onlara selam verilip verilmeme meselesinde ihtilaf edilmiştir. Hasan Basrî verilmemesi re´yinde idi. İbnu Sîrîn selam verir fakat onları dinlemezdi. İbnu Battâl der ki: “Çocuklara selam vermede onların şeriatın âdâbına alıştırılmaları vardır.” Bazı âlimler: “Çocuğa selam verilir; ancak çocuğun mukabele etmesi ona farz değildir, çünkü çocuk farz ehli değildir. Ancak çocuğun velisi selama mukabele etmesini çocuğa tenbih etmelidir, bu onun terbiyesi için gereklidir” demiştir.
Çocuğun farz ehlinden olmaması sebebiyle: “Çocuğun da bulunduğu bir cemaate selam verildiği zaman bu selama sadece çocuğun mukabelede bulunması, onlar üzerinden borcu düşürmez, mutlaka bir büyük mukabelede bulunmalıdır” hükmü getirilmiştir.[171]
ـ3378 ـ6ـ وعن أسماء بنت يزيد رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]مَرَّ عَلَيْنَا رَسولُ اللّهِ # في نِسْوَةٍ فَسَلَّمَ عَلَيْنَا[. أخرجه أبو داود والترمذي.وفي رواية للترمذي: ]فَألْوَى يَدَهُ بِالتَّسْلِيمِ[.
6. (3378)- Esmâ Bintu Yezîd (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) biz bir grup kadına uğramıştı, selam verdi.”[172]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın rastladığı kadınlara da selam verdiğini göstermektedir. Abdurrezzak´ın Musannaf´ında kadının erkeğe, erkeğin kadına selam vermesinin mekruh olduğuna dair bir rivayet gelmiştir. Cevaza delâlet eden rivayetler bunun zaa´fı sebebiyle nekâretine hükmettirmiştir. Ancak cevazın “Fitne korkusu yoksa” şartına bağlı olduğu belirtilmiştir. Bu takdirde Abdurrezzak´ın rivayeti fitne korkusuna hamledilir. Halîmî: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ismet´i sebebiyle fitneden emindi, öyleyse kim fitne hususunda nefsinden emin ise selam verir, aksi takdirde sükût eslemdir” der. Müslim´de gelen bir rivayet Ümmü Hâni´nin, Resulullah´a guslederken uğradığını ve selam verdiğini belirtir.
Mâlikîler, mahzuru bertaraf etmek (yani sedd-i zerî´a) maksadıyla, kadına selam bahsinde, gençle yaşlı arasında tefrik yapmayı esas almışlardır. Kûfîlere göre, “Kadınların erkeklere ilk selam veren olması meşru olmaz. Zira, onlar ezan ve ikâmet okumaktan, cehren kırâatte bulunmaktan men edilmişlerdir. Ancak mahrem hariç, kadın, mahrem olanlara selam verir” derler.
Şâfiî fakih el-Mütevelli der ki: “Kadın erkeğin zevcesi veya mahremi veya câriyesi ise o zaman selamlaşma, erkeğin erkeğe selamı gibi olur. Kadın erkeğe yabancı ise, bakılır güzelse ve onun sebebiyle fitneye düşmekten korkulursa, ister ilk vermede isterse mukabelede selam câiz olmaz. Kim erken başlayarak selam verirse mekruh bir iş yapmış olur. Öbür tarafın mukabele etmemesi gerekir, kadın, fitneden emin olunan bir yaşlı ise, selam caizdir.”
İbnu Hacer bahsi şöyle tamamlar: “Şu halde, bu görüşle Mâlikîler arasındaki farkın özü, gencin güzel olup olmamasına dayanıyor. Mâlikîler genç için ayırım yapmazken, burada güzel olanı tefrik edilmektedir, çünkü güzellik, mutlak gençliğin hilafına fitneye düşme sebebidir. Şayet bir mecliste kadın ve erkek beraber olursa, fitneden emin olma durumunda selamlaşmaları caizdir.”
2- Kadınla Selamlaşma Meselesinde İmam-ı Nevevî´nin Açıklaması:
Kadınlara selam bahsini Nevevî daha vâzıh bir özetlemeye tabi tutar. Der ki:
* “Kadınlar cemaat halinde iseler onlara selam verilir.”
* “Kadın tekse, ona kadın, kocası, efendisi, mahremi selam verir;
* “Kadın kendisine şehvet duyulmayacak kadar yaşlı ise yabancı erkeğin ona selam vermesi müstehabtır, kadının da erkeğe selam vermesi müstehabtır. Bunlardan hangisi önce vermişse mukabele diğerine gerekli olur.”
* “Eğer kadın, şehvet duyulan biri ise genç de olsa, yaşlı da olsa ona ecnebî erkek selam vermez, erkeğe de kadın vermez. Şayet biri selam verecek olsa, mukabeleye müstehak olmaz ve hatta mukabele mekruh olur. Bu, mezhebimizinin (Şâfiî) ve cumhurun görüşüdür.”
3- Sadedinde olduğumuz hadisin Tirmizî´deki bir vechi, kadınlara işaret suretiyle elle selam verileceğine delâlet eder. Hadisin bu vechinde Esmâ (radıyallâhu anhâ) şöyle der: “Birgün biz, bir grup kadın, mescidde iken Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) mescide uğradı bize eliyle selam verdi.” İki farklı rivayeti bazı âlimler: “Hem söz ve hem de işareti birleştirdi” diye te´vil etmiştir.[173]
ـ3379 ـ7ـ وعن عبيداللّه بن أبي رافع عن علي بن أبي طالب رَضِيَ اللّهُ عَنْه. قال أبو داود رَفَعَهُ الحَسَنُ بْنُ عَليٍّ أيْ عَنْ رسولِ اللّهِ # قالَ: ]يُجْزِئُ عنِ الجَمَاعَةِ إذَا مَرُّوا أنْ يُسَلِّمَ أحَدُهُمْ وَيُجْزِئُ عَنِ الجُلُوسِ أنْ يَرُدَّ أحَدُهُمْ[. أخرجه أبو داود .
7. (3379)- Ubeydullah İbnu Ebî Râfî, Hz. Ali (radıyallâhu anh)´den nakletmiştir: Ebû Dâvud derki: “Hasan İbnu Ali ise bunu merfu olarak yani Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ´dan rivayet etmiştir. Bir cemaat giderken, yeri gelince içlerinden bir kişinin selam vermesi hepsi için yeterlidir. Oturanlar adına da bir kişinin mukabelesi yeterlidir.”[174]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisin iki ayrı tarikten geldiği anlaşılmaktadır. Hadis birine göre Hz. Ali´nin sözüdür, diğerine göre Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın sözü. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu durumda ref´in esas alınması kâidedir.
2- Aliyyu´l-Kâri der ki: “Karşılaşma halinde selam vermek müstehab bir sünnettir, vâcib değildir. Aynı zamanda kifâye bir sünnettir de. Yani cemaat hâlinde olunduğu takdirde gerek vermede ve gerekse mukabelede bulunmada bir kişi yaptı mı cemaatten vazife düşer. Ancak hepsi birden selamlaşmaya iştirak ederse bu efdaldir. Selama mukabele, bütün ulemânın ittifakıyla farzdır. Hepsi birden mukabele etse bu da efdaldir.”[175]
ـ3380 ـ8ـ وعن أبي أمامة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسولُ اللّهِ #: إنَّ أوْلَى
النَّاسِ بِاللّهِ مَنْ بَدَأهُمْ بِالسََّمِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
8. (3380)- Ebû Ümâme (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah´a en makbul insan, karşılaşmada selama önce davranandır.”[176]
ـ3381 ـ9ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: يُسَلِّمُ الرَّاكِبُ عَلى المَاشِي، وَالمَاشِي عَلى القَاعِدِ، وَالْقَلِيلُ عَلى الكَثِيرِ[. أخرجه الخمسة إ النسائي .
9. (3381)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Binekte olan yürüyene, yürüyen oturana, az çok´a selam verir.”[177]
ـ3382 ـ10ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: لَمّا خَلَقَ اللّهُ آدَمَ عَلى صُورَتِهِ طُولُهُ سِتُّونَ ذِرَاعاً. قالَ: اذْهَبْ فَسَلِّمْ عَلى أُولئِكَ نَفَرٌ مِنَ المََئِكَةِ جُلُوسٌ فَاسْتَمِعْ مَا يُحَيُّونَكَ، فَإنَّهَا تَحِيَّتُكَ وَتَحيَّةُ ذُرِّيَّتِكَ. فقَالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ. فقَالُوا: السََّمُ عَلَيْكَ وَرَحْمَةُ اللّهِ فَزَادُوهُ وَرَحْمَةُ اللّهِ. فَكُلُّ مَنْ يَدْخُلُ الجَنَّةَ عَلى صُورَةِ آدَمَ. فَلَمْ يَزِلِ الخَلْقُ يَنْقُصُ بَعْدُ حَتَّى اŒنَ[. أخرجه الشيخان .
10. (3382)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah Teâlâ Hazretleri, Hz. Âdem (aleyhisselâm)´ı kendi sureti üzere ve boynunu da altmış zirâ olarak yaratınca:
“Git, şu oturan meleklere selam ver, onların seni nasıl selamlayacaklarına da dikkat et, dinle. Zira o selam, senin ve zürriyetinin selamı olacaktır” dedi. (Bunun üzerine Âdem onlara gidip):
“Esselâmü aleyküm!” diye selam verdi. Melekler: “Esselâmü aleyke verahmetullahi” dediler ve selama mukabele ederken verahmetullahi´yi ilâve ettiler. Cennete her giren Hz. Âdem suretinde (ve boyu da altmış arşın boyunda) olacak. Halk şu ana kadar (boyca) hep eksilmektedir.”[178]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen “kendi” zamirinin Allah´a veya Âdem´e râci olması ihtimali var. Âlimler her iki ihtimale de yer verip ma´nayı ona göre tevil etmişlerdir.
* Allah´a râci olduğu takdirde, Allah´ı insana benzetmek gibi bir durum ortaya çıkacaktır. Halbuki Kur´ân-ı Kerim, buyurarak Allah´ın hiç bir şeye benzemediğini beyan etmektedir. Ancak âlimler bu hususta maddî bir benzerliğin kastedilmediğini, insanlara Allah´ın ilim, hayat, semî (işitme), basar (görme), kelam (konuşma) gibi sıfatlardan verilmiş olmasının kastedildiğini belirtmişlerdir.
* Zamir´in Hz. Âdem´e râci olması takdirinde, ma´nâ şöyle olur: “Allah Âdem´i, yeryüzünde hangi suret üzere yaşadı ise o suret üzere yarattı.” Başka bir ifade ile: “Âdem´in cennetteki ilk yaratılışındaki sureti ile, yeryüzündeki sureti aynı idi. Kendi neslinden gelen insanlar gibi tavırdan tavıra, halden hale geçmedi. Suret değişikliğine uğramadı.” Bilindiği üzere bir insan anne karnındaki alak halinden başlamak üzere ihtiyarlayıp ölünceye kadar çeşitli haller geçirir, suretler değiştirir.Şu halde bu hadis, Hz. Âdem´in bu halleri geçirmediğini, ölüm ânındaki sureti üzere yaratıldığını beyan etmiş olmaktadır. Bu te´vil vak´aya daha muvafık gözükmektedir. Çünkü Hz. Âdem diğer insanlar gibi nutfeden yaratılmadı. Anne rahmindeki safhalardan geçmedi. O önce kalıp halinde, yaşadığı suret üzere tam ve eksiksiz olarak yaratılıp bilâhere ruh üflendi. Bu hususu te´yid eden rivayetler mevcuttur. Yaratılışla ilgili İslâm´ın temel görüşü de budur. Bu görüş “Her insan nutfeden yaratılmıştır, nutfe için insan gereklidir. Öyleyse insanlığa bir başlangıç tayin edilemez, ezelden beri olagelmiştir” diyen Dehrîlerin iddiasını reddeder. Keza “İnsanlık tabiatın tesiriyle vücut bulmuştur” diyen tabiatçıların görüşünü de veya şimdilerde olduğu üzere “maymundan gelmiştir” diyen Darvincilerin görüşünü de reddeder.
İnsanı, Cenâb-ı Hakk, kudretiyle Rahmân´a has semî, basar, hayat, kelam gibi bir kısım mümtaz sıfatlarla mücehhez olarak yaratmıştır.
2- Hz. Âdem´in altmış zirâ boyunda yaratılması: İbnu Hacer, buradaki zirâ (arşın) kelimesinin iki ihtimal taşıdığını belirtir:
1) Hz. Âdem´in zirâ´ı ile altmış zirâ.[179]
2) Halen bilinen zirâ ile altmış zira.
Birinci ihtimal esas alındığı takdirde Hz. Âdem´in boyu, kendi zirâ´ına göre tayin edilmiş olur. Şârihlere göre birinci ihtimal daha kavî gözükmektedir. Çünkü herkesin ziraı, boyunun dörtte biri kadardır. Eğer bilinen zirâ kadar olsa, eli, bu boydaki vücudunun yanında çok kısa kalır.
Ebû Hüreyre´den gelen merfu bir rivayette Hz. Âdem´in boyunun 60, eninin 7 zirâ olduğu tasrih edilir.
3- Hadiste, yaratılıştan hemen sonra, Hz. Âdem´in meleklere selam vermekle emrolunmasını esas alan bazı âlimler, “Selam vermek vâcibtir” diye hükmetmiş ise de bu zayıf bir te´vil olarak kabul edilmiştir.
İbnu Abdilberr, selam vermenin sünnet olduğunda icma edildiğini nakleder. Selama mukabelede bulunmak farzdır.
4- Bazı hadislerde: “Yahudiler, sizi selâmınız ve âmin demeniz sebebiyle kıskandıkları kadar başka bir şeyde kıskanmazlar” buyrulmuştur. Bu hadise dayanan âlimler, selam verme işinin, İslâm´da olduğu kadar, daha önce gelip geçen ümmetlerin hiçbirinde teşrî edilmediğini söylerler, her millette bir selam verme an´anesi vardır diye itiraz edilebilir. Ancak İslâmî selamın muhtevası ve mâhiyeti farklıdır. Nitekim cahiliye devrinde de selamlaşma vardı, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) o selamı yasakladı, İslâmî selamı teşrî etti. Ebû Dâvud´un bir rivayeti şöyle:
“İmran İbnu Husayn der ki: “Biz cahiliye devrinde en´amallâhu bike aynen ve en´am sabâhan (Allah sevdiğine kavuştura, sabahta mesud kıla) derdik. İslâm bizi bundan yasakladı.”
Ebû Zerr-i Gıfarî hazretleri müslüman oluş hikayesini anlatan uzun hadislerinde, “Resulullah´ı İslâmî selamla ilk selamlayan ben oldum…” der.
Bugünkü elfazıyla İslâmî selamın, bu ümmete bir imtiyaz olarak Allah tarafından tahsis edildiği muhtelif rivayetlerde gelmiştir. Müslümanların bunu başka elfazlarla değiştirmemeleri, Resullerinin şeâirine sahip çıkmaları gerekir. Çünkü pekçok hadis ve hatta âyet-i kerime selam üzerinde elfazını da zikrederek durmuştur. Bir hadiste: “Allah selamı, ümmetim için bir tahiyye (selamlaşma vâsıtası) ve zimmet ehlimiz için de bir emniyet kıldı” buyurmuştur.
5- Cennete her girenin Hz. Âdem suretinde girmesini, âlimler cennete girenlerin her çeşit noksan sıfatlardan arınmış olarak gireceği şeklinde yorumlamışlardır. Siyahlık, sakatlık, körlük vs. hepsi cennete girerken bertaraf edilecektir.
6- İnsanların boyca eksilmesi: Hadisin son cümlesinde, insanların boyca eksilmekte olduğu ifade edilmektedir. Âlimler bunu, her çağda insanların boyca biraz daha kısalarak zamanımıza kadar böyle geldiği şeklinde anlarlar. İbnu Hacer, “Boy kısalması bu ümmete kadar devam etti, artık bu şekilde kesinleşip kaldı” der. İbnu´t-Tîn şu açıklamayı yapar: “Nasıl ki, her şahsın boyu yavaş yavaş büyür, ancak büyüme saatler veya günler arasında sezilmez, ancak günler artınca büyümenin farkına varılır. İnsanlığın boyca gerilemesindeki durum dahi böyledir.” Şârihler bu hükmü müşâhede ile zıdlık içinde bularak müşkil´e dikkat çekerler: “Geçmiş ümmetlerden bize intikal eden eserlere baktığımız zaman müşkilatla karşılaşırız. Mesela Semüd Kavmi´nin yaşadığı memleket gibi… Onlardan kalan meskenler, boylarının, daha önce belirttiğimiz tertip açısından aşırı uzun boylu olmadıklarına delâlet eder. Ancak şurası muhakkak ki, onlar çok eski sayılmazlar. Onların Hz. Âdem´le aralarındaki zaman farkı ile, bizimle olan zaman farkı bir değildir. Bize çok daha yakındırlar.”[180]
ـ3383 ـ11ـ وعن عمران بن حصين رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كُنَّا عنْدَ رسولِ اللّهِ # فَجَاءَ رَجُلٌ فَسَلَّمَ فقَالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ. فَرَدَّ عَلَيْهِ رسولُ اللّهِ # السََّمَ؛ ثُمَّ جَلَسَ، وَقالَ النَّبيُّ #: عَشْرٌ، ثُمَّ جَاءَ آخرُ فقَالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ. فَرَدَّ عَلَيْهِ فَجَلَسَ فقَالَ: عِشْرُونَ، ثُمَّ جَاءَ آخَرُ فقَالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ. فَرَدَّ عَلَيْهِ فَجَلَسَ فَقَالَ ثََثُونَ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
11. (3383)- İmrân İbnu Husayn (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın yanında iken bir adam gelerek selamı verdi ve:
“Esselâmu aleyküm!” dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) selamına mukabele etti. Adam da oturdu. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm);
“On (sevap kazandı!)” dediler. Sonra birisi daha geldi.
“Esselâmu aleyküm ve rahmetullâhi!”dedi. Aleyhissalâtu vesselâm onun selamına da mukabele etti. Adam oturdu. Aleyhissalâtu vesselâm.
“Yirmi!” dediler. Sonra biri daha geldi ve:
“Esselâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtuhu” dedi. Resulullah, selamına mukabele etti, adam da oturdu. Hz. Peygamber bu sefer:
“Otuz!” buyurdular.”[181]
AÇIKLAMA:
1- Ebû Dâvud hadisi, “Selam nasıl verilmeli ” adını verdiği bir bâbta rivayet etmiştir. Böylece bu hadisin, ne şekilde selam verileceğini öğretmek gayesini güttüğünü anlıyoruz.
2- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) en kısa selamın esselamu aleyküm şeklinde olmasını meşru addetmiş, buna on sevap terettüp edeceğini belirtmiştir. Zaten, âyette de belirtildiği üzere her hayır amelimiz en az on misliyle mükâfaatlanmaktadır. Hadisin devamında, selama ilave edilen her kelime için on sevabın daha ilave edildiğini görmekteyiz. Böylece, esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhu şeklindeki selamın otuz sevab kazandırdığı belirtilmektedir.
3- Hadis, selama ilk başlayan kimsenin hadiste geldiği şekilde ziyade edilen kelimeleri katarak selam vermesinin müstehab olduğunu göstermektedir. Bazı şârihler, ziyadeli kelimelerle selam vermenin meşru olup olmayacağını araştırmışlardır. Muvatta´da gelen bir haberde İbnu Abbâs “selamın bereketle son bulmasını” söyler. Bunu te´yid eden bir rivayeti Beyhakî, Şu´abu´l-İmân´da kaydetmiştir: Buna göre, bir adam İbnu Ömer´e gelince, Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berakâtuhu ve mağfiretuhu diye selam verince İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ):
“Sana, ve berâkatuhu yeterlidir ve berekâtuhu da olur!” diye müdâhale eder.
Muvatta´nın bir diğer rivayetinde İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)´e Esselâmu aleyke ve rahmetullahi ve berekâtuhu ve´lgâdiyâtu ve´rrâihâtu[182] diye selam veren birisine ilk vehlede: وَ عَلَيْكَ اَلْفًا “Söylediğin senin üzerine de bin kere olsun!” diye cevap vererek berekâtuhu üzerine ziyadeyi tasvib etme tavrını takınmış ise de, bilâhere bunda, “şeriatın ötesine geçme” gibi bir hal bularak mekruh addetmiştir.[183]
Bu mevzuda daha tatminkar merfu bir rivayeti Zürkânî kaydeder. Aynen veriyoruz: “Hz. Selmân (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´a gelerek:
“Esselâmu aleyke!” dedi. Resululah da:
“Ve aleyke(sselamu) ve rahmetullahi!” diye cevap verdi. Sonra bir başkası geldi.
“Esselamu aleyke ve rahmetullahi!” diye selam verdi. Aleyhissalâtu vesselam buna da:
“Aleykesselamu ve rahmetullahi ve berekâtuhu!” diye cevap verdi. Sonra bir başkası geldi ve:
“Esselâmü aleyke ve rahmetullahi ve berekâtuhu!” diye selam verdi. Aleyhissalâtu vesselâm bu zâta da:
“Ve aleyke!” diye cevap verdi. Adam:
“Falan ve falan gelip size selam verdiler, siz de onlara, bana söylediğinizden daha fazlasını söyleyerek mukabele ettiniz” dedi. Resulullah ona şu cevapta bulundu:
“Sen bize söyleyecek bir şey bırakmadın ki. Allah Teâlâ Hazretleri “Size bir selam verildiği zaman, ondan daha iyisiyle mukabele edin veya aynıyla selam verin…” (Nisa 86) buyurmuştur. Biz sana aynısıyla mukabele ettik.”
Ebû´l-Velîd İbn Rüşd, kaydettiğimiz bu âyette gelen “daha iyisiyle mukabele edin” fıkrasına dayanarak: “Selamı ilk verenin tahiyyesi bereket kelimesiyle sona erecek olursa, mukabele edenin, buna başka kelimeler ilâve etmesinin caiz olacağını” söyler. Nitekim, Ebû Dâvud´da metnini müteakiben kaydedeceğimiz Mu´az İbnu Enes rivayetinde, İmran hadisinin bir benzeri zikredilir. Devamında, bir başkasının gelip “ve mağfiretuhu” kelimesini de ilave ettiği ve bana Resulullah´ın “Kırk (sevab)” dediği belirtilir. Keza İbnu Sünnî´nin bir rivayetinde Resulullah´ın “Esselamu aleyke ya Resulellah!” selamına,
“Ve aleykesselamu ve rahmetullahi ve berekâtuhu ve mağfiretuhu ve rıdvanuhu” diye cevap verdiği belirtilir.
Yâni, selamlaşmada ve berekâtuhu kelimesinin üzerine ziyade yapılmasının cevazına delâlet eden rivayetler de vardır. Gerçi bunlar zayıftır; ancak, İbnu Hacer´in belirttiği üzere bunlar bir araya gelince birbirlerini takviye ederek, cevaza bir karîne teşkil ederler.[184]
ـ3384 ـ12ـ و‘بي داود عن معاذ بن أنس بمعناه. وزاد ]ثُمَّ أتَى أخَرُ فقَالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّه وَبَرَكَاتُهُ وَمَغْفِرَتُهُ. فَرَدَّ عَلَيْهِ رسولُ اللّهِ # وَقالَ: أرْبَعُونَ ثُمَّ قالَ: هكذَا تَكُونُ الْفَضَائِلُ[ .
12. (3384)- Ebû Dâvud´da Muâz İbnu Enes´ten aynı ma´nâda bir rivayet vardır. Ayrıca şu ziyade yer alır:
“Sonra bir diğeri geldi ve dedi ki: “Esselamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtuhu ve mağfiretuhu.” Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) mukabelede bulundu ve:
“Kırk (sevap)” deyip ilave etti: “Böylece (ziyade edilen her kelime için) sevap artar.”[185]
ـ3385 ـ13ـ وعن أبي تميمة الهُجيمي عن أبي جُريٍّ عن أبيه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أتَيْتُ رسولَ اللّهِ # فَقُلْتُ: عَليْكَ السََّمُ يَا رسولَ اللّهِ. فقَالَ: َ تَقُلْ
عَلَيْكَ السََّمُ. فَإنَّ عَلَيْكَ السََّمُ تَحِيَّةُ المَوْتَى. إذَا سَلَّمْتَ فَقُلِ: السََّمُ عَلَيْكَ. فَيَقُولُ الرَّادُّ وَعَلَيْكَ السََّمُ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
13. (3385)- Ebû Temîme el-Hüceymî, Ebû Cüreyy el-Hüceymî´den, o da babasından (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´a gelip:
“Aleyke´sselâm ya Resulellah. (Sana selam olsun ey Allah´ın Resulü!)” dedim. Bana hemen müdâhale etti:
“Aleyke´sselâm deme. Çünkü aleyke´sselâm diye verilen selâm, ölülerin tahiyyesidir. Selam verdiğin zaman, “Esselamu aleyke” de! Sana mukabele eden de, “Ve aleykesselâm!” der.”[186]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste ölülere verilecek selamın nasıl olacağı ilham ediliyor gibi. Ancak Resulullah´ın kabristana girince: “Esselamu aleyküm ehl-i dâr-ı kavm-i mü´minîn” şeklinde selam veridiği sabittir. Burada selamda dua, lehine dua edilenin isminden önce zikredilmiştir, tıpkı canlılara verilen selamda olduğu gibi. Şârihler, sadedinde olduğumuz hadiste, Resulullah´ın, muhataplarının âdetlerine atıfta bulunmuş olacağına dikkat çekerler. Çünkü, bazı cahiliye şiirinde örneğine rastlandığı üzere, Araplar, cahiliye devrinde ölülerine selam verirken önce isim zikrederlerdi. Şu misalde olduğu gibi. … عَلَيْكَ سََمُ اللّهِ قَيْسِ بْنِ عَاصِمٍ وَرَحْمَتُهُ إنْ شَاءَ يَتَرَحَّمَا
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)´nin (Ebû Dâvud)´da rivayet ettiği şu hadise göre, ölülerle dirilere verilen selam arasında bir fark yoktur. Ulemâ bunu esas almıştır.
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) mezarlığa gitti. Varınca: “Esselamu aleyküm dare kavm-i mü´minîn” (Selam size olsun ey mü´minler evinin ahalisi) diye selam verdi ve ilave etti: “Biz de inşaallah size iltihak edeceğiz.”
Ancak, beddua yapılıyorsa, hakkında beddua yapılacak kimsenin ismi önce zikredilir. “Allah´ın lâneti üzerine olsun” sözünde olduğu gibi. Bunun Kur´ân´da da örneği vardır: “Lânetim Kıyamet gününe kadar onun üzerine olsun” (Sâd, 78).[187]
ـ3386 ـ14ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: إذَا سَلّمَ
عَلَيْكُمُ الْيَهُودُ فَإنَّمَا يَقُولُ أحَدُهُمْ: السَّامُ عَلَيْكَ. فَقُلْ: وَعَلَيْكَ[. أخرجه الستة إ النسائي .
