NİKAH BÖLÜMÜ
(Dört babtır)
BİRİNCİ BAB
NİKAHIN MUKADDEMELERİ
(Dört fasıldır)
BİRİNCİ FASIL
ALEYHİSSALATU VESSELAM´IN ZEVCELERİ
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)
Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ)
Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)
Zeyneb (radıyallahu anhâ)
Ümmü Habibe (radıyallahu anhâ)
Safiyye (radıyallahu anhâ)
Cüveyriye (radıyallahu anhâ)
İbnetu´l-Cevn
Ümmü Şerîk
İKİNCİ FASIL
NİKAHA TEŞVİK VE TERGİB
ÜÇÜNCÜ FASIL
KIZ İSTEME, NİKAH DUASI, KIZI GÖRME
DÖRDÜNCÜ FASIL
NİKAH ADABI
İKİNCİ BAB
NİKAHIN RÜKÜNLERİ
BİRİNCİ FASIL
AKİD
İKİNCİ FASIL
VELİLER VE ŞAHİDLER
KÜFÜVLÜK
ÜÇÜNCÜ BAB
NİKAHIN MANİLERİ
BİRİNCİ FASIL
MÜEBBED HARAMLIK
RAZA´ (SÜT EMME)
İKİNCİ FASIL
MÜEBBED HARAMLIK GEREKTİRMEYEN HUSUSLAR
DÖRDÜNCÜ BAB
NİKAHLA İLGİLİ MÜTEFERRİK HÜKÜMLER
BİRİNCİ FASIL
NİKAHI FESHEDEN HUSUSLAR
İKİNCİ FASIL
KADINLAR ARASINDA ADALET
ÜÇÜNCÜ FASIL
AZL VE GAYLE
DÖRDÜNCÜ FASIL
NÜŞUZ
BEŞİNCİ FASIL
NİKAH MEVZUUNA GİREN BAŞKA MESELELER
UMUMİ AÇIKLAMA
NİKAH
Nikah, tıpkı dil, din, kıyafet (ve mutfak) gibi beşerin başta gelen kültürel unsurlarından biridir. Bu müessese insanlıkla başlar. Kıyafetsiz bir beşer düşünülemeyeceği gibi, nikah müessesesi olmayan insanlık da düşünülemez.
Nikah çok yönlü bir vak´adır. İnsanların birçok ihtiyaçlarını karşılar. Umumi bir nazarla bakılınca, gayeleri arasında önceliğin, tenasüle yani neslin devamına ait olduğu sanılır. Şüphesiz bu gaye küçümsenemez. Zira insanlığın devamı nikah müessesesiyle gerçekleşmektedir. Ancak, ferdî plandan bakılınca ünsiyet sağlamanın, ehemmiyetçe öne geçtiği görülür. Zira insan, diğer mahluklara nazaran fıtrat itibariyle medenidir, yalnız yaşayamaz. Eski alimlerimiz insana medeniyyün bittab´ demişlerdir. Yani insanoğlu cemaat halinde, cemiyet içerisinde yaşamak zorundadır. İnsan cemiyetini, hayvan sürüsünden ayıran hususiyet organize olmasıdır. Burada iç içe daireler şeklinde teşkilatlanan bir bütün, bir cemaat mevzubahistir. En içte en küçük birim olan aile yer alır. Kur´an-ı Kerim´de de insanların bir erkekle bir kadından yaratılıp, küçük ve daha büyük üniteler halinde teşkilatlandırıldığı, kavim ve kabilelere ayrıldığı belirtilmiştir (Hucurat 13). Buna bir milletin askeri örnek yapılabilir. Asker, en küçük birim olan “takım”dan başlayarak bölük, tabur, tugay, tümen, ordu ve ordular şeklinde teşkilatlanmıştır. Bunun gibi, insanlık ordusu da irili ufaklı bir kısım ümmetlere (medeniyet gruplarına) kavimlere, aşiretlere ayrılmıştır. İşte bu silsilenin ilk halkasını, nikah bağıyla bağlanan bir erkekle bir kadın etrafında halelenen bir cemaat teşkil eder.
Şu halde, cemiyetin bu temel taşına inilip tahlil edilince, bunun öncelikle yalnızlıktan kaçış ve ünsiyet arayış maksadıyla teşkil edildiği görülür. Neslin devamını sağlamak üzere çocuk elde etmek, ünsiyeti takip eden mühim gayelerden bir diğeridir.
Nikahın bu temel ve asil gayeleri gözönüne alınınca insanın birkısım biyolojik ihtiyaçlarının tatmini daha tali bir planda kalır. Bu açıdan, meselenin şehevî yönü, “nikah”ın gayesi değil, (bir büyüğün yorumuyla) onunla îfa edilecek hizmetin peşin bir ücreti,[1] onun getireceği yükümlülükleri kabule bir teşvik vasıtası olmaktadır.
Bu noktada aldanan, vasıtayı gaye yaparak müessesenin kıymetini tenzil eder. Nitekim, beraberliğin biyolojik yönü sona ermiş yaşlılık ve sakatlık gibi hallerde de evlilik devam eder ve hatta yaşlılar arasında dayanışma daha da artar. Çünkü, her iki insan da ünsiyete, sohbete, birbirlerinin tesellisine muhtaçtır.
Burada maksadımız evlilik müessesesinin sosyolojik tahlilini yapma değildir. Ancak mevzumuzun anlaşılması bakımından şunu da belirtmemiz gereklidir: “Nikah” kültürel beşerî bir müessese olması hasebiyle, her bir kültürel sistemin, kendine has bir nikah tarzı ve bundan teşaub eden (dallanıp budaklanan) bir değerler örgüsü olacağı tabiidir: Manevî değerler, merasimler, inançlar, akrabalıklar, haramlar, helaller, usuller, adablar vs. yani günlük hayatımızı ilgilendiren kültürel unsurların büyük bir bölümü, “nikah müessesesi”yle ilgilidir.
İnsanların millî ve ferdî şahsiyetlerinde kültürel değerlerin yeri iyice bilinmektedir. İster ferdî planda isterse millet planında ele alalım, bizi diğerlerinden “başka” kılan, “şahsî” kılan, “millî” kılan, “müşterek ve benzer” kılan bu değerlerdir. Millî hususiyetimizi, milletimizin ferdleri arasındaki benzer yönlerimizi, birlik ve beraberliğimizi sağlayan yegane amil, asırlar boyu değişmemesi gereken hepimizde aynı olması gereken değerlerimizdir.
Öyleyse bizler Müslümanlar olarak İslamî hüviyetimizi koruyabilmek için beşerî kültürel hayatımızın büyük bir kısmını şekillendiren nikah müessesesinde İslamî değerleri korumak zorundayız. İslamî şahsiyetimizi temel yapısı buna bağlıdır. Nikahta, kıyafette, mutfakta (yenilip içilecek şeylerde) İslamî ölçülerden taviz verilirse geriye din olarak ne kalacak. Sadece itikad ve ibadetler.. Halbuki İslamiyet bir medeniyet dinidir. İnsanın medenî hayatta muhtaç olduğu cemiyet hayatının devamını sağlayan her hususta kendine has ölçüler, değerler verir; kalıplar, şekiller, tarzlar, kanunlar koyar, kişiyi hiçbir meselede yabana muhtaç etmez. Mü´min de bu İslamî sünnetleri şahsında temsil ettiği nisbette, İslamî, imanî kemale erer. Cenab-ı Hakk´ın kendisine vaad ettiği nusret ve üstünlüğe saadet-i dareyne liyakat kazanır.
İslam dini, Kur´an ve hadiste gelen değerlerin hepsiyle bir bütündür. Sadece itikad ve ibadetlerimiz değil, nikah, mutfak, kıyafet vs. her çeşit beşerî kültürel değerlerimiz bütün teferruatıyla bu iki kaynaktan teşkil edilmiştir. Müslümanlığımızın tamamiyet ve temelini, bunlara uymaktaki derecesi tayin edecektir.
Sırf Kur´an´ı esas alacak olsak bile, onda yer verilen emirlerin hepsi aynı değerde olduğu için, kıyafetimizi, “nikah”ımızı, mutfağımızı, ihmal ettiğimiz takdirde, sadece itikad ve ibadetlerimiz acaba Müslümanlığımızın bütünlüğüne yetecek midir İbadet dışındaki Kur´anî emirlerdeki ihmal, gevşeklik ve umursamazlığımız, itikadımızı zedeleyen, imanımızı yaralayıp eksilten bir durum değil midir Bu eksiklik ibadet hayatımıza da sirayet etmeyecek midir Müslüman olduğu halde içki içen, haram ve -mesela domuz eti- yiyen veya kıyafette İslamî örtünmeye riayet etmeyen veya nikah dışı yollardan tatmin arayan bir kimsenin iman ve ibadeti ona ne derece faydalı olur Onu nereye kadar götürür Bu elbette münakaşaya değer bir husustur.
Şunu demek istiyoruz: Müslümanlığımız, tıpkı iman esaslarında olduğu gibi, nikah meselesinde de İslamî nikaha uymakla kemalini bulabilecektir.
Öyleyse İslamî nikah nedir
Dininin ve imanının Allah nazarında makbul olmasını dileyen her Müslüman, nikah meselesinde Allah´ın koyduğu ölçünün ne olduğunu bilmek ve ona uymak zorundadır.[2]
İSLAMÎ NİKAH
İslamÔda nikah bizzat Kur´an- Kerim´de ele alınmış ve esasları belirtilmiştir.[3] Şu esasları sayabiliriz:
1- Kişi, büluğ çağına erince geciktirilmeden evlendirilmelidir (Nisa 6).
2- Mü´min kişi mü´min bir eşle evlenmelidir. Müşrik kişi (neseb, zenginlik, güzellik gibi sebeplerle) hoşumuza gitse bile onunla evlilik yapılmamalıdır. Çünkü mü´min kimse, (burnu kesik siyah) köle bile olsa, hoşumuza giden müşrikten daha hayırlıdır. Çünkü onlar cehenneme çağırırlar (Bakara 221).
3- Kadınlardan hoşa gidenle evlenilmelidir (Nisa 3).
4- Kadınlarla ailelerinin izniyle evlenilmelidir (Nisa 25)
5- Kadın namuslu, fuhuştan uzak ve gizli dostlar edinmeyenlerden olmalıdır (Nisa 25).
6- Kadına mehri verilmelidir (Nisa 25).
7- Cemiyet, bekâr olan (dul, yetim, köle) kimselerle ilgilenip, onları evlendirmelidir. Evlendirmede fakirlikten korkulmamalı, bekârlara yardım edilmelidir.
8- Nikah akdi alenî olmalıdır. Bu prensip bilhassa yukarıda işaret edilen Nisa 25. ayette sarihtir. Ayrıca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) nikahın alenî olmasını, bu maksadla ziyafet verilmesini ve hatta def ve sesle ilan edilmesini ısrarla emretmiştir.
9- Nikah kadın erkek arasında veraset hakkı te´sis eder (Nisa 12)
10- İslamî nikahın müddeti müebbettir, daimidir. Yani kadınla erkek hayat boyu beraber olmak üzere nikahlanırlar. Belli bir müddetle sınırlı olan nikah meşru değildir. Kişi, içinden muayyen bir müddete niyet etmiş olsa bile, bu müebbet kabul edilir. Boşanma dinimizde meşru ise de ciddi ve meşru bir sebebe dayanmayan boşama ve boşanmalar Allah´ın buğzettiği, sevmediği bir ameldir. Talak, hadiste “Allah´ın en çok buğzettiği helal” olarak tarif edilmiştir.[4]
BİRİNCİ FASIL
HZ. PEYGAMBER´İN ZEVCELERİ
UMUMİ AÇIKLAMA
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın evlilik hayatı deyince ilk nazar-ı dikkate çarpan husus, birçok hanımla evlenmiş olmasıdır. Bu meseleye yeri geldikçe başka bahislerde de temas etmiş olmamıza rağmen burada da kısaca temas edeceğiz. Sebebi de, Teysir´in, ümmühatu´lmü´ minîn´den bilinen Hz. Hatice, Hz. Zeyneb Bintu´l-Zem´a, Reyhâne, Meymune Bintu´l-Haris radıyalahu anhünne gibi bazı isimlere yer vermezken, ümmühatü´lmü´minînden bilinmeyen İbnetu´l-Cevn, Ümmü Şerik gibi isimleri “Peygamberin Zevceleri” başlığına dahil etmesidir.
Hemen şunu belirtelim ki, yirmi beş yaşında iken, kendisinden 15 yaş büyük bir kadın olan Hz. Hatice ile evlenip elli küsur yaşına kadar onunla yetinen Hz. Peygamber´in İslam ahkâmının teşrî ve neşir safhası olan Medine hayatında çok sayıda kadınla evlenmesinin birinci sebebi peygamberlik vazifesi ile ilgilidir. Sünnetinin aile hayatında geçen safhasının tesbitini, onların kadınlara intikal ve neşrini bu hanımlar yapmıştır. Alimler, “Dünyanızdan üç şey sevdirildi…” diye açıklayıp bunlardan birinin, “kadın” olduğunu söyleyen hadisi açıklarken, kadınların Resulullah tarafından sevilmesini, onların “İslam´ın neşrine olan hizmetleri” sebebiyle izah ederler.
Çok kadınla evlenmede dikkat çeken bir diğer sebep siyasî yöndür. Müteakiben görüleceği üzere Hz. Safiyye ile evlilik, Hayber Yahudileri ile sıla-i rahm´a vesile olmuş. Cüveyriye ile evlilik Benî Müstalik´ten yedi yüz kadar harp esirinin bedava azadlıklarını sağlamıştır. Mekkelilerin lideri Ebu Süfyan´ın kızı Ümmü Habibe ile evlilik, Ebu Süfyan´ın bozulan Hudeybiye Sulhü´nü yenileyebilmek için, kızını bahane ederek Medine´ye gelmesine, Hz. Peygamber´in hane-i saadetlerine kadar girmesine yol açmış, bu durum onun hasmane duygularını törpülemiştir. Diğer evliliklerinin her birinde tıpkı neşr-i din gibi siyasî bir yönün dahi varlığı inkar edilemez.
Resulullah´ın evlilik bağının siyasî yönünü nasıl kullandığını anlayabilmek için İslam´ın ilk baştaki kuruluş ve neşrini sağlayan siyasî lider kadronun evlilik bağıyla birbirine nasıl kenetlendiğini ibretle tetkikte zaruret var: Hülefa-i Raşidîn denen bu çekirdek kadro, evlilik bağlarıyla birbirlerine perçinlenmiş gibidir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer´in kızlarını almış, onlara damat olmuştur. Hz. Osman ve Hz. Ali´ye kızlarını vermiş, onları kendine damat yapmıştır. Hz. Ali ile olan akrabalık bağının, Hz. Osman´daki eksikliğini, ona ikinci bir kızını da vererek telafi etmiştir. Hz. Hafsa ile evlenmeleri hususundaki teklife menfi cevap verdikleri için Hz. Osman ve Hz. Ebu Bekr´e karşı kırgınlık içine düşen Hz. Ömer´i memnun etmek ve öbürlerine karşı kalbinde yerleşecek bir gücenmeyi ve bunun merkezkurmay kadroda hasıl edeceği çatlağı bertaraf etmek için Resulullah´ın Hz. Hafsa´yla evlenmesi fevkalâde siyasî bir ameliyedir.”[5]
Evliliğin -hatta nikahla noktalanmamış olan sade bir evlenme teklifinin bile-, hasıl edeceği siyasî neticelerin şümulü sebebiyle olacak, Aleyhissalâtu vesselâm´ın hayatında, -çalışmamızın aslını teşkil eden Teysir´de yeterince yer verilmeyen- zevceleri dışında başka birçok kadınların da ismi geçer. İbnu Sa´d Tabakat´ında bunları iki grupta sunar:
1- Hz. Peygamber´in nikahladığı halde zifaf yapmadıkları. el-Kilabiyye, Esma Bintu Nu´man, Kuteyle Bintu Kays, Müleyke Bintu Ka´b, Bintu Cündeb, Sena Bintu´s-Salt.
2- Hz. Peygamber´in evlenme teklifinde bulunduğu halde nikahlanmadıkları kadınlar: Leyla Bintu´l-Hatim, Ümmü Hâni Bintu Ebi Talib, Zubâ´a Bintu Amir, Safiyye Bintu Beşame, Ümmü Şerik Bintu Cabir, Havle Bintu Hakim, Ümâme Bintu Hamza, Havle Bintu´l-Huzeylî, Şerraf Bintu Halife.
Bunlar hakkında biraz daha teferruatlı bilgi edinmek isteyenler, siyer kitaplarına, sahabilerin hayatını inceleyen kitaplara başvurabilirler.
Hz. Peygamber´in evlilik hayatı ile başkaca teferruat daha önce geçtiği ve müteakiben geçeceği için burada bu kadarla yetiniyoruz.[6]
* HZ. AİŞE RADIYALLAHU ANHA[7]
ـ5610 ـ1ـ عن عُروة عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]قَالَ لِي النَّبِيُّ #: أُرِيتُكِ في الْمَنَامِ ثَثَ لَيَالِ، جَاءَنِي بِكِ الْمَلَكُ في سَرَقَةٍ مِنْ حَرِيرٍ، يَقُولُ: هذِهِ امْرَأتُكَ، فَاكْشِفْ عَنْهَا، فإذَا هِيَ أنْتِ، فَأقُولُ: إنْ يَكُ هذَا مِنْ عِنْدِ اللّهِ يُمْضِهِ[. أخرجه الشيخان والترمذي.»السَّرَقَةُ« شقة من حرير خاصة .
1. (5610)- Urve merhum, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´den şunu nakletmiştir: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bana dedi ki:
“Rüyamda sen bana üç gece gösterildin: Melek seni bana bir ipek parçası içerisinde getirdi ve “Bu senin zevcendir, aç onu!” dedi. Ben de açtım, içindeki sendin. Ben: “Bu rüya Allah katında ise, onu gerçekleştirecektir” dedim.” [Buharî, Nikah 9, 35, Tabir 20, 21; Müslim, Fezailu´s-Sahabe 79; Tirmizî, Menakıb (3875).][8]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, evlenmezden önce Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´nin Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e rüyasında gösterildiğini ifade etmektedir. Sadedinde olduğumuz hadis, Hz. Aişe´nin bir ipek parçası içerisinde getirildiğini ifade eder. Ancak, hadisin bir başka veçhinde “Cibril, avucundaki suretimle indi…” ibaresi yer alır. Şarihler bu farklı ifadeleri: “Cibril avucundaki ipek parçasında Hz. Aişe´nin suretini getirmiş olmalı” diye te´lif eder. Hadisin bazı veçhinde yer alan “iki kere” ibaresi nazar-ı dikkate alınarak “bir seferinde kendisini, bir seferinde de ipekli üzerinde resmini getirmiş olabilir” te´vili de yapılmıştır.
2- Açma hususu, “ipek kumaşın açılması”, “yüzün açılması” gibi yorumlara tabi tutulmuştur. “Kız isteyene, görülmesi caiz olan miktarca açılması” tahmininde bulunanlara mukabil, “O zaman Hz. Aişe çocukluk yaşındaydı; avret olması mevzubahis olamazdı” diyenler de olmuştur. Şurası muhakkak ki, kadını, nikah akdinden önce görmede, akde raci maslahat bulunduğuna hükmeden alimler bu hadisten de delil çıkarmışlardır.
3- Bu görme hâdisesinin bi´setten sonra da olabilme ihtimali üzerinde duran Kadı İyaz, Resulullah´ın şekki ile ilgili üç ihtimalin mevzubahis olacağını söyler:
“Birincisi: Ahiretteki ve dünyadaki zevcesi mi, yoksa sadece ahiretteki zevcesi mi
“İkincisi: Şekk lafzının zahiri murad değildir. Buna belağatta şekkin yakin ile mezci denmiştir.
Üçüncüsü: Bu rüya, zahiri üzere aynen çıkan rüyayı vahiy midir veya tabir gereken bir rüyayı vahiy midir Peygamberler hakkında ikisi de caizdir.”
Umumiyetle sonuncu ihtimal benimsenmiştir.[9]
ـ5611 ـ2ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]تَزَوَّجَنِي النَّبِيُّ # وَأنَا بِنْتُ سِتِّ سِنِينَ، فَقَدِمْنَا الْمَدِينَةَ فَنَزَلْنَا في بَنِى الْحَارِثِ بْنِ الْخَزْرَجِ، فَوَعِكْتُ فَتَمَرَّقَ شَعْرِى فَوَفَّى جُمَيْمَةُ، فَأتَتْنِي أُمِّي أُمُّ رُومَانَ، وَإنِّي لَفِي أُرْجُوحَةٍ وَمَعِي صَوَاحِبُ لِي. فَأتَيْتُهَا َ أدْرى مَا تُرِيدُ مِنِّي. فَأخَذَتْ بِيَدِي فَوَقَّفَتْنِي عَلى بَابِ الدَّارِ. فَإذَا نِسْوَةٌ مِنَ ا‘نْصَارِ في الْبَيْتِ، فَقُلْنَ: عَلى الْخَيْرِ وَالْبَرَكَةِ وَعلى خَيْرِ طائِرٍ. فَأسْلَمَتْنِى إلَيْهِنَّ فأصْلَحْنَ مِنْ شَأنِي. فَلَمْ يَرُعْنِي إَّ رَسُولُ اللّهِ # فَأسْلَمَتْنِى إلَيْهِ. وَأنَا يَوْمَئِذٍ بِنْتُ تِسْعِ سِنِينَ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي.»تَمرقَ الشّعْرُ وامرّقَ« إذا سقط وانتثر من مرض أو علة تعرض له.و»الجُميمةُ« تصغير جمة، وجمة ا‘نسان مجتمع شعر الرأس.و»وَفّى« الشئ: إذا كثر.و»ا‘رجوحة« معروفة من لعب الصغار.
2. (5611)- Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ben altı yaşında iken benimle evlendi. Medine´ye geldik. Beni´l-Hâris İbnu´l-Hazrec kabîlesine indik. Ben hummaya yakalandım. Saçlarım döküldü. (İyileşince) saçım yine uzadı. Annem Ümmü Rûman, ben arkadaşlarımla salıncakta oynarken, bana geldi, benden ne istediğini bilmeksizin yanına gittim. Elimden tuttu. Evin kapısında beni durdurdu. Evimizde, ensârdan bir grup kadın vardı. “Hayırlı, bereketli olsun!”, “Uğurlu mübarek olsun!” diye dualar, tebrikler ettiler. Annem beni onlara teslim etti. Onlar kılıkkıyafetime çeki düzen verdiler. Beni, [kuşluk vakti aniden] Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)(ın gelişinden) başka bir şey şaşırtmadı. Annem beni O´na teslim etti. O gün ben dokuz yaşında idim.” [Buhârî, Nikâh 38, 39, 57, 59, 61; Müslim, Nikâh 69, (1422); Ebu Dâvud, Nikâh 34, (2121); Edeb 63, (4933,4934,4935, 4936, 4937); Nesâî, Nikâh 29, (6, 82).][10]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Aişe´nin Resûlullah ile evlenme yaşı ihtilaflıdır. Yapılan tahkiklere göre en ziyade kabul gören ve en sahih addedilen rivayetlere nazaran altı yaşında iken nikahlanmış, dokuz yaşında iken zifaf edilmiş olmasıdır. Resûlullah´la evlendiği zaman Hz. Aişe´nin 16-17 ve hatta 18 yaşlarında olduğuna dair yapılan bazı açıklamalar varsa da tatminkâr değildir. Sahih rivayetlerin zahirine uygun gelmemektedir. Bu sebeple ihtiyatla karşılanması daha muvafıktır.
Resûlullah vefat ettiği zaman Hz. Aişe on sekiz yaşında idi. İbnu İshak´a göre, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Hatice´nin vefatından sonra Hz. Sevde ile evlenmiş, Sevde´den sonra Hz. Aişe ile evlenmiştir. Ancak bazı rivayetlere göre, Hz. Hatice´den sonra Hz. Aişe ile evlenmiştir. Yapılan tahkikler, İbn-i İshak´ın kaydını haklı çıkarmıştır. Resûlullah, henüz hicret etmezden önce Hz. Sevde ile evlenmiştir. Hz. Aişe´nin evliliği hicretten sonra Medine´de vukûa gelmiştir.
2- Bu hadise dayanan İslâm ulemâsı, küçük yaşta bulunan kız çocuğunun babası tarafından nikahlanabileceği hükmünü çıkarmıştır. Nevevî, bu cevaz hususunda İslâm ulemâsının icma ettiğini belirtir. Hanefîlere göre bu câizdir. Ancak kızın büluğa erince seçme hakkı vardır, dilerse kabul etmeyebilir. Bu hakkını daha önce kullanamaz. Şâfiî, Mâlikî gibi Hicaz ulemâsı bu seçme hakkını tanımazlar. İmam Şâfiî, Mâlik, Ahmed, Ebu Yusuf gibi birkısım ulemâ büluğa ermeyen küçüğü nikahlama yetkisine sadece babanın sahip olduğunu, diğer velilerin bu hakka sahip olmadığını söylerler. Ebu Hanife, Evzâi ve diğer birkısım ulemâ velilerin de evlendirebileceğine hükmetmiştir.
3- Hadis, gerdekten önce gelinin hususî bir hazırlığa tabi tutularak süslenmesinin müstehab olduğunu gösterir. Başka rivayetlerde, câhiliye devrinde, mâşıta denen kadın berberlerinin varlığını, bunların gerdeğe girecek kadınları -aynen günümüzde olduğu gibi- hususî bir hazırlık ve süslemeden geçirdiklerini, İslâm´dan sonra, aynı mesleğe devam edip edemeyeceklerini Aleyhissalâtu vesselâm´dan sorduklarını, Resûlullah´ın da “kadınları süsleyin, kocalarına hazırlayın” diyerek cevaz verdiğini görmekteyiz.
4- Gerdeğe girecek kızın yanında kadınların toplanıp ilgi göstermeleri, zifaf âdâbını öğretmeleri, hayır ve bereket duasında bulunmaları müstehabtır.
5- Bu hadisin bazı vecihlerinde, Resûlullah´ın kuşluk vakti zifafa girdiği tasrîh edildiğine göre, gündüzleyin de zifaf caizdir.[11]
İSTİDRAD:
Sadedinde olduğumuz hadisten çıkarılan mühim bir hüküm, erkek veya kız, küçük çocukların evlendirilmesiyle ilgilidir. Bu husus, başta köylerimizde olmak üzere, bilhassa dindar ve muhafazakâr çevrelerde tatbikattadır. Meselenin Hanefî fıkhındaki yerini biraz daha etraflıca öğrenme ihtiyacı duyacaklara yardımcı olmak üzere, Muhammed İbnu Muhammed el-Üsrûşenî´nin (vefatı 632 hicrî, 1235 miladî) Ahkâmu´s-Sıgâr adlı eserinden ilgili bahsi aynen iktibas etmeyi uygun gördük[12].[13]
Hıyarü´l-Büluğ (Büluğda Muhayyerlik Hakkı)
Eğer küçük kız veya oğlanı evlendiren kimse baba veya dede ise, bülûğa erdikleri vakit evliliği kabul veya red hususunda çocuklara muhayyerlik hakkı mevcut değildir. Eğer evlendiren baba veya dede dışındaki velilerden biri ise, büluğa erince çocukların muhayyerlik hakkı vardır.
el-Münteka´da zikredildiğine göre, kız çocuğunun baba veya dedesi varsa çocuğu kadı evlendiremez. Eğer baba veya dede fâsık ise, bâliğ oldukları zaman çocuklar muhayyerlik hakkına sâhiptirler.
Şayet kızçocuğunu kadı evlendirecek olursa, Ebû Hanîfe´den (rahimehullah) gelen iki rivayetten ezher olanına göre, kız muhayyerlik hakkına sahiptir. Bu aynı zamanda İmam Muhammed´in (rahimehullah) sözüdür.
Şayet vasi, veli ise kız veya erkek çocuğunu evlendirdi ise, kadının onu küfüv birisiyle evlendirmesi gerekir. (Bu hüküm ez-Zâhire´de gelmiştir.)
Şâyet kız veya erkek çocuk, velilerinden izin almaksızın evlendirilirse, nikah(ın meşrûiyeti) velilerin iznine mütevakkıftır ve baliğ oldukları zaman da muhayyerlik hakkına sahiptirler.İzni veren baba veya dede dışında biri olduğu durumundaki hüküm daha önce geçti.
Ebu Ca´fer el-Üsrûşenî´nin el-Câmiu´l-Kebîr adlı eserinde zikredildiğine göre, baba veya dede dışında biri, kız çocuğunu bülûğa ermeyen biriyle evlendirecek olsa ve kız kocasından evvel bülûğa erse, ayrılığı tercih etse ve mes´elesini kadıya götürse, kocanın büyümesi beklenilmez, kadı´nın bunları ayırma hakkı vardır. Ancak oğlan çocuğunun babası veya vasîsi var ise, onu çağırır ve çocuğun hücceti varsa, hüccetini getirmesini emreder. Aksi halde aralarını, oğlanın velisinin huzurunda ayırır.
Kız büluğa erince, zevci gâib iken ayrılmak istese, el-Câmi´de işaret edildiği üzere, kadı, gâib koca hazır olmadıkça, onları ayırmaz. Zira bu, gâib üzerine verilmiş bir hüküm olur.
Kız veya erkek çocuğu kadı evlendirdiği tadirde, çocuklar büluğa erince, zâhirü´rrivayeye göre, muhayyerlik hakkına sahiptirler. Halid İbnu Sabîh´in Ebû Hanîfe´den (rahimehullah) rivayetine göre, çocukların muhayyerlik hakkı mevcut değildir.
Büluğda kızlar için sabit olan muhayyerlik hakkı, erkekler için de sabittir. Ebû Hanife ve İmam Muhammed´in (rahimehumallah) kavillerine göre, baba ve dede dışındakilerin evlendirmelerinde, kız ve erkek çocuklarına büluğla birlikte tanınan muhayyerlik hakkı sebebiyle, onlar nikahı tercih edecek olurlarsa, eski nikahları devam eder, ayrılmayı tercih edecek olurlarsa, kadı, aralarında ayrılıkla hükmedince ayrılırlar.
Bu muhayyerlik hakkı, bâkire kız hakkında fevridir. Büluğa erer ermez veya nikahtan sonra, nikaha vâkıf olduğu mecliste hemen nikahı feshettiğini bildirmelidir. Meclisin sonuna kadar ihtiyar hakkı devam edemez. Öyle ki, bâkire olduğu halde büluğa eren kız, sükût edip, muhayyerlik hakkını hemen kullanmazsa, bu hakkı kaybeder.
Eğer aslında dul idiyse veya bâkire olmakla beraber zevci kendisi ile gerdek yaptı ve bu gerdekten sonra kocasının yanında büluğa erdi ise, muhayyerlik hakkı, sükutu ile veya bulunduğu meclisi terketmesiyle batıl olmaz. Onun bu hakkı sarih bir şekilde nikaha razı olduğunu ifade etmesiyle veya kendisinden, razı olduğuna delalet eden bir davranışın zuhur etmesiyle batıl olur. Bu davranış cimaya müsaade etmesi, nafaka talep etmesi ve benzer bir harekettir. Fakat eskide olduğu gibi, kocanın yemeğinden yemesi, ona hizmet etmesi bu hakkını iptal etmez.
Oğlanın muhayyerlik hakkı ise, (fevrî değil, ömrîdir, dul kadın hakkında olduğu gibi) sukutuyla ortadan kalkmaz. Bu hak, onun razı olduğunu sarih bir şekilde ifade etmesiyle veya kıza yakınlık, onu techiz, mehrini kendisine teslim gibi rızaya delalet eden fiilleriyle ortadan kalkar.
Bu tercih hakkı cehalet sebebiyle de ortadan kalkabilir. Şöyle ki: Kız baliğ olduğu zaman önceden kıyılmış nikahı bilir, fakat kendisinin muhayyerlik hakkına sahip olduğunu bilmezse ve bu sebeple sukut ederse bu hakkı kaybolur. Fakat büluğ anında nikah akdini bilmezse muhayyerlik hakkı devam eder, yeter ki bu hakkın varlığını bilsin.
Büluğla tanınan muhayyerlik hakkı ile ayrılık vaki olunca, erkek, kıza temas etmemiş ise mehir gerekmez, bu ayrılık vaki olsa da hüküm böyledir. Gerdek yapmış ise, ayrılma kocanın veya kadının arzusu ile de vaki olsa mehrin tam olarak koca tarafından ödenmesi gerekir.[14]
* HZ. HAFSA RADIYALLAHU ANHA
ـ5612 ـ1ـ عن ابن عُمر رَضِيَ اللّهُ عَنهما: ]أنَّ عُمَرَ حِينَ تَأيَّمَتْ حَفْصَةُ مِنْ خُنَيْسِ بْنِ حُذَافَةَ السَّهْمِيّ رَضِيَ اللّهُ عَنه، وَكَانَ مِنْ أصْحَابِ النّبِيّ # مِمَّنْ شَهِدَ بَدْراً، وَتُوُفِّىَ بِالْمَدِينَةِ. قَالَ عُمَرُ: فَلَقِيْتُ عُثْمَانَ بْنَ عَفَّانَ، فَعَرَضْتُ عَلَيْهِ حَفْصَةَ. فَقُلْتُ: أنْ شِئْتَ أنْكَحْتُكَ حَفْصَةَ بِنْتَ عُمَرَ؟ فَقالَ: سَأنْظُرُ في أمْرِي، فَلَبِثْتُ لَيَالِيَ، ثُمَّ لَقِيْتُهُ!
فَعَرَضْتُ عَلَيْهِ. فَقَالَ: قَدْ بَدَا لِي أنْ َ أتَزَوَّجَ يَوْمِي. فَلَقِىتُ أبَا بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه. فَقُلْتُ لَهُ: إنْ شِئْتَ أنْكَحْتُكَ حَفْصَةَ ابْنَةَ عُمَرَ؟ فَصَمَتَ، ولَمْ يَرْجِعْ إليَّ شَيْئاً. فَكُنْتُ عَليْهِ أوْجَدَ مِنّي عَلى عُثْمَانَ فَلَبِثْتُ لَيَالِيَ. ثُمَّ خَطَبَهَا رَسُولُ اللّهِ # فَأنْكَحْتُهَا إيَّاهُ، فَلَقِىَنِي أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه. فَقَالَ: لَعَلَّكَ وَجَدْتَ عَلىَّ حِينَ عَرَضْتَ عَليّ حَفْصَةَ فَلَمْ أرْجِعْ إلَيْكَ شَيْئاً. فَقُلْتُ: نَعَمْ. فَقَالَ: فإنَّهُ لَمْ يَمْنَعْنِي أنْ أرْجِعَ إلَيْكَ فِيمَا عَرَضْتَ عَليَّ إَّ أنِّي كُنْتُ عَلِمْتُ أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَدْ ذَكَرَهَا فَلَمْ أكُنْ ‘فْشي سِرَّ رَسُولِ اللّهِ #، وَلَوْ تَرَكَهَا لَقَبِلْتُهَا[. أخرجه البخاري والنسائي.»تَأيَّمت« المراد: إذا مات زوجها أو فارقها، وقيل ا‘يّم التي زوج لها تزوجت أو لم تتزوج، والرجل أيضاً أيّم .
1. (5612)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “(Kızkardeşim) Hafsa (radıyallahu anhâ), Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Bedir Gazvesi´ne katılan ashabından olup, Medine´de vefat etmiş bulunan Huneys İbnu Huzafe es-Sehmî (radıyallahu anh)´den dul kalınca (babam) Hz. Ömer (radıyallahu anh), (kızkardeşimi evlendirmek için harekete geçerek bazı teşebbüslerde bulunmuştur. Bu teşebbüslerini bana şöyle) anlattı:
“Önce Hz. Osman İbnu Affan (radıyallahu anh)´a rastladım. Hafsa´yı ona teklif ettim ve: “Dilersen sana Hafsa Bintu Ömer´i nikahlayayım” dedim.
“Hele bir düşüneyim!” dedi. Birkaç gece bekledim. Sonra ona rastladım, teklifi tekrar arzettim.
“Şimdilik evlenmemeyi uygun gördüm!” dedi. (Ben bu menfi cevaba kızdım.) Sonra Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)´e rastladım. Ona da: “Dilersen sana Hafsa Bintu Ömer´i nikahlayayım!” dedim. Hz. Ebu Bekr sustu ve bana hiçbir cevap vermedi. Osman´a kızdığımdan daha çok Ebu Bekr´e kızdım. Birkaç gün aradan geçti. Sonra Hafsa´yı Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) istedi ve O´na nikahlayıp verdim. Sonra bana Hz. Ebu Bekr rastladı ve: “Hafsa´yı bana teklif ettiğin zaman sana hiçbir cevapta bulunmayışımdan dolayı belki de bana kızdın” dedi. Ben de: “Evet kızmıştım!” deyince şu açıklamayı yaptı:
“Sen o teklifi yaptığın zaman beni cevap vermemeye sevkeden şey Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Hafsa´yı zikretmiş olduğunu bilmemdi. Aleyhissalâtu vesselâm´ın sırrını ifşa etmek istemedim. Eğer Hafsa´yı o terketseydi teklifinizi ben kabul edecektim.” [Buharî, Nikah 33, 36, 46 Megazî 11; Nesâî, Nikah 30, (6, 83).][15]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Hafsa, Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)´in kızı, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcesidir. Hz. Aişe´den sonra evlenmiştir. Rivayetler Hz. Hafsa´nın bi´setten beş yıl önce doğduğunu bu sebeple, bi´setin üçüncü veya dördüncü yılında doğmuş olan kardeşi Abdullah´tan 8 veya 9 yaş büyük olduğunu belirtir. Hz. Hafsa hicrî 41 yılında Hz. Hasan´ın Hz. Muaviye (radıyallahu anhümâ)´ye biat ettiği sırada (Cemadiye´l-Ûla ayında) vefat etti, (radıyallahu anhâ).
2- Aleyhissalâtu vesselâm, Hafsa ile önceki kocasının vefatı üzerine dul kalınca evlenmiştir. Rivayetten de anlaşılacağı üzere, önceki kocası Huneys İbnu Huzafe´dir ve Bedir Gazvesi´ne katılan bahtiyarlardandır. Bazı rivayetler Huneys´in, Uhud Gazvesi´ne de katıldığını, bu savaşta aldığı yaranın tesiriyle öldüğünü söyler. Ancak, Aleyhissalâtu vesselâm´ın Hz. Hafsa ile hicretten yirmi beş ay sonra evlendiği belirtilen r ivayetler gözönüne alınınca Huneys (radıyallahu anh)´in Bedir´den sonra vefat ettiğine dair haberlerin daha doğru olduğu anlaşılır. Esasen, Vakidî´nin bir rivayeti de, Hz. Ömer´in Hafsa´yı, Hz. Osman´a, zevcesi Rukiyye Bintu Resulullah´ın vefatı üzerine teklif ettiğini belirtir. Rukiyye Bedir sırasında vefat ettiğine göre Huneys´in vefatı, Uhud değil Bedir sonrasına rastlamalıdır. Rukiyye, Bedir´e çıkıldığı sırada hastalanmış, Hz. Osman, onun tedavisiyle ilgilenmek için sefere katılamamıştı.
3- Hz. Hafsa´nın Resulullah´la evlenmesini İzzeddin İbnu´l-Esir, Üsdü´l-Gâbe nam meşhur eserinde biraz farkla şöyle anlatır: “…Hz. Hafsa dul kalınca, Hz. Ömer onu Hz. Ebu Bekr´e zikrederek evlenmesini teklif etti. Ebu Bekr tek kelimelik cevata bulunmadı. Hz. Ömer bu duruma öfkelendi. Rukiyye Bintu Resulullah´ın vefatı ile dul kalan Hz. Osman´a gidip Hafsa´yla evlenmesini teklif etti. Ama Osman: “Şimdilik evlenmeyi düşünmüyorum!” diye cevap verdi. Ömer, bunun üzerine Peygamber´e gitti, Osman´ı şikayet etti. Aleyhissalâtu vesselâm: “Hafsa, Osman´dan daha hayırlı olan biriyle evlenecek, Osman da Hafsa´dan daha hayırlı biriyle evlenecek!” buyurdu. Sonra Hafsa´yı kendisi evlenmek üzere istedi ve o da kızını Resulullah Aleyhissalâtu vesselâm´a nikahladı.
Sonra Hz. Ebu Bekr, Ömer´e rastladı ve: “Sakın kızmayasın! Zira Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hafsa´yı zikretmişti. Ben Resulullah´ın sırrını ifşa etmek istemedim (bu sebeple senin teklifine hiçbir cevap vermedim). Eğer o Hafsa´yı terketseydi ben alacaktım” dedi. Resulullah bir ara Hafsa validemizi boşamıştır. Ancak Hz. Ömer´in fazlaca üzülmesi üzerine, Cebrail gelerek Hz. Hafsa´yı “O, çok oruç tutan, namaz kılan biridir, cennette de zevcenizdir” diye övmüş ve geri almasını söylemiştir. Aleyhissalâtu vesselâm da talaktan rücu etmiştir. Hz. Hafsa okuma yazma bilirdi, rukye yoluyla hastaları tedavi etmeyi de sonradan öğrenmişti.
4- Rivayette Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekr´e Hz. Osman´dan daha çok kızdığını söylemektedir. Bu, iki sebeple izah edilir:
1) Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekr´i kendine daha yakın bir kardeş hissediyordu. Çünkü, Resulullah onları kardeşlemişti. Dolayısıyla daha fazla bir anlayış beklemekte idi. Ayrıca Hz. Osman, muhtemelen Hz. Ebu Bekir´den önce bu teklifi reddetmiş idi ve aralarında sebkat eden hukuk daha sınırlı olduğu için Hz. Osman´a fazla gücenmemişti.
2) Hz. Osman, Hz. Ömer´in teklifini cevapsız bırakmamış, düşüneyim demiş, bilahare düşündükten sonra “şimdilik evlenmeyeceğim” diye cevap vermişti. Menfi de olsa bu, bir cevaptı. Ama suküt, cevap değildi. Hz. Ömer bu sebeple de fazla kızmıştı. Hatta, İbnu Sa´d´ın bir rivayetinde Hz. Ömer şöyle der: “…Hz. Ebu Bekr sükut edince, ona, Osman´dan daha çok kızmıştım.” İbnu Sa´d´dan gelen bir başka rivayete göre, Hz. Ebu Bekr şöyle demiştir: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Hafsa ile ilgili olarak bir bahiste bulunmuştu, bu sırdı. Şu halde, bu sır olan bilgisi sebebiyle Hz. Ömer´e cevap vermemişti.[16]
5- Hadisten Çıkarılan Bazı Fevaid:
* Sırrı gizlemek fazilettir. Sır sahibi açıklayınca açıklamanın mahzuru kalkar.
* Kişi, kardeşini itab edebilir, öbürü de özrünü beyan etmelidir.
* Hz. Ebu Bekr´in bildiği sır, Hafsa ile ilgili olarak Aleyhissalâtu vesselâm´ın Ebu Bekir´le istişarî olarak o meselede konuşmuş olmasından veya hiçbir sırrını ondan saklamayıp açmasından ileri gelebilir.
* Küçük olan kimse, büyüğün evlenme arzusu izhar ettiği bir kadınla evlenmeyi düşünecek olsa, büyük bu meseleden açıklıkla vazgeçmeden araya girip o kadını talep etmemelidir.
* Hz. Peygamber´in evlenme arzusu izhar ettiği bir kadınla evlenmemesi halinde bir başkasının evlenmesi caizdir, haram değildir. Çünkü Hz. Ebu Bekir: “Aleyhissalâtu vesselâm terketseydi ben onu kabul edecektim” demiştir.
* Kişi kızını, kızkardeşini ve velayeti altında bulunan diğer kadınları salih kimselere teklif edebilir. Bunda utanılacak bir durum yoktur.
* Bir başkasının sırrını faş etmemek üzere bir kimse yemin etse, sır sahibi kendisi sırrını faş ettikten sonra yemin eden kimse o sırrı açıkladığı takdirde hanis olmaz.
* Baba, erkeğe dul kızını teklif edebileceği gibi, bâkire kızını da teklif edebilir. Ancak bakire kız erkeğe teklifte bulunamaz.[17]
ـ5613 ـ2ـ وعن عمر بن الخطاب رَضِيَ اللّهُ عَنه: ]أنَّ النّبِيَّ #: طَلَّقَ حَفْصَةَ ثُمَّ رَاجَعَهَا[. أخرجه أبو داود والنسائي .
2. (5613)- Hz. Ömer İbnu´l-Hattab (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hafsa (radıyallahu anhâ)´yı boşamıştı, sonra geri döndü.” [Ebu Davud, Talak 38, 2283); Nesâî, Talak 75, (6, 213).][18]
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki açıklamada da geçtiği üzere, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Hafsa´yı bir kere boşamıştır. Hz Ömer bunu işitince son derece üzülmüş, üzüntü ifadesi olarak başına toprak saçmış ve: “Artık bundan sonra Allah ne Ömer´e ne de kızına itibar etmez, değer vermez!” demiştir. Bunun üzerine ertesi gün Cebrail aleyhisselam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanına gelerek: “Allah, Ömer´e merhameten Hafsa´ya dönmeni emrediyor!” demiştir. Bir başka rivayete göre, Hz. Ömer, bir gün Hz. Hafsa´nın yanına girer. Ancak Hafsa ağlamaktadır. Şöyle der:”
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) seni boşamış olmasın Daha önce de bir kere boşamıştı. Sonra benim sebebimle, rücu etmişti. Eğer bir kere daha boşamışsa ebediyen seninle konuşmayacağım.”
Ancak, Resulullah Hz. Hafsa´yı boşamış değildir. Bu îlâ yani bütün hanımlarıyla bir aylık ayrı kalma kararının üzüntüsünden hasıl olan ağlamadır. [19]
* HZ. ÜMMÜ SELEME RADIYALLAHU ANHA
ـ5614 ـ1ـ وعنها رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]لَمَّا انْقَضَتْ عِدَّتِي بَعَثَ الىَّ أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه يَخْطِبُنِي فلََمْ أتَزَوَّجْهُ. فَبَعَثَ رَسُولُ اللّهِ # عُمَرَ بْنَ الْخَطَّابِ يَخْطُبَهَا عَلَيْهِ، فَقَالَتْ: أخْبِرْ رَسُولَ اللّهِ # أنِّي امْرَأةٌ غَيْرَي، وَأنِّي مُصْبِيَةٌ، وَلَيْسَ أحَدٌ مِنْ أوْلِيَائِي شَاهِدٌ. فَذَكَرَ ذلِكَ لَهُ. فَقَالَ: اِرْجِعْ إلَيْهَا، فَقُلْ لَهَا: أمَّا غَيْرَتُكِ فسَأدْعُو اللّهَ أنْ يُذْهِبَهَا عَنْكِ، وَأمَّا صِبْيتُكِ فَسَتُكْفَيْنَ أمْرَهُمْ؛ وَأمَّا أوْلِيَاؤُكِ فَلَيْسَ أحَدٌ مِنْهُمْ شَاهِدٌ وََ غَائِبٌ يَكْرَهُ ذلِكَ. فَقَالَتْ ُبْنِهَا: يَا عُمَرُ! قُم فَزَوِّجْ رَسُولَ اللّهِ # فَزَوَّجَهُ[. أخرجه النسائي.»امرأةُ غَيْرَى« كثيرة الغيرة.و»المُصْبِيةُ« ذات صبيان وأود صغار .
1. (5614)- Hz. Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “İddetim sona erince, Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) bana (bir elçi göndererek) istetti ve evlenme teklif etti. Ben kabul etmedim. Derken Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ömer (radıyallahu anh)´i göndererek kendisi için Ümmü Seleme´yi istetti. Ümmü Seleme, Ömer´e: “Resulullah´a haber ver. Ben çok kızkanç bir kadınım ayrıca benim çok çocuğum var, bir de velilerimden hiçbiri burada hazır değil!” dedi. O da gidip Resulullah´a aktardı. Aleyhissalâtu vesselâm, Ömer´e:
“Ona dön ve kendisine söyle ki: “Kızkançlığına gelince, senden onu gidermesi için Allah´a dua edeceğim. Çocuklarına gelince, onların himayesi de görülecektir. Velilerin meselesine gelince, onlardan hazır veya gaib hiç biri bu evliliği yadırgamayacak” buyurdular. Bunun üzerine Ümmü Seleme oğluna: “Ey Ömer! Kalk! Resulullah´la beni nikahla” dedi. O da nikahladı.” [Nesaî, Nikah 28, (6, 81).][20]
AÇIKLAMA:
Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)´nın ismi Hind´dir. Babası Ebu Ümeyye Huzeyfe İbnu´l-Muğîre´dir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ümmü Seleme ile hicretin dördüncü yılında Cemaziyü´l-ahir ayında evlenmiştir. Ümmü Seleme ve zevci ilk Müslümanlardan ve Habeşistan´a hicret edenlerdendir. Sonra Mekke´ye gelmişler, oradan da Medine´ye hicret etmişlerdir. Rivayette geçen “Çok çocuk sahibiyim” fıkrasından da anlaşılacağı üzere küçük çocukları vardı: “Seleme, Ömer, Dürre, Zeyneb.
Ümmü Seleme, kocası Ebu Seleme ile hicret ederken, müşrik olan yakınları onu tevkif ederler ve hicret etmesine izin vermezler. Oğlu Seleme´yi de kocasının yakınları alıkoyar. Ebu Seleme Medine´ye tek başına intikal eder. Kocasından ve oğlundan ayrılan Ümmü Seleme her gün, sabahtan akşama kadar gözyaşları dökmeye başlar. Bu, günlerce devam eder. Sonunda merhamete gelen yakınları onun da hicretine izin verirler. Çocuğunu da alarak Medine´ye gelip kocasına kavuşur.
Ümmü Seleme Resulullah´la evlendiği zaman çocuğu Zeyneb henüz onu emmekte idi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) çocuğu annesinin yanında gördükçe gerdek yapmıyordu. Durumu sezen Ammar İbnu Yasir çocuğu götürür. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm gerdek yapar.[21]
Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) güzelliği, aklı ve isabetli re´yi ile meşhurdu. Hudeybiye´de sulh yapıldığı zaman Resulullah, Ashab´a kurbanlarını kesip traş olmalarını ve ihramdan çıkmalarını emrettiği halde, Ka´be´yi tavaf etmek maksadıyla yola çıktıkları için, tavafsız bunları yapmak Ashab´ın ağrına gidiyor, bu sebeple emr-i Nebevî´yi icraya kimsenin eli varmıyordu. Resulullah´ı, mükerrer emirlerine rağmen dinleyen yoktu. Aleyhissalâtu vesselâm üzgün olarak çadırına girdi. Üzüntünün sebebini öğrenen Ümmü Seleme: “Ey Allah´ın Resulü, sen kurbanını kes, traşını ol, ihramdan çık. Ashabın seni taakip edecektir!” diye tavsiyede bulundu. Aleyhissalâtu vesselâm bu tavsiyeye uydu. Aynen onun söylediği gibi, Ashab da kalkıp menasiki birer birer icra ettiler. Bu vak´a onun dirayetine örnek olarak hep zikredilmiştir.
Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) hicretin 59. yılında Şevval ayında Allah´ın rahmetine kavuştu. Daha muahhar yıllarda öldüğüne dair rivayetler de vardır.[22]
* ZEYNEB RADIYALLAHU ANHA
ـ5615 ـ1ـ عن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]لَمَّا انْقَضَتْ عِدَّةُ رَيْنَبَ
قَالَ رَسُولُ اللّهِ # لِزَيْدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه: اِذْهَبْ فَاذْكُرْهَا عَلَيَّ، فَانْطَلَقَ زَيْدٌ حَتّى أتَاهَا وَهِيَ تُخَمِّرُ عَجِينَهَا. قَالَ: فَلَمَّا رَأيْتُهَا عَظُمَتْ فِي صَدْرِي حَتّى مَا أسْتَطِيعُ أنْ أنْظُرَ إلَيْهَا فَوَلَّيْتُهَا ظَهْرِي وَنَكَصْتُ عَلَى عَقِبِي، وَقُلْتُ: يَا زَيْنَبُ أرْسَلَنِي رَسُولُ اللّهِ # يَذْكُرُكِ. فَقَالَتْ: مَا أنَا بِصَانِعَةٍ شَيْئاً حَتّى أُؤَامِرَ رَبِّي، فَقَامَتْ إلَى مَسْجِدِهَا وَنَزَلَ الْقُرآنُ، وَجَاءَ رَسُولُ اللّهِ # فَدَخَلَ عَلَيْهَا بِغَيْرِ إذْنٍ. قَالَ فَلَقَدْ رَأيْتُهَا أطْعَمَنَا رَسُولُ اللّهِ # اَلْخُبْزَ وَالْلَّحْمَ حَتّى امْتَدَّ الْنَّهَارُ. فَخَرَجَ الْنَّاسُ وَبَقَىَ رِجَالٌ يَتَحَدَّثُونَ في الْبَيْتِ بَعْدَ الطَّعَامِ، فَخَرَجَ رَسُولُ اللّهِ # وَاتَّبَعْتُهُ فَجَعَلَ يَتَتَبَّعُ حُجَرَ نِسَائِهِ وَيُسَلِّمُ عَلَيْهِنَّ، وَيَقُلْنَ لَهُ: يَا رَسُولَ اللّهِ كَيْفَ وَجَدْتَ أهْلَكَ؟ قَالَ أنَسٌ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ: فَمَا أدْرِي أنَا أخْبَرْتُهُ أوْ غَيْرِى أنَّ الْقَوْمَ قَدْ خَرَجُوا، فَانْطَلَقَ حَتّى دَخَلَ الْبَيْتَ. فَذَهَبْتُ أدْخُلُ مَعَهُ، فَألْقَى السِّتْرَ بَيْنِي وَبَيْنَهُ، وَنَزَلَ الْحِجَابُ، وَوُعِظَ الْقَوْمُ بِمَا وُعِظُوا بِهِ: يَا أيُّهَا الّذِينَ آمَنُوا َ تَدْخُلُوا بُيُوتَ النَّبِيِّ. الى قَوله: واللّهِ َ يَسْتَحْيِ مِنَ الْحَقِّ[. أخرجه مسلم والنسائي، وللبخاري والترمذي بمعناه .
1. (5615)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Zeyneb´in iddeti tamamlanınca, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Zeyd (radıyallahu anh)´ e: “Git onu bana (kendinden) iste!” dedi. Zeyd gitti, Zeyneb´e geldiği zaman hamurunu yoğuruyordu. Zeyd der ki: “Onu gördüğüm zaman içimde bir zorluk hissettim, ona bakamaz hale geldim. Sırtımı ona çevirerek, geri geri yaklaştım ve: “Ey Zeyneb! Beni Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) gönderdi. Seni istiyor” dedim. Zeyneb: “(Ben (istihare yoluyla) Rabbimle istişare etmeden bir şey yapacak durumda değilim!” dedi ve kalkıp mescidine gitti. Derken Resulullah´a vahiy geldi. Aleyhissalâtu vesselâm kalkıp izin almadan Zeyneb´in evine girdi. Zeyd der ki: Gündüzün ilerlemesiyle Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bize ekmek ve et yedirdiğini gördük.
Yemekten sonra halk çıkmış, bazı kimseler evde kalmış sohbet ediyordu. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da çıktı, peşinden ben de çıktım. Hanımlarının hücrelerine birer birer uğrayıp selam vermeye başladı. Onlar: “Ey Allah´ın Resulü (yeni) hanımını nasıl buldun ” diyorlardı.
Hz. Enes (radıyallahu anh) der ki: “Bilemiyorum, “halk çıktı!” diye ben mi haber verdim, başkası mı haber verdi. Aleyhissalâtu vesselâm gelip evine girdi. Ben de beraber girmek istedim. Benimle kendi arasına perde çekti. Örtünme ayeti nazil oldu. Halk, kendilerine verilen öğütten derslerini aldı: “Ey iman edenler! Yemek için davet olunmadan Peygamber´in evine girip de orada yemek vaktini beklemeyin. Davet edildiğinizde ise girin, fakat yemeğinizi yedikten sonra sohbete dalmadan dağılın. Bu hareketiniz Peygamer´e eziyet verir. O da size bunu açıklamaktan sıkılır. Allah ise hakkı açıklamaktan çekinmez” (Ahzab 53). [Müslim, Nikah 87, (1428); Nesâî, Nikah 26 (6 , 79).][23]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resulullah´ın Zeyneb Bintu Cahş ile evlenmelerini anlatmaktadır. Zeyneb Bintu Cahş, Aleyhissalâtu vesselâm´ın hala kızı idi. Onu azadlısı Zeyd İbnu Harise ile evlendirmişti. Zeyneb bu evliliği istemiyordu. Resulullah´ın hatırına kabullenmişti. Sonunda evliliği devam ettiremeyip ayrıldılar. Şu halde Zeyneb´in bu boşamadan hasıl olan iddetinin sona ermesi mevzubahistir.
Resulullah, evlenme teklifini Zeyneb´in eski kocası Zeyd ile duyurur. Zeyneb bu teklife hemen evet demez. “İstihare yaparak Rabbimin irşadını alayım” der. Mescidine gider. Bu esnada da Aleyhissalâtu vesselâm´a vahiy gelmiştir. Vahiyde, Zeyneb´in Resuslullah´a Allah tarafından nikahlandığı ifade edilmektedir. Aleyhissalâtu vesselâm bu sebeple Zeyneb´e kendisi gider ve kapıyı çalmadan içeri girer. Kapıyı çalmadan girişi, Zeyneb´le nikahının kıyılmış olması sebebiyledir. Mezkur ayet şöyle: “Zeyd o hanımla alâkasını kesince, biz onu sana nikahladık…” (Ahzab 37). Bilahare, Resulullah´ın hanımları birbirlerine karşı faziletleriyle övünürken Hz. Zeyneb “Sizin nikahınızı insanlar kıyarken benin nikahımı Aziz ve Celil olan Allah kıydı” diyecektir.
2- Hz. Enes, Hz. Zeyneb´in düğün yemeğinin, derhal aynı gün içinde yendiğini belirtir. Yemekten sonra cemaatin dağılmasına rağmen bazı rivayetlerde tasrih edildiği üzere iki kişi sohbete dalar ve evde kalmaya devam eder. Aleyhissalâtu vesselâm´ın odayı terketmesi de bunlara çıkıp gitmeleri için yeterli mesaj sayılmaz, oturmaya devam ederler. Aleyhissalâtu vesselâm zevcelerini birer birer ziyarete başlar. Selam verir, halhatır sorar. Ziyaretleri tamamlayıp dönünce o iki kişi de çıkar.[24]
3- Hadisten Çıkan Bazı Fevaid:
* Kişi evine dışardan geldikçe aile halkına selam vermeli, halhatır sormalıdır. Böylece utanarak meselesini açamayan aile reisinin açtığı sohbet zemini içerisinde meseleler açılmış olur.
* Selam verilirken, muhatap tek bile olsa cemi sigasıyla esselamu aleyküm diye selam vermelidir.
* Bir kimse ile karşılaşınca halhatır sormak müstehabtır.[25]
* ÜMMÜ HABİBE RADIYALLAHU ANHA
ـ5616 ـ1ـ وَعَنها رَضِيَ اللّهُ عَنها: ]أنَّهَا كَانَتْ تَحْتَ عُبَيْدِ اللّهِ بْنِ جَحْش فَمَاتَ بِأرْضِ الْحَبَشَةِ فَزَوَّجَهَا النَّجَاشِىُّ رَحِمَهُ اللّهُ مِنَ النَّبِىِّ # وَأمَهْرَهَا أرْبَعَةَ آَفِ دِرْهَمٍ، وَبَعَثَ بِهَا إلَيْهِ مَعَ شُرَحْبِيلِ بْنِ حَسَنَةَ، فَقَبِلَ النَّبِيّ #[. أخرجه أبو داود والنسائي .
1. (5616)- Ümmü Habibe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Kendisi, Ubeydillah İbnu Cahş´ın nikahı altında idi. Habeşistan´da kocası ölünce, Necaşi merhum, onu Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a nikahlayıp dört bin dirhem mehir verdi. Onu Şürahbil İbnu Hasene ile birlikte Aleyhissalâtu vesselâm´a gönderdi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kabul etti.” [Ebu Davud, Nikah 29, (2107, 2108); Nesâî, Nikah 66, (6, 119).][26]
AÇIKLAMA:
Ümmü Habibe (radıyallahu anh)´nin adı Remle Bintu Ebi Süfyan Sahr İbni Harb´tir. Babası Ebu Süfyan, o sıralarda Mekke´nin lideri ve müşrik idi. Fetih günü Müslüman olanlardandır.
Ümmü Habibe kocası Ubeydillah ile birlikte Habeşistan´a, ikinci hicretle gitmişti. Kocası orada içki düşkünlüğü sebebiyle Hıristiyan oldu ve orada öldü. Ümmü Habibe kocasına uyup İslam´dan çıkmadı, imanında sebat etti.
Ümmü Habibe´nin Resulullah´a nikahlanma vakti ve yeri hakkında ihtilaf edilmiştir. Bazı rivayetlere göre, Habeşistan´da hicretin altıncı yılında nikah kıyılmıştır. Bazı rivayetlere göre, Aleyhissalâtu vesselâm, nikah için, Amr İbnu Ümeyye ed-Damri´yi Necaşi´ye göndererek Ümmü Habibe´yi kendisine nikahlayıvermesini, kendisi adına dört yüz dinar miktarında mehir vermesini talep etmiştir. Necaşi bu arzuyu Nebeviyi yerine getirerek Ümmü Habibe´yi Şurahbil İbnu Hasene ile birlikte Medine´ye göndermiştir.
Rivayete göre, Necaşi, Resulullah´ın isteği kendisine ulaşınca, Ebrehe adındaki cariyesini Ümmü Habibe´ye gönderir. Ebrehe: “Melik sana diyor ki: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana yazarak seni O´na nikahlamamı talep etti” der. Bunun üzerine Ümmü Habibe, Halid İbnu Said İbni´l-As´a haber gönderir ve onu nikahta vekil tayin eder. Habere çok sevinen Ümmü Habibe Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a zevce olmak gibi fevkalâde mutlu bir haberi getiren Ebrehe´ye iki bilezik ve bir gümüş yüzük verir. Akşam olunca, Müslümanların temsilcisi olan Ca´fer İbnu Ebi Talib ve diğer Müslümanları çağırır ve huzurlarında dua okuyup nikah kıyar, mehri Halid İbnu Said İbni´l-As´a teslim eder. Cemaat dağılmak isteyince Necaşi: “Oturun, peygamberlerin sünnetidir; evlendikleri zaman, nikah üzerine yemek yerler” der. Yemek getirilir, yerler ve dağılırlar.
Bazı rivayetlerde bu hadisenin hicretin yedinci yılında vaki olduğu zikredilir. Ümmü Habibe´nin vekil tayin ettiği Halid, Ümmü Habibe´nin babasının amcasının oğlunun oğludur. Nikah sırasında Ebu Süfyan müşrik ve Resulullah´la harp halinde idi.
Yukarıda da söylediğimiz gibi bu nikahın Habeşistan´dan döndükten sonra Medine´de kıyıldığı da söylenmiştir. Ancak meşhur olan önceki rivayettir.
