RIFK BÖLÜMÜ
UMUMÎ AÇIKLAMA
HZ. PEYGAMBER´İN SÜNNETİNDE RIFK VE MÜLAYEMET
RIFK BÖLÜMÜ
UMUMÎ AÇIKLAMA:
Rıfk, kelime olarak mülâyemet, letâfet, yumuşaklık, tatlılık mânalarına gelir, sertlik ve kabalığın zıddıdır.
İslâm ahlâkında gerek insanlara ve gerekse hayvanlara karşı muâmelede en mühim prensiplerden biri rıfk´dır. Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)´in Kur´ân-ı Kerîm´de yer verilen mümtaz ahlaklarından biridir (Âl-i İmrân 156). Bu mevzuda çok sayıda rivâyet mevcuttur. İslâm ulemâsının da rıfkın ehemmiyetini ifâde eden açıklamaları, rıfkla ilgili menkîbeleri vardır. Bu bölümde müellifimiz sadece dört hadis kaydetmiştir. Biz mevzuun ehemmiyetine binaen, bahsin sonunda Resûlullâh´ın sünnetinde rıfkla ilgili bir açıklamayı kaydedeceğiz.[1]
ـ1ـ عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قال رسول اللّه #: إنَّ الرِّفْقَ مَا كَانَ في شَىْءٍ إَّ زَانَهُ. وََ نُزِعَ مِنْ شَىْءٍ إَّ شَانَهُ[. أخرجه مسلم وأبو داود .
1. (1995)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) buyurdular ki: “Rıfk bir şeye girdimi onu mutlaka tezyîn eder, bir şeyden de çıkarıldı mı onu mutlaka çirkin kılar.” [Müslim, Birr 78, (2594); Ebû Dâvud, Cihâd 1, (2578), Edeb 11 (4808).][2]
AÇIKLAMA:
Ebû Dâvud´un bir rivâyetine göre Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) bu sözü, henüz binmeye alıştırılmamış bir deveyi, Hz. Âişe´ye binip kıra gitmesi için verdiği zaman söylemiştir. Deve henüz binilmeye alışmadığı için bir kısım huysuzluklar, aksilikler yapabilecektir. Resûlullah devenin o hallerine karşı en iyi muamelenin rıfkla, tatlılıkla mukabele etmek olduğunu belirtme sadedinde: “Ey Âişe! Buna rıfkla muamele et, zira rıfk nereye girse onu zinetli kılar (güzelleştirir), nereden de çıkarılırsa onu kusurlu kılar” buyurur.[3]
ـ2ـ وفي رواية قالت: ]رَكِبْتُ بَعِيراً فِيهِ صُعُوبَةٌ فَجَعَلْتُ أرْدُدْهُ فقَالَ #: عَلَيْكِ بِالرِّفْقِ[. »الشّيْنُ« العيب. وهو ضد الزين.
2. (1996)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) bir başka rivâyette şunu söyler: “Kendisinde dikbaşlılık olan bir deveye bindim. (Hırçınlık etmeye başlayınca ilerigeri sürmeye başladım. Bunun üzerine Resûlullah(aleyhissalâtü vesselâm): “Rıfkla, tatlılıkla davran! diye müdâhale etti…” [Müslim, Birr 79, (2594).][4]
AÇIKLAMA:
Hırçın ve dik başlı deve ile ilgili olan önceki rivâyetle bu rivâyet aynı hâdiseye de temas etmiş olabilir, farklı hâdiselere de. Her ikisinde de huysuz deveye (ve dolayısıyla huysuz hayvanlara) karşı takip edilecek terbiyevî tavrın tatlılık olacağını, rıfk olacağını takrir etmektedir. Bunda ısrarın gayesi, böyle durumlarda insanlarda tabiî bir insiyak olarak, bağırıp çağırma ve hatta dayakta ifâdesini bulan sertlik ve kabalığın fayda değil, zarar getireceğine irşaddır.[5]
ـ3ـ وعن جرير رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَنْ يُحْرَمِ الرِفْقَ يُحْرَمِ الخَيْرَ كُلَّهُ[. أخرجه مسلم وأبو داود .