14. (3386)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Yahudiler size selam verince onlardan biri, “essâmu aleyküm” der, sen de ona, “Ve aleyke!” de.”[188]
ـ3387 ـ15ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه يرفعه: ]إذَا سَلَّمَ عَلَيْكُمْ أهْلُ الْكِتَابِ فَقُولُوا وَعَلَيْكُمُ[. أخرجه الشيخان .
15. (3387)- Hz. Enes (radıyallâhu anh), Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın şu sözünü nakletmiştir:
“Ehl-i Kitap size selam verince onlara “Ve aleyküm” diye cevap verin.”[189]
ـ3388 ـ16ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: َ تَبْدَءُوا الْيَهُودَ وََ النَّصَارى بِالسََّمِ، وَإذَا لَقيْتُمُوهُمْ في طَرِيقٍ فَاضْطَرُّوهُمْ إلى أضْيقِهِ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذي .
16. (3388)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Hıristiyan ve yahudilerle karşılaşınca önce siz selam vermeyin, (onlar size versinler, siz mukabele edin). Bir yolda onlarla karşılaşınca, (kenardan geçmeleri için) yolu onlara daraltın.”[190]
AÇIKLAMA:
1- Son üç hadis, ehl-i kitap denen yahudi ve hıristiyanlarla selamlaşma âdâbını beyan etmektedir. Bu âdâbı şöyle özetleyebiliriz:
1) Selam her şeyden önce bir dua ve bir teşrifdir. Muhataba kıymet verme, onu şereflendirmedir. Bu sebeple hadis der ki: “Ehl-i Kitap mağdub ve dâll olmaları, münderis ve muharref bir şeriata tabi olmaları, Allah hakkında iftiralarda bulunmaları, insanları ve menfaatleri ilahlaştırmaları sebebiyle onlar teşrife layık değillerdir. Öyleyse önce selam vererek onları teşrif etmeyin, tâzim izhâr etmeyin. Bırakın, onlar size selam versinler, siz selamlarına mukabele edin.”[191]
2) Selamlarına mukabele ederken: “Ve aleyküm” (Sizin üzerinize de olsun!) deyin. Çünkü onlar sizin hakkınızda hayır düşünmezler. Bir nevi hayır duası olan, “Allah´ın selameti, sulhü, huzuru üzerinize olsun” ma´nâsında bir dua olan esselamu aleyküm demeye dilleri varmaz; sözü eğerler büğerler, başka şeyler söylerler. Mesela essâmu aleyküm “âcil ölüm üzerinize olsun!” derler. Öyleyse siz de onlara “ve aleyküm” (sizin de üzerinize olsun) diyerek selamlarına mukabele edin.”[192]
3) Ehl-i kitaba karşı izzet-i İslâm´ı koruyun, İslâmî benlik ve şahsiyetinizi unutmayın, bu hususta taviz vermeyin. Bu maksadla yolda karşılaştığınız zaman tevazu olsun düşüncesiyle kenara çekilmeyin. Şuurla hareket ederek onu yana çekilmeye zorlayın. Böylece o, görmezlikten gelerek selam vermeden de geçemez. Size selam vermek mecburiyetinde kalır.
Bu üç noktayı işleyen hadisler birçok sahâbe tarafından rivayet edilmiştir.
Bu hadislerde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın ihbar-ı gayb nev´inden, istikbalde vukua gelecek şeyleri haber verme nev´inden mühim bir mucizesini görmekteyiz: Ehl-i kitap, tarih boyu müslümanlara hep düşmanca hislerle hareket etmiştir. Bugünde böyledir, yarın da öyle olacaktır. Nice fırsatlarda müslümanlar onlar karşısında hakkı, adaleti teslim etmiş, insaftan ayrılmamış olmasına rağmen, onlar her fırsatı müslümanların aleyhine azami ölçüde değerlendirmesini bilmişler, hakka, adalete, insafa, insanlığa, hümanizm adına kendilerinin koyduğu prensiplere uymamışlardır.Şu son yılların, beynelmilel vüs´atteki her hadisesinde, müslümanların mağduriyetleri de mevzubahis olunca, görmezden, duymazdan gelmenin ötesinde, zalimleri alkışlamışlar ve desteklemişlerdir. Filistin meselesinde, yahudilerin Lübnan başta olmak üzere dünyanın her tarafında icra ettikleri katliamları, devlet terörü hâdiselerinde, Kıbrıs meselemizde, Bulgaristan´daki, Yunanistan´daki müslümanların katliam ve tehcirleri meselesinde, ne diğer müslümanlar ne de Türkiye hiçbir Batı desteği görmemiştir. Komünist idaresine baş kaldıran Doğu Avrupa memleketleri (Polonya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya, Doğu Almanya), hıristiyan âlemin tam desteğine mazhar olurken, aynı komünist idarenin haksızlıklarına ve onun kışkırtması olan Ermeni katliamına karşı protesto gösterisinde bulunan mâsum Azerî müslümanlarına silahla mukabele edip binlerce insanı katleden komünist Rusya´yı kınamak şöyle dursun, tasdik, te´yid ve tasvip etmişler, destek vermişlerdir. Hatta yalan haberlerle kışkırtmaktan sıkılmamışlardır bile…
2- Ehl-i Kitab hakkında Resulullah´ı bu tavsiyeleri yapmaya zorlayan bir çok hâdiseler olmuştur. Bunu anlatan rivayetlerden birini Buhârî kaydetmektedir: “Hz. Âişe anlatıyor: “Yahudilerden bir grup Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın huzuruna girdi ve: “Essâmu aleyke (ölüm üzerine olsun)” diye selam verdi. Ben ne dediklerini anlayıp:
“Sâm ve lânet size olsun” dedim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hemen atılarak:
“Ey Âişe, ağır ol! Çünkü Allah her işte rıfkla (tatlılıkla) hareket etmeyi sever!” buyurdular. Ben:
“Ey Allah´ın Resulü, ne söylediklerini işitmedin mi ” dedim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Ama ben de, “Size de!” dedim” cevabını verdiler.
Esasen Kur´ân-ı Kerim, müslümanlar dinlerini terketmedikçe Kıyamete kadar ehl-i kitabın müslümanlara düşmanlıktan vazgeçmeyeceğini ifade etmektedir: “Kendi dinlerine uymadıkça, yahudi ve hıristiyanlar senden asla hoşnud olmayacaklardır. De ki: “Doğru yol, ancak Allah´ın yoludur” (Bakara 120).[193]
BATILI NİÇİN BÖYLE
Sadedinde olduğumuz hadislerin bize vermek istediği mesajın hakikatı kavranmadığı takdirde, pek kesif Batı propagandasıyla parazitlenerek kendi ölçülerini kaybetmiş, neye iyi, neye kötü diyeceği, kimi dost kimi düşman bileceği hususlarında tereddütlere düşmüş müslüman esprilerin birçoğu, bu hadisleri değerlendirmekten uzak kalabilir. Hadislerin o devre baktığını, günümüzde hıristiyanların değiştiğini söyleyebilir. Dahası, hadisler hakkında mü´minlik edebine yakışmayacak mütâlaalarda bile bulunabilir. Bu sebeple, mevzuun aydınlanması için Batının bugün bile müslümanlara karşı ciddi bir tavır değişikliğine gitmediğini kendi kaynaklarına inen bir tahlille belirtmeye çalışacağız.
Hemen belirtmek isteriz ki, Batı, kendini üstün görür ve kendi dışındakileri, yaratılıştan eksik ve geri görür. Ona göre insanlık ikiye ayrılır: Aryen ırkından gelen Batılılar ve bu ırk dışında kalan diğerleri. Her çeşit kemal sıfatlar Aryen ırkından olanlara hastır; düşük vasıflar da Aryen dışındakilere… Onlardaki ırk ayırımı sadece beyazsiyah ayırımı değildir. Temelde batılı olanbatılı olmayan ayırımıdır. Bu ayırım medenîbarbar, Avrupalıyerli, Batılı-Doğulu gibi değişik tabirlerle ifade edilmiştir. Tabirlerin farklılığı, mefhumların da farklılığını gerektirmiyor. Yani barbar, yerli, doğulu neticede aynı mefhum ve medlûlü ifade eder. Açıklayalım:
Medenî-Barbar: “Ne âyetlerde, ne de hadislerde, insanlığı bugünkü ma´nâda bir medenîgayr-ı medenî diye ayırıma rastlamayız. Böylesi bir ayırım Avrupa´ya hastır ve târihen, kadim Yunan ve Roma devirlerine kadar gider. Zira onlar Yunanca ve Latince bilmeyen bütün yabancılara barbar diyorlardı. Bu ayırım Roma dünyasının medeniyet deyince Greko-Latin kültürünü anlamasından ileri geliyordu. Neticede barbar, medeniyetin dışında kalan, aşağı, medeniyetsiz, vahşî ma´nâlarını taşıyordu. Onlardan Batı dillerine intikal eden bu kelime, Batılı olmayanlar için aynen kullanılmaya devam etmiştir. Vahşî, gayr-ı medenî, insaniyetten uzak vs. ma´nâlarına gelir. Avrupa, kelimenin ifade ettiği ma´nâya o kadar samimiyetle inanmıştır ki, mesela dilciler, barbar diye şöhret yapan yabancı dillerde çok büyük bir şekil zenginliği görünce apışıp kalmışlardır.
Avrupalı-Yerli: Batılıların kendilerini esas alma prensibiyle yaptığı yeni bir ayırım ilk nazarda tabiî olmakla beraber, yerli´ye izafe edilen vasıflar ve onlar karşısında takınılan Avrupaî tavır, en azından biz müslümanlar için gayr-ı tabiidir, gayr-ı insânidir ve son derece rahatsız edicidir. Fransızlar bu yerlilere “medenî seviyelerinin düşüklüğü” gerekçesiyle belli kanunlara tabi normal vatandaş muamelesi yapmamayı prensip edinirken -meselâ 1881´lerde işgal ettiği Cezayir´e, 1944´lerde normal vatandaş hakkı tanımış ve o da kâğıt üzerinde kalmıştır-. İngilizler yerlileri toptan katliama tabi tutmuşlardır. Onları bu davranışlara iten “yerli” karşısındaki Batı telâkkisini bir Batılı´dan, Toynbee´den dinleyelim. Der ki:
“Biz Batılılar, insanları “yerliler” olarak vasıflandırdık mı, onları zımmen beşerî değerlerden tecrid ederiz. Biz onları, kendileriyle karşılaştığımız diyarları talan edip kirleten vahşî hayvanlar yerine koyuyoruz. Onlara, bizdeki aynı duyguları taşıyan insanlar olarak değil, keşfettiğimiz yerlerde rastladığımız mahallî bitki ve hayvan türlerinin bir parçası olarak bakıyoruz. Biz onları “yerliler” olarak düşündükçe, onları tamamen imha etmeye veya günümüzde daha geçerli göründüğü üzere, onları ehlileştirme hakkına sahip olduğumuza hükmediyor ve mâsumâne (belki de tamâmen haksız olmaksızın) ırkı ıslâh ettiğimize inanıyoruz… Ancak hiçbir zaman onları anlama zahmetine katlanmıyoruz” (L´Histoire, p. 46).[194]
Sömürgeci asker takımının kafasına “yerli”yi, o bölgede rastlanan “bitki ve hayvan türlerinden bir tür” olarak sokan Batı, onlardaki her çeşit merhamet duygusunu kaldırarak, ırgat olarak bedâva çalıştırmadan, toptan imhâya varıncaya kadar[195] -Batılı menfaatin gerektirdiği- her çeşit muameleyi yerliye icra etmede tereddüd göstermeyecek fetvayı vicdânen verdirecek birtakım ilmî(!) nazariyeleri de ilim adına ileri sürmekten geri durmamıştır. Bu cümleden olarak Fransız içtimâiyâtçılardan Levy-Bruhl tarafından ileri sürülen ve bilâhare bazı ehl-i vicdan Batılılarca bile hiçbir ilmî esasa dayanmadığı için kınanan “Yerlide mücerred mefhumları düşünme ve tefekkür etme kaabileyeti bulunmadığı, onlarda medenîlerden tamamen farklı bir mantık ve düşünce sistemi bulunduğu ve bu farklılığın fıtrî olduğu”na dair nazariye burada zikre değer. Bu hususu başka örnekleriyle daha geniş olarak bir başka kitabımızda[196] incelediğimiz için, burada bu kadarıyla keserek “yerli” tâbirine mümâsil bir başka tâbiri açıklayacağız:
Şarklı: Batı´nın şarklı karşısındaki tavrı “yerli” karşısındaki tavrından hiç farklı değilir. O, daha işin başında “şarklı (oriental)” kelimesine günlük sıfat olarak “tedennî, durgunluk, tefessüh, istibdâd, hurâfe ve gayr-i aklîlik” sıfatlarını yakıştırıp, kafalara yerleştirerek, günlük içtimâî değerlendirmelerde zihnî kalıp ve boya yapmıştır.
Şark ve şarklı karşısındaki düşünce tarzlarını daha bâriz hâle getirmek maksadıyla şu koyacağımız pasaj, sıradan bir kimseye değil, pek çok eserleriyle şöhret yapmış ve ciddî te´sirler husûle getirmiş bir Fransız feylesofuna (J.-M. Guyeau) âittir. Bize muasır sayılacak kadar da yaşadığı devir yakındır (vefatı: 1888). Feylosofumuz, doğum kontrolünün Batılılar için zararlarını anlattığı uzunca bir tahlîlinde Batı efkâr-ı umumiyesini ikna etmek maksadıyla şu açıklamaya da yer verir.
“Hayvan yetiştiricilerin, hayvanları üretmede başvurdukları prensipleri, insanların çoğaltılmasında tatbik etme yollarını arayan Malthus´cular bir noktayı unutuyorlar. O da şudur: Her çeşit yetiştirme işinde temel prensip “üstün ırkların çoğalmasını teşvik ve temindir.” Söz gelimi, kaliteli bir boğa on aded âdi boğaya müreccahtır. Öyle ise sığırlar ve davarlar hakkında câri olan bir prensip insanlar hakkında fazlasıyla mûteberdir: Bir Fransız, ırkının ilmî ve estetik kaabileyetleri sebebiyle, bir zenci, bir A-rap, bir TÜRK, bir Kırgız, bir Çinliye nazaran ortalama YÜZ DEFA DAHA ÜSTÜN içtimâî bir serveti temsil eder. Müstakbel insanlık içerisinden, Kırgızların veya TÜRKLER´in lehine kendi kendimizi bertaraf etmemiz, hattâ Malthus nokta-i nazarından bile tam bir aptallıktır.”[197]
ـ3389 ـ17ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّ رَجًُ مَرَّ عَلى النَّبيِّ # وَهُوَ يَبُولُ فَسَلَّمَ فَلَمْ يَرُدَّ عَلَيْهِ[. أخرجه الخمسة إ البخاري.وزاد أبو داود: ]ثُمَّ اعتَذَرَ إلَيْهِ وَقالَ: إنِّي كَرِهْتُ أنْ أذْكُرَ اللّهَ إَّ عَلى طُهْرٍ[ .
17. (3389)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bevl ederken bir adam ona uğradı ve selam verdi. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) , selamına mukabelede bulunmadı.”[198]
Ebû Dâvud´un bir rivayetinde şu ziyade var: “Sonra adama (selama mukabele etmeyişinin) özrünü beyan etti: “Ben, temiz değilken Allah´ı zikretmeyi uygun bulmadım.”[199]
AÇIKLAMA:
Burada abdest bozarken selam vermenin kerâheti teşrî edilmektedir. Â-limler ittifakla: “Büyük veya küçük abdest bozana selam veren kimsenin, selamına mukabele görmeye müstehak olmadığına bu hadis delildir” demiştir.
Bu hallerde selamın mekruh olduğunda ihtilaf etmezler. Abdest bozmak üzere oturana sadece selam değil, hapşırınca hamdetmek veya hapşırana yerhamükâllah demek, tesbih vs. gibi her çeşit zikir mekruhtur. Yanlışlıkla verilse bile bu selama, bevl bittikten sonra cevap vermenin câiz olduğu belirtilmiştir.
Bu bâbta farklı hadisler gelmiştir. Bazıları Resulullah´ın abdest aldıktan -veya teyemmüm ettikten sonra selama mukabele ettiğini ve hatta yukarıda Ebû Davud´dan ziyade olarak kaydettiğimiz hadiste görüldüğü üzere- selama kubale edemeyişinin sebebini abdestsiz olmakla izah ettiğini belirtir.
Ancak, abdestsiz olunduğu zaman selama mukabele edilmeyeceği meselesine itiraz edilmiş, bu hükmün neshedildiği belirtilmiştir.[200]
ONUNCU FASIL
MUSÂFAHA (TOKALAŞMA) ÜZERİNE
ـ3390 ـ1ـ عن قتادة: ]قُلْتُ ‘نَسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أكَانَتِ المُصَافَحَةُ في أصْحَابِ رسولِ اللّهِ #؟ قالَ: نَعَمْ[. أخرجه البخاري والترمذي .
1. (3390)- Katâde rahimehullah anlatıyor: “Hz. Enes (radıyallâhu anh)´a sordum: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın Ashâbı arasında müsâfaha var mıydı ” Bana:
“Evet!” diye cevap verdi.”[201]
ـ3391 ـ2ـ وعن البراء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: مَا مِنْ مُسْلِمَيْنِ يَلْتَقِيَانِ فَيَتَصَافَحَانِ إَّ غُفِرَ لَهمَا قَبْلَ أنْ يَتَفَرَّقَا[. أخرجه أبو داود والترمذي. وهذا لفظه .
2. (3391)- Hz. Berâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İki müslüman karşılaşıp musâfahada bulununca, ayrılmalarından önce (küçük günahları) mutlaka affedilir.”[202]
ـ3392 ـ3ـ وفي أخرى للترمذي عن ابن مسعود يرفعه قال: ]مِنْ تَمامِ التَّحِيَّةِ ا‘خْذُ بِالْيَدِ[ .
3. (3392)- Tirmizî´nin İbnu Mes´ud´dan kaydettiği bir diğer rivayette şöyle buyrulmuştur: “(Musâfaha etmek üzere mü´min kardeşin) elinden tutulması selamlaşma cümlesindendir.”[203]
ـ3393 ـ4ـ وعن عطاء الخراساني: ]أنَّ رسولَ اللّهِ # قالَ: تَصَافَحُوا يَذْهَبِ الْغِلُّ، وتَهَادُوا تَحَابُّوا وَتَذْهَبِ الشَّحْنَاءُ[. أخرجه مالك .
4. (3393)- Atâ el-Horasânî anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Musâfaha edin ki, kalblerdeki kin gitsin, hediyeleşin ki birbirinize sevgi doğsun ve aradaki düşmanlık bitsin.”[204]
AÇIKLAMA:
1- Burada kaydedilen dört hadis, musâfahanın meşruiyyetini te´yid etmektedir. Mesele hakkında başka rivayetler de mevcuttur. İslâm ülemâsı musâfahayı Resûlullah´ın teşvik ettiğini ve bunun sünnet-i müekkede olduğunu belirtmiştir. Ulemânın bazı ahvalde buna ısrarla devam etmesi onun sünnet olma vasfını değiştirmez. Bir rivayette Efendimiz:
“Yemenliler geldiler ve bizi musâfaha yaparak selamlayan ilk kimseler oldular” buyurmuştur.
Şu rivayet selamlaşmada eğilmeyi yasaklar:
“Hz. Enes anlatıyor: “Resulullah´a: “Kişi kardeşine rastlayınca ona (hurmet ve selam için) eğilmeli midir “diye sorulmuştur. “Hayır!” diye cevap verdi. “Elinden tutup musâfaha da mı yapamaz ” deyince: “Elbette bunu yapar!” diye cevap verdi.”
İbnu Battal der ki: “Musâfahayı bütün âlimler hoş karşıladılar. İmam Mâlik önce mekruh addetmiş ise de sonradan o da müstehab bulmuştur.” Nevevî “Karşılaşmalarda musâfaha etmenin sünnet olduğunu söylemekte ulemâ icma eder” der.
Berâ´nın bir rivayeti meâlen şöyledir: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´la karşılaştım, elimi tutup benimle musâfahada bulundu. Ben: “Ey Allah´ın Resulü dedim, ben, bunun Acemlere has bir âdet olduğunu sanıyordum.”
“Biz musâfaha yapmaya onlardan ehakkız!” cevabını verdi.”
Bazı devirlerde, yer yer sabah ve ikindi namazlarından sonra cemaate katılanların, aralarında musâfaha etmeleri âdet kılınmıştır. Nevevî bu gelenek hakkında: “Musâfahanın sabah ve ikindi namazlarının peşine tahsis edilmesine gelince, İbnu Abdisselâm, bunu mübah bid´atler zımnında misâl olarak zikreder” açıklamasını sunar.
İbnu Hacer, musâfaha emrinin umumî olduğu, ancak, yabancı kadınlarla ve yakışıklı olan sakalı çıkmamışlarla (emred) musâfahanın bu emirden istisna tutulduğunu belirtir.
2- 3392 numaralı hadiste “elden tutma”, selam cümlesinden gösterilmiştir. Bundan maksad musâfaha mıdır, pek açık değil. Buhârî, musâfaha olma ihtimaline yer verir. Ancak musâfaha etmeden bir başkasının elini, avucu içine alma durumu da olabilir. Âlimler her iki ma´nâyı da makbul addederler. Hz. Enes´in bir rivayeti şöyle: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) , bir kimseyle karşılaşınca (musâfaha ederdi), kişi elini çekinceye kadar Aleyhissâlatu vesselâm elini onun elinden çekmezdi, keza adam yüzünü çevirinceye kadar yüzünü de çevirmezdi.”
3- 3393 numaralı hadiste, hediyeleşmeye de teşvik buyrulmuştur. İslâm´ın hediyeleşmeye verdiği ehemmiyeti ve bu mevzu üzerine gelen diğer bir kısım rivayetleri kitabımızın Hediye ile ilgili bölümünde (5780-5787) göreceğimiz için burada açıklama yapmıyoruz.[205]
ONBİRİNCİ FASIL
HAPŞIRMA VE ESNEME HAKKINDA
ـ3394 ـ1ـ عن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]عَطَسَ رَجَُنِ عِنْدَ النَّبيِّ # فَشَمَّتَ أحَدَهُمَا وَلَمْ يُشَمِّتِ اŒخَرَ. فَقِيلَ لَهُ في ذلِكَ؟ فَقَالَ: هذَا حَمِِدَ اللّهَ تَعالى وَهذَا لَمْ يَحْمَدِ اللّهَ تَعالى[. أخرجه الخمسة إ النسائي .
1. (3394)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın yanında iki kişi hapşırdı. Efendimiz, bunlardan birine teşmitte bulundu (yâni “yerhamukâllah!” dedi), diğerine teşmitte bulunmadı. Niye böyle davrandığı sorulunca:
“Şu, Allah Teâlâ´ya hamdetti, öbürü Allah Teâlâ´ya hamdetmedi!” cevabını verdi.”[206]
ـ3395 ـ2ـ وفي أخرى لمسلم عن أبي موسى: ]إذَا عَطسَ أحَدُكُمْ فَحَمِدَ اللّهَ تَعالى فَشَمِّتُوهُ وَإنْ لَمْ يَحْمَدِ اللّهَ فََ تُشَمِّتُوهُ[ .
2. (3395)- Müslim´in Ebû Musa´dan yaptığı bir diğer rivayette şöyle buyrulmuştur: “Biriniz hapşırır ve hamdederse, ona teşmitte bulunun, Allah´a hamdetmezse teşmitte bulunmayın.”[207]
AÇIKLAMA:
1- İslamî âdâbtan biri de teşmittir. Teşmit lügat olarak tebrik ma´nâsına gelir. Bereketle dua edilince, Arap “ona teşmitte bulundu” der. Hz. Ali´nin Hz. Fâtıma ile evlenmeleriyle ilgili rivayette, Resûlullah´ın onlara yaptığı bereket duası, شَمَّّتَ عَلَيْهَا diye ifâde edilmiştir. Kelimenin şemâta kökünden geldiği de ileri sürülmüştür. Bu, düşmana gelen kötülükle sevinmek demektir. Bu durumda, teşmit, düşmanı sevindirecek hale düşmemesi için yapılan dua ma´nâsına gelir. Veya hamdedince şeytanı üzecek bir hal ortaya koymuş, şeytanın hâli sebebiyle de kişi sevinmiştir. Kelimeyle ilgili başka açıklamalar da yapılmıştır. Teferruat mühim değil.
Dinî bir tabir olarak, teşmît, hapşıran kimse elhamdülillah dediği takdirde ona “yerhamukallah (Allah sana rahmet kılsın)!” diyerek dua etmektir. Aslında hapşırana dua etmek İslam´a has bir âdet değildir. Diğer milletlerde de birtakım güzel temennîlerde bulunulduğu görülür. Ancak İslâm dini bunda ısrar etmiş ve bütün ümmete şâmil bir formüle bağlamıştır.
Hadisin vürud şekli, sarih emir ifade etmesi sebebiyle hükmün vâcib olduğunu ifade eder. Ancak İslâm ulemâsı teşmît´in vücubuna hükmetmez, müstehab olduğunda ittifak eder.
Teşmît´in formülüne gelince, bunun hapşıran tarafından söylenecek olan tahmid kısmında farklılıklar bulunduğu gibi, teşmît kısmında da var. Şöyle ki:
* Bazı rivayetler, hapşıranın sadece “elhamdülillah” diyeceğini ifade eder.
* Bazı rivayetler, “Elhamdülillah alâ külli hâl (her bir durum için Allah´a hamdolsun)” demek gerektiğini ifade eder.
* Bazı rivayetler ise, “Elhamdülillâhi Rabbilâlemîn”in söylenmesi gerektiğini ifâde eder.
* Bazı rivâyetlerde: “Elhamdülillâhi Rabilâlemîn alâ külli hâlin mâ kâne. (Ne olursa olsun her bir durum için âlemlerin Rabbine hamd olsun!)” denmesi gerektiği ifâde edilir.
Hz. Ali´nin el-Edebü´l-Müfred´de kaydedilen bir rivayeti şöyle: “Kim hapşırdığı zaman اَلْحَمْدُللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلى كُلِّ حَالٍ مَا كَانَ derse ebediyyen ne kulak, ne dil (ne de karın) ağrısı çeker.” Bu söz Hz. Ali´nin gözükmekte ise de, bu çeşit sahâbe sözü hükmen merfu addedilir, zîra haber verilen husus, içtihadla söylenecek bir şey değildir, ihbâr-ı gaybî nev´indendir. Ancak vahiyle söylenebilir.