Ümmü Habibe (radıyallahu anhâ), hicrî kırk dört yılında vefat etmiştir. Allah validemizi şefaatçimiz kılsın.[27]
* SAFİYYE RADIYALLAHU ANHA
ـ5617 ـ1ـ عن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَدِمَ رَسُولُ اللّهِ # خَيْبَرَ. فَلَمَّا فَتَحَ اللّهُ عَلَيْهِ الْحِصْنَ ذُكِرَ لَهُ جَمَالُ صَفِيَّةَ بِنْتِ حُيَىِّ بْنِ أخْطَبَ وَقَدْ قُتِلَ زَوْجُهَا وَكَانَتْ عَرُوساً فَاصْطَفَاهَا النَّبِىُّ # مِنَ
الْمَغْنَمِ وَخَرَجَ بِهَا حَتّى بَلَغَ الرَّوْحَاءَ فَبَنَى بِهَا. ثُمَّ صَنَعَ حَيْساً في نِطْعٍ صَغِيرٍ. ثُمَّ قَالَ لِي: آذِنْ مَنْ حَوْلَكَ. فَكَانَتْ تِلْكَ وَلِيمَةَ رَسُولِ اللّهِ # عَلى صَفِيَّةَ. ثُمَّ خَرَجْنَا الى الْمَدِينَةِ فَكَانَ # يُحَوِّي لَهَا وَرَاءَهَا بِعَبَاءَةٍ. ثُمَّ يَجْلِسُ عِنْدَ بَعِيرِهِ فَيَضَعُ رُكْبَتَهُ، فَتَضعُ صَفِيَّةُ رَضِيَ اللّهُ عَنها رِجْلَهَا عَلى رُكْبَتِهِ حَتّى تَرْكَبَ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي.قوله: »يُحَوِّى« الحوية: كساء يعمل حول سنام البعير ليركب عليه .
1.(5617)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber´e geldi. Allah kaleyi fethetmeyi müyesser kılınca, kenisine Safiyye Bintu Huyey İbni Ahtab´ın güzelliğinden bahsedildi. Safiyye´nin kocası savaş sırasında öldürülmüştü. Kadın daha yeni evlenmişti. Aleyhissalâtu vesselâm, ganimetten pay olarak kendisine onu seçti. Oradan Safiyye ile birlikte çıktılar. Revha nam mevkiye geldiler. Aleyhissalâtu vesselâm orada gerdek yaptı. Sonra küçük bir yaygı içerisinde has (denen hurma, yağ ve keş´ten mamul bir yemek) hazırladı. Sonra bana: “Etrafındakileri çağır!” buyurdu. Bu, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Safiyye için verdiği düğün yemeği idi. Sonra oradan Medine´ye hareket ettik. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Safiyye için, bineğinin terkisine bir örtü seriyordu. Sonra devesinin yanıda çömelip dizini dayadı. Safiyye (radıyallahu anhâ), dizine basarak deveye bindi.” [Buharî, Salat 12, Ezan 6, Salatu´l-Havf 6, Cihad 102, 130, Menakıb 27, Megazi 38; Müslim, Nikah 464, (1367); Ebu Davud, Harac ve´l-İmaret 21, (2996, 2997, 2998); Nesâî, Nikah 79, (6, 131-134).][28]
AÇIKLAMA:
Safiyye Bintu Huyey, rivayetten de anlaşılacağı üzere, Ümmühatu´lmü´minînden olup Hayber Yahudilerindendir. Sıradan bir kadın olmayıp ileri gelenlerden biridir. Hatta, başka rivayetlerin açıkladığı üzere, “Bana esirelerden bir cariye ver!” diye talepte bulunan Dıhye İbnu Halife, Resulullah´ın: “Git dilediğini seç al” ruhsatı üzerine gider Safiyye´yi seçer. Ancak Aleyhissalâtu vesselâm´a: “Ey Allah´ın Resulü, o, Kureyza ve Nadir kabilelerinin efendisidir, o ancak size münasibtir” diye ikazda bulunurlar. Aleyhissalâtu vesselâm belki de siyasî mülahazalarla, yani Yahudilerle Müslümanlar arasındaki husumeti azaltmak, gerginliği asgariye indirip dostane münasebetleri geliştirmek düşüncesiyle, böyle mümessil mahiyetinde bir kadınla evlenmeyi uygun görür. Dıhye´yi çağırıp bir başka cariye seçmesini söyler ve Safiyye´yi kendisi alır. Azad eder, örtüye tabi kılar ve evlenir. Örtmesi, zevce edindiğinin alâmetidir. Cariye olarak almış olsaydı örtünmeyi mecbur etmezdi. Safiyye (radıyallahu anhâ)´nın akıllı kadınlardan biri olduğu belirtilir. Hz. Safiyye, gerçekten Yahudilere karşı dikkatleri çekecek, şikayetlere sebep olacak derecede hususi yakınlık göstermiş, hane-i saadette onların temsilcisi rolünü oynamıştır. Bu aşırı ilgisinden sual edilince: “Benim onlar arasında akrabalarım var, sıla-ı rahm yapıyorum” diye cevap vermiştir.
Resulullah, Safiyye´nin yüzünde morluk görür ve sebebini sorar. Anlatır ki: Rüyasında gökteki ayın kucağına düştüğünü görür. Bunu ertesi gün babasına anlatır. Babası: “Sen Arap melikine zevce olacaksın” diyerek öfkeyle tokat atar. Bu iz, o darbeden kalmadır. Bir başka rivayette, göğsüne düşen güneştir. Rüyayı anlattığı kimse de kocasıdır. Rüyayı annesine anlattığı da rivayetlerde yer alır. Safiyye´nin evli olduğu düşünülürse, kocasına anlatmış, onun darbesini yemiş olması daha makul gelir.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcelerinden bazıları zaman zaman Safiyye´yi “Yahudi kızı” diyerek, mesela Hz. Aişe ve Hz. Hafsa: “Biz Resulullah´ın yanında senden daha muteberiz, biz Resulullah´ın hem zevceleriyiz hem de amcasının kızlarıyız” diyerek üzerler. Safiyye bu laf atmaları Aleyhissalâtu vesselâm´a şikayet eder. Resulullah onu şöyle teselli eder: “Sen onlara: “Siz benden nasıl daha hayırlı olursunuz Benim kocam Muhammed´dir, babam Harun´dur, amcam Musa´dır” demedin mi ” buyurur. Bir sefer sırasında Hz. Safiyye´nin devesi hastalanır. Zeyneb Bintu Cahş validemizin fazla devesi vardır. Aleyhissalâtu vesselâm, devesinin birini Safiyye´ye vermesini söyler. Ancak Zeyneb: “Ben şu Yahudi kızına mı devemi vereceğim!” diyerek imtina eder. Bu tutuma üzülen Aleyhissalâtu vesselâm üç ay kadar bir müddet Zeyneb´i terkeder, ona gece ayırmaz ve hiç konuşmaz.
Medine´ye geldiği vakit ensar kadınları ve bu arada Hz. Aişe, Safiyye radıyallahu anhünne´yi görmeye gelirler. Resulullah Hz. Aişe´ye: “Zevcemi nasıl buldun ” diye sorunca: “Bir Yahudi kadını” diye istiskal edici bir cevap verir. Resulullah: “Öyle söyleme, o Müslüman oldu ve Müslümanlığında da samimi” buyururlar.
Hz. Safiyye´nin ölüm tarihi ihtilaflıdır: 37 ile 52 arasında değişen yıllar söylenmiştir, (radıyallahu anhâ). [29]
* HZ. CÜVEYRİYE RADIYALLAHU ANHA
ـ5618 ـ1ـ عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]وَقَعَتْ جُوَيْرِيَة بِنْتُ الْحَارِثِ مِنْ بَنِى الْمُصْطَلِقِ في سَهْمِ ثَابِتِ بْنِ قَيْسِ بْنِ شَمَّاسِ رَضِيَ اللّهُ عَنه، وَكَانَتِ امْرَأةٌ مَُّحَةً لَهَا في الْعَيْنِ حَظٌّ، فَجَاءَتْ تَسأَلُ رَسُولَ اللّهِ في كِتَابَتِهَا. قَالَتْ عَائِشَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنها: فَلَمَّا قَامَتْ عَلى الْبَابِ، وَرَأيْتُهَا كَرِهْتُ مَكَانَهَا، وَعَرَفْتُ أنَّ رَسُولَ اللّهِ # سَيَرَى مِنْهَا مِثْلَ الّذِي رَأيْتُ. فَقَالَتْ: يَا رَسُولَ اللّهِ، أنَا جُوَيْرِيَةُ بِنْتُ الْحَارِثِ، وَإنَّهُ كَانَ مِنْ أمْرِي مَاَ يَخْفَى عَلَيْكَ، وَإنِّي وَقَعْتُ في سَهْمِ ثَابِتِ بْنِ قَيْسٍ، وَإنِّي كَاتَبْتُ عَلى نَفْسِي، وَجِئْتُكَ تُعِينُنِي فَقَالَ لَهَا: فَهَلْ لَكِ فِيمَا هُوَ خَيْرٌ لَكِ؟ قَالَتْ: وَمَا هُو؟ قَالَ: أُؤَدِّيَ عَنْكِ كِتَابَتَكِ وَأتَزَوَّجُكِ؟ قَالَتْ: قَدْ فَعَلْتُ. فَلَمَّا تَسَامَعَ النَّاسُ أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَدْ تَزَوَّجَ جُوَيْرِيةَ أرْسَلُوا مَا بِأيْدِيهِمْ مِنَ السَّبْيِ وَأعْتَقُوهُمْ وَقَالُوا: أصْهَارُ رَسُولِ اللّهِ #. قَالَتْ: فَمَا رَأيْنَا امْرَأةً كَانَتْ أعْظَمَ بَرَكَةً عَلى قَوْمِهَا مِنْهَا؛ أُعْتِقَ في سَبَبِهَا أكْثَرُ مِنْ مِائَةِ أهْلِ بَيْتٍ مِنْ بَنِي الْمُصْطَلِقِ[. أخرجه أبو داود.»المََّحَةَُ« بمعنى المليحة، وهذا البناء للمبالغة في المحة.و»المكاتبةُ« أن يشترى المملوك نفسه من موه ليؤدي ثمنه إليه من كسبه .
1. (5618)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Beni´l-Mustalik´ten Cüveyriye Bintu´l-Haris, Sabit İbnu Kays İbni Şemmas (radıyallahu anh)´ın hissesine düşmüştü [esaretten kurtulmak için mukatebe anlaşması yaptı]. O, çok güzel bir kadındı, gözde onun için bir hisse vardı (gören göz haz duyardı). Mukatebe bedelini ödemede yardım talep etmek üzere Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a geldi.
Hz. Aişe devamla der ki: “Cüveyriye kapıda durduğu vakit onu görünce durumu hoşuma gitmedi (Resulullah´ın onu beğenip evlenmeye kalkacağından koktum). Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın da benim onda gördüğüm (güzelliği) göreceğini derhal anladım.
“Ey Allah´ın Resulü dedi. Ben Haris´in kızı Cüveyriye´yim. Durumum size meçhul değil. Ben Sabit İbnu Kays´ın hissesine düştüm. Fakat hürriyetime kavuşmak için onunla mukatebe yaptım. Size, mukatebe (bedelini ödemem)de yardım istemek üzere geldim. Resulullah:
“Sana ondan daha hayırlısını söylesem ne dersin ” buyurdular. Cüveyriye: “O nedir ” dedi.
“Senin yerine mukatebe ücretini ödeyeyim ve seni zevce olarak alayım ” buyurdular. Cüveyriye de: “Kabul ediyorum!” dedi. [Bunun üzerine, Sabit İbnu Kays´a adam göndererek Cüveyriye´yi ondan talep etti. Sabit: “O senindir, Ey Allah´ın Resulü! Annem babam sana feda olsun!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm mukatebe ücretini hemen ödedi. Cüveyriye´yi azad edip evlendi. Halk, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Cüveyriye ile evlendiğini işitince ellerindeki esirleri salıp azad ettiler ve: “Bunlar Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın artık akrabalarıdır (esir olarak tutulamazlar)!” dediler. Hz. Aişe devamla der ki: “Kavmine ondan daha hayırlı bir kadın görmedik; onun sebebiyle Benî Mustalik´ten yüz aile halkı azad olundu.” [Ebu Davud, Itk 2, (3931).][30]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Benî Müstalik´in Müslümanlara karşı sefer hazırlığında olduğunu istihbar edince ani bir baskın hareketiyle düzenlerini önlemişti. Gafil avlanan Benî Müstalik mağlup olmuş, yedi yüz kadar insan da Müslümanlara esir düşmüştü. Hz. Aişe yüz ailenin Cüveyriye sebebiyle azad edildiğini belirtir. Demek ki her bir aile ortalama yedi kişiden müteşekkildir. Bazı rivayetler Cüveyriye (radıyallahu anh)´nin adının Berre olduğunu, bunu Resulullah´ın Cüveyriye diye değiştirdiğini belirtir.
2- Hadisten “veli”nin velisi olduğu kadını evlendirebileceği, dilerse kendisi o kadınla evlenebileceği hükmünü çıkarmışlardır. Çünkü, Resulullah velisi durumunda bulunduğu Cüveyriye ile evlenmiştir. Resulullah o durumda Cüveyriye´nin velisi sayılır. Çünkü “sultan, velisi olmayanın velisidir.” Cüveyriye köle olması haysiyetiyle velisiz sayılır. Keza Aleyhissalâtu vesselâm, Cüveyriye için mevla´l-itaka´dır, yani “azadlık efendisi.” Azadlık efendisi, azadlının velisidir. Çünkü ona asabe olmuştur. Böylece Aleyhissalâtu vesselâm´ın Cüveyriye´ye veli olduğu sübut bulunca, cereyan eden hadise, veli olan Resulullah´ın velayeti altındaki Cüveyriye´yi kendisi ile evlendirmiş olmasından ibarettir. Öyleyse “veli nefsini (velayeti altındaki ile) evlendirebilir.”[31]
* İBNETU´L-CEVN
ـ5619 ـ1ـ عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]لَمَّا دَخَلَتِ ابْنَةِ الْجَوْنِ على رَسُولِ اللّهِ # قَالَتْ: أعُوذُ بِاللّهِ مِنْكَ، فَقَالَ لَهَا: لَقَدْ عُذْتِ بعَظِيمٍ، إلْحَقِي بِأهْلِكِ[. أخرجه البخاري والنسائي .
1. (5619)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “İbnetu´l-Cevn, Aleyhissalâtu vesselâm´ın yanına girince: “Senden Allah´a sığınırım!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Gerçekten büyüğe sığındın. Ailene dön!” buyurdular.” [Buharî, Talak 3; Nesâî, Talak 14, (6, 150).][32]
AÇIKLAMA:
Siyer ve hadis kitaplarında gelen farklı rivayetler, bazı kadınların, Resulullah´a gerdek sırasında “Senden Allah´a sığınırım” diyerek veya buna yakın bir cümle ile hitap ettiklerini belirtir. Rivayetlerden gelen bu kıssalar farklı hadiseler midir, aynı hadisenin farklı rivayetleri midir, çok net değil, şarihler bu hususta cezmetmekten kaçınırlar. İbnu Sa´d´ın bir rivayeti şöyle: “Kilabiye´nin ismi ihtilaflıdır. Fatıma Bintu´d-Dahhak İbnu Süfyan dendi, Amra Bintu Yezid İbni Ubeyd dendi, Sena Bintu Süfyan İbni Avf dendi, el-Aliye Bintu Zıbyan İbnu Amr İbni Avf dendi.”
Nisbet olarak da kadın Kilabî midir, Kindî midir ihtilaflıdır. İbnu Hacer, en az iki ayrı hâdisenin varlığına hükmedilebileceğini söyler. Ebu Üseyd rivayetinde geçen kadın Ümeyme´dir, Sehl´in rivayetinde geçen kadın Esma´dır. Bu meselenin teferruatı bize pratik bir fayda sağlamayacağı için münakaşaları aktarmayacağız.
Gerdek sırasında kadını (veya bazı kadınları) bu çeşit yakışıksız söz sarfetmeye sevkeden husus nedir Rivayetler bu hususta ehemmiyetle, Ümmühatu´lmü´minînden bazılarının hilesini rivayet ederler: Bu yeni kadın çok güzeldir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sevgi ve ilgisini kazanmada kendilerine galebe edeceğinden korkarlar ve kadıncağıza: “Eğer derler, sen Resulullah sana yaklaşınca “senden Allah´a sığınırım!” dersen bu sözden hoşlanırlar.” Saflığı sebebiyle aldanıp böyle söyleyen kadın, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan “…Ailene dön!” karşılığını alır. Bu muameleye maruz kalan Fatıma Bintu´d-Dahhak el-Kilabiye (uğradığı bedbahtlığın sevkiyle) “mayıs toplar ve ben şakiyyeyim dermiş. Bu rivayete göre bu telkini yapanlar Hz. Aişe ve Hz. Hafsa´dır. Kadını tarayıp, kınalayarak gerdeğe hazırlarken, onlardan biri: “Resulullah, gerdeğe girdiği zaman kadının “senden Allah´a sığınırım” demesinden hoşlanır” derler.
Ebu Üseyd´in rivayetinde, kadın ailesine geri götürülür. Ailesi bunu hoş karşılamaz: “Sen mübarek olmayan bir kadınsın” diye bağrışırlar. Kadın üzülür, aldatıldığını söyler, kederinden ölür.
Bir başka rivayet, kadının Muhacir İbnu Ebi Ümeyye ile evlendiğini, Hz. Ömer kadını cezalandırmak istedi ise de, kadın: “Bana örtü koymamıştı. Ümmü´lmü´minîn de dememişti (Hz. Peygamber´e zevce olmamıştım)” diyerek kendini müdafaa eder ve Hz. Ömer dokunmaz. Hicrî altmış senesinde vefat eder.[33]
* ÜMMÜ ŞERÎK
ـ5620 ـ2ـ عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها: ]أنَّهَا كَانَتْ مِمَّنْ وَهَبَتْ نَفْسَهَا لِرَسُولِ اللّهِ #[. أخرجه النسائي .
1. (5620)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´nin anlattığına göre, “Ümmü Şerik, Aleyhissalâtu vesselâm´a nefsini hibe edenlerdendir.”
(Teysir, hadisin kaynağını Nesai olarak gösterir ise de, Nesai´nin el-Mücteba olarak meşhur olan Sünen´inde mevcut değildir, es-Sünenü´l-Kübra´sında olabilir.)[34]
AÇIKLAMA:
Kadınlardan zaman zaman, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelip kendini hibe edenler olmuştur. Kadının nefsini hibe etmesi, karşılığında mehir gibi bir karşılık istemeksizin evlenme teklifinde bulunmasıdır. Bu sadedde ismi geçenlerden biri, sadedinde olduğumuz hadiste zikredildiği üzere Ümmü Şerik´tir, bir diğeri Havle Bintu Hakim, bir diğeri Fatıma Bintu Şüreyh, bir diğeri Leylâ Bintul-Hatim, bir diğer Zeyneb Bintu Huzeyme, bir diğeri Meymune Bintu´l-Haris´dir. Hemen belirtelim ki, aslında helal olmasına rağmen, Aleyhissalâtu vesselâm bu bağış sahiplerinin hiçbiriyle evlenmemiştir. Onun nikahının altında bulunanlardan hiçbiri de nefsini bağışlayanlardan değildir. Buna rağmen Hz. Aişe´nin nefsini bağışlayan kadınlara karşı kıskançlık duyduğu belirtilir.[35]
ـ5621 ـ3ـ وعن ثَابِتٍ رَحِمَهُ اللّهُ قال: ]كُنْتُ عِنْدَ أنَسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه وَعِنْدَهُ بِنْتٌ لَهُ. فقَالَ أنَسٌ: جَاءَتِ امْرَأةٌ الى النَّبِىِّ # تَعْرِضُ نَفْسَهَا عَلَيْهِ، فَقَالَتْ: يَا رَسُولَ اللّهِ؛ ألَكَ بِى حَاجَةٌ؟ فَقَالَتْ بِنْتُ أنَسٍ: مَا أقَلَّ حَيَاءَهَا، وَاسَوْأتَاهُ وَاسَوْأتَاهُ. فقَالَ: هِيَ خَيْرٌ مِنْكِ. رَغِبَتْ في رَسُولِ اللّهِ # فَعَرَضَتْ نَفْسَهَا عَلَيْهِ[. أخرجه البخاري والنسائي .
2. (5621)- Sabit rahimehullah anlatıyor: “Ben Hz. Enes (radıyallahu anh)´in yanında idim. Onun yanında bir kızı vardı. Enes dedi ki: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a bir kadın gelerek nefsini ona arzetti ve: “Ey Allah´ın Resulü! Senin bana ihtiyacın var mı ” dedi. Bunun üzerine Enes´in kızı: “Bu kadının hayası ne kadar az! Ne ayıp, ne ayıp!” dedi. Enes:
“Hayır, o senden daha hayırlı! Resulullah´a rağbet ve arzu duydu ve nefsini ona arzetti” buyurdu.” [Buharî, Nikah 32, Edeb 79; Nesaî, Nikah 25, (6, 78-79).][36]
ـ5622 ـ3ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه: ]أنَّ أبَا بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه جَاءَ يَسْتَأذِنُ على رَسُولِ اللّهِ # فَوَجَدَ النَّاسَ بِبَابِهِ جُلُوساً لَمْ يُؤْذَنْ لَهُمْ، فأذِنَ لَهُ فَدخَلَ فَوَجَدَهُ جَالِساً حَوْلَهُ نِسَاؤُهُ وَهُوَ سَاكِتٌ. ثُمَّ اسْتأذَنَ عُمَرُ فأذِنَ لَهُ وَهُوَ كذلِكَ فَقَالَ أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه: ‘قُولَنَّ قَوًْ أُضْحِكَ بِهِ رَسُولَ اللّهِ #. فقَالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ! لَوْ رَأيْتَ ابْنَةَ خَارِجَةَ تَسْألُنِي النَّفَقَةَ. فَقُمْتُ إلَيْهَا، فَوَجَأتُ عُنُقَهَا. فَضَحِكَ رَسُولُ اللّهِ #، وَقالَ: كُلُّ مَنْ حَوْلِى كَمَا تَرَى تَسْألُنِى النَّفَقََةَ، فقَامَ عُمَرُ الى حَفْصةَ رَضِيَ اللّهُ
عَنها يَجَأُ عُنُقَهَا، وَقَامَ أبُو بَكْرٍ الى عَائِشَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنها يَجَأُ عُنُقَهَا. كَِهُمَا يَقُولُ: تَسألْنَ رَسُولَ اللّهِ # مَا لَيْسَ عِنْدَهُ؟ فَقُلْن: واللّهِ َ نَسْألُهُ أبداً مَا لَيْسَ عِنْدَهُ. ثُمَّ اعْتَزَلَهُنَّ شَهْراً؛ ثُمَّ نَزَلَتْ هذِهِ اŒيةُ: يَا أيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ ‘زْوَاجِكَ. حَتّى بَلَغَ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْكُنَّ أجْراً عَظِيماً. قَالَ: فَبَدَأ بِعَائِشَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنها. فقَالَ: إنِّي أُرِيدُ أنْ أعْرِضَ عَلَيْكِ أمْراً أُحِبُّ أنْ َ تَعْجِلِي فيهِ حَتّى تَسْتَشِيرِي أبَوَيْكِ. قَالَتْ: مَا هُوَ يَا رَسُول َاللّهِ؟ فَتََ عَلَيْهَا اŒيَة. قَالَتْ: أفِيكَ أسْتَشِيرُ أبَوَيَّ؟ بَلْ أخْتَارُ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ اŒخِرَةَ وَأسْألُكَ أنْ َ تُخْبِرَ امْرَأةً مِنْ نِسَائِكَ بِالّذِى قُلْتُ لَكَ. فَقَال: َ تَسْألُني امْرَأة مِنْهُنَّ إَّ أخْبَرْتُهَا، لَمْ يَبْعَثْنِي اللّهُ تَعالى مُعْنِتاً وََ مُتَعَنِّتاً، وَلَكِنْ بَعثَنِي مُعَلِّماً وَمُيَسِّراً[. أخرجه مسلم.»وَجَأتُ« عتقَ فن: إذا دستها برجلك ونحو ذلك .
3. (5622)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) gelip (Hz. Peygamber´in huzuruna girmek için) izin istedi. Kapıda oturmuş bekleyen insanlar vardı. Onlara izin verilmemişti. Hz. Ebu Bekr´e izin verildi, o da girdi. Girince, Aleyhissalâtu vesselâm´ı etrafında zevceleri toplamış olduğu halde sessiz oturuyor buldu. Derken Hz. Ömer de izin istedi, ona da aynı halde iken izin verdi. Hz. Ebu Bekr: “Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı güldürecek bir şey söyleyeceğim!”dedi ve sordu:
“Ey Allah´ın Resulü! Hârice´nin kızı benden nafaka istese ben de kalkıp boğazını tutsam ne dersiniz ” dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) güldü ve: “Şu etrafında gördüklerinin hepsi benden nafaka istiyorlar!” dedi. Ömer, hemen kalkıp boğazını tutmak üzere Hafsa´ya yöneldi. Hz. Ebu Bekr de kalkıp boğazını tutmak üzere Aişe´ye yöneldi. Her ikisi de:
“Demek siz Resulullah´tan onda olmayan şeyi istiyorsunuz ha!” diyordu. Onlar: “Allah´a yemin olsun! Biz ondan asla olmayan şeyi istemiyoruz!” dediler. Sonra Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlardan bir ay ayrı durdu. Arkadan şu ayet nazil oldu. (Mealen): “Ey Peygamber! Hanımlarına de ki: “Eğer dünya hayatını ve zevkini istiyorsanız, gelin boşanma bedelini verip sizi güzellikle serbest bırakayım. Eğer Allah´ı, Resulü´nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, şüphesiz ki, sizden iyilik yapan ve iyi kullukta bulunanlar için Allah pek büyük bir mükafaat hazırlamıştır” (Ahzab 28-29).
Hz. Cabir devamla der ki: “Bunun üzerine Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´den başlayarak şöyle dedi:
“Ben sana bir husus arzedeceğim. Cevap vermede acele etmemeni dilerim, ebeveyninle de istişare ettikten sonra cevap ver.”
“O husus nedir ey Allah´ın Resulü ” diye Aişe sorunca, Aleyhissalâtu vesselâm ayeti tilavet buyurdu. Bunun üzerine Hz. Aişe hemen: “Yani sizi tercih meselesinde mi ailemle istişare edeceğim Asla! Ben Allah´ı ve Resulü´nü ve ahiret yurdunu tercih ediyorum. Senden ricam, kadınlarından hiçbirine benim şu söylediğimi haber vermemendir!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Onlardan biri sormaya görsün, ben hemen cevap veririm. Zira Allah beni zorlaştırıcı ve şaşırtıcı olarak değil, öğretici ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi!” buyurdular.” [Müslim, Talak 29, (1478).][37]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Ümmühatu´lmü´minîn´in dünya veya ahireti tercih hususunda muhayyer bırakıldıklarını haber veren ayetin nüzul sebebini açıklamaktadır. Anlaşılacağı üzere Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer mutad ziyaretlerinin birinde Aleyhissalâtu vesselâm´ı kadınları etrafında toplanmış olduğu halde sessiz (ve kaygılı) bulurlar. Resulullah´ı neşelendirmek ve konuşturmak için Hz. Ebu Bekr´in şaka yollu bir cümlesi Resulullah´ı güldürmekle kalmıyor, sessiz ve kaygılı oluşunun sebebini de ortaya çıkarıyor: Hanımları kendisinden veremeyeceği veya örnek olmalarında vermeyi uygun bulmadığı şeyleri istemektedir.
Bu durumu öğrenen kayınpederler [Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)] hemen kızlarının üzerlerine yürüyüp “Demek siz, Resulullah´tan onda olmayan şeyler istiyorsunuz ha!” diyerek tedib etmek, cezalandırmak isterler, Aleyhissalâtu vesselâm buna mani olur. Ama müdahale faydadan hali olmaz. Validelerimiz, o günden sonra Resulullah´tan, onda olmayan bir şey talep etmeyecekleri hususunda söz verirler, yemin ederler. Derken muhayyerlik ayeti nazil olur.
Aleyhissalâtu vesselâm emr-i İlahî´yi Hz. Aişe´den başlayarak zevcelerine tebliğ eder. Hepsi de düşünmeye, aileleriyle istişareye gerek duymadan Allah ve Resulü ile beraber olup darlık içinde yaşamayı, ayrılıp bolluk içinde yaşamaya tercih ederler.
Bu muhayyerlikte kadınlar ayrılmayı tercih etmiş olsalar, başkalarıyla evlenmeleri helal olup olmayacağı hususunda ulema mütalaa yürütmüş, ihtilafa düşmüştür. Çoğunluk, ayrılığın gereği olarak evlenebileceklerine hükmetmiştir.
Ayet geldiği zaman Resulullah´ın nikahı altında, hayatta dokuz karısının olduğu belirtilmektedir. Beşi Kureyşîdir. Hz. Aişe, Hafsa, Ümmü Habibe, Sevde, Ümmü Seleme radıyallahu anhünne; dördü de Kureyş dışından: Safiyye, Benî Nadir Yahudilerinden; Meymune, Benî Hilal´den; Zeyneb Bintu Cahş, Benî Esed´den; Cüveyriye, Benî Mustalik´ten, radıyallahu anhünne.
2- Hadis üzgün olan eş dostun fıkra vs. nezih vasıtalara başvurularak konuşturulup, güldürülmesinin müstehab olduğunu ifade etmektedir. [38]
İKİNCİ FASIL
EVLENMEYE TEŞVİK VE TERĞİB
ـ5623 ـ1ـ عن مَعْقَلِ بْنِ يسار رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]جَاءَ رَجُلٌ الى رَسُولِ اللّهِ # فقَالَ: إنِّى أصَبْتُ امْرَأةً ذَاتَ حَسَبٍ وَجَمَالٍ وَأنَّهَا َ تَلِدُ، أفَأتَزَوَّجُهَا؟ قَالَ: َ. ثُمَّ أتَاهُ الثَّانِيَةَ، فَنَهَاهُ. ثُمَّ أتَاهُ الثَّالِثَةَ، فقَالَ: تَزَوَّجُوا الْوَدُودَ الْوَلُودَ، فإنِّي مُكَاثِرٌ بِكُمُ ا‘ُمَمَ[. أخرجه أبو داود والنسائي .
1. (5623)- Ma´kıl İbnu Yesar (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a bir adam gelerek: “Ben (evlenmek üzere) asaletli ve güzel bir kadın buldum. Ancak kısırdır, çocuk doğurmuyor. Onunla evleneyim mi ” diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Hayır evlenme!” buyurdular. Sonra adam ikinci sefer geldi, yine aynı cevabı aldı. Adam üçüncü sefer de gelince: “(Ey insanlar!) vedud (çok seven) ve velud (çok doğuran) olanla evlenin. Zira ben (kıyamet günü) diğer ümmetlere karşı çokluğunuzla övüneceğim” buyurdular.” [Ebu Davud, Nikah 4, (2050); Nesaî, Nikah 11, (6, 65-66).][39]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, kadında aranması gereken belli başlı vasıfları belirtmektedir:
* Kadın kısır olmamalıdır. Çünkü evlenmenin aslî gayelerinden biri tenasül yani neslin devamını sağlamaktır. Çocuk doğurmayan kadın bu gayeyi hasıl etmez.
* Kadın vedud olmalıdır: Yani kocasını çok sevmelidir.
* Kadın doğurgan olmalıdır. Kadının sadece kısır olmaması da yeterli değil, velud da olmalıdır. İki vasıf birbirini tamamlayıcı olduğu halde ayrı ayrı zikredilmesi, evlilikte çocuk elde etme meselesinin din açısından ehemmiyetini nazara verir. Gerçi hadisin sonunda çocuk meselesine bir kere daha dönülüyor: “Kıyamet günü sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı övüneceğim.”
Eğer kadın velud olur fakat vedud olmazsa kocası tarafından sevilmez. Ailevî ahenk ve huzur kadının kocası tarafından sevilmesi ile mümkündür. Bu ise öncelikle kadının vedud olmasına bağlıdır. Kadın vedud olsa fakat velud olmasa bu sefer evlilikten beklenen maksad hasıl olmaz, ümmetin sayıca artması gerçekleşmez.
Alimler bu iki vasfın bekârlarda yakınlarının haline bakılarak bilinebileceğini belirtirler. “Çünkü çoğunluk durumunda tabiatlar akrabalara intikal eder, yakınlarının tabiatları birbirlerine benzer” derler. Aliyyu´l-Kâri “Vedud ve velud olanlarla evlenin” emrinde: “Velud ve vedud olanlarla evliliğinizi devam ettirin” manasının da muhtemel olduğunu söyler.
Bu vesile ile bir kere daha tekrar edelim ki, İslam dini, nüfus çokluğuna ehemmiyet verir. Birden fazla kadınla evlenme ruhsatı bile İslam´ın nüfus politikasının gereğidir. Böylece doğum çağında olan kadın bekâr kalmamış olur. Ayrıca erken evlendirme prensibi de doğumu teşvik edici bir tedbirdir. Ortalama 15-17 yaşlarında büluğa eren gençlerin hemen evlendirilmesi daha çok sayıda çocuk edinmeye müessir olacaktır. Yüksek tahsilin yaygınlaştığı çevrelerde evlenme yaşı gittikçe gerilere kaymakta, dolayısıyla doğum nisbeti o çevrelerde azalmaktadır.
Doğum kontrolü diye günümüzde ortaya çıkan hâdiseyi İslam açısından kabul etmek mümkün değildir. Bu hâdise esasen bizde dış baskılarla müesseseleştirilmiş, doğum kontrolüyle ilgili teşkilatlar Amerikan yardımlarıyla finanse edilmiştir. Maksad, İslam ümmetinin sayısını azaltmaktır. Nitekim Kıbrıs askerî harekatının akabinde Amerika´nın koyduğu askerî ve ekonomik ambargodan Türkiye´ye faydalı olacak her çeşit yardımlar nasibini alırken, sadece doğum kontrolüne yönelik yardımlar nasibsiz kalmış, onlar hiçbir kısıntıya uğramadan gelmeye devam etmiştir. Nedir bunun manası
Alim geçinen eyyamcı, fetvacı, günlük politikaya göre imal-ı fikirde bulunan yeni yetme yarımlar, fıkıh kitaplarında birçok kayıtlarla medar-ı bahs edilen çocuk aldırma ruhsatını, kayıtları mevzubahis etmeden göstererek veya bazı hadislerde gelen yine kayıtlara tabi azl ruhsatını[40] medar-ı bahs ederek, yabancı ideolojilerin işine yarayacak fetva vermektedir. Bu, manevî sorumluluğu mucib olduğu gibi, ümmetin dünyevî menfaatlerine de aykırıdır. Dış baskılara dayanamayan veya satın alınan politakacılarla, din temsilcileri millet nazarında bir değildir. Millet öncelikle din alimlerine kulak verir.
Hadislerde “azl”e ruhsat olduğu gerekçesiyle doğum kontrolü caiz diyenlere Resulullah´ın azlle ilgili şu tarifini de görmelerini tavsiye ederiz: Müslim başta diğer birkısım Kütüb-i Sitte müelliflerinin kaydettiği bir hadiste, Resulullah´tan azl sorulduğu zaman: “Bu, gizli bir ve´d´dir” demiştir. Ve´d, Arapça´da çocukları diri diri toprağa gömme fiilidir. Şu halde, Resulullah, azli “çocuğun gizlice toprağa gömülmesi” olarak tarif etmiş bulunmaktadır. Yani, sebepsiz azli tasvib etmemektedir. Azle bile fetva vermeyen dinimizde, kürtaj denen çocuk katliamına fetva aramak tamamen boş bir gayrettir.
Nüfus artışının açlık ve ekonomik sıkıntıya sebep olması gibi, aslında ilme ve realiteye aykırı iddialara Kur´an-ı Kerim´in bir ayetiyle cevap vereceğiz:
“Fakirlik korkusuyla evlatlarınızı öldürmeyin. Onları da, sizi de rızıklandıran biziz. Onları öldürmek, gerçekten çok büyük bir günahtır” (İsra 31).
Makina, gübreleme, sulama, bilgi ve tecrübe gibi yeni unsurların ziraate dahil edilmesi, ziraî istihsali dünya genelinde öyle artırmıştır ki, bu, nüfus artışından çok öndedir. Gelecekte bitki genlerine yapılan müdahale, ev ziraati gibi şimdiden ufukta görülen gelişmeler gıda sıkıntısı diye bir tehlikenin yeryüzüne hiçbir zaman gelmeyeceğini göstermektedir. Afrika gibi dünyanın bazı yerlerinde görülen açlık ve sefalet, oralardaki Avrupa sömürüsünün eseridir, tabii bir hâdise değildir. Avrupalılar gittikleri memleketlerin iktisadî düzenlerini sistematik olarak bozarak yerli halkı, bir daha kendilerine karşı müessir şekilde baş kaldıramayacak hale getirmişlerdir. Oradan ayrılsalar bile sömürü sistemlerini kendi menfaatlerini devam ettirerek satın alınmış aydınlarla yürütüp, ayakta tutmaktalar; ticarî şirketleri, işletmeleri ellerinde bırakmayarak daha merhametsiz bir sömürge tatbikatını devam ettirmektedirler.
Kendi memleketlerinde bütün imkanlarıyla doğumu teşvik eden Batı, Batı dışındaki bütün memleketlerde siyasî, iktisadî ve askerî her çeşit güç ve baskı imkanlarını kullanarak doğum kontrolü uygulamasını yaptırmaktadırlar.[41]
Meselenin İktisadî Yönü:
Nüfus artmasının açlığa sebep olacağı iddiasını, ilmî çalışmalarla, rakamlarla cevaplandıran ilim adamlarımız var. Türkiye´de Nüfus Meselesi adlı kitabında Prof. Dr. Sabahattin Zaim pek çok dünya devletini esas almak suretiyle mukayeseli, istatistikî rakamlara dayanarak yaptığı bir tahlili şöyle noktalar: “Şu halde, umumiyetle iddia edildiği gibi, ülkelerin refah seviyesindeki artış hızı ile nüfus hızı arasında tersine bir koralasyon (ilgi) yoktur (0.2). Bilakis iki mefhum arasında müsbete doğru bir koralasyon (O. 53) görülmektedir.” İlim adamımızın Türkiye´nin 1960-1968 yılları arasındaki nüfus ve gelir artışı ile ilgili olarak verdiği rakamlara göre bu yıllar arasında nüfusumuz % 2.6 artarken, nüfus başına düşen GSMH (millî gelir) artışı 4.2 olmuştur.
Gıdanüfus münasebetlerinde de şu kıymetli bilgiyi verir: “Gıdanüfus münasebetlerini Türkiye yönünden inceleyecek olursak, görülür ki, ülkemizde nüfus artışının en hızlı olarak kabul edildiği devrelerde 1952-56´ya nazaran artmıştır. Aynı devrede toplam ziraî üretim % 66, gıda üretimi ise % 7 oranında artmıştır. Aynı devrede toplam ziraî üretim % 66, gıda üretimi ise % 61 oranında çoğalmıştır. Yani ülkemizde gıda yönünden bir dengesizlik yoktur. Ziraî üretimle gıda üretimi, nüfustan daha hızlı artmaktadır.”[42]
Bu açıklamalar Cenab-ı Hakk´ın Kur´an-ı Kerim´de geçen “Açlık korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, onları da sizi de biz rızıklandırırız” ayetinin ilmî bir tefsiri mahiyetindedir. Bu açıdan gerek yurdumuzda, gerek dünyanın bazı yerlerinde zaman zaman görülen maddî sıkıntılar, tabii değildir, nüfus çokluğundan değildir. Sömürgecilerin oyunundan, adaletsiz idareden ileri gelmektedir. Ömer İbnu Abdilaziz´in üç yıllık adilâne idaresi sırasında Mısır gibi büyük bir İslam dünyasında zekat kabul edecek insan kalmayacak şekilde refah ve bolluk hasıl olmuştur.
Doğum kontrolü uygulayarak, evlenmeyi, çocuk elde etme maksadının dışına çıkaran çevrelerde “cinsî münasebetlerin çocuk yapma ve neslin devamı ile hemen hemen hiçbir ilgisinin kalmadığı, tamamen bir eğlence ve zevk meselesi haline getirildiği” bazı araştırıcıların yazılarında belirtilmektedir. Bu durumun beşerî ahlakı son derece tahrip ettiğini belirten meşhur tarihçi ve içtimaiyatçı Dr. Sazzoken: “Amerika´daki cinsî münasebetlerden bahisle, rakamlar üzerinde âdeta ağlamaktadır. Doğum kontrolü teşviki sonucu evlenmeden önce gayr-ı meşru ilişkilerde bulunan erkeklerin sayısı % 27´den % 87´ye, kadınların ise % 7´den % 50´ye çıktığını tesbit etmiştir.” Yine verilen bir başka bilgiye göre Dr. Cheoser 1956 yılında altı yüz kadın üzerinde yaptığı incelemelerin sonucunu şöyle bildiriyor: “İngiltere´de her üç kadından biri henüz evlenmeden iffet ve kızlığını kaybetmektedir.” Aynı zat 1960 yılında yayınlanan bir kitabında “Artık kadınlarda iffet denilen şeyden bir iz, bir eser kalmış mıdır ” diye sormaktadır. Ya şimdilerde (1992) ne hale geldi
5718. hadisin açıklama kısmında çocuk öldürme meselesine tekrar temas edeceğiz.[43]
ـ5624 ـ2ـ وعن ابْنِ عَمْرُو بْنِ العاص رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: اَلْدُّنْيَا مَتَاعٌ، وَخَيْرُ مَتَاعِ الدُّنْيَا الْمَرْأةُ الصَّالِحَةُ[. أخرجه مسلم والنسائي .
2. (5624)- Abdullah İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Dünya bir meta´dır. Dünya metaının en hayırlısı saliha kadındır.” [Müslim, Rada 64, (1467); Nesaî, Nikah 15, (6, 69).][44]
AÇIKLAMA:
Meta´, altın ve gümüş parayla alınıp satılabilen her çeşit ticaret malıdır. Yenilen, giyilen, yere serilen bütün dünya malları meta´dır. Bir müddet kullanılıp eskitilir. Ayet-i kerimede de “dünya hayatı” bir aldanma metaı olarak tavsif edilmiştir. “Dünya hayatı bir aldanma metaından başka bir şey değildir” (Al-i İmran 185).
Hadis, dünyada hoşumuza giden hiçbir şeyin ebedî olmadığını, bir müddet istifadeden sonra elden çıkacağını bildiriyor. Bu faniler arasında insan için en hayırlı olanı saliha bir kadındır. Çünkü diğer metalardan ağız tadıyla istifade, bu hayat ortağına bağlıdır. Eğer kadın saliha olmaz da kötü olursa, kişi zengin ve sağlıklı da olsa, hayatta huzur bulamaz.
Saliha kadın, dindar, iffetli ve itaatkâr olan kadındır. Bir başka hadiste Resulullah insanın saadetini üç şeye bağlar: “Saliha kadın, salih mesken, salih binek.” Hadisin devamında, kişinin bedbahtlığı da üç şeye bağlanır: “Kötü kadın, kötü mesken, kötü binek.” Dünyevî saadetin medarı denince birçok kimsenin aklına öncelikle maddî zenginlik gelir. Halbuki bir peygamber nokta-i nazarından, bu meselede maddî varlık hiç mevzubahis edilmemektedir. Ailevî huzurun yokluğunu hiçbir zenginlik telafi edemez. Ayrıca, saliha kadın sadece dünya hayatı için değil, dünyayı ahiretin bir tarlası görüp, buradaki hayatı ebedî hayatını kazanmaya vasıta bilen kimseler için de ayrı bir ehemmiyet taşır. Saliha bir hayat ortağına sahip kişi, ahiret ekimini daha iyi yapar. Maddî serveti bir başka değer kazanır.
Müteakip hadis mevzuyu daha da açacaktır. [45]
ـ5625 ـ3ـ وعن ابن أبي نَجِيحٍ قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مِسْكِينٌ مِسْكِينٌ رَجُلٌ لَيْسَتْ لَهُ امْرَأةٌ. قَالُوا: وَإنْ كَانَ كَثِيرَ الْمَالِ؟ قَالَ: وَإنْ كَانَ كثِيرَ الْمَالِ. مِسْكِينَةٌ مِسْكِينَةٌ اِمْرَأةٌ َ زَوْجَ لَهَا. قَالُوا: وَإنْ كَانَتْ كَثِيرَةَ الْمَالِ؟ قَال: وَإنْ كَانَتْ كَثِيرَةَ الْمَالِ[. أخرجه رزين .
3. (5625)- İbnu Ebi Necih rahimehullah anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Kadını olmayan erkek miskindir, miskindir!” buyurmuşlardır. Yanındakiler:
“Çokça malı olsa da mı ” dediler.
“Evet çokça malı olsa da!” buyurdular. Sözlerine devamla: “Kocası olmayan kadın da miskinedir miskinedir!” buyurdular. Yanındakiler:
“Çokca malı olsa da mı ” dediler. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Evet kadının çok malı olsa da!” buyurdular.” [Rezin tahric etti.][46]
ـ5626 ـ4ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: تُنْكَحُ الْمَرأةُ ‘رْبَعِ خِصَالِ: لِمَالِهَا، وَلِحَسَبِهَا، وَلِجَمَالِهَا، وَلِدِينِهَا. فَأظْفَرْ بِذَاتِ الْدِّينِ، تَرِبَتْ يَدَاكَ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي.»حَسَبُ ا“نْسَانِ« مَا يعد من مفاخر آبائه؛ وقيل: هو شرف النفس وفضلها. وقوله »تَرِبَتْ يَدَاكَ« أى التصقت بالتراب من الفقر، وهذا الدعاء وأمثاله كان يرد من العرب بغير قصد الدعاء، بل في معرض المبالغة في التحريض على الشئ والتعجب منه ونحو ذلك .
4. (5626)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kadın dört hasleti için nikahlanır: Malı için, haseb ve nesebi için, güzelliği için, dini için. Sen dindarı seç de huzur bul.” [Buharî, Nikah 15; Müslim, Rada 53, (1466); Ebu Davud, Nikah 2, (2047); Nesâî, Nikah 13, (6, 68).][47]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde evlenme mevzubahis olunca, kadın seçiminde erkeklerin üzerinde durduğu hasletleri belirtiyor: Güzellik, zenginlik, soysop üstünlüğü, dindarlık. Bu hususların hiçbirini aramayan erkek yoktur denebilir. Dinimiz öncelikle diyanetin aranmasını tavsiye eder. Kur´ân-ı Kerim, bu meselede mü´minlere, eş olarak mutlaka ehl-i iman biriyle evlenmeyi irşad buyurur, mümin eşin, hoşa gidecek kâfirden daha hayırlı olacağı ifade edilir (Bakara 221). Mü´min eşin güzelliği, çirkinliği, zenginliği, fakirliği ve nesebi (soyusopu) mevzubahis edilmiyor. Ama müşrikin hoşa gideni mevzubahis ediliyor. Müşrik, hadiste zikredilen üç sebepten biriyle hoşa gidebilir: Zengindir veya güzeldir veya soysop sahibidir, bu sebeplerden biriyle hoşa gidebilir. Öyleyse ayet-i kerimeye göre mü´min olan tercih edilecek, hadis-i şerife göre de mü´minlerden diyaneti kavi olanlar tercih edilecektir.
Başka hadisler dindarı tercihin sebeplerini belirtir: Çünkü kadın kardeşlerine benzeyenleri doğurur.
Bu hadis daha önce teferruatlı olarak geçtiği için burada tekrar etmeyeceğiz.[48]
ـ5627 ـ5ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]لَمَّا تَزَوَّجْتُ قَالَ لِى رَسُولُ اللّهِ # مَا تَزَوَّجْتَ؟ قُلْتُ: تَزَوَّجْتُ ثَيْباً. فقَالَ: هََّ بِكْراً تَُعِبُهَا وَتَُعِبُكَ[. أخرجه الخمسة .
5. (5627)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Evlendiğim zaman Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:
“Nasıl biriyle evlendin (dulla mı bakire ile mi )” diye sordular.
“Bir dul aldım!” dedim.
“Niye bakire değil O senin sen de onunla mülâtefe ederdiniz!” buyurdular.” [Buhârî, Nikâh 10; Müslim, Radâ 54, (715); Ebu Dâvud, Nikâh 3, (2048); Tirmizî, Nikâh 4, 13 (1086, 1100); Nesâî, Nikâh 6, 10 (6, 61-65).][49]
AÇIKLAMA:
1- Burada, bazı vecihlerinde başka teferruat bulunan bir hadisin bir kısmı yer almaktadır. Kısaca özetlemek gerekirse: Hz. Cabir´in babası öldüğü zaman geride yedi (veya dokuz) kız çocuğu bırakmıştır. Hz. Cabir, kendi ifadesiyle “çocukları ayarında beceriksiz bir bâkire ile evlenmeyi [kızlarına bir yenisini eklemeyi] uygun bulmayarak bunlara analık yapacak, terbiye ve bakımlarını iyi îfa edecek, onlar üzerinde otorite kurabilecek tecrübeli bir dulla evlenmiştir.” Bir sefer dönüşü Hz. Cabir, Medine´ye yaklaşınca, evine bir an önce varmak için hayvanını hızlandırınca, oradaki acelecilik Aleyhissalâtu vesselâm´ın dikkatini çeker. Cabir´den sebebini sorar. Cabir, yeni evlendiğini söyleyince, Aleyhissalâtu vesselâm, “dulla mı, bakire ile mi evlendin” diye tekrar sorar. Cabir (radıyallahu anh) dul deyince, Aleyhissalâtu vesselâm, sadedine olduğumuz tavsiyede bulunur. Hz. Cabir, niçin dulla evlendiğini açıklayınca da: اصَبْتَ “İsabetli davranmışsın” buyurarak takdir eder.
Hz. Cabir´in aldığı kadının adı Sahle Bintu Mes´ûd İbni Evs İbni Mâlik el-Ensâriyye´dir.[50]
2- Hadisten Çıkarılan Bazı Fevaid:
* Bakire ile evlenmeye teşvik var. İbnu Mâce´nin bir rivayetinde daha sarih olarak “Size bekârları tavsiye ederim. Onların ağızları daha tatlı (kabasaba, kırıcı söz söylemezler…), rahimleri daha hareketlidir (daha çok çocuk yapar), (aza daha kolay razı olurlar)” buyurmuştur.
* Hz. Cabir, kızkardeşlerine karşı müşfik davranışı ve onların maslahatını şahsî hazzına tercih etmesiyle fazilet örneği vermiş, Aleyhissalâtu vesselâm da takdir etmiştir.
* İki maslahat çakışırsa, hangisi daha çok ehemmiyet taşıyorsa o tercih edilir. Nitekim Cabir öyle yapmış ve Resûlullah´ın takdir ve dualarına mazhar olmuştur.
* İmam, arkadaşlarının şahsî meseleleriyle de ilgilenmeli, sual etmeli, hayra, daha doğruya irşadda bulunmalıdır. Bu, nikah meselesinde de olabilir, zikrinde haya duyulan meselelerde de olabilir.
* Kadının kocasına hizmet etmesinin meşruiyyeti, sadece kocaya değil, kocanın kardeşi, ailesi, çocuklarına da hizmet meşrudur, fazilettir. Kocanın bu maksadla evlenmesinde kocaya bir mahzur yoktur, kadın da aslında bunu bir mecburiyet olarak yapmaz. Fakat beşerî hayatta âdet böyle cereyân etmektedir. Bundan dolayı Resûlullah Cabir´in kasdını kınamadı, yadırgamadı, dahası takdir etti. [51]
ـ5628 ـ6ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ الْمَرْأةَ تُقْبِلُ في صُورَةِ شَيْطَان، وَتُدْبِرُ في صُورَةِ شَيْطَانٍ. فإذَا رَأى أحَدكُمْ مِنْ اِمْرَأةٍ مَا يُعْجِبُهُ فَلْيَأتِ أهْلَهُ فَإنَّ ذلِكَ يَرُدُّ مَا في نَفْسِهِ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذي .
6. (5628)- Yine Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Şurası muhakkak ki kadın, şeytan suretinde gelir, şeytan suretinde gider. Biriniz bir kadında hoşuna giden bir husus görürse, hemen hanımına gelsin; zira bu, nefsinde uyananı giderir.” [Müslim, Nikâh 9, (1403); Ebu Dâvud, Nikâh 44, (2151); Tirmizî, Nikâh 9, (1158).] [52]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Müslim´deki aslının baş tarafında vürud sebebi de zikredilir. Buna göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yolda gördüğü bir kadın sebebiyle ailesine gelmiş, sonra da ashabına yukarıdaki tavsiyede bulunmuştur. Resûlullah bu davranışıyla ümmetine örnek olmuştur. Öyleyse bir kadın görüp de içinde bazı hisler uyanan kimsenin sünnete ittibâen ailesine gelmesi ve şehvetini teskin etmesi müstehabtır.
2- Kadının şeytana teşbîhi, erkeklerin içinde his uyandırdıkları içindir. Zira Yüce Yaratan erkeklerin fıtratına kadınlara karşı şiddetli bir meyil koymuştur. O meyil her erkekte mevcuttur. Harama sevketme işi şeytanın vazifesi olması haysiyetiyle, erkeklerde haram hisler uyan -dıran kadınlar o yönüyle şeytana benzetilmiş, bakmanın, görmenin hâsıl edeceği şeytanî hisler ve neticeler nazar-ı dikkate arzedilmiştir. Öyleyse, ciddî bir sebep yokken, kadın, erkeklerin arasına karışmamalıdır. Erkek, yabancı kadına imkân nisbetinde bakmamalıdır. Hele zinetine, zinet yerlerine, güzelliklerine dikkatle bakması son derece mahzurludur. Bu sebeple olacak ki âyet-i kerime´de erkeklerinde gözlerini haramdan kısmaları emredilmiştir. (Nur 30).
Hadis, erkeğin hanımını gündüz de dâvet edebileceğini, hanımının buna uyması gerektiğini ifade etmektedir. Ayrıca şehvet duygusunun, imkân nisbetinde vakit geçirilmeden teskini müstehabtır, birkısım maslahatları mültezimdir. [53]
ÜÇÜNCÜ FASIL
KIZ İSTEME, NİKAH DUASI VE NAZAR
ـ5629 ـ1ـ عن ابن عُمر رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]نَهى رَسُولُ اللّهِ # أنْ يَخْطُبَ الرَّجُلُ عَلى خِطْبَةِ أخِيْهِ حَتّى يَتْرُكَ الْخَاطِبُ قَبْلَهُ أوْ يَأذَنَ لَهُ[. أخرجه الستة وهذا لفظ مالك والنسائي؛ والباقون بمعناه .
1. (5629)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), kişiyi, kardeşi bir kızı isteme sırasında o kıza talip olmaktan nehyetti, “Ne zaman isteyen vazgeçer veya kendine izin verirse o takdirde talib olabilir” buyurdu.” [Buharî, Nikah 45; Müslim, Nikah 49-56, (1412-1414); Muvatta, Nikah 1, (2, 523); Ebu Davud, Nikah 18, (2081); Nesâî, Nikah 19, (6, 71); Tirmizî, Nikah 38, (1134).][54]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) içtimâî hayatta her zaman mühim bir yer tutan ve kıyamete kadar bu ehemmiyetini koruyacak olan kız istemenin başkalarını da ilgilendiren belli başlı adabını tesbit ediyor: Kardeşin talebi varken araya girmemek.
Hemen şunu belirtelim ki, kardeş tabiri umumidir. Öz kardeşi ifade ettiği gibi, süt kardeşi, din kardeşi gibi başkalarınıda ifade eder. Evzaî ve bazıları “Bu durumda zımmînin talip olduğu zımmiye bir kıza Müslüman da talip olabilir, bu haram veya mekruh değildir” diye hükmetmişse de, cumhur, kız isteme meselesinde zımmîyi Müslümana ilhak etmek gerektiğine hükmetmiş, “kardeşi” tabirinin galip durumu ifade için kullanıldığını söylemiştir. Öyleyse zımmînin dahi talib olduğu zımmiye kıza, o vazgeçmedikçe veya izin vermedikçe talip olunamaz.
2- Hadiste beyan edilen yasak haram mı ifade ediyor, kerahet mi veya hangi şartlarda haram, hangi şartlarda kerahet ifade eder gibi bir kısım teferruatta ulema ihtilaf etmiştir.
* Cumhur: “Bu nehiy tahrimdir, haram bildirir” der.
* Hattâbî, “Nehiy te´dib içindir, fakihlerin çoğu nezdinde, nikah akdini iptal eden tahrimî bir nehiy değildir” der. Ancak Nevevî, bu nehyin tahrim ifade ettiğinde icma bulunduğunu nakletmiştir. Fakat, hangi şartlarda haram olacağı yine de ihtilaflıdır:
** Şafiîler ve Hanbelîlere göre, eğer kız veya kızın yetki tanıdığı velisi, isteyen tarafa sarih bir şekilde müsbet cevap vermişse, bu durumda araya girmek haramdır. Ama, reddettiklerine dair sarih bir ifade varsa araya grimek haram değildir. Eğer reddettikleri belli değilse kız istemeye tevessül haram değildir. Çünkü bunda asıl olan mübahlıktır. Hanbeliler nezdinde bu durumda iki farklı görüş var:
** Eğer kız tarafının müsbet cevabı sarih değil de târiz denen kaypakça bir üslupla olursa -söz gelimi “sizin gibisindan vazgeçilemez”, “sen yabana atılacak biri değilsin” sözlerinde olduğu gibi- Şafiîler nezdinde iki farklı görüş var: Sahih olanına göre araya girmek haram değildir, Malikîler ve Hanefîler de bu görüştedir.
** Kız tarafı ne red ne de kabul cevabı vermemişse, araya girmek caizdir. Bu cevaza delil, Fatıma Bintu Kays (radıyallahu anhâ) meselesinde Resulullah´ın tavrıdır. Bu kadın Aleyhissalâtu vesselâm´a gelip kendisini Hz. Muaviye ve Hz. Cehm (radıyallahu anhümâ)´in talep ettiklerini bildirip hangisiyle evlenmesinin uygun olacağını sorduğu zaman, Aleyhissalâtu vesselâm araya girip üçüncü bir şahsı, Hz. Üsame (radıyallahu anh)´yi tavsiye etmiştir. Bu hadisede akla gelen bir ihtimali esas alarak farklı bir yoruma gidenler de olmuştur. Nevevî ve başka bazıları derler ki: “Fatıma Bintu Kays misalinde söylenen hususa delil yoktur. Çünkü Ebu Cehm ve Muaviye hazretlerinin aynı anda istemiş olmaları muhtemeldir veya ikinci zat, birincinin talebinden habersizdir. Resulullah da Üsame´yi sadece işaret etmiştir, onun adına talep etmiş değildir.”
* Tirmizî´nin kaydettiğine göre, İmam Şafii´ye göre, sadedinde olduğumuz hadisin manası, “Bir adam bir kadını isteyince kadın ondan razı olup ona meylederse, bir başkasının kızı istemeye artık hakkı yoktur” demektir. Eğer kızın rızasını veya meylettiğini bilmezse, istemesinde bir mahzur yoktur.” Şafii´nin bu yorumuna delil yine Fatıma Bintu Kays´ın kıssasıdır. Çünkü mezkur rivayette o, kendisini iki kişinin talep ettiğini söylerken, bunlardan birine meylettiğini söylememiştir. Eğer böyle bir şey söyleseydi, Aleyhissalâtu vesselâm ona razı olduğunun dışında bir üçüncü şahıs göstermezdi.” Böylece Şafiîlerden bir kısmı, kadından, talep edene kabul veya red cevabı verilmedikçe araya girilebileceğine kesin olarak hükmetmiş, bir kısmı da iki farklı görüş ortaya koymuştur.
** Şafii, bakire kız hakkında: “Onun sükûtu, isteyene rızasını ifade eder” diye hükmetmiştir.
** Bir kısım Malikî alimleri: “Mehir üzerinde anlaşma vaki olmadıkça kızı başkaları da isteyebilir” demiştir.
* Kızın talep edilmesini haram kılan şartlara rağmen ikinci talip nikah yapacak olsa bu nikahın hükmü nedir Batıl mı, değilmi
** Cumhura göre haram işlemiş olsa da nikah sahihtir. Çünkü, bu işte yasaklanan husus taleptir, talep ise nikahın sahih olmasında aranan bir şart değildir. Öyleyse, talebin gayr-ı sahih şekilde olması nikahı feshetmez.
** Davud u Zahirî´ye göre zifaftan önce de olsa sonra da olsa bu akid feshedilir.
** Malikîlerde ihtilaf edilmiş, iki görüş ileri sürülmüştür: Bir kısmı “zifaftan önce ise feshedilir, zifaftan sonra ise feshedilmez, akid sahihtir” demiştir.
* Bu hadisten hareketle, birinci talibin izin vermesi halinde ikinci talipten haramlığın kalkacağına hükmedilmiştir. Ancak bu ruhsat sadece kendisine izin verilen şahsa mı aittir, başkalarına da şamil olur mu sorusunu getirmiştir. Umumiyetle ikinci şık benimsenmiştir. Çünkü birinci talipten hasıl olan mücerred bir izin onun bu kadınla evlenmekten vazgeçtiğinin ifadesidir, onun talepten yüz çevirmesiyle başkalarının talebini helal ve caiz kılar.
* Kadını istemenin meşru vakti, onun iddetini tamamlamış olma vaktidir. Dolayısıyla birinci kişi, iddetli iken bir kadını talep etmiş olsa, ikincinin, iddeti tamamlanınca tâlip olması bu yasağa girmez. Çünkü birincinin talebi meşru değildir.
* Malikîlerden İbnu´l-Kâsım “Birinci tâlib fâsık ise, iffetli kimsenin araya girmesi câizdir” demiştir. İbnu´l-Arabî kızın iffetli birisi olması halinde bunun caiz olacağını söylemiştir. Çünkü fâsık iffetliye küfüv (denk) değildir, dolayısıyla fâsığın talebi talep değildir. Ama cumhûr, “Kızdan kabul alâmeti sâdır olmuş ise bu doğru olmaz” diye hükmetmiş, İbnu´l-Kâsım´ın görüşünü benimsememiştir.
* Bazı âlimler, umumî âdete göre, birinci tâlibin, istememesi gereken bir kızı istemesi halinde, ikinci talibin araya girmesi câizdir demiştir. Mesela sıradan bir insanın padişah kızına talip olması gibi. Arada küfüvlük yoktur.
* Hadis, sadece erkeklere araya girmeyi haram etmez, aynı şekilde, bir kız bir erkeğe evlenme teklifi yapmışsa, bu sonuçlanmadan aynı erkeğe ikinci bir kızın evlenme teklifi yapmasını da haram eder. Nitekim daha önce, 5612 numaralı hadiste geçtiği üzere faziletli kimselerin kızları için, sâlih erkeklere talepte bulunmalarını ulemâ müstehab addetmiştir. Bu durumda haram, erkeğin tek kadınla evlenmeye azmetmiş olma şartına bağlıdır. Böyle bir kararı yoksa aynı anda birkaç kadın teklifte bulunabilir.[55]
ـ5630 ـ2ـ وعن ابن مسعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]عَلَّمَنَا رَسُولُ اللّهِ # خُطْبَةَ الْحَاجَةِ: إنَّ الْحَمْدَ للّهِ، نَسْتَعِينُهُ وَنَسْتَغْفِرُهُ، وَنَعُوذُ بِاللّهِ مِنْ شُرُورِ أنْفُسِنَا وَسَيِّئَاتِ أعْمَالِنَا. مَنْ يَهْدِهِ اللّهُ فََ مُضِلَّ لَهُ، وَمَنْ يُضْلِلِ اللّهُ فََ هَادِيَ لَهُ؛ وَأشْهَدُ أنْ َ إلهَ إَّ اللّهُ وَأشْهَدُ أنَّ مُحَمّداً عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ. يَا أيُّهَا الّذِىنَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ الّذِي تَسَاءَلُونَ بِهِ وَا‘رْحَامَ إنَّ اللّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيباً)ـ1(. يَا أيُّهَا الّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وََ تَمُوتُنَّ إَّ وَأنْتُمْ مُسْلِمُونَ. يَا أيُّهَا الّذِىنَ آمَنُوا اتّقُوا اللّهَ وَقُولُوا قَوًْ سَدِيداً يُصْلِحْ لَكُمْ أعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَمَنْ يُطِعِ اللّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزاً عَظِيماً[. أخرجه أصحاب السنن.