3. (1997)- Cerîr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) buyurdular ki: “Bir kimse yumuşak davranmaktan mahrum ise hayrın tamamından mahrumdur.” [Müslim, Birr 75, (2592).][6]
AÇIKLAMA:
Âlimlerimiz bu hadislere dayanarak, rıfk´ın her hayrın başı ve sebebi olduğunu söylemiştir. Bir başka hadiste Allah´ın refik olduğu, rıfka mukabil verdiğini başka bir sebeple vermediğini ifade eder: إنَّ اللّهَ رَفِيقٌ يُحِبُّ الرِّفْقَ وَيُعْطِى عَلى الرِّفْقِ مَاَ يُعْطِى عَلى الْعُنْفِ وَمَا َ يُعْطِى عَلى مَا سِوَاهُ
“Allah refik (rıfk sâhibi)dir, rıfkı sever ve rıfka mukabil verdiğini başka hiçbir şeyle vermez.” Burada geçen refîk ismi, Allah´a isim veya sıfat olarak Kur´an´da gelmez, mütevâtir de değildir. Haber-i vâhidle sâbittir. Bazı âlimler haber-i vâhidle sâbit olan bir isimle Cenâb-ı Hakk´ ın izafetsiz tesmiye edilemeyeceğini söylemiştir. Eş´arîlerden bâzıları câiz görmüştür “Çünkü haber-i vâhidle amel câizdir, bu da bir nevi hadisle amel etmektir” demişlerdir.[7]
ـ4ـ وعن أبى موسى رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ النبىُّ # إذَا بَعَثَ أحَداً في بَعْضِ أمْرِهِ قال: بَشِّرُوا وََ تُنَفِّرُوا، وَيَسَّرُوا وََ تُعَسِّرُوا[. أخرجه أبو داود.
4. (1998)- Ebû Mûsa (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) herhangi bir işi için bir adam gönderse şu tembihte bulunurdu: “Sevindirin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” [Ebû Dâvud, Edep 20, (4835); Müslim, Cihâd 6, (1737).][8]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Buhârî ve Müslim´de muhtelif tariklerden rivâyet edilmiştir. Diğer rivâyetlerin bir kısmında farklı ziyâdeler mevcuttur: “U-yumlu olun, ihtilâf etmeyin, teskin edin, nefret ettirmeyin” gibi.
2- Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)´ın cevâmiulkelîm denen özlü sözlerindendir. Sevindirin emriyle, Allah´ın fazlını, sevâbının büyüklüğünü, ihsânının bolluğunu, rahmetinin genişliğini, af ve mağfiretinin şümûlünü hatırlatmak emredilmiştir. Arapça´da tebşîr (müjdeleme) sevindiren bir haber getirilmesidir. Öyle ise “sevindirin” emriyle, Allah´ın ibâdetleri kabul edeceğini, ibâdetlere mukabil sevab vereceğini, günahlardan tevbe etmeye yardım edeceğini bildirmek, affını, mağfiretini çokca zikrederek insanları sevindirmek, müjdelemek emredilmiştir. Keza nefret ettirmeyin emriyle de: “İnsanları inzâr ederken, mübalağa ederek onları korkutmayın, öyle ki, onlar günahlarının affedilemeyeceği düşüncesiyle Allah´ın rahmetinden ümidlerini kesmesinler” demektedir.”
Zorlaştırmayın” emri, kendilerine terettüp edenden fazlasını veya daha iyisini almak veya kusurlarını araştırmak sûretiyle insanlara çıkarılacak zorluklardan yasaklanmış olmaktadır.
Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)´ın bu tembihleri, bir işin görülmesi için gönderdiği memurlarına yaptığı düşünülecek olursa, halka hizmet sunan, insanlarla münâsebeti olan herkesin bu tembihte yer alan sevindirmenefret ettirme, kolaylaştırmazorlaştırmama prensiplerini kendisine peygamberinin bir emri olarak rehber etmesi gerekir.
Bu tembihlerin irşadda bulunanlara da rehber olması gerekir. Dînimizin üst üste hep emir ve nehiylerini bütün teferruâtıyla söyleyerek, İslâm´ı tatbik edilemez, yaşanamaz gösterip nefret verinceye kadar, mühimlerden, zarûrilerden başlayıp az az, teker teker söyleyerek, Allah´ın mağfiretini, cennetin güzelliklerini, nimetlerini hatırlatarak tebliğde bulunup dîni sevdirmesi gerekir. İslâm´a yeni girenlere, ibâdete alıştırılacak çocuklara hep bu minval üzere gitmeli, yavaş yavaş az az alıştırarak yol almak, güler yüz, tatlı söz ve mülâyemetle muamele etmek, sertlikten, kırıcılıktan kaçınmak gerekir.