* Şu rivayet hapşıranın, zikrine başka kelimeler de ilâve edebileceğini gösterdiği gibi, bunun müstehab olduğunu da ifâde eder:
“Ümmü Seleme (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Bir adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın yanında hapşırmıştı, elhamdülillah dedi. Aleyhissalâtu vesselâm “Yerhamukâllah!” buyurdular. Derken, bir diğer kimse de hapşırdı ve اَلْحَمْدُللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ حَمْداً طَيِّباً كَثِيراً مُبَارَكاً فيهِ dedi. Efendimiz: “Bu, öbürüne ondokuz derece üstünlük kazandı” buyurdular.
* İbnu Ömer´den gelen bir rivayette, “hapşıranın hamdeleye salvele de ilâve ederek: اَلْحَمْدُ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَالصََّةُ عَلى رَسُولَ اللّهِ # demesi daha hoştur.” Bir diğer rivayette “bu güzelse de sünnete uygun değildir” denilmektedir.
* Hamdele´den sonra şehadet de getirilmesi mekruh addedilmiştir.
* Taberânî demiştir ki: “Hapşıranın, elhamdülillah demekle, buna Rabbi´l âlemîn veya alâ kulli hâl lâfızlarından birini ziyade etme hususunda mütehayyirdir. Delillerin ortaya koyduğu husus ise şudur: “Bunlardan her biri o esnada söylenmesi gereken zikri karşılar; lâkin hangi zikir daha çok senâ ifâde ediyorsa o efdaldir, yeter ki me´sur (sünnette rivayet edilmiş) olsun.”
* Nevevî, el-Ezkâr´da der ki: “Ülemâ, hapşıranın “elhamdülillah” demesinin müstehab olduğunda ittifak etmiştir. Ancak elhamdülillâhi Rabbilâlemîn derse bu daha iyidir, şayet elhamdülillah alâ kulli hâl derse bu efdaldir.”
2- Sadedinde olduğumuz hadis, hapşırınca hamdetmeyene teşmît´te bulunmamak gerektiğini ifade etmektedir. Ancak, hamdettiğini işitirse, teşmitte bulunmak bir vazife olmaktadır. Çeşitli hadisler bunu takrir etmiştir.
Bir rivayette: “Müslümanın müslüman üzerindeki hakları altıdır” dendikten sonra bunlar arasında teşmit de zikredilir. Zâhirîlerin cumhuru ile Mâlikîlerden bazıları hadisin zâhirini esas alarak teşmit´in vâcib olduğuna hükmetmiştir. Cemaat halinde, bir kişinin söylemesiyle diğerlerinden düşen bir farz-ı kifaye olduğunu söyleyenler de olmuştur. Hanefîler ve Hanbelîlerin cumhuru bu görüştedir. Şâfiîlerle Mâlikîlerden bir grup müstehab olduğuna, bir kişi söyleyince cemaatten sâkıt olacağına hükmetmiştir.[208]
ـ3396 ـ3ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: شَمِّتْ أخَاكَ ثَثاً فَمَا زَادَ فَهُوَ زُكَامٌ[. أخرجه أبو داود .
3. (3396)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kardeşine üç kere teşmitte bulun, üçten fazla (hapşırırsa) artık bu nezle olmuştur.”[209]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, hapşırana üç kere yerhamukâllah deneceğini hapşırmaya devam ettiği takdirde, bunun nezle gibi bir rahatsızlıktan ileri gelmesinin anlaşılacağından, artık her seferinde teşmît gerekmeyeceğini ifade eder. Hatta, hadisin Tirmizî´deki vechinde: “…Hapşırana üç kere teşmîtte bulun. O hapşırmaya devam ederse sen muhayyersin, dilersen teşmîtte bulun, dilersen bulunma” buyrulmuştur.
Ancak, bazı rivayetlerde üçten sonra teşmîti açık bir üslupla nehyetmiştir: “…üçten fazla hapşırırsa, (artık anlaşılmıştır ki) o nezlelidir, teşmîtte bulunmasın.” Şârihler bunun kavî, Tirmizî´nin rivayetinin zayıf olduğunu belirtirler. Şu halde üçten fazla teşmitte bulunmamak esastır.[210]
ـ3397 ـ4ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: إنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْعُطَاسَ ويَكْرَهُ التَّثَاؤُبَ. فَإذَا عَطَسَ أَحَدُكُمْ فَحَمِدَ اللّهَ فَحَقٌّ عَلى كُلِّ مُسْلِمِ سَمِعَهُ أنْ يَقول: يَرْحَمُكَ اللّهُ، وَأمَّا التَّثَاؤُبُ فَإنَّهُ مِنَ الشَّيْطَانِ؛ فإذَا تَثَاءَبَ أحَدُكُمْ في الصََّةِ فَلْيَكْظِمْ مَا اسْتَطَاعَ وََ يَقُلْ هَاهْ فَإنَّ ذَلِكُمْ مِنَ الشَّيْطَانِ، يَضْحَكُ مِنْهُ[. أخرجه الخمسة إ النسائي.قوله: »فليكظم« أي يفتحْ فاه .
4. (3397)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah hapşırmayı sever, esnemeden hoşlanmaz. Öyleyse sizden biri hapşırır ve Allah´a hamdederse, bunu işiten her müslüman üzerine, yerhamukâllah demesi hak (bir vazife)dir. Ancak esnemeye gelince, işte bu, şeytandandır. Biriniz namazda esneyecek olursa, imkân nisbetinde kendini tutsun ve hah diye ses çıkarmasın. Zira bu, şeytandandır, şeytan kendisine gülüyor demektir.”[211]
AÇIKLAMA:
1- Hattâbî: “Allah´a nisbet edilen sevmek, hoşlanmamak gibi ifadelerin ma´nâsı, hapşırma ve esneme fiillerinin sebebine bakar. Zira, hapşırma bedenin hafifliğinden, mesâmâtın açılmasından ve fazla doygunluğun olmayışından ileri gelir. Bu, esnemenin zıddı bir haldir. Çünkü o, bedenin iyice dolmuş olmasından, bir de çok ve karışık yemekten hâsıl olan ağırlıktan ileri gelir. Önceki hal, ibâdet için şevk verir. İkinci hal bilâkis gaflete sevkeder” der.
2- Rivayetler hapşırmanın bazı çeşitlerine dikkat çeker:
* Şârihler, hadiste Allah´ın sevdiği belirtilen hapşırmanın nezleden hasıl olan hapşırma olmadığını belirtirler. Çünkü, tahmîd ve teşmît bunun için emredilmiş, öbürü için emredilmemiştir. Mamafih teşmîti her ikisine teşmil eden âlim de vardır.
* Hapşırmanın namazda olanıyla namaz dışında olanı da tefrik edilmiştir. Tirmizî´nin bir rivayeti şöyle: “Namazda hapşırma, uyuklama ve esneme şeytandandır.” Burada “namazdaki hapşırma”, esneme ile bir tutulmaktadır.
* Abdurrezzak´ın bir rivayetinde, şeytandan olduğu belirtilen yedi şeyden birinin, “şiddetli hapşırma” olduğu belirtilir. Şu halde, hapşırırken imkân nisbetinde başkasını rahatsız etmeyecek şekilde hafif yapmaya gayret edilmelidir. Nitekim müteakip hadis hapşırmanın âdâbını takrir etmektedir.
3- Hadiste geçen, “Hamdedeni işitene teşmît hak bir vazifedir” ibaresinden hareket eden âlimler, “Hapşıranın hamdetme hususunda acele davranmasının müstehab olduğu” hükmünü çıkarmışlardır. İbnu Dakîki´l-Îd, bazı âlimlerden şu görüşü nakleder: “Kişi hapşıranı görünce teennî ile hareket etmeli, sükûnet bulmasını beklemeli, teşmît için acele etmemelidir.” İbnu Dakîki´l-Îd, teşmit için zâten tahmidin işitilmesinin şart olduğunu belirterek bu tavsiyenin gâyesini açıklar.
Buhârî´nin el-Edebü´l-Müfred´de kaydettiği bir rivayete göre, İbnu Ömer (radıyallâhu anh) mescidde iken, mescidin bir tarafından bir hapşırma işitir. O tarafa yönelerek: “Hamdetti isen yerhamukâllah der. Bu rivayeti de, teşmit için tahmid´in gerekli olduğu hususunda delil olarak zikretmişlerdir.
4- Esnemede kendini tutma emri, esnemeyi durdurmanın kişinin elinde olduğu ma´nâsına gelmez; çünkü esneme hâsıl olunca onun gerçek şekilde durdurulması mümkün olmaz. Öyleyse buradaki durdurma, esnemenin tabiî şekilde olmasını önlemek, ondan meydana gelecek vücud hareketlerini asgariye indirmektir. Hadisin sadedinde olduğumuz vechi “namazda diye kayıtlarken bazı vecihleri bu kayda yer vermez ve “Biriniz esneyecek olursa…” diye mutlak gelir. Bir rivayette: “Biriniz esneyecek olursa elini ağzı üzerine koysun, (köpek gibi) havlamasın, zira şeytan ona güler” denmiştir. Burada ağzın sonuna kadar açılması, köpeğin havlamasına benzetilmiştir. Zira köpek havlarken başını kaldırır ve ağzını açar.
5- Esnemenin şeytandan olması, şeytanın bunu sevmesindendir. Çünkü, şeytan insana gaflet veren, hayrını azaltan, namazını kesen her şeyi sever. Ayrıca, esneme umumiyetle çok yemekten hâsıl olan bir hâlettir. Çok yeme de şeytan işidir. Türbüştî şu açıklamayı sunar: “Bunun şeytana nisbeti, şeytanın kulun Allah´ın önünde duyacağı huzur ve kendinden geçercesine yapacağı mürâcaattan alacağı zevk gibi mendub şeyler arasına girmeyi sevmesindendir.”[212]
ـ3398 ـ5ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ النَّبِىُّ # إذَا عَطَسَ غَطَّى وَجْهَهُ بِيَدَيْهِ أوْ بِثَوْبِهِ وَغَضَّ بِهَا صَوْتَهُ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
5. (3398)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hapşırdığı zaman, yüzünü elleriyle veya elbisesiyle örterdi ve sesini de kısardı.”[213]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, hapşırma sırasında dikkat edilmesi gereken edebe dikkat çekmektedir. Bu hususlar bazı hadislerde Nebevî bir emir olarak belirtilirken, burada Nebevî bir amel olarak ifade edilmektedir: Yüzün, yani bilhassa ağzın elbise veya elle örtülmesi, sesin kısılması. Her iki edeb de yakınlardakini rahatsız etmekten korur. Ağzın veya yüzün örtülmesi, hapşırma sırasında ağız ve burundan tükrük ve sair parçaların etrafa sıçramasını önler, sesin kesilmesi de rahatsızlık verici bir gürültünün asgariye inmesini sağlar.
İbnu Hacer, başka rivayetleri de göz önüne alarak hapşırmanın edebiyle ilgili olarak şunları sayar: “Sesini kısması, hamdini yüksek sesle yapması, ağız ve burnundan akanlarla arkadaşına eza vermemesi için yüzünü örtmesi, hapşırması ile zarar vermemesi için başını sağa sola çevirmesi.”
İbnu´l-Arabî, hapşırırken sesi kısmanın hikmetini, “sesin yükselmesinde uzuvlar için eza var” diyerek izah eder. Diğer edeblerin hikmetiyle ilgili olarak, kaydedilene yakın şeyler söyler.
İbnu Dakîki´l-Îd, teşmîtin faydaları zımnında müslümanlar arasında uyuşma sağlamayı ve sevgi kazanmayı zikreder. Ayrıca hapşıranın nefsini de te´dip ettiğini söyler: “Çünkü der, rahmetin zikredilmesinde, mükelleflerin çoğunda mevcut olan günahı hatırlatma bulunduğu için, hapşıran, nefsin gururunu kırıp tevazuya yer vermiş olur.”[214]
ـ3399 ـ6ـ وعن أبي موسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ الْيَهُودُ يَتَعاطَسُونَ عِنْدَ النّبيِّ # يَرْجُونَ أنْ يَقُولَ لَهُمْ: يَرْحَمُكُمُ اللّهُ. فَيَقُولُ: يَهْدِيكُمُ اللّهُ وَيَصْلِحُ بَالَكُمْ[. أخرجه أبو داود والترمذي وصححه .
6. (3399)- Ebû Musa (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Yahudiler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın huzurlarında zoraki hapşırırlar ve bununla kendileri için yerhamukumullah demesini umarlardı. Resûlullah ise onlara: “Allah size hidayet versin ve aklınızı ıslah etsin.” derdi.”[215]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, gayr-ı müslimlere teşmît´te bulunmanın meşruluğunu ifade ettiği gibi, onlara nasıl teşmît yapılacağını da göstermektedir. Rahmet mü´minlere has olduğu için, gayr-ı müslimlere hiçbir durumda Allah´ın rahmeti dilenmez. Onlara en iyi dua, hidayetlerini temenni etmektir. Teşmît´te de aynı şey yapılacaktır.
Resûlullah gayr-ı müslimlere yazdığı mektuplara, “Selam hidayete tabi olanlara olsun” diye başlardı. Onların selamlarına da, ve aleyküm diye mukabele ettiğini daha önce belirttik (3386-3388).[216]
ONİKİNCİ FASIL
HASTA ZİYARETİ VE FAZİLETİ
ـ3400 ـ1ـ عن علي رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال النبيُّ #: مَا مِنْ رَجُلٍ يَعُودُ مَرِيضاً مُمْسِياً إَّ خَرَجَ مَعَهُ سبْعُونَ ألْفَ مَلَكٍ يَسْتَغْفِرُونَ لَهُ حَتّى يُصْبِحَ، وَكَانَ لَهُ خَرِيفٌ في الجَنّةِ، وَمَنْ أتَاهُ مُصْبِحاً خَرجَ مَعَهُ سَبْعُونَ ألْفَ مَلَكٍ يَسْتَغْفِرُونَ لَهُ حَتّى يُمْسِىَ، وَكَانَ لَهُ خَرِيفٌ في الجَنَّةِ[. أخرجه أبو داود والترمذي.»الخريف« هنا الحائط من النخل .
1. (3400)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim bir hastayı akşam vakti ziyaret ederse onunla mutlaka yetmişbin melek çıkar ve sabaha kadar onun için istiğfarda bulunur. Ona cennette bir bahçe hazırlanır. Kim de hastaya sabahleyin giderse, onunla birlikte yetmişbin melek çıkar, akşam oluncaya kadar ona istiğfarda bulunur. Ona cennette bir bahçe hazırlanır.”[217]
ـ3401 ـ2ـ وعن ثوبان رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسُولُ اللّهِ #: مَنْ عَادَ مَرِيضاً لَمْ يَزَلْ في خُرْفَةِ الجَنّةِ حَتّى يَرْجِعَ[. أخرجه مسلم والترمذي .
2. (3401)- Hz. Sevbân (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Hasta ziyaretinde bulunan kimse, ziyaretten dönünceye kadar cennet meyveleri arasındadır.”[218]
ـ3402 ـ3ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَنْ تَوَضّأ فَأحْسَنَ الْوُضُوءَ، وَعَادَ أخَاهُ المُسْلِمَ مُحْتَسِباً بُوعِدَ مِنَ النَّارِ مَسِيرَةَ سَبْعِينَ خَرِيفاً[.قال أنس: »الخَريفُ« العام. أخرجه أبو داود.
3. (3402)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim abdest alır ve abdestini mükemmel kılar sevab ümidiyle müslüman kardeşini hasta iken ziyaret ederse, ateşten, yetmiş yıllık yürüme mesafesi kadar uzaklaştırılır.”[219]
AÇIKLAMA:
1- Burada kaydedilen hadisler, hasta ziyaret etmenin ehemmiyetini belirtmektedir. Sonuncu hadiste, ziyaret sırasında abdestli olmaya teşvik edilmektedir. Bazı âlimler abdestli olmanın hikmetini şöyle açıklamıştır: “Hasta ziyareti bir ibadettir. İbadetlerin abdestli olarak yapılması, onu en mükemmel şekilde yapmak demektir, bu ise efdaldir.”
2- Her işte olduğu gibi bunun da Allah rızası için yapılması, sevab elde etmek niyetiyle yapılması gerekmektedir. Başka gayelerle yapılan ziyaretlerin aynı şekilde sevablı olmayacağı anlaşılmaktadır.[220]
ـ3403 ـ4ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: مَنْ عَادَ مَرِيضاً أوْ زَارَ أخاً لَهُ في اللّهِ تَعالى نَادَاهُ مُنَادٍ: أنْ طِبْتَ وَطَابَ مَمْشَاكَ وَتَبَوّأتَ مِنَ الجَنَّةِ مَنْزًًِ[. أخرجه الترمذي. »تَبَوّأتَ« أي اتخذت .
4. (3403)- Hz.Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim Allah rızası için bir arkadaşını ziyaret eder veya bir hastaya geçmiş olsun ziyaretinde bulunursa, bir münâdi ona şöyle nidâ eder: “Dünya ve âhirette hoş yaşayışa eresin. Bu gidişin de hoş oldu. Kendine cennette bir yer hazırladın.”[221]
ـ3404 ـ5ـ وعن زيد بن أرقم رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]عَادَنِي رسولُ اللّهِ # مِنْ وَجَعٍ كَانَ بِعَيْنَيَّ[. أخرجه أبو داود .
5. (3404)- Zeyd İbnu Erkam (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gözümdeki bir ağrı sebebiyle beni ziyaret etti.”[222]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın, Ashab hasta olduğu zaman ziyaretlerine gittiğini göstermektedir. Bu mesele ile ilgili başka örnekler de rivayet edilmiştir. Bir rivayet, Hz. Câbir (radıyallâhu anh)´a baygınlık geçirdiği sırada uğradığını ve ayrılıncaya kadar yanından ayrılmadığını haber verir.
2- Bu hadisten çıkarılan bir diğer hüküm, hafif rahatsızlıklar için dahi ziyaretin meşruiyetidir.Zira göz ağrısı korkutucu, ağır bir hastalık değildir. Baş ve diş ağrılarını da bu sınıftan mütâlaa edebiliriz. Bazı hanefî âlimler göz ağrısı gibi hafif rahatsızlıklar için geçmiş olsun ziyaretini uygun görmemiş ve hatta mekruh olduğunu söylemiştir. Ancak görüldüğü üzere bu hadis, nassa dayanmayan o çeşit iddiaları tekzib etmektedir. Hadis, Buhârî tarafından el-Edebü´l-Müfred´e alınmıştır, âlimler sıhhati hususunda kesin kanaat sahibidir.[223]
ـ3405 ـ6ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]لَمَّا أُصِىبَ سَعْدُ بنُ مُعَاذٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه يَوْمَ الخَنْدَقِ فِي أكْحَلِهِ. ضَربَ لَهُ رَسُولُ اللّهِ # خَيْمَةً فِي المَسْجِدِ لِيَعُودَهُ مِنْ قَرِيبٍ[. أخرجه أبو داود والنسائي .
6. (3405)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Sa´d İbnu Mu´az, Hendek savaşı sırasında kol damarından yaralanınca, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun için mescide bir çadır kurdurdu. Maksadı, onu daha yakından ziyaret etmek (ve ilgilenmek)ti.”[224]
AÇIKLAMA:
Hadiste mescidin tedavi yeri gibi kullanılma örneği mevcuttur. Yaralanan Sa´d İbnu Mu´az için Hz. Peygamber mescidin içerisinde çadır kurdurup, daha yakından tedavisiyle ilgilenmek istiyor. Bilindiği üzere Sa´d İbnu Mu´az (radıyallâhu anh), Ensar´ın iki liderinden biridir. Diğer itibarlı lider Sa´d İbnu Ubâde´dir. Aleyhissalâtu vesselâm bu davranışıyla, insanların itibar edip mevki ve makam verdiği kimselere de hususi muamele etme, böylece onu sevenlerin gönlünü kazanma örneği de vermiş olmaktadır.
Âlimler hadisten şu hükümleri de çıkarırlar:
* Özre binâen mescidde ikâmet caizdir.
* Sultan veya âlim, ziyaretine ehemmiyet verdiği hasta şahısların ziyaretinde zorlukla karşılaştığı hallerde, hastanın, ziyareti kolay ve daha yakın bir yere taşınması caizdir.[225]
ـ3406 ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: مَنْ عَادَ مَرِيضاً لَمْ يَحْضُرْ أجْلُهُ فَقَالَ عِنْدَهُ سَبْعَ مَرَّاتٍ: أسْألُ اللّهَ الْعَظِيمَ رَبَّ الْعَرْشِ الْعَظِيمَ أنْ يَشْفِيكَ إَّ عَافَاهُ اللّهُ تَعالى مِن ذلِكَ المَرَضِ[. أخرجه أبو داود والترمذي.
7. (3406)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim eceli gelmeyen bir hastayı ziyaret eder ve yanında şu duayı yedi kere okursa, Allah ona bu hastalığından mutlaka şifa verir: Es´elullahe´l-azîme Rabbe´l-Arşi´l-azîmi en yeşfiyeke. (Büyük Arş´ın Rabbi olan Allah´tan senin için şifa taleb ediyorum.)[226]
ـ3407 ـ8ـ وعن أبي سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: إذَا دَخَلْتُمْ عَلى مَرِيضٍ فَنِفّسُوا لَهُ في أجَلِهِ فَإنَّ ذلِكَ يُطَيِّبُ نَفْسَهُ[. أخرجه الترمذي .
8. (3407)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir hastanın yanına girince, ona sağlık ve uzun ömür temennisiyle onu rahatlatın. Zira böyle yapmak onun gönlünü hoş eder.”[227]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, hastayı ziyaret ederken uyulması gereken mühim bir edebe dikkat çekmektedir: Onunla yapılacak konuşmanın ve ona yapılacak duanın mahiyetine gelince; bunlar, hastayı ferahlatacak, hayata sevgi ve bağlılığını artıracak, yaşama ümidini verecek tarzda olmalıdır. Hadiste geçen tenfîs, ferahlatma, nefes aldırma ma´nâsına gelir. Şârihler bunun “Allah ömrünü uzun etsin”, “şifa versin”, “afiyet versin” gibi sözlerle gerçekleşeceğini belirtir. Tîbî bu hadisi: “Yani uzun ömre heveslendirin” diye yorumlar. Bazıları: “Eceli hususundaki endişesini gidererek ferahlandırın bu da uzun ömür dilemek, hastalığın gitmesine dua etmekle ve “mühim bir şey yok, korkacak bir şey yok, Allah sana şifa verecektir, hastalığın ağır değil” gibi sözler söylemekle gerçekleşeceğine” dikkat çekmiştir. Gerçi bu çeşit sözler mukadder olan eceli değiştirmez ise de hastayı rahatlatır, gönlünü hoş eder. Hadis, hasta ve sakatlara güler yüz, tatlı söz ve mültefit davranışla muamele etmede bir beis olmadığını tebliğ etmekten başka, böyle davranmaya teşvik etmekte ve gönül alıcılığı ziyaret âdâbı kılmaktadır.[228]
ـ3408 ـ9ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ غَُماً مِنَ الْيَهُودِ كَانَ يَخْدُمُ النّبيَّ # فَمَرِضَ فَعَادَهُ النّبيُّ # فَقَعَدَ عِنْدَ رَأسِهِ فَقالَ لَهُ: أسْلِمْ. فَنَظَرَ إلى أبيه وهو عنده، فقَالَ أطِع أبا القاسِم فأسلم، فخرج النبيُّ # وَهُوَ يَقُولُ: الحَمْدُ للّهِ الَّذِي أنْقَذَهُ بِى مِنَ النَّارِ[. أخرجه البخاري وأبو داود.
9. (3408)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Yahudilerden bir çocuk Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´a hizmet ediyordu. Bir gün hastalandı. Resûlullah onun ziyaretine geldi. Baş ucunda oturdu ve: “Müslüman ol!” buyurdu. Çocuk yanında durmakta olan babasına baktı. Babası da: “Ebû´l-Kasım´a itaat et!” diye emretti. Çocuk derhal müslüman oldu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oradan ayrıldığı vakit şöyle diyordu:
“Onu benim vesilemle ateşten kurtaran Allah´a hamdolsun.”[229]
AÇIKLAMA:
Hadisten âlimler bazı fevâid çıkarmışlardır:
* Müşriğin istihdamı, hastalanınca da ziyareti caizdir.
* İyi niyet taşımak esastır.
* Küçüğün istihdamı câizdir.
* Çocuğa islâm´ı arzetmek caizdir.
* Çocuğun İslâm´ı câizdir. Çünkü hadiste, “Benim vesilemle onu ateşten kurtaran Allah´a hamdolsun!” denmiştir.
* Çocuk küfrü anlar olsa ve küfür üzerine ölse, ahirette bunun cezasını çekecektir.[230]
ـ3409 ـ10ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]مِنْ السُّنّةِ تَخْفِيفُ الجُلُوسِ، وَقِلَّةُ الصَّخَبِ في عِيَادَةِ المَريضِ[. أخرجه رزين .
10. (3409)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Hastayı ziyaret ederken az oturmak ve az gürültü yapmak sünnettendir.”[231]
AÇIKLAMA:
Burada, hasta ziyareti âdâbı olarak zikredilen hastanın yanında az oturmak ve az gürültü yapmak prensibi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hastalığı sırasında, vasiyet yazmak üzere kâğıt ve kalem isteyince hazır bulunanların bu durumda bir şey yazılması caiz mi, değil mi diye münakaşa etmeleri üzerine Hz. Peygamber´in “Beni terkedin” sözünden çıkarılmıştır.[232]
ONÜÇÜNCÜ FASIL
BİNME VE TERKİYE ALMA
ـ3410 ـ1ـ عن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]لَمَّا قَدِمَ النَّبيُ # مَكَّةَ اسْتَقبَلَهُ أغَيْلِمَةُ بَنِى عَبْدِ المُطَّلِبِ فَحَمَلَ وَاحِداً بَيْنَ يَدَيْهِ وَآخَرَ خَلْفَهُ[. أخرجه البخاري والنسائي .
1. (3410)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´ye geldiği zaman kendini, Abdulmuttaliboğullarının çocukları karşıladılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) birini önüne, diğerini de arkasına bindirdi.”[233]
ـ3411 ـ2ـ وعن عبداللّه بن جعفر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما أنه قال له ابن الزبير: ]أتَذْكُرُ إذْ تَلَقَّيْنَا رسولَ اللّهِ # أنَا وَأنْتَ وَابْنُ عَبَّاسٍ؟ قالَ: نَعَمْ. فَحَمَلَنَا وَتَرَكَكَ[. أخرجه الشيخان، وهذا لفظهما، وأبو داود .
2. (3411)- Abdullah İbnu Câfer (radıyallâhu anhümâ), İbnu´z-Zübeyr´in, kendisine şunları söylediğini anlatmıştır: “Hatırlar mısın, hani biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ı karşılamıştık: Ben, sen ve İbnu Abbâs!”