2. (5630)- İbnu Mes´ud radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize hâcet duasını öğretti. Şöyleydi: “Hamd Allah´a mahsustur. O´ndan yardım dileriz, O´ndan af talep ederiz, nefsimizin şerlerinden, amellerimizin kötülerinden O´na sığınırız. Allah kime hidayet verirse onu saptıracak yoktur. Allah kimi de saptırmışsa, onu da hidayete erdirecek yoktur. Allah´tan başka ilah olmadığına şehadet ederim. Muhammed´in O´nun kulu ve resûlü olduğuna da şehadet ederim. Ey iman edenler, adını zikrederek birbirinize talepte bulunduğunuz Allah´tan ve aranızdaki akrabalık bağın(ı koparmak)tan korkun! Şurası muhakkak ki Allah üzerinizde murâkıbtır” (Nisa 1). “Ey iman edenler! Allah´tan hakkıyla korkun. Sakın ha Müslümanlar olmaktan başka şekilde ölmeyin” (Âl-i İmrân 102). “Ey iman edenler Allah´ tan korkun ve sağlam bir söz söyleyin. Tâ ki Allah sizin işlerinizi salaha çıkarsın ve günahlarınızı da affetsin. Kim Allah ve Resûlü´ne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur.” (Ahzâb 70-71). [Ebu Dâvud, Nikâh 33, (2118); Tirmizî, Nikâh 16, (1105); Nesâî, Cum´a 24, (3, 105).][56]
AÇIKLAMA:
1- Hacet duası diye tercüme ettiğimiz tabirin aslı hutbetu´lhacettir. Hacet yani ihtiyaç hutbesi. Burada hacet kelimesiyle nikah kastedilmektedir. Dolayısıyla hutbetu´lhacet tâbirini bu makamda nikah duası şeklinde tercüme etmek de isabetli ve doğru sayılmalıdır. Ancak hadisin metni nazar-ı dikkate alınınca bu duanın nikah akdine mahsus olmayıp, başkaca ihtiyaçlar zımmında okunmasının da meşruiyeti anlaşılır. Öyleyse mü´min, ihtiyaçlarının görülüp tamamlanması için Rabbinden yardım talep etme durumlarında bunu okuması gerekir. Nitekim, bu sebeple İmam Şâfiî hazretleri: “Bütün akitlerin evvelinde -alışveriş, nikah vs.- hutbe (mezkur dua)yı okumak sünnettir” demiştir. Ancak örf, bunu öncelikle nikah akdinde müesseseleştirmiştir. Bu sebeple hadis metninde hacet duası denmiş olmasına rağmen, nikah bahsinde “nikah duası” makamında kaydedilmiştir.
Alimler bu hadisten, nikah akdi sırasında dua okumanın meşruiyetini istidlal etmiştir. Ama bu duayı okumak bir vecîbe değildir. Duasız da olsa akid sahihtir. Fakat bunun okunması mendubtur. Bütün işlerimizde sünnet-i seniyyeye uymaya gayret göstermek İslâm´ın temel edeblerinden biridir. “Bu, vacib veya farz değildir, olmasa da olur” deyip dinî âdabları geçiştirenler, kârdan büyük zarar ederler. Çünkü ister istemez yapılacak fıtrî âdetlerde sünnete uymak onları ibâdete çevirir.
2- Hadiste açıklanması gereken bir-iki noktaya gelince:
* Şerrin önce nefse nisbeti kesb itibariyledir. Arkadan “saptırma”nın Allah´a nisbeti yaratma ve takdir itibariyledir. Kul iradesiyle kesbeder. Allah da kulun dileği üzere yaratır. Bu sebeple kul yaptığı kötülükten sorumlu olur. İşin -iyilik veya kötülük- yaratılışı Allah´a mahsustur. Kul hiçbir şeyi yaratma gücünde değildir. Yaratmada çirkinlik yoktur, çirkinlik, kötülük kulun kesbinde ve niyetindedir.
* “Adını zikrederek birbirinizden talepte bulunduğunuz Allah” ibaresi, Müslümanların “Allah aşkına…”, “Allah rızası için…” diyerek ihtiyaçlarını birbirlerinden talep etmelerine telmihtir. Bu tarz bir talep, bu ayetle meşruiyet kazanmış olmaktadır. Bu durumda, Müslümanların aralarında “insaniyet adına…” gibi başka şeyleri şefaatçi koşmaları muvafık gözükmüyor. Allah adı mü´min gönülde daha müessir, daha iş bitiricidir, bunu şefaatçi kılmak mü´minin edebidir.
* Akrabalık bağını koparmaktan korkma ile Allah´tan korkmanın beraber zikredilmesi, İslâm nazarında arkabalık bağının ehemmiyetini ifade eder. Şunu da bilelim ki, erhâm kelimesi sadece kan bağından gelen rabıtaları ifade etmez. Sıla-ı rahm içerisine arkadaşlık, komşuluk, hemşehrilik, meslektaşlık, hocatalebelik gibi her çeşit beşerî bağ girer. Dolayısıyla Rabbimiz Teâla hazretleri bizleri bu insânî bağları koparmamaya çağırmakta, bunların ehemmiyetine dikkatimizi çekmektedir.
* Allah´tan hakkıyla korkmayı, İbnu Abbâs ve İbnu Mes´ud radıyallahu anhüm: “İtaat etmektir, isyan etmemektir” diye açıklamışlardır. Bazı alimler de “Allah´ı hep anmak, unutmamaktır” diye açıklamıştır.
Rivayete göre, bu ayet indiği zaman Müslümanlar buna güç yetirememekten korkarak Resûlullah´a müracaat ederler: “Kim bunu yapmaya tahammül edebilir ” derler. Bunun üzerine “Elinizden geldikçe Allah´tan korkun” (Tegâbün 16) âyeti nâzil olur.
* Âyetin sonunda, hayatta kaldıkça İslâm´ı yaşamaya çalışmak, hiçbir surette İslâmî yaşayışı terketmemek emredilmektedir.
* Sağlam söz diye çevirdiğimiz kavl-i sedîd: Adaleti yerine getiren söz, doğru söz, istikametli söz, Lâilahe illallah cümlesi olarak açıklanmıştır. Şu halde bu sayılanlardan ayrılmamak emredilmiş olmaktadır.[57]
ـ5631 ـ3ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: كُلُّ خُطْبَةٍ لَيْسَ فيهَا تَشَهُّدٌ فَهِيَ كَالْيَدِ الْجَذْمَاءِ[. أخرجه الترمذ .
3. (5631)- Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“İçerisinde teşehhüd bulunmayan bir dua, kesilmiş el gibidir.” [Tirmizî, Nikâh 16, (1106); Ebu Dâvud, Edeb 22 (4841).][58]
ـ5632 ـ4ـ وعن رَجُلٌ مِنْ بَنِى سُلَيْمٍ قَالَ: ]خَطَبْتُ الَى رَسُولِ اللّهِ # أُمَامَةَ بِنْتَ عِبْدِالْمُطَّلِبِ رَضِيَ اللّهُ عَنها فَأنْكَحَنِى مِنْ غَيْرِ أنْ يَتَشَهَّدَ[. أخرجه أبو داود.
4. (5632)- Benî Süleym´den bir adam anlatmıştır: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan Ümâme Bintu Abdilmuttalib radıyallahu anhâ´yı istedim, onu bana teşehhüd okumadan nikâhladı.” [Ebu Dâvud, Nikâh 30, (2120).][59]
AÇIKLAMA:
Burada teşehhüd´den maksad hutbe yani nikah duasıdır. Bu rivayette, dua okumadan nikah yapılabileceğine delil mevcuttur. Rivayette adı geçen Ümâme, Resûlullah´ın halasıdır.[60]
ـ5633 ـ5ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا خَطَبَ أحَدُكُمْ الْمَرْأةَ فإنِ اسْتَطَاعَ أنْ يَنْظُرَ مِنْهَا الى مَا يَدْعُوهُ الى نِكَاحِهَا فَلْيَفْعَلْ[. أخرجه أبو داود .
5. (5633)- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Biriniz bir kadının tâlibi olunca, onun kendini evlenmeye davet eden yerini görmeye muktedirse, onu hemen yapsın.” [Ebu Dâvud, Nikâh 19, (2082).][61]
ـ5634 ـ6ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]تَزَوَّجَ رَجُلٌ اِمْرَأةً مِنَ ا‘نْصَارِ فَقَالَ لَهُ النَّبِىُّ #: أنَظَرْتَ إلَيْهَا؟ قَالَ: َ. قَالَ: اِذْهَبْ فَانْظُرْ إلَيْهَا، فَإنَّ فِي أعْيُنِ ا‘نْصَارِ شَيْئاً[. أخرجه مسلم والنسائي .
6. (5634)- Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Adamın biri ensârdan bir kadınla evlenmişti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Kadına baktın mı ” diye sordu. Adam: “Hayır” deyince:
“Git, kadına bak. Çünkü ensarın gözlerinde bir şey vardır!” buyurdular.” [Müslim, Nikâh 74, (1424); Nesâî, Nikah 23, (6, 77).][62]
ـ5635 ـ7ـ وعن المغيرة رَضِيَ اللّهُ عَنه: ]أنَّهُ خَطَبَ إمْرَأةً. فَقَالَ لَهُ النَّبيُّ #: اُنْظُرْ إلَيْهَا فإنَّهُ أحْرَى أنْ يُؤْدَمَ بَيْنَكُمَا[. أخرجه الترمذي والنسائي .
»أحْرَى« أى أجدر.»أنْ يؤدم بينكما« أي يجمع بينكما وتتفقا على ما فيه صح أمركما .
7. (5635)- Hz. Muğire radıyallahu anh´ın anlattığına göre, o bir kadın istemiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine: “Ona bak! Zira bakman, aranızdaki uyum için daha muvafıktır!” buyurdular.” [Tirmizhi, Nikâh 5, (1087); Nesâî, Nikâh 17, (6, 69).][63]
AÇIKLAMA:
İslâm dini, evlenecek olan erkeğe kadını görmesini tavsiye eder. Bu mesele üzerine gelen hadisler umumiyetle emir sigası taşısa da bu, vecibe ifade etmez, istihbab ve ruhsat ifade eder.
Kızlar için böyle bir emir yoksa da, âlimler kısas yoluyla onların da erkeğe bu maksadla bakabileceğini söylemiştir.
Ahmed İbnu Hanbel´in bir rivayetinde: “Biriniz bir kadın isteyeceği vakit ona bakmasında bir günah yoktur” buyrulmuştur.
Nevevî der ki: “Bu hadisler, erkeğin evlenmek istediği kadına bakmasının müstehab olduğunu ifade eder. Bu hem Şâfiîlerin, hem Mâlikî ve Hanefîlerin ve hem de Ahmed ve diğer ulemâ cumhûrlarının görüşüdür. el-Kâdı birkısım âlimlerin mekruh dediğini kaydetmiş ise de, bu hatadır. Hatadır, çünkü hem hadislerin sarahatine hem de alışveriş, şehadet gibi durumlarda, ihtiyaç halinde bakmanın caiz olduğuna dair icmaya muhalefet eder.”
Âlimler, kadının sadece yüz ve ellerine bakmanın mübah olduğunu belirtir. “Çünkü derler bunlar avret değildir. Ayrıca yüz ile güzellik veya çirkinliğine, el ile de vücudunun matluba muvafık olup olmadığına hükmedilir.” Evzâî hazretleri etli yerlerine bakılabileceğini söylemiştir.
Kadının, erkeğin bakması haram olan yerlerine de bakılmak istendiğinde, araya bir kadın konmalıdır. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ümmü Süleym´i bir kadını görmesi için yollayarak “Ökçelerine bak ve yakalarını kokla” bir diğer rivayette “Ön dişlerini kokla” diye talimat vermiştir. Hz. Ömer de, Hz. Ali´nin kızıyla evlenmek istediği zaman topuğunun üst kısmına bakmıştır. Bu çeşit araştırmalarda kadının hastalıklı olup olmadığı, temizlik durumu vs. tedkik edilmiş olmaktadır.
Alimler bu bakma işinin kadın rızasına tabi olmadığını, haberinin olmasının da şart olmadığını belirtirler. Vakit olarak da kadına talip olmazdan önce olmasının da münasib olacağını; çünkü, kızı istedikten sonra bakar ve beğenmezse, bunun kızı rencide edip üzeceğini belirtirler. Ancak İmam Mâlik: “Kadına haberi olmadan bakılmasını hoş bulmam, çünkü, gözü kızın avretine de kayabilir” demiştir. Ancak Resulullah´tan ruhsat mutlak geldiği için, kıza haber vermeden de bakmanın cevazı esas kabul edilmiştir. Bu sebeple Hanefî ulemâsı: “İstemezden önce, haberi olmadan kız görülür, beğenilmezse talep edilmez. Böylece kızın rencide edilmesi de önlenmiş olur, bu tarz, müstehabtır” demiştir.
Şunu da son olarak belirtelim ki, günümüzde yaygınlık kazanmaya yüz tutan bazı hallere dinimiz cevaz vermez: Gençler birbirlerini daha yakından tanımak, seyahat etmek gibi aşırılıklara düşüyorlar. İslâm´ın tecviz ettiği “görme” ile bu çeşit beraberliğin hiçbir ilgisi yoktur. [64]
DÖRDÜNCÜ FASIL
NİKAH ADABI
ـ5636 ـ1ـ عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أعْلِنُوا هذَا النِّكَاحَ، وَاجْعَلُوهُ في الْمَسَاجِدِ، وَاضْرِبُوا عَلَيْهِ بِالْدُّفُوفِ[. أخرجه الترمذي .
1. (5636)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Nikahı ilan edin, onu mescidlerde yapın. Üzerine de def vurun.” [Tirmizî, Nikah 6, (1089).][65]
ـ5637 ـ2ـ وعنها رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]زَفَفْنَا إمْرَأةً الى رَجُلٍ مِنَ ا‘نْصَارِ. فَقَالَ النَّبِيُّ #: يَا عَائِشَةُ أمَا كَانَ مَعَكُمْ لَهْوٌ! فَإنَّ ا‘نْصَارِ يُعْجِبُهُمُ اللَّهْوَ[. أخرجه البخاري .
2. (5637)- Yine Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Bir kadını, ensardan bir erkekle evlendirmiştik. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Ey Aişe! Eğlenceniz yok mu Zira ensar eğlenceyi sever!” buyurdular.” [Buharî, Nikah 63.][66]
ـ5638 ـ3ـ وعن مُحمّدِ بن حَاطِبِ الْجُمَحِي قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: فَصْلُ مَا بَيْنَ الْحََلِ وَالْحَرَامِ الدُّفُّ وَالصَّوْتُ[. أخرجه الترمذي والنسائي.وزاد: في النِّكَاحِ .
3. (5638)- Muhammed İbnu Hatıb el-Cumahi anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “[Nikah´da] haramla helali ayıran fark, def ve sestir.” [Tirmizî, Nikah 6, (1088); Nesâî, Nikah 72, (6, 127, 128).] [67]
AÇIKLAMA:
Yukarıda kaydedilen üç hadisin üçü de biraz farklı ifadelerle, nikahın alenî olmasını amirdir. Bir erkekle kadının hususi suretle anlaşarak yapacağı birleşme meşru değildir, zinadır. Bu sebeple üçüncü hadiste meşru birleşme ile gayrimeşru anlaşma -yani helal ile haram akitlerin- arasındaki farkın aleniyetle gizliliğin teşkil ettiği ifade edilmiştir. Helal olan, def çalarak güfte okuyarak ilan edilendir. Gizlice, sessizce yapılan da zinadır.
Resulullah birinci hadiste “Ensar eğlentiyi sever” buyurarak, düğün vesilesiyle eğlenti yapılmasını teşvik ediyor. Bunun anlaşılması için, daha önce açıkladığımız üzere, Müslümanların hayatında ayrı bir eğlence programının olmadığını bilmek gerekir. İnsanın eğlenme ihtiyacı, birkısım düğün davet ve merasimlerle karşılanacaktır. Zamanımızda eğlence, radyo, teyp, video ve televizyon gibi vasıtalarla her günümüze ve hatta her saatimize girdiği için, düğünlerin de o devirdeki gibi defli ve sesli olmasında ısrar edilmeyebilir. Üstelik caiz olan def ve ses yerine, caiz olmayan çalgı ve şarkılar kaim olmuştur. Bu sebeple dindar çevrelerde geliştirilen mevlütlü düğünlerimiz, zahirde sünnete zıd da görünse, şayan-ı tercih olmalıdır. Böylece pekçok menhiyyatın önüne sed çekilmiş olur.
Ama bu hadislerde vurgulanan husus ihmal edilmemeli: Düğünler alenî olacak, sesli olacak, ilan edilmiş olacak. Mevlütlü düğünler bu manayı yeterince îfa etmektedir.[68]
ـ5639 ـ4ـ وعن عَمْرو بن شُعيبٍ عن أبيه عن جَدّهِ قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا تَزَوَّجَ أَحَدُكُمُ امْرَأةً أوِ اشْتَرَى خَادِماً فَلْيَقُلْ: اَللَّهُمَّ إنِّي أسْألُكَ خَيْرَهَا وَخَيْرَ مَا جَبَلْتَهَا عَلَيْهِ؛ وَأعُوذُ بِكَ مِنْ شَرِّهَا وَشَرِّ مَا جَبَلْتَهَا عَلَيْهِ؛ وإنِ اشْتَرى بَعِيراً فَلْيَأخُذْ بِذِرْوَتِهِ، وَلْيَقُلْ مِثْلَ ذلِكَ[. أخرجه أبو داود .
4. (5639)- Amr İbnu Şuayb an ebihi an ceddihi anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Biriniz bir kadınla evlenir veya bir köle satın alırsa şöyle dua etsin: “Allahım, ben bunun hayırlı olmasını ve hayırlı bir yaratılış üzere olmasını diliyorum. Onun şerrinden ve şerli bir tabiat üzere olmasından sana sığınıyorum.
Eğer bir deve satın alırsa, eliyle hörgücünün üstünden tutup aynı şeyi söylesin.” [Ebu Davud, Nikah 46, (2160).][69]
ـ5640 ـ5ـ وعن زيد بن أسلم رَضِيَ اللّهُ عَنه أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَالَ: ]إذَا تَزَوَّجَ أحَدُكُمُ الْمَرْأَةَ أوِ اشْتَرَى خَادِماً فَلْيَأخُذْ بِنَاصِيَتِهَا وَلْيَدْعُ بِالْبَرَكَةِ، وَإذَا اشْتَرى الْبَعِيرَ فَلْيَأخُذْ بِذِرْوَةِ سَنَامِهِ وَلْيَسْتَعِذْ بِاللّهِ مِنَ الْشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ[. أخرجه أبو داود .
5. (5640)- Zeyd İbnu Eslem (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Biriniz bir kadınla evlenir veya bir hizmetçi (köle) satın alırsa, perçeminden tutup ona bereketle dua etsin. Bir deve satın alınca hörgücünün tepesinden tutup, şeytan-ı racime karşı Allah´a istiazede bulunsun.” [Muvatta, Nikah 52, (2, 547).][70]
ـ5641 ـ6ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # إذَا رَفَّأ ا“نْسَانَ إذَا تَزَوَّجَ، قَالَ: بَارَكَ اللّهُ لَكَ، وَبَارَكَ عَلَيْكَ، وَجَمَعَ بَيْنَكُمَا في خَيْرٍ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
6. (5641)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), evlenen bir kimseyi şöyle tebrik ederdi: “Allah sana (evliliği) mübarek kılsın, üzerine bereket indirsin, ikinizin arasını hayırda birleştirsin.” [Ebu Davud, Nikah 37, (2130); Tirmizî, Nikah 7, (1091).][71]
AÇIKLAMA
Bu hadis yeni evlenenlere nasıl dua etmek gerektiğini öğretmektedir. Cahiliye devrinde “Kaynaşma ve oğullar” diye dua edilirmiş. Resulullah bu duayı yasaklamıştır. Çünkü kız evlatlara karşı tavır mevcuttur. Onun yerine evliliğin mübarek olması ve hayırda beraberlik duası ikame edilmiştir.
İslam, tebrik duasında bile kendi orijinalitesini aramaktadır.[72]
ـ5642 ـ7ـ وعن الْحَسَنِ قال: ]تَزَوَّجَ عَقِيلُ بْنُ أبِي طَالِبٍ رَضِيَ اللّهُ
عَنه امْرَأةً مِنْ بَنِي جُشَمٍ فَقَالُوا بِالرَّفَاءِ وَالْبَنِينَ. فقَالَ: قُولُوا كَمَا قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: بَارَكَ فِيكُمْ وَبَارَكَ لَكُمْ[. أخرجه النسائي.»الرَّفاء« الموافقة وحسن المعاشرة، وإنما نهى عنه ‘نه كان من شعار الجاهلية .
7. (5642)- Hasan(-ı Basrî) anlatıyor: “Akil İbnu Ebi Talib (radıyallahu anh), Benî Cüşem´den bir kadınla evlenmişti. Onu: “Kaynaşma ve oğullar” dileyerek tebrik ettiler. Fakat o: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kullandığı tabirlerle dua edin: “Allah size (evliliği) mübarek etsin ve size bereket versin” deyin!” dedi.” [Nesâî, Nikah 73, (6, 128).][73]
ـ5643 ـ8ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]تَزَوَّجَنِي رَسُولُ اللّهِ # في شَوّالٍ وَدَخَلَ بِي فِي شَوَّالٍ، فَأيُّ نِسَائِهِ كَانَ أحْظَى عِنْدَهُ مِنِّي؟ وَكَانَتْ تَسْتَحِبُّ أنْ تُدْخِلَ نِسَاءَهَا في شَوَّالٍ[. أخرجه مسلم والترمذي والنسائي .
8. (5643)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) benimle Şevval´de nikah yapmıştı. Şevval´de gerdek yaptı. Yanında hangi kadını benden daha bahtlı idi ”
[Urve der ki: “Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)] yakınlarından olan kadınları Şevval ayında gerdeğe sokmayı müstehab addederdi.” [Müslim, Nikah 73, (1423); Tirmizî, Nikah 9, (1093); Nesâî, Nikah 77, (6, 130).][74]
AÇIKLAMA:
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) burada bir cahiliye âdetinin batıl olduğuna dikkat çekiyor. Şarihler, Arapların cahiliye devrinde Şevval ayında nikahtan kaçındıklarını, bunu iyi saymadıklarını belirtir. Halbuki Resulullah hem nikahını hem de zifafını Şevvalde yapmıştır. Günümüzde bile “iki bayram arası düğün olmaz” lafını işitiriz. Bu, cahiliye inancının hâlâ yaşamaya devam ettiğini gösterir. Halbuki Resulullah ve Hz. Aişe fiilî tatbikatlarıyla bu anlayışın batıl olduğunu ortaya koymuştur.[75]
ـ5644 ـ9ـ وعن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ
#: أمَا لَوْ أنَّ أحَدَكُمْ إذَا أرَادَ أنْ يَأتِي أهْلَهُ قَالَ: بِسْمِ اللّهِ، اَللَّهُمَّ جَنِّبْناَ الشَّيْطَانَ وَجَنِّبِ الشَّيْطَانَ مَا رَزَقْتَنَا، ثُمَّ قُدِّرَ بَيْنَهُمَا في ذلِكَ وَلَدٌ لَمْ يَضُرَّهُ الشَّيْطَانُ أبَداً[. أخرجه الخمسة إ النسائي .
9. (5644)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Sizden kim hanımına temas etmek isteyince: “Allah´ın adıyla! Allahım, bizi şeytandan uzak tut ve şeytanı da bize vereceğin nasipten uzak tut!” dese, sonra da Allah bu temastan onlara bir evlad nasip etse, şeytan ona ebediyen zarar vermez.” [Buharî, Bed´ü´l-Halk 11; Müslim, Nikah 116, (1434); Ebu Davud, Nikah 46, (2161); Tirmizî, Nikah 8, (1092).][76]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis münasebet-i cinsiyede mühim bir edeb tesbit etmektedir: Besmele ve dua ile başlamalı. Yapılacak dua rivayetlerde bazı farklılıklar arzeder. Hasan Basrî´nin, Abdurrezzak´ın Musannaf´ında gelen bir mürseli şöyledir:
“Kişi hanımına gelince bismillah desin ve şu duayı okusun: “Allahım, bize vereceğin nasibi hakkımızda mübarek kıl. Bize nasib ettiğin şeyde şeytana bir pay koyma.” Böyle derse, kadın hamile kaldığı takdirde çocuğun salih olacağı ümid edilir.”
2- Besmele çekildiği takdirde çocuğa gelmeycek olan zararlar nelerdir Bu hususta ulema farklı yorumlar ileri sürmüştür. Bu yorumlara geçmeden önce, Kadı İyaz´ın yer verdiği bir görüşte ittifak edildiğini belirtmek isteriz: Buna göre “Bu hadiste, belirtilen edebe uyulduğu takdirde, bütün hallerde, her çeşit zararlara karşı bir koruma hasıl olacağını hiç kimse söylememiştir, her ne kadar hadisin zahiri bunu ifade etse de.” Bu noktadaki ittifak, bir başka hadiste “İstisna edilen dışında her doğan çocuğun karnına şeytanın mutlaka dürteceği”nin bildirilmiş olmasıdır ki, bu dürtme de bir nevi zarardır.
Farklı yorumlardan bazıları:
* Bir kısım alimler: “Şeytan besmelenin bereketine çocuğa musallat olmaz. Bilakis haklarında “Şüphesiz ki kullarımı zorla saptıracak bir gücün yoktur. Sana uyan azgınlar müstesna” (Hicr 42) denmiş olan kullar cümlesindendir” demiştir. Hasan-ı Basrî´den kaydettiğimiz mürsel rivayetin bunu te´yid ettiği de belirtilmiştir.
* Bazıları: “Murad, doğarken çocuğun karnına dürtmez demektir” demiş ise de, bu görüş mezkur hadisin zahiriyle zıdlığa düştüğü için kabul görmemiştir.
* Bazıları: “Çocuğun bedenine zarar vermez” demiştir.
* Bazıları: “Çocuğa şeytan çarpmaz” demiştir.
* İbnu Dakiku´l-Îd: “Çocuğun diyanetine zarar vermeyeceğini ifade etmesi de muhtemeldir” demiştir. Ancak bundan ismet iddiası hatıra gelir, halbuki hiç kimse ismet sahibi olmayacağı için, bu mana da kabul görmemiştir.
* Davudî, biraz farkla: “Çocuğu küfre atacak şekilde dininde fitneye düşürmez” diye anlamış, “Masiyetten ismet iddia edilemez” demiştir.
* Bazı alimler de: “Annesiyle cima sırasında şeytan babasına iştirak etmez” diye anlamıştır. Çünkü Mücahid´den gelen bir rivayette: “Temasta bulunup besmele çekmeyen kimsenin ihliline şeytan sarılır, onunla birlikte temasa iştirak eder” denmiştir. İbnu Hacer, bu te´vili doğruya en yakın yorum olarak değerlendirir.
3- İbnu Abbas´tan gelen rivayetler, gerek helada ve gerekse temas esnasında besmele çekmenin mekruh olduğunu ifade eder. Bu rivayetle sadedinde olduğumuz rivayet arasında tezad iddia edenler olmuşsa da, aslında böyle bir tezaddan söz edilemez. Çünkü hadis, besmelenin, temastan önce söylenmesini ifade etmektedir. [77]
İKİNCİ BAB
NİKAHIN RÜKÜNLERİ
* BİRİNCİ FASIL:
NİKAH AKDİ
ـ5645 ـ1ـ عن ابن مسعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]كُنَّا نَغْزُو مَعَ رَسُولِ اللّهِ # وَلَيْسَ مَعَنَا نِسَاءٌ، فَقُلْنَا: أَ نَخْتَصِى؟ فَنَهَانَا عَنْ ذلِكَ، ثُمَّ رَخَّصَ لَنَا أنْ نَسْتَمْتِعَ. فَكَانَ أحَدُنَا يَنْكِحُ الْمَرْأةَ بِالثَّوْبِ الى أجَلٍ[. أخرجه الشيخان .
1. (5645)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte gazveye çıkmıştık. Beraberimizde kadın yoktu. “Husyelerimizi aldırmayalım mı ” diye sorduk. Bizi bundan yasakladı, sonra da muvakkat istifade hususunda bize ruhsat tanıdı. Herhangi birimiz, bir elbise mukabilinde kadınla, bir müddet için nikah yapıyorduk.” [Buharî, Tefsir, Maide 9, Nikah 6, 8; Müslim, Nikah 38, (1404).][78]
AÇIKLAMA:
1- Husyelerin aldırılması, kadınlaşma veya iğdiş olma diye de ifade edilir. Normalde erkek hayvanlara uygulanan bir ameliyedir. Dinimiz, tabiatı bozma olduğu için, insanlar hakkında bunu tecviz etmez.
2- Muvakkat istifade diye tercüme ettiğimiz istimtadan murad mut´a nikahı olarak bilinen bir nikah çeşididir. Tıpkı şarabın tedricî olarak yasaklanması gibi, cahiliye devrinin bir nikah çeşidi olan mut´a nikahı başlangıçta yasaklanmamış, fakat bilahare ebediyen haram edilmiştir. Bahsin sonunda genişçe açıklayacağımız üzere, mut´a nikahı mehirsiz, verasetsiz, boşanmasız, muvakkat bir nikahtır. Müddeti anlaşma sırasında belirtilir. Müddet dolunca boşamaya hacet kalmadan ayrılık hasıl olur, karı koca birbirlerine varis olamazlar. Kadına, razı olacağı bir ücret verilir. Asgarî ve azamî bir müddeti yoktur. Birkaç saatlik, tek temaslık bir akit olabileceği gibi, yılları içine alan bir müddet de olabilir.
İslam uleması bu çeşit cahiliye nikahını haram bilmede icma etmiştir. Şia´dan aşırı olanlar dışında bunu benimseyen yoktur. Hele Ehl-i Sünnet uleması arasında buna fetva veren tek kişi çıkmamıştır.
5651 numaralı hadisten sonra mevzuyu genişçe tahlil edeceğiz.[79]
ـ5646 ـ2ـ وعن سَلَمَة بن ا‘كْوَع رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]رَخَّصَ النَّبِيُّ # عَامَ أوْطَاس في الْمُتْعَةِ، ثُمَّ نَهى عَنْهَا[. أخرجه الشيخان .
2. (5646)- Seleme İbnu´l-Ekva (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Evtas Gazvesi yılında mut´aya ruhsat verdi, sonra da onu yasakladı.” [Buharî, Nikah 31 (ta´lik olarak); Müslim, Nikah 18, (1405).][80]
ـ5647 ـ3ـ وعن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]إنَّمَا كَانَتِ الْمُتْعَةُ في أوَّلِ ا“سَْمِ كَانَ الرَّجُلُ يَقْدُمُ البَلدَةَ، لَيْسَ لَهُ بِهَا مَعْرِفَةٌ، فَيَتَزَوَّجَ الْمَرْأةَ بِقَدْرِ مَا يَرَى أنَّهُ يُقِيمُ فَتَحْفَظُ لَهُ مَتَاعَهُ وَتُصْلِحُ لَهُ شَأنَهُ. حَتّى نَزَلَتْ: إَّ عَلى أزْوَاجِهِمْ أوْ مَا مَلَكَتْ أيْمَانُهُمْ. قَالَ ابْنُ عَبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهما: فَكُلُّ فَرْجٍ سِوَاهُمَا فَهُوَ حَرَامٌ[. أخرجه الترمذي .
3. (5647)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “İslam´ın evvelinde mut´a vardı. Kişi, hakkında bilgisi olmayan (tanımadığı) bir beldeye gelince, oradan yerli bir kadınla, orada kalacağını tahmin ettiği müddet miktarınca nikah yapardı. Kadın, böylece onun eşyasını muhafaza eder, gerekli işlerini görürdü. Bu hal: “Onlar namuslarını korurlar. Ancak “hanımlarına” ve “cariyelerine” karşı müstesna, bunlarla olan yakınlıklarından dolayı kınanmazlar” (Mü´minun 6) mealindeki ayet nazil oluncaya kadar devam etti. (Bu ayet gelince mut´a haram ilan edildi.)”
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) der ki: “Bu ikisi dışındaki bütün fercler (cinsî tatmin yolları) haramdır.” [Tirmizî, Nikah 28, (1122).][81]
AÇIKLAMA:
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), Resulullah´ın mut´ayı yasaklamasıyla ilgili hadisleri Hz. Ömer zamanında işitmişti. Ruhsatla ilgili rivayetleri bildiği ve nesihten, yasaklamadan haberdar olmadığı için, bu hususta sorulunca zaman zaman mut´anın cevazına fetva vermiştir. Ancak, az ileride açıklayacağımız üzere, Hz. Ömer zamanında bizzat Hz. Ömer tarafından mesele ele alınıp, Resulullah´ın yasakladığı hatırlatılarak yasak ta´mim edilince, İbnu Abbas eski görüşünden vazgeçmiş, mut´anın yasak olduğunu belirtmiştir. Onun bu dönüşü pek çok rivayetle sabit olmuştur. Onun ruhsatını ifade eden rivayetleri esas alarak İbnu Abbas´ın mut´anın caiz olduğu kanaatini taşıdığını söylemek cinayet olur, gerçeği aksettirmez.[82]
ـ5648 ـ4ـ وعن محمّد بن الحنَفِيّة: ]أنَّ عَلِيّاً قَالَ ‘بْنِ عَبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهم: إنَّ رَسُولَ اللّهِ # نَهَى مُتْعَةِ النِّسَاءِ يَوْمَ خَيْبَرَ، وَعَنْ أكْلِ لُحُومِ الْحُمُرِ ا‘نْسِيَةَ[. أخرجه الستة إ أبا داود .
4. (5648)- Muhammed İbnu Ôl-Hanefiyye anlatıyor: “Hz. Ali, İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´a dedi ki:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber Gazvesi günü, kadınlarla mut´ayı, ehlî eşek etlerinin yenmesini haram kıldı.” [Buharî, Megazi 38, Nikah 31, Zebaih 28, Hiyel 3; Müslim, Nikah 29, (1407); Muvatta, Nikah 41, (2, 542); Tirmizî, Nikah 28, (1121); Nesâî, Nikah 71, (6 , 125, 126).][83]
ـ5649 ـ5ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]كُنَّا نَسْتَمْتِعُ بِالْقَبْصَةِ مِنَ التَّمْرِ وَالدَّقِيقِ ا‘يَّامَ عَلى عَهْدِ رَسُولِ اللّهِ # وَأبِي بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه حَتّى نَهَى عَنْهُ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنه في شأنِ عَمْرُو بْنِ حُرَيْثٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهما[. أخرجه مسلم .
5. (5649)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) zamanında bir avuç hurma ve un mukabilinde birkaç gün boyu devam eden mut´a nikahı yapardık. Bu hal, Hz. Ömer (radıyallahu anh)´in Amr İbnu Hureys hadisesi vesilesiyle mut´ayı yasaklamasına kadar devam etti.” [Müslim Nikah 16, (1405).][84]
AÇIKLAMA:
Mut´a nikahının Resulullah tarafından yasaklanmış olduğunu işitmeyen sadece İbnu Abbas değildir. Başka sahabi ve tabiin de mevcuttur. Şu halde, onlar arasında nadirattan da olsa tatbikat Hz. Ömer zamanına kadar devam etmişe benziyor. Bu tatbikat yaygın olsaydı, neshten ve yasaktan haberi olanların müdahalesiyle karşılaşır, mesele halifelere daha önceden intikal ederdi. Demek ki pek nadir olan tatbikat, bir hadiseye sebep olmadığı için -bazı rivayetlerde tasrih edildiği üzere- Hz. Ömer´in hilafetinin ortalarına kadar devam etmiştir. İlerde açıklayacağımız üzere Amr İbnu Hureys´in mut´a nikahıyla evlendiği kadın, bu evlilikten hamile kalınca, Hz. Ömer´e çocuğun akibeti ne olacak diye müracaat eder. O zaman Hz. Ömer öğrenir ki, hâlâ mut´a tatbik eden var. Halbuki Resulullah bunu kesinlikle yasaklamıştı.
Hz. Ömer, meseleyi hutbe mevzuu yapar ve yasağı yeniden hatırlatıp, ta´mim eder. Şarihler, bu yasaklamaya karşı çıkan tek sahabi olmadığını, yasak hususunda icma hasıl olduğunu belirtirler.[85]
ـ5650 ـ6ـ وعن ابن عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]نَهَى رَسُولُ اللّهِ # عَنِ الشِّغَارِ، وَهُوَ أنْ يُزَوِّجَ الرَّجُلُ ابْنَتَهُ أوْ أُخْتَهُ مِنَ الرَّجُلِ عَلى أنْ يُزَوِّجَهُ ابْنَتَهُ أوْ أُخْتَهُ، وَلَيْسَ بَيْنَهُمَا صَدَاقٌ[. أخرجه الستة .
6. (5650)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şiğâr nikahını yasakladı. Bu, kişinin kızını veya kızkardeşini, karşılığında kızını veya kızkardeşini almak üzere bir erkeğe vermesi, aralarında mehir ödemeyi kaldırmalarıdır.” [Buharî, Nikah 28, Hiyel 3; Müslim, Nikah 57, (1415); Muvatta, Nikah 24, (2, 535); Ebu Davud, Nikah 15, (2074); Tirmizî, Nikah 29, (1124); Nesâî, Nikah 60, 61, (6, 111, 112).][86]
AÇIKLAMA:
1- Şiğâr nikahı, cahiliye devrinde cereyan eden bir nikahtır. Kız velilerinin, kızları birbirlerine mehirsiz olarak nikahlamalarıdır. Hadis metninde şiğarla ilgili gelen tarifi kim yapmıştır Resulullah mı, arkadan gelen raviler mi bu hususta ihtilaf edilmiştir. Dinimiz “şiğar”ı yasaklamıştır. Çünkü, mehir kadının hakkıdır ve erkeğin ödemesi gereken bir vecibedir. Kaffal, şiğarın batıl oluşundaki illetin zikredilen şart olduğunu belirtir: “Veli sanki: “Kızımın nikahı sana kesinleşmez. Ta ki kızının nikahı da bana kesinleşmedikçe” demiş gibidir” der. Gazâli, bu nikah tarzının şu şekilde olduğunu belirtir: “Kişi der ki: “Kızımı sana şu şartla nikahladım: Sen de kızını bana nikahlayacaksın, bunlardan her birinin bud´u diğerinin mehri olacak, kızımın nikahı ne zaman mün´akid olursa, senin kızının nikahı da mün´akid olacak.” Veliler birbirlerine mehir ödemek üzere, bu şekilde birbirlerinden kız alıp verecek olursa, mağduriyet kızlara gelecektir. Her iki taraf da kadınlara mehirlerini ödedikleri takdirde, velilerin karşılıklı olarak kız alıp vermeleri haram değildir. Hanefîler, şiğar akdinin sahih olacağını, ancak, mehrin düşmeyeceğini söylemiştir. Bunlara göre, kadının mehr-i misl´e hakkı vardır.
İmam Şafii ve diğer bazı alimler, şiğar nikahının batıl olduğuna, bütün hükümlerinin nikah-ı fasid gibi olduğuna hükmetmişlerdir.
İmam Evzaî, Hanefîlere yakın bir görüş beyan eder: “Zifaf yapılmamışsa nikah bozulur, mehir belirlenerek yeniden nikah yapılır, zifaf yapılmışsa nikah sahihtir. Ancak mehr-i misil vacib olur.”
2- Hadiste “kızlar” ve “kızkardeşler” mezkur ise de, alimler, “yeğenler”in ve başkalarının da bu meselede aynı hükme tabi olacaklarını belirtmişlerdir.[87]
ـ5651 ـ7ـ وعن عُرْوَة قال: ]أخْبَرَتْنِى عَائِشةُ رَضِيَ اللّهُ عَنها أنَّ النِّكَاحَ كَانَ في الْجَاهِلِيّةِ عَلى أرْبَعَةِ أنْحَاءِ: فَنِكَاحُ مِنْهَا نِكَاحُ النّاسَ الْيَوْمَ، يُخْطُبُ الرَّجُلُ الى الرَّجُلِ ابْنَتَهُ أوْ وَلِيَّتَهُ فَيُصْدِقُهَا ثُمَّ يَنْكِحُهَا؛ وَنِكَاحٌ آخَرُ: كَانَ الرَّجُلُ يَقُولُ ‘مْرَأتِهِ إذَا طَهُرَتْ مِنْ طَمْثِهَا: أرْسِلِي الى فَُنٍ اسْتَبْضَعِي مِنْهُ، وَيَعْتَزِلُهَا زَوْجُهَا وََ يَمَسُّهَا حَتّى يَتَبَيَّنَ حَمْلُهَا مِنْ ذلِكَ الرَّجُلَ الّذِي تَسْتَبْضِعُ مِنْهُ. فإذَا تَبَيَّنَ حَمْلُهَا مِنْ ذلِكَ الرَّجُلِ الّذِى تَسْتَبْضِعُ مِنْهُ أصَابَهَا زَوْجُهَا إذَا أحَبَّ، وإنَّمَا يُفْعَلُ ذلِكَ رَغْبَةً في نَجَابَةِ الْوَلَدِ، فَكَانَ يُسَمّى نِكَاحُ ا‘سْتِبْضَاعِ؛ وَنِكَاحٌ آخَرُ: يَجْتَمِعُ الرَّهْطُ مَا دُونَ الْعَشْرَةِ فَيَدْخُلُونَ عَلى الْمَرْأةِ كُلُّهُمْ فَيُصِيبُونَهَا، فَإذَا حَمَلَتْ وَوَضَعَتْ وَمَرَّ لَيَالٍ بَعْدَ أنْ تَضَعَ أرْسَلَتْ إلَيْهِمْ، فَلَمْ يَسْتَطِعْ رَجُلٌ مِنْهُمْ أنْ يَمْتَنِعَ حَتّى يَجْتَمِعُوا عِنْدَهَا. فَتَقُولُ لَهُمْ: قَدْ عَرَّفْتُُمُ الّذِي كَانَ مِنْ أمْرِكُمْ؛ وَقَدْ وَلَدْتُ فَهُوَ ابْنَكَ يَا فَُنُ، تُلْحِقُهُ بِمَنْ أحَبَّتْ. فََ يَسْتَطِيعُ أنْ يَمْتَنِعَ؛ وَنِكَاحٌ آخَرُ رَابعٌ: يَجْتَمِعُ النَّاسُ الْكَثِيرُ فَيَدْخُلُونَ عَلى الْمَرْأةِ فََ تَمْتَنِعُ مِمَّنْ
جَاءَهَا وَهُنَّ الْبَغَايَا كُنَّ يَنْصِبْنَ على أبْوَابِهِنَّ الرَّايَاتِ. فَمَنْ أرَادَهُنَّ دَخَلَ عَلَيْهِنَّ، فإذا حَمَلَتْ إحْدَاهُنَّ وَوَضَعَتْ حَمْلَهَا جَمَعُوا لَهَا وَدَعَوْا لَهَا الْقَافَةَ. فَألْحَقُوا وَلَدَهَا بِالّذي يَرَوْنَ فَالْتَاطَ بِهِ وَدُعِيَ ابْنَهُ، َ يَمْتَنِعُ مِنْهُ، فَلَمَّا بُعِثَ مُحَمّدٌ # بِالْحَقِّ هَدَمَ نكَاحَ الْجَاهِلِيّةِ كُلَّهُ إَّ نِكَاحَ النَّاسِ الْيَوْمَ[. أخرجه البخاري وأبو داود.»استبضاع« طلب المرأة نكاح الرجل لتنال منه الولد فقط.و»البغايا« الزواني.و»القافة« الذين يشبهون بين الناس فيلحقون الولد بالشبه.و»التاط به« أي ألصقه بنفسه وجعله ولده .
7. (5651)- Urve rahimehullah anlatıyor: “Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) bana anlattı ki: Cahiliye devrinde dört çeşit nikah mevcuttu: Bunlardan biri, bugün (dinimizin meşru kıldığı ve) herkesçe tatbik edilen nikahtır: Kişi kişiden kızını veya velisi bulunduğu kızı ister, mehrini verir, sonra onunla evlenir.
Diğer bir nikah çeşidi şöyleydi: Kişi, hanımı hayızdan temizlenince: “Falancaya git, ondan hamilelik talep et” der ve hanımını ona gönderirdi. Kadının o yabancı erkekten hamile kaldığı anlaşılıncaya kadar, kocası ondan uzak durur, temasta bulunmazdı. O adamdan hamileliği açıklık kazanınca, zevcesi dilerse onunla zevciyat muamelelerine başlardı. Bu nikah çeşidine asaletli bir evlat elde etmek için başvurulurdu. İşte bu nikaha nikahu´l-istibza denirdi.
Diğer bir nikah çeşidi şöyleydi: On kişiden az bir grup toplanır, bir kadının yanına girerler ve hepsi de ona temasta bulunurdu. Kadın hamile kalıp doğum yaparsa, doğumdan birkaç gün sonra, kadın onlara haber salar, hepsini çağırırdı. Hiçbiri bu davete icabet etmekten kaçınamaz, kadının yanına gelirdi. Kadın onlara: “Hadisenizi hatırlamış olmalısınız. İşte şimdi doğum yaptım. Ey falan çocuk senindir” der, çocuğu bunlardan dilediğine nisbet ederdi. Adamın buna itiraz etmeye hakkı yoktu.
Diğer dördüncü nikah çeşidi şöyleydi: Çok sayıda insan toplanıp bir kadının yanına girerlerdi. Kadın gelenlerden hiçbirine itiraz edemezdi. Bu kadınlar fahişe idi. Kapılarının üzerine bayraklar dikerlerdi. Bu kadınlarla temas arzu eden herkes bunların yanına girebilirdi. Bunlardan biri hamile kaldığı takdirde, çocuğunu doğurduğu zaman, o adamlar kadının yanında toplanırlar ve kâifler çağırırlardı. Kâifler bu çocuğun, onlardan hangisine ait olduğunu söylerse nesebini ona dahil ederlerdi. Çocuk da ona nisbet edilir, onun çocuğu diye çağrılırdı. O kimse bunu reddedemezdi.
Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) hak ile gönderilince, bütün cahiliye nikahlarını yasakladı, sadece insanların bugün tatbik etmekte olduğu nikahı bıraktı.” [Buharî, Nikah 36, Ebu Davud, Talak 33, (3272).][88]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıdaki hadis, izah gerektirmeyecek kadar açıktır. Sadece kâif kelimesini açıklamak gerekebilir. Kâifler, insanlar arasındaki benzerlikleri değerlendirerek neseb tesbiti yapan kimselerdir. İbnu´l-Esir, en-Nihaye´de kâifi, “İzleri takip edip, sahibini ortaya çıkaran kişinin kardeş ve babasına benzerliklerini tesbit eden kimse” olarak tarif eder. Kâifin cem´i kâfedir. “İz”e bakarak sahibini teşhis, benzerliklere bakarak nesebi teşhis, cahiliye devrinde gelişmiş bir ilimdi.
2- Alimler az ileride açıklanacağı üzere, başka rivayetleri gözönüne alarak cahiliye devrinde cari olan nikah çeşitlerine bedel, hıdn ve mut´a nikahları da ekleyerek sayıyı yediye çıkarırlar.
Günümüzde bunların bir kısmına halen, gayrimeşru cinsî münasebetler olarak rastlamak mümkün. İslam´ın gayrimeşru adettiği, bir kelime ile zina olarak tavsif edip reddettiği bu haram ilişkileri ayrı ayrı tahlil edecek değiliz. Ancak, dinden cahil nesiller arasında mut´a nikahı meşru bir nikahmış gibi propaganda edilmeye başlandığı ve bilhassa okuyan dindarlar arasına sokulmaya çalışıldığı için, o bahsin etraflıca tahliline gerek duyuyoruz. Bu sebeple, dindar gençliğimizi, bu sapıklığa karşı uyarmak maksadıyla 1991 yılı yaz tatilinde konu üzerine hazırladığımız uzunca bir makalenin bazı mühim kısımlarını ufaktefek tadillerle aşağıya aynen kaydediyoruz:[89]
KUR´AN, SÜNNET VE ULEMAYA GÖRE EHL-İ SÜNNET VE ŞİA´DA MUT´A NİKAHI[90]
Dikkat:
1- Normalde, kitabımızın diğer bahislerinde takip edilen açıklama üslubuna kıyasla, mut´a bahsinin çok fazla uzun bulunacağının farkındayız. İçinde yaşadığımız şu yıllarda bu mesele, kız veya erkek, bütün dindar gençlerimizin iğfal edilip aldatıldıkları bir konu haline getirilmiş olması sebebiyle açıklamaları geniş tutma mecburiyeti hissettik. Bu yüzden hatıra gelebilecek bütün soruları cevaplamak maksadıyla asıl mevzumuzun dışında sayılabilecek tamamlayıcı bilgiler de verdik. Şu halde mut´a nikahı hususunda tereddüt sahiplerinin bu bahsi dikkatlice takip etmeleri gerekir. Böyle bir tereddüdü olmayan fakat mesele hakkında hülasa bir bilgi sahibi olmak isteyenlere mevzuun başında “Özet Olarak Mut´a Nikahı” başlığı altında kısa bir açıklama yapacağız. Birçok okuyucularımıza bu kısa bilginin yeterli olacağı kanaatindeyiz. Geri kalan açıklamalar, aslında bu özet bilginin kaynaklara inilerek delillendirilmesinden ibarettir.
2- Şunun da bilinmesinde fayda var: Bu bahsi işlerken hem sünnî, hem de Şiî kaynaklara inilmiştir. Bahsin Şiî kaynaklar açısından tahlilini müstakil bir bahiste Şiî Kaynaklara Göre Mut´a başlığı altında sunduk.
3- Tahlil esnasında dercedilen yorum ve iktibasların alındıkları kaynaklar, yapılan atıflar, bahsin sonunda Dipnotlar başlığı altında kaydedilecektir. İstifade edilen kaynaklar da tanıtılacaktır. İltibas edilmemesi için Şiî kaynaklar ayrıca tanıtılmıştır.[91]
Özet Olarak Mut´a Nikahı
Bugün dindar fakat dinini yeterince bilmeyen gençlerimiz arasında meşru bir akit gibi gösterilmeye, benimsetilmeye çalışılan mut´a nikahı, esas itibariyle, İslam öncesi Arap cemiyetinde mevcut olan zina çeşitlerinden biridir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), pek çok içtimâî reformlarla uyguladığı tedric prensibiyle hareket ederek, bunu birden yasaklamamış, hatta bir ara ruhsat tanımıştır. Fakat, Mekke Fethi sırasında kesinlikle yasaklamış, kıyamete kadar haram olduğunu belirtmiştir.
Resulullah´ın yasağını işitmemiş olanlar arasında bazı nadir mut´a vak´alaları, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in vefatından sonra da cereyan etmiştir. Durumdan haberdar olan Hz. Ömer (radıyallahu anh), bu hususta Resulullah´ın yasağını hatırlatarak kesin yasak koymuş ve yasağı ta´mim etmiştir. Hz. Ömer´in bu yasağına tek bir sahabi itiraz etmemiş, böylece mut´a nikahının haram olduğu hususunda selef uleması arasında icma tahakkuk etmiştir.
Şia´dan bir grup, Hz. Ömer´e muhalefet taassubunun da sevkiyle mut´ayı mübah addetmekten de öte, bir taabbüd, bir akide, uyulması gerekli bir doktrin haline sokmuş, Şiîliğin bir alemi, bir gereği haline getirmiştir. Şia, bu meselede objektif delillere dayanmaz, hissî yorumlara, temelsiz te´villere, peşin kabullere istinad eder.
Gençlerimiz, meseleyi kaynaklara inerek değerlendirmek durumundadır. Dinin son derece hassas olduğu kadın-erkek münasebetlerinde umursamazlık ve laubaliliğin dünyevî ve uhrevî cezasının şiddetli olacağı unutulmamalıdır. السََّمُ على مَنِ اِتَّبَعَ الْهُدَى وَالْمََمُ عَلى مَنِ اِتَّبَعَ الْهَوى [92]
Nikahın Mana Ve Ciddiyeti
Nikah yukarıda belirtildiği üzere çok yönlü bir müessese olduğu için dinimiz bu hususta müstesna bir hassasiyet göstermiştir. Bu nikahın îfa ettiği hizmetin çok yönlü oluşundan, onda tecelli eden mananın zenginliğinden ileri gelir. Şöyle ki:
1- Meşru nikah, öncelikle kişiye, Allah´ın mülkünde tasarrufu helal kılmaktadır. Yani kâinatta hiçbir şey başıboş, kendiliğinden değildir. Her şey Allah´ın mülküdür. O´nun mülkünü O´nun istediği tarzda kullanmayan haram işlemiş olur. Öyleyse, erkekkadın münasebetleri Allah´ın dilediği tarzda ve koyduğu şartlar çerçevesinde olmadığı takdirde bu tasarrufla haram işlenmiş olur. Kadın-erkek münasebetlerinde helal olmayan tasarruflara dinimiz zina demiştir(1) ve bütün cinayetler arasında zinaya en ağır cezayı takdir etmek suretiyle bu meselede Allah´ın mülkündeki haram tasarrufun dünyevî ve uhrevî neticelerinin azametine dikkat çekilmiştir. Dolayısıyla Allah´a ve ahirete inanan bir kimsenin nikah mevzu-unda çok hassas olması, zandan, şüpheli durumlardan kaçınması gerekir.
Ayet-i kerimede, ileride açıklanacağı üzere, zevceler ve sağ elin malik oldukları (cariyeler) dışındaki ferçlerin haram olduğu beyan edilmiştir. Ehl-i Sünnet buna uygun olarak, ferçlerin helal olma yolunun iki olduğunu söylemişlerdir:
1- Mirasa dayanan nikah,
2- Milk-i yeminle nikah(2).
Sözü mut´a nikahına getirecek olursak ileride belirtileceği üzere, bunun haram olduğu hususunda, Ehl-i Sünnet alimleri icma eder. Çünkü bunda miras yoktur. Onlar ferçlerin helal kılınmasına, muteber şer´î bir delile dayanmayan üçüncü bir yol eklemişlerdir: “Mirassız nikah” (3). Bundan maksad mut´adır. “Bu, Şiîlerde var, onlar da bir mezhep, öyleyse biz de tatbik edebiliriz” muhakemesi son derece yanlış ve helakete atıcıdır. Ehl-i Sünnet mezhepleri arasında ihtilaflı meselelerde, darlanma hallerinde herhangi birine uygun amele cevaz verilmiştir, ama icma edilen meselelerde bunların dışına çıkmaya, zaruret denen ve hayatî tehlike ile tarif edilen durumlar dışında cevaz verilmemiştir. Resulullah, mut´ayı Allah´ın mülkünde haram bir tasarruf yönüyle şöyle ifade buyurmuştur: “Kadınlara mut´a yapmak haramdır. Ben Allah´a düşmanlıkta, Allah´ın haramlarını helal addeden ve katilinden başkasını öldürenden daha ileri birini tanımıyorum…”(4)
2- Evlenme hadisesinin içtimâî yönü vardır. Herşeyden önce kız ve erkek, aileleri, akrabaları arasında hısımlık dediğimiz bir bağ, bir yakınlık kurar. Ayrıca, annebabalar için de bu, yıllar yılı emek çekerek yetiştirdikleri evlatlarının mürüvvetini görerek dünyada en büyük saadeti yaşama vesilesi olmaktadır. Bu sebepledir ki, meseleye bizzat Rabbimiz Teala hazretleri, Kur´an´da yer vererek, yukarıda kaydettiğimiz üzere, kadınların “ailelerinin izniyle” nikahlanmalarını emretmiştir. Bu hadiste Hz. Peygamber: “Velisinin izni olmadan evlenen kadının nikahı batıldır…” buyurmuştur.(5) Hadis, Muhalla´da: “Kadın, velisinin izni olmadan evlenemez. Şayet velisiz evlenirse nikahı batıldır, nikahı batıldır, nikahı batıldır..” şeklinde kaydedilmiştir.(6) Abdurrezzak´ın Musannaf´ında velisinin izni olmadan evlenen kadınların nikahını Hz. Ömer´in reddettiğine dair birçok misal kaydedilmiştir.(7) Evlenmelerde, velinin gıyabına nikah yapma meselesine Ashab´ın en şiddetli karşı çıkanının Hz. Ali olduğu(8), İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´ın, velisi olmadan nikah yapan kadınları fahişe olarak tavsif ettiği (9) rivayetlerde gelmiştir. Hz. Ömer de kadınların, velilerinin veya ailelerinin rey sahibi birisinin veyahut sultanın izniyle evlenmesi gerektiğinde ısrar etmiştir.(10) Resulullah´ın bazı hadislerinde “Veli ve iki şahid olmadan nikahın sahih olmayacağı” ifade edilmiştir.(11) Bir rivayette, İbnu Abbas´a göre, en az talib, dört unsurla nikah gerçekleşir: “Veli, iki şahid”(12).
Velini iznini tamamlayan bir husus nikahın ilanıdır. Bu sebeple davul çalmak, türkü söylemek meşru kılınmıştır(13). Bazı rivayetlerde sadece iki şahitle yapılan nikahın “gizli nikah” olarak tavsif edilip reddedildiğini görmekteyiz.(14) İmam Malik bu durumda şahidlerin de nikah yaptıranların da cezalandırılmasına hükmeder.(15) Resulullah´tan kaydedilen bir rivayette de: “Gizli nikah caiz değildir, nikahda ya def işitilmeli ya da (ziyafetin) dumanı görülmelidir” buyurmuşlardır. Bu hadisi kaydeden İmam Malik, peşine Ömer İbnu Abdülaziz´in Eyub İbnu Şurahbil´e şu tamimi gönderdiğini ilave eder: “Yanındakilere emret! Nikah sırasında def çalsınlar. Zira def, nikahla zinanın arasını ayırdeder”(16). Resulullah´ın bir hadisi de şöyle: “Kadın kadını evlendiremez; kadın, kendi kendine de evlenemez. Kendi kendine evlenen kadın fahişedir”(17). Ebu Hureyre zaniyenin: “Kendi kendine nikah yapan kadın” diye tarif edildiğini belirtir(18). İmam Malik nikahın ilanı meselesine o kadar ehemmiyet vermiştir ki, ilan olunca şahid bulunmasa da nikahın sahih olacağını söylemiştir(19).
Tam bir gizlilik ve sadece kadınla erkeğin anlaşması şeklinde cereyan eden mut´a nikahı değerlendirilecek olursa bu ulvî gayelerin sükût ettiği görülür. İleriki açıklamalarda görüleceği üzere, bizzat Şiîler, bu nikâhın hem kıza, hem kızın ailesine getireceği zül ve arı kabul etmişlerdir. Yıllarca emek çekip evlat büyüten bir annebabanın, haberleri olmadan kızlarının mut´a nikahı ile kirlendiğini işitmeleri, onların kahrolmaları ve yıkılmaları için yeterlidir.
Sağduyu sahibi herkes, nezih şeriatımızın böylesi bir kirliliği meşru addetmeyeceği hususunda tereddüt etmez.
3- Evliliğin öncelikle gayelerinden biri tenâsüldür. Yani insan neslinin devamı. Hatta eski büyüklerimiz, evlenenler için yapılan düğün şenliğinin bu evlilikten hâsıl olacak yeni nesli istikbâl etmeye râci olduğunu söylemişlerdir. Bu mülâhaza ve evliliğin böylesi bir yoruma tâbi tutulması, Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) efendimizin: “Evlenin çoğalın, ben sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar edeceğim”; “Vedûd (çok seven) ve velûd (çok doğuran) kadınla evlenin, kısır kadınlarla evlenmeyin!” gibi hadislerine ne kadar muvafık düşmektedir
Mut´a nikahında tenasül de gaye değildir. Bu, nikah müessesesini, her çeşit içtimâî, beşerî yönlerinden tecrit ederek, sırf şehevî duyguların tatminine indirgemektir.
Bu işten en çok zarar gören de kadındır. Kadın, para mukabili, erkeğin şehvetine bir alet durumuna düşmektedir. Mukabilinde ne zevce olma, ne anne olma, ne de vâris olma şansına sahip değildir. Hiçbir himaye ve ünsiyet hakkı da elde edilmemektedir.
Kadınları ve acizleri himaye edici esaslar getiren İslâm´ın, merhamet ve himayeye pek muhtaç olan kadınlar taifesinin aleyhine işleyecek ve suistimale çok açık böyle bir müesseseyi meşru addetmesi mümkün değildir. Esasen meşru nikâhın getirdiği aleniyet şartı, aleniyeti garantileyecek asgarî iki şâhid ve davulluyemekli düğün, velinin izni, mehir gibi esaslar, nikahta öncelikle kadının haklarını korumaya dönüktür. Bunlar hakkıyla yerine getirildiği takdirde kadını mağdur edecek suistimaller mevzubahis olamaz.
Ya mut´a nikahı Allah ve Resulü´nü veya melekleri ve hatta yatırları şâhid kılarak icra edilen mut´a nikahı Bu, zavallı kızların, cahilliğin sevkiyle, dindarlığın gereği imişçesine aldatılarak kirletilmesinden başka bir şey değildir.
Şimdi sıra mut´a nikâhının mâhiyetini açıklamaya geldi:[93]
Mut´a Nikahı
“Nikah kaza-i şevhet için değil, ancak nikahla ulaşılabilen başka gaye ve maksadlar için meşru kılınmıştır. Mut´a ile şehvet giderilir. O maksatlar hasıl olmaz. Öyle ise o meşru değildir” (Kâsânî)
Mut´a kelime olarak dilimizde halen kullanılan temettû kelimesiyle aynı kökten gelir. Temettû faidelenmek, kâr elde etmek demektir. Mut´a nikâhı, “ma´lum veya (Zeyd´in gelmesine kadar diye belirlenen) meçhul bir müddet için yapılan nikahtır. Bu nikahta, normal nikahta mevcut olan çocuk edinme, ünsiyet, verâset gibi diğer gayeler yoktur. Tek maksad temettû yani istifade olduğu için mut´a denmiştir(20). Mut´a nikahı önceden belirlenen müddetin dolmasıyla sona erer ve talak olmadan ayrılık vukua gelir(21). Veraset, nafaka iddet gibi normal nikahla hasıl olan durumlar bunda yoktur (22). Burada sadece, belirlenen müddet içinde kadının nefsinden yapılacak istifadeye mukabil ödenecek para mevcuttur.