Münâvî der ki: “İnsanların ülfet edip ısınacağı şeyleri söylemek sûretiyle onlara karşı kolaylık gösterin, çünkü insanlar öyle olan mev´izeleri kabul ederler. Aksi takdirde nefislerine ağır gelen şeyden nefret ederler. şurası bilinmeli ki ta´limde yani öğretme işlerinde kolaylaştırmak, taati kabûl etmeye sebep olur ve ibâdeti merğub (arzu edilen) kılar, netîcede öğrenmeyi de, amel etmeyi de kolaylaştırmış olur.”
Kirmânî, “kolaylaştırın!” emrinden sonra “zorlaştırmayın!” neyhinin gelmesinde şu inceliğe dikkat çeker: “Aslında bir şeyi emredince zıddının da yasaklanması zımnen emredilmiş olur. Burada, kolaylaştırmak emrini te´kid için, bunda zımnen mevcut olan zorlaştırmamak emrini sarih olarak da söylemiştir. Bazıları da: “Burada maksad, zorlaştırmayı da ayrıca yasaklamaktır. Zîra, sadece kolaylığın emri ile yetinilseydi bir kere kolaylık gösterip birçok defalar zorluk çıkaranlar da hadisin emrine muvafık hareket etmiş olurdu, bunun önlenmesi için her ikisi de ayrı ayrı zikredilmiştir.”
Münâvî der ki: ”
Bu hadiste Mustafa (aleyhissalâtü vesselâm) dünyayı ilgilendiren meselelerde kolaylaştırmayı, âhireti ilgilendiren meselelerde va´adedilen husûsları en güzel şekilde, sürûrla haber vermek gerektiğini ifâde etmektedir. Tâ ki, Resûlullah´ın her iki dünyada da rahmeten li´l-âlemin (âlemlere rahmet) olduğu anlaşılsın. Hadiste Allah´ın rahmetini zikrederek kolaylaştırma sırasında, korkutucu şeyleri zikrederek nefret ettirmekten, yani tebşîre nefret ettirici şeyleri ilâve etmekten nehiy vardır. Hadis ayrıca, yeni müslüman olanları, -onlara karşı şiddetli davranmayı terkederek, en kolay olandan başlayarak, Allah hakkında hüsnü zannı telkin ederek- kazanmak da emredilmektedir. Ancak vaaz ve nasihatının tamamını ümit üzerine de bina etmemelidir. Korkuyu da katmalıdır, korku ve ümidi sağ ve sol eller gibi yan yana, ilim ve ameli de bir kuşun iki kanadı gibi berâber zikretmelidir.”
Bu hadisin, zamanımızda temelde İslâm´a karşı olan sû-i niyet sahiplerinin telkiniyle birçok safdiller tarafından, İslâm´ın ruhuna uygun olmayan bir te´vile büründürüldüğüne şâhid olmaktayız. Böyleleri: “Allah korkulacak bir şey değildir, ben Allah´ı severim, O´ndan korkmam. Peygamberimiz de müjdeleyin, korkutmayın” dememiş midir .. vs.” demektedir. Bu çeşit sözler demegoji ve mugâlatadan başka bir şey değildir.
Hadisin, hedefinden saptırılmaması için, İslâm ulemâsının yorumu esastır, kâili ve kaynağı belli olmayan sözlere îtibar edilmemelidir. Bu bâbta, yukarıda kaydettiğimiz cümle esastır: Korku ve ümid sağ ve sol eller gibi yan yana işlenmelidir, ilim ve amel bir kuşun iki kanadı gibi tutulmalıdır. Rabbimiz şöyle emrediyor: يَا اَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وََ تَمُوتُنَّ إَّ وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“Ey iman edenler!: Allah´tan sakınılması gerektiği gibi sakının. Sizler ancak müslümanlar olarak can verin” (Âl-i İmrân 102).[9]
HZ. PEYGAMBER´İN SÜNNETİNDE RIFK VE MÜLAYEMET
Rıfkın İslâm´daki ehemmiyetini belirtmek maksadıyla hadiste gelmiş olan kolaylaştırmak ve nefret ettirmemek emirlerini nasıl anlamamız gerektiği hususunda Hz. Peygamber´den fiilî bâzı örnekler görmüş olacağız:
Beşerî münâsebetlerin iyi bir istikâmette gelişmesinde mülâyemet ve tatlılık dinimizde baş köşeyi işgal eder. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” atasözümüz bu prensibin milletimizce ne kadar benimsenmiş ve takdir edilmiş olduğunu gösterir. Âyet-i Kerîme´de: “(Ey Peygamber) Sen Allah´tan bir rahmet (ve lütuf olarak) onlara yumuşak davrandın. Eğer (bilfarz) kaba, katı yürekli olsaydın, onlar, etrafından muhakkak dağılıp gitmişlerdi bile. Artık onları bağışla (Allah´tan da günahlarının affını iste…” (Âl-i İmrân 156) denmiş olması, Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)´in başarısında affın, mülâyemet ve hoşgörünün ehemmiyetini ifâde etmektedir.