Abdullah: “Evet hatırlıyorum” , demiş ve ilâve etmiştir: “Bizi bineğine almış, seni terketmişti.”[234]
ـ3412 ـ3ـ وعن معاذ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنْتُ رَدْفَ رسولِ اللّهِ # عَلى حِمَار يُقَالُ لَهُ عُفَيْرٌ[. أخرجه أبو داود .
3. (3412)- Hz. Muâz (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın Ufeyr denen merkebinin terkisinde idim.”[235]
ـ3413 ـ4ـ وعن أبي المُلَيح عن رجل قال: ]كُنْتُ رَدِيفَ رَسولِ اللّهِ # فَعَثَرَتْ بِِهِ الدَّابَّةُ. فَقُلْتُ: تَعِسَ الشَّيْطَانُ. فقَالَ: َ تَقُلْ ذلِكَ، فإنَّكَ إذَا قُلْتَهُ تَعَاظَمَ
حَتّى يَكُونَ مِثْلَ الْبَيْتِ، وَيَقُولُ: صَرَعْتُهُ بِقُوَّتِي، وَلَكِنْ قُلْ: بِسْمِ اللّهِ، فإنَّكَ إذَا قُلْتَ ذلِكَ تَصَاغَرَ حَتّى يَكُونَ مِثْلَ الذُّبَابِ[. أخرجه أبو داود .
4. (3413)- Ebû´l-Müleyh, bir adamdan naklen demiştir ki: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın terkisinde idim. Hayvanın ayağı kaydı, Ben, “Kör şeytan!” demiş bulundum. Bana:
“Böyle söyleme, zira böyle söylersen o büyür, hatta ev kadar olur ve “kendi gücümle onu yere attım!” der. Fakat sen: “Bismillah!” de, zirâ böyle söylersen o küçülür ve sinek kadar olur.”[236]
ـ3414 ـ5ـ وعن عبداللّه بن بريدة عن أبيه رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]جَاءَ رَجُلٌ مَعَهُ حِمَارٌ فقَالَ يَا رسولَ اللّهِ ارْكَبْ، وَتَأخَّرَ الرَّجُلُ. فقَالَ لَهُ رسولُ اللّه #: ‘ِنْتَ أحَقُّ بِصَدْرِ دَابَّتِكَ مِنِّي إَّ أنْ تَجْعَلَهُ لِي: قال: فَإنِّي قَدْ جَعَلْتُهُ لَكَ. فَرَكِبَ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
5. (3414)- Abdullah İbnu Büreyde, babasından (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Beraberinde bir merkeb olan bir zat Hz. Peygamber´e gelerek:
“Ey Allah´ın Resûlü! Bin!”dedi ve adam (kayarak, hayvanın) terkisine geçti. Aleyhissâlatu vesselâm:
“Hayır, hayvanın önüne binmeye sen benden daha çok hak sâhibisin, hakkını bana bağışlarsan o başka!” buyurdu. Adam da: “Önü sana bağışladım!” dedi. Bunun üzerine hayvana bindi.”[237]
AÇIKLAMA:
Bu kısımda kaydedilen beş hadis, Resûlullah´ın terkisine aldığı kimseler hakkında bilgi vermektedir. Bu meseleye müstakil bir başlık tahsis edilecek kadar ehemmiyet verilmiştir. Çünkü, Resûlullah´la birlikte aynı anda aynı hayvana beraber binmek, yani hayvan üzerinde Aleyhissalâtu vesselâm´ın terkisinde veya önünde yer almak bir şeref vesilesidir. Bu şerefe kimlerin erdiğini âlimler araştırmıştır. Hattâ İbnu Mende´nin Ma´rifetu Esâmî Irdâfu´n-Nebî adında bir te´lifi vardır. Burada otuzdört kadar sahâbînin bu şerefe erdiği görülmektedir. Şu halde, hem bir hayvana birden fazla kimsenin binmesinin şer´î cevazını göstermek, hem de zikrettiğimiz şerefe erenlerin başlıcalarını belirtmek üzere Teysîr´de bu bâba yer verilmiş olmaktadır.[238]
ONDÖRDÜNCÜ FASIL
KOMŞUYU HİMAYE
ـ3415 ـ1ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: مَا زَالَ جِبْرِيلُ يُوصِينِى بِالْجَارِ حَتّى ظَنَنْتُ أنَّهُ سَيُوَرِّثْهُ[. أخرجه الخمسة إ النسائي .
1. (3415)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Hz. Cebrâil aleyhisselâm bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu vâris kılacağını zannettim.”[239]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, komşunun komşusuna karşı bir kısım ahlâkî vecibeler içerisinde olduğunu tebârüz ettirmektedir. Cebrâil aleyhisselâm öylesine bu meselede Resûlullah´a ısrarlı ve devamlı uyarılarda bulunmuştur ki, Aleyhissalâtu vesselâm, bunun sonunda Cebrâil´in Cenâb-ı Hakk´tan komşuyu komşuya vâris kılan bir vahiy getireceği zannına kapılmıştır.
2- Âlimler hadiste geçen bu vâris kılmadan maksadın ne olduğunda ihtilâf etmiştir:
* Bazısı, “akrabalarla birlikte malda hisse sahibi kılmaktır” demiştir.
* Bazısı, “iyilik ve sıla yönüyle, vârislerin derecesine koymaktır” demiştir.
Birincinin daha kavî olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, ikinci şık zâten devam etmektedir. Zâten rivâyet, Resûlullah´ın içinden geçen verâset hadisesinin vâki olmadığına işaret etmektedir. Bunu yine Buhârî´de kaydedilen Hz. Câbir´in bir rivayeti te´yid eder: “…o kadar ki, komşuya bir miras kılacak zannettim.”
İbnu Ebî Cemre der ki: “Miras iki kısımdır: Hissî (maddî) ve mânevî, Hissî olan, hadiste kastedilen mirastır. Mânevî olan ise ilim mirasıdır. Burada ilim mirası da mülâhaza edilebilir, çünkü yine, Resûlullah´tan gelen bir hadise göre komşunun komşu üzerindeki haklarından biri muhtaç olduğu bilgiyi öğretmesidir.”[240]
3- Hadiste geçen komşu kelimesi mutlak gelmiştir.Müslümankâfir, hür- köle, dindarfâsık, dostdüşman, yerliyabancı, faydalızararlı, akrabagayr-ı akraba, evce yakın-uzak, hepsine şâmildir. Ancak aralarında mertebe farkı vardır, bazısı bazısından üstündür. En üstünü önceki sıfatların hepsini cem eden, sonra en çoğunu cem edendir. Böylece birini cem edene kadar devam eder. Aksini yâni en uzağını da ikinci sıfatları en ziyade cem eden teşkil eder. Böylece her birine, hâline göre hakkının ödenmesi gerekir. Bazen iki veya daha fazla sıfatın teâruz ettiği, bunlardan birinin üstün veya her ikisinin de müsâvi olduğu durumlar da olabilmektedir. Bu hususu Taberânî´nin Hz. Câbir´den kaydettiği şu merfu rivayet te´yid eder: “Komşu üç çeşittir: “Bir komşu vardır, (onun, üzerinizde) tek hakkı vardır. Bu, müşrik komşudur. Bunun sadece komşuluk hakkı vardır. Komşu vardır, (üzerinizde) iki hakkı vardır. Bu müslüman olan komşudur. Bunun hem komşuluk, hem de müslümanlık hakkı vardır. Diğer bir komşunun (üzerinizde) üç hakkı vardır. Bu, akraba olan komşudur. Bunun hem komşuluk hem müslümanlık, hem de akrabalık hakkı vardır.”
İbnu Ebî Cemre der ki: “Komşuyu himâye îmânın kemâlindendir. Câhiliye halkı bile buna riâyet ederdi. (Resulullah´ın komşu ile alâkalı) tavsiyesine uymanın yolu açıktır: Kişi, şahsî gücüne göre, çeşitli şekilde iyilikler yapmakla bu vasiyeti yerine getirmiş olur: Hediye sunma, karşılaşınca selam verme, güler yüz gösterme, halini hatırını sorma, muhtaç olduğu hallerde yardım vs.gibi. Keza komşuyu rahatsız edici maddî ve manevî her çeşit davranışlardan, sebeplerden kaçınmak da buna girer. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) , komşusu şerlerinden emin olmayan kimseden imanı nefyetmiştir. Bu hadis, komşu hakkının büyüklüğünü, ona zarar vermenin kebâirden olduğunu haber vermede mübalağalı bir beyân üslubudur.”
İbnu Ebî Cemre, açıklamasına devamla şunları söyler: “Bu hususta durum, komşunun sâlih veya gayr-ı sâlih oluşuna göre değişir. Hepsine şâmil olanı, komşu için hayırhah olmak, hayırlıyı tavsiye etmek, hidayeti için dua etmek, -söz ve fiille zarar vermenin vâcib olduğu durum dışında- ona zarar vermeyi terketmektir. Sâlih kimseye mahsus olanlar, söylenenlerin hepsidir. Sâlih olmayanlara mahsus olanlarda, onun irtikab ettiği kötülükleri yapmaktan kaçınmak, duruma göre imkân nisbetinde iyilikle mukabele etmek, emr-i bi´lma´rûf ve nehy-i ani´lmünkerde bulunmak; kâfire va´z ve nasihatta bulunmak. İslâm´ı arzetmek, islâm´ın güzelliklerini açıklayıp rıfkla ona tergip ve teşvik etmek; keza fâsığa da hâline uygun şekilde rıfkla va´z ve nasihat etmek, kusurlarını başkalarına karşı örtmek, rıfkla onlardan nehyetmek; bunları yerine getirirse ne âlâ, yerine getirmezse, onu te´dib gayesiyle, sebebini de beyan ederek küsmek.”
Komşunun üzerimizdeki haklarıyla ilgili uzunca bir rivayeti 3418 numaralı hadisin açıklamasında kaydedeceğiz.[241]
ـ3416 ـ2ـ وعن عمرو بن شعيب عن أبيه عن جده قال: ]ذُبِحَتْ شَاةٌ بْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما فقَالَ ‘هْلِهِ: هَلْ أهْدَيْتُمْ مِنْهَا لِجَارِنَا الْيَهُودِيِّ؟ قَالُوا: َ. قالَ: ابْعَثُوا لَهُ مِنْهَا، فإنِّي سَمِعْتُ رَسولَ اللّهِ # يَقُولُ: مَا زَالَ جِبْرِيلُ يُوصِينِِى بِالْجَارِ، وَذَكَرَ الْحَدِيثَ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
2. (3416)- Amr İbni Şu´ayb an ebîhi an ceddihî (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) için bir koç kesildi. İbnu Ömer, ailesine: “Ondan yahudi komşumuza hediye ettiniz mi “diye sordu. “Hayır!” cevabını alınca:
“Bundan ona da gönderin. Zira ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´ın: “Cebrail bana komşu hakkında o kadar aralıksız tavsiyede bulundu ki, komşuyu vâris kılacağını zannettim” dediğini işittim” buyurdu.”[242]
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki rivayette, kesilen koyundan yahudi komşusuna da göndermeyi emredenin Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) olduğu ifade edilmektedir. Halbuki, hadisin gerek Tirmizî ve gerekse Ebû Dâvud´ daki asıllarına bakınca, bu emri verenin, Abdullah İbnu Ömer değil, Abdullah İbnu Amr İbni´l-Âs (radıyallâhu anhümâ) olduğunu görürüz, yani hadisin bizzat râvisi. Kanaatimizce, bu bir rivayet hatasıdır veya eserde sıkça rastlandığı üzere, dizgi hatasıdır. Zira Amr ile Ömer arasında, imla yönüyle, Amr´ın sonuna ilave edilen vav farkı vardır, bu vav düşünce Amr, Ömer olur ( عمرو Amr, عمَر = Ömer) Bu ihtimâl daha kavîdir.[243]
ـ3417 ـ3ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسُولُ اللّهِ #: َ يَدْخُلُ الجَنّةَ مَنْ َ يَأمَنُ جَارُهُ بَوَائِقَهُ[. أخرجه الشيخان، واللفظ لمسلم.»البَوَائقُ« الغوائل والشرور: جمع بائقة، وهى الداهية .
3. (3417)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Komşusu, zararlarından emin olmayan kimse cennete giremez.”[244]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, Buhârî´de daha şiddetli bir üslûbla gelmiştir:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah´a yemin olsun inanmamıştır, Allah´a yemin olsun inanmamıştır, Allah´a yemin olsun inanmamıştır!” “Kim ey Allah´ın Resûlü ” diye sorulunca: “Komşusu zararlarından emin olmayan kimse!” cevabını verdi.”
Şu halde, bu rivayette komşuya karşı davranışın ehemmiyeti fevkalâde büyütülmüş olmaktadır. Çünkü komşusu, kendisinden kötülük mü gelir diye endişe duyduğu kimseden, iman nefyedilmektedir.
2- Hadîste geçen bevâik, bâika´nın cem´idir. Âniden gelen ve zarar veren, helak eden şey demektir. Ahmet İbnu Hanbel´in bir rivâyetinde “Bevâik nedir ” diye sorulur, Resulûlllah da, “Onun şerri” diye açıklar.
3- Âlimler komşuyu, sözleri veya fiilleriyle rahatsız edenden imânın nefyedilmesini kemâle hamlederler. Yâni “o kimsede kâmil ma´nâda iman yoktur” demektir, “kâfir olur” demek değildir” derler. Şurası muhakkak ki, âsi kimsenin imânı kâmil değildir.
Nevevî der ki: “Bu gibi meselelerde imanın nefyedilmesinde iki çeşit açıklama câridir:
1- Hadis, onu helal addeden hakkındadır.
2- Hadîsin ma´nâsı: “Kâmil mü´min değildir” demektir.”
Dînin yasakladığı herhangi bir şeyi helal addederek yapma ile, haram addetmekle beraber, nefsinin galebesiyle, cehâletle yapmak aynı neticeye götürmüyor. Helâl addeden kâfir olur, helâl addetmeden işleyen fâsık olur, günahkâr olur. Biri tevbe ederse îmâna döner; diğeri tevbe ile günahtan arınır.
İbnu Hacer der ki: “Hadîsten muradın şöyle olması da ihtimalden uzak değildir: “Hiç azab görmeden cennete girmek gibi, mü´minin mazhar olacağı bir mükâfaatla mükâfaatlanamaz” demektir. Veya bu hadîs, zecr ve tağlîz yani caydırma ve sertlik gösterme makamında beyan edilmiştir, zâhiri murad değildir.”
İbnu Ebî Cemre der ki: “Aralarında duvar gibi bir engel bulunan iki komşusunun hukukuna riâyet ve hakların korunmasına bu derece ehemmiyet verilir, birbirlerine iyilik yapıp, zarar verici sebeplerden kaçmaları emredilirse, aralarında duvar gibi bir mânia bulunmayan iki şahıs arasındaki hukuka riâyetin ne kadar ehemmiyetli olduğu anlaşılır. Bunlar kesinlikle birbirlerine muhalif davranışlarla birbirlerini rahatsız etmemelidir. Böylelerinin birbirlerinin sürûruyla sürûrlandıkları hüzünleriyle hüzünlendikleri rivâyet edilmiştir. Öyleyse her iki tarafında, tâate müteallik amelleri çoğaltmak ve ma´siyete müteallik amellerden kaçınmaya devam etmek sûretiyle birbirlerini razı edip gönüllerini alacak davranışlara ehemmiyet vermeleri gerekir. Böyle komşular, birbirlerinin hukukuna riâyet hususunda diğer komşulardan çok daha fazla vecîbe içindedirler.”[245]
ـ3418 ـ4ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسُولُ اللّهِ #: مَنْ كَانَ يُؤمِنُ بِاللّهِ وَالْيوْمِ اŒخِرِ فَلْيُكْرِمْ ضَيْفَهُ، وَمَنْ كَانَ يُؤمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اŒخِرِ فَلْيُحْسِنْ إلى جَارِهِ، وَمَنْ كَانَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اŒخِرِ فَلْيَقُلْ خَيْراً أوْ لِيَسْكُتْ[. أخرجه الشيخان، وأبو داود، واللفظ له .
4. (3418)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Kim Allah´a ve âhirete inanıyorsa misafirine ikrâm etsin. Kim Allah´a ve âhirete inanıyorsa komşusuna ihsanda (iyilikte) bulunsun. Kim Allah´a ve âhirete inanıyorsa hayır söylesin veya sükût etsin.”[246]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadîste de komşu hukukunun ehemmiyeti îmanla tartılarak takrîr ve tesbit edilmektedir. Allah´a inanan, hadiste sayılan hususlara ehemmiyet vermelidir, çünkü hiçbir davranış Allah´ın bilgisiden kaçmamakta, hepsi zabtedilmektedir. Ahiret hesap yeridir, her yapılan iş orada karşımıza çıkacaktır: Ağızdan çıkan her kelâm, komşuya yapılan her davranış. Din bunların üzerinde ısrarla durduğuna göre, bu hususlardaki iyi davranışlar, hayırlı sözler fevkalâde değerlidir, kötü davranışlar ve hayırlı olmayan sözler ve fevkalâde hesabı çetin olan amellerdir.
2- Hadîste zikredilen “iman”la, kâmil iman kastedilmiştir. Allah ve âhiretin zikri, mebde ve me´âd´ın hatırlatılmasıdır. Yani şöyle denmek istenmiştir: “Kim kendisine yaratan Allah´a inanırsa; kim, amellerinin âhirette hesaba çekilip karşılık göreceğine inanırsa zikredilen amelleri yapsın.”
3- Hadisin bazı vecihlerinde “komşusuna ihsanda bulunsun” yerine, “komşusuna eza vermesin” denmiştir. “İhsan” bazan “ikrâm” diye gelmiştir. Her iki kelime de iyiliklerin maddî ve manevî her çeşidine şâmildir. Bir kısım hadislerde bunlar, “eziyet etmeyi terk” olarak tefsir edilmiştir. Bir hadis şöyle: “Ya Resulullah, komşunun komşuda hakkı nedir ” diye sorulmuştu; şöyle açıkladı: “Senden borç isterse borç vermen, yardım dileyince yardım etmen, hastalanınca ziyaret etmen, muhtaç olunca ihtiyacını görmen, fakirleşince yardım etmen, bir hayra kavuşunca tebrîk etmen, musîbete uğrayınca taziyette bulunman, ölünce cenâzesine katılman, izni olmadıkça binanı onun binasından daha yüksek yapıp rüzgârına mâni olmaman, çorbanda az da olsa ona da göndermek sûretiyle tencerenin kokusuyla onu rahatsız etmemen. Bir meyve satın alınca ona da hediye et, eğer bunu yapmazsan meyveyi evine (komşuna göstermeden) gizlice taşı. Onu, çocuğun da dışarı götürüp, komşunun çocuğunu gayza atmasın.”
4- Komşuya ikrâm etmenin hükmü hususunda ulemâ der ki: “Bu, şahıslara ve durumlara göre değişir. Bazan farz-ı ayn olur, bazan farz-ı kifaye ve bazan da müstehab. Hepsi de mekârim-i ahlâktandır.”
5- Hadiste misâfire ikrâm da mevzubahistir. Bu hadis misafirlikle ilgili bölümde (3487-3492) müstakillen geleceği için burada açıklama yapmıyoruz.
6- Hadiste geçen “Kim Allah´a ve âhirete inanıyorsa ya hayır söylesin, ya sükût etsin” ibaresine gelince, âlimler bunu cevâmi´u´lkelim´ den yani Resûlullah´ın az kelamla çok ma´nâ ifade ettiği veciz sözlerden biri sayarlar. “Çünkü derler, ağızdan çıkan sözlerin tamamı ya hayırdır, ya şerdir, ya da bunlardan birine meyyâldir. Farz veya nâfile, matlub olan bütün sözler hayra dahildir, bunlara, bütün çeşitleriyle müsaade edilmiştir. Şerre gelince, bunlar da şer olduğu açık olan ve şerre te´vil edilenlerdir. Bunların söylenmeyip, sükût edilmesi emredilmiştir.”[247]
ـ3419 ـ5ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قُلْتُ يَا رسولَ اللّهِ: إنَّ لِي جَارَيْنِ فَإلَى أيِّهِمَا أُهْدِي. قالَ: إلى أقْرَبِهِمَا مِنْكَ بَاباً[. أخرجه البخاري وَأبو داود .
5. (3419)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “(Bir gün), ey Allah´ın Resûlü! dedim, iki komşum var, hangisine (öncelikle) hediyede bulunayım ”
“Sana kapı itibarıyla hangisi yakınsa ona!” cevabını verdi.”[248]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, komşular arasında tercih yapmada yakınlığın esas alınmasını irşad buyurmaktadır. Halbuki bâbın ilk hadisini (3415) açıklarken kaydettiğimiz üzere bu tercihi yapmada çeşitli unsurlar araya girmektedir: Akrabalık, mü´minlik, müttakîlik dostluk vs. gibi. Burada mutlak bir üslubla yakın olanın önceliği belirtilmektedir. Âlimler yakına tanınan bu evleviyeti, şu hikmetlere bağlarlar:
* En yakında olan, komşusunun evine hediye vs. nev´inden ne girerse görür ve uzakta olana nisbetle bunlara muttali olur.
* En yakındaki, komşusunun başına gelen ciddî durumlarda icâbet etmede daha çabuktur ve bilhassa gaflet vakitlerinde ondan önce kimse imdadına koşamaz.
2- İbnu Ebî Cemre der ki: “En yakına hediyede bulunmak mendubtur. Çünkü hediye zâten asıl itibariyle vâcib bir amel değildir. Öyleyse burada bu tertibe riâyet de vacib olamaz. Hadisten şu prensip çıkarılmıştır: Amelde en üstün olanı tercih etmek evladır.”
3- Keza hadiste ilmin amele takdim edilmesi vardır.
4- Komşuluk hududunu tayinde ihtilâf edilmiştir:
* Hz. Ali (radıyallâhu anh) derki: “Sesimizi işiten herkes komşudur.”
* Bazı âlimler: “Mescidde seninle sabah namazını kılan komşudur” demiştir.
* Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ): “Komşuluğun sınırı her cihetten kırk evdir” demiştir. Evzaî ve Hasan Basrî de bu görüştedir. Mamafih Resûlullah´ın da: Haberiniz olsun kırk ev komşudur” dediği de rivayet edilmiştir. İbnu Şihâb´ın: “Kişinin sağından, solundan, önünden ve arkasından kırk ev komşusudur” dediği rivayet edilmiştir. Âlimler, bununla taksimi kastetmiş olma ihtimalinin bulunduğunu, bu durumda her bir cihete on ev düştüğünü söylerler.[249]
ـ3420 ـ6ـ وفي أخرى للشيخين عن أبي هريرةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رسُولُ اللّهِ # َ تَحْقِرَنَّ جَاَرَةٌ لِجَارَتِهَا وَلَوْ فِرْسِنَ شَاةٍ[. »الفِرْسِنُ« خُفُّ الْبعير، وقد استعير هنا للشاة فسمى ظِلفُها به .
6. (3420)- Buhârî ve Müslim´in Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)´tan yaptığı bir diğer rivayette şöyle denmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: “Komşu kadın komşu kadından gelen koyun paçasını bile küçük görmesin.”[250]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada, istifade edilemeyecek kadar basit şeylerle de olsa hediyeleşmeye teşvik buyurmaktadır. Hadisin zâhirî ma´nâsı, hediye olarak gelen en kıymetsiz birşey bile olsa bunun hakir görülüp horlanmamasını tavsiye etmektedir. Hususan kadınların zikredilmesi, sevgi ve husumetin kaynağı onların olmasından, bu çeşit hediyeleşmelerin, daha ziyade kadınlar arasında cereyan etmesindendir. Ayrıca bu durumlarda infial ve aksülamel göstermede de onlar daha çabuk davranırlar.[251]
ـ3421 ـ7ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسَولُ اللّهِ # َ يَمْنَعْ أحَدُكُمْ جَارَهُ أنْ يَغْرِزَ خَشَبَةً في جِدَارِهِ، ثُمَّ قَالَ أبُو هُرَيرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: مَالِي
أرَاكُمْ عَنْهَا مُعْرِضِينَ؟ وَاللّهِ ‘رْمِيَنَّ بِهَا بَيْنَ أكْتَافِكُمْ[. أخرجه الستة إ النسائي.»أكتَافِكُمْ« يروى بالتاء: أى على ظهوركم ف تقدرون على ا“عراض عنها؛ وبالنون جمع كَنفَ، وهو الناحية. يعنى أنه يجعلها بين أظهرهم كلما مروا بأفنيتهم رأوها ف ينسونها .
7. (3421)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Sizden kimse, duvarına, komşusunun kiriş saplamasına mâni olmasın.”
Ebû Hüreyre´den hadisi rivayet eden zat der ki: “Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), sonra şunu ilâve etti: “Görüyorum ki, bunu hoş karşılamadınız. Allah´a yemin olsun, onu omuzlarınız arasına uzatırım.”[252]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste, komşuluk haklarının hududlarını tayinde değişik bir örnek görmekteyiz: Ev inşaatına başlayan komşu, ihtiyaç duyduğu takdirde inşaat kirişini komşusunun duvarına saplayabilmelidir. Bu meselenin hükmünde ihtilaf edilmiştir:
* Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhûye ve diğer bir kısım hadisçiler, eski kavlinde Şâfiî ve Mâlikîlerden İbnu Habîb: “Duvar sâhibi razı olsa da olmasa da komşusu duvara kiriş saplayabilir, itiraz ederse icbâr edilir” demiştir.
* Hanefîler ve yeni görüşünün meşhur olanında İmam Şâfiî: “Duvar sahibinin izni olmadan koyamaz, itiraz ederse icbâr da edemez” demiştir. Bunlar hadisteki emrî nebde; nehyi de tenzihe hamlederler. Böylece bu hadisle, müslümanın malının, rızası olmadan, başkasına haram olduğunu beyân eden delilleri cem´etmiş olurlar.
2- Ahmed İbnu Hanbel´in bir rivayetinde şu ziyade vardır: “Ebû Hüreyre bu hadisi rivayet edince başlarını eğdiler.” Ebû Hüreyre´nin sözünü Hattâbî şöyle açıklar: “Bunun ma´nâsı: “Eğer siz, bu hükmü gönül rızasıyla kabûl edip onunla amel etmezseniz ben kirişi omuzlarınıza zorla koyacağım.” Böylece mübâlağa ifade etmek istemiştir. Bu açıklamaya İmâmu´l-Harameyn başkalarına uyarak tâbi olmuştur.” Hattâbî der ki: “Bu, Medine´ye emir olduğu zaman Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)´tan vâki olmuştur.”