Şu halde mut´a nikahının en bariz vasfı muayyen bir müddetle sınırlandırılmasıdır. Halbuki normal, meşru nikahta zaman tahdidi yoktur. Bazı alimler, yapılan nikahın mut´a nikahı olduğunu tasrih etmeden “mutlak bir nikah” yapsa, fakat içinden mut´a nikahına niyet etse bunun hükmü nedir sorusuna cevap aramışlardır. el-Kâdı´nın belirttiğine göre bu nikahın muteber nikah olacağında alimler icma etmişlerdir. Böyle bir nikah mut´a nikahı olmaz. Çünkü o, her iki tarafın bilgisi ve mutabakatı ile muayyen bir müddet için yapılan nikahtır. İmam Malik: “Böyle mutlak bir nikah insanların ahlakına uymaz” derken, Evzai, ulemadan ayrı şaz bir yol tutarak: “Bu mut´a nikahıdır, onda hayır yoktur” demiştir. (23)
Aynî´nin belirttiğine göre, müddeti insan ömrünü aşacak kadar mesela 200 yıl diyerek uzun tutmak suretiyle, nikahın talaksız sona ermesi, karıkoca arasında mirasın olmaması gibi korkulan mahzurlu hususların bulunmayacağı tarzda bir mut´a caiz olur mu diye düşünülmüş ise de, cumhur bunu da caiz görmemiştir.(24)
Netice olarak şunu söyleyeceğiz: Mut´a nikahını, bazı Şiîler hariç İslam uleması elbirlik reddetmiş, haram olduğunda icma etmiştir(25).[94]
Sünnetteki Durum
Mut´a nikahının fıkıhtaki hükmünü kısaca belirttikten sonra Sünnetteki Durumu deyince akla tabii olarak şu soru gelir: İslam´da fıkıh ayrı, sünnet ayrı mı
Hemen cevap verelim: Fıkıh sünnetten ayrı değildir. Ancak sünnet fıkıhtan çok daha zengin bir kaynaktır ve Hz. Peygamber´in yirmi üç yıllık hayatındaki bütün tatbikatını ihtiva eder.
Bu açıklama, zihnimize “Pekiyi sünnette birbirinden farklı tatbikat mı var ” sorusunu getirecektir.
Bu sorunun cevabı “Evet!”dir. Sünnette hemen hemen her meseleyle ilgili farklı tatbikatlara, beyanlara rastlanabilir. Mut´a nikahı meselenin hakkıyla anlaşılabilmesi maksadıyla bu noktanın biraz açıklanması gereğine inandığımız için, önce kısaca bu hususa temas edeceğiz.[95]
Muhataba Ve Şartlara Göre Farklılık Ve Tedric:
İslam, miladî yedinci asrın Arap cemiyetine inmiştir. Bu cemiyete insanlar, yazılanı olduğu gibi kaydedecek boş bir levha durumunda değildir; bir kısım inançlar, ibadetler, örfler, âdetler, köklü alışkanlıklar mevcuttur. İslamî mesaj, çoğu batıl olan eskilerin yerini alacaktır. Ama insanın kültür dağarcığı kara tahta değil ki, bir hamlede silinip, yerine yenileri yazılsın. Kaldı ki, yaratılışı gereği mükerrem olan insanoğlu, bilerek batıla, kötüye müşteri olmaz. Batılları da iyi, doğru bilerek benimser. Bu sebeple inaçlarında, alışkanlıklarında mutaassıbtır. Onları terketmesi için, yanlışlığına ikna edilmesi, eski alışkanlığının kırılması lazımdır. Bu iş, ferd planında zor olduğu gibi cemiyet planında çok daha zordur. Şu halde inançları, âdetleri, alışkanlıkları ve her çeşit değerleriyle bir cemiyeti toptan değiştirmekten daha zor bir şeyin olmadığı söylenebilir. Günümüzde insan fıtratının tabi olduğu kanunlar, gelişen beşerî ilimler sayesinde çok iyi bilindiği, kitap, dergi, gazete, radyo televizyon gibi telkin vasıtaları son derece gelişip zenginleştiği ve mesela komünist alem, bunları âzamî ölçüde, istediği gibi kullandığı halde netice alamamış, homosovieticus dedikleri hakiki manada komünist yetiştirilmemiş, cemiyet değil, fertler bile değiştirilmemiştir. İşte bu zor işi, yani her şeyi ile İslam dışı olan bir cemiyetin cahiliye kültürünü silip yerine İslam´ı ikame etme işini Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) başarmıştır. Bunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Cenab-ı Hakk´ın irşadıyla tedric prensibini düstur edinmiştir. Tedric, muhatabın ahvalini esas almak, onları yavaş yavaş, alıştıra alıştıra asıl hedefine, kâmil durumundaki İslam´a götürmektir.
Tedricte ilk söylenenle en son söylenen arasında birkısım merhaleler vardır. Tıpkı merdiven gibi. Merdiven bizi hedefe hemen ulaştırmaz, basamak basamak çıkarır.
İslam, hemen hemen her meselede tedrice yer vermiştir. Sözgelimi önce iman esaslarını tebliğ etmiştir. Sonra ahkâma geçmiştir. On üç yıllık Mekke dönemi esas itibariyle imanî meseleleri açıklar. İmanî meselelerde de bir sıralama ve tedric vardır. Nitekim ilk nazil olan sureler Allah´tan, cennet ve cehennemden bahseder, uhrevî mesuliyetlere dikkati çeker. Hatta tevhid inancını ilgilendirdiği halde, ilk vahiylerde putlar meselesine temas edilmemiş, bu sayede bütün Mekkeliler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´i dinlemiş, bir kısmı da Müslüman olmuştur. Putların batıl olduğu, put imanı üzere ölen atalarının akibetlerinin kötü olduğu açıklandığı andan itibaren Mekkeli müşrikler birden tavır değiştirmiş, istihzada kalan muhalefet tavırları işkenceye dönüvermiştir.(26)
Amele, tatbikata giren -bir başka ifadeyle ibadet, muamele haramhelal gibi- bahislerde tedric meselesi daha belirgin, daha şümullüdür. Hadis, Tefsir, Siyer (Hz. Peygamber´in hayatı) sahalarına giren kaynak kitalarımız, bunun örnekleriyle doludur. Namaz, oruç, zekat gibi her bir farzın hususi bir tarihi mevcuttur.(27) Harama giren yasaklamalar da belli bir tasrihe sahiptir. Sözgelimi içki ile ilgili vahiyler Mekke´de başlamış, yavaş yavaş alıştıra alıştıra, Resulullah´ın hayatının sonlarına doğru bugünkü son şekil beyan edilmiştir. Resulullah´a vahyedilen ilk surelerin hep imanî meselelere, ölümden sonra dirilmeye, cennet ve cehenneme yer verdiğini; haramlardan yasaklama gibi, alışkanlıklarla ilgili -ayetlerin sonradan nazil olduğunu belirten Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) bu tedricteki sebebi şöyle açıklar: “…Eğer ilk defa “içki içmeyin!” emri inseydi “biz içkiyi asla bırakmayız!” derlerdi. Eğer “zina etmeyin!” emri inseydi “asla zinayı bırakmayız!” derlerdi.(28)
İslam´ın tebliğinde, tedricin hemen her meselede umumi bir prensip olduğunu göstermek için “besmele”den örnek vereceğiz. İbnu Sa´d´ın bir rivayeti şöyle: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) , bidayette, tıpkı Kureyşliler gibi, besmele makamında “Bismikallahümme” formülünü yazıyordu. Bu tatbikat: ارْكَبُوا فِيهَا بِسْمِ اللّهِ مَجْريهَا وَمُرْسيهَا ayeti (Hud 41) gelinceye kadar devam etti. Bu ayetten sonra “bismillah” diye yazmaya başladı. Bu tatbikat: “De ki: “Ona ister Allah, ister Rahman diye dua edin. Hangisiyle dua ederseniz edin en güzel isimler O´nundur” (İsra 110) ayeti nazil oluncaya kadar devam etti. Bundan sonra “Bismillahirrahman” diye yazmaya başladı. Bu tatbikat: انَّهُ مِنْ سُلَيْمَانَ وَاِنَّهُ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ (Neml 30) ayeti nazil oluncaya kadar devam etti. Bu ayetten sonra “Bismillahirrahmanirrahim” diye yazmaya başladı.”(29)
Hülasa “besmele”si, üç safhalı bir tedricle son şeklini alan İslam, gerek önceki alışkanlıkların ta´dilinde ve gerekse yeni teşriatta bir tedrice, azdan çoğa, kolaydan zora, müşahhastan (pek açık ve anlaşılması kolay olandan) mücerrede (yani anlaşılması zora, aklîye) doğru bir seyir takip etmiştir.
Şu halde sadece mut´a nikahı meselesi değil, pek çok meselede karşımıza çıkacak şaşırtıcı, yanıltıcı problemlerin çözümünde bu tedric probleminin bilinmesi gerekir. Bu sebepledir ki ayetlerde ve hadislerde nesh meselesi vardır. Yani önceki şartlara göre gelen bir ayet ve Resulullah´ın bir beyanı, gelişen şartlara göre değiştirilmiştir. Sonradan gelen ayet (veya hadis) önceki ayetin (veya hadisin) hükmünü kaldırmıştır. Hükmü kalkan ayet ve hadise mensuh, yeni hüküm koyan ayet ve hadise de nasih denir. Öyle ise nasih bir ayet veya hadis varken, mensuh olanla amel etmek, onu esas almak hatalı olur. Tıpkı bir tarihte gidiş olarak kullanılan bir yol, trafik yetkililerince sonradan geliş olarak değiştirildiği halde, “falanca tarihte gidişti” diye o yolu gidiş olarak kullanmanın hatalı olması gibi.
Dinî meselelerde bu hataya düşülmemesi için dinde yorum yapma işi müctehidlere bırakılmıştır. Müçtehid olmanın şartları arasında bütün ayet ve hadisleri nasihiyle mensuhuyla bilmek de vardır.(30)[96]
Mut´a Nikahı Meselesinin İç Yüzü
Yukarıda bir ön bilgi olarak kaydedilen tedric meselesi anlaşıldıktan sonra asıl konumuza geçebiliriz. Konunun iyice anlaşılması için meseleyi birkaç ana fikir altında tahlil edeceğiz:
1- Mut´a cahiliye nikahıdır.
2- Hz. Peygamber bidayette yasaklamamış, ruhsat tanımıştır.
3- Resulullah sonradan yasaklamıştır.
4- Yasak herkes tarafından duyulmamıştır.
5- Hz. Ömer zamanında yasak ta´mim edilmiştir.
6- Yasak üzerine icma tahakkuk etmiştir.
7- Şia´nın bu meseledeki tutumu.[97]
1) Mut´a Cahiliye Devrinin Nikahıdır
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimizin muhterem zevceleri, İslam´ın yetiştirdiği en büyük fakihlerden biri olan ve insanlığın mabihil iftihar büyükleri arasında yer almaya şayeste Hz. Aişe (radıyallahû anhâ), bir rivayetlerinde cahiliye devrinde dört çeşit nikahın tatbikatta olduğunu belirtir.(31) Şarihler başka rivayetleri de kaydederek cahiliye devrinde yedi çeşit nikahın mevcudiyetini belirtirler.(32) Bu yedi çeşit nikahtan biri İslam´ın da kabul ettiği hal-i hazır nikah şeklidir: Kadın velisinden talep edilir, karşılıklı rızadan sonra mehir ödenerek müebbed nikahla evlenir. Bir diğeri mut´a nikahıdır.(33) Bunun, cahiliye devrinden intikal eden bir nikah olduğu hususunda herhangi bir ihtilaf mevcut değildir.[98]
2) Hz. Peygamber´in Bidayetteki Ruhsatı
İslam´ın benimsediği sünnî nikaha birçok yönden ters düşen mut´a nikahını Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir çırpıda yasaklamamıştır. Bu sebeple, mesele üzerine bize intikal eden rivayetlerin bir kısmı mezkur ruhsatı aksettirir. Az yukarıda açıkladığımız tedric prensibinin İslam´da esas olduğunu bilmeyen veya kaale almayan bir kimse cehalet ve suiniyetle, bahsi tamamlayıcı diğer hadisleri görmeyerek veya görmezden gelerek sırf ruhsat ifade eden rivayetlere dayanarak İslam´ın mut´a nikahına ruhsat verdiğini sölemek suretiyle İslam´a büyük bir iftirada bulunabilir. Şimdi bu rivayetlerden örnekler verelim:
Ruhsat ifade eden rivayetler umumiyetle İbnu Mes´ud, Hz. Cabir, Seleme İbnu´l-Ekva, İbnu Abbas, Esma Bintu Ebi Bekr, Hz. Muaviye, Ebu Saidi´l-Hudrî, Amr İbnu Hureys radıyallahu anhüm ecmain´den gelmektedir.
Meselenin yanlış anlaşılmaması için açıklamalara geçmeden iki noktayı peşinen kaydetmek isteriz:
1- Mut´a hususunda ruhsat ifade eden rivayet sahibi Ashab´tan neshine dair de rivayetler gelmiştir.
2- Hz. Ömer yasağı ta´mim edince hiçbir sahabi buna itiraz etmemiş ve böylece yasak hususunda icma hasıl olmuştur.
İbnu Mes´ud´dan gelen bir rivayet şöyle:
“Biz, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la savaşa çıkmıştık. Beraberimizde kadın yoktu. “Husyelerimizi burdurup kadınlaşsak olmaz mı ” dedik.[99] Bunu yapmayı bize yasakladı. Fakat bir giyecek (gibi basit ücret) karşılığında, kadınlarla bir müddet için nikah yapmamıza ruhsat tanıdı.” Abdullah İbnu Mes´ud (görüşüne delil olarak) şu ayeti okudu. (Mealen): “Ey iman edenler! Allah´ın size helal kıldığı temiz ve güzel şeyleri kendinize haram edip de haddinizi aşmayın. Haddini aşanları Allah elbette sevmez” (Maide 87) (34). Hemen belirtelim ki Müslim, hadisin bir başka veçhinde, ayetle istidlal işini İbnu Mes´ud´ un yapmış olmasının sarih olmadığını kaydeder. Bu durumda ayeti okuma işi ona değil, ondan sonra gelen bir raviye aittir.Bu hadiste İbnu Mes´ud´un, mut´a nikahına ruhsat verdiği anlaşılmaktaır. Ruhsat ifade eden diğer rivayet sahipleri hakkında söylendiği gibi, İbnu Mes´ud için de: “Resulullah´ın yasağını duymamış olabilir” yorumu yapılmıştır.(35) Ancak: İbnu Mes´ud, bu rivayti mut´anın neshedildiğini işitmezden önce yapmış olabilir” demek daha doğru olacak. Zira Beyhakî İbnu Mes´ud´un “Mut´a mensuhtur, onu İslam´ın getirdiği, talak, mehir iddet ve miras gibi hükümler neshetmiştir” dediğini kaydeder.(36)
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´ın bu meseledeki yeri daha dikkat çekicidir. Bazı rivayetler, onun mut´a nikahına fetva verdiğini, bu yüzden Hz. Ali´nin ona sert çıktığını ve:
“Sen şaşırmışa benziyorsun. Aleyhissalâtu vesselâm kadınlarla mut´a yapmayı yasakladı” dediğini belirtir.(37)
Beyhakî´nin bir rivayeti, bir ara İbnu Abbas´ın bu meseledeki fetvalarıyla sadece Hz. Ali´nin değil, ehl-i ilmin ta´rizlerini de üzerine çektiğini, ancak onun bu meseledeki görüşünde direndiğini; öyle ki, bazı şairlerin şiirlerine bile hedef olduğunu belirtir.(38)
Ne var ki, sonunda İbnu Abbas da reyinden rücu etmiştir. Tirmizî, “…Sonra o fetvasından, mut´anın Resulullah tarafından haram kılındığı kendisine haber verilince rücu etti” diyerek (39), bilahare şarihlerin: “Mut´aya fetva veren sahabeler, onun nesh edildiğini duymamış olanlardır”(40) şeklinde yapacakları yorumun isabetliliğini te´yid eder. Nitekim İbnu Abbas, nesihten haberdar olup Resulullah´ın bu husustaki beyanlarını öğrenince: “O, laşe ve hınzır eti gibi haramdır” diyecektir.(41)
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´ın meşhur olan fetvasının mahiyeti hakkında Hattâbî´nin Said İbnu Cübeyr´den kaydettiği bir rivayeti kaydetmede fayda umarız: “Said İbnu Cübeyr anlatıyor: “İbni Abbas´a dedim ki: “Sen ne yaptığını, neye fetva verdiğini biliyor musun ”
Said İbnu Cübeyr, hakkında yazılan şiiri okuyarak fetvasının nasıl istismar edildiğini gösterir. Şiiri işiten İbnu Abbas şu açıklamada bulunur.
“İnna lillah ve inna ileyhi raciun! Allah´a yemin olsun, ben bu maksadla fetva vermedim ve bunu hiç aklımdan geçirmedim. Ben, (mut´a nikahını), Allah´ın laşeyi, kanı ve domuz etini helal kıldığı şartlarda helal kıldım.[100] Mut´a sadece muzdar durumda olanlara helaldi. O tıpkı laşe, kan ve domuz eti gibi (haram)dır.”
Bu rivayeti kaydeden Hattâbi, İbnu Abbas´ın sözünden çıkabilecek “Zaruret halinde, tıpkı leş, kan ve domuz etini yemek caiz olduğu gibi mut´a da caiz olabilir” hükmünün yanlışlığını belirtir. Ona göre yanlışlık iki noktadan gelir:
1) Bu hükme giderken nassa dayanılmaz, kıyasa gidilmiş olur. (Halbuki nassın yani Resulullah´tan açık hükmün bulunduğu yerde kıyasla hüküm verilmez. Mut´a nikahını yasaklayan nass mevcuttur.)
2) Mut´anın gıda hususunda muzdar kalana benzetilmesi de hatadır. Çünkü gıda bulamayan kimse hayatî tehlikededir, ölmemek için haram yemesine izin verilmiştir. Halbuki mut´a meselesi şehvetin galebesi ile ilgilidir. Burada kişi, hayatî tehlike ile karşılaşmayacağı için muzdar sayılmaz. Şehvete sabretmek mümkündür. Ayrıca şehvet, oruç ve ilaç yoluyla da kırılabilir. Öyleyse “gıda” ve “şehvet” zaruret olmadan aynı değerde değillerdir, dolayısıyla hükümleri de farklıdır(42).
Kanaatimizce İbnu Abbas´ın fetvası, Hattâbî´nin dediği gibi “uzun gurbet”, “ihtiyaç” ve “fakirlik” gerekçelerine mebni değildir. Nass bulunduğu zaman kıyas yoluyla fetvaya gidilmeyeceğini İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) herkesten iyi bilmektedir. Fetva ulemanın ittifakla belirttiği üzere, bu meseledeki nasslardan haberdar olmama sebebine dayanmaktadır.
İbnu Abbas gibi yüce bir sahabi hadisi duymamış olabilir mi diye yapılacak bir itiraza hemen cevap verelim: “Bu pek tabii ve Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ) gibi -hem de ilkler arasında yer alan- diğer büyüklerde de sıkça rastlanan bir durumdur.” Az ileride bu hususa tekrar dönüp örnekler vereceğiz.
Bu mevzudaki yasaklayıcı hadislere muttali olduğu devreye ait olduğu anlaşılan bir başka rivayette İbnu Abbas şöyle demiştir: “Mut´a nikahı İslam´ın bidayetinde caizdi. Kişi (ticaret malıyla) (43) tanıdığı bir adamı bulamayan bir beldeye varınca, orada kalacağını tahmin ettiği müddet için bir kadınla mut´a nikahı ile evlenirdi. Kadın da onun eşyalarını o müddet içinde muhafaza eder, meselesini ıslah ederdi. Bu hal, şu ayetin nüzulüne kadar devam etti. (Mealen): “Ancak hanımlara ve cariyelerine karşı müstesna, bunlarla olan yakınlıklarından dolayı kınanmazlar….” (Mearic 30; Mü´minun 6). İbnu Abbas devamla: “Bu ikisi dışındaki bütün fercler haramdır”(44) der. İbnu Abbas´ın, ayetten hareketle mut´a nikahı ile alınan kadının zevc sayılamayacağına hükmettiği belirtilmiştir. Zira ayette sadece zevcelerle milk-i yemin denen köle kadınlar helal addedilmektedir.(45)
Rivayetler İbnu Abbas´ın belirtilen bu görüşe varmazdan öcne mut´a nikahı hususunda sert çıkan Abdullah İbnu Zübeyr´le de söz düellosuna girdiğini Abdullah´ın hutbede, İbnu Abbas´a ta´rizde bulunduğunu göstermektedir. İbnu Abbas bu ta´riz üzerine: “Annene sor, yalan mı söylüyorum!” der. Mesele annesi Esma Bintu Ebi Bekr´e intikal edince, Resulullah zamanında mut´anın caiz olduğunu te´yid eder. Rivayetin devamında İbnu Abbas´ın: “Mut´adan doğan Kureyşlilerin ismini sayabilirim” dediği belirtilir.(46)
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´ın bu meseledeki yerini İbnu Hacer şöyle noktalar: “İmamlardan bir cemaat, İbnu Abbas´ın mut´ayı mübah addetme kanaatinde yalnız kaldığını cezmen belirtir. Bu meşhur bir meseledir ve nadir muhalefetlerden biridir.(47)
Fahreddin-i Razi´nin de özetlediği üzere, bu meselede İbnu Abbas´ tan üç ayrı görüş rivayet edilmiştir:
1- Mut´a mutlak olarak mübah,
2- Zaruret halinde mübah
3- Mensuh olduğunu ikrarı (48). Şu halde meseleyi değerlendirirken, İbnu Abbas´ın neshi işitmezden önceki fetvasını esas alarak onu mut´a nikahının lehinde göstermek ilme ve dine ihanet olur, yüce sahabiyi kendi adımıza konuşturmak olur.
Hz. Cabir (radıyallahu anh)´den gelen diğer bir rivayet, kendisine iki mut´a[101] konusunda İbnu Abbas´la Abdullah İbnu Zübeyr´in ihtilafa düştükleri haberi ulaşınca Hz. Cabir´in şöyle söylediğini belirtir:
“Biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sağlığında her ikisini de yaptık. Sonra Hz. Ömer (radıyallahu anh) onları yasakladı, artık bir daha onlara dönüp tekrar yapmadık.” (49)
Hz. Cabir´den gelen bir diğer rivayette, o; “Resulullah ve Hz. Ebu Bekr zamanında bir avuç hurma veya un karşılığında birkaç günlüğüne mut´a nikahı yapardık. Bu hal Hz. Ömer´in, bunu Amr İbnu Hureys hadisesi üzerine yasaklamasına kadar devam etti” demiştir (50) Ebu Saidi´l-Hudrî´nin beyanında “bir kadeh kavud” mukabilinde mut´a yapmışlardır(51). Tahavi Ashab´tan Cabir gibi zatların Hz. Ömer´in yasaklamasına kadar mut´aya yer vermelerini, Resulullah´tan varid olan yasağı daha önce işitmemiş olmalarına hamleder.(52)
Görüldüğü üzere, ruhsat ifade eden rivayetin sahibi, mut´anın bilahare yasaklandığını da tasrih ediyor. İbnu Hacer der ki: “Hz. Cabir´in “yapardık” sözü bütün sahabeye şamil ise “Bir daha dönüp tekrar yapmadık” sözü de bütün sahabeye şamildir. Dolayısıyla mut´anın terkinde icma hasıl olmuştur.”(33)
Hz. Cabir´in “Ebu Bekri´s-Sıddık zamanında da mut´a nikahı yapmaya devam ettikleri”ne dair beyanı üzerine, buraya kaydını muvafık gördüğümüz bir yorumu İbnu´l-Arabî yapmıştır. Der ki: “Bu, halkın, Sıddık zamanında çıkan irtidad fitnesi yüzünden şeriatın yayılmasına zaman ayıramamalarından ileri gelmiştir. Çünkü herkes bu fitnenin bastırılması ile meşguldü. Ama, hak batıla galebe çalıp, halife ve diğer Müslümanlar bu meşguliyetten halas bulunca, dinin usule giren meselelerinin hallinden sonra füru ahkâmına yöneldiler ve bu meyanda mut´a nikahının tarimi hususunda bildikleri meşhur hükmü de icraya koydular. ilk defa Hz. Ömer´in dikkatini Hz. Muaviye ile Amr İbnu Hureys çekti. (Resulullah´ın yasağından haberi olmayan) bu iki zat kadınlarla mut´a nikahı yapmışlardı, onları bundan men etti.” (54)
* Seleme İbnu´l-Ekva (radıyallahu anh)´dan gelen rivayette, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Bir kadınla bir erkek aralarında mutabakat sağlamışlarsa beraberlikleri üç gecedir. Uzatmak veya daha önce ayrılmak isterlerse ayrılırlar” dediğini görmekteyiz. Seleme devamla şunu söyler: “Bilemiyorum, bu ruhsat, sadece biz sahabelere mi mahsustu, yoksa herkese şamil miydi ” Rivayetin devamında Buhârî şunu ekler: “Hz. Ali bu hususu açıklamıştır: Mut´a mensuhtur.” (55)
Görüldüğü üzere Seleme hadisi de mutlak bir ruhsattan bahsetmemektedir. Ancak, Seleme´nin nesihten haberdar olmadığı anlaşılmaktadır. İmam-ı Buhârî, rivayetin sonuna eklediği meşruhatla Seleme rivayetindeki tereddüdü izale etmekle kalmamış, şahsî inancını da belirtmiş olmaktadır.[102]
3) Mut´anın Neshi
Ruhsat ve neshi açık şekilde ifade eden rivayetler bilhassa Sebre İbnu Ma´bed el-Cühenî (radıyallahu anh)´den gelmektedir. Müslim onun hadisini dokuz ayrı senetten kaydeder. Hüküm ve mana itibariyle aynı kalsalar da her bir rivayette bazı ziyade ve noksan bilgiler mevcuttur. Bazılarında, bizzat mut´a nikahı yaptığını belirten Sebre (radıyallahu anh)(56), şu rivayette, eski ruhsatın neshedildiğini açık bir şekilde ifade eder:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: “Ey insanlar! Ben sizin kadınlarla mut´a nikahı yapmanıza izin vermiştim. Şimdi Allah Teala hazretleri, onu kıyamet gününe kadar haram etmiş bulunmaktadır. Öyleyse, kimin yanında böyle nikahlı bir kadın varsa, artık ona yol versin. Onlara ücret olarak verdiklerinizden herhangi bir şeyi geri almayın” (57). Hadisin bir başka veçhinde Sebre (radıyallahu anh) der ki: “Bundan sonra Aleyhissalâtu vesselâm mut´ayı şiddetle tahrim etti ve bu nikah hakkında en ağır kelimeleri sarfetti.” (58)
Bu rivayet hiçbir yoruma hacet bırakmadan, mut´a nikahıyla ilgili ruhsatın neshedildiğini açık bir surette ifade eder.
* Hz. Ali de yasakla ilgili rivayetlerde bulunmuştur. Müslim´in kaydettiği rivayette: “Resulullah, Hayber´in fethi sırasında, kadınlarla mut´a yapmaktan ve ehlî eşeklerin etini yemekten men etti” buyurur (59). Yine Müslim´in bir diğer rivayetinde, bu meselede müsamahası kulağına gelen İbnu Abbas´a: “Ağır ol, ey İbnu Abbas. Çünkü Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hayber günü, hem mut´ayı, hem de ehlî eşek etinin yenilmesini yasaklamıştır”(60) der. Beyhakî´nin bir rivayetine göre, Hz. Ali, önce bazı kayıtlarla caiz kılındığını ancak, nikah, talak, iddet ve karı ile koca arasındaki miras ahkâmı nazil olunca cevazın mutlak şekilde neshedildiğini belirtir(61).
Burada şu soru hatıra gelebilir: Mut´anın Mekke fethi sırasında da yasaklandığı sahih rivayetlerle sübut bulup meşhur olmasına rağmen Hz. Ali niye bunu mevzubahis etmeyip de sadece Hayber günü konan yasaktan bahsediyor Bu soruya, Hz. Ali´nin üç gün gibi kısa bir müddeti içine alan izni işitmemiş olabileceği söylenerek cevap verilmiştir.(62)
İbnu Hazm, Hz. Ali´den gelen rivayetleri şöyle değerlendirir: “Bu mesele üzerine Hz. Ali´den birçok tarikten hadis sahih olmuştur. Bunu, ondan Kûfîler, inkâr edilmeyecek kadar şöhret bulmuş ve sınırlanamayacak kadar çoğalmış tariklerden rivayet etmişlerdir.”(63)[103]
Yasak Nerede Ve Ne Zaman Kondu
Mut´a nikahı yasağını, Hz. Peygamber´in ne zaman koyduğu hususunda rivayetler ihtilaflıdır ve altı ayrı yerin ismi zikredilir. Şöyle ki:
1) Sabre İbnu Ma´bed´in rivayetlerinde Mekke fethi sırasında konmuştur.(64)
2) Hz. Ali´den kaydettiğimiz rivayetlerde Hayber´in fethi zamanında konmuştur.(65).
3) Seleme İbnu´l-Ekva rivayetinde Evtas Gazvesi sırasında, (üç günlük ruhsattan sonra) konmuştur.(66)
4) Hasan Basrî´nin mürsel bir rivayetine göre, mut´a nikahı sadece umretu´lkaza sırasında cereyan etmiştir, bundan önce yasak olduğu gibi, bundan sonra da yasak olmuştur.
Hasan-ı Basrî´den gelen bu rivayet, iki sebepten reddedilmiştir:
a) O´nun mürsel, yani hangi sahabeden aldığını belirtmeden yaptığı rivayetler zayıftır. Çünkü o, araştırma yapmadan, rastgele kimselerden hadis almıştır(67).
b) Mut´anın Hayber Seferi sırasında haram edildiğini belirten sahih rivayetlere muhalefet eder, dolayısıyla bu zayıf rivayet Sahihler tarafından reddedilmiş olmaktadır.(68) İbnu Hacer, bu rivayetin sabit olduğunu farzedecek olursak şöyle yorumlarız der: “Hasan Basrî hazretleri muhtemeldir ki, umretu´lkaza tabiriyle, Hayber´i kasdetmiştir. Çünkü her iki sefer de aynı yıl içerisinde cereyan etti, tıpkı Fetih´le Evtas Seferi´nin aynı yıl içerisinde cereyanları gibi.”(69)
5) Ebu Hureyre´den gelen bir rivayete göre, mut´a nikahı Tebük Seferi sırasında haram edilmiştir.(70)
Bu rivayet tahrim hadisesinin Mekke fethi ve Hayber sırasında vaki olduğunu beyan eden sahih rivayetlere muhalefet etmekten başka, nazar-ı dikkate alınamayacak derecede zayıf bir surette geldiği, hadis ilmi açısından bir değer ifade etmediği belirtilmiştir.(71)
6) Sebre İbnu Ma´bed´den Ebu Davud´un kaydettiği bir rivayete göre mut´a, Veda Haccı sırasında tahrim edilmiştir.(72) Ancak “daha önce yine Sebre´den kaydedilen rivayetlerde yasağın fetih sırasında olduğu ifade edilmiştir. O rivayetler hem daha meşhur hem daha sahihtir. Şarihler, “Rivayetin sübûtu halinde, “Resulullah Fetih günü ilan ettiği” yasağı Veda Haccı sırasında tekrar etmiş olabilir. Çünkü, Veda Haccı´na çok sayıda Müslüman katılmıştı. Bunlar arasında bir kısım ahkâmı duymamış olanlar da vardı. Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm, bu fırsatta pek çok mühim meseleyi tekrar etmiş, tebliğ etmiştir. Bu tebliğin gayesi, dinin duyurulması ve yaygınlaştırılmasıydı” diye açıklamışlardır.(73)
Mut´a nikahının yasaklanma zamanıyla ilgili olarak gelen birçok farklı rivayetin varlığı alimleri farklı yorumlara sevketmiştir. Mühimlerini kaydedeceğiz:
* Maverdî der ki: “Mut´anın tahrim edildiği yerin tayini meselesinde iki tahmin söylenebilir:
1) Tahrim, daha açık olması ve daha iyi yayılması için tekerrür etmiştir. Ta ki, bu yasağı bilmeyen de duyup öğrenmiş olsun. Zira, her bir seferde, daha öncekilere katılmayan yeniler bulunuyordu.
2) Mut´a birçok defa mübah kılınmış olabilir. Nitekim, bu sebeple sonuncu defada: “Kıyamete kadar haramdır” buyrulmuştur. Bu ifade daha önceki tahrimi, bu sonuncunun hilafına, ibahenin takip ettiğini haber verip, bu sonuncu tahrimin müebbed olduğunu, artık bundan sonra ibahenin gelmeyeceğini duyurma gayesi güder.”
İkinci şıkkın esas olduğu belirtilir.(74)
* Nevevî´ye göre, mut´a nikahı iki kere mübah kılınmış, iki kere da tahrim edilmiştir. Müslim´de yaptığı şerhinde bu bahse şöyle bir başlık atmıştır: “Mut´a nikahı babı ve bunun önce mübah kılınıp sonra neshedildiği, sonra tekrar mübah kılınıp tekrar neshedildiği ve tahrimin kıyamete kadar devam etmek üzere kesinleştiğinin beyanı.”(75) Bu başlığın altına konu üzerine el-Kâdı´nın uzun bir tahlilini kaydettikten sonra kendi görüşünü kaydeder.
“Muhtar (tercih edilen) gerçek şudur: “Tahrim ve ibahe iki sefer vukua gelmiştir. Hayber´den önce mut´a helaldi. Bilahare Hayber günü haram kılındı. Sonra da Mekke fethinde mübah kılındı. Bu aynı zamanda Evtas gününü de içine alır, çünkü ikisi birbirine çok yakındır. Derken o sırada, üç gün sonra “kıyamet gününe kadar, müebbeten haram” kılındı. Bu tahrim devam etti. Öyleyse: “İbahe Hayber öncesine, ebediyet üzere tahrim de Hayber gününe mahsustur. Fetih gününde yapılan tahrim de önceki tahrimi te´kidden ibarettir. Fetih gününe tekaddüm eden bir ibahe yoktur” demek caiz değildir. Çünkü Müslim´in Fetih günündeki ibahe ile ilgili olarak kaydettiği rivayetler, bu hususta pek sarihtir, bunları görmezden gelmek caiz değildir. Esasen ibahenin tekerrür etmesine mani bir sebep de yok.” (76)
* Mut´a nikahının yasaklanma vakti ile ilgili rivayetler arasındaki ihtilaf üzerine Mâziri´nin yaptığı açıklama da burada kayda değer:
“İslam´ın bidayetinde mut´a nikahı caizdi. Müslim´de kaydedilen sahih hadislerle neshedildiği görülmektedir. Ulema, haramlığı hususunda icma etmiştir. İcmaya, sapık mezhelerden bir grup dışında hiçbir muhalefet varid olmamıştır. Onlar, bu hususta gelen bazı hadislere yapıştılar. Halbuki o hadisler mensuhtur. Onlarda kendileri için, mut´anın cevazına delalet yoktur. Caiz görenler bir de şu ayete yapışırlar: “O halde onlardan hangisiyle faidelendi iseniz ücretlerini takdir edildiği vech üzere ödeyin” (Nisa 24). Mâziri bu ayetin İbnu Mes´ud´a nisbet edilen “O halde onlardan hangisiyle “belli bir müddete kadar” faidelendi iseniz..” şeklindeki bir kıraatı ileri sürdüklerini kaydettikten sonra: “Oysa İbnu Mes´ud´un bu kıraatı şazdır. Şaz kıraatle ne Kur´an sabit olur, ne haberi muteber addedilir, ne de hükmüyle amel edilir” der. Mâziri sözlerine şöyle devam eder: “Bu mesele hakkında Sahih-i Müslim´de gelen rivayetler ihtilaflıdır: Bir kısmına göre de, Mekke fethinde, mut´a´yı caiz gören kimse, bu ihtilafa takılıp hadislerin mütearız olduğuna, bu halin sıhhati yaralayacağına hükmedilebilir. Oysa mesele öyle değil, böylesi bir mülahaza hatalıdır. Aslında hadisler arasında bir tenakuz mevzubahis değildir. Çünkü Resulullah´ın onu iki ayrı zamanda yasaklaması sahih bir durumdur. İkinci yasaklama, birinciyi te´kid için yapılmıştır veya yasak iyice şöhret bulsun da birinci yasağı duymayanlar da duymuş olsun diye ikinci sefer yapılmıştır. Böylece bazı raviler yasağı birincisinden, bazıları da ikincisinden işitmiş olmalı. Her biri kendi işittiğini rivayet etmiş ve işittiği zamana nisbet etmiştir.”(77)
* Zürkânî de, mut´a nikahının cevazına kail olanların, kendilerine delil yaptıkları ayetin, talak, iddet ve miras ahkâmının gelmesiyle neshedildiğine dair İbnu Mes´ud ve Hz. Ali (radıyallahu anhüm)´den rivayet olduğunu el-İstizkar´a atfen belirtir (78). Biz bu rivayeti, Beyhakî´nin Sünen´inde bularak Mut´a Meselesinin İç Yüzü başlığını taşıyan kısımda kaydettik. Bu nesih haberini Ebu Hureyre merfu olarak rivayet etmiştir.(79)
* Mesele üzerine Ebu Bekr İbnu´l-Arabî´nin yorumu da Nevevî´nin yorumuna benzer: Nesh, iki sefer cereyan etmiş olmalıdır. Şöyle der: “Allah Teala hazretleri, İslam´ın başlangıcında bu meseleyi meskut geçti, ta ki insanlar eski âdetleri üzere devam etsinler. Bilahare Hayber Seferi sırasında, Hz. Ali´nin rivayetinde görüldüğü üzere haram etti. Bu rivayet sahih, sabit ve açık bir rivayettir.”(80)
* Kurtubî de şöyle demiştir: “Bütün rivayetler mut´anın ibahe zamanının kısa olduğunda müttefiktir. Dolayısıyla o, haramdır. Selef ve halef onun tahriminde icma ederler. Sadece Rafizîlerden, nazar-ı itibare alınmaya değmeyen bazıları aksini söylemiştir.”(81)
* Zahirîlerin imamı İbnu Hazm da şunu söyler: “Belli bir müddet için yapılan mut´a nikahı caiz değildir. Resulullah zamanında helal idi. Allah Teala hazretleri Peygamberi (aleyhissalâtu vesselâm)´nin diliyle onu, kesin olarak neshetti. Mut´a kıyamete kadar haramdır.”(82)
* İbnu Hâzım´ın, Kitabu´l-İ´tibar´daki değerlendirmesinde, mut´a nikahının “sefer halinde” mübah kılındığı hususu vurgulanır:
a) İslam´ın bidayetinde ve sefer halinde mübah kılınmıştır. İbaheyi haber veren hiçbir rivayette, bunun mukime yani sefer halinde olmayana tanındığını ifade eden bir ibare yoktur.
b) Birkaç kere yasaklandı, birkaç kere mübah kılındı. Resulullah ömrünün sonunda, Veda Haccı´nda kesin yasak koydu. Veda Haccı´nda ifade edilen yasak, zaten mevcut olan yasağın te´kidine matuf değildir, te´bid (ebedîleştirmeye) matuftur.
c) Bugün ne mezhep imamları ne başka fakihlerden hiçbiri buna mübah dememektedir, sadece Şia´dan bir kısmı onu helal addetmektedir.(83)
* İbnu Hâzım´ın görüşlerini Aynî de aynen tekrar eder (84).
Mut´a nikâhıyla ilgili rivayetlerin değerlendirilmesinde Tahavi´nin görüşü, hepsini noktalayacak mahiyettedir. Ona göre, mut´aya fetva vermiş olanların dayandıkları rivayetlerin hepsi doğrudur, ancak bunlar neshedilmiştir. Zira mut´a nikahını bizzat Aleyhissalâtu vesselâm yasaklamıştır. Efendimizin iznini ifade eden rivayetler, yasaktan önceye aittir. Nehiyden sonra, o haram olmuştur ve bunun en iyi delili Sebre İbnu Ma´bed (radıyallahu anh)´in rivayetidir. Birçok farklı tarikten gelen bu hadis, hem cevazı hem de tahrimi sarih bir şekilde göstermektedir.(85)[104]
4- Yasaklayıcı Rivayetler
Buraya kadar mut´ayı yasaklayan rivayetlerle, yasaktan önceki ruhsatı da ifade eden rivayetleri beraberce kaydettik. Şimdi ise, yasaklamaya ağırlık veren ve şiddet ifade eden rivayetleri belirteceğiz.
Ebu Hureyre´nin bir rivayetinde Resulullah şöyle buyurmaktadır: “Mut´ayı, talak, iddet ve miras (ile ilgili ahkâmın teşrii) haram kılmıştır.”(86)
Ebu Zerr (radıyallahu anh): “İki mut´a (yani hacc-ı temettu ve mut´a nikahı) sadece bize (Ashab´a) helaldi, size değil” demiştir.(87). Beyhakî´ nin rivayetinde “Kadınlarla mut´a nikahı Resulullah´ın biz ashabına sadece üç gün helal kılındı sonra Resulullah onu yasakladı” der. (88)
* Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´e bir zat gelerek mut´a nikahında sorar. Abdullah “haram!” deyince soru sahibi “(İbnu Abbas´ı kastederek) (89) “ama bunu falan caiz görüyor!” der. Abdullah ona şu cevabı verir: “Allah´a yemin olsun! Herkes bilir ki, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hayber Gazvesi sırasında onu haram etti. Artık zaniler değiliz” (90). Bir rivayette, Abdullah İbnu Ömer, kendisine İbnu Abbas´ ın mut´a nikahına cevaz verdiği söylenince: “Sübhanallah! İbnu Abbas´ın böyle bir fetva vereceğini zannetmiyorum!” der. Ancak oradakiler haberi teyid edince, İbnu Ömer: “Resulullah hayatta iken İbnu Abbas küçük bir çocuktu” der ve ilave eder: “Resulullah onu bize yasakladı. Artık zaniler değiliz.” (91)
Bir başka rivayet İbnu Ömer´in şu sözünü kaydeder: “Bir erkeğe, sadece İslam nikahıyla evlendiği kadın helaldir. Bu nikahta mehir vardır, erkeğin kadına, kadının erkeğe miras hakkı vardır. Kadını muayyen bir müddetle alamaz. Aldı mı artık o hanımıdır. İkisinden biri ölürse diğeri ona varis olur.”(92)
* Abdullah İbnu´z-Zübeyr, mut´a hususunda şiddetle karşı çıkan sahabilerdendir. Müslim´in bir rivayetinde, onun hutbede mut´ayı tecviz eden bir zata(93) ta´rizde bulunarak: “Şurası muhakkak ki, Allah bazı insanların gözlerini kör ettiği gibi, kalplerini de kör etmiş ki mut´a nikahına fetva veriyorlar!” dediğini görmekteyiz. Rivayet, hücuma uğrayan zatın: “Sen hakikaten pek nezaketsiz, kabasaba birisin. Ömrüme yemin ederim ki, mut´a İmamü´l-Müttakin (olan Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)) zamanında yapılırdı!” şeklindeki cevabını İbnu Ôz-Zübeyr meydan okuyarak karşılar: “Öyleyse haydi bir dene! Sen bunu yapacak olursan vallahi seni taşlarınla recmederim!” der(94). Alimler, Abdullah İbnu Zübeyr (radıyallahu anhümâ)´in bu kesin davranışını, kendisine mut´anın neshiyle ilgili haberin ulaşmış olması ve dolayısıyla onun haramiyeti hususunda zerre kadar tereddüdünün bulunmamasıyla izah ederler (95). İbnu Zübeyr´in bu müdahalesi, hilafeti zamanında mı cereyan etti, açık değil. Ancak rivayetlerde, Hz. Ömer´in yasaklamasından sonra sahabeden muhalefet kalmadığının söylenmesi gözönüne alınırsa, hilafet yıllarından, Hz. Ömer´in yasağından önceye ait olması gerekmektedir.[105]
5- Hz. Ömer´in Yasaklama Hadisesi
Buraya kadar kaydettiğimiz rivayetlerin bir kısmında Hz. Ömer (radıyallahu anh)´in mut´ayı yasaklamasına temas edildi. Hatta, birkısım sahabenin, bu yasaklama ile mut´anın Resulullah tarafından yasaklanmış olduğunu öğrendiklerini belirttik. Şu halde son olarak, Hz. Ömer´le ilgili haberin mahiyetini de kaydetmede fayda var. Öncelikle şunu belirtelim ki Hz. Cabir ve Ebu Said´den gelen bir rivayete göre, “Hz. Ömer, bu yasaklama işini, hilafetinin ortalarında ele almıştır. Dolayısıyla o zamana kadar, mut´a nikahına başvuranlar olmuştur(96). O sıralarda Kûfe´ye gelen Amr İbnu Hureys (radıyallahu anh), bir cariye ile mut´a nikahı yapar ve cariye hamile kalır. Gelip durumu Hz. Ömer´e anlatır. Halife bu vesile ile, yasağın bütün mü´minlerce bilinmediğini anlayarak meseleyi hutbe konusu yapar ve herkesin işiteceği şekilde mut´a nikahının yasak olduğunu ilan eder. İbnu Mace´nin kaydına göre Hz. Ömer şöyle buyurmuştur: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize, mut´a için üç gün izin vermiş, sonra haram etmiştir. Allah´a yemin olsun, muhsan (62) bir kimsenin mut´a yaptığını duyarsam, Resulullah´ın, bunu tahrimden sonra helal kılmış olduğuna dair dört şahit getirmediği taktirde taşla recmederim.”(97) Muvatta´nın bir rivayetinde bu yasaktan önce yapılan mut´a nikahı sonucu hamile kalan Havle Bintu Hakim´in, yasaktan sonra Rebia İbnu Ümeyye´yi şikayet ettiğini görüyoruz. Bunu haram ve zina bilmekte kanaati kesin olan Hz. Ömer (radıyallahu anh): “Bu, (Resulullah´ın haram kıldığı) mut´adır. Eğer yasağı ilanda sizden önce davranmış olsaydım şimdi sizi recmederdim” der(98).[106]
Yasak Hz. Ömer´in İçtihadı Değildir:
Alimler Hz. Ömer (radıyallahu anh)´in mut´a nikahını yasaklarken içtihadıyla hareket etmediğine, Resulullah´tan yasakla ilgili hadis zikrederek yasağı takrir ettiğine dikkat çekerler(99). Nitekim bu husus İbnu Mace´den kaydettiğimiz rivyaette sarih olarak görülmektedir. Bir başka rivayette, hutbede geçen: “İnsanlara ne olmuş ki, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yasağına rağmen mut´a nikahı yapıyorlar ” (100) ibaresi de aynı hususa delil olmaktadır. Bu ibare, Hz. Ömer´i feverana getirecek bazı mut´a nikahı hâdiselerinin ilk defa kulağına geldiğini ifade eder. Bunun tatbikatta olduğunu bilseydi bu kadar feveran etmez, tepkisini bu ibarelerle ifade etmezdi.
Hâdiseyi tahlil eden alimler, bu durumun Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yasağının birkısım sahabiler tarafından işitilmemiş olmasına mebni olduğunu belirtirler. İbnu Hazm´ın, mut´ayı mübah addettiklerine dair haklarında rivayet bulunduğunu belirttiği tabiinden Tavus, Atâ ve Sad İbnu Cübeyr´in[107] de bu yasağı duymayanlardan oldukları anlaşılmaktadır. Meseleye temas eden kaynaklarda -ve bilhassa Mekkî olanların- mut´a lehine fetva verdiklerine dair ifadeler, sahabeden -yani Hz. Ömer´in yasaklamasından- sonra da bu işe fetva verildiği düşüncesine sevkedebilir. Bu yanlıştır; çünkü, tabiin nesli sahabeden sonra yaşayanlar demek değildir. Onlar, sahabelerin muasırıdırlar. Fakat Resulullah´ı görememişlerdir. Mezkur ifadelerde onların Hz. Ömer´in yasağından sonra fetva verdiklerine dair bir sarahat yok. Demek oluyor ki, tabiinden bazıları Hz. Ömer´in yasağından önce, mut´anın neshedildiğini duymadıkları için, aynen bazı sahabiler gibi, fetva vermişlerdir.[108]
Mut´anın Haram Olduğuna Dair Kur´anî Delil
Mut´a nikahının, görüldüğü üzere, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan gelen rivayetler açısından haram olduğuna inanan Ehl-i Sünnet uleması, bu görüşlerine Kur´an´dan da delil kaydetmişlerdir. Zikredilen en mühim ayet, Mü´minun suresinde, felah bulacak mü´minlerin vasıfları meyanında zikredilen 5, 6 ve 7. ayetlerdir: “(Öyle mü´minler) ki, onlar ırzlarını koruyanlardır. Şu var ki zevcelerine, yahut sağ ellerinin malik olduklarına (kendi cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesnadır. Çünkü onlar (bu taktirde) kınanmış değildirler. O halde kim bunların ötesini isterse şüphe yok ki, onlar haddi aşanlardır.”
Dikkat edilirse, ayet-i kerimede mü´minlere cinsî tatminde[109] iki meşru yol gösterilmekte, bunlar dışında kalan bütün yollar gayrımeşru ilan edilmektedir:
1) Dinin meşru kıldığı nikah yoluyla edinilen eşler.
2) Sağ elin sahip oldukları diye ifade edilen cariyelerdir. Cassas, ayetin mut´a nikahının haram olmasını iktiza ettiğini söyledikten sonra: “Çünkü der, mut´a yoluyla nikahlanan kadın ne zevcedir, nede milk-i yemindir.” (102) İbnu´l-Arabî: “Bazı alimler ayet-i kerimenin, “ferc”i, nikah veya milk-i yemin (sağ elin sahipliği=cariye) yoluyla helal addetmiş olması ve mut´anın zevce olmaması sebebiyle “Bu ayet mut´anın tahrimine delildir” demiştir” dedikten sonra bu yorumun zayıf olduğunu söyler. Ancak ümmetin mut´anın haram olduğu hususundaki icmadan hareketle aynı neticeye ulaşır (103). İbnu´l-Arabî, İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´ın da ayette geçen bu iki yol dışında kalan her çeşit fercin yani cinsî tatmin vasıtalarının haram olduğuna hükmettiğini belirtir(104).
Asıl mevzumuzun dışında kalmakla birlikte, yeri gelmişken şunu belirtmek isteriz: Ayet-i kerimenin bu ıtlakından hareket eden pek çok alim, ayetle zikredilmiş olan iki meşru vasıta dışında kalan, hayvana temas, istimna, nazar gibi her çeşit cinsî tatmin yollarının aynen mut´a gibi haram kılınmış olduğunu söylemiştir (105).
İslam alimleri şu ayetten de mut´anın reddedildiğini istidlal ederler. (Mealen): “Evlenmeye imkan bulamayanlar da, Allah onları lütfuyla zenginleştirinceye kadar iffetlerini korusunlar…” (Nur 33). “Eğer derler, mut´a ve tahlil[110] caiz olsaydı, iffetli olmalarını emretmezdi.”(106)
* Bu meselede Kur´an´dan gösterilen bir diğer ayet de şudur (mealen): “Sizden hür ve mü´mine kadınları nikahlamaya gücü yetmeyen olursa, sizin ellerinizde bulunan genç mü´mine cariyelerle evlensin… Cariye nikahlama, sizden mehir ve nafakaya gücü yetmeyip de büyük bir meşakkat altına girmekten ve evlenmemekle de zinaya meyletmekten korkanlar içindir. Yoksa sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır…” (Nisa 25).
Alimler: “Eğer derler, mut´a ve tahlil caiz olsaydı ne zinaya gitme korkusu olurdu ne cariye ile nikahlanmaya hacet kalırdı, ne de cariyelerle nikahlanmayı terkederek sabretmeyi esas almak tavsiye edilirdi.” (107)
* Son olarak şunu da bilelim: Daha önce temas ettiğimiz ve Şia tarafından mut´a nikahının mübahlığına delil yapıldığını belirttiğimiz ayet de alimlerce, siyak ve sibakı içerisinde tahlil edilerek, ondan Şia´nın çıkardığı hükmün batıl olduğu gösterilmiştir. Bu ayetle ilgili olarak yapılan iki ayrı açıklamayı kaydedeceğiz. Mezkur ayette O halde onlardan hangisiyle faidelendi iseniz, ücretlerini takdir edildiği vecih üzere ödeyiniz” (Nisa 24) denmektedir.
Alimler, bunun mut´ayı helal kılmak üzere indiğini iddia etmenin açık bir hata olduğunu, bu rivayetin hiçbir muteber sünnî kaynakta bulunmadığını, bunu İbnu Mes´ud veya bir başka sahabeye nisbet etmenin büyük bir iftira olduğunu söylerler. Ayrıca derler ki:
1) Şia´nın bundan çıkardığı hüküm Kur´an´ın başka ayetlerine zıttır. Bu ayetleri yukarıda kısmen kaydettik.
2) Ayetin, diğer ayet ve hadislere uygun te´vili ise şöyledir: “Eğer siz nikah akdi sırasında mehir belirtti iseniz, akitten sonra kadınla zifaf yaptığınız takdirde, bir müddet sonra boşanacak olursanız, belirlenen mehrin tamamını ödeyeceksiniz, zifaf yapmadı iseniz yarısını ödeyeceksiniz.”
Bu ibareyi, makablinden koparıp müstakillen ele almak, Arapça açısından batıl bir davranış olur. Zira baştaki “fe”, ibarenin makablinden koparılıp, cümle başı yapılmasına manidir. Bu “fe” kendisinden sonraki ibareyi, önceki kısma bağlar.
Ayrıca İbnu Mes´ud´a nisbet edilen الى اجَلٍ ziyadesine gelince, bu hiçbir muteber sünnî kaynakta mevcut değildir. Mensuh bir kıraat olarak sübutunu kabul edecek olursak, mensuh olduğu için onunla amel edilmez. Çünkü mütevatir ayetlerle sabit olan ahkâma muhaliftir.
Farz-ı muhal olarak kabul edelim ki, bu sabittir. Yine de onun mut´aya delalet ettiği söylenemez. Şöyle ki, الى اَجَلٍ “belirlenen müddet kadar” tabiri, istimtaya (kadından istifadeye) müteallıktır, akdin kendine değil. Halbuki mut´ada belirlenen müddet, istimtaya değil, akdin kendisine müteallıktır. Böylece mana şu olur: “Nikahlı kadınlarla muayyen bir vakte kadar istimta etmişseniz onlara mihirlerini tam olarak verin.” Bu ziyadeyi ilave etmenin gayesi, mehrin tam olarak ödenmesi için nikah müddetinin tamamen geçmesine bağlı olduğu hususunda düşülebilecek vehmi önlemektir. Nitekim örfte, mehrin üçte biri peşin verilir, üçte ikisi de nikahın devamı müddetiyle bağlı kılınır. Halbuki bu geciktirme işi bir vecibe olmayıp, kadının tasarruf ve ihtiyarı ile husule gelir. Kadın dilerse, zifaftan sonra hepsini bir defada talep etme hakkına sahiptir. Şeriat ona bu hakkı tanımıştır. Eğer, الى اَجَلٍ ibaresi, akde müteallık bir kayıt olsaydı, Şia nezdinde mut´a ömür boyunca ve ebeden sahih olmazdı. Halbuki bu, Şia´nın icmaıyla sahihtir.
Ayette geçen “Sizden kim… bolluğa güç yetiremezse” ibaresinin siyakı da nikahla ilgilidir. Yani, “sizden biri, hür kadınların mehrini ve nafakasını vermeye gücü yoksa Müslüman cariyelerle nikahlansın” demektir. Durum böyle iken ayetin ortasında yer alan ibareyi, siyak ve sibakından koparmak mut´aya hamletmek, Kelamullah´ı açık şekilde tahrif etmek olur.
Dahası bu ayeti teemmül eden her aklı başında kişi, mut´anın açık olarak haram edildiğini görür. Çünkü Allah Teala hazretleri ayette hürlerle evlenmenin imkansızlığı halinde cariyelerle iktifayı emretmektedir. Eğer önceki kelamda mut´anın müddeti kastedilseydi, arkadan “Sizden kim… bolluğa güç yetiremezse” demezdi. Çünkü, hür kadınla nikahlanamama halinde mut´a, cima ihtiyacını görme ile sınırlı kalmayıp, aksine “Her bir yenide daha hoş daha tatlı bir lezzet var” hükmüne tabi olmuş olmaktadır. Bu durumda şöyle sorulabilir: Hangi zaruret bu sıkı ve şiddetli kayıtla cariyenin nikahlanmasını helal kılmaya götürür (108)
İkinci açıklama, diğer ayetlere dayanılarak yapıldığı için bundan daha sahihtir. Üstelik, Şia´nın ayetten çıkardığı delillere cevap mahiyetindedir. Şöyle ki: Şiî müellif Tûsî, Tehzibu´l-Ahkam´da, ayette istimta kelimesinin geçmesini şöyle açıklar: “Bundan murad mut´a nikahıdır. Çünkü kelime şeriatte mutlak kullanılınca bu hususi nikah anlaşılır…” Tûsî şöyle devam eder: “Ayette geçen “kadınlara ücretlerini verin” ibaresi de bundan muradın mut´a nikahı olduğunu te´yid eder. Çünkü normal nikahta verilen paraya şeriatta ücret denmez “mehir” denir.(109)
Şia´nın bu yorumunu cevaplayan Kâsâni der ki: “İstimta”dan (faidelenmeden) burada murad nikahtaki istimtadır. Çünkü ayetin başında da sonunda da zikri geçen şey meşru nikahtır. Şöyle ki: Allah Teala hazretleri ayetin başında[111] kadınlardan nikahı haram olanlardan bir kısmını zikretti. Sonra bunların dışında kalanları: “Bunların gerisinde olanları mallarınızla arayıp nikahlamanız için size helal kılındı” ibaresiyle mübah kıldı. Ayetin devamında geçen “namuskar ve zinaya sapmamış olanlardan” ibaresi “evlenmemiş olanlar, zani olmayanlar” demektir. Ayeti kerimenin devamında Allah Teala “Sizden kim hür Müslüman kadınları nikahla alacak bir bolluğa güç yetiremezse…” buyururken “nikah” kelimesini zikretmiştir, icareyi (kiralamayı) ve mut´ayı değil. Öyleyse, önceki geçen (faidelendiğiniz) tabiriyle “nikahtaki faidelenme” anlaşılacaktır.
Kâsâni açıklamasına şöyle devam eder: “Ayette kadına verilecek meblağın “ecr” olarak isimlendirilmesine gelince: Nikahtaki “mehir” bazan ücret kelimesiyle ifade edilmiştir. Nitekim ayetin devamında Allah Teala hazretleri “…Kadınları ailelerinin izniyle nikahlayın onlara ücretlerini verin” buyurmakta, ücretle “mehr”i kasdetmektedir. Ey Peygamber! Ücretlerini (=mehirlerini) verdiğin hanımlarını Allah´ın sana ganimet olarak verdiği cariyeleri… sana helal kıldık” (Ahzab 50) buyurarak mehri ücret kelimesiyle ifade etmiştir.”
Kâsâni, burada bir noktaya daha dikkat çeker: Nikah esnasında verilene mehir denmiştir, kadına duhülden ve ondan istimtadan sonra verilmesi gerekene de ücret denmiştir(110).
Kâsâni´nin bu açıklaması kavranınca, Şia alimlerinin, “bu ayette zikredilen mut´a serbestisi” iddiasının tutarsızlığı anlaşılacak ve bunun nes -hedilmediğine dair yürüttükleri sayfalar dolusu mülahaza ve mütala-aların, itham ve tarizlerin havaya kürek sallama olduğu anlaşılacaktır(111).[112]
6- Alimlerin İcmaı
Rivayetleri teker teker kaydederken de yer yer belirttiğimiz üzere, şarihler Hz. Ömer´in yasağından sonra, mut´a nikahının haramlığı hususunda Ehl-i Sünnet´in icmaından bahsederler(112).
* Bir kere, Hz. Ömer çok sayıda sahabenin hayatta olduğu bir devrede mut´ayı açık seçik olarak haram ilan edip, bunu herkesin duyacağı şekilde ta´mim ettiği halde, ona herhangi bir sahabenin itiraz ettiği duyulmamıştır. Aksine, daha önce mut´a nikahına ruhsat vermiş olanların hepsinin kanaatlerinden döndükleri görülmüştür. Tahavi, bu durumu şöyle yorumlar: “Ashab´ın bu meselede itiraz etmemeleri, onların, nehyettiği şeyde Hz. Ömer´e uyduklarına delildir. Bu husustaki yasakta icmaları da, ruhsatın neshedildiğine delildir ve hüccettir” (113).
* Hz. Ali, ruhsatın mensuh olduğunu söyler(114).
* Ca´fer İbnu Muhammed, mut´a hakkında sorulunca: “Bi-aynihi zina” demiştir(115).
* İbnu´l-Münzir: “İlklerin (sahabe, tabiin) bazılarında mut´a hakkında ruhsat rivayeti gelmiştir. Ama şimdilerde, Rafizilerin birkısmı dışında ona cevaz veren tek kişinin varlığını bilmiyorum. Rafizîlerin iddiasına gelince: Allah´ın kitabına Resulü´nün sünnetine muhalif sözün, hiçbir değeri yoktur” (116) demiştir.
* İmam Malik “haram”dır demiştir(117).
* İmam Şafii “iki kere neshedildi” demiştir. (118)
* İbnu Cüreyc, Basra´da, mut´anın cevazıyla ilgili 18 hadis rivayet etmiş olmasına rağmen görüşünden rücu etmiş, haramlığına hükmetmiştir(119).
* Buhârî, mut´a ile ilgili bab´a şöyle bir başlık koymuştur: “En sonda Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın mut´a nikahını yasakladığına dair bab” (120)
İbnu Hacer, Buhârî´nin, bu başlıkla, mut´a nikahının önceden mübah olduğu halde sonradan yasaklandığı kanaatini taşıdığını belirtir (121).
Görüldüğü üzere, mut´a nikahının haram olduğu hususunda icma hasıl olmuştur. İcmanın hükmünü değiştirmeye, gerçek müçtehide bile din-i mübin-i İslam yetki tanımamıştır. İcma dinimizin kaynaklarından, edille-i şer´iyyeden biridir.[113]
Mut´a Nikahının Cezası
Belirttiğimiz üzere, Şia´dan bazıları hariç, bütün İslam uleması bunun haram olduğunu söylemekte müttefiktir. Ehl-i Sünnet ise icma etmiştir. Ehl-i Sünnet´ten sadece İbnu Abbas´tan lehinde fetva rivayet edilmişse de, sonradan o da fetvasından rücu etmiştir.