Hz. Peygamber´in hayatı bize nümune-i imtisâl olması gereken pek çok af ve müsâmaha örnekleriyle doludur. Bunlardan bir tânesini Beyhakî´den okuyoruz: Rivâyet aynen şöyle: “Ebû Mahzûra anlatıyor: Biz oniki kişilik bir grup hâlinde Huneyn yolunda Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)´in grubuna rastladık ve onlara dahil olduk… Namaz zamanı gelince, müezzin, kafilesine ezân okumaya başladı. O okudukça biz de onun sözlerini alay makamında tekrarlayıp onunla eğleniyorduk. (Bu işte elebaşı bendim.) Peyamber (aleyhissalâtü vesselâm) sesimizi duymuştu. Bizi çağırdı ve “Kulağıma gelen ses kimin sesi ” diye sordu. Kimse cevap vermeyince hepimizi ayrı ayrı dinleyerek imtihandan geçirdi. En sonunda benim olduğumu ortaya çıkardı. Öbürlerine gitmeleri için işâret ettikten sonra bana dönerek: “Haydi ezan oku” dedi. Ben (hicâbımdan başım eğik olarak) ayağa kalktım. Fakat bu kalkış boşa idi. Çünkü ezanı bilmiyordum. (Bir anda içim kin ve nefretle doldu.) O anda benim yanımda dünyanın en fena insanı Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm), en kötü şeyi de bana teklif etmekte olduğu şey (ezân)di. (Sükûtum üzerine) Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) ezanın sözlerini ve okunuş şeklini kelime kelime, cümle cümle bana öğretti. Sonra da elime içinde para olan bir kese sıkıştırdı ve eliyle alnımı, yüzümü, göğsümü okşayarak, “Bârekallâh” (Allah seni mübârek kılsın” dedi. “Yâ Resûlullah, Mekke´de ezan okumama müsâade et” dedim. “Ettim” buyurdu. Artık (içimdeki bütün kötü düşünceler) gitmiş, yerini hududsuz bir aşk ve sevgi doldurmuştu.”
Böylece Peygamberimiz (aleyhissalâtü vesselâm) saygısız bir müstehzîden ezân-ı Muhammedî´nin okunuştaki tarz-ı Muhammedîsini istikbâlin müezzinlerine öğretecek baş üstâd yapmıştı. Muhâtabı böylesine bir fethe mâruz kılan tek şey, şüphesiz Hz. Peygamber´in ona davranışındaki mülâyemetti.
Gerçek müslümanlığın, Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)´in beşerî münâsebetlerde bize mirâs bıraktığı sünnetine uymakla tahakkuk edeceği kanaatindeyiz. Bu noksan olduğu müddetce Allah´a karşı olan vazîfelerimizde ne kadar titiz olursak olalım İslâm´ın vâadettiği kemâl ve terakkîye kavuşamayız.[10]
Mülâyemetin Şümûlü:
Aslında müsamahakâr davranış, sâdece müslümanlara karşı göstermemiz gereken bir vazîfe, bir vecibe değil, her müslümanın, her tebliğcinin, kâfir, müslim, herkese karşı davranışlarında benimseyip tâkip etmesi gereken bir prensiptir. Cenâb-ı Hakk, Hz. Resûl (aleyhissalâtü vesselâm)´e şu emri verir: “Mü´min kullarıma söyle ki en güzel (söz) ne ise, onu söylesinler. Çünkü şeytan aralarına fesad sokar.” Burada ifâde edilen mâna başka yerlerde de te´yid edilir. Bunlardan Firavun´la ilgili olanı çok daha dikkat çekicidir:
Firavun´a karşı tebliğ yapmak üzere vazifelendirilen Hz. Mûsa ve Hz. Hârun´a Cenâb-ı Hakk´ın mülâyemetle dâvette bulunmalarını emrettiği belirtilir. Mezkûr emir şöyle: “Varın da ona yumuşak söz söyleyin, olur ki nasihat dinler, yâhut korkar” (Tâhâ 44). Âyet-i Kerîmenin amelî te´sirini daha iyi kavramada Aliyyü´l-Kâri´nin kaydettiği şu fıkra, bize yardımcı olabilir: “Halife Me´mun´dan rivâyet edildiğine göre, kendisine vaaz ve nasihat eden bir vâiz, konuşması sırasında sert bir dille terhib ve tergibde bulunur. Halife, vâize dönerek: “Be adam, mülâyim ol, görmez misin Allah, senden daha hayırlı olan (yani Hz. Mûsâ ve Hârun´u), benden daha hayırsız olana (yani Firavun´a) gönderdi de mülâyim olmasını emretti ve: “Varın da ona yumuşak söz seyleyin, olur ki nasihat dinler, yâhut da korkar dedi” der.”