Mâlikî âlimlerden Mühelleb, Ebû Hüreyre´nin: “Görüyorumki bunu hoş karşılamadınız” sözünden hareketle, o devirde Ebû Hüreyre´nin bu görüşüne muhalif bir tatbikatın bulunduğuna hükmeder. “Zira der, eğer bu hadis vücub ifade etseydi, Sahâbe bundan bîhaber olmazdı, Ebû hüreyre hatırlatınca da hoşnutsuzluk izhâr etmezlerdi. Öyleyse hüküm, onlar yanında bunu hilafına takarrur etmiş olmasaydı, bu farizayı bilmemeleri caiz olmazdı. Şu halde bu durum, mezkur emri, Ashâb´ın istihbâba hamletmiş olmalarına delildir.” Ancak bu açıklamaya: “İmâmu´l-Haremeynin, hoşnutsuzluk izhâr eden bu kimselerin sahabî olduğunu nereden bildiği anlaşılmıyor. Belki de onlar bu hükmü bilmeyen kimselerdi. Ebû Hüreyre´nin hitab ettiği bu kimselerin gayr-i fakîh olmaları da câiz değil midir Aslında bu husus açıktır. Şayet onlar sahâbî veya fakîh olsalardı Ebû Hüreyre onlara böyle davranmazdı” diyerek itiraz edilmiştir.
Görüldüğü üzere, sadedinde olduğumuz hadisin hükmü hususunda münakaşa edilmiştir.[253]
ـ3422 ـ8ـ وعن سَمُرة بن جُندَب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ لِى عَضُدٌ مِنْ نَخْلٍ في حَائِطِ رَجُلٍ مِنَ ا‘نْصَارِ، وَمَعَ الرَّجُلِ أهْلُهُ. فَكَانَ سَمُرةُ يَدْخُلُ إلى نَخْلِهِ فَيَتَأذَّى بِهِ الرَّجُلُ. فَطَلَبَ إلَيْهِ أنْ يُنَاقِلَهُ فَأبَى. فَأتَى ا‘نْصَاريُّ رَسُولَ اللّهِ # فَذَكَرَ لَهُ ذلِكَ. فَطَلَبَ إلَيْهِ رَسولُ اللّهِ # أنْ يَبِيعَهُ فأبَى. فَطَلَبَ أنْ يُنَاقِلَهُ فَأبَى. قالَ: فَهَبْهُ لِى، ولَكَ كَذَا وَكَذَا أجْراً رَغْبَةً فِيهِ. فَأبَى؛ فقَالَ: أنْتَ مُضَارٌّ، ثُمَّ قَالَ لِ‘نْصَارِيِّ اذْهَبْ فَاقْلَعْ نَخْلَهُ[. أخرجه أبو داود. »الْعَضُدُ« هنا طريقة من النخل.»وَالمُضَارُّ« الذى يضُر رَفيقه وشريكه وجارَه .
8. (3422)- Semüre İbnu Cündeb (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Ensâr´ dan bir zâtın bahçesinde benim bodur bir hurma ağacım vardı. O zât ailesiyle beraberdi. Semüre, kendi ağacına gitmek üzere bahçeye girerdi. Bu girişten bahçe sâhibi rahatsız oluyordu. Kendisine o ağacı (bir başka yerdeki ağaçla) değiştirmeyi taleb etti. Ama Semüre kabul etmedi. Bunun üzerine Ensârî (radıyallâhu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ´a gelip durumu anlattı. Resûlullah Semüre´ye o ağacı satmasını taleb etti; fakat o kabul etmedi. Bu sefer (bir başka yerdeki ağaçla) değiştirmeyi teklif etti, o bunu da kabul etmedi. Resûlullah: “ağacı ona bağışla!” dedi ve buna rağbet etmesi için “şöyle şöyle ecir var!” buyurdu. Semüre yine kabul etmedi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Sen muzır birisin!” dedi. Sonra Ensârî zâta dönüp:
“Git, onun hurmasını sök!” buyurdu.”[254]
AÇIKLAMA:
1- Bodur hurma diye tercüme ettiğimiz عَضُد kelimesinin ma´nâsı hususunda ulemânın farklı açıklamaları olmuştur. Başına elle ulaşılan kısa boylu hurma ağacı ma´nâsına gelen عَضِيد yerine عَضُد diye kullanıldığına dâir yapılan açıklamayı esas alarak bodur bir hurma ağacı diye tercüme ettik.
2- Resûlullah´ın “Ağacı ona bağışla” sözünü, ulemâ, kesin bir emir değil, teşvik ve şefaat makamında söylenmiş bir emir olarak yorumlar.
3- “Sen muzır birisin” sözü “sen başkasına zarar vermek isteyen birisin” diye açıklanmıştır.
Hadisten: “Başkasına zarar vermek isteyenin zararı defedilir” diye hüküm çıkarılmıştır.[255]
ـ3423 ـ9ـ وعن أبي صِرمَة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَنْ ضَارَّ ضَارَّ اللّهُ بِهِ، وَمَنْ شَاقَّ شَقَّ اللّهُ عَلَيْهِ[. أخرجه أبو داود .
9. (3423)- Ebû Sırma (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim (bir müslümana) zarar verirse Allah da ona zarar verir. Kim de (bir müslüman) ile, nizaya husumete girerse Allah da onunla husûmete girer.”[256]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Ebû Dâvud´daki aslı مَنْ ضَارَّ اَضَرَّ اللّهُ بِهِ وَمَنْ شَاقَّ شَقَّ اللّهُ عَلَيْهِ şeklindedir.
2- Hadis bir rivayette “müslümana” diye tasrih eder. Yani “Kim, bir müslümana -ki bu komşu olur, yolcu olur, müşteri… vs olur aynıdır- gerek malı ve gerekse şahsı ve ırzı yönünden haksız yere bir zarar verecek olursa, Allah ona ameli cinsinden bir ceza takdir ederek onu zarara sokar” demektir. Keza “müslümanlara haksız yere husûmet edip meşakkat verene de Allah aynı cinsten ceza olarak ona meşakkat verir” demektir.
Hadis, hangi suretle olursa olsun komşu veya bir başkasına zarar vermenin haram olduğuna delildir.[257]
ONBEŞİNCİ FASIL
KÜSÜŞMEK HAKKINDA
ـ3424 ـ1ـ عن أبي أيوب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: َ يَحِلُّ لِمُسْلِمٍ أنْ يَهْجُرَ أخَاهُ فَوْقَ ثََثِ لَيَالٍ، يَلْتَقِيَانِ فَيُعْرِضُ هذَا وَيُعْرِضَ هذَا، وَخَيْرُهُمَا الَّذِي يَبْدَأُ بِالسََّمِ[. أخرجه الستة إ النسائي .
1. (3424)- Hz. Ebû Eyyûb radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir müslümana, kardeşine üç günden fazla küsmesi helâl değildir. Yani, bunlar karşılaşırlar da her biri diğerinden yüz çevirir. Bu ikisinden hayırlı olanı, birinci olarak selam verendir.”[258]
ـ3425 ـ2ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: َ يَحِلُّ لِمُؤْمِنٍ أنْ يَهْجُرَ مُؤْمِناً فَوْقَ ثََثٍ. فإنْ مَرَّتْ بِهِ ثََثٌ فَلْيَلْقَهُ وَلْيُسَلِّمْ عَلَيْهِ، فإنْ رَدَّ عَلَيْهِ فَهُمَا شَرِيكَانِ في ا‘جْرِ، وَإنْ لَمْ يَرُدَّ فَقَدْ بَاءَ بِا“ثْمِ[. وفي أخرى: ]مَنْ هَجَرَ فَوْقَ ثََثٍ فَمَاتَ دَخَلَ النَّارَ[. أخرجه أبو داود .
2. (3425)- Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir mü´minin diğer bir mü´mine üç günden fazla küsmesi helâl olmaz. Üzerinden üç gün geçince, ona kavuşup selâm versin. Eğer o selama mukabele ederse ecirde her ikisi de ortaktır. Mukabele etmezse günah onda kalmıştır.”
Bir diğer rivâyette şöyle buyrulmuştur: “Kim üç günden fazla küs kalır ve ölürse cehenneme girer.”[259]
ـ3426 ـ3ـ وعن أبي خَراشٍ السُّلَميِّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ هَجَرَ أخَاهُ سَنَةً فَهُوَ كَسَفْكِ دَمِهِ[. أخرجه أبو داود.
3. (3426)- Ebû Hırâş es-Sülemî radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim kardeşine bir yıl küserse, bu tıpkı kanını dökmek gibidir.”[260]
AÇIKLAMA:
1- Hadîste hicret veya hicrân kelimeleriyle ifâde edilen içtimâî hâdiseyi dilimizdeki küsmek kelimesiyle karşılıyoruz. Çünkü hicret´i, şârihler: “Şahsın, bir başkasıyla karşılaştığında konuşmayı terketmesi” olarak tarif ederler ve hicret´in lügatte esas itibârıyle, fiil veya söz olarak terk ma´nâsına geldiğine dikkat çekerler. Bu terk´ten murad vatandan ayrılma ma´nâsındaki hicret değildir.
2- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), yukarıda kaydedilen örneklerde de görüldüğü üzere, müslümanlar arasında üç günden fazla devam edecek küsüşmeleri yasaklamıştır. Nevevî, ulemâdan naklen der ki: “Müslümanlar arasında üç günden fazla küsüşmek nassla haramdır. Ancak üç güne kadar küsmenin mübah olduğu, hadîsin mefhumunda mevcuttur. Güç güne kadar olan küsmeler affedilmiştir, çünkü insanoğlu gadab üzere mecbûldür, öfkelenmek onun cibiliyetinde vardır. Bundan ötürü, dönmesi ve gadab hâlinin izâlesi için o miktardaki küsmeye müsâmaha edilmiştir.” Ebû´l-Abbâs el-Kurtubî der ki: “Müddet hususunda muteber olan üç gecedir. Öyle ki, küsmeye gündüzleyin başladı ise, akşama kadar olan kısmı hesaba katmaz, o günün gecesini esas alır ve üçüncü gecenin bitimiyle, mazhar olduğu af da sona erer.” Günah dışı bırakılan üç günün hesaplanmasında gündüzü nazara almayıp sadece geceyi esas alan bu görüşe îtiraz edilmiştir. Sözgelimi cumartesi öğlede küsüşme başladı ise salı öğlede bu müddetin dolması gerektiği, salı akşamını beklemenin câiz olmadığı belirtilmiştir. Bu müddetin haram dışı kalması, o müddet esnasında küsmenin sebebi olan öfke hâlinin geçeceğine inanıldığı içindir.
3- Muhibbu´t-Taberî yasaklanan küsmenin, karşılaşınca selamı kesmek olduğunu söyler. Ancak ulemâ, bunun “konuşmayı kesmek” olduğunu söyler ve selamı kesmenin konuşmayı kesmede dâhil olduğuna dikkat çeker.
4- Hadîste üç günün içinde (veya sonunda) selama ilk başlayanın küsüşenlerin hayırlısı olduğunu belirtmiştir. Taberî´nin bir rivâyetinde şu ziyade vardır: “.cennete öbüründen önce girer.” Bir başka rivâyette küsmeyi devam ettirenler “halktan kopmuşlar” olarak tavsif edilir. Bir başka hadîste “Küs halde öldükleri takdirde her iki tarafın da cennete girmeyeceği” belirtilir:
5- Âlimlerin çoğu “Selamlaşmak ile küsme sona erer” demiştir. Ancak, Ahmet İbnu Hanbel: “Daha önceki hâle aynen dönmedikçe küsme ortadan kalkmaz” demiştir. Keza: “Konuşmayı terk ona eza veriyorsa, selamla küsme sona ermez” demiştir. Kâdı İyâz: “Konuşmayı kesmişse, selam verse bile, bize göre, öbürü aleyhine şehadeti makbûl olmaz (zira bu, aralarında bir husûmetin varlığına delildir)” der.
Küsmenin selamlaşma ile sona ereceği görüşünde olanlar, İbnu Mes´ud´dan rivâyet edilen mevkuf bir hadîste geçen şu ibâre ile de istidlâl ederler: “Küsmeden vazgeçmesi, arkadaşına gelip ona selam vermesidir.”
6- Hadîste geçen “kardeşine” tabiri, küsme ile ilgili ahkâmın müslümanlara mahsûs olduğuna delil kılınmıştır. Şu halde kâfire küsmenin herhangi bir müddeti yoktur.
İbnu Abdilberr´in şu sözünü de bilmemiz faydalıdır: “Ulemâ üç günden fazla küs durmanın haram olduğunda icma eder. Ancak bir istisna vardır: Eğer bir kimseyle konuşmanın onun dînine bir fesad vereceği ihtimâli varsa veya bu yüzden nefsine veya dünyasına zarar verecek bir şeyin hâsıl olacağı husûsunda korkulursa, onunla konuşulmaması câiz olur. Nice güzel küsme, eza verici kaynaşmadan hayırlıdır.”
7- Bazan, konuşmamak üzere nezredenlere ve yemîn edenlere rastlanmaktadır. Ulemânın bu mevzudaki hükmü, yemini bozmak ve fakat nezir için kefâret ödemektir. Çünkü, tâat üzere nezretmiş ise bu nezîr mün´akid olur. Mesela şöyle demiştir: “Konuşursam köle âzad edeyim veya şu kadar namaz kılayım” gibi. Haram, mekruh ve hatta mübah üzere nezretmişse bu nezir mün´akid olmaz.
Buhârî´nin bu meseleyle ilgili olarak kaydettiği İbnu´z-Zübeyr örneği burada hatırlatmaya değer: Hz. Âişe´yi üzecek bir sözü yeğeni olan Abdullah İbnu´z-Zübeyr´in sarfettiği kulağına gelince Âişe validemiz, İbnu´z-Zübeyr´le ebediyen konuşmamak üzere yemîn eder. Küsüşmenin uzaması üzerine araya giren şefaatcileri de Hz. Âişe nezrim var diyerek reddeder. İbnu´z-Zübeyr, bir grupla Hz. Âişe´nin huzuruna girerek özür diler ve Hz. Peygamber´in mü´minin kardeşine üç günden fazla küsmenin haram olduğuna dair hadîsini hatırlatır. Ve bu hususta ısrar eder. Sonunda Hz. Âişe, İbnu´z-Zübeyr´le konuşur ve nezrine mukabil kırk köle âzâd eder.[261] Râvi der ki: “Hz. Âişe, bilahere bu nezri hatırladıkça ağlar, göz yaşlarıyla başörtüsünü ıslatırdı.”[262]
ـ3427 ـ4ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: تُعْرَضُ ا‘عْمَالُ في كُلِّ خَمِيسٍ وَاثْنَيْنِ فَيَغْفِرُ اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ في ذلِكَ الْيَوْمِ لِكُلِّ امْرئٍ َ يُشْرِكُ بِاللّهِ شَيْئاً إَّ مَنْ كَانَتْ بَيْنَهُ وَبَيْنَ أخِيهِ شَحْنَاءُ. فَيَقُولُ: اتْرُكُوا هذَيْنِ حَتَّى
يَصْطَلِحَا[. أخرجه مسلم، ومالك، وأبو داود، والترمذي. »الشَّحْنَاءُ« العداوة .
4. (3427)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ameller her perşembe ve pazartesi günü arzedilir. Aziz ve Celîl olan Allah o gün, Allah´a hiçbir şirk koşmayan kulun günahını affeder. Bundan sadece kardeşiyle arasında düşmanlık olanı istisna eder, (onu affetmez) ve der ki: “Bu ikisini barışıncaya kadar terkedin.”[263]
ـ3428 ـ5ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]اعْتَلَّ بَعِيرٌ لِصَفِيَّةَ بِنْتِ حُىَيٍّ، وَعِنْدَ زَيْنَبَ فَضْلُ ظَهْرٍ. فقَالَ رَسُولُ اللّهِ لِزَيْنَبَ: أعْطِيهَا بَعِيراً. فقَالَتْ: أنَا أُعْطِي تِلْكَ الْيَهُودِيَة؟ فَغَضِبَ النّبىُّ # فَهَجَرَها ذَا الحِجَّةِ وَالمُحَرَّمَ وَبَعْضَ صَفَرٍ[. أخرجه أبو داود .
5. (3428)- Hz.Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Safiyye Bintu Huyeyy´in devesi hastalandı. Zeyneb Bintu Cahş´ın yanında fazla deve vardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona:
“Safiyye´ye bir deve ver!” buyurdu. Zeyneb:
“Ben bu yahudi kızına deve mi verecek mişim ” diyerek (red cevabı verdi). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona kızıp, Zilhicce ve Muharrem ayları ile Safer ayının bir kısmı boyunca küstü.”[264]
AÇIKLAMA:
Burada, küsme bahsinin değişik bir rivayeti mevzubahistir.Zira öncekiler âmm ve mutlak bir ifade ile üç günden fazla küsmeleri gayr-ı meşru ve hattâ haram ilân ederken, burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hanımlarından birine aylar boyu devam eden küsmesinden bahsetmektedir.
Şu halde bu hadisle, bazı küsmelerin meşruiyetine dikkat çekilmiş olmaktadır. Çünkü umumî olan yasak, küsmesi için meşru bir sebebi olmayan kimselere mahsustur. Öyleyse meşru olan caiz ve hattâ gerekli olan küsmeler de vardır. Söz gelimi masiyete giren insana, bundan vazgeçmesi için küsülebilir. Buhârî, bu maksadla Tebük seferine katılmayan Ka´b İbnu Mâlik´le elli gün boyunca konuşmayı Resûlullah´ın yasakladığına dair rivayeti kaydeder.[265]
Bu mevzu üzerine İbnu Hacer´in muhtelif âlimlerden derlediği açıklamayı kaydediyoruz: “…câiz olan küsmek, işlenen cürmün miktarına göre farklılıklar arzeder. Söz gelimi isyankâr olan kimse, Ka´b ve iki arkadaşının kıssasında olduğu üzere, konuşmayı terk suretinde küsmeye müstehak olur. Aile ve kardeşler arasındaki kızmalarda selam ve kelâm devam etmekle birlikte ismini söylemeyi terketmek veya surat asmak suretiyle küsmek de caiz olabilir…”
Taberî der ki: “Ka´b İbnu Mâlik´in kıssası, şer´î emirlere âsi olanlara küsmede asıldır. Bu durumda fâsık ve bid´a ehline küsme meşru iken, kâfire küsülmemesi, izâhı zor bir durum ortaya kor. Çünkü bu, küfrü sebebiyle fâsığın fıskından daha şiddetli bir cürüm işlemiş olmaktadır. Fâsık ve bid´at ehli ne de olsa tevhid ehlidir.” İbnu Battâl, Taberî´nin bu mütâlaasına şöyle açıklama getirir: “Allah´ın, kulların maslahatı bulunan ahkâmı var. O, kullarının hâlini herkesten iyi bilir, öyle ise O´nun emirlerine teslim olmaları gerekir.” Böylece, bunların bir kısmını, ma´nâsı anlaşılmayan ibâdetler teşkil ettiği kanaatini ortaya kor. Bu meseleye bâzı başka âlimler de şu açıklamayı getirmiştir: Küsme, iki mertebelidir:
1- Kalble olan küsme,
2- Dille olan küsme.
Kâfire olan küsme kalbledir, sevginin ve bilhassa harbî kâfir ise yardımlaşma ve dayanışmanında terkiyle husul bulur. Şu halde bununla konuşmayı kesmek suretiyle küsme meşru olmaz, çünkü küsme, onu küfründen vazgeçirecek değildir. Ama müslüman âsi öyle değil. Zira bu, küsme sebebiyle çoğunlukla halini düzeltir. Kâfir ve âsi her ikisi de tâate davet, emr-i bi´lma´ruf ve nehy-i anil münker maksadıyla kendileriyle konuşulma meselesinde müşterektirler. Burada meşru olan, sevgi ve samimiyetle konuşmayı terketmektir.
Kadı İyâz, bu meyanda 3311 numaralı hadiste dile getirilen Hz. Âişe´nin Resûlullah´a karşı olan öfkesiyle ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Hz.Âişe´nin Resûlullah´a olan öfkesi bu meseledeki ciddiyete rağmen -zira Resûlullah´a öfkelenmek büyük günahlardandır- mağfirete mazhar olmuştur, çünkü onu buna sevkeden şey, kadınların fıtratına konmuş olan kıskançlıktır. Bu ise, aşırı muhabbetten neş´et eder. Öyle ise, bir öfke ki buğza ve kin tutmaya sevketmez, bu öfke mağfirete mazhar olur. Affedilmeyecek olan buğz, küfür ve isyana götüren buğzdur. Nitekim Hz. Âişe, o hadiste öfkesini anlatırken: “Ben sadece ismini terkediyorum” demiştir. Bu, onun kalbinin Resûlullah´ın sevgisiyle dolu olduğunu ifade eder.”
Şu halde, sadedinde olduğumuz hadis, kalbî olmayan, terbiyevî maksada yönelik, muhatabın hatasını idrâk ettirici mahiyetteki âile efradı arasında cereyanı câiz olan küsmeye nebevî bir örnek olmaktadır.[266]
ONALTINCI FASIL
İNSANLARIN KUSURLARINI ARAŞTIRMAK VEYA ÖRTMEK
ـ3429 ـ1ـ عن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]صَعِدَ رَسُولُ اللّهِ # المِنْبَرَ فَنَادَى بِأعَْ صَوْتِهِ: يَا مَعْشَرَ مَنْ أسْلَمَ بِلِسَانِهِ وَلَمْ يُفْضِ ا“يمَانُ إلى قَلْبِهِ، َ تُؤْذُوا المُسْلِمِينَ، وََ تُعَيِّرُوهُمْ، وََ تَتَبَّعُوا عَوْرَاتِهِمْ، فإنَّهُ مَنْ تَتَبَّعَ عَوْرَةَ أخِيهِ المُسْلِمِ تَتَبَّعَ اللّهُ عَوْرَتَهُ، وَمَنْ تَتَبَّعَ اللّهُ عَوْرَتَهُ يَفْضِحَهُ وَلَوْ في جَوْفِ رَحْلِهِ، وَنَظَرَ ابنُ عُمَرَ يَوْماً إلى الْكَعْبَةِ فقَالَ: مَا أعْظَمَكَ! وَمَا أعْظَمَ حُرْمَتَكَ! وَالمُؤْمِنُ أعْظَمُ حُرُمَةً عِنْدَ اللّهِ مِنْكَ[. أخرجه الترمذي .
1. (3429)- Hz.Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “(Bir gün) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) minbere çıkıp yüksek sesiyle şöyle nidâ etti:
“Ey diliyle müslüman olupda kalbine iman nüfuz etmemiş olan (münafık)lar! Müslümanlara eza vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zira, kim müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay eder.”
İbnu Ömer bir gün Ka´be´ye nazar etti ve:
“Şânın ne yüce, hürmetin ne yüce! Ancak mü´minin Allah yanındaki hürmeti senden de yüce!” dedi.”[267]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) insanların kusurlarını araştırmayı münâfıklık olarak ifâde buyurmaktadır. Zîra diliyle müslüman olup kalbine iman ulaşmayanlar münafıktır. Ancak imanı “kemaliyle” diyerek kayıtlayacak olursak müslümanın da kastedildiği anlaşılır ve böylece hitaba müslüman ve münâfık her iki grup da dâhil olur. Şârihler hadisi böyle anlarlar. Nitekim hadisin devamında “kim müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa”tabiri için, müslüman kardeşi tabiri geçmektedir. Münâfık müslümana kardeş olamayacağına göre, Resûlullah, hitabında fâsık müslümanı da kastetmiş olmaktadır. Şu halde, hadiste sadece münâfıkların kastedildiğini söyleyenler hadisin zâhirine muhalefet etmiş olur. Hadisin daha âmm olan vechiyle hükmetmek daha doğru, daha isâbetli olur.
2- Müslümanlara eza vermeyin ibâresindeki müslümanlar´la “kâmil müslümanlar”, yâni diliyle ikrar eden ve kalbiyle de inanmış bulunan müslümanlar kastedilmiş olmaktadır.
3- Müslümanın kınanması demek, geçmiş zamanda işlediği günahları, hataları, kusurları sebebiyle ayıplanması geçmişinin başına kakılması demektir. Âlimler, müslüman kişi hâlini düzeltmiş ise, eski günahlarından tevbe ettiğinin bilinmesi ile bilinmemesi arasında fark görmezler, her iki halde onların başına kakılmasının câiz olmayacağını söylerler.
Ancak, işlemekte olduğu esnada görülen veya yakın zamanda işlemiş olduğu ve fakat tevbe ettiği görülmeyen günahı sebebiyle ayıplanmasına gelince, bu işin, muktedir olan herkese vacib olduğu belirtilmiştir. Hatta duruma göre fiiline hadd veya ta´zir gerekebilir. Bu durumda müdahale, emr-i bi´lmâruf ve nehy-i ani´lmünker sınıfına girer.
4- Müslüman kardeşinin kusurunu araştırmama emri, “kâmil müslüman” diye kayıtlanmıştır. Fâsık bu yasaktan hariç tutulmuştur, çünkü ondan sakınmak ve başkalarını da sakındırmak gerekir.
Müslümanın kusurunu araştırmayı âyet-i kerime de yasaklamıştır: “Mü´minler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette can yakıcı azâb vardır. Allah bilir, siz ise bilmezsiniz” (Nur 19).
“Ey iman edenler! Zannın çoğundan sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin (kusurunu arayıp) tecessüs etmeyin, kimse kimseyi gıybet etmesin. Hanginiz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır… ” (Hucurat 12).
5- Bu hadiste müslümanın hürmetinin Ka´be´den üstün olduğu ifade edilmektedir. Bu ifâde sadedinde olduğumuz rivayette İbnu Ömer´in sözü gibi gözükmektedir. Ancak hadisin İbnu Mâce´deki vechinde, ifadenin Resûlullah´a ait olduğu sarihtir: “İbnu Ömer der ki: “Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ı tavaf ederken gördüm. Ziyâret sırasında Ka´be´ye hitaben şunu söylüyordu: “Sen ne temizsin, senin kokun da ne hoş, ne temiz. Sen ne ulusun, senin hürmetin ne yüce. Muhammed´in ruhunu elinde tutan Zât´a yemin ederim ki, mü´minin Allah indindeki hürmeti, mal ve canının hürmeti, senin hürmetinden daha büyük. Mü´min hakkında hayırdan başka zanda bulunmamızın hürmeti (haramlığı) da böyledir. (Biz onun hakkında sâdece hüsn-i zanda bulunmakla mükellefiz.)”
İnsanın hürmetinin Ka´be´nin hürmetinden yüce oluşu ilk nazarda garipsenebilir. Ama âyet-i kerime´nin, insanı “mükerrem” (İsra 70) ve “yeryüzünün halifesi” (En´am 25) ilân ettiğine dikkat eder ve yine Kur´an´da bir insanın haksız yere öldürülmesinin bütün insanlığı öldürmeye denk tutulduğu´nu (Mâide 32) göz önüne alırsak meseleyi hakkıyla takdir edebiliriz.[268]
ـ3430 ـ2ـ وعن عقبة بن عامر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ رَأى عَوْرَةً فَستَرَهَا كَانَ كَمَنْ أحْيَا مَوْءُودَةً[. أخرجه أبو داود .