Alimler, Hz. Ömer´in yasağından sonra mut´aya başvuran olması durumunda verilecek hüküm üzerine de mütalaa beyan ederler. Nevevî´nin kaydına göre, böyle bir akdin, dühulden (kadına temas) önce de olsa sonra da olsa batıl olduğunu söylemekte icma vardır. Sadece İmam Züfer merhum “şart batıl, nikah sahihtir” demiştir. Yani, müddetle ilgili şart batıl addedilerek, normal bir nikah sayılacağına hükmetmiştir(122). Tahavi, Züfer´in: “Müddet şartı batıldı, mut´a nikahı ebedî müddetle yapılan nikah gibi olur” sözünü “Mut´a nikahı ile aldığı kadını yanında bulunduranlar onları salsınlar” hadisini göstererek reddeder: “Önceki akid, akdin ebedî olarak devamını gerektirmez. Eğer gerektirseydi, kadın ve erkeğin akid sırasında koydukları müddet şartını feshederdi. Yasaktan önce sıhhat ve cevazı sabit olduğuna göre, nikahı feshetmez. Öyleyse hadisteki “ayrılma emri” bu çeşit akdin, ebedîlik hakkı tanımadığına delildir. Ebu Hanife, Ebu Yusuf, Muhammed böyle hükmeder.” (123)
Mut´aya terettüp edecek ceza, meseleyi değerlendirmedeki ihtilafla ilgilidir. Şöyle ki: Bu, batıl ve haram olduğuna göre, zina addedilip hadd-i zinanın uygulanması gerekir. Ancak alimler, bunu demekte ihtiyatı tercih etmişlerdir. Eğer mut´anın zina ve dolayısıyla haram olduğu hususunda eksiksiz bir icma olsaydı hadd-i zina gerekecekti. Fakat icma meselesi biraz ihtilaflıdır. Zira dinde kesin bir hüccet addedilen icmanın bumeselede tahakkukunda şüphe hasıl omuştur. Çünkü İbnu Abbas´ın bidayetine lehinde fetvası vardır. Ulemanın benimsediği umumi prensibe göre, herhangi bir meselede, selef müçtehidlerinden bir tanesinin de olsa muhalefeti, icmayı bozmaktadır.
Bu meselede icmayı bozmuş olan İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´ ın da sonradan evvelki görüşünden vazgeçip mut´anın haram olduğuna kail olduğu da bilinmekte, dolayısıyla icma tamamlanmış olmaktadır. Ancak bu noktada usulcülerin bir ihtilafı devreye girmektedir: “İhtilaftan sonra hasıl olan icma önceki hilafın hükmünü kaldırır mı ” Yani önce ihtilaf edildikten sonra icma hasıl olsa, bu icma gerçek bir icma olabilir mi Önceki ihtilafın, icmayı bozucu bir tesiri, bir rolü yokmu
İşte bu noktada görüş ayrılığı ortaya çıkmış, alimlerden bir kısmı önceki ihtilafın müessir olmayacağını söylerken, büyük kısmı önceki ihtilafın müessir olacağını, icmayı yaralayacağını söylemiştir. El-Kadı Ebu Bekr el-Bakıllânî bu görüştedir.(124)
Dolayısıyla muta nikahının zina olacağı ve buna hadd-i zina terettüp edeceği hususu çok zayıf da olsa şüpheli hale gelmiştir. Resulullah´ın “Şüphe durumunda hadleri tatbik etmeyin” (125) emri hadlerin yani ağır cezaların tatbikinde ihtiyat emretmekte, suçun sübutu tam olarak kesinleşmezse haddin tatbik edilmemesini istemektedir. Bu durumları gözönüne alan alimler, mut´a nikahı yapanların zina suçuyla cezalandırılmasına fetva vermemiş ancak şiddetle cezalandırılmasına hükmetmiştir.(126)[114]
Mut´anın Feci Mahzurlarından Bazıları
Şah abdülaziz mut´anın hasıl edeceği mahzurların çokluğuna dikkat çektikten sonra, şeriata ters düşen en önemli zararlarını sayar:
1) Çocukların ziyan edilmesidir. Çünkü kişinin çocukları birçok memlekette yayılır ve kendi yanında olmazlarsa, adam, onların terbiyeleriyle ilgilenemez. Böylece onlar, evlad-ı zina gibi terbiyesiz yetişirler. Bir de bu çocukların kız olduklarını farzedecek olsak, ortaya çıkacak rezaletin daha da büyük olacağını anlarız. Çünkü onların kendi denkleriyle evlenmeleri hiç mümkün olmaz.
2) Babanın temas ettiği kadına oğlunun da mut´a yoluyla veya normal nikah yoluyla temas ihtimali var. Bu hal aksi surette de olabilir. Hatta, kızıyla, kızın kızıyla, oğlunun kızıyla, kızkardeşiyle, kızkardeşinin kızıyla yani meharim denen nikahı ebediyyen yasaklanmış bir kadınla şu veya bu suretle temasta bulunma ihtimali vardır. Zaman uzayınca bu ihtimal artar da artar. Böylesi bir hal, mahzurların en büyüğüdür. Zira, mut´a ile nikahlanan kadının hamilelik durumu bir aylık veya daha fazla müddet içerisinde hemen bilinemez. Bilhassa mut´anın sefer sırasında olması, seferin uzun çekip, her uğranılan yerde yeni bir kadınla mut´a yapılması, bunlardan her birinden bir çocuk olması, bu alâkalardan sonra doğanların kız olması, bu adamın mesela on beş yıl kadar sonra tekrar bu diyarlara uğraması veya buralardan kardeşlerinin veya oğullarının geçmesi, bu kızlarla onların mut´a yapmaları veya normal nikah yapmaları gibi ihtimaller düşünülebilir.
3) Birçok defalar mut´a yapan kimsenin mirasının taksim edilememesi. Çünkü bu kişinin varislerinin ne sayısı, ne isimleri, ne de yerleri bilinemez. Bundan miras işinin iptali gerekir. Keza mut´a nikahından olan çocuğa varis olmak da iptal olur. Çünkü böyle bir çocuğun baba, kardeş gibi varisleri de meçhuldür. Nitekim varisler sayıca sınırlanamazsa miras pay edilemez. Varislerin erkeklikkadınlığı, verasate hak sahibi olup olmadığı gibi vasıflar açıklıkla bilinmediği takdirde pay tayini yapılamaz.
Hülasa, mut´a nikahının getireceği mahzurlar gerçekten pek zararlıdır. Bilhassa nikah ve mirasa müteallık şer´î meselelerde. Bu sebeple Allah Teala hazretleri, temasın helal olmasını iki şeyle sınırlamıştır: Sahih nikah, milk-i yemin (cariye). Zira kadınlakoca arasındaki beraberliğin bu iki akidle sınırlandırılması, çocuğun muhafazası ve verasetin bilinmesi içindir…” (127)[115]
Bazı Sahabelerin Birkısım Hadisleri İşitmemiş Olmaları
Mut´a bahsinin hakkıyla anlaşılması için bilinmesi gereken hususlardan biri, sahabelerin bazı hadisleri Resulullah´ın sağlığında işitmemiş olmalarıdır. Nitekim, mut´a nikahının yasaklandığını İbnu Mes´ud, Hz. Ali, Hz. Muaviye, Hz. Esma gibi bazı büyük sahabilerin işitmemiş olduklarını, bunun Hz. Ömer´in hilafeti zamanında ta´mim edildiğini gördük. İlk nazarda, böyle bir yasağın duyulmamış olması garip karşılanabilir. Ama bir kısım hadisleri sonradan öğrenme hadisesinin mut´a nikahına has bir durum olmayıp, başka pek çok meseleye şamil olduğu düşünülürse şaşılacak bir şey kalmaz.
Filhakika, başta dört halife: Hz. Sıddik, Hz. Faruk, Hz. Zinnureyn, Hz. Ali el-Mürtaza radıyallahu anhüm ecmain hazeratı olmak üzere diğer birçok sahabenin, bir kısım hadisleri Resulullah´ın vefatından sonra işittiklerine dair hadis kitaplarımızda nice örnekler var. Biz burada, mevzuyu uzatmamak için hepsini kaydedecek değiliz. Ancak, şu kadarını söyleyeceğiz: Vereceğimiz örnekler bizzat Kur´an-ı Kerim´de es-Sabikun el-Evvelun diye yadedilen ilk Müslümanlardan Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ile ilgili olacak. Bu zatlar sadece “ilkler” olmakla da kalmazlar, aynı zamanda Resulullah´ın en yakınları ve İslam´ın en büyükleridirler. Bunların üstelik Resulullah´la yakınlık ve beraberlikleri de fazla: Hz. Ebu Bekr Resulullah´ın eski bir dostudur, yâr-ı gârıdır yani hicret sırasında, mağarada bile beraberlikleri ayet-i kerime ile tescil edilmiştir (Tevbe 40). Resulullah her gün belli saatlerde bir akşam bir de sabah olmak üzere iki sefer muntazaman yanına uğramaktadır (128).
Hz. Ömeru´l-Faruk, Aleyhissalâtu vesselâm´ın en çok takdir ettiği, dirayet ve re´yine güvendiği biridir. Aynı zamanda kayınpederidir. Ayrıca Hz. Ömer, Resulullah´ın peşini hiç bırakmama hususunda azim, gayret ve şuurlu plan sahibidir. Buhârî´nin, bir rivayetinde anlattığına göre: “Bir ensarî kardeşiyle münavebe yapmıştır: Bir gün birisi Resulullah´ın yanında bulunmakta, diğeri de tarla işlerini yapmakta; akşam olunca Aleyhissalâtu vesselâm´dan görüp işittiklerini dinlemektedir. Ertesi günü öbürü tarla işlerine giderken, diğeri Resulullah´a mülazemet etmekte, akşam olunca Aleyhissalâtu vesselâm´dan görüp işittiklerini anlatmaktadır.”(129)
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer´in Resulullah´tan hadisi daha çok, daha sağlıklı öğrenmelerine imkan tanıyan diğer bir durum, bu iki büyüğün, Aleyhissalâtu vesselâm´ın iki veziri durumunda olmalarıdır(130). Rivayetler Aleyhissalâtu vesselâm´ın sık sık onlarla -bazan sabahlara kadar de vam eden- istişareler yaptığını belirtir(131).
Hz. Osman (radıyallahu anh) da Resulullah´ın yakınlarından ve çok takdir ettiği zatlardandır. İki kızını ona vermiş olması, aradaki kayınpederdamatlık münasebeti, beraberlik ve yakınlığı anlamaya yeterli bir durumdur.
Hz. Ali, Resulullah´ın terbiyesinden geçen, yanında büyüttüğü, ilk çocuk Müslüman , amcaoğlu ve damadıdır. Kendi ihbarıyla Aleyhissalâtu vesselâm ile daima biri gece biri gündüz olmak üzere, günde iki sefer muttarıd, hususi görüşme programı olmuştur(132).
İşte, Aleyhissalâtu vesselâm´la böylesine beraber, böylesine içli dışlı olan bu büyükler, bu ilkler, birçok hadisi Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın vefatından sonra işitmişlerdir.
Rivayetler, yeni bir hadis işitince, Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer´in, bazı durumlarda ihtiyatlı davranıp ikinci bir şahid istediklerini, Hz. Ali´nin ise yemin ettirdiğini belirtir.
Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)´e “cedde”, yani büyükanneye torundan düşecek mirasın miktarı hakkında sorulmuştu. Bu mesele hakkında Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan birşey işitmediğini belirtti ve bir öğle namazından sonra cemaate sordu: “İçinizden kim ceddenin payı hususunda Aleyhissalâtu vesselâm´dan birşey işitti ”
Muğîre İbnu Şu´be kalkıp, Resulullah´ın ceddeye südüs (altıda bir) takdir buyurduğunu söylemiş, Hz. Ebu Bekr de: “Sizden kim buna şehadet edecek ” demiştir. Muhammed İbnu Mesleme kalkıp Muğîre´nin isabetli konuştuğunu te´yid etmiş, Hz. Ebu Bekr meseleyi buna göre hükme bağlamıştır(133).
Hz. Ömer, kapıyı üç kere çalarak izin istemek gerektiğini ifade eden hadisi Ebu Musa el-Eş´ari´den işittiği zaman: “Ya şahit getirirsin, ya da elimden çekeceğin var” diye çıkışmıştır. Hz. Ömer´in hiddetinden betibenzi atmış olarak Mescide geldiği zaman Ebu Musa hazretlerine: “Neyin var, rengin niye uçtu ” diye sorarlar. Durumu anlatınca: “Bunu hepimiz biliyoruz, en küçüğümüz gitsin!” derler ve Hz. Ömer´e Ebu Saidi´l-Hudrî´yi gönderirler (134) Hz. Ömer´le ilgili rivayetler çoktur: Veba çıkan bir yere girilmemesi, vebanın çıktığı yerden ayrılınmaması ile ilgili hadisi(135) Mecusilere ehl-i kitapla ilgili ahkamın uygulanması gerektiğine dair hadisi(136), mescid inşa edilecek bir yerin sahibi razı olmadıkça istimlak edilemeyeceğini beyan eden hadisi (137), hamile kadında düşüğe sebep olana takdir edilecek ceza ile ilgili hadisi Hz. Ömer hep, Resulullah´ın vefatından sonra işitmiştir. Düşüğe bedel Resulullah´ın erkek veya kadın bir köleye hükmettiğini Muğîre İbnu Şu´be haber verdiği zaman Hz. Ömer, buna şahid talep eder. Muhammed İbnu Mesleme şahitlik yapar(138).
Ehli nezdinde meşhur ve malum olan bu duruma başka misaller vererek asıl mevzumuzdan daha fazla uzaklaşmak istemiyoruz(139). Örneklerimize son verirken Hz. Ali´nin mevzuya giren bir beyanını kaydedeceğiz: “Ben, Resulullah´tan bir hadis işittim mi onunla amel ederek Allah´ın dilediği nisbette faydalanıyordum. Resulullah´tan bir başkası bana hadis nakledecek olsa yemin talep ediyordum. Yemin edince onu tasdik ediyordum. Ebu Bekir hadis rivayet edince (yemin talep etmiyordum, çünkü) Ebu Bekr, Sıddîk idi…”(140)
Şarihler, yukarıda kaydettiğimiz hadisleri açıklarken, Aşere-i Mübeşşere´ye mensup olanlar dahil, Ashab´ın büyüklerinin bile birkısım hadisleri bilmemesinin normal olduğunu, bu çeşit bilgi eksikliğinin onların büyüklüğüne bir noksanlık getirmeyeceğini belirtirler. İbnu Battal: “Bu hal Hz. Ömer hakkında caiz olursa başkaları hakkında haydi haydi caizdir” demiştir.(141)
Şu halde mut´a nikahını yasaklayan hadisi bazı sahabilerin Resulullah´ın sağlığında işitmeyerek sonradan işitmiş olması, normal, olağan bir hadisedir ve pek çok emsalinden sadece biridir. Ashab Resulullah´tan hadis bilmedikleri hususlarda ya eski bilgileriyle amel ediyorlardı, ya da içtihadlarıyla. Ama o meseledeki hadisi işittikleri taktirde, hadise uymayan tatbikatlarını derhal bırakıp sünnete rücu ediyorlardı. Buna da Hz. Ömer´den birkaç örnek verelim: O, parmakların diyetlerinin farklı olması gerektiği kanaatinde idi. Çünkü elde îfa ettikleri hizmet bir değildi. Öyleyse diyetleri de farklı olmalıydı. Fakat diyette parmaklara aynı değeri biçen hadisi işittiği zaman, derhal eski kanaatinden dönüp hadise göre uygulamaya geçmiştir (142). Keza zina yapan mecnuna had tatbik etmek isteyen Hz. Ömer, “Üç kişiden kalem kaldırılmıştır… kendine gelinceye kadar mecnundan…” hadisini işitir işitmez, kanaatinden vazgeçer (143). Keza Abdullah İbnu Ömer, kendisinden farenin yenilip yenilmeyeceğinden sorulunca, En´am suresinin 145. ayetini okuyup orada zikredilen haramlar arsında olmadığını belirterek “Ye!” diye cevap veriyordu. Kendisine Resulullah´ın fare için: “O, murdarlardandır, habistir” dediği hatırlatılınca: “Resulullah böyle dediyse o öyledir” der ve fetvasından derhal rücu eder (144).
Yukarıda belirttiğimiz üzere, Hz. Ömer (radıyallahu anh), mut´a nikahının Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından haram edilmiş olduğunu hatırlatınca Ashab´tan hiç kimse buna itiraz etmemiş, bil-icma hepsi emre uymuştur.[116]
7- Şiî Kaynaklarına Göre Mut´a
Not:
1- Bu bahiste kullanacağımız kaynaklar Şiîlerin hadis kitaplarıdır: el-İstibsar, Men La Yahdaruhu´l-Fakih, Tehzibu´l-Ahkâm, el-Furu´ mine´l-Kâfi.
2- Rivayetlerin kaynağı: Bunlar da Hz. Peygamber değil, Şiî´lerin masum dedikleri imamlardır.
* Ebu Abdillah: Cafer es-Sadık rahimehullah (vefatı 148 hicri).
* Ebu Cafer: Muhammed İbnu Ali el-Bakır rahimehullah (vefatı 114 hicrî).
* Ebu´l-Hasen: Ali İbnu Musa er-Rıza rahimehullah (vefatı 203 hicrî).
* Emiru´l-Mü´minîn Hz. Ali (radıyallahu anh).[117]
Tarif Ve Tavsif
Mut´a ile ilgili rivayetler Şiî kaynaklarında daha çok yer tutar ve sayıca sünnî kaynaklarda geçenlerle mukayese edilemeyecek kadar çoktur (145).
Öncelikle belirtelim ki, Şia da, mut´ayı belirlenen ücret karşılığında, belirlenen müddet için yapılan bir nikah olarak tarif eder (146).
Burada kastedilen müddet, akitte belirtilmelidir. Belirtilmezse normal nikah ahkâmı cari olur. Bu durumda talaku´ssünne ile boşanabilir, miras terettüp eder ve iddet arasında nafaka gerekir (147). Mut´a nikahında Şia veraset tanımaz (149). Ancak şart koşulursa karşılıklı miras olabilir diyen olmuşsa da, “Şart koşsa da koşmasa da miras almaz” görüşü vardır. “Çünkü kadın zevce değil, müste´cere (kiralanmış kimse)dir” (150).
Ücret de anlaşılan miktardır, bir avuç buğday, bir dirhem nakit vs. olabilir (151).
Şia, mut´a nikahında şahid gerekmediğine inanır ve “Allah ve melekleri şahid olarak yeter” der (152). Ehl-i Sünnet, “Nikahta Allah ve Resulü´nün şahit” kılınması halinde nikahın mün´akid olmayacağına ve yapanın da -fiilinde Resulullah´a gaybı bilme nisbeti bulunmasına binaen-“Gaybı Allah´tan başka kimse bilemez” (Neml 65) mealindeki ayete muhalefet ettiği için- küfre düşeceğini kabul eder(153). Şia´ya göre, normal nikahta şahid, zaten çocuğun nesebi, miras -ve bir rivayette de hudud- için gereklidir(154). Tûsî “Resulullah zamanında şahitsiz nikah yoktu” itirazına: “O, efdal olanı ifade eder” diye te´vil ederek cevazın asıl olduğunu belirtir.(155)
Ehl-i Sünnet´in rivayetlerinde, Hz. Ömer´in yasaklamasına kadar, Ashab ve tabiinden, Resulullah´ın yasağını duymayanların mut´aya yer verdiğini belirtmiştik. Mut´a meselesine selefteki anlayışla Şia´nın anlayışını mukayese ederek bakınca, bazı ciddi farklar görülür:
1- Sünnî kaynaklar ruhsat tanıyan rivayetleri de, yasak getiren rivayetleri de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e dayandırırken, Şiî kaynaklarda, pek nadir Resulullah´tan söz edilir. Onlar bu meseleyi hep imamlarına dayandırırlar. Mesela, İstibsar´da Hz. Peygamber´e nisbet edilen hemen hiçbir rivayet mevcut değildir.
2- Sünnî kaynaklarda cevaz, hep sefer haliyle ilgilidir, mukime de tecviz edildiğine dair rivayet yoktur. Halbuki Şiî kaynaklar bunu, mukim, misafir, evli, bekâr herkese “helal ve mübah” addederler (156). Kumî´de yer alan bir fetva söyle: “Kişi, dilerse mut´a yapar, hatta zevcesi olsa ve memleketinde zevcesiyle birlikte olsa bile” (157).
3- Bir kadınla pek çok erkek mut´a yapabildiği gibi, aynı erkek mükerrer seferler mut´a yapabilir. Kuleynî´nin bir rivayeti aynen şöyle: “Ebu Cafer Aleyhissalâtu vesselâm´a[118] sordum:
“Kurbanın olayım! Bir adam mut´a yapsa, şartı sona erse, sonra o kadınla bir başka erkek evlense, sonra ondan ayrılsa, sonra önceki erkek evlense, sonra ayrılsa, bu üç sefer cereyan etse, kadın üç erkekle evlense, birinci ile tekrar evlenmesi caiz olur mu ”
Bana şu cevabı verdi:
“Evet kaç sefer dilerse. Bu kadın hür kadın gibi değildir, bu kirayla tutulmuş (müste´cere) biridir; cariye kadın mesabesindedir” (158).
Şia, prensip olarak mut´ayı benimseyince kendi vicdanının da kabul etmeyeceği birkısım ayıplara fetva vermiş, tezadlara düşmüştür. Şiî kaynaklarında bu çeşit rivayetlere sıkça rastlanır.
Bir kısım rivayetler, kadının kocasına sadakati emrettiği (159), erkekkadın herkesi zinadan men ettiği (160) halde mut´a bahsinde evli kadınla da mut´aya müsamaha gösteren bir üsluba rastlanır. Ebu Abdillah, bir soru üzerine mut´a yapmaktan kaçınılacak kadınları şöyle sayar: “Kevâşif, devâî, begâyâ ve zevâtu´l-ezvaçtan kaçın!” Soru sahibi, bu tabirlerle neyi kasdettiğini sorunca, Ebu Abdillah açıklar: “Kevâşif, açıktan zina yapan, herkesçe bilinen zani kadınlardır; devai: Nefislerine erkekleri davet eden ve fesadı bilinen kadınlardır; begâyâ: Zina ile ma´ruf olanlar (fahişeler); zevatu´l-ezvac: Sünnete uygun olmayan şekilde boşanmış olanlar” (161). Burada evlilerin zikredilmemesi dikkat çekicidir. Esasen mut´a yapacağı kadının evli bir kadın olduğundan şüphelenip, tahkik edince evli çıktığını, bu durumda ne yapması gerektiğini soran kimseye, Ebu Abdillah: “Niye araştırıyorsun ” cevabını vererek evliyle de mut´aya gözyumucu bir cevap verir (162). Meselede temel prensip, kadının evli olup olmadığını araştırmamaktır (163). Ebu Abdillah: “Kadının evli olup olmadığını sorman gerekmez. Sana düşen, nefsi hususunda kadının beyanını tasdik etmektir” der(164).
Buna rağmen, bir başka tezada yer verir ve “mut´a yapılacak kadında iffet arar, güzel bile olsa zaniye ile mut´a yapılamaz” der (165). Ebu Abdillah´ın mut´a üzerine bir soruya cevap sadedinde “Helaldir, ancak afife kadınla nikahlan, Allah Teala hazretleri (mü´minleri tarif ederken): “Onlar ki ferclerini muhafaza ederler…” (Mü´minûn 5) buyurmuştur. Dirhemin hususunda itimadın olmayan yere fercini koyma” dediğini görürüz (166).
Şiî kaynaklarda bu hususta kesin bir hüküm yok. Nitekim bazı rivayetlerde sadece iffet değil, iman da aranır, mü´mine ile mut´anın mümkün olduğu, diğer bazılarında Yahudi ve Hıristiyanlarla da caiz olacağı, Mecusilerle caiz olmayacağı, ama bulunmamaları halinde Mecusi ile caiz olacağı ifade edilir.(167)
Mut´a nikahına bir hayız dönemi, 45 gün (ve bazılarına göre 4 ay 10 gün) (168) gibi bir iddet tanımaları (169), bir başka tezad olmaktadır. Gizlilik içinde mut´a yapan evli kadın mı iddete riayet edecek
Bir rivayette mut´a yapılmayacaklar arasında zevatu´l-ezvac (kocalılar) da zikredilir, ancak bunun tarifi de yapılır: “Sünnete uymaz tarzda boşananlar” (170).[119]
Onlar Da Ayıbın Farkındalar
Şiî kitapların mut´a ile ilgili bahislerinde öyle pasajlara, fetvalara rastlanıyor ki, insanlık adına haya etmemek, iğrenmemek mümkün değil. Evli kadının bile, bir başka erkekle “Allah´ın kitabı ve Resulü´nün sünneti üzere (!)” mut´a yapmasına fetva verdirecek (171) ruh hali nedir diye insan sormadan edemiyor. Bırakın İslamiyet´i, evlilik müessesesinin kudsiyetine inanmış hangi din, fıtratı bozulmamış hangi insan böyle bir fetvayı verebilir Aslında, bu fetvayı verenler de düştükleri ifratın, yaptıkları işin iğrençliğinin farkındalar: Abdullah İbnu Umeyr, mut´aya fetva veren (!) Ebu Ca´fer´e sorar: “Kendi kadınların, kendi kızların, kızkardeşlerin, amcanın kızları mut´a yapsalar bu seni memnun eder mi ”
Rivayet şöyle devam eder: “Ebu Ca´fer aleyhisselam kadınları ve amcasının kızları zikredilince yönünü çevirdi” (172).
Bir diğer rivayette Ebu´l-Hasen´in, bir kısım mevalisine (yardımcılarına) şöyle yazdığını görmekteyiz: “Mut´ada ısrar etmeyin, size sünneti ikame etmek düşer.[120] Odalıklarınız ve hür hanımlarınız varken mut´ayla meşgul olmayın; aksi takdirde, onlar sizleri inkar ederler, uzaklaşırlar, bunu emredene beddua ederler, bizlere lanet okurlar”(173).
Keza Ebu Abdillah´tan da: “Mut´ayı bırakın, ayıp iş yapmaktan haya etmiyor musunuz ” dediği rivayet edilmiştir.
Ancak Kuleynî te´vili yapıştırır: “Bu yasak, ashabından ve ihvanlarından salih olanlara hamledilir” (174). Yani havastan olanlara, salihlere ayıp; fakat avama, halka ayıp değil. Sünnî İslam´da, hadislerde böyle bir telakkiye rastlanmaz. “Ayıp” herkese ayıptır.[121]
Şia´nın Mut´ayı Tecviz Edişinin Bir Sebebi
Bazı rivayetler, Şia´nın bu utandırıcı ayıpta ısrarının sünnîliğe karşı yürüttüğü taassuptan ileri geldiğini göstermektedir. Öyle ki, onların kitabında da mut´a nikahının Hayber Seferi sırasında ehlî eşek etiyle birlikte haram edildiğine dair Hz. Ali´nin beyanı aynen yer alır(175). Hadisi kaydeden Tûsî, bunu takiyye[122] olarak yorumlar. Aynen şöyle der: “Bu rivayeti takiyyeye hamlederiz. Çünkü o, âmmenin mezhebine muvafıktır. (Mut´anın helal olduğuna delalet eden) önceki haberler ise, kitabın zahirine ve hakikat üzere olan(!) fırkanın bunun mucibiyle amel hususundaki icmaına muvafıktır. Böylece bu şazz rivayetle değil öbürleriyle amel etmek gerekir.” (176) Bunun takiyye olduğunu Tehzibu´l-Ahkâm´da da tekrarlayan Tûsî orada “İmamlarımızın yolu, mut´anın ibahesidir. (Gerekçesini açıklamak için) sözü uzatmaya ihtiyaç yok” der.(177).
Ebu Abdillah´a nisbet edilen: “Mü´min kadınla mut´a yapma! Onu zelil edersin” şeklindeki rivayeti bu meselede ısrarlı olan Tûsî şöyle te´vil eder. “Bu rivayet mürseldir, senedi kopuktur. Bu çeşit rivayetle sıhhati olana itiraz edilmez. Rivayetin sabit olduğunu kabul edecek olsan, ondan murad: “Kadın asaletli bir ailedense” demektir. Çünkü böyle bir kadınla mut´a uygun olmaz. Zira kadının ailesine ar gelir, kendisine de züll isabet eder, her ne kadar mahzuru yoksa da” (178).
Bazı fetvalarda “Mut´a, onu bilene helal, bilmeyene haramdır” denmiş olması (179) da Şia´nın bu meseledeki temelsizliğine bir delildir. Hele Ebu Abdillah´dan nakledilen: “Allah Teala hazretleri, bize sarhoşluk veren bütün içkileri haram kıldı. Buna bedel olarak mut´ayı helal kıldı” fetvası (180) da bir tezat olarak karşımıza çıkar. Keza, bazı rivayetlerde ailesine getireceği ar sebebiyle bakire kızlarla, babalarının izni olmadan, mut´aya cevaz verilmezken (181), diğer bazılarında izinsiz tecvizi (182) Şia´nın bu meseledeki tutarsızlığına bir başka delil olmaktadır.
Tûsî ve diğer Şia ulemasını bu meselede taassuba sevkeden esprinin geri planını görmede şu rivayet daha açıktır: “Kureyşli bir erkek anlattı: “Amcamın kızının çok malı vardı. Buna (mut´a nikahı yapmamız için) haber göndererek: “Bilirsin benimle evlenmek isteyen çok erkek var. Ben onlarla evlenmedim. Ben sana, erkeklere olan sevdam için talip değilim. Ancak bana ulaştı ki, mut´ayı Allah kitabında helal kılmış, Resulü de sünnetinde beyan etmiş. Fakat Züfer de (Züfer´le Hz. Ömer´in kastedildiği belirtilir) haram etmiş. Ben de Arşı´nın fevkinde aziz ve celil Allah´a itaat etmek, Resulü´ne itaat etmek, Züfer´e de isyan etmek istedim. Benimle mut´a nikahı yap!” dedi. Ben de kendisine:
“Ebu Cafer´e gidip onunla istişare edeyim!” dedim. Sonra gidip haber verdim. Bana: “Yap! Allah ikinize de rahmet etsin!” dedi. (183)
Hz. Ömer´e ve sünnîliğe muhalefetteki taassub, Şia´yı sadece ulemanın değil, bütün fıtrat-ı selime sahiplerinin “zina” demekte icma edecekleri bir ayıp için “Mü´min, mut´a yapmadıkça kemale ermez” dedirtecek (184), buna akidevî bir mahiyet kazandıracaktır.
Resulullah´a nisbet edilen bir iftiraya göre Aleyhissalâtu vesselâm, haşa şöyle demiştir: “Ben miractayken Cibril aleyhisselam bana geldi vededi ki: “Ey Muhammed! Allah Teala hazretleri buyurdular ki: “Ben ümmetinden mut´a yapan kadınları mağfiret ettim!” (185)
İnsanlığın iftihar edeceği nadir dahilerden biri olan Hz. Ömer (radıyallahu anh)´e muhalefet taassubu, Şia´yı mut´a yapmaya ibadet dedirtecek noktaya getirmiştir. Aynen kaydediyoruz: “Salih İbnu Ukbe, Ebu Cafer aleyhisselam´dan rivayet etmiştir: “Kendisine: “Mut´a için bir sevap var mı ” dedim. Bana şu cevabı verdi: “Eğer mut´a ile Allah rızasını ve O´nu inkar edenlere muhalefeti murad etmişse (mut´a yolunda) konuştuğu her kelime için Allah ona sevap yazar. Elini kadına uzatınca, Allah ona mutlaka sevap yazar. Kadına temas etti mi, bu sebeple, günahını affeder. Yıkandı mı saçından geçen su miktarınca Allah ona mağfiret eder! Ben tekrar: “Saçı adedince mi ” dedim. “Evet, saçı adedince!” dedi.” (186) Ali es-Sibaî, iğrenç ve hayırsız bularak, “bir daha mut´a yapmayacağım!” diye Allah´a yemin eder. Durumunu Ebu´l-Hasan´a sorunca şu cevabı alır: “Sen itaat etmeyeceğim diye Allah´a söz vermişsin. Allah´a yemin olsun (mut´a yaparak) O´na itaat etmezsen isyan etmiş olursun.” (187)
Ve İslam uleması arasında meşhur olmuş bir sözü hatırlıyoruz: “Maksad Ali sevgisi değil, Hz. Ömer buğzudur.” Evet mut´a meselesi de öyle: Hakkı ortaya çıkarmaktan ziyade, Ömer´e muhalefeti tahkim. Yani üzüm yemek değil, bekçiyi dövmek.
Taassub ve husumetin Şiî alimleri nerelere götürdüklerini görmek için bir başka örnek kaydedelim: “Ebu Ca´fer aleyhisselam dedi ki: “Aziz ve celil olan Allah, şehveti on cüz (parça) olarak yarattı. Bunun dokuzunu erkeklere birini kadınlara koydu. Bu hal Benî Haşim ve taraftarları için böyledir. Benî Ümeyye kadınları ve taraftarları için ise, şehvetin on cüzünden dokuzu kadınlara, biri erkekleredir.” (188) Burada karalanan Benî Ümeyye, Şia´nın siyasî kavga yaptığı Emevîlerdir. Benî Haşim de Hz. Ali ve ahfadının geldiği hanedandır.[123]
Şiî Tavır
Burada bir noktayı okuyucuların insaf nazarlarına arzetmek isteriz. Yukarıda, mut´a nikahı bahsini sünnî kaynaklara göre incelerken gördük ki Ehl-i Sünnet uleması mesele üzerinde tamamen Hz. Peygamber´in hadislerine dayanmaktadır. Mut´anın Resulullah tarafından bir ara mübah kılındığını, bilahare yasaklandığını, son defa Mekke fethi sırasında yasaklanıp, Veda hutbesi sırasında yasağın bir kere daha hatırlatıldığını.. bu yasağı işitmemiş olan sahabi ve tabiinden bazılarının bunun lehinde fetva verdiğini, Hz. Ömer´in buna muttali olunca, Aleyhissalâtu vesselâm´ın haram kılma hadisesini hatırlatarak, meseleyi gündeme getirip yasağı ta´mim ettiğini belirttik. Yine gördük ki, şarihler bu hususta icmadan bahsederken, İbnu Abbas´tan bir ara varid olan lehindeki fetva sebebiyle tam bir icma hususunda tereddüt hasıl olduğunu, Şia´dan bazılarının mut´aya fetva verdiğini vs. hep kaydetmektedirler.
Halbuki Şia´nın dayandığı muteber kaynakları, meseleyi açıklarken Ehl-i Sünnet´in dayandığı sahih rivayetleri hiç görmezden gelir. Onlara atıfta bile bulunmaz. Tûsî´nin şu açıklamasına dikkat edilince, Şia dışında Müslümanın varlığının bile kabul edilmediği görülür: “…Mut´anın mübah oluşuna Müslümanların Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın onu bir zaman mübah kıldığı hususunda icmaları delalet eder. Onun bunu daha sonra yasakladığı hususunda kat´î bir delil getirilmemiştir. Öyleyse delil getirilinceye kadar önceki hali üzere mübah olması gerekir. Şeriatta ise buna delalet eden bir delil mevcut değildir. Buna keza Cenab-ı Hakk´ın şu kelamı da delalet eder…”
Tûsî, bundan sonra, yukarıda bilvesile zikrettiğimiz ayetleri, iddiasına delil olarak kaydeder (189).[124]
Bir Soru Ve Cevabı
Şimdi şöyle bir soru mâkuldur: “Şia da esas itibariyle Kur´an ve sünnete dayandığına göre, mut´a nikahı meselesinde niye bu kadar zıt görüşler ortaya çıkmıştır Onların hiç mi haklılık tarafı yok ”
Bunun gerçek bir izahı uzun kaçar. Ancak kısaca bilinmesi gereken husus şudur: Ehl-i Sünnet bu meselede onların kendiliklerinden hadis uydurduğunu söylemiyor. Resulullah´ın mut´aya cevaz verdiğini, sağlığında bununla amel eden sahabilerin bulunduğunu kabul ediyor. Bu husus Ehl-i Sünnet nezdindeki sahih rivayetlerde sabittir. Ancak, diğer birçok meselede olduğu gibi Aleyhissalâtu vesselâm bunu sonradan yasaklamış, böylece neshedilmiştir. Ehl-i Sünnet, Resulullah´ın vefatından sonra, bu yasağı işitmemiş bulunan bazı sahabi ve tabiin tarafından da mut´a nikahının icra edildiğini de kabul eder. Ancak, Ehl-i Sünnet, bu tatbikatın Hz. Ömer´in meseleye müdahale edip yasağı ta´mim etmesiyle son bulduğunu ve Hz. Ömer´e hiçbir sahabinin itiraz etmediğini, böylece mut´anın haram olduğu hususunda icma hasıl olduğunu da kabul eder.
Şia ile Ehl-i Sünnet, hadis anlayışında farklıdır. Aradaki ayrılık temelde bundan kaynaklanır. Şöyle ki:
1) Ehl-i Sünnet sahabe arasında hiçbir ayırım yapmadan hepsinin rivayetini makbul addederken, Şia Al-i Beyt´e mensup çok az sayıda sahabenin rivayetini kabul eder, diğerlerini reddeder.
2) Ravi meselesindeki tefrikleri sahabe tabakasında kalmaz, sahabeden sonra gelen tabiin ve etbauttabiin gibi diğer ravi tabakalarında da ayırım devam eder. Sahabeden sonraki ravilerdeki ayırım, ravinin makbul olabilmesi için ravide aradıkları şartlardan ileri gelir. Gerçi Ehl-i Sünnet de her raviden hadis almaz, ravinin mü´min, dindar, doğru sözlü mürüvvet sahibi vs. olmasını şart koşar. Şia da benzer vasıfları şart koşar. Ama “mü´min” deyince, ravinin İmamiye-İsnaaşeriye mezhebinden olmasını kasteder. Yani ravide aranan şart objektif olmaktan çok subjektif bir hal alır[125]. Halbuki Ehl-i Sünnet, ravinin “mü´min olması gerekir” derken, bununla İslam´ın iman esaslarını dil ile ikrar kalp ile tasdiki kasteder, başka bir kayıt koymaz. Hatta Ehl-i Sünnet´ten olmasını da şart koşmaz. Diyanet ve sıdk vasıflarını taşıyan Şiî ravilerden de hadis alır. Şia ise, değil Ehl-i Sünnet isnaaşere dışında kalan, Şiî mezheplerine mensup kimselerden bile hadis kabul etmez.
3) Şiîlere göre, hadis, masum imamların söz, fiil ve takrirleridir.[126] Bir rivayetin hadis olabilmesi için mutlaka masum addettikleri bir imama ulaşması şarttır. Ona ulaşmadan gelen sözler hadis değildir, makbul değildir. Bu sebeple Şiîlerin hadis kitapları hep, masum olduğuna inandıkları imamların sözleriyle doludur. Resulullah´a nisbet edilen hadisler pek nadirdir.Hemen şunu belirtelim ki, masum imam inancı, Ehl-i Sünnet´te yoktur. Ne Kur´an, ne de sahih hadisler böyle bir akideye yer vermez, bu Şia´ya mahsus bir inançtır. Ehl-i Sünnet İsmet´i yani her çeşit hata ve günahtan korunmuş olma halini sadece peygamberlere tanır. Peygamberler dışında hiç kimse ismet sahibi yani günahsız ve hatasız olamaz, Allah namına hüküm beyan edemez.
Şu halde Ehl-i Sünnet ile Şia arasında bir kısım farklar, objektiflik, subjektiflik noktasında başlar. Ehl-i Sünnet Kur´an ve hadiste gelen objektif kıstaslarla hareket eder. Şia subjektiviteyi esas alır, aklı ve sağduyuyu tatmin etmeyen bir kısım peşin kabullerden hareket eder. Kur´an´la ilgili açıklamalarda olsun, Kur´an´da olmayan meselelerin zuhurunda koyacağı hükümde olsun Ehl-i Sünnet hep sünnete dayanmayı esas aldığı halde, sahabileri reddetmesi sebebiyle Resulullah´ın hadislerinden kendini mahrum bırakan Şia, ortadaki boşluğu masum imamla doldurmayı denemiş, Hıristiyanlıktaki kilise müessesesi gibi bir masum imam otoritesi kabul etmek zorunda kalmıştır. Bu yüzden onlar masum imamın sözlerine, fiillerine ve takrirlerine sünnet demeye mecbur olmuşlardır. İşin içerisine siyasî taassup ve garazkâr muhalefet de girince, yukarıda kadettiğimiz örneklerde görüldüğü üzere, mut´a meselesinde kendiliğinden bir ayrılık ve kemikleşme ortaya çıkmıştır. Ashab´ı reddetme, kendi mezheplerinden olmayanları mü´min saymama ve Hz. Ömer buğzunu her şeyin üstünde tutma gibi bazı prensipler, onları objektiviteden uzaklaştırmış, birçok sahih rivayetlerden mahrum bırakmış, ölçülerinden geçen ve fakat işlerine gelmeyen rivayetleri de keyfî te´villere sevkederek hatalı sonuçlara atmıştır. Nitekim mut´a nikahının Hayber Seferi sırasında yasaklandığına dair Hz. Ali´den gelen rivayeti “takiyye” diye nasıl te´vil ettiklerini gördük.
Ehl-i Sünnet ulemasının uydurma veya çok zayıf addettiği bir kısım rivayetler vardır ki, Şiî kaynaklarında masum imamlardan sünnet olarak rivayet edilmektedir. Kadın üzerine gelen birkaç örnek kaydediyoruz.
Ebu Ca´fer kadınlar hakkında şöyle demiştir: “Kadınlarla hususi şekilde istişare etmeyin. Yakınlar hakkında onları dinlemeyin. Şurası muhakkak ki, kadın yaşlanınca onun iki yarısının da hayrı gider ve iki yarısının şerri kalır. Güzelliği gider, dili keskinleşir, rahmi kısırlaşır. Erkek ise, yaşlanınca iki yarısının da şerri gider, her iki tarafının hayrı baki kalır. Aklı sabitleşir, re´yi sağlamlaşır, cehaleti azalır.”(190)
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) harbe çıkmayı irade edince kadınlarını çağırır, onlarla istişare eder, sonra onlara muhalefet ederdi.”(191)
“Ebu Abdillah demiştir ki: “Kadınlarla istişareden kaçının. Zira onlarda za´f ve acz ve düşüklük vardır.”(192)
“Emîru´l-Mü´minîn (Hz. Ali): “Kadınlara muhalefette bereket var” demiştir.”(193)
Ebu Abdillah demiştir ki: “Mü´min kadın, siyah öküzdeki benek mesabesindedir (sayıca azdır).” (194)
“Kadınlar arasında salih olanlar iki kanadı da beyaz olan karga gibidir (yani yok gibidir).” (195) [127]
DİPNOTLAR
(1) Fıkıh açısından “had cezası”nı gerektiren zinadan başka olarak, bu zinaya zemin hazırlayıcı davranışlarda hadislerde zina olarak tavsif edilmiş ve “el”in, “dil”in, “göz”ün, “kulak”ın zinasından bahsedilmiştir. (Buhari, İsti´zan 12, Kader 9; Müslim, kader 20).
(2) İbnu´l-Arabî, Ahkamu´l-Kur´an 3, 1311; Cessas, Ahkamu´l-Kuran 5, 92.
(3) Küleynî, Füru 5, 364; Kumî, Menla 3, 297; Tusî, Tehzib 7, 240.
(4) el-Müttaki el-Hindî, Kenzu´l-Ummâl, 16, 328.
(5) Abdurrezzak, Musannaf 6, 195.
(6) İbnu Hazm, Muhalla 11, 24; İbnu Mace, Nikah 15.
(7) Abdurrezzak, a.g.e., 6, 198-199.
8) Dârakutnî, Sünen 3, 229.
(9) Abdurrezzak 6, 197, ibnu Mâce´nin rivayetinde bu tavsif merfudur (Hz. Peygamber´in sözü). Sünen, Nikah 15.
(10) Darakutni 3, 229.
(11) Abdurrezzak, 6, 196.
(12) A.g.e., 6, 197. Dul kadın nikah işlerinde bakire gibi değildir. Velinin izni fıkhen bakireler hakkındadır.
(13) Buharî, Nikah 50; Nesâî, Nikâh 72; Tirmizî, Nikâh 6; İbnu Mâce, Nikah 20.
(14) İmam Malik, el-Müdevvene 2, 194.
(15) A.g.e., aynı sayfa
(16) A.g.e., aynı sayfa.
(17) Dârekutnî, Sünen 3, 228; İbnu Mâce, Nikâh 15.
(18) Dârekutnî, Sünen 3, 228.
(19) Fetvâyı Kadıhan, 1, 331.
(20) Zürkani, Şerhu Muvatta, Mısır 1962, 4, 45.
(21) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari, Mısır 1959, 11, 70.
(22) Aynî, Umde 17, 246.
(23) Nevevî, Şerhu Muslim 9, 182.
(24) Ayni a.g.e., 17, 246.
(25) Kasani, Bedai 2, 272-273; Şerbîni, el-Muğnî 3, 142.
(26) İbnu Sad 1, 199.
(27) İbadetlerle ilgili tarihi gelişmeyi ve değişik safhaları Tahiru´l-Mevlevi merhum Müslümanlıkta İbadet Tarihi adlı eserinde göstermiştir (İstanbul 1963, 2 Baskı).
(28) Buhari, Fezailu´l-Kur´an 6.
(29) İbnu Sa´d, et-Tabakatü´l-Kübra, Beyrut 1960, 1, 263.
(30) Amidi, el-İhkam, 4, 142.
(31) Buhari, Nikah 36; ebu Davud, Talak 33.
(32) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari, 11, 88.(33) Geri kalan beş çeşit nikaha gelince:
1- İstibza nikahı: Daha asaletli bir nesil elde etmek gayesiyle, erkeğin hanımını, hayız halinden çıkınca, hamile kalması için bir başka erkeğe göndermesidir. Kadın hamile kalıncaya kadar, kocası ona temasta bulunmazdı.
2- Bedel Nikahı: Bu, iki erkeğin hanımlarını karşılıklı olarak değiştirmesidir.
3- Hıdn Nikahı: Bu, kadınların gizlice dost edinmeleri şeklinde hasıl olan nikahtır. Kur´an-ı
Kerim bu çeşit haram münasebete temas eder (Nisa 25, Maide 5).
4- Fahişeliği meslek yapan ve bunu kapısına diktiği bayrakla ilan eden kadınların nikahı: Çocuk sahibi olduğu takdirde kendisine temas eden erkekleri toplar, getirilen bir kaif´in hükmüyle onlardan biri baba tayin edilirdi.
5- On kişiden az bir grup, kadınla, sırayla temasta bulunur, hamilelik halinde kadın bunları çağırır, en ziyade hoşuna gideni baba ilan eder, erkek buna itiraz edemezdi.
(34) Müslim, Nikah 11, (1404).
(35) Nevevî, Şerhu Müslim 9, 181.
(36) Beyhâki, es-Sünenü´l-Kübra 7, 207. İleride görüleceği üzere İbnu Hibban bunu Resulullah´ın sözü olarak kaydeder.
(37) Tahavi Şerhu Meani´l-Asar, 3, 24; Nesaî, Nikah 71.
(38) Beyhakî, a.g.e., 7, 205.
(39) Tirmizî, Nikah 28.
(40) Nevevî, Şerhu Muslim 9, 182.
(41) Beyhaki a.g.e., 7, 205.
(42) Hattabi, Mealimü´s-Sünen (Ebu Davud´un hamisinde basılmıştır, Humus 1393/1973. Birinci Tab), 2, 559.
(43) İbnu Hazım´ın rivayetinde bu sarahat mevcuttur (s. 179).
(44) Tirmizî, Nikah 28, (1122, 4).
(45) Mübarekfuri, Tuhfetu´l-Ahvezî 4, 269.
(46) Tahavi, a.g.e., 3,24.
(47) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 11, 78.
(48) Razi, Tefsir 10, 49.
(49) Müslim Hac 213, Nikah 7.
(50) Müslim, Nkah 16; Bkz. Dârakutnî, a.g.e., 3, 242.
(51) F.B., 11, 78.
(52) Tahavi a.g.e., 3, 26.
(53) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari, 11, 78.
(54) ibnu´l Arabî, Arızatü´l-ahvazi 5, 51.
(55) Buhari, Nikah 31,
(56) Müslim, Nikah 19, Nesai, Nikah 71.
(57) Müslim Nikah 21.
(58) Tahavî a.g.e., 3, 26.
(59) Müslim, Nikah 29; Nesai, Nikah 71.
(60) Müslim, Nikah 31.
(61) Beyhaki a.g.e., 7, 207.
(62) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 11, 74.
(63) İbnu Hazım, a.g.e., s. 178.
(64) Müslim´de Sebre´den gelen sekiz rivayetten beşi (Nikah 20, 22, 23, 25, 26. hadisler) sarih olarak yasağın fetih gününde olduğunu belirtir, diğer üçünde (19,21, 24. hadisler) yer belirtmeksizin yasaklama zikreder.
(65) Müslim, Nikah 29, (1407).
(66) Müslim, Nikah 18.
(67) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari11, 73.
(68) Bkz. Nevevî, Şerhu Müslim 9, 181.
(69) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 11, 73.
(70) İbnu Hibban, a.g.e., 6, 178.(71) A.e., 11, 73-74.
(72) Ebu Davud, Nikah 13.
(73) Bkz. İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 11, 74; Nevevi, Şerhu Müslim 9, 180.
(74) ibnu Hacer, Fethu´l-Bari 11, 74.
(75) Nevevî, Şerh-u Müslim 9, 179.
(76) A.e., 9, 181.
(77) Nevevî, Şerh-u Müslim 9, 179.
(78) Zürkani a.g.e., 4, 48.
(79) ibnu Hibban, Sahih 6, 178.
(80) İbnu´l-Arabî, Arızatu´l ahvazi 5, 48.
(81) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 11, 78.
(82) İbnu Hazm, el-Muhalla 11, 141.
(83) İbnu Hazım Ebu Bekr Muhammed el-Hemedani, Kitabu´l-İ´tibar fi Beyani´n-Nasih ve´l-Mensuh, Humus, 1386/1966, s. 177.
(84) Ayni, Umdetü´l-Kari 17, 246.
(85) Tahavi, a.g.e., 3, 24-25.
(86) Darakutni, 3, 259.
(87) Msuslim, Hacc, 162; Tahavi, a.g.e., 3, 26.
(88) Beyhaki, a.g.e., 7, 207.
(89) Beyhaki a.g.e., 7, 202.
(90) Tahavi, a.g.e., 3, 25.
(91) Heysemi, Mecmau´z-Zevaid 4, 265.
(92) Beyhaki, a.g.e., 7, 207.
(93) Daha önce Hz. Ali ile ilgili rivayetlerde kaydettiğmiz ürzere, Abdullah´ın tarizde bulunduğu bu zat İbnu Abbas olabilir.
(94) Müslim, Nikah 27.
(95) Nevevî, Şerhu Müslim, 9, 188.
(96) Aynî, umde 17, 246.
(97) İbnu Mace, Nikah 44.
(98) Muvatta, Nikah 41.
(99) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 11, 76.
(100) A.e., 11, 77.
(101) İbnu Hazm, el-Muhalla 11, 141.
(102) Cessas, Ahkamu´l-Kur´an 5, 92.
(103) İbnu´l-Arabî, Ahkamu´l-Kur´an 3, 1311. İbnu´l-Arabinin bu üslubunu başka bazı meselede olduğu üzere Hanefilere karşı taşıdığı taassupla izah edebiliriz.
(104) İbnu´l-Arabî, Arızatu´l-Ahvazi 5, 49.
(105) Bu mevzuda daha geniş bilgi ve kaynaklar için Hz. Peygamber´in Sünnetinde Terbiye adlı kitabımız görülmelidir (s. 330-333).
(106) Şah Abdülaziz, Tuhfe 228.
(107) A.e., aynı sayfa.
(108) Şah Abdulaziz, a.g.e., 229-230.
(109) Tusi, Tehzib 7, 249-250.
(110) Kasani, Bedai 2, 273.
(111) Söylediğimiz hususa en güzel örneği Muhammed el-Hüseyn, Aslu´ş-Şia ve Usulüna adlı eserde vermektedir (s. 93-116).
(112) Zürkani, Şerhu Muvatta 4, 47; Hattâbi, a.g.e., 2, 558.
(113) Tahavi, a.g.e., 3, 27.
(114) Buhari, Nikah 31.
(115) İbnu Hacer, Fethu´l Bari 11, 77.
(116) A.e., aynı sayfa.
(117) Zürkani a.g.e., 4, 36.
(118) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 11, 74.
(119) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 11, 77. Onun rivayet ettiği hadisler yukarıda kaydettiğimiz çeşitten mensuh hadisler olmalıdır.
(120) Bahari, Nikah 31. Bab.
(121) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 11, 70.
(122) Nevevî, Şerhu Müslim 9, 182.
(123) Tahavi, a.g.e., 3, 27.
(124) Nevevî Şerhu Müslim 9, 182; Zürkani, Şerhu Muvatta 4, 47.
(125) Münavi, Feyzu´l-Kadir 1, 227.
(126) Nevevî a.g.e, 9, 182; Zürkâni a.g.e, 4, 47; Aynî a.g.e., 17, 246; İbnu Hacer, Fethu´l-Bari, 11, 78.
(127) Şah Abdülaziz, Gulam Hakim ed-Dehlevi Muhtasaru Tuhfeti´l-İsna Aşeriyye, s. 227 228.
(128) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 13, 110.
(129) Buharî, İlim.
(130) İbnu Kesir, Tefsir, 3, 143.
(131) Hakim en Neysaburi, el-Müstedrek, Haydarabad-Deken 1335, 2, 227.
(132) Nesâî, Sehv 17.
(133) Tirmizî, Feraiz 10; İbnu Mace, Feraiz 4, Ebu Davud Feraiz 5. Ashabın birbirlerinden şahid istemeleri yalancılık ithamından ileri gelmez. Meselenin mahiyetini Kütüb-i Sitte Muhtasarı adlı kitabımızda genişçe açıkladık (1. cilt 58-60).
(134) Buhari, İsti´zan 13; Tirmizî, isti´zan 3; Muvatta İsti´zan 3.
(135) Buharî, Tıbb 30.
(136) Muvatta, Zekat 42; Şafii, er-Risale, Beyrut, Tarihsiz, s. 240.
(137) İbnu Sa´d, et-Tabakatü´l-Kübra 4, 21-22.
(138) Müslim,Kasame 39, Dehlevi, el-İnsaf´ta başka örnekler de kaydeder.
(139) İmam Şafii hazretleri er-Risalesi´nde haber-i vahidle ihticac babından bu meseleye birçok örnek kaydeder. Orada topluca görmek mümkündür. Mezkur bab 401-471 sayfaları arasında yer alır. er-Risale Ahmed Muhammed Şakir merhum tarafından tahkik edildiği için rivayetlerin yaknağı bulunabilmektedir.
(140) Müsnedu Ahmed İbnu Hanbel 1, 2.
(141) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 13, 268, Zürkani, Şerhu´l-Muvatta, Mısır, 1962, 5, 411.
(142) Şafii, Risale s. 422.
(143) İbnu Mace, Talak 15.
(144) Şâtıbî, el-Muvafakat 4, 23.
(145) Mesela Tûsi´nin Tehzibu´l-ahkam´ında 32 sayfalık 57, 240-272 arası); İstibsar´da 14 sayfa (3, 141, 155 arası); Kuleynî´nin Fürû´da 20 sayfa (5, 448-468 arası) rivayet hep mut´a nikahı üzerinedir.
(146) Küleynî, el-Fürû 5, 455.
(147) Tusi İstibsar 3, 151; Küleynî, Fürû 5, 455.
(148) Tusi, İstibsar 3, 515; Küleynî, Fürû 5, 455.
(149) Tusi, İstibsar 3, 147, 151; Furû 5, 460.
(150) Tusi, İstibsar 3, 147.
(151) Tusi, İstibsar 3, 149.
(152) Tusi, İstibsar 3, 149; Küleynî, fürû 5, 457.
(153) Azimabadi, Avnu´l-Mabud 11, 306. Fetâvâyı Kadıhan 1, 334.
(154) Kuleynî, Furû 5, 387.
(155) Tusi, İstibsar, 148-149.
(156) Kuleyni, Furu 5, 452.
(157) Kumi, Men la yahdarahu´l Fakih 3, 296.
(158) Kuleyni, Furu 45, 460.
(159) Tusi, İstibsar 3, 143.
(160) Tusi, İstibsar 3, 142, 168.
(161) İstibsar 3, 143; Menla 3, 292. Zevatu´l-Ezvac tabiri ibare yönüyle “kocaları olan kadınlar” manasını ifade eder ise de, rivayetin metninde, yukarıda kaydettiğimiz manada açıklanır: “Dedim ki: Zevatü´l-Ezvac ne demektir Dedi ki: Sünnete uygun olmayan bir tarzda boşanan kadınlardır.”
(162) Tusi, Tehzibu´l-Ahkam 7, 453, 454.
(163) A.g.e, 7, 252.
(164) Kuleyni Furu 5, 462.
(165) Tusi, İstibsar 3, 143.
(166) A.e., 3, 142.
(167) İstibsar, 3, 144.
(168) Kumi, Men la Yahdarahu´l-Fakih 3, 296.
(169) Kuleyni, Furu 5 455.
(170) Tusi, Tehzib 7, 252.
(171) Kuleyni, Furu s. 462; Tusi İstibsar 3, 152.
(172) Tusi, Tehzibu´l-Ahkam 7, 250-251.
(173) Kuleyni Furu 5, 453.
(174) A.e. aynı sayfa.
(175) Tusi, İstibsar 3; Tehzibu´l Ahkam 7, 251.
(176) Tusi, İstibsar 3,142.
(177) Tusi, Tehzib 7, 251-252.
(178) Tusi, İstibsar 3, 143.
(179) Kumi, Men la 3, 292.
(180) A.e. 3, 298.
(181) Kuleyni, Furu 5, 393.
(182) Tusi, İstibsar 3, 145.
(183) Kuleyni, Furu mine´l-Ahkam 5, 465.
(184) Kumi, Men la Yahdarahu´l-Fakih 3, 297.
(185) A.e, 3, 295.
(186) A.e., 3, 295.
(187) Tusi, İstibsar 3, 142.
(188) A.e. 3, 298.
(189) Tusi, Tehzib 7, 249-250.
(190) Kumi, Men la 3 298.
(191) Kumi, a.g.e., 3, 299. Kadınlarla İstişare meselesini ayrı bir makalede inceledik (Sur dergisi, Şubat 1987, sayı 131).
(192) Kuleyni, Furu 5, 517.
(193) A.e., 5, 518.
(194) A.e., 5, 515.
(195) A.e., 5, 515.
İSTİFADE EDİLEN KAYNAKLAR
Abdu´l-Vehhab Abdullatif, el-Mutasar min Mustalahatı Ehli´l-Eser min Ehli´s-Sünne ve´ş-Şi´a ve´l-imamiyye Ve´z-Zeydiyye, 5. baskı Kahire, 1966.Abdurrezzak İbnu Muhammed es-San´ani (v. 211).
Musannafu Abd´r-Rezzak, Beyrut (Ofset), 1970.Ahmed ibnu Hanbel (v. 241)
Müsnedu Ahmedi´bni Hanbel, 1313. Kahre (baskısından ofset). Beyrut, tarihsiz.
Amidi, Seyfuddin Ebu´l-Hasen Ali İbnu Ebi Ali (v. 631), el-İhkam fi Usuli´l-Ahkam Kahire, 1968/1387.
Azimabadi-Ebu´t-Tayyib Muhammed Şemsü´l-Hakk, Tahkik: Abdurrahman Muhammed Osman, Avnu´l-Ma´bud Şerhu Süneni Ebi Davud, Medine, 1968.Ayni-Bedru´d-Din Ebu Muhammed Mahmud İbnu Ahmed (v. 855) , Umdetü´l-Kârî Şerhu Sahihi´l-Buhari, 1348 (baskısından ofset, Beyrut).Beyhaki Ebu Bekr Ahmed ibnu´l-Huseyn (v. 958), es-Sünenü´l-Kübra Haydarabad Deken 1353.Buharî, Ebi Abdillah Muhammed İbnu İsmail (sv. 256) el-Ebedi´l-Müfred, Kahire, 1379.Canan İbrahim, Hz. Peygmaberin Sünnetinde Terbiye; 1979, Ankara.Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Şerhi, Ankara 1988.Cessas, Ebu Bekir Ahmed İbnu Ali (v. 370), Ahkamu´l-Kur´an Kahire, tarihsiz.Darakutnî, Ali İbnu Ömer (v. 358), es-Sünen Kahire, 1386/1966.Dehlevi, Şah Veliyyullah Ahmed İbnu Abdurrahim (v. 176) el-İnsaf fi beyan-ı Sebebi´l-İhtilaf fi´l-Ahkami´l-Fıkhiyye Kahire, 1398.Fetevayı Hindiyye (Bir Heyet tarafından hazırlanmıştır). 3. tab, Bulak 1310 baskısından ofset 1973.Fetevayı Kadıhan (fetavayı Hindiye ile basılmıştır).Hakim, Ebu Abdillah Hakim en-Neysaburi (v. 405), el-Müstedrek Ala´s-Sahihayn, Haydarabad-Deken, 1335.Hattâbî, Ebu Süleyman Ahmed İbnu Muhammed (v. 388), Mealimu´s-Sünen, Humus 1393/ 1973, Birinci Tab.Heysemi, Nureddin Ali ibnu Ebi Bekr (v. 807), Mecma´u´z-Zevaid, Beyrut, 1967.İbnu´l-Arabi, Ebu Bekr (v. 543), Ahkamu´l-Kur´an, Kahire, 1968.İbnu Hacer, Ahmed İbnu Ali el-Askalani (v. 852) Fethu´l-Bari, Mısır, 1959.İbnu Hazım, el Hemedani; Ebu Bekr Muhammed İbnu Musa (v. 584) Kitabu´l-İtibar fi Beyanı Nasih ve´l-Mensuh, Humus, 1386/1966.İbnu Hazm, Ebu Muhammed Ali İbnu Ahmed (v. 456), el-Muhalla, Tahkik: Hasan Zeydan Talebe Mısır.İbnu Hibban, Ebu Hatim Muammed İbnu Hibban el-Bustî, Sahihu İbnu Hibban Beyrut 1987.İbnu Kesir, İmamuddin Ebu´l Fida (v. 774), Tefsiru´l-Kur´ani´l-Azim Beyrut, 1966.İbnu Mace-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Yezid el-Kazvini (v. 275), Sünenü İbni Mace, Kahire 1952, Tahkik; Muhammed Fuad Abdulbaki.İbnu Sa´d-Ebu Abdillah Muhammed (v. 230), et-Tabakatu´l-Kübra, Beyrut, 1960.Kasani, Alauddin Ebu Bekr İbnu Mes´ud (v. 587), Bedai´u´s-Sanai fi Tertibi´ş-Şerai, Beyrut 1974/1394.Malik İbnu Enes (v. 179), el-Müdevvenetü´l-Kübra Naşir: el-Hac Muhammed Efendi Beyrut (1323 Mısır baskısından) ofset.
el-Mübarekfuri-Ebu´l-Ali Muhammed Abdurrahman İbnu Abdirrahim (v. 1353). Tuhfetu´l-Ahvazi bi-Şerhi Cami´t-Tirmizî, Kahire, 1963.el-Muttaki, Alaeddin Ali, Kenzu´l-Ummal, (v. 975), Haleb, 1969.Münavi-Şemsü´d-Din Muhammed Zeynü´d-Din Abdurrauf (v. 1031), Feyzu´l-Kadir Şerhu´l-Cami´i´s-Sağir, Beyrut, 1972.Müslim-Ebu´l-Hüseyin Müslim İbnu´l-Haccac el-Kuşeyri en-Neysaburi (v. 261) Sahihu Muslim Tahkik: Muhammed Fuad Abdul´l-Baki Kahire, 1955.en-Nesai-Ebu Abdirrahman Ahmed İbnu Ali İbni Şuayb (v. 303), es-Sünen, Kahire 1930.en-Nevevî-Muhyi´d-Din Ebu Zekeriyya Yahya (v. 677), Şerhu Muslim, Mısır, Tarihsiz.er-Razi-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Ömer İbni Hüseyn (v. 606), et-Tefsiru´l-Kebir, Naşiri: Abdurrahman Muhammed, Kahire, tarihsiz.Şafii, Muhammed İbnu İdris (v. 204), er-Risale, Tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Beyrut, tarihsiz.Şah Abdülaziz, Gulam Hakim ed-Dehlevi, Muhtasaru´t-Tuhfetu´l-İsna Aşeriyye, İstanbul 1976/1396.eş-Şatıbi-Ebu İshak İbrahim İbnu Musa (v. 790), el-Muvafakat fi Usuli´l-Ahkam, Kahire, 1969, Tahkik: Muhammed Muhyi´d-Din Abdu´l-Hamid.Şerbini Muhammed eş-Şerbinî, Muğni´l-Muhtaç, Mısır 1958/1377.Tahavî Ebu Ca´fer Ahmed İbnu Muhammed (v. 321), Şerhu Me´ani´l-Asar Kahire, 1387/1968.Tahiru´l-Mevlevî, Müslümanlıkta İbadet Tarihi, İstanbul, 1963.Tirmizî, Ebu İsa Muhammed İbnu İsa İbni Sevre (v. 279), Sünenü´t-Tirmizî, Humus, 1966.Zürkani-Ebu Abdillah Muhammed İbnu Abdilbaki İbnu Yusuf (v. 1122), Şerhu´l-Muvatta Kahire 1961.ŞİÎ KAYNAKLARAmili, Zeynü´d-Din İbnu Ali İbni Ahmed (v. 965), er-Ri´aye fi ilm-i´d-Diraye, Kum, 1408.Kahpani, Zekiyyü´d-Din Mevla İnayetullah İbnu Ali, Mecma´u´r-Rical, Kum, Tahrihsiz.Küleyni Ebu Ca´fer Muhammed İbnu Yakub (ö. 329), el-Furu Mine´l-Kafi, Tahran, 1391.Kumi, Ebu Cafer es-Sadık, Men La Yahdarahu´l-Fakih, Tahran, 1390, 5. Tab.Muhammed el-Hüseyn Al-i Kaşifu´l-Gıta, Aslu´ş-Şi´a ve Üsuluha, 4. Tab, Beyrut, 1982-1402.Muhammed Şirazi, el-Mesailu´l-İslamiye, Tarihsiz, Yersiz.Tusi, Ebu Ca´fer Muhammed İbnu´l-Hasen, (v. 460), el-İstibsar fima´htulife Mine´l-Ahbar, Tahran, 1390, 3. Tab.Tusi, Ebu Ca´fer Muhammed İbnu´l-Hasen, (v. 460). Tezihbu´l-Ahkam fî Şerhi´l-Mukni´a, Tahran, 1390, 3. Tab.