Firavun gibi uluhiyetini îlân ederek küfrün zirvesinde yer alan birisine bile hitapta “yumuşak sözlü” olmak emredilirse, ne kadar kusurlu da olsa müslümanlara karşı nasıl davranmak gerekeceği kendiliğinden anlaşılır. Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)´ın müslümanlar karşısındaki durumunu Kur´ân-ı Kerîm şöyle ifâde eder: Andolsun, size içinizden bir peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer. Size çok düşkündür. Mü´minlere çok merhametlidir, onlara hayır diler” (Tevbe 128). Ashâb (radıyallâhu anhüm ecmaîn) hakkında gelmiş olan: “O´nun maiyetinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin (ve metin), kendi aralarında merhametlidirler” (Fetih 29) âyeti de nazar-ı itibâre alınacak olursa İslâm ümmetinin birbirleriyle münsebetlerinde prensip edinmeleri gereken mühim bir esas ortaya çıkmaktadır: “Merhametli, müşfik ve tatlı olmak.”
Siyer kitapları, Hz. Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm)´in ümmetine karşı taşıdığı şefkat, merhamet ve düşkünlüğünün sayısız misâlleriyle doludur. Burada belirtmemiz gerekiyor ki, bu şefkat sadece iyilere değil, kötülere karşı da câridir. Bir rivâyette: “Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)´ın en şerir kimseye (şerrü´lkavm) karşı güler yüz ve tatlı sözle muâmele ederek onu böylece kazanırdı” denmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm)´ın bu davranışı Amr İbnu´l-Âs´ın üzerinde öyle bir tesir husule getirir ki kendisinin Resûlullah (aleyhissalâtü vesselâm) tarafından en çok sevilen kimse olduğunu zanneder. “Allah elçisi (aleyhissalâtü vesselâm) bana yüzü ve sözü ile öyle iltifatta bulunuyor ki, ben kendimi insanların en hayırlısı (hayru´lkavm) zannettim de: “Ey Allah´ın Resûlü, ben mi yoksa Ebû Bekir mi daha hayırlı” diye sordum” der. Resûlullah(aleyhissalâtü vesselâm)´ın bir kısım yakın arkadaşlarına karşı bu çeşit iltifatları çoktur, ibret almamız ve örnek edinmemiz gereken mühim sünnetlerden biridir.
Sevmediği kimselere bile mültefit ve gönül alıcı davranmak, Resûlullah´ın yüce ahlâkına dâhil meşhur prensiplerden biri idi. Bu husûsu Hz. Âişe´nin şu rivâyeti te´yîd etmektedir. “Bir gün, bir adam Resûlullah´ın yanına girmek için izin istedi. (O´nun ismi zikredilince) Aleyhissalâtu vesselâm: “Aşiretinin ne kötü adamı” dedi. Sonra da: “Müsaade edin girsin!” buyurdu. Adam huzuruna girince, ona yumuşak bir üslubla konuştu. (Adam gidince): “Ey Allah´ın Resûlü, ona mülayim bir dille konuştun, halbuki, daha önce hakkında söylediğini söylemiştin” dedim. Bana: “Kıyâmet günü, Allah indinde, makamca insanların en kötüsü, dil ve davranışlarının kabalığından kaçınarak insanların terkettiği kimsedir” buyurdu.”[11]
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/292.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/292.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/292.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/293.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/293.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/293.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/293.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/294.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/294-295.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/296-297.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/287-298.