2. (3430)- Ukbe İbnu Âmir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim bir ayıp görür ve onu örterse, diri diri gömülmüş bir kızı ihya etmiş gibi olur.”[269]
ـ3431 ـ3ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسولُ اللّه #: َ يَسْتُرَ عَبْدٌ عَبْداً في الدُنْيَا إَّ سَتَرَهُ اللّهُ تَعَالىَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه مسلم .
3. (3431)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir kul dünyada bir kulu örterse, Allah Kıyamet günü onu mutlaka örter.”[270]
ـ3432 ـ4ـ وعن زيد بن وهب قال: ]أتى ابنَ مَسْعُودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه فَقِيلَ لَهُ: هذَا فَُنٌ تَقْطُرُ لِحْيَتُهُ خَمْراً. فقَالَ عَبْدُاللّهِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: إنَّا قَدْ نُهِيْنَا عَنِ التَّجَسُّس وَلَكِنْ إنْ يَظْهَرْ لَنَا شَىْءٌ نَأخُذْ بِهِ[. أخرجه أبو داود .
4. (3432)- Zeyd İbnu Vehb anlatıyor: “İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh)´a (bir adam) getirilip: “Şu herif falancadır, sakalından şarap damlıyor” denildi. Abdullah (radıyallâhu anh):
“Ben tecessüsten men edildim. Lâkin bize bir şey zâhir olursa onu ele alırız!” cevabını verdi.”[271]
AÇIKLAMA:
Bu hadisler müslümanda görülecek çirkin bir hal, bir davranış olursa onun gizlenmesi, neşredilmemesi gereğini takrir etmektedir. Âlimler: “Bu fiil yapılmış, bitmiş bir günah bile olsa örtülmelidir, yeter ki fâili onu gizli yapmış bulunsun” demiştir.Tâbiî ki bu açıklama, fıskını alenî yapan fâsığın örtülmesinin gerekmeyeceğini ifade eder. Âlimler bu ma´nâyı: “Fâsık-ı mütecâhiri gıybet günah değildir” diye bir başka tarzda hükme bağlamışlardır.
İslâmî âdâb, alenî işlenmeyen günahların peşine düşülmesini yasaklamıştır. İctihadla değil, nassla mâsiyet olduğu sabit olan bir günah alenî işlenecek olursadevlet yetkililerinin müdâhale hakkı doğar. Hâdisenin alenîyet kazanması iki şâhiddir. Zina suçunda dört erkek şâhid şart koşulmuştur. İslam, günümüzde olduğu gibi, hususî ve görünmez tedbirlerle, gizli istihbarat teşkilatlarıyla ayıpların araştırılmasına, mâsiyet olduğu nassla kesinlikle sabit olmayan -bir başka deyişle ferdî ictihadla masiyet olduğuna hükmedilen hususlarda- insanlara devlet görevlisinin bile müdahale etmesine müsaade etmez. Bu çeşit müdâhalelerin insanları ifsâd edeceği kabul edilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Eğer sen insanların kusurlarını araştıracak olursan onları ifsad edersin -veya- ifsâd noktasına getirirsin” buyurmuştur.
Bir başka hadiste Aleyhissalâtu vesselâm: “Eğer emîr (devlet reisi) insanlar arasındaki şüpheli şeylerin peşine düşecek olursa onları ifsâd eder” buyurmuştur.
Bilhassa günümüzde diktatörlüğün artıp, insanların inançlarına varıncaya kadar, -Ben size müsaade etmeden inanır mısınız …. ellerinizi ayaklarınızı çaprazlama keseyim de görün!” (A´râf 123) diyen Firavunvâri- devlet müdahaleciliğinin arttığı bir devrede, yüce dinimizin bu prensibinin daha iyi anlaşılması için 3430 numarada özet olarak kaydedilen Ukbe İbnu Âmir hadisini aynen kaydediyoruz. İbretle okunmalıdır:
Ukbe´nin kâtibi Duceyn[272] anlatıyor: “Ukbe´ye:
“Benim bazı komşularım var, şarap içiyorlar, onları polise haber vermek istiyorum, gelip götürsünler” dedim. Kabul etmeyip:
“Bunu yapma, ancak onlara va´z u nasihat et ve (ihbar ederim diye) tehdid et!”dedi. Ben öyle yaptım ama yine de vazgeçmediler. Tekrar Ukbe (radıyallâhu anh)´a geldim ve: “Ben (dediğiniz gibi) onları şaraptan nehyettim ama dinlemediler, içmeye devam ediyorlar. Artık polis çağıracağım, gelip yakalasınlar!” dedim. Ukbe yine razı olmadı ve:
“Yazık sana, bu yapılır mı Zira ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim: “Kim bir mü´minin kusurunu örterse, kabre diri gömülmüş kızcağıza hayat vermiş gibi olur” cevabını verdi.”[273]
ONYEDİNCİ FASIL
KADINA BAKMA HAKKINDA
ـ3433 ـ1ـ عن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رَسولُ اللّهِ: أَ َ يَخْلُوَنَّ رَجُلٌ بِامْرَأةٍ إَّ مَعَ ذِي مَحْرَمٍ[. أخرجه الشيخان .
1. (3433)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Sakın bir erkek, yanında mahremi olmadıkça yabancı bir kadınla yalnız kalmasın.”[274]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, nikâh düşecek durumda olan bir kadınla halveti yani başbaşa yalnız kalmayı yasaklamaktadır. Böylece hadis kadın-erkek münasebetlerinde İslâm´ın mühim bir esasını vaz´etmiş olmaktadır. Bu bâbta bir çok hadis vârid olmuştur. Birkaçını kaydediyoruz: “Beraberinde kocası olmayan kadınların yanına girmeyin, zirâ şeytan, insanoğluna (damarlardaki) kan gibi nüfuz eder.” “Bir erkek, beraberinde kocası olmayan kadının yanına kendisiyle birlikte bir veya iki kişi olmaksızın girmesin”;
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular: “Kadınların yanına girmekten kaçının.” Bir adam: “kocasının (kardeş, amca, amca oğlu gibi) yakınları da mı ” diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: “Yakını ölümdür” buyurdu.”[275] “(Yabancı) bir kadınla yalnız kalmayın, çünkü onların üçüncüsü şeytandır.”
2- Kadının Mahremi: Nikâhı ebediyen kendisine haram olan kimselerdir.
3- Bu hadislerde erkeğin, kadının yanına girmesi sarih olarak yasaklanmıştır, aynı yasak kadının erkeğin yanına girmesine de şâmildir. Ayrıca girme yasağı, kadınla yalnız kalma yasağını da içine alır. Bazı âlimler hamv´ı dilimizdeki kaynata yani kocanın babası veya kızın babası diye tarîf ederler. Günümüzde kelime bu ma´nâda kullanılır. Ancak Nevevî, hadiste, yukarıda açıkladığımız gibi kocanın yakını ma´nâsında kullanıldığını belirtir; ancak kocanın babaları ile oğullarını bundan hariç tutar. “Çünkü, der, onlar kadının mahremleridir (nikâh düşmez), bu sebeple kadının yanına onların girmesi câizdir. Öyleyse hadisteki hamv´dan murad, kadın bekar olsaydı evlenmesi helâl olan kocanın kardeşi, kardeşinin oğlu, amcası, amcasının oğlu, kız kardeşinin oğlu ve benzerleridir. Cemiyetin adeti bu sayılanlar hususunda tesâhüle dayanır, yani gevşeklik gösterilir, erkeğin erkek kardeşi, kardeşinin hanımıyla yalnız kalır. İşte Resûlullah bunu ölüme benzetmiştir. Yani bu, yasaklamada ecnebiden evladır.”
Kadının kocasının yakınlarıyla yalnız kalmasını Efendimizin ölüme benzetmesindeki gaye farklı şekillerde açıklanmıştır:
* “Yakınla halvet, mâsiyet vâki olduğu takdirde dinin helâkine veya masiyet olur da recm gerekirse gerçekten ölüme sebep olur, yahut da kocası kıskançlığın sevkiyle boşaması halinde vukua gelen ayrılıkla kadının helâkine sebep olur. Kurtubî´nin yer verdiği bu açıklamaya Taberî bir başka ufuk getirir:
* “Kişinin, kardeşinin veya yeğeninin zevcesiyle halveti ölüm makamındadır. Araplar hoş olmayan şeyi ölüme teşbih ederler.”
* İbnu´l-Arabî de der ki: “Bu, yani ölüm, Arapların misâl olarak zikrettikleri bir kelimedir, nitekim “arslan ölümdür” derler, yani “arslana yaklaşmada ölüm var” demektir. Bu durumda hadisin ma´nâsı şöyle olur. “Kadın, kocasının yakınıyla halvetten sakınsın, tıpkı ölümden sakındığı gibi.”
* Bazı alimler şu ma´nânın da muhtemel olduğunu söylmişlerdir: “Kadın bir erkekle yalnız kaldı mı âfet kaynağı olur, kadına karşı hiç kimseden emin olunamaz. Öyleyse kadının yakını ölüm olsun, yani kadınla ölümden başka hiç kimsenin halvet yapması caiz değildir. Nitekim, kabir için “Kadının ne iyi sıhrıdır” denmiştir Bu, kemal mertebesindeki kıskançlık ve hamiyetin gereğidir.”
* Ebû Ubeyd: “Yakın, ölümdür” hadisinin ma´nâsı: “Yakın, ölsün fakat kadınla halvet yapmasın” demektir.” der. Nevevî buna itiraz ederek der ki: “Bu fasid bir sözdür. Hadisten murad “kocanın yakını ile halvet bir başkası ile halvetten daha fazladır. Bu sebeple bundan hâsıl olan şer, yabancıdan hâsıl olan şerden fazladır. Yakının, bir yabancıya nisbetle herhangi bir yadırganmaya uğramadan kadınla teması ve halvet etmesi daha çok imkân dahilinde olduğu için fitne, yakınla daha çok imkân dahilindedir.”
* Kadı İyâz da şunu söylemiştir: “Hadisin ma´nâsı şudur: “Yakınlarla halvet dinde fitne ve helâke sebep olur. Bu sebeple Resûlullah onu, ölüm helâkine benzetti ve hadisi tağlîz (sertlik gösterme) makamında irad etti.
* Kurtubî der ki: “Hadisin ma´nâsı şudur: “Kocanın yakınlarının, kocanın karısının yanına girmesi kötülük ve fesadda ölüme benzer, yani bu, açık bilinen bir haramdır. Halkın bu husustaki gevşekliği sebebiyle Resûlullah, ondan zecretmede mübalâğaya başvurarak ölüme benzetti.”
* Son olarak “Yakın, ölümdür” ibaresini, bazı âlimlerin: “Yani, bu kaçınılmaz bir hal; yakın, zevceden sakındırılamaz, tıpkı ölümden kaçınılmayacağı gibi” şeklinde anlamak da ihtimallerden biridir” dediğini kaydetmek isteriz.[276]
ـ3434 ـ2ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ امْرَأةً كَانَ في عَقْلِهَا شَىْءٌ. فقَالَتْ: يَا رسُولَ اللّهِ، لِي إلَيْكَ حَاجَةٌ. قالَ: يَا أُمَّ فَُنٍ انْظُرِي إلى أيِّ السِّكَكِ شِئْتِ حَتّى أقْضِيَ لَكِ حَاجَتَكِ فَخََ مَعَهَا في بَعْضِ الطُّرُقِ حَتّى فَرَغَتْ مِنْ حَاجَتِهَا[. أخرجه مسلم وأبو داود .
2. (3434)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Aklında bir şeyler olan bir kadın vardı. Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a:
“Ey Allah´ın Resulü! Benim sana bir ihtiyacım var!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Ey ümmü fülan, yollardan hangisini dilersen bak da ihtiyacını göreyim” dedi. Kadınla birlikte bir sokağa gitti, kadın da ihtiyacını arzetti.”[277]
AÇIKLAMA:
1- Şârihler, Hz. Peygamber´e fetva soran bu kadının, Hz. Hatice´nin bir tarayıcısı Ümmü Züfer olduğunu belirtir. Kadın, meselesini kimsenin işitmesini istemediği için hususi şekilde arzetmek istiyordu. Bu sebeple tenha bir yer arıyordu. Resûlullah ona, istediği yere kadar gidebileceklerini söyledi. Rivayetin Ebû Dâvud´daki vechi daha teferruatlı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadına: “Sokakların hangisini istersen oraya oturup (seni dinleyecek ve) ihtiyacını göreceğim” der. Rivayet şöyle devam eder: “Resûlullah ve kadın oturdular ve onun meselesi halloluncaya kadar orada kaldılar.”
Hadisin bir benzeri Buhârî´de Enes´ten gelmiştir. Şöyle der: “Ensardan bir kadın, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a geldi. Resûlullah onunla (yolların birinde) başbaşa kaldı. Şöyle söylediğini işittim: “Allah´a yemin olsun, siz (kadınlar) bana insanların en mahbub olanlarısınız.” Burada, Hz. Enes´in “Başbaşa kaldı.” فَخََ بِهَا sözüyle, “gözden tamamen kayboldular” demek istemediği, hazır bulunanların, kadının şikayetlerini ve aralarında geçecek konuşmaları işitmeyecek kadar bir uzaklaşmayı kastettikleri belirtilmiştir. Hatta Mühelleb: “…nitekim Enes, bu konuşmada söylenen son cümleyi işitmiş ve rivayet etmiştir” diye yorumuna delil getirir, ilaveten de şunu söyler: “Enes, onların konuşmalarını nakletmemiştir, çünkü işitmemiştir.” Burada şunu ilave edebiliriz: “Resûlullah bu görüşmeyi niye hücrelerinin birinde yapmadı da sokakta yaptı diye bir soru hatıra gelebilir. Hücrelerinde yapması haram olan halvet olurdu. Sokak da olunca, kadının aradığı hususiyet tahakkuk etmekte ve fakat haram olan halvet vukua gelmemektedir. Bir kere daha tekrar edelim: Resûlullah kadın-erkek münasebetlerinde şeriatın zevâhirine aynen müraat etmiş, peygamberlik hususiyetini mevzubahis etmemiştir.
2- Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın geniş bir hilm ve hudutsuz bir tevazuya sahip olduğunu, büyükküçük herkesin ihtiyaçlarını görmede fevkalâde sabırlı olduğunu göstermektedir. Ayrıca fitneden emin olunduğu takdirde yabancı kadınla sırrî olarak bilgi alışverişinde bulunmanın caiz olacağı, kişinin diyanetini yaralamayacağı anlaşılmaktadır. Ancak,bu hususta Hz. Âişe´nin dediği gibi وَاَيُّكُمْ يَمْلِكُ اِرْبَهُ كَمَا كَانَ # يَمْلِكُ اِرْبَهُ “Bu meselelerde herkes Resûlullah gibi olabilir mi “[278]
ـ3435 ـ3ـ وعن جرير رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَألْتُ النّبيَّ # عَنْ نَظَرِ الفُجْأَةِ. فقَالَ اصْرِفْ بَصَرَكَ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذي .
3. (3435)- Hz. Cerîr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a âni bakıştan sordum. Bana:
“Nazarını hemen çevir!” buyurdu.”[279]
AÇIKLAMA:
1- Burada mevzubahis olan âni bakış, kasıdsız ve gayr-i irâdî olarak bir kadının görülüvermesidir. Resûlullah, herhangi bir yerde, ihtiyarsız olarak nazarımıza ânîden çarpan bir kadına irâdî olarak bakmaya devam etmeyi yasaklamakta nazarlarımızı derhal çekmeyi emretmektedir. Müteakip hadiste daha sarih olarak görüleceği üzere, böyle, göze birden ilişen kadına ihtiyarsız ilk bakmanın herhangi bir günahı yoktur. Ancak irâdî olarak bakmaya devam edilirse bu bakış haram hududuna girer ve günah işlenmiş olur. Esasen zinâya giden yolun ilk basamağında bakmak yer aldığı için, zina fazîhasının önlenmesinde mühim ön tedbirlerden biri, göze hakim olmak, harama bakmamaktır. İslâm âlimleri nazarın kalbi bozan en mühim âmillerden biri olduğunu kabul eder. Hatta Seleften bazıları “Nazar kalbe düşen zehirli bir oktur” demiştir. Rabbimiz Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri zina ile nazar arasındaki bu sıkı irtibat sebebiyle ferclere sahip olmayı emrettiği aynı âyette gözleri kısmayı da emretmiştir: “Mü´ min erkeklere söyle, gözlerini kıssınlar ve ferclerine (cinsiyet organlarına hâkim olup, zinâdan) muhafaza etsinler. Bu, onlar için (kalbin temizliğinde, dinin lekesiz kalmasında) en temiz yoldur” (Nur 30). İbnu Kesir: “Fercin muhafazası bazan onunzinadan uzak tutulmasıyla, bazan da nazarı haramdan korumakla olur” der. Bir Buhârî hadisinde Resûlullah, “göz zinası”ndan bahseder ve bunun, bakmak olduğu belirtir.
Ulemâdan bir kısmı, bu hadisi esas alarak: “Kadının yolda giderken yüzünü örtmesi farz değildir” hükmünü vermiştir. Ancak erkeklerin irâdî olarak yabancı kadına bir-iki zaruret hali dışında bakması haramdır.
Şeriat-ı garrâmızın tecviz ettiği haller şâhidlik, tedavi ve evlenmektir. Bunlar da hacet miktarı olmalıdır. Samimi bir niyetle evlenmeye karar veren erkek, evlenmek istediği kızın yüzüne bakabilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu tavsiye buyurmuştur.
İslâm sadece kadına değil, emred olan yani henüz sakalı çıkmamış (parlak) erkek delikanlılara da bakmayı yasaklamıştır.
Resûlullah der ki: “Kıyamet günü bütün gözler ağlayacaktır, ancak şunlar müstesna:
* Allah´ın haramlarına bakmayan gözler.
* Allah yolunda seher vakti uyanık olan gözler.
* Allah korkusuyla sinek başı (gibi yaşlar) döken gözler.”
Az önce kaydedilen âyetin devamında Rabbimiz kadınlara da ayrıca hitab edip, onlara da gözlerini kısmalarını emreder: “Mü´min kadınlara söyle, onlar da gözlerini kıssınlar ve ferclerini muhafaza etsinler…”
Bu âyetten, âlimlerden bir kısmı kadınların yabancı erkeklere, şehvetle veya şehvetsiz olarak bakmalarının câiz olmadığı hükmünü çıkarmışlardır. Bu hükmü te´yid eden ve 3440 numarada gelecek olan bir rivayette, “Ümmü Seleme ile Meymûne vâlidelerimiz Aleyhissalâtu vesselâmla otururken yanlarına İbnu Ümmi Mektum gelir. Aleyhissalâtu vesselâm zevcelerine örtünmelerini emreder. Gelenin âmâ olduğu, kendilerini göremeyeceği hatırlatılınca, Aleyhissalâtu vesselâm: “Sizler de mi körsünüz, onu görmüyor musunuz ” buyurur.
Bazı âlimler, kadınların şehvetle olmadığı takdirde erkeklere bakmasının haram olmadığını söylemiştir. Nitekim, Resûlullah, Hz. Âişe´ye bayram günü oynayan Habeşlileri seyretmesine müsaade etmiştir. Nevevî, bu hadisi: “O sırada Hz. Âişe henüz büluğa ermemişti ve mükellef değildi. Veya örtünme emri henüz gelmemişti” diye te´vil eder. İbnu Hacer bu te´vile katılmaz ve hadisin bazı vecihlerinde, hâdisenin Habeşistan heyetinin gelmesinden sonra olduğunun belirtildiğini, bu heyetin de yedinci hicrî yılında geldiğini, o sene Hz. Âişe´nin onaltı yaşında olması gerektiğini söyler. Kadınların dizkapağı ile göbek arası dışında erkeklere bakabileceğini söyleyenler, bir de Fâtıma Bintu Kays hadisini delil getirirler. Buhârî ve Müslim´de gelen hadise göre, Resûlullah, kocasından boşanan Fatıma´ya, iddetini İbnu Ümmi Mektum´un evinde geçirmesini söyler ve: “O, âmâ bir kimsedir, onun yanında elbiseni çıkarabilirsin” der. Mukabil görüşte olanlar: “Bu, gözü kısmakla da olabilir, aynı evde olmak mutlaka bakmayı gerektirmez” diye cevap vermişlerdir. Ebû Dâvud 3440´da gelecek Ümmü Seleme hadisinin Resûlullah´ın zevcelerine mahsus, Fatıma Bintu Kays hadisinin ise bütün mü´min kadınlara mahsus olduğunu söyleyerek iki zıd rivayeti te´lif eder. İbnu Hacer bu telifi takdir eder ve bazı başkalarının da takdir edip beğendiklerini belirttikten sonra kendisi de şöyle bir teklif getirir: “İbnu Ümmi Mektum´a karşı örtünme emri, onun âmâ olması sebebiyle, vukuunu farkedemeyeceği herhangi bir yerinin açılma ihtimaline binâendir. Öyleyse, bakma yasağı mutlak şekilde dâimî olmaz.” Ayrıca der ki: “Bu hususu, kadınların mescidlere, çarşılara, seferlere, yüzleri örtülü olarak çıkmalarına verilen cevaz da teyid eder. Onların örtünmeleri erkeklerin onları görmemeleri içindir. Ama, kadınların görmemesi için de erkeklere örtünmeleri emredilmez. Bu durum, iki cins arasındaki hükmün farklılığına delildir. Gazâlî de bu şekilde ihticac etmiştir. Suyûtî´nin görüşü de böyledir.”[280]
ـ3436 ـ4ـ وعن بريدة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ # لِعَلِيٍّ: يَا عَلِيُّ َ تُتْبِعِ النَّظْرَةَ النَّظْرَةَ، فَإنَّ لَكَ ا‘ُولَى، وَلَيْسَتْ لَكَ الثَّانِيَةُ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
4. (3436)- Hz. Büreyde (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Ali (radıyallâhu anh)´a buyurdular ki:
“Ey Ali, bakışına bakış ekleme. Zira ilk bakış sanadır, ama ikinci bakış aleyhinedir.”[281]
ـ3437 ـ5ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أتى رَسولُ اللّهِ # فَاطِمَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها بِعَبْدٍ قَدْ وَهَبَهُ لَهَا وَعَلَيْهَا ثَوْبٌ إذَا قَنَّعَتْ بِهِ رَأْسَهَا لَمْ يَبْلُغْ رِجْلَيْهَا، وَإنْ غَطَّتْ بِهِ رِجْلَيْهَا لَمْ يَبْلُغْ رَأسَهَا. فَلَمّا رَأى النَّبىُّ # مَا تَلْقَاهُ مِنَ التَّحَفُّظِ قالَ: لَيْسَ عَلَيْكِ بَأسٌ إنَّمَا هُوَ أبُوكِ وَغَُمُكِ[. أخرجه أبو داود .
5. (3437)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fâtıma (radıyallâhu anhâ)´ya, bir köle getirdi. Bunu ona hibe etmişti. Hz. Fâtıma´nın üzerinde (çok uzun olmayan) bir elbise vardı, elbiseyi başına çekecek olsa öbür ucu ayaklarına ulaşmıyordu. Elbisesiyle ayaklarını örtecek olsa üst ucu başına yetişmiyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), örtünme hususunda mâruz kaldığı sıkıntıyı görünce:
“Bu kıyafette olmanın sana bir mahzuru yok, zira, karşındakiler baban ve kölendir.” buyurdu.”[282]
AÇIKLAMA:
Hadis bâzı âlimlerce, kölenin kadın efendisine bakabileceğine delil kılınmıştır. Köle, kadının mahremlerinden sayılır. Halvet halinde bulunabilir, beraber yolculuk yapabilirler. Mahrem olan kimseye bakması helâl olan yerlerine bakmak, köleye de helâldir. Hz. Âişe, Saîd İbnu Müseyyeb, iki görüşünden birinde Şâfiî ve Ashabı ve Seleften ekseriyetin görüşü böyledir.
Ancak cumhur, köleyi de ecnebi gibi kabul etmiştir. “Çünkü derler, azad edildikten sonra kadın efendisine nikâhı helâldir.”
Bazı âlimler bu hadiste gelen gulâm kelimesinin hem “köle” hem de “oğlan” ma´nâsına gelmesini esas alarak, hadiste geçen kölenin henüz çocuk olduğuna hükmederler.[283]
ـ3438 ـ6ـ وعن أم سلمة رَضِيَ اللّهُ عَنْها: ]أنَّ النبيَّ # كَانَ عِنْدَهَا وَفي الْبَيْتِ مُخَنَّثٌ. فقَالَ لِعَبْدِ اللّهِ بنِ أبِى أُمَيَّةَ أخِي أُمِّ سَلَمَةَ: يَا عَبْدَ اللّهِ إنْ فَتَحَ اللّهُ لَكُمْ غَداً الطَّائِفَ فإنِّى أدُلُّكَ عَلى ابْنةِ غَيَْنَ فَإنَّا تُقْبِلُ بِأرْبَعٍ وَتُدْبِرُ بِثَمانٍ. فقَالَ #: َ يَدْخُلَنَّ هؤَُءِ عَلَيْكُمْ. يَعْنِى المَخَنَّثِينَ فَحَجَبُوهُ. قالَ ابنُ جُرَيجٍ: المُخَنَّثُ هِيْتٌ[. أخرجه الثثة وأبو داود.قوله: »تُقْبلُ بِأرْبَعٍ« أي بأربع عكن.»وَتُدْبِرُ بِثَمانٍ« أراد أطراف العكن ا‘ربع من الجانبين .
6. (3438)- Ümmü Seleme (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanımda idi. Evde bir muhannes vardı. Bu muhannes, Ümmü Seleme´nin kardeşi Abdullah İbnu Ebî Ümeyye´ye: “Ey Abdullah, şayet yarın Allah Tâif´in fethini müyesser kılarsa, ben sana Gaylân´ın kızını göstereceğim. Çünkü o, gelirken dört, giderken sekizdir” der. Bu söz üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
“Böyleleri bir daha yanınıza girmesin” buyurdu. Bu sözüyle muhannesleri kasdetmişti. Bundan sonra onu, (evlerine girmekten) men ettiler.”[284]
AÇIKLAMA:
1- Muhannes kadınlaşmış erkek demektir. Ahlâkında, davranışlarında, konuşma tarzında ve bütün davranışlarında kadına benzeyen kimsedir. Bu hal, bazan yaratılıştandır. Böyleleri levmdilmezler; ancak kendilerini buna zorlayan ferdlere de rastlanır. İşte bu mezmumdur ve müdâhale edilmesi gerekir. Sesi ve bazı halleriyle yaratılıştan kadına benzeyenlere hünsâ denir. Zikri geçen zâtı Resûlullah´ın hünsâ bilmesi, ilk gördüğünde yasaklamayışının sebebini izah eder. Bâzı rivayetler, herkesçe onun cimaya ihtiyaç duymayan biri olduğunun bilindiğini belirtir.