İKİNCİ FASIL
VELİLER VE ŞÂHİDLER
ـ5652 ـ1ـ عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: أيُّمَا امْرَأةٍ نَكَحَتْ بِغَيْرِ إذْنِ وَلِيِّهَا فإنَّ نِكَاحَهَا بِاطَلٌ، ثَثَ مَرَّاتٍ. وَإنْ دَخَلَ بِهَا فَالْمَهْرُ لَهَا بِمَا اسْتَحَلَّ مِنْ فَرْجِهَا. فإنِ اشْتَجَرُوا فَالسُّلْطَانُ وَلِيُّ مَنْ َ وَلِيَّ لَهُ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
1. (5652)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Hangi kadın velisinin izni olmaksızın nikahlanırsa onun nikahı batıldır!” buyurdular ve bunu üç kere tekrar ettiler. Devamla:
“Eğer kocası zifaf yaptıysa, kadının fercinden helal addetmiş olması sebebiyle mehir kadınındır. Eğer (veliler) ihtilafa düşerlerse, sultan, velisi olmayanların velisidir.” [Ebu Davud, Nikah 20, (2083); Tirmizî, Nikah 14, (1102).][128]
ـ5653 ـ2ـ وفي رواية لهما، عن أبى موسى رَضِيَ اللّهُ عَنه: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَالَ َ نِكَاحَ إَّ بِوَلِيٍّ[.والمراد »بِاشْتِجار« هنا المنع من العقد دون المشاحة في السَّبَق إليه .
2. (5653)- Yine Ebu Davud ve Tirmizî´de Ebu Musa (radıyallahu anh)´ dan gelen bir rivayette: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Velisiz nikah yoktur!” demiştir. [Tirmizî, Nikah 14, (1101); Ebu Davud, Nikah 20, (2085).][129]
AÇIKLAMA:
1- Veli, Hanefîlere göre, hür ve mükellef olmak şartıyla, tertibe göre asabedir, sonra anne, sonra zevil-erham -yakınlık tertibiyle- sonra mevla´lmüvalat, en sonda da kadı gelir.
Bunların herbiri teferruatı gerektiren ayrı bir mevzu teşkil eder. Sadece baba tarafından akrabayı ifade eden ve birinci derecede velayet hakkına sahip olan asabeyi açıklayacağız.[130]
Asabe veraset ve hacb tertibi üzere şu dört mertebeye ayrılır:
1) Fürû, yani oğullar ve ilanihaye oğulların oğulları ve bunların erkek torunları.
2) Usul, yani babalar, babaların ilanihaye babaları, dedeleri.
3) Cüz´i eb yani anababa bir erkek kardeşler, baba bir erkek kardeşler ve bunların bu tertib üzere ilanihaye oğulları.
4) Cüz´i ced yani anababa bir amcalar, baba bir amcalar ve bunların bu tertip üzere ilanihaye oğulları.
2- Hadis, nikahta kadın için velinin iznini şart koşarken, “hangi kadın olursa…” diyerek bütün kadınları buna dahil etmiş, hiçbirini müstesna kılmamıştır.
3- Hadiste, velilerin nikaha izin verip vermeme hususundaki ihtilaf durumlarına temas edilmektedir. Yani buradaki ihtilaf eşit seviyedeki velilerden birinin daha önce akde izin vermesinden gelen ihtilaf değildir. Çünkü bu durumda önceki akid esas alınır. Ayrıca, dereceleri farklı olan velilerin ihtilafı da mevzubahis olamaz. Çünkü kim akdemse söz onundur, yetki onundur.
4- Sultan, velisi olmayanın velisidir ibaresi hukuken veliye muhtaç olanların himayesinde mühim bir prensiptir. Hadiste, velilerin ihtilafı sebebiyle kadının evlenmeme durumunda veya kadının evlenmesini önleyecek bir ihtilaf durumunda o velilerin kadın üzerindeki velayetleri yok sayılır ve velayet hakkı sultana -ve onun temsilcisi kadıya- geçer demektir. Alimler: “Veli, kadını evlendirmekten imtina ederse, kadının velisi yok hükmündedir. Böylece sultan onun velisi olur” derler. Bu açıklama, normal şartlarda velisi olan kadına devletin müdahale edemeyeceğini, kişilerin velayet hakkını elinden alamayacağını ifade eder.
5- Nikahın sıhhati için veli şart mıdır, değil midir mevzuunda ulema ihtilaf etmiştir. Cumhur, şart olduğunu söylemiştir. İbnu´l-Münzir´in: “Bu meselede sahabeden tek kişinin farklı düşündüğünü bilmiyorum” dediği nakledilmiştir. Ancak Hanefîler, veliyi şart koşmamıştır. Onlar İbnu Abbas´tan gelen “Dul kendi nefsine velisinden ehaktır” hadisi ile “Kız kendi nefsine velisinden ehaktır” gibi rivayetlere dayanmışlardır.
Bazı alimler, hadisin kadına hak tanıyıp kendi meselesinde ehak kıldığını, kadının izin ve rızası olmadan velinin onu evlendirme hakkı olmadığını söylemiştir .
En doğrusu, evlenme hadisesini sadece kadını ilgilendiren bir hadise olarak görmeyip, kadının yakınlarını da ilgilendiren bir hadise olduğunu kabul etmektir. Nitekim -mevzuun başında belirttiğimiz üzere- velinin izni meselesi sadece hadislerde gelmemiş, bizzat ayet-i kerimede de yerini almıştır. Cumhur da bunun gereğinde ısrar etmiştir. Velinin rızası, ilerde çıkacak problemlerde kadının himaye bulmasında avantajlar sağlar.[131]
ـ5654 ـ3ـ وعن سَمُرَة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أيُّمَا اِمْرَأةٍ زَوَّجَهَا وَلِيَّانِ فهِى لِ‘وَّلِ مِنْهُمَا. وَأيُّمَا رَجُلٍ بَاعَ بَيْعاً مِنْ رَجُلَيْنِ فَهُوَ لِلْ‘وَّلِ مِنْهُمَا[. أخرجه أصحاب السنن .
3. (5654)- Hz. Semüre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Hangi kadını, (seviyesi eşit) iki veli (iki ayrı şahsa) nikahlamışsa, kadın o iki veliden önce davranana aittir. Kim iki kişiye bir şey satmışsa, o satılan şey birinci kimseye aittir.” [Ebu Davud, Nikah 22, (2088); Tirmizî, Nikah 19, (1110); Nesâî, Büyû 96, (7, 314).][132]
AÇIKLAMA:
Bir kadını, seviyece eşit olan iki veli ayrı ayrı şahıslara nikahla vermiş olması halinde, bunlardan hangisi daha önce nikahladığını delillendirebilirse veya onun evvelliği hususunda her ikisi de tasdikte bulunursa, öncekinin akdi sahih olur. İkisi de aynı anda vukua gelmişse veya hangisinin önce davrandığı bilinemezse, her iki akid de batıl olur.
Keza satış için de hüküm aynıdır: Hak, sabıkın (önce davrananın)dır. Aynı anda akid yapmışlar veya hangisinin önce yaptığı bilinmezse o zaman akid batıl olur. [133]
ـ5655 ـ4ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أيُّمَا عَبْدٍ تَزَوَّجَ بِغَيْرِ إذْنِ مَوَالِيهِ عَاهِرٌ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
4. (5655)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Hangi köle, efendilerinin izni olmadan evlenirse zanidir.” [Ebu Davud, Nikah 17, (2078); Tirmizî, Nikah 20, (1111, 1112).][134]
ـ5656 ـ5ـ وعن ابن عبّاس رَضِيَ اللّهُ عَنهما: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَالَ ا‘يِّمُ أحَقُّ بِنَفْسِهَا مِنْ وَلِيِّهَا. والْبِكْرُ تُسْتَأذَنُ في نَفْسِهَا، وَإذْنُهَا صَُمَاتُهَا[. أخرجه الستة إ البخاري .
5. (5656)- Hz. İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Dul nefsine velisinden ehaktır. Bakireden nefsi hususunda izin alınır, onun izni sükutudur.” [Müslim, Nikah 66, (1421); Muvatta, Nikah 4, (2, 524); Tirmizî, Nikah 12, (1108); Ebu Davud, Nikah 26, (2098); Nesâî, Nikah 31, 32, (6, 84).][135]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen eyyim kelimesinin buradaki manasında ulema ihtilaf etmiştir. Hicaz uleması ve büyük çoğunluğu ile fukaha bundan murad “dul”dur demiştir. Delil olarak bir başka rivayette eyyim kelimesinin seyyib (dul) kelimesi ile açıklanmış olarak geldiğini ve ayrıca bakire kelimesinin mukabili olarak kullanıldığını, lügat olarak da çoğunlukla seyyib manasında kullanıldığını göstermişlerdir. Diğer taraftan Kûfeliler ve Züfer rahimehullah: “Burada eyyim, bekâr veya dul, kocası olmayan her kadındır, esasen onun lügat açısından gereği de budur” demişlerdir. Kelimeye verilen bu manadan çıkan şu tabii sonuca hükmetmişlerdir: “Büluğa eren her kadın kendi nefsine velisinden ehaktır, kendisi için yaptığı akid sahih nikahtır.” Şa´bî ve Zührî de böyle hükmetmişlerdir. Onlara göre, “Veli nikahın sıhhati için gerekli olan rükünlerden biri değil, nikahı tamamlayıcı unsurlardan biridir.”
Evzâî, Ebu Yusuf ve İmam Muhammed “Nikahın sıhati velinin iznine bağlıdır” demişlerdir.
el-Kadi der ki: “Velisinden ehaktır” tabiri üzerinde de ihtilaf ettiler: “Yalnız izne mi ehaktır, yoksa izne ve nefsi üzerine akde mi ehaktır Cumhur nazarında sadece izne ehaktır, sonuncular nazarında her ikisine de ehaktır.” Resulullah´ın “kendi nefsine ehaktır” sözü lafz yönüyle Ebu Hanife ve Davud-u Zahirî´nin dediği üzere, akid vs. her şeyde velisinden ehaktır manasında olması muhtemeldir. Keza dulun, razı olmaya ehak olması da muhtemeldir. Yani, bakirenin hilafına iznini konuşarak söylemedikçe evlenmemeye de ehaktır. Lakin, Aleyhissalâtu vesselâm´ın, nikahın sıhhati için velinin şart olduğuna delalet eden diğer hadislerle birlikte “Velisiz nikah yoktur” sözünün sıhhati sebebiyle ikinci ihtimal taayyün eder. Öyleyse buradaki ehakk kelimesi müşareke ifade etmektedir. Manası şudur: “Nikahta onun nefsi için bir hakkı var, velisinin de bir hakkı var. Ancak kadının hakkı velinin hakkından tekidlidir. Zira velisi onu bir dengiyle evlendirmek istese, o da imtina etse, veli izin vermeye icbar edilir. Kadın bir dengi ile evlenmek istese, veli buna imtina etse, veli izin vermeye icbar edilir, veli direnirse, kadını kadı evlendirir. Bu durum kadının hakkının tekidli olduğuna ve üstünlüğüne delildir.” (Nevevî)
2- Hadiste, “Bakirenin sükutu onun iznidir” denmiştir. Yani bakire sarih bir izin vermeye muhtaç değildir, aksine sadece sükutu izin yerine geçer, ondaki haya bu meselede konuşmasına manidir.
Nevevî: “Hadisin zahiri âmmdır, hükmü bütün kızlara ve bütün velilere şamildir, sükutu da mutlak olarak kâfidir, sahih olan da budur. Ancak ashabımız olan (Şafiîlerden) bazıları: “Eğer velisi babası veya dedesi ise, kızın iznini sormaları müstehabtır. İşte bu sormaya kızın sükutu, yeterli bir izindir. Velisi babadan ve dededen başkası ise kızın konuşması şarttır. Zira kız baba ve dededen, başkalarına nazaran daha çok utanır. Cumhurun benimsediği sahih görüşe göre, hadisin âmm olması kızda hayanın bulunması sebebiyle sükut bütün veliler için yeterlidir. “Dul”a gelince, onun konuşması gerektiği hususunda ihtilaf yoktur. Velisi baba olmuş başkası olmuş farketmez. Çünkü erkeklerle mümaresesi sebebiyle, ondaki haya, kemalini kaybetmiştir. Dulun bekareti sahih veya fasid nikahla veya şüpheli vaty veya zina ile izale olmuş farketmez. Bekareti hoplama sebebiyle veya parmakla veya uzun müddet kalmakla izale olmuş bulunsa veya dübüründen vaty olunsa, esah kavle göre o da “dul” hükmündedir, ancak “bakire hükmündedir” diyen de olmuştur.”[136]
ـ5657 ـ6ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ
# َ تُنْكَحُ ا‘يِّمُ حَتّى تُسْتَأمَرَ، وََ الْبِكْرُ حتّى تُسْتَأذَنَ. قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّهِ كَيْفَ إذْنُهَا قَالَ أنْ تَسْكُتَ[. أخرجه الخمسة .
6. (5657)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Dul kadın kendisiyle istişare edilmeden nikahlanamaz, bakire de izni sorulmadan nikahlanamaz” buyurmuşlardı. Ashabı sordu:
“Ey Allah´ın Resulü! Onun izni nasıl olur ”
“Sükut etmesiyle!” buyurdular.” [Buharî, Nikah 41, Hiyel 3; Müslim, Nikah 64, (1419); Tirmizî, Nikah 17, 18, (1107, 1109); Ebu Davud, Nikah 24, (2092, 2093); Nesâî, Nikah 33, (6, 85).][137]
AÇIKLAMA önceki hadiste yapıldı.[138]
ـ5658 ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنهما: ]أنَّ جَارِيَةً بِكْراً ذكَرَتْ لِرَسُولِ اللّهِ # أنَّ أبَاهَا زَوَّجَهَا وَهىَ كََارِهَةٌ. فَخَيّرَهَا رَسولُ اللّهِ #[. أخرجه أبو داود .
7. (5658)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Bakire bir kız, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek, kendisi istemediği halde, babasının evlendirdiğini söyledi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), (bu nikahı) kabul edip etmemede kızı muhayyer bıraktı.” [Ebu Davud, Nikah 25, (2096).][139]
AÇIKLAMA:
Hadiste, babanın, bakire kızını, kızın istemediği kimseye zorla nikahlamasının haram olduğuna delalet var. Bu babaya haram olunca, diğer velilere evleviyetle haramdır.
* Hanefîler, bu hadise dayanarak, babanın kızı evlenmeye icbar etmesinin caiz olmadığına hükmetmiştir.
* İmam Şafii, Ahmed ve İshak ise babanın büluğa ermiş bakire kızını evlenmeye icbar edebileceğine hükmetmişlerdir. Onlar bu hükme giderken “Dul, kendi nefsine veliden ehaktır” hadisinin mefhumuna dayanmışlardır. Zira derler, hadis şu manaya delalet eder: “Bakire, dulun aksinedir ve veli ona ehaktır.” Hadisinin mefhumuna dayanmışlardır. “Zira derler, hadiste şu manaya delalet var: “Bakire, dulun aksinedir ve veli ona ehaktır.”
Bu istidlali zayıf bulanlar, zaafını belirten açıklamalar kaydederler. Mevzuyu uzatmaya gerek görmüyoruz.[140]
ـ5659 ـ8ـ وعن عائشةَ رَضِيَ اللّهُ عَنها: ]أنَّ فَتَاةً قَالَتْ، يَعْنِى لِلنَّبِىِّ # إنَّ أبِى زَوَّجَنِى مِنْ اِبْنِ أخِيهِ لِيَرْفَعَ بِى خَسِيسَتَهُ، وأنَا كَارِهَةٌ. فَأرْسَلَ النَّبِيُّ # الى أبِيهَا، فَجَاءَ، فَجَعَلَ ا‘مْرُ إلَيْهَا. فَقَالَتْ يَا رَسُولَ اللّهِ: إنِّى قَدْ أجَزْتُ مَا صَنَعَ أبِى، وَلَكِنْ أرَدْتُ أنْ أُعْلِمَ النِّسَاءَ أنَّ لَيْسَ لِŒبَاءِ مِنَ ا‘مْرِ شَىْءٌ[. أخرجه النسائي.»ليرفَع بي خسيستهُ« الخساسة: الدناءة، والخسيسة: الحالة التي يكون عليها الخسيس، وهو الدنئ: أى ليرفعه بى .
8. (5659)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Bir genç kız Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek: “Babam beni kendisinin oğluna nikahladı, ta ki benimle onun alçaklığını gidersin. Ama ben istemiyorum” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, babasına adam göndererek getirtti ve evlenme işini kıza bıraktı. Bunun üzerine kız: “Ey Allah´ın Resulü! Ben şimdi, babamın yaptığına izin verdim. Esasen ben kadınlara bu meselede babalara (icbar) yetkisi olmadığını göstermek istedim!” dedi.” [Nesaî, Nikah 36, (6, 87); İbnu Mace, Nikah 12, (1874).][141]
ـ5660 ـ9ـ وعن ابنِ عُمَر رَضِيَ اللّهُ عَنهما قالَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: آمِرُوا النِّسَاءَ في بَنَاتِهِنَّ[. أخرجه أبو داود، وا‘مْرُ بِذلِكَ لِسْتجاب .
9. (5660)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kızları hakkında kadınlarla istişare edin!” [Ebu Davud, Nikah 24, (2095).][142]
AÇIKLAMA:
Hadis, kızların evlendirilmelerinde anneleriyle istişare etmeyi emretmektedir. Alimler bu emri vücuba değil, istihbaba hamletmişlerdir. Alimler, bu davranışın kadınların gönüllerini almaya yönelik olduğunu, kadınlarla ülfet ve samimiyetin artmasını sağlayacağını, annenin rızası olmadığı takdirde karıkoca arasına soğukluk gireceğini, zira kızların, annelerine babalarından çok meylettiklerini, annelerinin sözünü dinlemeye daha çok arzulu olduklarını, ayrıca kızda, annenin bilip babanın bilemeyeceği nikahın gerektirdiği hakkı yerine getirmeye mani bir sebep veya nikahı münasip kılmayacak bir illet olabileceğini, dolayısıyla bütün bu sayılan maslahatlar için babanın anneyle konuşmasının faydalı olacağını belirtirler. Aksi takdirde, kızın evlendirilmesinde meşru veli babadır, anne değil.[143]
* KÜFÜVLÜK (DENKLİK)
ـ5661 ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا خَطَبَ إلَيْكُمْ مَنْ تَرْضَوْنَ دِينَهُ وَخَلُقَهُ فَزَوِّجُوهُ، إَّ تَفْعَلُوهُ تَكُنْ فِتْنَةٌ في ا‘رْضِ وَفَسَادَ عَرِيض[. أخرجه الترمذي .
1. (5661)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Dini ve ahlâkı sizi memnun eden birisi kız talep ederse onu evlendirin. Böyle yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve geniş bir fesad çıkar.” [Tirmizî, Nikah 3, (1084).][144]
AÇIKLAMA:
Hadis: “Sizden birisi kızını veya bir yakınınızı evlenmek üzere isterse…” demektir. Hadis diyanet ve ahlak yönüyle takdir edilip beğenileni tercih etmeyi tavsiye etmektedir. Nitekim hadisin sonunda “Böyle yapmazsanız…” ifadesiyle “kızı diyanet ve ahlak yönüyle beğendiğinize vermeyip para, mal ve mevki yönüyle hoşunuza giden birini beklerseniz…” denmek istemiştir. Bu bekleyişten hasıl olacak fitne fesad çeşitlidir. Gayrımeşru ilişkiler ve zina yaygınlaşır, bekâr kızların sayısı artar, evlenme yaşı gecikir, yaşlı evlenmelerin birkısım mahzurları vardır; geçimsizlik, daha az sayıda çocuk yapma vs. gibi.
Tîbî der ki: “Hadiste, İmam Maik´e delil var. Zira o; “Küfüvlükte sadece din aranmalıdır” diye hükmetmiştir.”
Cumhur şöyle der: “Küfüvlükte dört şeye müracaat edilir: Diyanet, hürriyet, neseb ve sanat. Dolayısıyla Müslüman kız kâfir erkekle evlenemez. Saliha da fasıkla evlenemez; hür kadın da köle ile evlenemez; nesebi meşhur olan kadın, tanınmamış bir erkekle evlenemez; tacirin kızı veya güzel bir mesleği olan kimsenin kızı kötü veya mekruh bir meslek sahibi ile evlenemez. Her halukârda, kadın veya velisi küfüvlük olmadığı halde rıza gösterip nikah yaparlarsa nikah akdi sahih olur” (Mirkat´tan).[145]
ـ5662 ـ2ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]حَجَمَ أبُو هِنْدٍ رَسُولَ اللّهِ # في يَافُوخِهِ فَسَمِعْتُهُ يَقُولُ: يَا بَنِى بَيَاضَةَ أنْكِحُوا أبَا هِنْدٍ وَانْكِحُوا إلَيْهِ. وَقَالَ: إنْ كَانَ في شَىْءٍ مِمَّا تَدَاوَوْنَ بِهِ خَيْرٌ فَالْحِجَامَةُ[. أخرجه أبو داود .
2. (5662)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ebu Hind, Resulullah´ı bıngıldak kısmından hacamat etmişti. Aleyhissalâtu vesselâm:”
Ey Benî Beyâza, Ebu Hind´i evlendirin, onunla evlenin!” buyurdu ve şunu ilave etti: “Eğer tedavi için başvurduğunuz şeylerin birinde hayır varsa bu hacamattır.” [Ebu Davud, Nikah 27, (2102).][146]
AÇIKLAMA:
Ebu Hind, Benî Beyâza´nın azadlısıdır, neseb itibariyle onlardan değildir. Azadlısı bir yabancı olmasına rağmen Aleyhissalâtu vesselâm´ın Beyazoğullarına: “Bunu evlendirin, onunla evlenin!” emretmesi evlilikte denklik (veya küfüvlük) için sadece “diyanet”i şart koşan Malikîlere bir delil olmaktadır. İbnu Ömer, İbnu Mes´ud ve tabiinden Muhammed İbnu Sîrin´in de bu meselede diyaneti esas aldıkları nakledilmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi ulema, çoğunluk itibariyle, evlenmede aranan karı koca arasındaki “denklik” için dört şart ileri sürmüştür: Din, hürriyet, neseb, sanat. Bazıları, bunlara ilaveten ayıplardan, kusurlardan selamet ile zenginliği de zikrederek altıya çıkarmışlardır.
Cumhur, denklikte nesebe itibar etmiştir. Ebu Hanife: “Kureyş birbirine küfüvdür, Araplar da birbirlerine küfüvdürler. Hiçbir Arap Kureyş´e küfüv değildir. Nasıl ki Arap olmayanın hiçbiri Arab´a küfüv değilse” demiştir.
Süfyan Sevrî: “Bir azadlı, Arap kızıyla evlenirse nikahı feshedilir” demiştir. Bir rivayette Ahmed İbnu Hanbel de böyle söylemiştir.
Şafii hazretleri mutavassıt bir görüşle, “Küfüv olmayanların nikahı haram değildir” der. Buna dayanarak Şafiiler, denk biriyle evlenmenin ve evlendirmenin kızın ve velisinin hakkı olduğunu, onlar kendi rızalarıyla bu haklarından vazgeçerlerse kimsenin itiraza hakkı olmayacağını belirtirler (Muğni´l-Muhtaç).
Alimlerin ittifak ettiği husus, diyanet denkliğinin aranmasıdır. Çünkü Kur´an´da mü´minlerin müşriklerle evlenmemesi emredilmiştir Öyle ise dini denklilikten hiç kimse vazgeçemez, bu takdirde nikah sahih olmaz.
* Burada şunu da belirtelim ki, denklik meselesinde neseb şartı ile ilgili sahih hadis yoktur. Bezzar´da Hz. Muaz´dan merfu olarak rivayet edilmiş olan “Arap Araplara, mevaliler mevalilere denktir” hadisi hem zayıftır, hem de sahih senedle sünnete aykırıdır. Çünkü Hz. Peygamber Kureyşî olan Fatıma Bintu Kays´ı azadlısının oğlu Üsame´ye teklif etmiştir (Sahiheyn). Abdurrahman İbnu Avf´ın kızkardeşi Hale, Hz. Ebu Bekir´in azadlısı Bilal´in nikahı altında idi. Resulullah´ın halasının kızı Zeyneb Bintu Cahş´ı, Aleyhissalâtu vesselâm azadlısı Zeyd´e nikahlamıştı. Ebu Huzeyfe (radıyallahu anh), azadlısı Salim´i kardeşi Velid İbnu Utbe´nin kızıyla evlendirmişti. Sahiheyn´de el-Mikdad İbnu Amr´ın, Kureyşî olan Zıbaba Bintu Zübeyr İbni Abdilmuttalib ile evlendiği belirtilir. Halbuki Mikdad Kureyşî değildir, haliftir, Mekke´ye hariçten gelmiş birisidir. Örnekler daha da çoğaltılabilir.
Şu halde neseb şartı, içtimâî çevrenin insanlar üzerinde tesis edeceği bazı müessir alışkanlıklar, örfler, âdetler sebebiyle karıkoca arasındaki uyuşma, dirlik ve ahenk nokta-i nazarından medar-ı bahs edilmiş bir şart olarak değerlendirilmelidir. Yukarıda sünnette rastlanan örnekler hep Mekke-Medine muhitinde uzun müddet yaşayıp mahallî örfü temessül ederek ayniyet kazanmış kimselerle ilgili. Bu sebeple alimlerin neseb meselesine yer vermiş olmaları bu çerçevede değerlendirilmelidir.[147]
ـ5663 ـ3ـ وعن بُرَيْدَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ أحْسَابَ أهْلَ الدُّنْيَا الّذِى يَذْهَبُونَ إلَيْهِ الْمَالُ[. أخرجه النسائي .
3. (5663)- Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Dünya ehlinin değer verdiği, peşinden koştuğu şey maldır.” [Nesâî, Nikah 9, (6, 64).][148]
AÇIKLAMA:
Haseb, baba yoluyla veya insanların mefahirden saydıkları şeyler sebebiyle elde edilen şeref, itibar manasına gelir. en-Nihaye´de bazılarının “sadece baba yoluyla sahip olduğu şerefe haseb” dediğini, bazılarının ise “kişi babası olmasa da haseb ve kerem sahibi olabilir” dediğini kaydeder. Sadedinde olduğumuz hadiste dünya ehli için itibar edilen, kendisiyle şeref kazanılan, bu sebeple peşinden gidilen şeyin mal olduğu belirtilmekte, malı olana, kötü hallere sahip biri bile olsa kendisine itibar edileceği, değer verileceği belirtilmektedir. İslam, kişinin hasebini, diyanet ve takva gibi Allah nezdinde muteber olan hasletlerin teşkil etmesi gereğini tedris etmiştir. Ayet-i kerimede, Allah nezdinde, en muttakinin en değerli olduğu beyan edilmiştir.[149]
ـ5664 ـ4ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها: ]أنَّ أبَا حُذَيْفَةَ بْنَ عُتْبَ بْنِ رَبِيعَةَ ابْنِ عَبْدِ شَمْسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه، وَكَانَ مِمَّا شَهِدَ بَدْراً تَبَنَّى سَالِماً وَأنْكَحَهُ ابْنَةَ أخِيهِ هِنْداً بِنْتَ الْوَلِيدِ ابْنِ عُتْبَةَ بْنِ رَبِيعَةَ، وَهُوَ مَوْلَى ‘مْرَأةٍ مِنَ ا‘نْصَارِ كَمَا تَبَنَّى رَسُولُ اللّهِ # زَيْداً رَضِيَ اللّهُ عَنه، وَكَانَ مَنْ تَبَنَّى رَجًُ في الْجَاهِلِيَّةِ دَعَاهُ النَّاسُ إلَيْهِ، فَوَرِثَ مِنْ مِيرَاثِهِ حَتّى نَزَلَ قَوْلُهُ سُبْحَانَهُ وَتَعالى: اُدْعُوهُمْ َبَائِهِمْ[. أخرجه البخاري والنسائي .
4. (5664)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ebu Huzeyfe İbnu Utbe İbni Rebia İbni Abdi Şems (radıyallahu anh) -ki bu zat Bedir Gazvesi´ne katılmıştı- Salim´i evlat edinmiş ve kardeşinin kızı Hind Bintu´l-Velid İbni Utbe İbni Rebia ile evlendirmişti. Salim ise, ensardan bir kadının azadlısı idi. Nitekim, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da Zeyd (radıyallahu anh)´i evlat edinmişti. Cahiliye devrinde kim bir adam evlat edinirse, halk bu adamı evlat edinen kimseye nisbet ederek çağırırdı. O, ayrıca yeni babasına varis de olurdu. Bu tatbikat Rab Teala´nın şu kavl-i şerifleri nazil oluncaya kadar devam etti. (Mealen); “Onları kendi babalarına nisbet edin. Allah katında doğru olan budur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, zaten onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır…” (Ahzab 5). [Buharî, Nikah 15, Megazi 11; Nesai, Nikah 8, (6, 63-64); Ebu Davud, Nikah 10, (2061).][150]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, İslam´ın evlilik ve akrabalık anlayışlarına giren kıymetli düsturlar ihtiva etmektedir. Şöyle ki:
* Bu hadiste, yukarıda 5662 numaralı hadisin izahında da yer verdiğimiz üzere evlenecek kız ve erkek arasında aranan denklik meselesinde, köle asıllı biri ile asaletli birinin evlenebileceği esasına güzel bir örnek var: Azad edilmiş bir köle olan Salim ile asaletli bir kadın olan Ebu Huzeyfe´nin yeğeni Hind Bintu´l-Velid evlenmiştir.
* Hadiste geçen ikinci mühim bir mesele evlatlık meselesi. Cahiliye devrinde, evlat edinme ile bir nevi hakiki evlatlık tesis edilmekte, bu yolda kazanılan evlatlar, her hususta üvey babanın oğlu muamelesini göstermektedir. İslam bunu tadil etmiş, hakiki evlatla sonradan edinilen evladın bir olmayacağı prensibini getirmiştir.[151]
Hükmî Ve Hakiki Akrabalık[152]
İslam dini, insanlar arasında içtimâî bağları artırıp kuvvetlendirmek maksadıyla vazedilmiş olan birkısım sun´î ve hükmî akrabalık müesseselerine temelde karşı çıkmaz, bilakis taraftar olur. Bu sebeple İslam beldelerinde, halen, kan bağına dayanmayan çok farklı akrabalık bağlarına, yakınlık telakkilerine rastlanır, kirvelik, sağdıçlık, hısımlık, ahiret kardeşliği gibi.
Kan bağına dayanmayan akrabalık müesseselerine cahiliye devri A-raplarında da rastlanmaktadır. Evlat edinme, ataka, müvâlat, civar[153] gibi müesseseler bunlardandır. Bu müesseseleri bidayette aynen benimseyen Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) İslam´ın kuvvetlenmesinde bunlardan istifade cihetine de gitmiştir. Nitekim, hicreti müteakip vazedilen muâhat (kardeşleme) müessesesi bunun en güzel örneğidir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bilhassa Mekke´den hicret eden muhacirler ile, Medineli ensar arasında kardeşleşme tesis ederek her Mekkeliye bir Medineliyi kardeş ilan etmişti. Bu kardeşlik bağına o kadar fazla ehemmiyet ve ciddiyet kazandırmıştı ki, ölüm halinde birbirlerine varis olabiliyorlardı.
Kur´an-ı Kerim´deki اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ “İnananlar kardeştir” hükmü ise inananlar arasında tesis edilmiş bulunan bir hükmî akrabalıktan başka bir şey değildir.
İşte gerek cahiliyye devrinden intikal eden, gerek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in tesis ettiği ve gerekse vahiy yoluyla tesis edilmiş olan “hükmî akrabalık”ların Kur´an-ı Kerim´de tanzim edilerek bazı esaslara bağlandığına, miras, evlenme gibi mühim mevzularda “kan”a ve “akide”ye dayanan bağların tesis ettiği “hakiki” yakınlıklarla, insanların telakki ve kararlarına dayanan bağların tesis ettiği “hükmî” yakınlıkların tefrik edildiğine şahit olmaktayız:
“(Kan sebebiyle) akraba olanlar miras hususunda, Allah´ın Kitabı´nda birbirlerine, mü´minler ve muhacirlerden daha yakındırlar” (Ahzab 6) mealindeki ayet, bu mevzudaki vahiylerden biridir.
Kur´an-ı Kerim´de ehemmiyetlerine binaen “usul”e giren yakınların “hakiki” olanlarının bizzat tavsif edilerek “hükmî” olanlardan tefrik edildiğini görürüz.[154]
Hakiki Anne:
Bir çocuk için en mühim unsur ve yakın “anne” olduğuna göre, bununla alâkalı açıklama ile mevzuya girebiliriz: Sosyolojik açıdan bakınca, cemiyetten cemiyete farklı sebep ve şartlara müstenid, değişik “anne”lere rastlamak mümkündür. Kur´an-ı Kerim´in bir kısım mühim emirlere ve teşriata menşe kıldığı “hakiki anne” ile örfen “anne” tesmiye edilen kadının belirtilmesi kaçınılmaz bir zarurettir. Kur´an´da her ikisi de zıharla ilgili olan iki ayette ele alınmıştır. “İçinizde kadınlarını zıhar yapanlar (annelerine benzeterek haram sayanlar) bilsinler ki, karıları anneleri değildir. Anneleri, ancak, onları doğuranlardır” (Mücadele 2, Ahzab 4).[155]
Hakiki Baba:
Aynen anne gibi, baba da pek çok ciddi ve mühim Kur´anî hükümlerin sebebidir. Keza muhtelif cemiyetlerde mevcut olan hükmî “baba”larla “hakiki baba”ların tefrik edilmesi bu hükümler açısından ehemmiyet kazanmaktadır.
Kur´an-ı Kerim, bu mevzuyu bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´le alâkalı olarak ele almış ve vuzuha kavuşturmuştur: Hadis, tefsir, siyer gibi her çeşit İslamî kaynaklarda görüldüğü üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kölesi Zeyd İbnu Harise´yi: “Şahit olun, Zeyd benim oğlumdur, bana varis olacak, ben de ona varis olacağım” diyerek azad etmiş ve evladlık edinmişti. Bu vak´adan sonra Zeyd hep “Zeyd İbnu Muhammed” yani Muhammed´in oğlu Zeyd diye çağrılır olmuştu. Teferruatı, bizim mevzumuz açısından fazla ehemmiyet taşımayan bazı hadiseler ve bunları takip eden yanlış anlamalar üzerine, Cenab-ı Hak inzal buyurduğu bir ayetle durumu tavzih edip, yanlışlıkları önlemiştir: “Muhammed içinizden herhangi bir erkeğin babası değildir” (Ahzab 40).
Bu ayet, daha vazıh bir şekilde, Zeyd´le Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) arasında mevcut hükmî karabet sebebiyle Zeyd´in ve halkın Hz. Peygambere “baba” tabirini izafe etmelerinin, kan bağından gelen hakiki “baba-evlad” bağını tesis etmediğini açıklamış oldu. Zira Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in kendisine “baba” diye hitap edecek yaşta erkek çocuğu olmamıştır. Erkek olarak sadece Zeyd “baba” diye hitap etmiş, bu ayetle onun da “hükmî” babalıktan öte geçmediği belirtilmiştir. Bu kanunun başka vahiylerle daha da açıklığa kavuşturulacağını göreceğiz:[156]
Hakiki Evlad:
Yukardaki bahsi tamamlayan bir husus da “hakiki evlad”la “hükmî evlad” arasının tefrik edilmesiyle alâkalı vahiydir. Kur´an bu meseleye Ahzab suresinde temas ederek: (Allah) evladlıklarınızı da öz oğullarınız gibi saymanızı meşru kılmamıştır. Bunlar sizin dillerinize doladığınız boş sözlerinizdir. Allah gerçeği söylemiştir, doğru yola O eriştirir. Evladlıkları babalarına nisbet ederek çağırın, bu Allah katında daha doğrudur. Eğer babalarının kim olduğunu bilmiyorsanız, o takdirde onları dinde kardeşleriniz ve dostlarınız (mevaliniz) kabul edin” (Ahzab 4-5) buyurmuştur.
Rivayetler, bu ayet gelinceye kadar Zeyd İbnu Harise´ye Ashab´ın (radıyallahu anhüm) “Zeyd İbnu Muhammed” diye hitap ettiğini, bundan sonra, o tesmiyeden vazgeçildiğini belirtir. Ayet-i kerimenin nüzul sebebi olarak da bu tesmiye kaydedilir. Ebu Huzeyfe´nin mevlası Salim de aynen Zeyd (radıyallahu anhümâ)´in durumunda idi. Salim İbnu Ebi Huzeyfe diye çağırılıyor ve hakiki evlad muamelesi görüyordu. Yukardaki ayet inince, aile içerisine ihtilatı problem olmuş ve Ebu Huzeyfe´nin hanımı Sehle, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e başvurmuştur.
Görüldüğü üzere, vahiy evlatlıkların öz evlat tutulmalarını yasaklamakla kalmaz, onların nasıl isimlendirileceklerini de tesbit eder ki vahiyde yeralan bu ve diğer teferruat mevzunun taşıdığı ehemmiyeti ifade eder.
Aile ve akrabaların tarif ve tayini meselesinde anne, baba ve evladın kimler olduğu açıklık kazandıktan sonra bunlara bağlı olan diğerleri kendiliğinden anlaşılır.[157]
Kan Bağı Ve İman Bağı:
Akrabalık meselesinde Kur´an´ın nazar-ı dikkate arzettiği bir hususu daha belirtmede fayda var. Kur´an-ı Kerim´e göre, akrabalık bağının kamil manada gerçekleşmesi iman birliğine bağlıdır. Bu olmadığı takdirde arada gerçek akrabalık ve dostluk bağı teessüs etmez, mü´min kimse mü´min olmayan hakkında -oğlu veya babası bile olsa- Allah´tan mağfiret bile dileyemez.
Bu mevzuda Kur´an´da yer alan pek çok ayetten Hz. Nuh ve oğlu, Hz. İbrahim ve babası ile alâkalı olarak gelen birkaç ayeti hatırlatmak yeterlidir.
Hz. Nuh, oğlunun gemiye binmeyerek boğulanlar arasında kalması üzerine, karaya indikten sonra
“Ey Rabbim! Oğlum da benim ailemdendir. Senin va´din haktır…” diyerek mağfiretini talep eder. Ancak Cenab-ı Hak:
Meâlen “O senin ehlinden sayılmaz, çünkü kötü bir iş işlemiştir, öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme” cevabını verir (Hud 45-46)
Keza babası için istiğfarda bulunan Hz. İbrahim de babasının “Allah´ ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan yüz çevirir”.
Şu ayet, mü´minlere mutlak bir şekilde kâfirlerden dost edinmemeyi emreder:
“Ey iman edenler! Mü´minleri bırakıp kafirleri dost edinmeyin. Allah´ın aleyhinize apaçık bir ferman vermesini mi istiyorsunuz ” (Nisa 144).
Şu gelecek ayet, kan yönüyle en yakın olanın bile “dost edinmeyin” yasağına girdiğini sarih olarak ifade eder:
“Ey iman edenler! Babalarınızı, kardeşlerinizi, -küfrü imana tercih ediyorlarsa- dost edinmeyin. Sizden kim dost edinirse onlar zalimlerin ta kendileridir” (Tevbe 23).
Demek oluyor ki, inançlar ve dinî yaşayışlar birbirlerine zıd olunca kan yakınlığı fazla bir mana taşımıyor. Hz. Nuh´un inanmayan öz oğlunun O´nun ehlinden olmadığını ilan eden ayet-i kerimeye, hiçbir kan bağı olmayan Selman-ı Farisî´yi Ehl-i Beyt-i Nebevi´den sayan hadis-i şerifi ilave edebiliriz. Gerçek akrabalığın teşekkülü için kan bağının yetersizliği sebebiyle, İslam dini, -hısım ve akrabalık derecesi ne olursa olsun- farklı dine mensub olanların birbirlerine varis olmalarını yasaklamıştır. İslam´-da akrabalık telakkisinin, sosyolojik yönden kavranabilmesi için, yukarda kaydettiğimiz durumların ve mirasla ilgili bu kaydın bilinmesi gerekir.
Mümin olmayanlara “mağfiret dileğinde” bulunmanın bile yasaklanması ile alâkalı örneği bizzat Hz. Peygamber´le ilgili olarak gelen ayetlerden kaydedeceğiz: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) meşhur münafık Abdullah İbnu Übey ölünce, çok samimi bir Müslüman olan oğlunun ricası üzerine, Hz. Ömer´in itirazına rağmen, gömleğini kefen olarak verip namazını kıldırmış ve Münafikun suresinin altıncı ayetine atıfta bulunarak “Allah onlar hakkında istiğfar edip etmemekte beni serbest bıraktı” diyerek istiğfar etmeye devam edeceğini ifade etmişti. Arkadan gelen vahiy: “Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarının başında da durma” (Tebve 84) diyerek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´i şiddetle bundan menetti.
Yeri gelmişken kaydedelim ki, fukaha, ehl-i zimmenin (gayr-i müslim vatandaş) meskenlerinin Müslümanların meskenlerinde, ilk bakışta tefrik edici bir alâmet taşıması şartını koşarken gerekçe olarak: “Dilencilere gelip, yanlışlıkla kapılarında durup mağfiret duasında bulunmasınlar” demişlerdir.[158]
ـ5665 ـ5ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يَنْكِحُ الزَّانِى الْمَجْلُودُ إَّ مِثْلَهُ[. أخرجه أبو داود .
5. (5665)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Celde ile cezalandırılmış zani kimse ancak kendisi gibi biriyle evlenebilir.” [Ebu Davud, Nikah 5, (2052).][159]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisi, alimlerimizin bir kısmı zahiri üzere anlayarak: “Kadının, zani olduğu ortaya çıkan bir erkekle evlenmesi haramdır” diye hükmetmiştir. Hadiste geçen meclud yani dövülmüşlük vasfı, çoğunluğa göre yapılan bir tavsiftir. Çünkü, kişi hakkında zina suçunun sübutu celde tatbikine yani dövülmesine bağlıdır. Zani muhsan olduğu takdirde recm cezası esas ise de, muhsan olmayana celde tatbik edilir. Hadiste muhsan olmayan zani kastedilmiş olmalıdır.
Alimler, yasağın erkek hakkında da cari olduğunu, ona da aynı şekilde zaniye bir kadınla evlenmenin haram kılınmış olduğunu belirtirler.
Hadis bu zahirî hükmü ile şu ayete muvafık düşmektedir. (Mealen): “Zina eden erkek, zina eden veya müşrik bir kadından başkasıyla evlenemez. Zina eden kadını da, zina eden veya müşrik bir erkekten başkası nikah altına alamaz. Böyle bir evlilik mü´minlere haram kılınmıştır” (Nur 3).
Ne var ki, alimlerimizin ekseriyeti, ayet ve hadisi zahiri ile anlamamış, başkaca te´villere tabi tutmuşlardır. Hadiste geçen “evlenmez” tabirini rağbet göstermez şeklinde anlamıştır. Bu durumda hadisin manası: “Celde tatbik edilen zani, kendisi gibi olan kadına rağbet duyar, ilgi gösterir, keza zaniye de kendisi gibi zani olan erkeğe rağbet gösterir, onunla evlenmek ister” olur. Yani ayet ve hadis, zani ve zaniyenin kendileri gibi olanlarla evlenmeyi arzu edeceklerini haber vermiş olmaktadır. Halbuki gerek ayet ve gerek hadis, zahiriyle, zani ve zaniyelerle evlenmeyi yasaklamaktadır, onların arzularını mücerred bir ihbar da kılmamaktadır.
2- Münzirî mealini kaydettiğimiz ayetin anlaşılmasında ulemanın beş farklı görüş ileri sürdüğünü belirtir:
1) Bir kısmı: “Ayet mensuhtur!” demiştir. Said İbnu´l-Müseyyeb bu görüştedir. Şafiî hazretleri de bu görüşü iltizam etmiştir. Bu ayeti, “Dullarınızı evlendirin” (Nur 32) ayetinin neshettiğini söylemişlerdir. “Çünkü derler, zaniye de eyâma´lmüslimîne (Müslümanların dullarına) dahildirler.” Alimler, çoğunluk itibariyle bu manadan hareket ederek, “Kim bir kadınla zina yaparsa, o kimse bu kadınla evlenebilir, bir başkası da o kadınla evlenebilir” demiştir.
2) Bir kısım alimler: “Burada nikahın manası vaty (temas)dır. Öyleyse ayetten murad: “Zaninin fi´line ancak kendisi gibi bir zaniye veya bir müşrike rıza gösterir ve zinayı haram bilmeyerek onun istediği şeye iştirak eder” demiştir. Ayette geçen “Böyle bir evlilik mü´minlere haram kılınmıştır” ibaresi “Allah´ın emirlerine uyup nehiylerinden kaçan kamil manadaki mü´minler”i ifade eder” diye değerlendirilmiştir.
3) Bir kısım alimler: “Celde uygulanan zani, celde uygulanan bir zaniye veya müşrike ile evlenir, keza zaniye de böyle bir zani ile evlenir” demiştir.
4) Bir kısım alimler: “Bu ayet, erkeğin zinadan kazandığından kendisine infak etmesi şartıyla evlendiği kadınla ilgilidir” demiştir. Bunlar ayetin böyle bir hadise ile ilgili olarak nazil olmasını kendilerine delil yaparlar. Nitekim Mersed İbnu Ebi´l-Mersed el-Ganevî, zina ile şöhret yapmış Anâk ile evlenmek için Resulullah´tan izin istediği vakit mezkur ayet nazil olmuş, Resulullah da bunun üzerine izin vermemiştir.
5) Bazılarına göre, ayet, zaniyenin iffetliye iffetlinin de zaniyeye nikahlanmasını haram kılmada âmmdır.[160]
ÜÇÜNCÜ BAB
NİKÂHIN MANİLERİ
(İki fasıldır.)
*
BİRİNCİ FASIL
MÜEBBED HARAMLIK
ـ5666 ـ1ـ عن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]حَرُمَ مِنَ النَّسَبِ سَبْعٌ، وَمِنَ الصَّهْرِ سَبْعٌ؛ ثُمَّ قَرَأ: حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ أُمَّهَاتُكُمْ اŒية[. أخرجه البخاري .
1. (5666)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´dan nakledildiğine göre: “Nesebten yedi, sıhriyetten de yedi kişi haram edilmiştir” demiş ve şu ayeti okumuştur. (Mealen): “Size şu kadınları nikahlamak haram kılındı: Anneleriniz, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeşlerinizin kızları, kızkardeşlerinizin kızları, sizi emzirmiş olan süt anneleriniz, süt kardeşleriniz, hanımlarınızın anneleri, aranızdan zifaf geçmiş olan kadınlarınızdan doğan üvey kızlarınız. Eğer zifaf geçmemişse onların kızlarını nikahlamakta size günah yoktur. Öz oğullarınızın hanımlarını nikahlamanız ve iki kızkardeşi birden nikahınız altına almanız da size haram kılındı..” (Nisa 23). [Buharî, Nikah 24.][161]
ـ5667 ـ2ـ وعن عَمْرُو بنُ شُعَيْب عَنْ أبيه عن جدّه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أيُّمَا رَجُلٍ نَكََحَ امْرَأةً فَدَخَلَ بِهَا فََ يَحِلُّ لَهُ نِكَاحُ ابْنَتِهَا، وَإنْ لَمْ يَكُنْ دَخَلَ بِهَا فَلْيَنْكِحِ ابْنَتَهَا، وَأيُّمَا رَجُلٍ نَكََحَ امْرَأةً فَََ يَحِلُّ لَهُ أنْ يَنْكِحَ أُمَّهَا دَخَلَ بِهَا أوْ لَمْ يَدْخُلْ[. أخرجه الترمذي .
2. (5667)- Amr İbnu Şuayb an ebihi an ceddihi anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bir erkek bir kadınla nikah yapar ve temasta bulunursa, artık o kadının kızını nikahlaması ona helal olmaz. Eğer kadına temas etmemişse kızını nikahlayabilir. Bir erkek bir kadını nikahlarsa, kadına temas etmiş olsa da olmasa da kadının annesiyle artık nikahlanamaz.” [Tirmizî, Nikah 25, (1117).][162]
ـ5668 ـ3ـ وعن علي رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]َ تَحْرُمُ اُمَّهَاتُ النِّسَاءِ إَّ بِانْضِمَامِ الْوَطْءِ الى الْعَقْدِ في اِبْنَةِ وََ تَحْرُمُ اِبْنَةُ إَّ بِالدُّخُولِ عَلى ا‘ُمِّ[. أخرجه الترمذي .
3. (5668)- Hz. Ali (radıyallahu anh) şöyle dediler: “Kadınların anneleri, kızla olan nikah akdine vaty (temas ) inzimam etmedikçe haram olmaz. Anneye duhul (temas ) olmadıkça da kız haram olmaz.” (Hadisin kaynağı Teysir´de sehven Tirmizî olarak zikredilmiştir. Camiu´l-Usul´de Rezin´in ilavesi olduğu belirtilmiştir.][163]
AÇIKLAMA:
Bu üç hadis, evlenilmesi ebedî şekilde haram kılınan kadınları beyan etmektedir. Birinci hadiste İbnu Abbas´ın neseben haram dedikleri “…kızkardeşin kızları”na kadar sayılanlardır. Sıhrdan haram diye saydıklarına da “sizi emzirmiş olan süt anneleriniz…” diye başlayıp “iki kızkardeşi birden nikahınız altına almanız da size haram kılındı…” ya kadar olan kısım girmektedir. Ancak, hadisin Taberani´de gelen bir veçhinde İbnu Abbas, bir önceki ayetin başında yer alan “Babalarınızın nikahlamış olduğu kadınlarla da evlenmeyin” ibaresini de okuyarak: “Bu da sıhrdır” der. Böylece iki rivayet birleştirilince haramların hepsi on beşe ulaşır.
İbnu Abbas´ın bu rivayetinde süt emme yoluyla hasıl olan akrabalık da sıhriyetle ifade edilmektedir ki, bu caiz bir tesmiyedir.
Keza başkasının nikahlı hanımı da aynı şekilde, kişiye haramdır. Başkasının hanımı ve iki kızkardeşin bir nikahta birleşmesi hariç, bu sayılanların haramlığı ebedîdir.
Bu zikredilen haramlara şunlar da ilave edilmelidir:
* Dedenin mevtûesi (temas ettiği) ve bundan teselsülen yükselenler.
* Annenin annesi ve bundan yükselenler.
* Babanın annesi de böyle.
* Oğulun kızı ve ondan inenler.
* Kızın kızı ve kızkardeşin kızının kızı.
* Oğlan kardeşin kızının kızı ve oğlan ve kızkardeşin oğlunun kızı.
* Babanın halası, yükselse de.
* Annenin halası ve teyzesi, yükselse de.
* Babanın teyzesi de böyle.
* Zevcenin büyükannesi, yükselse de,
* Üvey kızların kızları, inse de,
* Üvey oğlanın kızı da böyle.
* Oğulun oğlunun hanımı da böyle.
* Kızın oğlunun hanımı da böyle.
* Kadını, halası ve teyzesiyle bir nikahta birleştirmek.
* Nesebten haram olan, sütten de haramdır. Bu meselede istisnalar müteakiben açıklanacak.[164]
.RADA´ (SÜT EMME)
ـ5669 ـ1ـ عن علي رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ اللّهَ حَرَّمَ مِنَ الرّضَاعِ مَا حَرَّمَ مِنَ النَّسَبِ[. أخرجه الترمذي .
1. (5669)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Aziz ve Celil olan Allah, nesebten haram ettiğini sütten de haram etti.” [Tirmizî, Rada 1, (1146).][165]
AÇIKLAMA:
1- Radâ´ (reza´ diye de okunduğu vardır): Süt çocuğunun (radî´in) mahsus bir vakitte bir insanın memesinden süt emmesi ve bunun mideye inmesidir. Cumhura göre, süt emme devresi içerisinde emmişse, eline az da olsa çok da olsa bazı haramlar getirir. İmam Şafii “Haramların tahakkuku için en az beş emme gerekir” demiştir. Emme müddeti Ebu Hanife´ye göre otuz aydır. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed emme müddeti için “iki yıldır” demiştir. Şafii ve Ahmed İbnu Hanbel ve diğerlerinin görüşü de böyledir. “Emmenin, haramı sağlayan emme olması için, Hanefîlere göre sütü, çocuğun memeden ağzıyla alması şart değildir.
Kadının sütü bir kaba sağıldıktan sonra biberona katılarak veya bardağa konularak içirilse veya memeden sıkılarak damlatılsa, ağız veya burun yoluyla mideye ulaşsa, hepsi sayılır. Suya, ilaca veya hayvan sütüne katılmış olan kadın sütü hakkında galibiyete itibar olunur, galib veya müsavi olursa onunla “emme” sabit olur. Taam ile karıştırılmış olan kadın sütü galib ve pişirilmemiş dahi olsa bununla “emme” tahakkuk etmez.” Kadının sütü peynir, yoğurt, ayran yapılarak çocuğa verilse, yine emme hasıl olmaz. Şafiîlere göre, emmenin tahakkuku için kadın hayatta olmalı, süt en az beş ayrı seferde olmalı -her seferde az veya çok farketmez- Şafiîler, “Beş ayrı seferde olunca, kadının sütü peynir, kaymak, mahlut her ne surette olursa olsun çocuğun midesine geçince “emme” tahakkuk eder” derler.
2- Kurtubî, hadisin, “Süt emme ile doğan haramın, süt emen (radî) süt emziren (murdia) ve kocası arasında intişar ettiğine” delil olduğunu söyler. Buna göre: “Süt emene, süt emziren kadın haram olur. Çünkü annesi olmuştur. Sütannenin annesi de haram olur; çünkü o da büyükannedir ve böyle gider… Sütannenin kızkardeşi haramdır; çünkü teyze olmuştur, kızı da haramdır; çünkü kızkardeşi olmuştur. Kızın kızı da haramdır; çünkü kızkardeşinin kızı olmuştur. Kadının kocasının (başka hanımdan) kızı da haramdır; çünkü bu da kızkardeşi sayılır; kızının kızı -ve böyle inenler- haramdır; çünkü kızkardeşinin kızıdırlar. Kocanın annesi -ve böyle çıkanlar- da haramdır; çünkü babaannesidirler; kocanın kızkardeşi de haramdır; çünkü halasıdır. Tahrim (haramlık), süt akrabadan başkasına geçmez. Dolayısıyla süt emmekten hasıl olan kızkardeşi, emenin kardeşine kızkardeş olmaz, babasına da kız olmaz, çünkü aralarında emme yoktur.
Emmeden haramlık doğmasının hikmeti şudur: “Tahrimin sebebi kadın ve erkekten ayrılmış olan şeyi -ki bu süttür- çocuk gıda olarak alınca, bu onun vücudunda, diğer ikisinin cüzlerinden alınma bir cüz olur. Böylece, tahrim üçünün arasında intişar eder, çocuğun yakınlarına sirayet etmez. Çünkü onlarla sütanne ve sütbaba arasında ne bir neseb ne de bir sebep vardır.”
3- Alimler: “Nesebten haram olan sütten de haram olur” şeklinde âmm olan hükümden, nesebte mutlak olarak haram olan dört kadını, süt emmede bazı hallerde istisna ederler.
1) Oğlan kardeşin annesi nesebte haramdır; çünkü ya annedir, ya da babanın hanımıdır. Süt emmede ise bazı durumlarda yabancı olur, kadını kardeş emer de, onun kardeşine haram olmaz.
2) Torunun annesi nesebte haramdır; çünkü o, ya kızıdır ya da oğulun hanımıdır; süt emmede ise, bazan yabancı olabilir. Böylece torun emer fakat kadın dedeye haram olmayabilir.
3) Çocuğun büyükannesi nesebte haramdır. Çünkü o, ya annedir, yahut da zevcenin annesidir. Süt emmede ise, bazan yabancı olabilir, çocuğu emzirmiştir, çocuğun babasına onunla evlenmek caiz olur.
4) Çocuğun kızkardeşi nesebte haramdır, çünkü o ya kızdır, yahut üvey kızdır, süt emmede ise, bu bazan yabancı olabilir. Böylece çocuk emer, fakat babaya haram olmaz.
Bir grup ulema bu dört istisnadan başka bir şey zikretmemiştir.
Nevevî der ki: “Ümmet, emen çocukla emziren kadın arasında “emme haramlığı” hasıl olduğunda icma etmiştir. Çocuk artık nikahı ebediyen haram olan oğlu olmuştur. Süt emenin kadına nazarı (bakması), kadınla halveti (başbaşa yalnız kalmaları), beraber yolculuk yapmaları helal olmuştur. Ancak, aralarında her yönden annelik ahkâmı terettüp etmez: Birbirlerine varis olamazlar, bunlardan hiçbirine diğerinin nafakası vacib olmaz, kadın lehine yapacağı şehadet reddedilmez, kadına bedel diyet alınmaz, çocuğu öldürdüğü takdirde kadın üzerinden kısas düşmez. Bu hükümlerde her ikisi de birbirine karşı yabancı gibidirler.[166]
ـ5670 ـ2ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]اِسْتَأذَنَ عَلىَّ أفْلَحُ أخُو أبِى الْقُعَيْسِ بَعْدَ مَا أُنْزِلَ الْحِجَابُ. قُلْتُ: وَاللّهِ َ آذَنُ لَهُ حَتّى اسْتَأذِنَ رَسُولَ اللّهِ # فإنَّ أخَاهُ أبَا الْقُعَيْسِ لَيْسَ هُوَ أرْضَعَنِى، وَلكِنْ أرْضَعَتْنِى امْرَأةُ أبِى الْقُعَيْسِ. فَدَخَلَ عَلىَّ رَسُولُ اللّهِ #، فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّهِ، إنَّ أفْلَحَ أخَا أبِى الْقُعَيْسِ اسْتَأذَنَ فَأبَيْتُ أنْ آذَنَ حَتّى اسْتَأذِنَكَ. فَقَالَ النَّبِيُّ #: وَمَا مَنَعَكِ أنْ تَأذَنِينَ عَمَّكِ؟ قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّهِ! إنَّ الرَّجُلَ لَيْسَ هُوَ أرْضَعَنِي، وَلكِنْ أرْضَعَتْنِي امْرَأتُه. فَقَالَ: ائْذَنِى لَهُ فَإنَّهُ عَمُّكِ، تَرِبَتْ يَمِينُكِ. فَلِذلِكَ كَانَتْ عَائِشَةُ تَقُولُ حَرِّمُوا مِنَ الرِّضَاعَةِ مَا تُحَرِّمُونَ مِنَ النَّسَبِ[. أخرجه الستة.
2. (5670)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor “Ebu´l-Kuays´ın kardeşi Eflah, örtünmeyi emreden ayet indikten sonra yanıma girmek için izin istedi. Ben:
“Allah´a yemin olsun, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan izin istemedikçe ben ona izni vermeyeceğim! Çünkü onun kardeşi Ebu´l-Kuays beni emziren kimse değildir, beni Ebu´l-Kuays´ın hanımı emzirdi! ” dedim. Derken yanıma Aleyhissalâtu vesselâm girdiler.
“Ey Allah´ın Resulü dedim, Ebu´l-Kuays´ın kardeşi Eflah yanıma girmek için izin istedi. Ben sizden sormadıkça izin vermekten imtina ettim!” dedim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Amcana izin vermekten seni alıkoyan sebep ne ” buyurdular. Ben:
“Ey Allah´ın Resulü! dedim. Beni emziren erkek değil. Beni onun hanımı emzirdi” dedim. Resulullah yine:
“Sen onun girmesine izin ver. Zira o senin amcandır, Allah iyiliğini versin” buyurdular.
(Urve devamla der ki): “İşe bu sebeple Hz. Aişe (radıyallahu anhâ):
“Neseb sebebiyle haram kıldıklarınızı emme sebebiyle de haram kılın!” derdi.” [Buharî, Humus 4, Şehadat 7, Nikah 20, Müslim, Rada 2, (1444); Muvatta, Rada 2, (2, 601, 602); Tirmizî, Rada 1, (1147); Ebu Davud, Nikah 7, (2055); Nesâî, Nikah 49, (6, 99).][167]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, süt kardeşliği yoluyla teessüs eden akrabalık bağlarının neseb yoluyla mevcut olan akrabalık bağlarının hasıl ettiği evlenme haramlarını aynen hasıl ettiğini belirtmektedir. Sadedinde olduğumuz hadis, emme yoluyla hasıl olan süt amcanın, normal amca gibi evlenme yasağı çerçevesine girdiğini zikretmektedir.
2- Hadiste zikri geçen Eflah hakkında ihtilaf edilmiştir: İbnu Ebi´l-Kuays mı, Ebu´l-Kuays´ın kardeşi mi Umumiyetle Ebu´l-Kuays´ın kardeşi olduğu kabul edilmiştir.
Bazı alimler, Hz. Aişe´nin iki tane süt amcası olduğunu söylemiştir; biri, babası Hz. Ebu Bekr´in süt kardeşi Ebu´l-Kuays´tır, bu zat Hz. Aişe´ nin süt babasıdır da, Eflah da süt amcasıdır.
3- Hadiste geçen تَرَبّت يَدَاكَ اَوْ يَمِينُكَ tabiri lügat olarak “Ellerin, yahut sağ elin toprağa bulansın” demektir. Ancak kullanma durumu, zahir manasına göre değildir. Bizim “Allah iyiliğini versin” tabirimize denk bir kullanışa sahiptir.[168]
ـ5671 ـ3ـ وعن علي رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ مَالَكَ تَتُوقُ في قُرَيْشِ وَتَدَعُنَا؟ فقَالَ: وَعِنْدَكُمْ شَىْ؟ قُلْتُ: نَعَمْ. بِنْتُ حَمْزَةَ. قَالَ: إنَّهَا َ تَحِلُّ لِي إنَّهَا ابْنَةُ أخِي مِنَ الرَّضَاعَةِ[. أخرجه مسلم والنسائي.»التَّوقُ« الميل الى الشئ والرغبة فيه .
3. (5671)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben: “Ey Allah´ın Resulü! Siz niye bizi bırakıp da Kureyş´e rağbet gösteriyorsunuz ” demiştim. Bana:
“Yanınızda rağbet göstereceğim bir (kadın) var mı ” dedi. Ben:
“Elbette Hamza´nın kızı var!” dedim. Bunun üzerine:
“O bana helal olmaz. Çünkü o, benim süt kardeşimin kızıdır” buyurdular.” [Müslim, Rada 11, (1446); Nesâî, Nikah 50, (6 , 99).][169]
ـ5672 ـ4ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]دَخَلَ عَليّ رَسُولُ اللّهِ # وَعنْدِى رَجُلٌ قَاعِدٌ. فَاشْتَدَّ ذلِكَ عَلَيْهِ، فَرَأيْتُ الْغَضَبَ في وَجْهِهِ. فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّهِ إنَّهُ أخِي مِنَ الرَّضَاعَةِ. فَقَالَ: اُنْظُرْنَ مَنْ إخَوانُكُنَّ مِنَ الرَّضَاعَةُ فَإنَّمَا الرَّضَاعَةُ مِنَ الْمَجَاعَةِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي .
4. (5672)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Yanımda oturan bir erkek olduğu halde, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) odama girdi. Bu hal, ona bir hayli ağır geldi [ve rengi değişti], öfkesini yüzünden okudum. Bunun üzerine:
“Ey Allah´ın Resulü! Bu benim süt kardeşimdir!” dedim.
“Siz kadınlar süt kardeşlerinizi iyi düşünün! Çünkü süt kardeşliği, açlıktan dolayı hasıl olur!” buyurdular.” [Buharî, Nikah 21, Şehadat 1; Müslim, Rada 32, (1455); Ebu Davud, Nikah 9, (2058); Nesâî, Nikah 51, (6, 102).][170]
AÇIKLAMA:
İslam açısından süt kardeşliği mühim bir husustur. Bir kısım haramları helal kıldığı gibi, diğer bir kısım helalleri de haram kılmaktadır. Bu sebepleResulullah kadınların süt kardeşlerini iyi tanımalarını emretmektedir. Emme, süt kardeşliğini sağlayacak bir emme midir, hangi yaşta bu emme vukua gelmiştir vs. Çünkü yaş haddini aşınca araya giren emmeden süt kardeşliği hasıl olmaz. Bu hadisi Hattâbi şöyle açıklar: “Manası: Haramlık hasıl olan süt emme, küçüklükte olan emmedir. Radî (süt emen), gücünü sütten alan ve açlığını onunla gideren çocuktur. Açlığını sütle gidermeyip, ekmek ve etle veya bunlar manasında bir şeyle doyan bir çocuğun emmesinden haramlık hasıl olmaz. Alimler, emme müddetini tesbitte ihtilaf etmiştir. Bir kısmı iki yıl demiştir, Süfyan-ı Sevrî, Evzai, Şafii, Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Rahuye bunlardandır. Delil olarak
“Anneler çocuklarını iki tam yıl boyunca emzirirler, bu hüküm emzirmeyi tamamlamak isteyenler içindir” (Bakara 233) ayetine dayanırlar. Ve “Ayet delalet eder ki, iki yıl müddeti dolunca hükmü de sona erer, müddet dolduktan sonar gelen zamana itibar edilmez” derler.
Farklı görüş sahibi olan Ebu Hanife: “İki yıl ve altı aydır” demiştir. Ancak iki talebesi İmam Muhammed ve Ebu Yusuf kendisine muhalefet eder. Züfer İbnu´l-Hüzeyl ise: “Üç yıldır” der. İmam Malik´ten rivayete göre, iki yılı taşan müddet azsa onu da iki yıla dahil etmiştir.”[171]
ـ5673 ـ5ـ وعنها رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تُحَرِّمُ الْمَصَّةُ وَالْمَصَّتَانِ[. أخرجه الخمسة إ البخاري .
5. (5673)- Yine Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bir veya iki emme ile (süt kardeşliği) haramlığı hasıl olmaz.” [Müslim, Rada 17, (1450); Tirmizî, Rada 3, (1150); Ebu Davud, Nikah 19, (2063); Nesâî, Nikah 51, (6, 201).][172]
AÇIKLAMA:
Bu sonuncu hadis ne miktar emmenin süt haramlığı getireceğini belirtmektedir. Hadiste bir emme tabiri, çocuğun, anne memesinden bir somurma ile çektiği sütü ifade eder. Değilse, bir emiş sırasında doyuncaya kadar emdiklerini anlamayacağız. Aksi takdirde, cumhura göre, hadis “bir veya iki yudum”u kastederken, bir veya iki doyumu anlamış oluruz ki bu yanlış olur.
Ancak Nevevî´nin belirttiği üzere haramı sabit kılan emme miktarında ihtilaf edilmiştir.
* Bir kısım alimler: “Beş ayrı emmeden aşağı olursa haram sabit olmaz” demiştir. Hz. Aişe, İmam Şafii ve ashabı böyle hükmetmiştir.
* Cumhur-u ulema: “Tek emme ile de haram sabit olur” demiştir. İbnu Mes´ud, İbnu Ömer, İbnu Abbas, Tavus, İbnu´l-Müseyyeb, Hasan Basrî, Mekhul, Zührî, Katâde, Hammad, Malik Evzaî, Sevrî, Ebu Hanife radıyallahu anhüm ecmain bu görüştedir.
* Ashab ve sonrakilerden bir kısım alimler: “Mideye inen herşey, az da olsa çok da olsa haramı sabit kılar” demiştir.
İleri sürülen bütün görüşler, Aleyhissalâtu vesselâm´dan yapılan bir rivayete veya Kur´an´dan çıkarılan bir yoruma dayanır.[173]
ـ5674 ـ6ـ وعن قَتَادَةُ قال: ]كَتَبْتُ الى اِبْرَاهِيمَ النَّخْعِىِّ أسْألُهُ عَنِ الرَّضَاعِ. فَكَتَبَ إنَّ شُرَيْحاً حَدَّثَنَا أنَّ عَلِيّاً وَابْنَ مَسْعُودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهما كَانَا يَقُوَنِ: يُحَرِّمُ مِنَ الرَّضَاعِ قَلِيلُهُ وَكَثِيرُهُ، وَإنَّ أبَا الشَّعْثَاءِ الْمُحَارِبىَّ قَالَ: إنَّ عَائِشَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنها حَدَّثَتْ أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَالَ: َ تُحَرِّمُ الْخَطْفَةُ وَالْخَطْفَتَانِ[. أخرجه النسائي .
6. (5674)- Katâde anlatıyor: “İbrahim en-Nehai´ye yazarak emme (rada´) hakkında sordum. Bana: “Şureyh bize Hz. Ali ve İbnu Mes´ud radıyallahu anhüm´un, “Emmenin azı da çoğu da haramı sabit kılar” dediklerini yazdı.” Ebu´ş-Şa´şa el-Muharibî ise: “Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´den: “Resulullah´ın: “Bir iki emme harama sebep olmaz” dediğini rivayet etmiştir” dedi.” [Nesâî, Nikah 51, (6, 102).][174]
ـ5675 ـ7ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]كَانَ فِيمَا نَزَلَ مِنَ الْقُرآنِ عَشْرُ رَضَعَاتٍ مَعْلُومَاتٍ يُحَرِّمْنَ، ثُمَّ نَسَخَهُنَّ بِخَمْسِ مَعْلُومَاتٍ. فَتُوُفِّيَ النَّبِيُّ # وَهُنَّ فِيمَا يُقْرَأُ مِنَ الْقُرآنِ[. أخرجه الستة إ البخاري .
7. (5675)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Kur´an olarak inenler meyanında “Malum on emme ile haram sabit olur” ayeti de vardı. Sonra (Rab Teala) onları, malum beş emme ile neshetti. Bu (beş emme) ayetleri, Kur´an´ın okunan ayetleri arasında iken Aleyhissalâtu vesselâm vefat etti.” [Müslim, Rada 24, (1452); Muvatta, Rada 17, (2, 608); Ebu Davud, Nikah 11, (2062); Tirmizî, Rada 3, (1150); Nesaî, Nikah 51, (6, 100).][175]
AÇIKLAMA:
Hz. Aişe´nin bu rivayetine göre, süt emme ile ilgili ilk gelen vahiy, haramları sabit kılan emmeyi en az on emme ile tesbit etmiştir. Buna göre daha az sayıdaki emme ile emilmiş olan sütle haram sübut bulmaz. Bu hüküm, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın vefatına yakın gelen bir ayetle neshedilmiştir. Bu yeni ayet haramın sübutu için beş emmenin kafi geleceğini bildirmiştir. Şu halde ayetlerin bilahare tilaveti neshedilmiş fakat hükmü baki kalmıştır. İşte bu sonuncu nesih, Resulullah´ın vefatına öylesine yakın bir tarihte olmuş ki, Ashab´tan bir kısmı henüz duymamış ve Kur´an ayeti olarak okumaya devam etmiştir. Sonradan, bunun neshedildiğini herkes duymuş ve onu okumaktan vazgeçmişlerdir.
Nevevî bu vesile ile Kur´an´da neshin üç çeşit olduğunu açıklar:
1) Hükmü de tilaveti de neshedilen (ayet)… Sadedinde olduğumuz “on emme” meselesi buna örnektir. İlgili vahyin metni de hükmü de kaldırılmıştır.
2) Tilaveti neshedilmekle beraber hükmü devam eden (ayet)…. Bunun örneği “beş emme” ile ilgili vahiydir. Bir metin olarak neshedilip Kur´an´dan çıkarılmış ise de hükmü bakidir. (İmam Şafii hazretleri emme meselesinde bu rivayeti esas almıştır.) Keza zina eden yaşlılara recmi emreden ayet de buna örnek gösterilmiştir. Kur´an´da metni yok ise de hükmü bakidir.
3) Hükmü neshedildiği halde tilaveti baki kalan (ayet). Bu çeşit nesh, miktarca öncekilerden çoktur. Bunun bir örneği “Sizden vefat edip de arkalarında hanımlarını bırakanlar, hanımlarının evlerinden çıkarılmamasını veya bir yıllık ihtiyaçlarını vasiyet etsinler” (Bakara 240) ayetidir. Bu açıklamayı yapan İmam Nevevî´nin Şafiî mezhebine mensup olduğunu unutmayalım. Hz. Aişe, Abdullah İbnu Zübeyr, Atâ, Tavus -bir rivayette Ahmed- gibi bir kısım ulema tahrim getiren emmenin beş kere olmasına hükmetmiştir. İshak, Ebu Ubeyde, Ebu Sevr, İbnu´l-Münzir, Davud-u Zahiri ve tabileri, -keza bir rivayette Ahmed – bu üç emmenin tahrim için gerekli olduğuna hükmetmişlerdir.
Ebu Hanife, İmam Malik, Sevrî, Evzai, Leys gibi bir kısım ulema da: “Tahrim için az ve çok birdir” diye hükmetmiştir. Ahmed İbn-i Hanbel´den meşhur olan kavl de budur. Bu sonuncular, واُمَّهَاتُكُمُ الَّتِي اَرْضَعْنَكُمْ ayetinin âmm olan hükmünü ve hadislerde gelen âmm rivayetleri esas almışlardır. Cumhuru temsil eden bu görüş, rivayetlerin ihtilaf etmesi sebebiyle, “emme” denebilen asgarî miktarın esas alınmasının ihtiyata muvafık olacağını söylerler. Bu sebeple, haram tesbit edilen asgarî emme miktarını, mideye inen az miktardaki süt olarak tarif etmişlerdir.[176]
ـ5676 ـ8ـ وعن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]مَا كَانَ في الْحَوْلَيْنِ وَإنْ كَانَ مَصَّةً وَاحِدَةً فَهُوَ يُحَرِّمُ[. أخرجه مالك .
8. (5676)- Hz. İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: “İki yıl içerisindeki emme tek bir emmeden ibaret olsa bu, (evlenmeyi) haram kılar.” [Muvatta, Radâ 4, (2, 602).][177]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, 5673 numaralı hadiste kaydedilen Hz. Aişe rivayetine muhalif de olsa, cumhur-u ulemanın amelde bunu esas aldığını belirttik. Hz. Ali, İbnu Mes´ud, İbnu Ömer, Malik, Ebu Hanife, Evzai Sevri, -meşhur kavlinde- Ahmed hep bu hadisi esas almışlardır. Ayetten delillerini de daha önce kaydettik.
Bu hadisin, daha önce zikri geçen ve evlenmeyi haram kılan emmenin on -ve beş emme- olduğunu beyan eden hükümlerin neshinden sonra vürud etmiş olabileceği belirtilmiştir. Dinimizin bu meselede de tedricî bir yol takip ettiği anlaşılmaktadır.[178]
ـ5677 ـ9ـ وعن عبداللّهِ بن دِينَارٍ قال: ]سَألَ رَجُلٌ اِبْن عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنهما عَنْ رَضَاعَةِ الْكَبِيرِ. فَقالَ: جَاءَ رَجُلٌ الى عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنه فقَالَ: كَانَتْ لِي وَلِيدَةٌ أطَؤُهَا اِمْرَأتِى فَأرْضَعَتْهَا. ثُمَّ قَالَتْ لِي: دُوَنَكَ، فَقَدْ وَاللّهِ أرْضَعْتُهَا. فَقَالَ لَهُ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنه: أوْجِعْهَا وَائْتِ جَارِيَتَكَ، فإنَّمَا الرَّضَاعَةُ فِي الصِّغَرِ[. أخرجه مالك .
9. (5677)- Abdullah İbnu Dinar anlatıyor: “Bir adam İbnu Ömer(radıyallahu anhümâ)´e büyüğün emmesinden sormuştu. Şu cevabı verdi:
“Bir adam Ömer (radıyallahu anh)´e gelip: “Benim, kendisine temasta bulunduğum bir cariyem vardı. Hanımım bunu önlemeye azmetti ve cariyeyi emzirdi ve bana da: “Sakın ha! Vallahi ben cariyeni emzirdim!” dedi. (Şimdi ne yapmalıyım ” diye) sordu. Babam Ömer ona şöyle cevap verdi:
“Hanımını çatlat: Git cariyene temasta bulun. Çünkü (harama sebep olan) emme küçüklükte olan emmedir.” [Muvatta, Rada 13, (2, 606).][179]
AÇIKLAMA:
1- Daha önce de açıklandığı üzere, evlenme yasağı getiren emme iki yaş içerisinde olan emmedir. Bu müddet hususunda sınırı en geniş tutan İmam Âzam Ebu Hanife rahimehullah bunu “otuz ay” olarak belirlemiştir. Öyleyse bu hududu taşan bir kimsenin emmesi, harama sebep olan emme değildir. Hz. Ömer “Git cariyene temasta bulun, hanımını çatlat!…” diye latifemsi bir cevapta bulunmuştur. “Çatlat!” diye tercüme ettiğimiz kelime “canını sık”, “eleme boğ” diye tercümeye daha uygunsa da, siyak itibariyle çatlat tercümesini daha muvafık bulduk.
2- Yaşlının emmesi meselesinde, hadislerde gelen bazı teferruatı müteakip rivayette kaydedeceğiz.[180]
ـ5678 ـ10ـ وعن يَحْيى بْنُ سَعِيدٍ قال: ]سَألَ رَجُلٌ أبَا مُوسى رَضِيَ اللّهُ عَنه فَقَالَ: إنِّى مَصَصْتُ مِنْ ثَدْيِ امْرَأتِي لبَناً فَذَهَبَ في بَطْنِي. فقَالَ أبُو مُوسى: َ أرَاهَا إَّ قَدْ حَرُمَتْ عَلَيْكَ. فَقَالَ ابْنُ مَسْعُودٍ: اُنْظُرْ مَا تُفْتَى بِهِ الرَّجُلَ؟ فَقَالَ: مَا تَقُولُ أنْتَ؟ فقَالَ: َ رَضَاعَةَ إَّ مَا كَانَ فِي الْحَوْلَيْنِ. فقَالَ أبُو مُوسى: َ تَسألُونِي عَنْ شَىْءٍ مَا دَامَ هذَا الْحَبْرُ بَيْنَ أظْهُرِكُمْ[. أخرجه مالك وأبو داود .
10. (5678)- Yahya İbnu Said anlatıyor: “Bir adam gelerek Ebu Musa (radıyallahu anh) hazretlerine şöyle bir soru sordu:
“Ben hanımımın memesinden bir miktar süt emdim ve bu mideme kadar ulaştı. (Hanım bana haram mı oldu )” Ebu Musa:
“Ben hanımının sana haram olmasından başka bir şey görmüyorum!” dedi. Orada İbnu Mes´ud da vardır. Araya girip: “Adama verdiğin fetvaya bak!” dedi. O da:
“Pekiyi, sen ne diyorsun ” dedi. İbnu Mes´ud:
“İki yaş içerisinde olan emme için haram vardır!” buyurdu. Bunun üzerine Ebu Musa (radıyallahu anh):
“Şu alim, aranızda olduğu müddetçe bana bir şey sormayın!” dedi.” [Muvatta, Rada 14, (2, 607); Ebu Davud, Nikah 213, (2059, 2060).][181]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste Hz. Ebu Musa el-Eş´ari şu ayetin zahirini esas alarak, soruyu soran adamın, sütünü emmiş olduğu hanımının kendisine haram olduğunu zannetmiştir: “Size şu kadınları nikahlamak haram kılındı: Sizi emzirmiş olan süt anneleriniz..” (Nisa 23). Ancak alim olan İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) mevzuya giren bir başka ayeti hatırlayarak Ebu Musa´ya bu hükmü teemmül etmesini söyler. Bunun dayandığı ayet “Anneler çocuklarını tam iki yıl boyunca emzirirler. Bu hüküm, emzirmeyi tamamlamak isteyenler içindir” (Bakara 233). Ayette, emme müddetinin iki yıl ile sınırlandırılmış olması, iki yılın hükmünü, bu ikiden sonrasının hükmünden farklı kılmaktadır. Böylece büyüğün emmesi küçüğün emmesinden ayrı tutulmuştur.
2- Büyüğün emmesi ile nikah haramı hasıl olmayacağı hususunda ulema icma etmiş ise de, bunun da harama sebep olacağını ifade eden rivayet de mevcuttur: Muvatta´nın bir rivayetine göre, daha önce kaydettiğimiz oğullukların hakiki oğul gibi sayılmayacağını belirten ayet (Ahzab 5) nazil olduğu zaman, bundan önce edindikleri evlada öz evlad muamelesi yapanlar sıkıntıya düşer. Bunlardan Ebu Huzeyfe´nin oğulluğu Salim var. Bunun Muvatta´da gelen kıssasını aynen takip edelim:
“…Ebu Huzeyfe´nin hanımı Sehle Bintu Süheyl, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek:
“Ey Allah´ın Resulü! Biz Salim´i oğlumuz biliyorduk. Başım ve göğsüm açıkken o benim yanıma rahat girip çıkıyordu. Zaten bizim tek evimiz var, başka bir evimiz de yok. Onun hakkında ne dersiniz ” diye sorar. Resulullah:
“Onu beş kere emzir. Süt sebebiyle o size haram olur!” diye cevap verir. Böylece kadın onu süt evladı bilirdi.
Bu fetvayı Nebevîyi Hz. Aişe de, yanına girmesini arzu ettiği erkekler hakkında uyguladı. O, kızkardeşi Ümmü Gülsüm Bintu Ebi Bekr´e ve oğlan kardeşinin kızlarına da, erkeklerden yanına girmesini arzu ettiklerine sütlerinden emzirmelerini emrederdi. Ancak, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın diğer zevceleri, bir emzirme yoluyla herhangi bir kimsenin yanlarına girmesine mümanaat gösterdiler ve:
“Hayır! Vallahi biz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Sehle Bintu Süheyl´e verdiği ruhsatın, sırf Salim´in emzirilmesi için Resulullah´ın hususi bir ruhsatı olduğu kanaatindeyiz! (Aynı usulü Salim´den başkasının tatbik etmesi helal değildir.) Vallahi, bu emzirme suretiyle yanımıza hiç kimse giremez!” dediler. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevceleri, büyüklerin emzirilmesi meselesinde bu kanaatte idiler.
Görüldüğü üzere Resulullah´ın, Salim için verdiği emzirme cevazı var. Ümmühatu´l-Mü´minîn´den Hz. Aişe dışındakiler bu cevazın, sırf Salim´e mahsus bir ruhsat olduğu inancındadır. Bu sebeple hiç biri bununla amel etmemiştir. Hz. Aişe ise onu kendisi ve başkaları için de bir ruhsat bilmiş ve uygulamıştır.
Bu meselede ulema da Hz. Aişe gibi düşünmemiş, diğer Ümmühatu´l-Mü´minîn gibi hareket etmiştir. Büyüklerin emzirilmesi süt kardeşliği te´sis etmez, nikahlanma haramlığı getirmez.
3- Büyüğün kadını emmesi veya kadının büyük bir kimseyi emzirmesinin nasıl olacağına gelince, İbnu Abdilber bunu: “Sütün sağıldıktan sonra içirilmesi” diye açıklar. “Ulemadan hiçbiri kadının memesini erkeğe vermesini caiz görmemiştir” der. Kadı İyaz: “Sehle, sütünü sağmış, Salim de bunu, Sehle´nin memesine dokunmadan içmiş olmalıdır… Çünkü memeye bakması da, herhangi bir uzvuna değmesi de caiz değildir” der. İbnu Sa´d´ın Vakidî´den kaydettiği bir rivayete göre, “Sehle, sütünden bir kaba bir emişlik sağardı. Salim de onu her gün içerdi. Bu beş gün devam etti. Bundan sonra Salim, Sehle´nin yanına başı açık olduğu halde girerdi. Bu, Sehle için Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bir ruhsatı idi.
Zürkâni´nin bazı ulemadan kaydına göre, bu ruhsatla Hz. Aişe´den başka hiçkimse amel edilebileceğini söylememiş, bilakis, selef ve halef uleması, büyüğün emzirilmesiyle nikah haramının hasıl olmayacağı hususunda icma etmiştir. İhtilaf, görüldüğü üzere, bidayete aittir, sonradan hilaf kalkmış, tam bir icma husule gelmiştir.[182]
ـ5679 ـ11ـ وعن أُمُّ سَلَمَة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يُحَرِّمُ مِنَ الرّضَاعِ إَّ مَا فَتَقَ ا‘مْعَاءَ في الثَّدْيِ، وَكَانَ قَبْلَ الْفِطَامِ[. أخرجه الترمذي.
11. (5679)- Ümmü Seleme, (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Evlenmeyi haram kılan emme, çocuk memede iken, barsağı yoracak kadar olan emmedir. Bu da, sütten kesmenin şer´î müddetinden önce olmalıdır.” [Tirmizî, Rada 5, (1152).][183]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste harama sebep olacak emmenin şartları belirtilmektedir:
* Çocuk memede olmalıdır. Yani, Kur´an´ın belirlediği süt emme müddeti içerisinde, Bu da doğumdan itibaren iki yıldır. Ebu Hanife´nin altı aylık da ihtiyat payı koyarak bu müddeti otuz ay olarak tesbit ettiğini daha önce zikretmiştik.
* Miktar olarak, yemeğin yerini tutabilecek, karındaki gıda mahallini yorabilecek miktarda olmalıdır. Bazı alimlerimizce tek bir emmenin dahi bu manayı tahakkuk ettireceğine hükmedildiğini daha önce belirtmiştik. Hanefîlere göre mideye inen az miktardaki süt dahi haram getiren bir emme olur.[184]
ـ5680 ـ12ـ وعن عُقْبَةُ بْنُ الْحَارِث رَضِيَ اللّهُ عَنه: ]أنَّهُ تَزَوَّجَ بِنْتاً ‘بِى إهَابِ ابْنِ عَزِيزٍ؛ فأتَتْهُ امْرأةٌ فقَالَتْ: إنِّى أرْضَعْتُ عُقْبَةَ وَالّتِى تَزَوَّجَ بِهَا. فَقَالَ لَهَا عُقْبَةُ: مَا أعْلَمُ أنَّكِ أرْضَعْتِنِي وََ أخْبَرْتِنِي، فَرَكِبَ الى رَسُولِ اللّهِ # بِالْمَدِينَةِ، فقَالَ #: كَيْفَ وَقَدْ قِيلَ؟ فَفَارَقَهَا عُقْبَةُ وَنَكَحَتْ زَوْجاً غَيْرَهُ[. أخرجه الخمسة إ مسلماً .
12. (5680)- Ukbe İbnu´l-Haris (radıyallahu anh)´in anlattığına göre, “Ukbe, Ebu İhab İbnu Aziz´in kızı [Ümmü Yahya] ile evlenmişti. Kendisine [siyah] bir kadın gelerek:
“Ben Ukbe´yi ve onun evlendiği kızı emzirmiştim!” dedi. Ukbe kadına:
“Ben senin onu (gerçekten) emzirdiğini bilmiyorum. Bana (daha önce) söylemedin de!” dedi. [Ebu İhab ailesine gidip sordu. Onlar bilmediklerini söylediler. Ukbe bunun üzerine] bineğine atlayarak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı görmek üzere Medine´ye gitti. Aleyhissalâtu vesselâm:
“(Süt kardeşi olduğunuz) söylendikten sonra nasıl beraberliğiniz devam eder [Onu derhal bırak!]” buyurdular. Ukbe hemen hanımından ayrıldı. Kadın da başka koca ile nikah yaptı.” [Buharî, Şehadat 4, 13, 14, İlm 26, Büyu 3, Nikah 23; Tirmizî, Rada 4, (1151); Ebu Davud, Akdiye 18, (3603, 3604); Nesâî, Nikah 57, (6, 109).][185]
AÇIKLAMA:
Hadis burada, süt emme meselesinin sübutunda tek bir kadının şehadetinin kâfi geldiğini göstermek maksadıyla kaydedilmiştir. Halbuki, normal hallerde hadiseler iki erkek veya dört kadının şehadetiyle sübut bulur.
Sadedinde olduğumuz hadisin zahiri siyahî köle bile olsa, emme meselesinde, tek kadının şehadetinin yeterli olacağını gösterse de, mesele ulema arasında ihtilaflıdır.
* Bazıları bu hadisle amel ederek, tek kadının şehadetiyle emmenin sübut bulacağına hükmetmiş ve böyle amel etmiştir. Ahmed İbnu Hanbel, Evzai bu görüştedir. Hz. Osman, İbnu Abbas, Zührî, Hasan Basrî İshak ve İbnu Cüreyc´in de aynı görüşte oldukları rivayet edilmiştir. Hz. Osman´ın siyahî bir kadının “emzirdim!” sözü üzerine birçok kimseyi hanımlarından ayırdığı rivayet edilir. İbnu Şihab: “Günümüzde bu meseleye Hz. Osman´ın kavli olarak sahip çıkılmaktadır” demiştir.
* ımam Şafi´i, bu meselede tek kadının şehadetinin caiz olmayacağını söylemiştir.
* ıbnu Hacer, Cumhur´un: “Bu meselede süt emziren kadının şehadeti yeterli değildir. çünkü bu, kendi fiiline yaptığı bir şehadettir” diye hükmettiğini belirtir.
* Hz. Ömer, Mugire ibnu Şu´be, Ali ibnu Ebi Talib ve ıbnu Abbas´ın, böyle bir şehadetle karı-kocayı ayormanın caiz olmayacağını söylediklerini Ebu Ubeyd rivayet etmiştir. bazı selef büyükleri: Bu iddianın delille kabul edilip icra edileceğini, aksi halde delilsiz iddia ile karı-kocayı ayırma kapısı açıldığı takdirde, herhangi bir kadının dilediği taktirde, dilediği karı-kocayı birbirinden ayırabileceğini söylemiş, tek kadının iddiasıyla süt emme vak´asının sübut bulma prensibinin suistimal edilebileceğine dikkat çekmiştir.
* Şa´bi: “İç kadınla olursa bu iddia kabul edilir. Ancak kadınlardan birinin ücret talebinde bulunmaması şartıyla” demiştir. mutlak olarak “kabul edilmez” de denmiştir.
* “Böyle bir iddia mahremiyetin sübutunda kabul edilir, kadına ücret sübutunda kabul edilmez” de denmiştir.
* İmam Malik: “Başka biriyle birlikte olursa kabul edilir” demiştir.
* Ebu Hanife: “emme meselesinde, doğumu yakın hamilelerin şehadeti kabul edilmez” demiştir.
* Vekî: “Emmeye hükmetmede tek kadının şehadeti yeterli değildir. Böyle bir durumda erkek, (vacib olarak değil) ihtiyaten hanımından ayrılır” demiştir.
Bu sonuncu yoruma karşı çıkan Şevkânî, hadisin zahirinin ihtiyata yönelik bir emir olmadığını, bunu ihtiyata hamletmek için karine gerektiğini, halbuki hadisin bazı vecihlerinde, bu hususta soran zatın (Ukbe´ nin) sorusunu dört sefer tekrar ettiği, her seferinde Resulullah´tan aynı cevabı aldığı, hadisin bazı veçhinde ise, “bırak onu” dediğinin tasrih edildiğini, dolayısıyla tek kadının şehadetiyle emmenin sübut bulması gerektiğini söyler.[186]
ـ5681 ـ13ـ وعن ابنِ عَبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهما: ]أنَّهُ سُئِلَ عَنْ رَجُلٍ لَهُ اِمْرَأتَانِ أرْضَعَتْ إحْدَاهُمَا جَارِيَةَ، وَا‘خْرَى غَُماً، أيَحِلُّ لِلْغَُمِ أنْ يَنْكِحَ الْجَارِيَةَ؟ قَالَ: َ. ‘نَّ اللِّقَاحَ وَاحِد[. أخرجه مالك والترمذي.»اللِّقَاحُ« ماء الفحل .
13. (5681)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´ın anlattığına göre: “Kendisine, iki hanımı olan bir adamdan sorulmuş, “Bu adamın hanımlarından biri bir kızı, diğeri de bir oğlanı emzirmiştir. Acaba, bu kızla oğlan birbirlerine helal olur mu ” denmiştir. İbnu Abbas:
“Hayır, çünkü erkeğin suyu birdir!” demiştir.” [Muvatta, Rada 5, (2, 602, 603); Tirmizî, Rada 2, (1149).][187]
AÇIKLAMA:
Emme meselesinde mevzubahis olan sadece kadının sütü değildir, kocanın menisi de mevzubahistir. Hadiste bir olduğu belirtilen şey (likah) erkeğin suyudur. Dolayısıyla aynı kocaya sahip iki kadından birinin bir kızı, diğerinin bir oğlanı emzirmesi, bunlar arasındaki süt kardeşliğini önleyemiyor. Kadınları hamile bırakan su bir olduğu müddetçe, kadınların emzirdikleri farklı çocuklar süt kardeşi sayılmaktadırlar. İslam alimleri, kadınların emzirdiği sütün asıl itibariyle erkeğin suyundan olduğunu belirtirler. Hadiste erkeğin suyu olarak geçen likahın ilkah manasında olma ihtimaline dikkat çekilmiştir. İlkah “dölleme” demektir.[188]
ـ5682 ـ14ـ وعن حَجَّاجُ بْنُ حَجَّاجٌ عَنْ أبيهِ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ مَا يُذْهِبُ عَنِّي مَذَمَّةَ الرَّضَاعِ؟ قَالَ: غُرَّةُ عَبْدٌ أوْ أمَةٌ[. أخرجه أصحاب السنن، وصححه الترمذي.»وَمَذَمَّةَ الرَّضَاعِ« حقه وحرمته التي يذم مضيعها .
14. (5682)- Haccac İbnu Haccac, babası (radıyallahu anh)´tan anlatıyor:
“Ey Allah´ın Resulü dedim, benden emmenin üzerimde kalan hakkını giderecek olan şey (kefaret) nedir ”
“Erkek veya kadın bir köle (azadı)dır!” buyurdular.” [Ebu Davud, Nikah 12, (2064); Tirmizî, Rada 6, (1153); Nesâî, Nikah 56, (6, 108).][189]
AÇIKLAMA:
1- Mezemme, uyulmadığı takdirde zemmi, ayıplamayı gerektiren şeyi ifade eder. Süt emmenin mezemmesi deyince süt emme halinde emene terettüp eden borç kastedilmiş olmalıdır. Sanki, Haccac: “Tam olarak ödemiş olmam için, üzerimdeki sütanne hakkını nasıl, ne ile düşürebilirim ” diye sormuştur. Bu, bidayette pazarlıkla tesbit edilen emzirme ücreti değildir. Bu ücretten ayrı olarak verilen bir bahşiştir. Nitekim, sütten ayırma sırasında sütanneye ziyade bir şeyler vermek âdet idi. Hadiste sanki, sütü emmiş olan kimsenin, sütannesine minnettarlığının ifadesi olarak vereceği hediyeden sorulmaktadır. Resulullah köle bağışından bahsederek, bunun yüksek tutulması gereğine dikkat çekmiştir.
2- Gurre, beyaz “köle” manasına geldiği gibi “her şeyin en iyisi” manasına da gelmektedir.
Gurre, asıl itibariyle dilimizde, hayvanın alnındaki sakar dediğimiz beyazlıktır. Buradan alınarak, herşeyin en değerlisi manasında kullanılmıştır. Mesela “Bir kavmin en kıymetli ferdi efendisidir” denmiştir. Kişinin en kıymetli malı, Araplar nezdinde, köle olduğu için köleye gurre denmiştir.[190]
İSTİDRAD:
Dinimizin süt kardeşliği meselesine verdiği ehemmiyetin ve buna bağlı olarak vazettiği evlenme yasağı bahsinin birazcık anlaşılabilmesi için, çocuğun ilk yıllarda aldığı gıdanın ehemmiyetiyle ilgili bir bahsi, şu şekilde özetlemek mümkündür: [191]
Süt Devresiyle İlgili İki Mesele
1) Gıda meselesi: Bu devrenin bilassa uzvî gelişme safhası olduğunu söyleyenleri sünnette te´yid eden bir durum, bu devrede çocuğun alacağı gıda ile ilgili olarak gösterilmesi gereken hassasiyetle ilgili talimattır. Sünnet, bariz bir şekilde süt devresi içerisinde verilen gıdanın çocuğun karakterine tesir ettiğini ifade etmektedir. Bu devre içerisinde aynı anneden emme sonucu vukua gelen süt kardeşliğinin hurmette (haram kılmada) veladet ve neseb yoluyla hasıl olan hakiki kan kardeşliğine eşit tutulması bu inancın bir sonucudur. Bu hususta ifade kesindir: “Süt kardeşliği doğum kardeşliğine mebni bütün haramları haram kılar.” Bu kardeşliği kılan emme miktarında ihtilaf edilmişse de, cumhur çocuğun midesine inecek kadar emmeyi kâfi görmüştür. Buhârî´den gelen bir rivayette “açlığı örtecek miktar”dır. Bundan da maksad alınan sütün çocuğun bünyesine dahil olmasıdır: “Çocuğun kemiğini kuvvetlendirip etini bitirmedikçe “rada” yoktur.” İslam alimleri bu hadise dayanarak 2 yaşına kadar alınan gıdanın et ve kemiğin yapısına girip, çocuktan bir cüz teşkil ettiğini, büyüğün aldığı gıdanın ise şariin koyduğu tahrime illet olan ba´ziyyete (çocuğun bir kısmı, parçası olma) sebep olmadığını söylemiştir.”[192]
Süt devresi içerisinde verilecek gıdanın çocukta husule getireceği tesire inancın bir başka tezahürü, ihtiyaç anında aranacak süt annesi hususundaki tavsiyede kendini göstermektedir. Rivayetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, süt annesi olarak ahmak kadınların seçilmesini yasakladığını ve “alınan sütle benzeme hasıl olur” dediğini, “ehl-i emanet olmaları sebebiyle süt annesini Müzeyne kabilesinden seçmelerini tavsiye ettiğini” kaydetmektedir. Sünnetin bu husustaki umumi kaidesi şudur: “Süt devresinde verilen süt, tabiat ve karakteri değiştirir.”
İslam ulemasının bu umumi prensibi kendisine rehber edinip, hükmüyle amel etmede titizlik göstererek süt annesinde tahir bünyeli, temiz asıllı, akıllı, dindar ve güzel ahlaklı olmak, helalden beslenmek gibi vasıflar aradıklarına şahit olmaktayız. İttifakla hepsi de haramdan hasıl olacak sütte bereket ve hayrın olmadığını, bu çeşit sütle beslenen çocuğun habis tinete sahip olacağını ifade ederler. Yukardaki hadisin şerhinde Münavi ve Sehâvi´nin kaydettiklerine göre, eş-Şeyh Ebu Muhammed el-Cüveynî merhum, bir gün evine girince, küçük çocuğun -ki istikbalin İmamu Ebi´l-Meali´sidir- annesinden başka bir kadını emer bulur. Cüveynî hemen çocuğu kapar, baş aşağı ederek karnını sıkar ve parmağını ağzına sokarak emdiği sütü tamamen kusturur ve: “Çocuğun mevti teshil edilse bile annesinden başkasının sütünü emdirmek suretiyle karakteri ifsad edilmemelidir” der. İmam büyüyünce, herhangi bir münazarada diline bir tutukluk gelse, bunu, o sütten midesinde baki kalan bulaşığın tesirinden bilirdi.
İmam Malik´ten, nasrani sütannesi tutulup tutulamayacağı sorulunca menfi olan cevabını şu gerekçeye dayar: “Çünkü onlar şarap içerler, domuz eti yerler. Ben, çocuğu bu yedikleri şeylerle besleyeceklerinden korkarım…” Türkçe edeb ve terbiye kitaplarına da bu prensip aynen girmiştir. Mesela İznikî şöyle der: “Ve dahi sütanaya çocuğu verirse, bir saliha ve akile ve aslı pak ve ırkı tahire ve huyu güzel ve mûtia avretten emzire. Zira çocuğa huyu tesir eder. Hadiste varid oldu ki “evlad süte göredir.” Harpûtî Ömer Nâimî ise: “Humkanın (ahmak kadının) sütü zarar verir. Gafletle emzirdi isen kustur” der. Gazâlî de haramla beslenen kadından hasıl olan sütle beslenen çocuğun, ilerde habis şeylere meyledeceğini söyler.[193]
2- Gıyle: Henüz süt devresinde olan çocuğun fizikî gelişmesiyle ilgili olarak sünnette gelen ve bir kısım adab kitaplarına dahi girmiş olan bir husus da gıyel (veya gayle) meselesidir. Gıyle, zevcin, çocuk emziren zevcesi ile cima yapmasına dendiği gibi, hamile kadının çocuğunu emzirmesine de gıyle denmektedir. Bu durumda annesini emen çocuğa mugil, çocuğun emdiği süte de gayl denir. Bu süt, hastalık iras ettiği için Araplar gıyleyi kerih addederlerdi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir kısım hadislerde gıyleden nehyeder. “Gıyle yapmak suretiyle çocuklarınızı gizlice öldürmeyin. Zira, nefsimi kudret elinde tutan Allah´a kasem ederim ki gayl (çocuğun emdiği süt), atlıya (atının sırtında) ulaşır ve onu atından aşağı atar.” Şarihler bu yasağın, kadının hamile kalma ihtimaline binaen konduğunu belirtirler. “Zira derler, çocuk emziren kadın, hamile kaldığı takdirde, sütün kimyevî yapısı bozulup, çocuk için zararlı bir hal alacağından, bu, onun zayıflamasına sebep olacaktır. Çocuk büyüyüp ata binince onu koşturduğu zaman, bu zehirli sütün tevlid ettiği zayıflık, birden tesirini göstererek, attan düşürüp ölmesine sebep olur. Bu ise bir nevi görülüp hissedilmeyen katle benzemektedir.”
Ancak şunu hemen belirtelim ki bu yasak mutlak olmadığı gibi, tahrim de ifade etmemektedir. Zira diğer bir kısım hadisler gıyleye ruhsat vermektedir: “Gıyleden nehyetmek istemiştim, sonra hatırladım ki İranlılarla Bizanslılar bunu yapmaktalar ve çocuklarına da bir zarar olmamaktadır.” Münavi, az önce zikrettiğimiz gıyleden men eden hadisle bu hadis arasında bir münafaat olmadığını İbnu´l-Kayyim´den naklen kaydeder. “Çünkü der, o hadiste çocuğu zayıflatıp öldüren şeyi terk hususunda irşad ve meşveret mevcuttur, tahrim yoktur. Bundan nehyetmiyor da, Çünkü bu durum her çocuk için vaki olan müstemir ve muttarıd bir hal değildir, bazı çocuklar için sözkonusudur.”
Hülasa gıyle kesin olarak yasaklanmamış, hatta Arapların bu husustaki aşırı kerahetlerini tahrif için ruhsat bile verilmiş olsa da, yine de ortada bir kerahet gözükmektedir. Nitekim Ebu Davud´un İbnu Mes´ud´dan bir tahricinde de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in (hadd-i tahrime ulaşmaksızın) kerih addettiği on şeyin onuncusu olarak da فساد الصبي zikredilmektedir ki, bundan da maksadın çocuk emziren kadınla cima olduğu belirtilmektedir. Bu keraheti te´yid eden diğer bir delil de Hz. Peygamber´in Ümmü Seleme ile olan tezevvücü sırasındaki tutumudur. Eski kocasından yeni doğum yapan Ümmü Seleme ile evlenen Hz. Peygamber, Ümmü Seleme´yi çocuğuna (Zeyneb) süt verir gördükçe gerdeğe girmez. Durumu anlayan Ammar İbnu Yasir (ki Ümmü Seleme´nin süt kardeşidir), Zeyneb´i alır götürür. Ancak bundan sonra Hz. Peygamber Ümmü Seleme ile gerdek yapar.
Dehlevî de sözkonusu hadise dayanarak, gıylenin hadd-i tahrime ulaşmaksızın kerahetine hükmeder. İznikî de “veledi meme emer iken cima etmek velede zarardır” der.
Son olarak şunu söyleyebiliriz: Hadiste kesin bir yasaktan çok, kerahet ifade eden bir nehiy mevcuttur. Şarihler de nehye illet olan fesadın muttarıd olmayıp, kısmî olduğunu beyan etmişlerdir. Ayrıca gıyle hem cimayı hem de hamile kadının çocuğunu emzirmeyi ifade etmektedir. Şu halde çocuğunu emziren kadın, bu durumda hamile kalacak olursa çocuğunu sütten kesmek veya bir süt annesine vermek suretiyle nehy ve kerahete illet olan sebebi ortadan kaldırmış olur. Günümüz tıbbı, “gebelikte meydana gelen fizyolojik ve diğer değişmeler” sonucu hem ceninin, hem annenin, hem de anneyi emmekte olan bebeğin zarar göreceğini kabul eder. [194]
İKİNCİ FASIL
MÜEBBED HARAM GEREKTİRMEYEN DURUMLAR
ـ5683 ـ1ـ عن ابنِ عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]كَرِهَ رَسُولُ اللّهِ # أنْ يُجْمَعَ بَيْنَ الْعَمَّةِ وَالْخَالَةِ وَبَيْنَ الْخَالَتَيْنِ وَالعَمَّتَيْنِ[. أخرجه أبو داود والترمذي.ولفظه »نَهى أنْ تُزَوَّجَ الْمَرْأةُ عَلى عَمَّتِهَا أوْ خَالَتِهَا« .
1. (5683)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hala ile teyzenin veya hala ile halanın aynı adamın nikahında birleştirilmesini mekruh addetti.” [Ebu Davud, Nikah 13, (2067); Tirmizî, Nikah 30, (1125).]
Bir rivayette: “(Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)) kadının halası veya teyzesi üzerine nikahlanmasını yasakladı” denmiştir.[195]
ـ5684 ـ2ـ وعن الشّعبِى قال: ]سَمِعْتُ جَابِراً رَضِيَ اللّهُ عَنه يَقُولُ: نَهى رَسُولُ اللّهِ # أنْ تُنْكَحَ الْمَرْأةُ عَلى عَمَّتِهَا أوْ خَالَتِهَا[. أخرجه البخاري والنسائي .
2. (5684)- Şa´bi anlatıyor: “Hz. Cabir (radıyallahu anh)´i dinledim, “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadının halası veya teyzesi üzerine nikahlanmasını yasakladı” demişti.” [Buharî, Nikah 27; Nesaî, Nikah 48, (6, 98).][196]
ـ5685 ـ3ـ وَلِلسِّتَّةِ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]نَهى رَسُولُ اللّهِ # أنْ تُنْكَحَ الْمَرْأةُ عَلى عَمَّتِهَا، وَالْمَرْأةُ عَلى خَالتِهَا. فَتَرَى خَالَةَ أبِيهَا بِتِلْكَ الْمَنْزِلَةِ[ .
3. (5685)- Altı kitapta da Ebu Hureyre (radıyallahu anh)´den şu hadis kaydedilmiştir: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadının halası üzerine, kadının teyzesi üzerine nikahlanmasını yasakladı.”
Ravi devamla dedi ki: “Biz, kadının babasının teyzesini de aynı makamda görürüz.” [Buharî, Nikah 27; Müslim, Nikah 37, (1408); Muvatta, Nikah 20, (2, 532); Ebu Davud, Nikah 13, (2065, 2066); Tirmizî, Nikah 30, (1126); Nesâî, Nikah 47-48. (6, 96-98).][197]
ـ5686 ـ4ـ وعن الضَّحَّاك بْنُ فِيرُوزْ عن أبيه قال: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ إنِّى أسْلَمْتُ وَتَحْتِى أُخْتَانِ؟ قَالَ: طَلِّق أيَّتَهُمَا شِئْتَ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
4. (5686)- Dahhak İbnu Fîruz babasından naklen diyor ki: “Ey Allah´ın Resulü, dedim. Ben Müslüman olduğum zaman nikahımda iki kızkardeş vardı (ne yapalım )”
“Onlardan dilediğin birini boşa!” emrettiler.” [Ebu Davud, Talak 25, (2245); Tirmizî, Nikah 34, (1129).][198]
ـ5687 ـ5ـ وعن قَبيصَةُ بنُ ذُؤَيْبٍ قال: ]سَألَ رَجُلٌ عُثْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنه عَنْ أُخْتَيْنِ مَمْلُوكَتَيْنِ؛ هَلْ يُجْمَعُ بَيْنَهُمَا؟ قَالَ: أحَلَّتْهُمَا آيَةُ، وحَرَّمَتْهُمَا آيَةٌ؛ وَأمَّا أنَا فََ أُحِبُّ أنْ أصْنَعَ ذلِكَ. فَخَرَجَ مِنْ عِنْدِهِ، فَلَقِىَ رَجًُ مِنْ أصْحَابِ رَسُولِ اللّهِ # فَسَألَهُ عَنْ ذلِكَ. فقَالَ: أمَّا أنَا فَلَوْ كَانَ لِي مِنَ ا‘مْرِ شَىْءٌ لَمْ أجِدْ أحَداً فَعَلَ ذلِكَ إَّ جَعَلْتُهُ نَكَاً. قََالَ ابْنُ شِهَابٍ رَحِمَهُ اللّهُ: أُرَاهُ عَلِيّ بْنَ أبِي طَالِبٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه. قَالَ مَالِكٍ: وَبَلَغَنِي عَنِ الزُّبَيْرِ رَضِيَ اللّهُ عَنه مِثْلُ ذلِكَ[. أخرجه مالك.اŒية التي أحلتهما هى: وما ملكت أيمانكم؛ واŒية التي حرمتها: وأن تجمعوا بين ا‘ختين.»النِّكَال« العقوبة والشهرة والهوان؛ والجمع بين ا‘ختين بالملك حرام.
5. (5687)- Kabîsa İbnu Züeyb anlatıyor: “Hz. Osman (radıyallahu anh)´a bir adam: “Köle olan iki kızkardeş, bir kişinin nikahı altında birleştirilebilir mi ” diye sordu. Hz. Osman:
“Onların bu şekilde nikahlanmasını bir ayet helal, bir ayet de haram kıldı. Ben ise, böyle bir şeyi yapmayı sevmem!” dedi. Adam Hz. Osman´ın yanından çıktı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ashabından bir kimseye rastladı. Bu meseleyi ona da sordu. O da:
“Bana gelince, yetki benim elimde olsa, bunu yapan birini bulduğum takdirde ona mutlaka ibaretamiz bir ceza veririm!” dedi.
İbnu Şihab rahimehullah: “Bu cevabı veren zatın Ali İbnu Ebi Talib (radıyallahu anh) olduğunu zannediyorum” dedi. İmam Malik: “Böyle bir sözü Zübeyr (radıyallahu anh)´in söylediği bana ulaştı” demiştir.” [Muvatta, Nikah 34, (6, 538-539).][199]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen beş hadisin beşi de esas itibariyle aynı meseleye temas etmektedir: Bir erkeğin, aralarında yakın akrabalık bulunan iki kadını aynı anda nikahlamasının yasaklanmış olması; iki kız kardeş, teyzeyeğen, halayeğen gibi… Şu halde bir kadının halası veya teyzesi ile nikahlı olan bir erkek, bu kadın(lar) sağ olduğu müddetçe, onların kardeş çocuklarıyla yani yeğenleriyle evlenemez. Böyle bir nikah haramdır, kesinlikle yasaklanmıştır. Bu yasak hususunda ulema icma etmiştir. Sadece bir grup harici buna karşı çıkmış ise de ulemanın icması karşısında itibar edilmez. Keza, nikahı altında bulunan kadın sağ olduğu müddetçe onun halası veya teyzesi ile de nikah yapamaz. Bu yasaklık ebedî bir haramı ifade etmez. Kadın ölür veya boşanırsa erkek önceki hanımının kızkardeşi veya halası veya teyzesi veya yeğeni olan bir başka kadınla evlenebilir.
2- Kişi Müslüman olmazdan önce bu yasağa giren iki kadınla evlenmiş ise, Müslüman olunca bu kadınlardan birini boşamak zorundadır, dilediğini boşamakta serbesttir. Şafii, Malik ve Ahmed İbnu Hanbel, “Bunlardan dilediğini seçer” derken, Ebu Hanife “hangisiyle önce evlendiyse onu seçer” demiştir.
3- 5685 numaralı rivayette ilave edildiği üzere, alimler kıyas yoluyla kadının babasının halası ile teyzesinin dahi kendi halası ve teyzesi hükmünde olması sebebiyle onların da aynı nikah altında birleştirilemeyeceğine hükmetmişlerdir.
Bu zikedilen yasak, akraba kadınların birarada olmaları halinde birbirlerine karşı korumaları gereken sıla-i rahm kopacağı içindir. Zira kumalar arasında sılanın kopmasını önlemek mümkün değildir. Hatta İbnu Hibban´ın kaydettiği bir hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir kadının halası veya teyzesi üzerine kocaya varmasını yasakladıktan sonra “Siz bunu yaparsanız aradaki sıla-i rahmi koparırsınız” buyurarak, yasağın sebebini de açıklamıştır.
4- Normalde iki kızkardeş, bir nikah altında birleştirilemez. Ancak 5687 numaralı hadiste bunların hür değil de cariye olmaları halinde birleştirilip birleştirilemeyeceği mevzubahis edilmektedir. Hz. Osman, bunu bir ayetin helal kıldığını söylemektedir. Bazı şarihler, bu ayetin Nisa suresinin 24. ayeti olduğunu belirtirler. (Mealen): “Harp esiri olarak sahip olduğunuz cariyeler müstesna, evli kadınları nikah etmek de size haram kılındı…” Ayet âmm olduğu için, kardeş de olsalar cariyeler bu ifadeye dahil edilirler denmiştir. Bunu haram kılan ayetle de yine Nisa suresinin 23. ayetinin kastedildiği belirtilmiştir. (Mealen): “… ve iki kızkardeşi birden nikahınız altına almanız da size haram kılındı.”
Hz. Osman bu ihtilafı belirttikten sonra tercihini açıklar: “Ben bunu yapmayı sevmem.” Yani “iki kardeş olan cariyeleri aynı nikah altında toplama işini yapmam” demek ister. Buna, delillerdeki ihtilaf sebebiyle ihtiyat için hükmetmiş olabileceği gibi, yasağı mübaha bir vecibe olarak takdim etmiş de olabilir. Ancak soru sahibi, tatminkâr, kesin bir cevap alamayınca, Ashab´tan bir başkasına daha aynı şeyi sorma ihtiyacı duymuş, bu sefer daha net cevap almıştır: “Yetki benim elimde olsa, sonra bunu yapanı görsem, başkalarına ibret olacak bir ceza verirdim.” Bu ceza had cezası değildir. Çünkü müteevvil, zani sayılmaz, bu hususta icma edilmiştir.
Burada ismi açıklanmayan sahabi zatın Hz. Ali olduğu tahmin edilmiştir. İbnu Abdilberr´e göre ravi Kabîsa, Hz. Ali´yi ismen zikretmekten kaçınmıştır. Çünkü halife Abdülmelik İbnu Mervan´la sohbeti mevcuttur. O sıralarda Emevî hanedanı Hz. Ali (radıyallahu anh)´nin isminin zikrini istiskal etmekte, hele Hz. Osman´a muhalefet eden hususlarda hiç tahammül gösterememekte idi.[200]
ـ5688 ـ6ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]طَلَّقَ رَجُلٌ اِمْرَأتَهُ ثَثاً، فَتَزَوَّجَهَا رَجُلٌ ثُمَّ طَلَّقَهَا قَبْلَ الْمَسِيسِ. فَسُئِلَ النَّبِيُّ # مَنْ ذلِكَ. فقَالَ: َ. حَتّى يَذُوقَ اŒخَرُ عُسَيْلَتَهَا مَا ذَاقَ ا‘وَّلُ[. أخرجه الستة .
»العُسيلةُ« كناية عن الجماع، وأنثه ‘نّ من العرب من يؤنث العسل .
6. (5688)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Bir adam hanımını üç talakla boşadı. Kadınla bir başka adam evlendi, ancak bu adam da kadını temasdan önce boşadı. (Kadın tekrar önceki kocasına dönmek istemişti.) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a bu hususta soruldu.
“Hayır! İkincisi kadının balcığından tatmadıkça önceki tadamaz!” buyurdular.” [Buharî, Libas 6, Şehadat 3, Talak 4, 7, 37, Edeb 68; Müslim, Nikah 115, (1433); Muvatta, Nikah 18, (2, 531); Ebu Davud, Talak 49, (2309); Tirmizî, Nikah 26, (1118); Nesâî, Talak 9, 10, (6, 146, 147).][201]
AÇIKLAMA:
Farklı vecihleriyle gelmiş bulunan bu rivayet diğer bazı tariklerinde teferruatlıdır. Buna göre, Rifâa el-Kurazî hanımını boşar. Hanımı bir başka erkekle (Abdurrahman İbnu´z-Zübeyr ile) evlenir. Ancak bu ikinci kocanın cinsî yönden bir kısım eksiklikleri vardır. Öyle ki, koca kadınla bir kerecik dahi olsa cinsî temasta bulunamaz. Bu durum karşısında kadın eski kocasına dönmek arzusuyla Resulullah´a gelip durumu bütün açıklığı ile izah eder. Başkalarının huzurunda yapılan bu müracaatta, meselenin açık tabirlerle anlatılması dinleyenlerden bazılarını rahatsız eder. Hatta, Resulullah´ın huzurunda cinsî meselelerin bu derece açıklıkla konuşulmasını bazıları bir hayasızlık telakki ederler. Ancak Aleyhissalâtu vesselâm kadının konuşmalarını tebessümle karşılar ve sonuna kadar dinler. Kadın neticeyi: “Önceki kocam helal olur mu ” diye noktalayınca, Efendimiz: “Sen önceki kocana, diğeri balcığından tatmadıkça, sen de onun balcığından tutmadıkça helal olmazsın!” buyurarak, mühim bir meselenin hükmünü beyan eder.
Yani boşanan eşlerin tekrar evlenebilmeleri İslam´da mümkündür. Ancak kadının bir başka erkekle evlenmiş olması ve bu evliliğin akit safhasında kalmayıp, fiilen duhul ve temasın vaki olması gerekmektedir. Sadedinde olduğumuz hâdisede ikinci koca hanımıyla temasta bulunamadığı için, evliliği akid safhasında kalmış olmakta, bu sebeple hanım eski kocasına dönememektedir.
Hemen belirtelim ki, böyle bir durumda, kadının eski kocasına dönmesini sağlamak maksadıyla kısa bir müddet için kadın nikahlamaya hulle denmektedir. Dinimiz bunu haram kılmıştır. Çünkü nikah müebbeten yapılır. Kısa vadeli mut´a nikahı bi´l icma haramdır. Resulullah hulle yapana da yaptırana da Allah´ın lanetini dilemiştir. Hulle, müessesenin suistimal edilmesi, yıpratılmasıdır. Bu sebeple, hulle yapanlar lanete müstehaktırlar. Buna caiz diyen de olmuştur.
2- Üseyle, “asıl” kelimesinin ism-i tasgiridir, balcık demektir. Cinsî temasın lezzeti bununla kinaye edilmiştir. Hz. Aişe´den gelen bazı rivayetlerde bundan cima kastedildiği açıklanmıştır.[202]
ـ5689 ـ7ـ وعن الزُّبَيْرِ بنِ عبدُ الرَّحمن بن الزُّبَيْرِ الْقُرْظِى: ]أنَّ رفَاعَةَ بْنَ سَمَوالٍ طَلَّقَ امْرَأتَهُ ثَثاً في عَهْدِ رَسُولِ اللّهِ # فَنَكَحَتْ بَعْدَهُ عَبْدَالرَّحْمنِ بْنَ الزُّبَيْرِ فَاعْتَرَضَ عَنْهَا فَلَمْ يَسْتَطِعْ أنْ يَمَسَّهَا، فَفَارَقَهَا. فَأرَادَ رَفَاعَةُ أنْ يَنْكِحَهَا، وَهُوَ زَوْجُهَا ا‘وَّلُ فَذَكَرَ ذلِكَ لِرَسُولِ اللّهِ #، فَنَهَاهُ عَنْ تَزْوِيجِهَا، وَقَالَ: َ تَحِلُّ لَكَ حَتّى تَذُوقَ الْعُسَيْلَةَ[. أخرجه مالك .
7. (5689)- Zübeyr İbnu Abdirrahman İbnü´z-Zübeyr el-Kurazî anlatıyor: “Rifâa İbnu Simval, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, hanımını üç talakla boşadı. Ondan sonra kadın Abdurrahman İbnu´z-Zübeyr´le evlendi. Abdurrahman, kadına temasa muktedir olmadığı için, ondan yüz çevirdi ve ayrıldılar. Kadını boşamış olan eski kocası Rifaa kadınla yeniden nikahlanmak istedi. Arzusunu Resulullah´a açtı. Aleyhissalâtu vesselâm Rifâa´ya onunla evlenmesini yasakladı. “Kadın balcığı tadıncaya kadar, sana helal olmaz!” buyurdu.” [Muvatta, Nikah 17, (2, 531).][203]
ـ5690 ـ8ـ وعن زَيْدِ بْنُ ثَابتٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه: ]أنَّهُ كَانَ يَقُولُ في الرَّجُلِ يُطَلِّقُ ا‘مَةَ ثَثاً ثُمَّ يَشْتَرِيهَا، إنَّهَا َ تَحِلُّ لَهُ حَتّى تَنْكِحَ زَوْجاً غَيْرَهُ[. أخرجه مالك .
8. (5690)- Zeyd İbnu Sabit (radıyallahu anh)´in anlattığına göre, “kendisi bir cariyeyi üç kere boşayıp sonra satın alan bir adam hakkında “Bu cariye, bir başka kocaya varmadıkça ona helal olmaz” diyordu.” [Muvatta, Nikah 30, (2, 537).][204]
ـ5691 ـ9ـ وعن ابنِ مُحَمّد بْنِ اِيَاسٍ: ]أنَّ ابْنَ عَبّاسٍ وَأبَا
هُرَيْرَةَ وَابْنَ الْعَاصِ رَضِيَ اللّهُ عَنهُمْ سُئِلُوا عَنِ الْبِكْرِ يُطَلِّقُهَا زَوْجُهَا ثَثاً قَبْلَ الدُّخُولِ. فَكُلُّهُمْ قَالَ: َ تَحِلُّ لَهُ حَتّى تَنْكِحَ زَوْجاً غَيْرَهُ[. أخرجه مالك .
9. (5691)- İbnu Muhammed İbni İlyas anlatıyor: “İbnu Abbas, Ebu Hureyre ve İbnu´l-As (radıyallahu anhümâ)´dan kocası tarafından duhülden (temastan) önce üç talakla boşanan bakire kız (bu ilk kocası ile yeniden nikah yapmak istese nasıl olur diye) soruldu. Hepsi de:
“Bir başka zevce ile evlenmedikçe eskisine helal olmaz!” dediler.” [Muvatta, Talak 37, (2, 570).][205]
ـ5692 ـ10ـ وعن عَليٌّ وَجابرٍ وابنَ مسعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهُمْ قَالوا: ]لَعَنَ رَسُولُ اللّهِ # اَلْمُحَلِّلَ وَالْمُحَلَّلَ لَهُ[. أخرجه أصحاب السنن، وصححه الترمذي عن ابن مسعود .
10. (5692)- Hz. Ali, Hz. Cabir ve Hz. İbnu Mes´ud (radıyallahu anhüm), Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “hulle yapana da hulle yaptırana da lanet ettiğini” anlattılar. [Tirmizî, Nikah 27, (1119, 1120); Ebu Davud, Nikah 16, (2076, 2077); Nesâî, Talak 13, (6, 149).][206]
AÇIKLAMA:
1- Geçen hadislerin hemen hepsi, boşanan eşlerin, tekrar evlenmek istedikleri takdirde bunun İslamî adabını beyan etmektedir. Boşananlar tekrar evlenebilirler, ancak bu evlilikten önce, kadın bir başka kocaya gitmiş ve ondan da boşanmış olmalıdır. Bu evlenip boşanma olmadığı takdirde kadın eski kocasına helal değildir. Böyle bir müeyyide olmadığı takdirde boşanma hadisesinin ciddiyet ve manası ortadan kalkar, aklına esen hanımını boşar, tekrar döner. Fakat dinimizin koyduğu bu müeyyide, boşanma işini oyuncak ve eğlence olmaktan kurtarır. Kişiyi, ağzından çıkacak sözü tartmaya; hisle, öfkeyle değil, akılla, muhakeme ile, önünü arkasını düşünerek boşanma kararı vermeye zorlar.