Peygamberimiz Medine´den bazı muhannesleri sürmüştür. Ebû Dâvud´da, ellerini ve ayaklarını kınalayan bir muhannesin Medine´den iki gece uzaklıktaki Nakî tam mevkiye sürüldüğü belirtilir. Öldürülmesini teklif edenlere Resulullah, “Ben musallî olanları öldürmekten nehyolundum” cevabını verir. Bu sürülen kimsenin Hit adını taşıdığı belirtilir. Hind diyen de olmuştur başka isimler de var. Sürüldüğü yerin adı da farklıdır. Bundan, birden fazla kimsenin sürüldüğü hükmüne varılabilir. Nitekim Âmirî, bunların dört aded olduğunu kaydeder.
2- Gelirken dört, giderken sekiz sözüyle kadının önden bakınca karnında dört boğum göründüğünü, arkadan bakınca bu boğumların sağlı sollu iki taraftan da görünmesi sebebiyle sekiz görüneceğini ifade eder. İbnu Hacer, bu tasvirin kadının şişman olduğunu ifade ettiğini, o devirde umumiyetle erkeklerin şişman kadınlara rağbet ettiklerini belirtir.
3- Resûlullah bir çok hadislerinde erkeklerin kadınlara, kadınların da erkeklere benzemesini yasaklamıştır. Bir hadisleri şöyle: “Allah´ın yaratışından nefret ederek kadınlara benzeyenlere Allah´ın öfkesi şiddetlidir.” Bir başka hadis de şöyledir: “Kadınlardan kendisini erkeklere benzetenlerle, erkeklerden kendilerini kadınları benzetenlere Allah lanet etsin.”
4- Resûlullah´ın Hît´i sürgün edişinde başlıca üç sebep gösterilmiştir.
* Kadınlara ihtiyaç duyan biri olduğu halde bunu gizleyerek, kendinin herkesçe kadınlara ihtiyacı olmayan biri bilinmesine sebep olması.
* Kadınların güzelliklerini ve avret yerlerini erkeklere alenî şekilde anlatmasıdır. Bu, dinimizin yasakladığı bir edebsizliktir. Kadının erkeğini, erkeğin hanımını tasvir etmesi memnudur. Bir rivayette Hît, vasfettiği kız hakkında daha müstehcen tabirler kullanmıştır: “Ağzı papatya çiçeği gibi, oturduğu zaman iki olur, konuşursa renk saçar gibi…”
* Kadınların en mahrem yerlerine muttalî olmuştur, bunları başka kadınlar bile kolay kolay öğrenmez. İşte bu sebeplerle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu sürmüştür.
Sadedinde olduğumuz hadisin şerhinde başka teferruatlar da var, bu kadarını yeterli görüyoruz.[285]
ـ3439 ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]لَعَنَ رسولُ اللّهِ # المُخَنَّثِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالمُتَرَجَِّتِ مِنَ النِّسَاءِ. وقَالَ: أخْرِجُوهُمْ مِنْ بُيُوتِكُمْ[. أخرجه البخاري، وأبو داود والترمذي .
7. (3439)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) erkeklerden kadınlaşanlara, kadınlardan da erkekleşenlere lânet etti ve: “Onları evlerinizden çıkarın!” şeklinde ferman buyurdu.”[286]
ـ3440 ـ8ـ وعن أم سلمة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كُنْتُ عِنْدَ النَّبيِّ # وَعِنْدَهُ مَيْمُونَةُ بِنْتُ الحَارِثِ رَضِيَ اللّهُ عَنْها. فأقْبَلَ ابنُ أُمِّ مَكْتُومٍ وَذلِكَ بَعْدَ أنْ أُمِرْنَا بِالحِجَابِ؛ فَدَخَلَ عَلَيْنَا. فقَالَ #: اِحْتَجِبَا مِنْهُ. فَقُلْنَا يَا رسولَ اللّهِ، ألَيْسَ هُوَ أعْمَى َ يَبْصُرُنَا؟ فقَالَ: أفَعَمْيَاوَانِ أنْتُمَا؟ ألَسْتُمَا تُبْصِرَانِهِ[. أخرجه أبو داود والترمذي وصححه .
8. (3440)- Ümmü Seleme (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanında idim. Yanında Meymûne Bintu´l-Hâris (radıyallâhu anhâ) da vardı. (Bu esnada) İbnu Ümmi Mektum bize doğru geliyordu. -Bu vak´a, tesettürle emredilmemizden sonra idi- ve yanımıza girdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize:
“Ona karşı örtünün!” emretti. Biz:
“Ey Allah´ın resulü! O, âmâ ve bizi görmeyen (ve varlığımızı tanımayan) bir kimse değil mi ” dedik. Bunun üzerine:
“Siz de mi körlersiniz, siz onu görmüyor musunuz ” buyurdu.”[287]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, önce de temas ettiğimiz gibi, kadının erkeğe, erkeğin kadına bakmasına haram diye hükmedenlerin delilidir. Bu meselede aksi görüş de vardır. Nevevî: “Esahh olan, her ikisinin de nazarlarının haram olmasıdır” der. Nevevî, kadınlara gözlerini kısmalarını emreden âyeti (Nur 30) de kaydettikten sonra şunu söyler: “Çünkü kadın insanlığın iki cinsinden biridir. Onlara, erkeklere kıyasen diğer cinse (erkeklere) bakmak haram edilmiştir. Burada bakma yasağı fitne korkusu sebebiyledir. Bu, kadınlar hakkında daha açıktır, çünkü onlar şehvetçe daha şiddetli, akılca daha kıttırlar; dolayısıyla onlara fitne erkeklerden daha çabuk ulaşır.”
Bu mevzu üzerine geniş açıklamayı 3435 numaralı hadiste kaydettik.[288]
ـ3441 ـ9ـ وعن أبي أسيْدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ # وَهُوَ خَارِجٌ مِنَ المَسْجِدِ، وَقَدْ اخْتَلَطَ الرِّجَالُ مَعَ النِّسَاءِ في الطَّرِيقِ. فقَالَ: اسْتَأخِرْنَ فَلَيْسَ لَكنَّ أنْ تَحْقُقْنَ الطَّرِيقَ. عَلَيْكُنَّ بِحَافَاتِ الطَّرِيقِ. فَكَانَتِ المَرْأةُ تُلْصِقُ بِالجِدَارِ حَتّى إنَّ ثَوْبَهَا لَيَتَعلَّقُ بِالجِدَارِ مِنْ لُصُوقِهَا بِهِ[. أخرجه أبو داود.»تحقُقْنَ الطَّرِيقَ« أيْ تَرْكبْنَ حُقّهَا، وَهُوَ وَسَطُهَا .
9. (3441)- Ebû Üseyd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mescidden çıkıyordu. Yolda kadınlarla erkeklerin karışmış vaziyette olduklarını görünce, kadınlara:
“Sizler geride kalın. Yolun ortasından gitmeyin, kenarlarından gidin!” diye ferman buyurdu. Bundan sonra, kadınlar nerdeyse duvara değecek şekilde kenardan yürürdü. Bazan bu değmeler sebebiyle, elbisenin duvara takıldığı olurdu.”[289]
ـ3442 ـ10ـ وعن ابنِ عُمَر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]نَهَى رَسُولُ اللّهِ # أنْ يَمْشِي الرَّجُلُ بَيْنَ المَرأتَيْنِ[. أخرجه أبو داود .
10. (3442)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), erkeğin iki kadın arasında yürümesini yasakladı.”[290]
AÇIKLAMA
Erkeğin iki kadın arasında yürümesi hayaya, mürüvvete ve vekâra aykırı bulunmuştur. Yasağın sebebi budur. Ancak hadis umumiyetle zayıf addolunmuştur.[291]
ـ3443 ـ11ـ وعن ابن مسعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسولُ اللّهِ #: المَرأةُ عَوْرَةٌ فَإذَا خَرَجَتْ اسْتَشْرَفَهَا الشَّيْطَانُ[. أخرجه الترمذي .
11. (3443)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kadın avrettir, dışarı çıktı mı şeytan ona muttalî olur.”[292]
AÇIKLAMA:
1- Avret, ortaya çıktığı, görüldüğü takdirde utanılan her şeydir. Kadının avret olarak ifâdesi, kadından da haya duyulduğu içindir. Bu hadis “kadın, avret (utanılacak şey) sahibi olduğu için böyle denmiştir” şeklinde de açıklanmıştır.
2- Şeytanın kadına istişrâfı (ıttılâı) farklı şekillerde yorumlanmıştır:
* Kadını erkekler nazarında tezyin eder.
* Şeytan kadına onu iğva etmek ve onunla başkalarını da iğva etmek için bakar.
İstişrâf lügat olarak bir şeye bakmak üzere gözünü kaldırmak ve daha iyi görmek için elini kaşı üzerinde açıp gölgelemektir.
Bu durumda hadis, kadının lüzumsuz yere sokağa çıkmasının hoş olmadığını takrir buyurmaktadır. Âlimler hadisten: “Kadın çıkınca, şeytan başkasıyla onu şaşırtmak, onunla da başkasını şaşırtmak, böylece her ikisini veya ikisinden birini fitneye atmak için dikkatini onun üzerine toplar” ma´nâsını çıkarmışlardır.
Buradaki şeytandan Resûlullah, cinnî şeytanı kasdettiği gibi fâsıklardan insî şeytanı da kastetmiş olabilir. Zira Nâs suresinde şeytanın insî ve cinnî olabileceği ifâde edilmiştir.[293]
ـ3444 ـ12ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رَسولُ اللّهِ # مَعَ إحْدَى نِسَائِهِ فَمَرَّ بِهِ رَجُلٌ فَدَعَاهُ وَقالَ: هذِهِ زَوْجَتِي. فقَالَ يَا رسولَ اللّهِ: مَنْ كُنْتُ أظُنُّ بِهِ فَلَمْ أكُنْ أظُنُّ بِكَ. فقَالَ: إنَّ الشَّيْطَانَ يَجْرِي مِن ابنِ آدَمَ مَجْرَى الدَّمِ[. أخرجه مسلم .
12. (3444)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadınlarından biriyle beraber idi. Yanından bir adam geçti. Aleyhissalâtu vesselâm adamı çağırarak:
“Bu benim zevcemdir!” dedi. Adam:
“Ey Alah´ın Resulü! Ben herkesten şüphe etsem de sizden şüphe etmem!” deyince, Aleyhissalâtu vesselâm:
“Şeytan insana kanın nüfuz ettiği gibi nüfuz eder!” buyurdular.”[294]
AÇIKLAMA:
Bu hâdise, birinci ciltte kaydedilen 103 numaralı hadise benzemektedir. Muhaddisler her iki rivayetin de aynı hâdiseye ait olabileceği gibi, iki ayrı hâdiseye de ait olabileceğini söylemiştir. Şu kadar var ki, öbür rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) i´tikafta iken, gece vakti ziyaretine gelen Safiyye´yi uğurlamak üzere mescidin kapısına geldiği sırada iki kişi geçer. Resûlullah onları “Ağır olun!” diye çağırır.
Her iki rivayetin aynı hadiseye ait olması hâlinde, sadedinde olduğumuz rivayet te´vil olunur: “Geçenler iki idi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) birisi ile konuştuğu için burada bir adam mevzubahis edilmiştir” denilir.
Hadisten çıkan hükümler için 103 numaralı hadisin açıklamasına bakılmalıdır.[295]
ONSEKİZİNCİ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
ـ3445 ـ1ـ عن أبي ذرٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال لِي رَسُولُ اللّهِ #: يَا أبَا ذَرّ فَقُلْتُ: لَبَّيْكَ وَسَعْدَيْكَ يَا رَسُولَ اللّهِ وَأنَا فِدَاؤُكَ[. أخرجه أبو داود .
1. (3445)- Ebû Zerr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:
“Ey Ebû Zerr!” dedi. Ben:
“Ey Allah´ın Resûlü, buyurun! Emrinizdeyim, canım sana feda olsun!” diye cevap verdim.”[296]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, bir büyüğe hürmeten “canım sana feda olsun”, “kurbanın olayım!” gibi tabirleri kullanmanın câiz olup olmadığı meselesine cevap teşkil etmekte ve câiz olduğuna delil olmaktadır. Rivayette gözükmüyor ise de, hadis böyle bir soruya cevap sadedinde söylenmiş gibi. Ebû Bekr İbnu Ebî Âsım, cevaza delâlet eden rivayetleri göz önüne alarak şu hükme varır: “Kişi bu tabiri sultanına, büyüğüne, ilim sahiplerine, kardeşlerinden sevdiklerine karşı kullanılabilir, bunda bir mahzur yoktur. Hattâ, onu büyüklemek ve muhabbet izhâr etmek maksadıyla yapınca sevab da kazanır. Bunu söylemek haram olsaydı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu söyleyeni ondan men ederdi. Bunun Resûlullah´ tan başkası için söylenmesi de câizdir, aksini bilmiyorum.”[297]
ـ3446 ـ2ـ وعن أبي سعيد الخدري رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: َ تُصَاحِبْ إَّ مُؤمِناً، وََ يَأكُلْ طَعَامَكَ إَّ تَقِيٌّ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
2. (3446)- Ebû Saîdi´l-Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Sadece mü´minle arkadaşlık et. Senin yemeğini muttakî olan yesin.”[298]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen “Sadece mü´minle arkadaşlık et!” sözü iki ma´nâya muhtemeldir:
1- Kâmil mü´minle arkadaşlık yap.
2- Kâfir ve münâfıklarla arkadaşlık yapma, çünkü onlar kişinin diyanetine zarar verir. “Mü´min”den murad bütün mü´minler sınıfıdır.
Hadisin ikinci kısmı, yemeğimizden sadece muttakî olanların yemesini irşad buyurmaktadır.
Şu halde, bu hadiste arkadaşlık, mertebelere ayrılmış olmaktadır: “Mü´minden başkası arkadaş olamaz. Yani her mü´minle konuşmak, diğer beşerî münasebetler, ziyaretler, selamlaşmalar vs. caizdir. Ama evine davet edip yemek yedirecek kadar ileri seviyeye götürülecek bir arkadaşta ittikâ aranmalıdır. Bir başka deyişle müttakî olmayan fâsık, gevşek bir mü´minle arkadaşlık, yemeğe çağırılacak kadar ilerletilmemelidir.”
Gerçekten de arkadaş vardır selamlaşılır; arkadaş vardır sokakta beraber gezilir; arkadaş vardır, çayhâneye oturulup çay içilir; arkadaş vardır, evde bile beraber oturulabilir; arkadaş vardır, zaman zaman evlerde müşterek yemek yenilir.
Bu arkadaşlık dereceleri daha da çoğaltılabilir. Dikkat edersek bu sayılan arkadaşlıkların samimiyet derecelerinin farklı olduğunu görürüz. Arkadaşımız çoktur ama pek azıyla evde yemek yeriz. Öyleyse evde birlikte yemek arkadaşlığın ileri samimiyetteki derecesini gösterir. İşte hadis, bu derece ileri samimiyet kuracağınız kimseleri muttakîlerden seçin demiş olmaktadır.[299]
ـ3447 ـ3ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّه #: المَرْءُ عَلى دىنِ خَلِيلِهِ فَلْيَنْظُرْ أحَدُكُمْ مَنْ يَخَالِلُ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
3. (3447)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kişi dostunun dini üzeredir. Öyleyse her biriniz, kiminle dostluk kuracağına dikkat etsin.”[300]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, arkadaşlığın ehemmiyetine dikkat çekmektedir. O kadar ki arkadaşlar birbirine ciddî tesirlerde bulunabilmekte, “din”le ifâde edilen îtikad, âdet, sîret, ahlâk gibi hususlarda benzemeler husûle gelmektedir.
Bu sebeple hadisin devamında, sıkı dostluk kuracağımız kimsenin ahvâlini iyice bir tedkik ve teemmülden geçirip ondan sonra dostluğa girmemiz tavsiye buyrulmaktadır. Bir başka hadiste: “Müşriklerle beraber yaşamayın, onlarla cimada bulunmayın. Kim onlarla beraber yaşar veya cimada bulunursa onlardan olur” buyrulmuştur.[301]
ـ3448 ـ4ـ وعن أبي الدرداء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: أَ أُخْبِرُكُمْ بِأفْضَلَ مِنْ دَرَجَةِ الصِّيَامِ وَالصََّةِ وَالصَّدَقَةِ؟ قالُوا: بَلى. قالَ: إصَْحُ ذَاتِ الْبَيْنِ فَإنَّ فَسَادَ ذَاتِ الْبَيْنِ هِيَ الحَالِقَةُ[. أخرجه أبو داود والترمذي وصححه .
وزاد: »َ أقُولُ تَحْلِقُ الشَّعْرَ، وَلكِنْ تَحْلِقُ الدِّينَ« .
4. (3448)- Ebû´d-Derda (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Size oruç, namaz ve sadakanın derecesinden daha üstün olan şeyi haber vermeyeyim mi ”
“Evet (Ey Allah´ın resulü, söyleyin!)” dediler.
“İnsanların arasını düzeltmektir. Çünkü insanların arasındaki bozukluk (dini) kazır.”[302]
Tirmizî´de şu ziyade gelmiştir: “Ben saçı kazır demiyorum, velâkin dini kazır (diyorum).”[303]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen zâtu´lbeynle kalplerde bulunan ülfet, muhabbet gibi, insanları kaynaştıran hasletler anlaşılmıştır. Bu durumda ıslah-ı zâtı´lbeyn bu kaynaşma vasıtalarını iyileştirme, güçlendirme ma´nâsına gelir. Ancak, aynı tabirle kalplerdeki düşmanlık, küsme, kırılma gibi hallerin de kastedilmiş olabileceği kabul edilmiştir. Bu durumda ıslah-ı zâtı´lbeyn kırgınlıkların giderilmesi, küslerin barıştırılması gibi ma´nâlara gelir. Her iki te´vil de sonuçta birleşir, çünkü muhabbet ve kaynaşmayı netice vermektedir.
2- Hadis, insanlar arasındaki kırgınlığın küçümsenmemesine dikkat çeker, bunun dini götüren ve kazıyıp atan bir hal olduğunu belirtir. Çünkü kalbte kırgınlık, kin, husûmet yerleşti mi, kişi artık aklıyla, sağ duyusuyla hareket edemez, onun birçok davranışlarında dinin yönlendirici, frenleyici rolü müessir olamaz. Bu menfi durumdan, Allah korusun her çeşit kötülükler neşet eder, bu çeşit ferdlerin hayatında ne din, ne diyanet, ne de hamiyet-i diniyye kalır. Bu hale düşen insanlar, kendine düşman bildiği kimselere galebe çalmak için kâfirin bile yardımını taleb edebilir, bu yardımı garantilemek için dininden, dinî mukaddesâtından tavizler verebilir, müşriklerle, din düşmanlarıyla işbirliği yapabilir. Şuurlu müslümanlar hadisin bu irşadına uyarak, bir taraftan keskin bir ustura gibi dinin kazınmasında müessir olacak bu durumları düzeltmeyi mühim bir vazife bilirken, diğer taraftan da insanları bu çeşit durumlara itmemenin çok mühim olduğunu anlarlar. Bu hislerin doğmasına basiretsizce zemin hazırlayanlar, kin sahibi insanların dinde merhametsizce işleyecekleri tahribatın sorumluluğuna iştirak edebilecektir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu ciddi tehlikeye çarpıcı kelimeler kullanarak dikkat çekmektedir. Tirmizî´nin bir rivayetinde, “Resûlullah´ın: “Bu kazıyıcıdır” derken, “bu saçı kazıyor” demek istemiyorum, lâkin dini kazıyor demek istiyorum” demiş olduğu belirtilir.
Şu halde, bu meş´um neticeleri önleyici ıslah ve barıştırma çalışmaları, namaz, oruç, sadaka gibi ferdî ibadetlerden çok daha üstün olacaktır. Sadedinde olduğumuz hadis bu vak´aya parmak basmıştır. Bu, fevkalâde şümullü hayırlara menşe´ olan ıslah işinin ehemmiyetini tebârüz ettiren diğer bir husus, bu yolda yalan söylemeye bile fetva verilmiş olmasıdır. Evet, İslâm nazarında en merdûd ve en meş´um bir şey ilan edilen kizb, insanlar arasını bulup barıştırmada tecviz edilmiş, mubah addedilmiştir.[304]
ـ3449 ـ5ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]خَطَبَنَا عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ بِالجَابِيَةِ فقَالَ: يَا أيُّهَا النَّاسُ إنِّي قُمْتُ فِيكُمْ كَقِيَامِ رسول اللّهِ # فِينَا. قَالَ: أُوصِيكُمْ بِأصْحَابِي ثُمَّ الَّذِينَ يَلُونَهُمْ ثُمَّ يَفْشُو الْكَذِبُ حَتّى يَحْلِفَ الرَّجُلُ وََ يُسْتَحْلَفُ، وَيَشْهَدُ الشَّاهِدُ وََ يُسْتَشْهَدُ. أَ َ يَخْلُوَنَّ رَجُلٌ بامْرَأةٍ إَّ كَانَ ثَالِثُهُمَا الشَّيْطَانَ، عَلَيْكُمْ بِالْجَمَاعَةِ، وَإيَّاكُمْ وَالْفُرْقَةَ: فَإنَّ الشَّيْطَانَ مَعَ الْوَاحِدِ وَهُوَ مِنَ اثْنَيْنِ أبْعَدُ، مَنْ أرَادَ بُحْبُوحُةَ الجَنَّةِ فَلْيَلْزَمِ الجَمَاعَةَ. مَنْ سَرَّتْهُ حَسَنَتْهُ وَسَاءَتْهُ سَيِّئَتُهُ فَذلِكُمْ المُؤْمِنُ[. أخرجه الترمذي وصححه .
5. (3449)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallâhu anh), el-Câbiye´de bize hitaben:
“Ey insanlar, dedi. Ben, (şu hutbeyi okumak üzere) aranızda kalkıyorum, tıpkı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın da bizim aramızda kalktığı gibi. (O kalkıp) şöyle demişti: “Size Ashâbımı, sonra da onların peşinden gelecekleri [sonra da bunların peşinden gelecekleri] tavsiye ediyorum. Daha sonra (gelenler arasında) yalan, öylesine yayılacak ki, kişi, kendisinden yemin taleb edilmediği halde yemin edecek, şâhidliği istenmediği halde şehâdette bulunacak. Haberiniz olsun, bir erkek bir kadınla baş başa kaldı mı onların üçüncüsü mutlaka şeytandır. Size cemaati tavsiye ederim. Ayrılıktan sakının. Zira şeytan, tek kalanla birlikte olur. İki kişiden uzak durur. Kim cennetin ortasını dilerse, cemaatten ayrılmasın. Kimi yaptığı hayır sevindirir ve kötülüğü de üzerse, işte o, mü´mindir.”[305]
ـ3450 ـ6ـ وعن أبي موسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ # إذَا مَرَّ أحَدُكُمْ في مَجْلِس أوْ سُوقٍ وَفي يَدِهِ نَبْلٌ فَلْيَأخُذْ بِنِصَالِهَا َ يَخْدِشُ بِهَا مُسْلِماً. قالَ أبو موسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه: واللّهِ مَا مُتْنَا حَتَّى سَدُدْنَاهَا بَعْضُنَا في وُجُوهِ بَعْضٍ[. أخرجه الشيخان وأبو داود. »التسديد« التصويب.
6. (3450)- Ebû Musa (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): buyurdular ki: “Sizden biri bir meclis veya bir çarşıdan geçerken elinde ok bulunduğu takdirde, okun demir kısmını tutsun, onunla bir müslümanı yaralamasın.” Ebû Musa (radıyallâhu anh) derdi ki: “Biz, vallahi, onları ölmezden önce birbirimize yönelttik.”[306]
AÇIKLAMA:
Hadis, müslümanlar hususunda, Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ne kadar müşfik ve merhametkâr olduğunu göstermektedir. Müslümanlar birbirlerini incitmekten, rahatsız etmekten, maddîmanevi yaralara sebep olmaktan son derece kaçınmalıdırlar.
Ebû Musa (radıyallâhu anh), Aleyhissalâtü vesselâm´dan sonra çıkan fitneye işaret ediyor: “Biz çarşı pazarda dolaşırken demir kısmının gafletle değmesinden hâsıl olacak rahatsızlığa bile meydan vermememiz için uyarıldığımız okları, Resûlullah´ın vefatından sonra, birbirimizi öldürmek için kullandık, zehî gaflet!” demek istiyor, hayıflanıyor.[307]
ـ3451 ـ7ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نهَى رسولُ اللّه ِ# أنْ يُتََعاطَى السَّيْفُ مَسْلُوً[. أخرجه أبو داود والترمذي.»التعاطي« ا‘خذ والعطاء، والمراد عدم شهره بين الناس .
7. (3451)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çıplak olarak kılınç teati edilmesini yasakladı.”[308]
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/64.
[2] Tirmizî, Rada´: 10, (1159); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/65.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/65-66.
[4] Tirmizî, Radâ: 10, (1161); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/66.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/66.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/66.
[7] Buharî, Nikâh: 85, Bed´ü´l-Halk: 6; Müslim, Nikâh: 120-122 (1436); Ebu Dâvud, Nikâh: 41, (2141); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/67.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/67-68.
[9] Nesâî, Nikâh: 14, (6,68); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/69.
[10] Ebu Dâvud, Nikâh: 43, (2147); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/69.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/69-70.
[12] Ebu Dâvud, Savm: 74, (2459); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/70-71.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/71-72.
[14] Buharî, Fedâilul Ashâb: 9, Humus 6, Nafakât: 6,7, Da´avât: 11; Müslim, 80, (2727); Tirmizî, Da´avât: 24, (3405); Ebu Dâvud, Harâc: 20, (2988, 2989), Edeb. 109, (5062, 5063); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/72-73.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/73-75.
[16] Buharî, Nikâh: 79, Enbiya: 1, Edeb: 31, 85, Rikâk: 23; Müslim, Radâ: 65, (1468); Tirmizî, Talâk: 12, (1188); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/76.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/76-77.
[18] Tirmizî, Tefsîr Tevbe: (3087); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/78.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/78-79.
[20] Ebu Dâvud, Nikâh: 42, (2142, 2143, 2144); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/79-80.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/80.
[22] Kâmus´ta Âsım´ın açıklamasına göre pars, köpek gibi avda kullanılan bir hayvandır. Avladığını yemez sâhibine getirir, uykuyu çok sever. Hikayede kadın kocasının iyi kazanıp ailesine getirdiğini, ailesinin harcama vs. işlerine karışmadığını ifade ediyor. Dışarıda arslan olması, çalışıp kazanmasından kinaye olmalıdır.
[23] Buharî, Nikâh: 82; Müslim, Fedâilü´s-Sahâbe: 92, (2448); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/88-90.
[24] Hadisle ilgili teferruatı merak edenler Ahmed Davudoğlu´nun Müslim Şerhi´ne bakabilirler. 10, 308-315. (İbnu Hacer, hadîsin şerhine tam yirmibeş sayfa tahsis eder.)
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/90-93.
[26] Müslim, Radâ: 61, (1469); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/93.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/93.
[28] Ebu Dâvud, Sünnet: 16, (4679). Bu, Sahiheyn´de geçen uzunca bir hadisten bir parçadır. Müslim, İman 132, (79); Buharî Hayz 6; İbnu Mâce, Fiten 19, (4003); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/94.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/94-97.
[30] Buharî, Nikâh: 17; Müslim, Zikr: 97, (2740); Tirmizî, Edeb: 31, (2781); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/97.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/97-98.
[32] Müslim, Zikir: 95, (2738); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/98.
[33] Müslim, Nikâh: 123, (1437); Ebu Dâvud, Edeb: 37, (4870); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/99.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/99.
[35] Buharî, Nikâh: 108, Edeb: 63; Müslim, Fedâilü´s-Sahâbe: 90, (2439); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/99.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/99-100.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/100-103.
[38] Buharî, Nikâh: 45, Edeb: 57, 58, Ferâiz: 2; Müslim, Birr: 28-34, (2563-2564); Ebu Dâvud, Edeb: 40, 56, (4882, 4917); Tirmizî, Birr: 18, (1928); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/104-105.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/105-108.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/108-109.
[41] Buhari, Cenâiz: 2; Müslim, Selam: 4,(2162); Ebu Dâvud, Edeb: 98, (5030); Tirmizî, Edeb: 1, (2738); Nesâî, Cenâiz: 52, (4,52).
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/109-110.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/110.
[44] Buhari, Mardâ: 4, Cihâd 171, Nikâh: 71, Ahkâm: 23; Ebu Davud, Cenâiz: 11, (3105); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/111.
[45] Tirmizî, Et´ime: 30, (1834); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/111.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/111.
[47] Buhârî, İsti´zân: 2 Mezâlim. 22; Müslim, Libas: 114, (2121); Ebû Dâvud, Edeb: 13, (4815).
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/112.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/112-114.
[50] Buhârî, İsti´zân: 45; Müslim, Selâm: 36, (2183); Muvatta, Kelam: 13, (2, 988, 989); Ebû Dâvud, Edeb: 29, (4852).
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/114.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/114-115.
[53] Tirmizî, Edeb: 13, (2755); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/115.
[54] Ebû Dâvud Edeb: 165, (5230); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/116.
[55] Ebû Dâvud, Edeb: 165, (5229); Tirmizî, Edeb: 13, (2756); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/116.
[56] Buhârî, İsti´zan: 31, Cuma: 20; Müslim, Selam: 27, (2177); Tirmizî, Edeb: 9, (2750, 2751); Ebû Dâvud, Edeb: 18, (4828); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/116.
[57] Rivâyetin sened yönüyle hasen olması, hükmüyle amel edilebilecek derecede sıhhatli olduğunu ifâde eder.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/116-119.
[59] Tirmizî, Edeb: 10, (2752); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/119.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/119-120.
[61] Ebû Dâvud, Edeb: 16, (4825); Tirmizî, İsti´zân: 29, (2723); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/120.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/120.
[63] Ebû Dâvud, Edeb: 24, (4844, 4845); Tirmizî, Edeb: 11, (2753); Tirmizî´nin rivayetinde: “İzinleri olmadan iki kişinin arasını açması kişiye helâl olmaz” şeklinde gelmiştir; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/121.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/121.
[65] Ebû Dâvud, Edeb: 14, (4820); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/121.
[66] Ebû Dâvud, Edeb: 17, (4826); Tirmizî, Edeb: 12, (2754); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/121.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/121.
[68] Müslim, Salât: 119, (430); Ebû Dâvud, Edeb: 16, (4823); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/122.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/122.
[70] Ebû Dâvud, Edeb: 26, (4848); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/122.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/122.
[72] Ebû Dâvud, Edeb: 30, (4854); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/123.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/123.
[74] Ebû Dâvud, Edeb: 15, (4821); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/123.
[75] Ebû Dâvud, Edeb: 15, (4822); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/123.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/123-124.
[77] Buhârî, Büyû: 38; Zebâih: 31; Müslim, Birr: 146, (2628); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/125.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/125.
[79] Ebû Dâvud, Edeb: 37, (4869); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/126.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/126.
[81] Buhârî, İsti´zân: 46; Müslim, Fedâilu´s-Sahâbe: 145, (2482). Metin Müslim´e aittir.; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/126-127.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/127.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/128-130.
[84] Bu hadis az ileride 3347, 3348 hadislerde kaydedilecek.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/130-131.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/131-132.
[87] Müslim, İmân: 93, (54); Ebû Dâvud, Edeb: 142, (5193); Tirmizî, İsti´zân: 1, (2589); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/133.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/133.
[89] Buhârî, Edeb: 27; Müslim, Birr: 66, (2586); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/133.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/133-134.
[91] Ebû Dâvud, Edeb: 122, (5124); Tirmizî, Zühd: 54, (2393); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/135.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/135-136.
[93] Ebû Dâvud, Edeb: 122, (5125); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/136.
[94] Tirmizî, Zühd: 54, (2394); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/136.
[95] Tirmizî, Birr: 60, (1998); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/137.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/137-138.
[97] Müslim, Birr: 37, (2566); Muvatta, Şi´r: 13, (2952); Teysir´in elimizdeki baskısında bu hadisle müteakip hadisin kaynaklarını göstermede teknik bir hata ile taktimtehir yapılmış olmalı; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/138.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/138-139.
[99] Tirmizî, Zühd: 53, (2391); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/139.
[100] Muvatta, Şi´r: 16, (2, 953, 954); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/139.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/139-140.
[102] Ebû Dâvud, Sünnet: 3, (4599); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/140.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/140-141.
[104] Ebû Dâvud, Büyû: 78, (3527); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/141-142.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/142.
[106] Buhârî, Tevhid: 33, Edeb: 41; Müslim Birr: 157, Muvatta, Şi´r: 15; Tirmizî, Tefsîr, Meryem: (3160).
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/142-143.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/143.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/143.
[110] Buhârî, Edeb: 96; Müslim, Birr: 165, (2640); Ebû Dâvud, Edeb: 122, (5126); Tirmizî, Zühd: 50, (2388); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/143-144.
[111] Ebu Nu´aym bu hadîsin bütün senetlerini müstakil bir cüz´de toplamış, te´lifine, Kitâbu´l-Muhibbîn Ma´a´l-Mahbûbîn (28) adını vermiştir.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/144-145.
[113] Buhârî, Enbiya: 2; Müslim, Birr: 159, (2638); Ebû Dâvud, Edeb: 19, (4834); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/145.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/145-146.
[115] Ebû Dâvud, Edeb: 46, (4893); Tirmizî, Hudud: 3, (1426); Buhârî, Mezâlim: 3, İkrâh: 7; Müslim, Birr: 58, (2580).
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/147.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/147-148.
[118] Müslim, Zikr: 38, (2699); Ebû Dâvud, Edeb: 68, (4946); Tirmizî, Hudud: 3, (1425); Birr: 19, (1931); Kırâat. 3, (2946); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/149.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/149-150.
[120] Tirmizî, Birr: 17, 18, (1927, 1928, 1930); Müslim, İman: 95, (55); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/150.
[121] Diğer üç hadîs şunlardır:
1- “Niyetler amellere göredir.”
2- “Bizim emrimize uymayan amel merduddur.”
3- “Helâl da haram da açıklanmıştır. Arada şüpheli şeyler var, şüpheli şeylerden kaçının.”
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/150-151.
[123] Buhârî, Edeb: 67, Kefâlet: 2, İ´tisam: 16; Müslim, Fedâilu´s-Sahâbe: 204, (2529); Ebû Dâvud, Ferâiz: 17, (2926).
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/152.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/152-153.
[126] Buhârî, Mezâlim: 4, İkrah: 7; Tirmizî, Fiten: 68, (2256); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/153.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/153.
[128] Tirmizî, Birr: 20, (1932); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/153.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/154.
[130] Buhârî, Edeb: 37, Salât: 88, Mezâlim: 5; Müslim, Birr: 145, (2627); Ebû Dâvud, Edeb: 126, (5131); Tirmizî, İlim: 14, (2674); Nesâî, Zekât: 65, (5, 78); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/154.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/154-155.
[132] Ebû Dâvud, Edeb: 23, (4843); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/155.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/155-156.
[134] Tirmizî, Birr: 75, (2023); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/156.
[135] Tirmizî, Birr: 15, (1920); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/157.
[136] Ebû Dâvud, Edeb: 23, (4842); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/157.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/157.
[138] Üçüncü cilt 183-192-195.sayfalara bakılmalıdır.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/158-161.
[140] Ebû Dâvud, Edeb: 137, (5177, 5178), 5179); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/161.
[141] Ebû Dâvud, Edeb: 138, (5185); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/162.
[142] Ebû Dâvud, Edeb: 92, (5000, 5001); Buhârî, Cizye: 15; İbnu Mâce, Fiten: 25, (4042); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/163.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/163.
[144] Ebû Dâvud, Edeb: 138, (5186); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/163.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/164.
[146] Tirmizî, İsti´zân: 3, (2692); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/164.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/164.
[148] Ebû Dâvud, Edeb: 136, (5173); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/164.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/165.
[150] Ebû Dâvud, Edeb: 140, (5189-5190); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/165.
[151] Bu hâdise 1. Ciltte anlatılmıştır. [1. cilt, s. 447-49].
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/165.
[153] Muvatta, İsti´zân: 1, (2, 963); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/165-166.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/166.
[155] Müslim, Selam: 16, (2169); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/166.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/166.
[157] Buhârî, İsti´zân: 17; Müslim, Âdâb: 38, (2155); Ebû Dâvud, Edeb: 139, (5187); Tirmizî, İsti´zân: 18, (2713); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/167.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/167.
[159] Buhârî, Diyât: 23, 15, İsti´zân: 11; Müslim, Âdâb: 42, (2157); Ebû Dâvud, Edeb: 136, (5171); Tirmizî, İsti´zân: 17, (2709); Nesâî, Kasâme: 44, (7, 60); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/167.
[160] Nesâî, Kasâme: 44, (8, 60); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/168.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/168.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/168.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/169-171.
[164] Tirmizî, İsti´zân: 15, (2707); Ebû Dâvud, Edeb: 150, (5208); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/171.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/171-172.
[166] Tirmizî, İsti´zân: 18, (2711); Ebû Dâvud, Edeb: 137, (5176); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/172.
[167] Tirmizî, İsti´zân: 10, (2699); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/172.
[168] Ebû Dâvud, Edeb: 142, (5194); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/173.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/173.
[170] Buhârî, İsti´zân: 14; Müslim, Selam: 14, (2168); Ebû Dâvud, Edeb: 147, (5202); Tirmizî, İsti´zân: 8, (2697); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/174.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/174.
[172] Ebû Dâvud, Edeb: 148, (5204); Tirmizî, İsti´zân: 9, (2698); Buhârî, İsti´zân: 15. Tirmizî´nin bir rivayetinde: “Eliyle selamladı” denmiştir; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/175.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/175-176.
[174] Ebû Dâvud, Edeb: 152, (5210); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/176.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/176.
[176] Ebû Dâvud, Edeb: 144, (5197); Tirmizî, İsti´zân: 6, (2695); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/177.
[177] Buhârî İsti´zân: 4, 5, 6; Müslim, Selam: 1, (2160); Ebû Dâvud, Edeb: 145, (5198, 5199); Tirmizî, İsti´zân: 4, (2704, 2705); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/177.
[178] Buhârî, İsti´zân: 1, Enbiya: 1, Müslim, Cennet: 28, (2841); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/177.
[179] Zirâ, arşın da denilen bir uzunluk birimidir, metre gibi. Ancak kol boyuna da zirâ denir. Dirsekten parmak uçlarına kadar olan uzunluk. Şu halde burada, kol boyu uzunluğu anlaşılacaktır.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/178-180.
[181] Ebû Dâvud, Edeb: 143, (5195); Tirmizî, İsti´zân: 2, (2690); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/180.
[182] Bunlarla amelleri yazmak üzere gelen melekler kastedilmiş olmalıdır (el-Bâcî).
[183] Azîmâbadî´nin Tirmizî Şerhi´nde dikkatinden kaçan bir hataya burada dikkat çekmek isteriz: O´nun şerhte kaydına göre, وَالْغَادِياتِ وَالرَّئِحَاتِ kelimelerini, İbnu Ömer, kendisine selam veren zatın selamına mukabele ederken ilave etmiş olmalıdır. Halbuki bu ziyade kelimelerin, İbnu Ömer´e selam veren zât tarafından söylendiği, rivayette açıktır.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/180-182.
[185] Ebû Dâvud, Edeb: 143, (5196); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/182.
[186] Ebû Dâvud, Libas: 28, (4084), Edeb: 151, (5209); Tirmizî, İsti´zân: 28, (2722, 2723); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/183.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/183.
[188] Buhârî, İsti´zân: 229; İstitâbe: 4; Müslim, Selam: 8, (2164); Muvatta, Selam: 3, (2, 960); Ebû Dâvud, Edeb: 149, (5206); Tirmizî, Siyer: 41, (1603); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/184.
[189] Buhârî, İsti´zân: 22; Müslim, Selam: 6, (2163); Ebû Dâvud, Edeb: 149, (5207); Tirmizî, Tefsir, Mücâdele: (3296); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/184.
[190] Müslim, Selam: 13, (2167); Tirmizî, İsti´zân: 12, (2701); Ebû Dâvud, Edeb: 149, (5205); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/184.
[191] Yahudi ve hıristiyanlara evvelâ müslümanların selam vermesini câiz gören âlimler vardır. Ancak ekseriyet bunu câiz görmez. Bazısı mekruh görürken, Nevevî gibi bazıları haram kabul eder.
[192] Ülemâ bu ve benzeri durumlarda, akılsızca davranışlar karşısında Resulullah´ın yaptığı gibi mülâyemetle, sabırla davranmanın daha iyi olacağını söylemiştir.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/184-186.
[194] Toynbee, L´Histoire, p. 46. Okuyucuya, batılılar ile aramızda bir mukaayese imkânı tanımak için tarihçi İlhan Bardakçı tarafından neşredilen Üçüncü Mustafa´ya âit bir fermanı burada kaydetmeyi uygun bulduk. İbretle okunmalı: “Buğdan ve Eflâk´dan gelen şikâyetlere bakılırsa, hıristiyan ahâlinin dertlerine eğilmemişsin. Mora ve Hicâz´a yeni idarecilerin gönderilmesine çalışılan bu zamanda, sen sadrazamımdan isteğim odur ki, seçeceğin insanları namus ehli arasından arayacaksın. Dinleri ve dilleri başkadır diye, ihmalini görmek istemem. Onlar ki benim tebaamdır. Bilesin ki, İstanbul içindeki tebaamın sâhip olduğu haklara sâhiptirler. Hiçbirisini incitmeyesin…” (Bizimle Dört Mukayese, Tercüman, 9.2.283.)
[195] Burada İslâm´da Çocuk Hakları adlı kitabımızın giriş kısmından şu pasajı aynen alıyoruz: “Her millet kendi medeniyetini, kendi değerlerini ve kendi medeniyetdaşlarını üstün görmüş, dışında kalanlara küçümser bir nazarla bakmışsa da bu ayırım Batı´nınki kadar kıyasıya olmamıştır. Arapçadaki acem (Arapçayı konuşmayı bilmeyen), Türklerdeki gâvur, eski Lâtinlerdeki barbar kelimesi bu ayrımı ifâde eder…Batılı efendini Batılı olmayan “yerlileri” insandan ziyâde ruhsuz hayvanlar, “iş yapan makineler veya zevkini tatmine yarayan âletler” yerine tuttuğu, pek çok müelliflerce ifâde edilmiştir. Batılı iş adamlarını en usta yerli işçinin ücretini, en acemi beyaz işçinin ücretine nazaran, en az 4-5 misli daha az ödemeye sevk eden düşünce bu telâkkînin netîcesidir.” (s. 11-13).
[196] İslâm´da Çocuk Hakları, s. 10-11. Levy Burhl,1949´larda neşredilen Carnet´sinde bu fikirlerinden vazgeçtiğini ifâde etmiştir. Ancak bunu, ilmî hasbîlik olarak değerlendirmede acele etmemek, müteyakkız olmak gerekir. Zira İkinci Cihan Savaşı´ndan sonra, sömürme sistemi değişmiş, neocolonialisme (Yeni sömürgecilik) denen yeni metodda bu nazariyeye ihtiyaç kalmamıştır. Yeni sömürge sistemi, geri kalmış memleketleri, kendi menfaatlarına göre şartlandırılmış yerli aydınlarla idare etmeye, sık sık ihtilallerle istikrarsız halde tutmaya dayanır. Bu onlar için daha kolay, daha az zahmetli bir sömürmedir.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/186-188.
[198] Müslim, Hayz: 115, (370), Ebû Dâvud, Tahâret: 8, 124, (16, 330, 331); Tirmizî Tahâret: 67, (90); Nesâî, Tahâret: 33, (1, 36).
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/189.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/189.
[201] Buhârî, İsti´zân: 27; Tirmizî, İsti´zân: 31, (2730); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/190.
[202] Ebû Dâvud, Edeb: 153, (5211, 5212); Tirmizî, İsti´zân: 31, (2729); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/190.
[203] Tirmizî, İsti´zân: 31, (2731); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/190.
[204] Muvatta, Hüsnü´l-Hulk: 16, (2, 908); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/190.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/191-192.
[206] Buhârî, Edeb: 127; Müslim, Zühd: 53, (2991); Ebû Dâvud, Edeb: 102, (5039); Tirmizî, Edeb: 4, (2743); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/193.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/193.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/193-195.
[209] Ebû Dâvud, Edeb: 100, (5036); Tirmizî, Edeb: 5, (2745); İbnu Mâce, Edeb: 20, (3714); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/195.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/195-196.
[211] Buhârî, Edeb: 125, 128, Bed´ül-Halk: 11; Müslim, Zühd: 56, (2994); Ebû Dâvud, Edeb: 97, (5028); Tirmizî, Salât: 273, (370), Edeb: 7, (2747, 2748); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/196.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/196-197.
[213] Ebû Dâvud, Edeb: 98, (5029); Tirmizî, Edeb: 6, (2746); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/197.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/198.
[215] Ebû Dâvud, Edeb: 101, (5038); Tirmizî, Edeb: 3, (2740); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/198.
[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/198.
[217] Ebû Dâvud, Cenâiz: 7, (3098); Tirmizî, Cenâiz: 2, (969); İbnu Mâce, Cenâiz: 2, (1442); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/199.
[218] Müslim, Birr: 40, (2568); Tirmizî, Cenâiz: 2, (967); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/199.
[219] Ebû Dâvud, Cenâiz: 7, (3097); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/200.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/200.
[221] Tirmizî, Birr: 67, (2009); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/200.
[222] Ebû Dâvud, Cenaiz: 9, (3102); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/200.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/200-201.
[224] Ebû Dâvud, Cenâiz: 8, (3101); Nesâî, Mesâcid: 18, (2, 45); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/201.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/201.
[226] Ebû Dâvud, Cenâiz: 12, (3106); Tirmizî, Tıbb: 32, (2084); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/202.
[227] Tirmizî, Tıbb: 35, (2088); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/202.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/202.
[229] Buhârî, Cenâiz: 80, Merdâ: 11; Ebû Dâvud, Cenâiz: 5, (3095); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/203.
[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/203.
[231] Rezîn ilavesidir. Buhârî, İlm: 39, Cihad 176 Cizye: 6; Megazî: 83, İ´tisâm: 26, Mardâ: 17; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/203.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/203.
[233] Buhârî, Umre: 13, Libâs: 99, 100; Nesâî, Menâsik: 121, (5, 212); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/204.
[234] Buhârî, Cihâd: 196; Müslim Fedâilu´s-Sahâbe: 65, (2427); Ebû Dâvud, Cihâd: 60, (2566); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/204.
[235] Ebû Dâvud, Cihâd: 53, (2559); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/204.
[236] Ebû Dâvud, Edeb: 85, (4982); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/205.
[237] Ebû Dâvud, Cihâd: 65, (2572); Tirmizî, Edeb: 25, (2774); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/205.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/205.
[239] Buhârî, Edeb: 28; Müslim, Birr: 140, (2624); Ebû Dâvud, Edeb: 132, (5151); Tirmizî, Birr: 28, (1943); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/206.
[240] Bu husûsu genişçe daha önce açıkladık ve mezkûr hadîsin metnini meâlen kaydettik: Birinci cilt s. 434.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/206-207.
[242] Ebû Dâvud, Edeb: 132, (5152); Tirmizî, Birr: 28, (1944); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/208.
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/208.
[244] Buhârî, Edeb: 29; Müslim, İman: 73, (46); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/208.
[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/208-210.
[246] Buhârî, Edeb: 31, 85, Nikâh: 80, Rikâk: 23; Müslim, İmân: 74, (47); Ebû Dâvud, Edeb: 132, (5154); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/210.
[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/210-211.
[248] Buhârî, Edeb: 32, Şüf´a: 3, Hibe: 16; Ebû Dâvud, Edeb: 132, (5155); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/211.
[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/211-212.
[250] Buhârî, Edeb: 30, Hibe: 1; Müslim, Zekât: 90, (1030); Tirmizî, Velâ: 6, (2131); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/212.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/212.
[252] Buhârî, Mezâlim: 20; Müslim, Müsâkât: 36, (1609); Muvatta, Akdiye: 32 (2, 745); Ebû Dâvud, Akdiye: 1, (3634); Tirmizî, Ahkâm: 18, (1353); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/213.
[253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/213-214.
[254] Ebû Dâvud, Akdiye: 31, (3636); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/214-215.
[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/215.
[256] Ebû Dâvud, Akdiye: 31 (3635); Tirmizî, Birr: 27, (1941); İbnu Mâce, Ahkâm: 17, (2342); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/215.
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/215.
[258] Buhârî, Edeb: 62, İsti´zân: 9; Müslim, Birr: 25, (2560); Muvatta, Hüsnü´l-Hulk: 13, (2,906, 907); Ebû Dâvud, Edeb: 55, (4911); Tirmizî, Birr: 21, (1933); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/216.
[259] Ebû Dâvud, Edeb: 55, (4912, 4914); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/216.
[260] Ebû Dâvud, Edeb: 55, (4915); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/217.
[261] Ezvac-ı tâhirât radıyallahu anhünne´nin maddî yönden darlık içinde olduklarına dair genel malumatımızla bu rivâyet çelişkili gözükür. Şunu bilelim ki, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm´ın vefatından sonra gelişen fetihler, Mekke ve Medine´ye fevkalâde servetin akmasını sağlamış, eski fakirlik kalmamıştır. Güzel bir cariye, ağırlığınca parayla satılacak kadar, para değer kaybına uğramıştır.
[262] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/217-218.
[263] Müslim, Birr: 36, (2565); Muvatta, Hüsnü´l-Hulk: 17, (2, 908); Ebû Dâvud, Edeb: 55, (4916); Tirmizî, Birr: 76, (2024); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/219.
[264] Ebû Dâvud, Sünnet: 4, (4602); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/219.
[265] Ka´b İbnu Mâlik ve iki arkadaşıyla ilgili kıssa uzun uzadıya daha önce geçti:654. Hadîs.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/219-220.
[267] Tirmizî, Birr: 85, (2033); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/221.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/221-222.
[269] Ebû Dâvud, Edeb: 45 (4891); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/223.
[270] Müslim, Birr: 72, (2590); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/223.
[271] Ebû Dâvud, Edeb: 44, (4890); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/223.
[272] Ukbe İbnu Âmir sahâbîdir ve Mısır´da vâlilik yapmıştır.
[273] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/223-224.
[274] Buhârî, Nikâh: 111, Cezâu´s-Sayd: 26, Cihâd: 140, 181; Müslim Hacc: 424, (1341); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/225.
[275] Yakın diye tercüme ettiğimiz hamv kelimesi, kocanın baba, oğul, kardeş, yeğen, amca, amca oğlu gibi akrabalarının hepsini ifâde eder; sadece kayın, yeğen vs. ile tercümesi nâkıs olur.
[276] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/225-227.
[277] Müslim, Fedâil: 76, (2326); Ebû Dâvud, Edeb: 13, (4818, 4819); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/227.
[278] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/227-228.
[279] Müslim, Âdâb: 45, (2159); Ebû Dâvud, Nikâh: 44, (2159); Tirmizî, Edeb: 29, (2777); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/228.
[280] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/228-230.
[281] Tirmizî, Edeb: 28, (2778); Ebû Dâvud, Nikâh: 44, (2149); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/230.
[282] Ebû Dâvud, Libâs: 35, (4106); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/230-231.
[283] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/231.
[284] Buhârî, Megâzî: 56, Nikâh: 113, Libâs: 62; Müslim, Selâm: 32, (2180); Muvatta, Vasiyyet: 5, (2, 767); Ebû Dâvud, Edeb: 61, (4929); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/231.
[285] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/232-233.
[286] Buhârî, Libas: 62, Hudûd: 33; Ebû Dâvud, Edeb: 61, (4930); Tirmizî, Edeb: 34, (2785, 2786); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/233.
[287] Ebû Dâvud, Libas: 37, (4112); Tirmizî, Edeb: 29, (2779); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/233.
[288] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/233-234.
[289] Ebû Dâvud, Edeb: 180, (5272); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/234.
[290] Ebû Dâvud, Edeb: 180, (5273); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/234.
[291] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/234.
[292] Tirmizî, Rada: 18, (1173); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/234.
[293] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/234-235.
[294] Müslim, Selâm: 23, (2174); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/235.
[295] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/235-236.
[296] Ebû Dâvud, Edeb: 162, (5226); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/237.
[297] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/237.
[298] Ebû Dâvud, Edeb: 19, (4832); Tirmizî, Zühd: 56, (2397); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/237.
[299] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/237-238.
[300] Ebû Dâvud, Edeb: 19, (4833); Tirmizî, Zühd: 45, (2379); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/238.
[301] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/238.
[302] Ebû Dâvud, Edeb: 58, (4919); Tirmizî, Kıyamet: 57, (2511).
[303] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/239.
[304] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/239-240.
[305] İbnu Mâce, Ahkâm: 27, (2363); Tirmizî, Fiten: 7, (2166); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/240.
[306] Buhârî, Fiten: 7, Salât: 67; Müslim, Birr: 124, (2615); Ebû Dâvud, Cihad: 72, (2587); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/241.
[307] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/241.
[308] Ebû Dâvud, Cihâd: 73, (2588); Tirmizî, Fiten: 5, (2164); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 10/241. – See more at: http://haznevi.org/icerikoku.aspx?KID=4684&BID=52#sthash.WMqcCRuN.dpuf