2- Muhallil, tahlil (helal kılma)dan ism-i faildir. “Boşanan kadını kocasına helal kılan” manasına gelir. Bu manada muhill kelimesi de kullanılır. Muhallel aynı kökten ismi mef´ul olup “boşanan karısı kendisine helal kılınan” demektir. Şu halde muhallil, boşanmış olan bir kadınla evlenen kimsedir. Ancak bir kadınla ikinci sefer evlilik yapan herkese muhallil denmez. Eğer bu evliliği, kadını hemen boşayarak eski kocasıyla evlenmesini meşru hale getirmek kasdıyla yapmışsa ona muhallil denir. Muhallel leh de kadının eski kocasına denir, el-Kâdi der ki: …Resulullah ikisini de lanetlemektedir. Çünkü bu muamelede mürüvvet ayaklar altına atılmış olmakta, hamiyyet azlığı, izzet-i nefsin yokluğu veya düşüklüğü ilan edilmiş olmaktadır. Bu davranışın muhallel leh hakkında ne kadar adice ve haysiyet kırıcı olduğu açıktır. Muhallil hakkında da, bir başkasının menfaati için cimaya tevessül etmekle nefsine yükleyeceği ayıp, öbürünün tezellülünden geri olmasa gerektir. Çünkü, kadına, onu başkasının vatyine arzetmek maksadıyla vatyde bulunmuş olmaktadır. Bu sebeple Aleyhissalâtu vesselâm böylelerini emanet alınan tekeye benzetmiştir.”
Alimler, bu hadisi esas alarak, “evlenince boş olmak” kaydıyla veya “boşamak şartıyla” yapılan nikahların batıl olacağına hükmetmiştir. Hatta, İbnu Ömer´den gelen bir rivayette “Biz Resulullah zamanında bu çeşit muameleleri zina sayardık” buyrulmuştur.
* Sübülü’s-Selam´da: “Bu hadis, tahlilin (hulle yapmanın) haram olduğuna delildir. Çünkü lanet ancak haram edileni işleyen hakkında kullanılır. Her haram edilen şey, yasaklanmıştır. Yasaklama akdin fasid olmasını ve laneti iktiza eder. Bu fail için de olsa, hükme illet teşkil etmesi sahih olan bir vasfa bağlı kılınmıştır. Tahlilde yer verilen bazı suretler zikredilmiştir.
* Akidde muhallil: “Ben kadını helal kılınca artık (benimle) nikah yoktur” der. Bu şekil, mut´a nikahı gibidir, çünkü nikah müddetini sınırlamıştır.
* Muhallil akid de: “Kadını helal kıldım mı boşadım demektir” der.
* Bunları söylemez ama, akid yaparken kadını helal kılmak niyetiyle temasta bulunacağına, asıl kasdının daimî bir nikah yapmak olmadığına niyet eder.
Lanetin zahiri bütün bu akid çeşitlerine şamildir. Akdin bütün bu çeşitleri de fasiddir.”
3- Bu mesele ile ilgili olarak şunu da kaydedelim: Hanefîler, tahlile fetva vermiştir. Bunun haram bir akid olmadığı söylenmiştir. Bu meselede Hanefîlere yapılan ta´riz, fetvalarını sahih bir rivayete dayandıramamalarında düğümlenir. Meselenin teferruatına girmeyeceğiz.[207]
ـ5693 ـ11ـ وعن الْمِسْوَرِ بْنِ مَخرمَة رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]خَطَبَ عَلِيٌّ رَضِيَ اللّهُ عَنه بِنْتَ أبي جَهْلٍ وَعِنْدَهُ فَاطَمَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنها.
فَسَمِعَتْ بذلِكَ فَأتَتِ النَّبيَّ #. فَقَالَتْ: يَزْعُمُ قَوْمُكَ أنَّكَ َ تَغْضَبُ لِبَنَاتِكَ، وهذَا عَلِيٌّ نَاكِحٌ اِبْنَةَ أبِي جَهْلٍ. فقَامَ النَّبِيُّ # فَتَشَهَّدَ وَقالَ: أمَّا بَعْدُ فإنِّي أنْكَحْتُ أبَا الْعَاصِ بْنَ الرَّبِيعِ فَحَدَّثَنِي وَصَدَقَنِي، وَإنَّ فَاطِمَةَ بِضْعَةٌ مَنِّي، يَرِيبُنِي مَا يُرِيبُهَا، واللّهِ َ يَجْتَمِعُ بِنْتُ رَسُولِ اللّهِ # وَبِنْتُ عَدُوِّ اللّهِ أبَداً قَالَ: فَتَرَكَ عَلِيٌّ الْخِطْبَةَ[ .
11. (5693)- Misver İbnu Mahreme (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Ali (radıyallahu anh) nikahı altında Fatıma (radıyallahu anhâ) olduğu halde Ebu Cehl´in kızına talib oldu. Bunu işiten Hz. Fatıma, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek:
“Kavmin, kızları için senin hiç gadablanmayacağını zannediyor. İşte Ali, Ebu Cehl´in kızıyla evlenecek!” dedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm kalktı [minbere çıktı] şehadet getirdi ve şu hitabede bulundu:
“Emma ba´d! Ben Ebu´l-As İbnu´r-Rebî´e (kızımı) nikahladım. Bana konuştu ve doğruyu söyledi [vadetti ve vaadini tuttu. Şurası muhakkak ki ben helal olanı haram kılmıyorum, haramı da helal kılmıyorum]. Fatıma benden bir parçadır. Onu üzen beni de üzer. Allah´a yemin olsun Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kızı Allah düşmanının kızıyla ebediyyen biraraya gelmeyecektir!
“Ravi der ki: “Ali istemekten vazgeçti.”[208]
ـ5694 ـ12ـ وفي أخرى قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ وَهُوَ عَلى الْمِنْبَرِ: أنَّ بَنِي هِشَامِ بْنِ الْمُغِيرَةِ اسْتأذَنُونِي فِي أنْ يُنْكِحُوا ابْنَتَهُمْ عَليَّ بْنَ أبِي طَالِبٍ فََ اذَنُ، ثُمَّ َ آذَنُ ثُمَّ َ آذَنُ إَّ أنْ يُرِيدَ ابْنُ أبِي طَالِبٍ أنْ يُطَلِّقَ ابْنَتِي وَيَنْكِحَ ابْنَتَهُمْ، فإنَّمَا هِيَ بِضْعَةٌ مِنِّي، يَرِيبُنِي مَا يُرِيبُهَا وَيُؤْذِينِي مَا آذَاهَا[. أخرجه الخمسة إ النسائي.»البَضْعةُ« القطعة من اللحم.و»يُريبُني« بفتح أوّله: أي يسوؤني ماساءها .
12. (5694)- Bir diğer rivayette şöyle gelmiştir: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın minberde şöyle söylediğini işittim:
“Benî Hişam İbnu´l-Mugire ailesi, kızlarını Ali İbnu Ebi Talib´le evlendirmek için benden izin istiyor. Ben izin vermedim, vermiyorum ve vermeyeceğim! Ancak, Ebu Talib´in oğlu kızımı boşayıp, kızlarını almak isterse o başka! Şunu iyi bilin, Fatıma benden bir parçadır. Onu üzen beni de üzer, ona eziyet olan bana da eziyet olur.” [Buhârî, Fezailu´l-Ashab 16, 12, 29, Cum´a 29, Humus 5, Nikah 109, Talak 13; Müslim, Fezailu´s-Sahabe 96, (2449); Ebu Davud, Nikah 13, (2071); Tirmizî, Menakıb, (3866).][209]
AÇIKLAMA:
1- Hakim´in rivayetine göre Hz. Ali (radıyallahu anh), Ebu Cehl´in kızı [Cüveyre -veya Avra veya Cemileyi] kızın amcası el-Haris İbnu Hişam´dan ister. Bu sırada Resulullah´la da bu hususta istişare eder. Aleyhissalâtu vesselâm: “Bana kızın hasebinden mi soruyorsun ” der. Hz. Ali: “Hayır! Ancak onu tavsiye ediyor musun, ( öğrenmek istiyorum)” der. Resulullah:
“Hayır! Fatıma benden bir parçadır. Bu işin onu hüzne boğup üzeceğine inanıyorum!” buyurur. Hz. Ali (radıyallahu anh):
“Ben sizin hoşlanmayacağınız bir şey yapmam!” der ve o meseleyi kapar.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), kızı Fatıma´ya karşı duyduğu şefkat sebebiyle ona eziyet verecek bir evlenmeye müsaade etmemiş, “Onu üzen şey beni de üzecektir” demiştir.
2- Resulullah´ın takdirle bahsettiği Ebu´l-As İbnu Rebi (radıyallahu anh), Aleyhissalâtu vesselâm´ın bir diğer damadı, büyük kızı Zeyneb´in kocasıdır. Mekke´de iken evlendirmişti. Ahlakı mükemmel, sözünde duran, dürst ve mert bir kimse idi. Kureyş, Zeyneb (radıyallahu anhâ) ile evlenmesine karşı çıkmış ise de, bu onları dinlememişti. Bedir´de Müslümanlara esir düştü. Hz. Zeyneb kocasını esaretten kurtarmak üzere, annesi Hz. Hatice (radıyallahu anhâ)´nin düğün hediyesi olarak verdiği gerdanlığı göndermişti. Resulullah bunu görünce tanıdı ve Hz. Hatice´yi hatırlayarak duygulandı. Resulullah´ın talebi üzerine gerdanlık iade edildi. Ebu´l-As´ı da serbest bıraktılar. Ebu´l-As serbest bırakıldıktan bir müddet sonra Müslüman olmuştur.[210]
ـ5695 ـ13ـ وعن ابنِ شِهَابٍ: ]أنَّ عَبْدَ اللّهِ بْنَ عَامِرٍ أهْدَى لِعُثْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنهُمَا جَارِيَةً اِشْتَرَاهَا بِالْبَصْرَةِ وَلَهَا زَوْجٌ، فَقالَ عُثْمَانُ: َ أقْرَبُهَا وَلهَا زَوْجٌ. فأرْضَى ابْنُ عَامِرٍ زَوْجَهَا فَفَارَقَهَا[. أخرجه مالك.
13. (5695)- İbnu Şihab anlatıyor: “Abdullah İbnu Amir, Hz. Osman (radıyallahu anh)´a bir cariye hediye etti. Bu cariyeyi Basra´da satın almıştı ve onun kocası da vardı. Osman: “Ben ona yaklaşmam, onun kocası var!” dedi. Bunun üzerine İbnu Amir, kocasını razı etti ve cariyeden ayırdı.” [Muvatta, Buyu 7, (2, 617).][211]
AÇIKLAMA:
Hz. Osman, kendisine hediye edilen cariyeye kocası sebebiyle temasta bulunmuyor. Çünkü haramdır. Ancak, cariyeyi satın almış olan Abdullah İbnu Amir, boşanması hususunda kocayı razı ediyor. Bu durumda iddeti tamamlandı mı cariye efendisine helal olur.[212]
ـ5696 ـ14ـ وعن مالكٍ: ]أنَّهُ بَلَغَهُ أنَّ ابْنَ عَبّاسٍ وَابْنَ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنهُمْ سُئَِ عَنْ رَجُلٍ كَانَ تَحْتَهُ حُرَّةٌ فأرَادَ أنْ يَنْكِحَ عَلَيْهَا أمَةً، فَكَرِهَا أنْ يَجْمَعَ بَيْنَهُمَا[ .
14. (5696)- İmam Malik´e ulaştığına göre, “İbnu Abbas ve İbnu Ömer (radıyallahu anhüm)´e, nikahı altında hür bir kadın olduğu halde bunun üzerine bir cariye nikahlamak isteyen bir adam hakkında soruldu. Bunlar, adamın ikisini cemetmesini mekruh addettiler.” [Muvatta, Nikah 31, (2, 536).][213]
AÇIKLAMA:
Bu rivayete göre, hür kadının üzerine köle bir kadının (cariye) nikahla alınması mekruhtur. İmam Malik´ten bu meselede farklı fetvalar rivayet edilmiştir. “Bunda bir beis yok” dediği gibi, “Hür kadın kendi nefsinde muhayyer bırakılır” da demiştir.
Bunda ihtilaf, cariyenin nikahlı olarak alınmasından ileri gelmektedir. Nikahlı olmadığı takdirde, hür zevcenin, kocasının cariye edinmesine itiraz etmeye hakkı yoktur.
Said İbnu´l-Müseyyeb: “Hür kadın müsaade etmedikçe, erkek hür üzerine cariyeyi nikahlayamaz!” demiştir. Ona göre, “Hür karısı rıza gösterdiği takdirde nikahlayacak olursa, günlerin taksiminde hürün hakkı üçte ikidir, cariyenin hakkı ise üçte birdir.”
İmam Malik: “Hür erkek, mehir ödeyecek güçte olduğu takdirde, cariye ile evlenemez. Zinaya düşmekten korkmuyorsa, hür kadına ödeyecek mehir bulamadığı takdirde de cariye ile evlenemez” demiştir. Bu hükmüne delil olarak Nisa suresinin 25. ayetini göstermiştir. [214]
DÖRDÜNCÜ BAB
NİKÂHTA MÜTEFERRİK HÜKÜMLER
(Bu babta beş fasıl vardır)
BİRİNCİ FASIL
NİKÂHI FESHEDEN ŞEYLER, FESHETMEYEN ŞEYLER
ـ5697 ـ1ـ عن ابْنِ الْمُسَيَّبْ: ]أنَّ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنه قالَ: أيُّمَا رَجُلٍ تَزَوَّجَ امْرَأةً وَبِهَا جُنُونٌ أوْ جُذَّامٌ أوْ بَرَصٌ فَمَسَّهَا فَلَهَا صَدَاقُهَا كَامًِ، وَذلِكَ لِزَوْجِهَا غُرْمٌ عَلى وَلِيِّهَا[. أخرجه مالك .
1. (5697)- İbnu´l-Müseyyeb rahimehullah anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallahu anh) dedi ki: “Kim, kendisinde delilik veya cüzzam veya baras (alaten) bulunan biriyle evlenir ve temasta da bulunursa, mehir tamamiyle kadının olur. Ancak bu, kadının velisi üzerinde erkeğe bir borç olur.” [Muvatta, Nikah 9, (2, 526).][215]
AÇIKLAMA:
Evlilik sırasında kadında sayılan haller (delilik, cüzzam, baras (alaten) gibi hastalıklar) var ise, bu söylenmelidir. Zaten bu hallere rağmen kadını hiçbir erkek nikahı altına almaz. Bunlar söylenmez ve evlilikten sonra ortaya çıkarsa erkek kadını bırakabilir. Ancak kadına mehrini ödeyecektir. Kadın mehrini eksiksiz olarak alır, fakat bu halden erkeğin mağduriyeti de giderilir, kızın velisi erkeğe borçlanacaktır. Borçlanmaya mahkum edilecek veli, kızın babası veya oğlan kardeşi, kızın halini bilme durumunda olan bir başka yakınıdır. Eğer kızı evlendiren veli, amca oğlu veya bir azadlısı veya aşiretten -kızda bu halin varlığını bilmediğine hükmedilecek- biri ise bu takdirde veli borçlandırılmaz.[216][217]
ـ5698 ـ2ـ وعنهُ أنَّ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]أيُّمَا امْرَأةٍ فَقَدَتْ زَوْجَهَا فََلَمْ تَدْرِ أيْنَ هُوَ، فإنَّهَا تَنْتَظِرُ أرْبَعَ سِنِينَ، ثُمَّ تَقْعُدُ أرْبَعَةَ أشْهُرٍ وَعَشْراً، ثُمَّ تَحِلُّ[. أخرجه مالك .
2. (5698) Yine İbnu´l-Müseyyeb anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallahu anh) buyurdular ki: “Bir kadın kocasını kaybeder, nerede olduğunu da bilemezse dört yıl bekler, sonra dört ay on gün oturur, sonra nikahı (başkasına) helal olur.” [Muvatta, Talak 52, (2, 575).] [218]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet Muvatta´da, Kocasını kaybeden kadının iddeti başlığını taşıyan bir babta kaydedilmiştir. Hz. Ömer (radıyallahu anh)´den kaydedilen bu fetvaya göre, kocası gurbete çıkıp da ondan dört yıl boyu haber alamayan kadın, iddet bekleme adabı çerçevesinde dört ay on gün daha bekler. Ondan sonra artık yeni bir evlilik yapabilir.
Zürkânî, Hz. Osman ve Hz. Ali (radıyallahu anhümâ)´den benzer görüşlerin rivayet edildiğini, hatta bu meselede Ashab´ın icmasından bile bahsedildiğini, asırlarında buna muhalif bir görüş işitilmediğinin söylendiğini de not eder.[219]
ـ5699 ـ3ـ وعنه عنْ رَجُلٍ مِن ا‘نْصَارِ يُقَالُ لَه نَضْرَةَ بْنُ ا‘كْتَمْ مِنْ أصْحَابِ رَسُولِ اللّهِ # قَال: ]تَزَوَّجْت امْرَأةً عَلَى أنَّهَا بِكْرٌ فَدَخَلْتُ عَلَيْهَا فَإذَا هِىَ حُبْلَى. فَقَالَ # لَهَا الصَّدَاقُ بِمَا اسْتَحْلَلْتَ مِنْ فَرْجِهَا، وَالْوَلَدُ عَبْدٌ لَكَ، وَفَرَّقَ بَيْنَنَا، وَقَالَ إذَا وَضَعَتْ فَحُدُّوَها[. أخرجه أبو داود.قال الخطابي: هذا حديث مرسل أعلم أحداً من الفقهاء قال به ‘ن ولد الزنى من الحرة حرّ، ويشبه أن يكون معناه إن ثبت الخبر: أنه أوصاه به خيراً، وأمره بتربيته واقتنائه لينتفع بخدمته إذا بلغ فيكون له كالعبد في الطاعة مكافأة له على إحسانه، ويحتمل إن صح الحديث أن يكون منسوخاً .
3. (5699)- Yine İbnu´l-Müseyyeb, Aleyhissalâtu vesselâm´ın ashabından, Nadre İbnu´l-Ektem denen ensardan bir zattan naklen kaydettiğine göre, demiştir ki:
“Ben bakire bildiğim bir kadınla evlendim, gerdeğe girince hamile olduğunu gördüm. (Durumu Resulullah´a arzettiğim vakit) Aleyhissalâtu vesselâm:
“Fercinden istifaden sebebiyle mehir onundur, çocuk da sana köledir” buyurdu ve aramızı ayırdı. İlaveten: “Çocuğu doğurunca had uygulayın!” emretti.” [Ebu Davud, Nikah 38, (2131, 2132).] [220]
AÇIKLAMA:
Hattâbî der ki: “Bu hadisin hükmüyle fetva veren tek fakih bilmiyorum. Zaten hadis mürseldir. Hamile kadın hür olduğu takdirde, ondan doğacak zina mahsulü bir çocuğun hür olacağı hususunda ihtilaf eden tek alim de bilmiyorum. [Öyleyse bu nasıl köleleştirilir ]”
Hattâbî devamla der ki: “Eğer hadis sabit ise, manası şu olabilir: “Aleyhissalâtu vesselâm çocuk için hayır tavsiye etmiştir ve çocuğa sahip çıkıp yetiştirmesini, terbiyesini vermesini ve büyüyünce de hizmetinden faydalanmasını emretmiştir. Böylece çocuk, yapılan iyiliğe karşılık olarak göstereceği taatle köle olmuş gibi olur. Hadis şayet sabit ise mensuh da olabilir.”[221]
ـ5700 ـ4ـ وعن اِبْنُ عَبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهُمَا قال: ]إذَا أسْلَمَتِ النَّصْرَانِيَّةُ تَحْتَ الذِّمِّىِّ قَبْلَ زَوْجِهَا بِسَاعَةً حَرُمَتْ عَليْهِ[. أخرجه البخاري .
4. (5700)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Bir Hıristiyan kadın, bir zımmînin nikahı altında iken, kocasından bir müddet önce Müslüman olsa, artık kocasına haram olur.” [Buharî, Talak 20.][222]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, karıkocadan biri Müslüman olduğu takdirde, nikah durumlarının ne olacağı meselesine açıklık getirmekte, farklı görüşlerden birini tesbit etmektedir. Bu meseleye temas eden ayet mealen şöyledir: “Ey iman edenler! Mü´min kadınlar hicret etmiş olarak size geldiğinde, onları imtihan edin. Onların imanını Allah hakkıyla bilir. Eğer mü´min olduklarına kanaat getirirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helal değildir, onlar da bunlara helal olmaz. Müşrik kocalarının onlara verdiği mehri iade edin.. kâfir kadınları da nikahınız altında tutmayın, onlara verdiğiniz mehri geri isteyin…” (Mümtehine 20).
2- Buhârî, aynı babta, sadedinde olduğumuz rivayetin devamı olarak İbrahim es-Saiğ´den şu rivayeti kaydeder: “Zımmîlerden evli bir kadın kocasından önce Müslüman olsa, sonra da kocası kadının iddeti içerisinde Müslüman olsa kadın yine kocasının hanımı mıdır ” diye Atâ merhumdan sorulmuştu, şu cevabı verdi:
“Hayır! Ancak kadın dilerse yeni bir nikah ve yeni bir mehirle (evlilik yapabilir)” Mücahid de şunu söylemiştir: “Adam, iddet içerisinde Müslüman olmuştsa, eski hanımıyla evlenir!”
Hasan Basri ve Katâde, Müslüman olan iki Mecusi hakkında: “Bunlar eski nikahları üzeredirler. Ancak bunlardan biri daha önce Müslüman olmuş, diğeri de eski nikahın devamına itiraz etmiş ise, ayrılırlar, artık erkeğin kadın üzerinde bir hakkı kalmamıştır” der.
3- İbnu Hacer, Kûfe fukahası (Hanefiler) başta olmak üzere Tavus, Sevrî, Ebu Sevr gibi birçok ulemanın sadedinde olduğumuz rivayette beyan edilen İbnu Abbas´ın görüşünü esas aldığını, ehl-i Kûfe ve onlara tabi olanların “Erkek hanımına İslam´ı teklif etmelidir” şartını koştuklarını belirtir. İbnu Hacer açıklamasına devam ederek, “Şafii, Malik, Ahmed, Katâde, İshak, Ebu Ubeyd gibi birkısım ulemanın da Mücahid´in fetvasını esas aldıklarını” belirtir. “İddeti içerisinde Müslüman olan erkek, eski hanımıyla evliliğini devam ettirir” şeklinde ifade edilen bu görüşe İmam şafii, Ebu Süfyan´la ilgili kıssadan delil getirmiştir: “Ebu Süfyan Mekke´nin fethi sırasında Merrî Zahran mevkiinde, Müslümanların Mekke´ye fetihle girdiği gecede Müslüman olmuştu. Ebu Süfyan Mekke´ ye Müslüman olarak girince, hanımı Hind Bintu Ukbe, sakalından tutup Müslüman olduğu için çıkışmış, nefretini izhar etmiş, bir müddet sonra Hind de Müslüman olmuştu. Bu esnada aralarında bir ayrılık olmadığı gibi, nikahlarının yenilenmesi de mevzubahis olmamıştır. Bu şekilde kocalarından önce Müslüman olan nice sahabiyye vardır: Hakim İbnu Hizam, İkrime İbnu Ebi Cehl vs. gibi. Bunların nikah akidlerinin yenilendiğine dair bir rivayet mevcut değildir. Megazi yazarları bu meselede ihtilaf da etmezler. Ancak bu durum, çoğunluğun nezdinde, “erkeğin İslam´a girişi, kendisinden önce Müslüman olan hanımının iddetinin sona ermesinden önce vaki olduğuna” hamledilmiştir.”[223]
ـ5701 ـ5ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنه: ]أنَّ رَجًُ جَاءَ مُسْلِماً ثُمَّ جَاءَتِ امْرَأتُهُ بَعْدَهُ مُسْلِمَةً. فَقَالَ زَوْجُهَا: يَا رَسُولَ اللّهِ إنَّهَا قَدْ كَانَتْ أسْلَمَتْ مَعِى؛ فَرَدَّهَا عَلَيْهِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
5. (5701)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Bir adam önce kendisi Müslüman olup geldi, sonra da hanımı Müslüman olup geldi. Kocası:
“Ey Allah´ın Resulü! Hanımım da benimle birlikte Müslüman olmuştu!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, hanımını kendisine iade etti.” [Ebu Davud, Talak 23, (2238); Tirmizî, Nikah 43, (1144).] [224]
ـ5702 ـ6ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]أسْلَمَتِ امْرَأةٌ فَتَزَوَّجَتْ، فَجَاءَ زَوْجُهَا الى النَّبِىِّ # فَقَالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ إنِّي كُنْتُ قَدْ أسْلَمْتُ وَعَلِمَتْ بِإسَْمِي. فَانْتَزَعَهَا مِنْ زَوْجِهَا اŒخَرِ، وَرَدَّهَا الى زَوْجِهَا ا‘وَّلِ[. أخرجه أبو داود .
6. (5702)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Bir kadın, Müslüman oldu ve (yeni bir erkekle) evlendi. Bunun üzerine (eski) kocası Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek:
“Ey Allah´ın Resulü! Ben de Müslüman olmuştum. Hanımım Müslüman olduğumu da biliyor” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, kadını ikinci kocasından ayırıp eski kocasına iade etti.” [Ebu Davud, Talak 23, (2239); İbnu Mace, Nikah 60, (2008).][225]
ـ5703 ـ7ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]رَدَّ رَسُولُ اللّهِ # اِبْنَتَهُ زَيْنَبَ عَلى أبِي الْعَاصِ بْنِ الرَّبِيعِ بِالنِّكَاحِ ا‘وَّلِ بَعْدَ سِتِّ سِنِينَ، وَلَمْ يُحْدِثْ شَيْئاً[. أخرجه أبو داود والترمذي .
7. (5703)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kızı Zeyneb´i Ebu´l-As İbnu´r-Rebî´e, altı yıl sonra eski nikahı ile geri verdi (ne nikah, ne mehir) hiçbir şeyi yenilemedi.” [Ebu Davud, Talak 24, (2240); Tirmizî, Nikah 43, (1143).][226]
ـ5704 ـ8ـ وعن عَمْرُو بْنُ شُعَيْبٍ عن أبيهِ عنْ جَدِّهِ رَضِيَ اللّهُ عَنه: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # إنَّمَا رَدَّ زَيْنَبَ عَلى زَوْجِهَا بِنِكَاحٍ جَدِيدٍ وَمَهْرٍ جَدِيدٍ[. أخرجه الترمذي .
8. (5704)- Amr İbnu Şuayb an ebihi an ceddihi (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (kızı) Zeyneb (radıyallahu anhâ)´i kocası (Ebu´l-As´a) yeni bir mehirle iade etti.” [Tirmizî, Nikah 43, (1142); İbnu Mace, Nikah 60, (2010).] [227]
AÇIKLAMA:
1- Kaydedilen son dört rivayet de daha önce 5700 numarada kaydedilen ve açıklaması yapılan İbnu Abbas rivayetinde olduğu gibi, Müslüman olan karıkocanın nikah durumları üzerinedir. Hemen hepsinde işlenen ana fikir; karıkoca her ikisi de Müslüman oldukları takdirde eski nikahları üzere devam edebilirler. Kadın, erkekten önce Müslüman olmuş ise, kadının iddeti içerisinde -ki bir iddet dört ay on gündür- erkek de Müslüman olduğu takdirde eski nikah üzere beraberlikleri devam eder, yeni bir nikah akdine, mehir tesbitine hacet yoktur. İmam Muhammed: “Kadın dar-ı İslam´da Müslüman olur, kocası kâfir kalırsa, erkeğe İslam teklif edilmeden araları ayrılmaz, kocası da Müslüman olursa, kadın onun hanımıdır; eğer Müslüman olmazsa araları ayrılır, bu ayırma bâin olan bir boşamadır” der. Bu İbrahim Nehai ve Ebu Hanife´nin de görüşüdür.
2- Son iki rivayette, bu meseleye Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kendi kızı Zeyneb ile onun kocası Ebu´l-As örneği zikredilmektedir. Fakat, aralarında cereyan eden ayrılık müddetinde pek zahir farklılık ve dolayısıyla ihtilaf gözükmektedir. Ancak İbnu Hacer, “altı yıl”la Hz. Zeyneb´in hicreti ile Müslüman oluşu arasındaki zaman kastedilmiştir. “İki yıl” veya “üç yıl”la da “…Bunlar onlara helal değildir, onlar da bunlara helal değildir…” (Mümtehine 10) ayetinin nüzulü ile Ebu´l-As´ın Müslüman olarak gelişi arasında geçen müddet kastedilmiştir. Çünkü bu iki hâdise arasında iki yıl birkaç aylık müddet var” diyerek telif eder.
Ne var ki, iki hadis arasındaki ihtilaf rakamdan ibaret değildir. Amr İbnu Şuayb hadisinde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kızı Zeyneb ile damadı Ebu´l-As arasındaki nikahı yeni bir akid yeni bir mehirle tecdid ettiğini ifade ederken, İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) rivayetinde, bilakis ne nikahın ne de mehrin yenilenmediği ifade edilmektedir. Halbuki ulema, hanım Müslüman olduğu takdirde, kocasını ancak bir iddet müddeti bekleyebileceğini, bu müddet dolunca boşanma hasıl olacağını, bir iddet müddetinin dört ay on gün olduğu, halbuki Hz. Zeyneb ile Ebu´l-As´ın tekrar eski nikahla birleşmelerinin arasından iki yıl birkaç ay geçtiğini belirterek aradaki müşkilata dikkat çekerler. Bu müşkilatı gidermek için yapılan izahlardan bizce en mâkul olan bir tanesini burada kaydedeceğiz: “Zeyneb´in Müslüman olmasına ve kocasının küfürde devam etmesine rağmen Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) aralarını ayırmamıştır. Çünkü henüz “Bunlar onlara helal değildir, onlar da bunlara helal olmaz” (Mümtehine 10) ayet-i nazil olmamış idi. Ayet nazil olunca Aleyhissalâtu vesselâm kızına iddete başlamasını emretmiştir. Böylece başlayan iddetin müddeti dolmadan Ebu´l-As Müslüman olarak gelmiş, Aleyhissalâtu vesselâm)da eski nikahın devamına hükmetmiştir.” Bu açıklama, aradaki işkali kaldırır.
Bu iki hadis arasındaki ihtilaf ulema arasında uzun tahlillere bâis olmuştur. Burada hepsine yer vermeyi gerekli görmüyoruz. Buhârî şerhlerinde görülebilir. İbnu Hacer şöyle bağlar: “Bu hadisle ilgli açıklamada benimsenecek en iyi görüş İbnu Abbas´ın hadisini tercih etmektir. Nitekim imamlar da onu tercih etmiş, (aradaki işkalin çözümünü de) Müslüman olan kadını kocasına haram kılan ayetin nüzulü ile Ebu´l-As´ın müslüman oluşu arasındaki müddetin uzamasına hamlederek yapmıştır. Bu çeşit bir te´life mani de yoktur.”[228]
ـ5705 ـ9ـ وعن ابْنِ شِهَابٍ قال: ]بَلَغَنِي أنَّ نِسَاءَكُنَّ عَلى عَهْدِ رَسُولِ اللّهِ # يُسْلِمْنَ بِأرْضِهِنَّ وَهُنَّ غَيْرُ مُهَاجِرَاتٍ وَأزْوَاجُهُنَّ حِينَ أسْلَمْنَ كُفَّارٌ. مُنْهُنَّ بِنْتُ الْوَلِيدِ بْنِ الْمُغِيرَةِ، وَكَانَتْ تَحْتَ صَفْوَانَ ابْنُ أُمَيَّةَ. فَأسْلَمَتْ يَوْمَ الْفَتْحِ وَهَرَبَ صَفْوَانُ مِنَ ا“سَْمِ، فَبَعَثَ إلَيْهِ الْنَّبِيُّ # ابْنَ عَمِّهِ وَهْبَ بْنَ عُمَيْرٍ بِرِدَائِهِ أمَانًا لِصَفْوَانَ بْنِ أمَيّة، وَدَعَاهُ رَسُول اللّهِ # الَى اِسَْمِ وَأن يقْدُمَ عَليْهِ فإنْ رَضِيَ أمْراً قَبِلَهُ وإَّ سَيَّرَهُ شَهْرَيْنِ، فَلَمَّا قَدِمَ صَفْوَانُ عَلَى رَسُولِ اللّهِ # بِرِدائِِهِ نَادَاهُ بِأعْلَى صَوْتِهِ: يَا مُحَمّدُ، هذَا وَهْبُ ابْنُ عُمَيْرِ جَاءَنِى بِرِدَائِكَ وََزَعَمَ أنَّكَ دَعَوْتَنِى الَى الْقُدُومِ عَلَيْكَ، فَإنْ رَضِيْتُ أمْراً قَبَلْتَهُ وَإَّ سَيَّرْتَنِى شَهْرَيْنِ. فَقَامَ #: اِنْزِلْ أبَا وَهْبٍ. فَقالَ: َ وآللّهِ َ أنْزِلُ حَتّى تُبَيِّنَ لِي. فَقَالَ لَهُ #: بَلْ لَكَ تَسْيِيرُ أرْبَعَةِ أشْهُرٍ. فَخَرَجَ # قِبَلَ هَوَازِنِ بِحُنَيْنٍ، وأرْسَلَ الى صَفْوَانَ يَسْتَعِيرُ أدَاةً وَسَِحاً. فَقَالَ: أطَوْعاً أمْ كَرْهاً؟ فَقَالَ: بَلْ طَوْعاً. فأعَارَهُ ا‘دَاةَ وَالسَِّحَ، ثُمَّ رَجَعَ مَعَ النَّبِىِّ #، وَهُوَ كَافِرٌ، فَشَهِدَ جُنَيْناً وَالطَّائِفَ وَهُوَ كَافِرٌ وَامْرَأتُهُ مُسْلِمَةٌ وَلَمْ يُفَرِّقْ بَيْنَهُمَا حَتّى أسْلَمَ صَفْوَانُ رَضِيَ اللّهُ عَنهُ وَاسْتَقَرَّتْ عِنْدَهُ امْرَأتُهُ بذلِكَ النِّكَاحِ، وَكَانَ بَيْنَ إسَْمِهِ وَإسَْمِ امْرَأتِهِ نَحْواً مِنْ شَهْرَيْنِ[. أخرجه مالك.
9. (5705)- İbnu Şihab anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında, bir kısım kadınlar, kendi yurtlarında Müslüman oldular. Bunlar hicret de etmediler. Bunlar İslam´a girdikleri zaman kocaları kâfir idiler. Bunlardan biri Velid İbnu´l-Mugire´nin kızıydı. Bu kadın Safvan İbnu Ümeyye´nin nikahı altında idi. Bu hanım Fetih günü Müslüman olmuş, kocası Safvan da İslam´dan kaçmıştı. Aleyhissalâtu vesselâm peşinden amcasının oğlu Vehb İbnu Umeyr´i, kendisine bir eman alâmeti olarak şahsî ridasıyla birlikte gönderdi. [Resulullah onu İslam´a çağırıyor ve] yanına gelmeye davet ediyordu: (Gelince bakacak), İslam hoşuna giderse kabul edecekti, gitmezse kendisine iki ay müsaade edecekti.
Safvan, Aleyhissalâtu vesselâm´ın yanına ridasıyla birlikte gelince, yüksek sesle [halkın arasında] bağırırarak:
“Ey Muhammed! İşte Vehb İbnu Umeyr! Senin ridanı bana getirdi ve senin beni yanına davet ettiğini, İslam hoşuma giderse kabul edeceğimi, gitmezse bana iki ay mühlet tanıyacağını söyledi” dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kalkıp: “Ey Ebu Vehb (devenden) in!” buyurdu. Fakat o:
“Hayır, vallahi, meseleyi benim için açıklığa kavuşturmadıkça inmem!” dedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: “Sana, daha fazla, dört ay mühlet tanıyorum” buyurdular.
Sonra Resulullah Havazin tarafına Huneyn Seferi´ne çıktı. (Sefer hazırlığı sırasında) Safvan´a adam göndererek çağırtıp, emaneten silah ve başka harp malzemesi vermesini talep etti. Safvan:
“Zorla mı, gönül rızasıyla mı istiyorsun ” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Gönül rızasıyla!” buyurdu. Safvan [yanında bulunan] silah vs.yi iâne olarak verdi. Sonra Safvan kâfir olduğu halde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte döndü. Huneyn Gazvesi´ne, Taif´in fethine katıldı. Bu esnada henüz kâfirdi. Ama hanımı Müslüman olmuştu. Aleyhissalâtu vesselâm aralarını ayırmadı. Bu hal Safvan (radıyallahu anh)´ın Müslüman oluşuna kadar devam etti. Müslüman olduktan sonra hanımı eski nikahıyla onun yanında kaldı. Safvan ile hanımının Müslüman oluşu arasında iki ay kadar bir zaman mevcuttur.” [Muvatta, Nikah 44, (2, 543, 544).][229]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, daha önce belirtilen ahkâma canlı bir örnek teşkil etmektedir: Müslüman kadın, müşrik kocasından hemen ayrılmaz. Bir iddet müddeti beklenir. O sırada kocanın da Müslüman olması için gerekli teşebbüslerde bulunulur.
2- Hadis, İslam´ı benimsetme ve yaymada, Resulullah´ın takip ettiği siyaseti anlamada da mühim bir örnektir. İnsanlara İslam´ı gösterme imkanı tanımak, bilmeyenleri, anlayamayanları ürkütmeden, kalplerini kazanıp, yakınlıklarını, temaslarını sağlayarak anlamalarına imkan hazırlamak… Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Safvan´a önce iki ay, daha sonra dört ay tanıma, anlama müddeti tanır. Bu esnada hep iyi davranır. İtimad telkin edecek davranışlarda bulunur ve Safvan İslam´a teslim olur.
3- Hadiste dikkatimizi çeken diğer bir husus Aleyhissalâtu vesselâm´ın Safvan´a verdiği ehemmiyettir. Bu onun daha önce ortaya koyduğu şahsiyete, Mekke cemiyeti içerisinde iktisab ettiği itibar ve şerefe denk bir alâka ve değer vermedir. Safvan, cahiliye devrinde fesahatıyla, insanlara yedirmesiyle ün yapmıştı. Kureyş´in en ilerideki eşrafından biriydi. Huneyn ganimetinden Aleyhissalâtu vesselâm ona bol bol verdi. O bu cömertlik karşısında hayran kalmış: “Vallahi böylesi bol vermeye ancak bir peygamberin gönlü razı olur!” demiş, Müslüman olmuştur. Şu söz de onundur: “Huneyn günü Resulullah bana o kadar çok verdi ki, kendisi o güne kadar nazarımda en çok buğzettiğim kimse iken, verdikçe nazarımda insanların en sevimlisi oldu.” Safvan, mal tesiriyle Müslüman olmuştu ama Müslümanlığında pek samimi idi. Ömrünün sonuna kadar, samimiyetinden hiç eksilme olmadı. Kendisine bir ara “Hicret etmeyen helak olmuştur” denmişti. Hemen Medine´ye gelip Resulullah´tan hicret biatı almak istedi. Hatta bunu alabilmek için Resulullah´ın en çok sevdiği kimselerden biri olan amcası Abbas İbnu Abdulmuttalib´i araya koydu. Ancak Resulullah َ هِجْرَةَ بَعْدَ الْفَتْحِ diyerek Mekke´nin fethinden sonra hicret üzere biat[230] olmayacağını söyledi. Resulullah´ın irşadı üzerine Mekke´ye döndü ve orada vefat etti, (radıyallahu anh).[231]
ـ5706 ـ10ـ وعن ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنهُما: ]أنَّهُ كَانَ يَقُولُ في ا‘مَةِ تَكُونُ تَحْتَ الْعَبْدِ فَتَعْتِقُ: إنَّ لَهَا الْخِيَارَ مَا لَمْ يمَسَّهَا[. أخرجه مالك.
10. (5706)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), bir kölenin nikahı altında bulunan bir cariye, hürriyetine kavuşacak olursa, (bu azadlıktan sonra) kendisine kocası temas etmedikçe (bu evliliğe devam edip etmemede) muhayyer olduğunu söylerdi.” [Muvatta, Talak 26, (2, 562).][232]
AÇIKLAMA:
Cariye şu veya bu şekilde hürriyetine kavuşunca köle olan kocasından boşanma hakkına sahiptir. Yani, hür statüsüne geçer geçmez bu hakkını hemen kullanmalıdır. Eğer kadın ayrılma tercihini ilan etmezden önce kocası temasta bulunursa hakkı düşer. Kadın sonradan “böyle bir hakkı olduğunu bilmediğini” söylese de mazereti kabul edilmez.[233]
ـ5707 ـ11ـ وعن مَالِكٍ: ]أنَّهُ بَلَغَهُ أنَّ عُمَرَ أوْ عُثْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنهُمَا قَضى في أمَةٍ غَرَّتْ رَجًُ بِنَفْسِهَا أنَّهَا حُرَّةٌ فَتَزَوَّجَهَا فَوَلَدَتْ لَهُ أوَْداً، أنْ يَفْدِي أوَْدَهُ بِمِثْلِهِمْ مِنَ الْعَبِيدِ. قَالَ مَالِكٌ رَحِمَهُ اللّهُ: وَتِلْكَ الْقِيْمَةُ أعْدَلُ عِنْدِى[. أخرجه رزين .
11. (5707)- İmam Malik rahimehullah´a ulaştığına göre, “Hz. Ömer -veya Hz. Osman- (radıyallahu anhümâ), bir erkeği “hürüm” diye nefsiyle aldatıp evlenen ve birçok çocuk doğuran cariye hakkında “adam, çocukların, köle emsalleriyle fidyelerini öder” diye hükmetmiştir.” İmam Malik, “Bu kıymet, nazarımda en adildir” demiştir. Rezin tahric etmiştir. [Muvatta, Akdiye 23, (2, 741).][234]
AÇIKLAMA:
İbnu Abdilberr, bu hükmün, Hz. Ömer ve Hz. Osman her ikisine de ait olduğunu söylemiştir. Hükme göre, aldatılan hür erkeğin cariyeden doğan çocukları köle mesabesindedir ve cariyenin efendisinin mülkündedir, hür babaya fidye ödeyerek çocuklarını kurtarmak düşmektedir. Ancak İbnu Abdilberr cumhurun “aldatılan kimsenin çocuğu hürdür” diye hükmettiğini belirtir. [235]
İKİNCİ FASIL
KADINLAR ARASINDA ADALET
ـ5708 ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ كَانَتْ لَهُ امْرَأتَانِ وَلَمْ يَعْدِلْ بَيْنَهُمَا، جَاءَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَشِقُّهُ سَاقِطٌ؛ وَفي اُخْرى: مَائِلٌ[. أخرجه أصحاب السنن .
1. (5708)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kimin iki hanımı olur ve aralarında adaletli davranmazsa kıyamet günü (vücudunun) yarısı düşük olarak gelir.”
Diğer bir rivayette “Bir tarafı eğri (mefluç) olarak” denmiştir.” [Ebu Davud, Nikah 39, (2133); Tirmizî, Nikah 42, (1141); Nesâî, İşterü´n-Nisa 2, (7, 63).][236]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, birden fazla hanımla evlenen kimsenin hanımlar arasında eşitliğe ve adalete riayet etmesinin vacib olduğunu ifade eder. Böyle olunca kişinin birine meyletmesi haramdır, kul hakkına girer, sorumluluğu büyük olur. Meselenin ehemmiyetine binaen Rab Teala “…bütün ilginizi birine verip de diğerini ortada bırakmayın” (Nisa 129) buyurmuştur.
2- Burada istenen eşitlik zahire akseden, maddî hususlardadır; gecelerin taksiminde, nafaka tahsisinde, vazife tevziinde vs. Şarihler, ayet-i kerimenin sevgide eşitlik talep etmediğini, bunun kulun elinde olmayan bir husus olduğunu belirtirler.
Müteakip hadis bu meseleye biraz daha açıklık, Nebevî örnek getirecektir.[237]
ـ5709 ـ2ـ وعن عَائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # يَقْسِمُ وَيَعْدِلُ وَيَقُولُ: اَللَّهُمَّ هذَا قَسَمِي فِيمَا أمْلِكُ، فََ تَلُمْنِى فِيمَا تَمْلِكُ وََ أمْلِكُ، يَعْنِى الْقَلْبَ[. أخرجه أصحاب السنن.
2. (5709)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) gece taksiminde adalete riayet eder ve derdi ki:
“Ey Allahım! Bu taksim benim iktidarımda olanla yaptığım bir taksimdir. Senin muktedir olup benim muktedir olmadığım şeyden dolayı beni levmetme!” Benim muktedir olmadığım dediği şeyle kalbi kastederdi.” [Ebu Davud, Nikah 39, (2134); Tirmizî, Nikah 42, (1140); Nesâî, İşretü´n-Nisa 2, (7, 64).][238]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadise dayanan birkısım alimler, hanımları arasında adaletli davranmasının Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a da vacib olduğunu söylemiştir. Bazı alimler de “Hanımlarından dilediğini geri bırakır, dilediğini yanına alabilirsin…” (Ahzab 51) ayetine dayanarak kadınları hususunda tesviyesinin (eşitlik) Resulullah´a bir vecibe olmadığını, bu durumun Resulullah´ın (hasaisinden biri) olduğunu söylemiştir.
2- Hadis, muhabbet ve kalbî meylin, kişinin iradesine tabi olmayan bir emr, bir hal olduğuna, bunun bir Allah vergisi bulunduğuna delil olmaktadır. Nitekim Kur´an-ı Kerim´de de:”Sen yeryüzünde bulunan herşeyi harcasan da mü´minleri kalplerini birleştirip kaynaştıramazdın” dedikten sonra “Fakat onların kalplerini Allah birleştirmiştir” (Enfal 63) buyurarak bu meseleye yer vermiştir.[239]
ـ5710 ـ3ـ وعنها رَضِيَ اللّه عنها: ]أنَّ سَوْدَةَ بِنْتَ زَمْعَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهَا: وَهَبَتْ يَوْمَهَا لِعَائِشَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهَا، فَكَانَ # يَقْسِمُ لِعَائِشَةَ يَوُمَهَا وَيَوْمَ سَوْدَةَ[. أخرجه الشيخان .
3. (5710)- Yine Hz. Aişe anlatıyor: “Sevde Bintu Zem´a (radıyallahu anhâ), gününü Aişe´ye hibe etti. Böylece Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Aişe´ye iki gün ayırıyordu. Bir kendi günü, bir de Sevde´nin günü.” [Buharî, Nikah 98, Müslim, Rada 47, (1463).][240]
AÇIKLAMA:
İslam dini, erkeklere dörde kadar evlenme imkanı tanımıştır. Bu sebeple çok evliliğin getireceği meselelere de çözüm yolları vazetmiştir. Önceki hadiste günlerin hanımlara eşit şekilde taksim edilmesi prensibi vazedilmiştir. Burada hanımların kendi günlerini, diğerlerinden birine hibe edebileceği ifade edilmektedir. Bunun örneği Hz. Sevde´nin kendi nöbetini Hz. Aişe´ye hibesidir. Bazı rivayetlerde geldiği üzere Hz. Sevde yaşlanınca, Resulullah´ın kendisini boşayacağı endişesiyle gecesini Hz. Aişe´ye hibe eder. Resulullah da bu hibeyi kabul eder. Böylece Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Aişe´nin yanında daha fazla kalma imkanı elde etmiş olmaktaydı.
Alimler, kendi sırasını hibe eden bir kadının bu hibeden her zaman için rücu edebileceğini, ancak rücunun geçmişe raci olamayacağını, geleceğe raci olacağını belirtirler.
Hz. Sevde (radıyallahu anhâ) ile, Resulullah Mekke´de iken, Hz. Hatice´nin vefatından sonra evlenmişti. Resulullah Sevde validemize Mekke´de iken duhulde bulunmuş, onunla birlikte hicret etmişti. Rivayetler, Hz. Aişe´nin nikahının Sevde´nin nikahından önce kıyıldığını, ancak duhülün, Sevde´ye duhülden sonra olduğunu ifade eder.
Sevde Bintu Zem´a (radıyallahu anhâ) Hz. Ömer´in hilafetinin sonlarında vefat etmiştir, (radıyallahu anhümâ).[241]
ـ5711 ـ4ـ وعنها رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]بَعَثَ رَسُولُ اللّهِ # في مَرَضِهِ الى نِسَائِهِ فَاجْتَمَعْنَ. فَقالَ: إنِّي َ أسْتَطِيعُ أنْ أدُورَ بَيْنَكُنَّ فإنْ رَأيْتُنَّ أنْ تَأذَنَّ لِي أنْ أكُونَ عِنْدَ عَائِشَةَ فَعَلْتُنَّ؟ فأذِنَّ لَهُ[. أخرجه أبو داود .
4. (5711)- Yine Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hastalandığı zaman kadınlarını çağırdı, yanında toplandık.
“Ben sizleri teker teker dolaşacak durumda değilim. Uygun görürseniz Aişe´nin yanında kalmama müsaade edin, orada kalayım” buyurdular. Kadınlar da kendisine izin verdiler.” [Ebu Davud, Nikah 39, (2137).][242]
ـ5712 ـ5ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]كَانَ عِنْدَ رَسُولِ اللّهِ # تِسْعُ نِسْوَةٌ، وَكانَ إذَا قَسَمَ بَيْنَهُنَّ َ يَنْتَهِي الى الْمَرْأةِ ا‘ولى إَّ في تِسْعٍ فَكُنَّ يَجْتَمِعْنَ في كُلِّ لَيْلَةٍ في بَيْتِ الّتِى يَأتِيهَا، فَكَانَ في بَيْتِ عَائِشَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنها. فَجَاءَتْ زَيْنَبُ فَمَدَّ يَدَهُ إلَيْهَا. فَقَالَتْ: هذِهِ زَيْنَبُ؟ فَكَفَّ # يَدَهُ فَتَقَاوَلَتاً حَتّى اسْتَحَثْتَا وَأُقِيمَتِ
الصََّةُ فَمَرَّ أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه فَسَمِعَ أصْوَاتَهُمَا. فَقالَ: اُخْرُجْ يَا رَسُولَ اللّهِ وَاحْثُ في أفْوَاهِهِمَا التُّرَابُ فَخَرَجَ #[. أخرجه مسلم.»استحثتا« أى رمت كل واحدة منهما في وجه صاحبتها التراب .
5. (5712)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanında dokuz hanım vardı. Kadınlara uğrama işini sıraya koyunca, birinci kadına ikinci bir uğrayışı dokuz gün sonra oluyordu. Kadınlar, her akşam, Resulullah´ın o gün geleceği odada toplanıyorlardı. (Bir gün) toplanma akşam, yeri Hz. Aişe´nin odasıydı. Zeyneb gelmişti. Resulullah ona elini uzattı. Hz. Aişe: “Bu Zeyneb´tir, (bilmiyor musun) dedi. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da elini geri çekti. Derken Hz. Aişe ile Hz. Zeyneb birbirlerine çıkıştılar. Karşılıklı çekişme birbirlerinin yüzüne toprak atmaya kadar gitti. (Bu esnada mescidde) ikamet getirildi. Bu sırada Hz. Ebu Bekir geçiyordu, onların seslerini işitti.
“Ey Allah´ın Resulü! Çık ve şunların ağızlarına toprak saç!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm çıktı.” [Müslim, Rada 46, (1462).][243]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) zevcelerinin yanında geceleme işini belli bir sıraya koyup sırasıyla uğramakla beraber, diğer hanımlarını, nöbetlerine kadar tamamen ihmal etmiş değildi. Bu rivayet, her akşam bütün hanımlarla birlikte geceleyeceği hanımının yanında toplanıp sohbet ettiklerini göstermektedir. Zaman zaman bu toplanmalarda, hanımlar arasında tartışmalar da olmaktadır. Sadedinde olduğumuz rivayet bu tartışmalardan şiddetli birisine şahitlik eder.
Diğer bazı rivayetler her gün ikindi namazından sonra Resulullah´ın hanımlarını sırayla kısa fasılalarla ziyaret edip bir müddet sohbet ettiğini gösterir. Bu hiç aksamayan bir ziyarettir.
Alimler, bu rivayetlerden, kocanın hanımlarını kendi odasında kabul etmesinin değil, onların odalarına teker teker uğramasının müstehab olacağını istidlal etmişlerdir.[244]
ـ5713 ـ6ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # يَدُورُ عَلى نِسَائِهِ في السَّاعَةِ الْوَاحِدَةِ مِنَ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ، وَهُنَّ إحْدى عَشْرَةَ.
قِيلَ ‘نَسٍ: وَكانَ يُطِيقُهُ؟ قَالَ: كُنَّا نَتَحَدَّثُ أنَّهُ أُعْطِيَ قُوَّةَ ثَثِىنَ[. أخرجه البخاري والنسائي .
6. (5713)- Yine Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), hanımlarına gece ve gündüzleyin aynı saatlerde ziyarette bulunurdu. Onlar on bir tane idiler. Enes´e: “Buna takat getirebiliyor muydu ” denmişti. O: “Biz ona otuz kişinin gücü verildiğini konuşurduk” diye cevap verdi.” [Buhârî, Gusl 12; Nesâî, Nikah 1, (6, 53, 54).][245]
ـ5714 ـ7ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]مِنَ السُّنَّةِ إذَا تَزَوَّجَ الْبِكْرَ عَلى الثَّيِّبِ أقَامَ عِنْدَهَا سَبْعاً، ثُمَّ قَسَمَ: وَإذَا تَزَوَّجَ الثَّيِّبِ أقَامَ عِنْدَهَا ثَثاً، ثُمَّ قَسَمَ[. أخرجه الستة إ النسائي .
7. (5714)- Yine Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bakire, dul üzerine nikahlanırsa, bakirenin yanında yedi gün kalınması, sonra taksimat yapılarak sıraya konması, dul nikahlandığı zaman, yanında üç gün kalıp sonra taksimat yapılıp sıraya konması sünnettir.” [Buhârî, Nikah 100, 101; Müslim, Rada 44, (1461); Muvatta, Rada 15, (2, 530); Ebu Davud, Nikah 35, (2124); Tirmizî, Nikah 41, (1139).][246]
ـ5715 ـ8ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]لَمَّا أخَذَ رَسُولُ اللّهِ # صَفِيَّةَ رَضِيَ اللّهُ عَنها أقَامَ عِنْدَهَا ثَثاً، وَكَانَتْ ثَيِّباً[. أخرجه أبو داود .
8. (5715)- Yine Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Safiyye (radıyallahu anhâ)´yi aldığı zaman yanında üç gece ikamet etti. Safiyye dul idi.” [Ebu Davud, Nikah 35, (2123).][247]
ـ5716 ـ9ـ وعن أبي بَكْرِ بْنِ عَبدالرّحمنِ عن أُمُّ سَلَمَة رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]لَمَّا تَزَوَّجَنِي رَسُولُ اللّهِ # أقَامَ عِنْدِي ثَثاً. وَقَالَ: إنَّهُ لَيْسَ بِكَ هَوَانٌ عَلى أهْلِكِ، إنْ شِئْتِ سَبَّعْتُ لَك، وإنْ سَبّعْتُ لَكِ سَبَّعْتُ لِنِسَائِي[. أخرجه مسلم ومالك وأبو داود والنسائي.
9. (5716)- Ebu Bekr İbnu Abdirrahman, Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ)´den anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) benimle evlendiği zaman, yanımda üç gün ikamet etti ve dedi ki:
“Sana ehlinden bir tahkir sözkonusu değil. Dilersen senin yanında yedi gün ikamet ederim. Ancak seninle yedi gün kalırsam diğer hanımlarımın yanında da yedi gün kalırım.” [Müslim, Rada 41, (1460); Muvatta, Nikah 14, (2, 529); Ebu Davud, Nikah 35, (2122).][248]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Sevde´ye, yanında üç gün kalmasının ona bir takdirden ileri gelmediğini açıklıyor. Alimler o cümleyi bazı farklı şekillerde yorumlamışlardır. “Benim üç günle yetinmem sana bir hakaretten ileri gelmez” veya “Senin sebebinle kavmine bir hakaret ulaşmaz”, “Üç günle yetinmem sana olan ilgimin azlığından değil, kaide ve hüküm icabıdır…” gibi.
Bu hadis, ikamette bakire için yediyi, dul için üçü aşıldığı takdirde, diğer zevcelere de aynı ölçüde zaman ayırarak eksiklikleri telafi etmenin vacib olduğuna delildir. Ancak bu, diğerlerinin izniyle olursa, fazlanın telafisi gerekmeyebilir. [249]
ÜÇÜNCÜ FASIL
AZL VE GAYLE HAKKINDA
ـ5717 ـ1ـ عن أبى سَعيدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]خَرَجْنَا مَعَ رَسُولِ اللّهِ # في غَزْوَةِ بَنِى الْمُصْطَلِقِ فأصَبْنَا سَبْياً مِنْ سَبِى الْعَرَبِ، فَاشْتَهَيْنَا النِّسَاءَ وَاشْتَدَّتْ عَلَيْنَا العُزْبَةُ، وَأحْبَبْنَا الْعَزْلَ. فَقُلْنَا نَعْزِلُ وَرَسُولُ اللّهِ # بَيْنَ أظُهْرِنَا قَبْلَ أنْ نَسْألَهُ؟ فَسَألْنَاهُ. فَقالَ: َ عَلَيْكُمْ أنْ َ تَفْعَلُوا، مَا مِنْ نَسَمَةٍ كَائِنَةٍ الى يَوْمِ الْقِيَامَةِ إَّ وَهِىَ كَائِنَة[. أخرجه الستة .
1. (5717)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte Beni´l-Müstalik Gazvesi´ne çıktık. Arap esirlerinden çokça esir ele geçirdik. Kadınlara karşı arzu duyduk. Çünkü üzerimizde bekârlık şiddet kesbetmişti. Hep azil yapmak istiyorduk ve: “Aramızda Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) varken, ona sormadan azil yapmak olur mu ” dedik ve sorduk.
“Hayır! buyurdular. Bunu yapmamanız gerekir. Kıyamete kadar geleceği takdir edilen her canlı mutlaka yaratılacaktır (siz tedbirinizle önüne geçemezsiniz).” [Buharî, Nikah 96, Büyû 109, Itk 13, Megazî 32, Kader 4, Tevhid 18; Müslim, Nikah 125, (1438); Muvatta, Talak 95, Ebu Davud, Nikah 49, (2171); Tirmizî, Nikah 40, (1138); Nesâî, Nikah 55, (6, 107).][250]
AÇIKLAMA:
1- Azl, münasebet-i cinsiyede, meninin rahme ulaşmasını önlemek maksadıyla inzalin fercin haricine yapılmasıdır. Bu babta gelen hadisler, azl yoluyla hamileliğin başlıca iki maksatla önlenmesinin düşünüldüğünü ifade etmekteir:
1) Cariyelerin ümmüveled olmasını önlemek. Çünkü cariye efendisinden hamile kalıp çocuk doğurunca ümm-ü veled olur, artık efendisi onu satamaz, efendisi ölünce hürriyetine kavuşur.
2) Zevcenin emzirmekte olduğu çocuğu vardır, hamile kaldığı takdirde, sütün yapısı bozulacağı için çocuğa zararlı olacaktır, bu zararı önlemek gayesiyle kadının hamile kalmaması gerekmektedir, bu sebeple azle başvurulmaktadır.
3) Üçüncü bir gaye, geçim yükünü ağırlaştırmamak için, çocuk sayısını az tutmaktır.
2- Azl meselesi İslam alimlerince çeşitli açılardan tahlil edilmiştir, dinen caiz mi değil mi, fayda ve zararı nelerdir gibi. Bu babta Resulullah´tan muhtelif rivayetler gelmiştir.
İbnu Abdilberr: “Alimler arasında, hür hanımdan izin olmadıkça azl yapılamayacağı hususunda ihtilaf yok” der. Sebep olarak kadının da cimaya hakkı olduğunu, bunu kocasından talep edebileceğini belirtir, ayrıca bunun kemaliyle vukuunun azle yer vermemekle mümkün olacağına dikkat çeker. İbnu Hübeyre de benzer bir icmadan bahsetmiştir. Ancak Şafiîlerde farklı bir nokta-i nazar bulunması sebebiyle tam bir icmadan bahsedilemeyeceği de söylenmiştir. Bu sebeple Şafiîler arasında hür kadına da izni olmadan azl yapılabileceği münakaşa edilmiştir.
3- Azlin yasaklanma sebebinde de ihtilaf edilmiştir:
* Bazıları: “Kadının cima hakkı kaybolduğu için” demiştir.
* Bazıları: “Kadere karşı gelme manası bulunduğu için” demiştir. Bu mevzuda gelen rivayelerin çoğu bunu te´yid eder.
Hülasa alimler, azl mevzuunda gelen hadislerin farklı ifadelerini gözönüne alarak buna haram dememiş, fakat terkinin evla olduğuna hadiste irşad bulunduğuna hükmetmiştir. Cariyenin izni alınmadan, hürrenin izni ile azlin yapılması haram değildir.[251]
ـ5718 ـ2ـ وعن أسْمَاء بِنْتِ يَزِيدُ بْنُ السّكَنٍ رَضِيَ اللّهُ عَنها قالت: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: َ تَقْتُلُوا أوَْدَكُمْ سِرّاً فإنَّ الْغَيْلَ يَدْرِكُ الْفَارِسَ فَيُدَعْثِرُهُ عَنْ فَرَسِهِ[. أخرجه أبو داود.يقال »دَعَثَرَ الْحَوْضَ« إذا هدمه.و»الغَيْلُ« أن يجامع الرجل امرأته وهى ترضع فتضعف لذلك قوى الرضيع فإذا بلغ مبلغ الرجال ضعف عن مقاومة نظيره في الحرب وانكسر بسبب ذلك.
2. (5718)- Esma Bintu Yezid İbnu´s-Seken (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Çocuklarınızı gizlice öldürmeyin. Çünkü gayl, biniciye [atının üzerinde] ulaşır ve atından aşağı atar” dediğini işittim.” [Ebu Davud, Tıbb 16, (3881); İbnu Mace, Nikah 61, (2012).][252]
AÇIKLAMA:
Azl bahsini tamamlayan bir mevzunun gayle olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, her ikisi hakkında gelen yasak hükmü bir noktada birleşir: Çocuğun korunması, neslin sağlıklı olarak devamı endişesi…
Gayle bahsine az yukarıda (5682- İstidrad) genişçe temas ettiğimiz için burada teferruata girmeden şu kadarını söyleyeceğiz: Gayle öncelikle emzikli kadınla cima yapmaya denir. Gayl ise, hamile kalan emzikli kadının emzirdiği süte denmektedir. Bu mesele Arap dilinde ayrı bir mastarla ele alınmıştır. Çünkü emzikli kadın hamile kaldığı takdirde kadının sütü yapı itibariyle bozulmakta ve çocuğun sağlığını bozmaktadır.
Resulullah, sadedinde olduğumuz hadiste, emzikli kadınla cinsî teması “Çocuğu gizlice öldürmek” olarak tavsif etmekte, sebebini şu manada açıklamaktadır: “Çünkü, hamilelikte kimyevî yapısı bozulan ve zehir tesiri hasıl eden süt (gayl) çocukta uzun vadede zarar meydana getirmekte, atı üzerinde seferde iken bile bu zehirin tesiri aniden kendini göstermekte, evladının ölüp atından düşmesine sebep olmaktadır.”
Bu meselede daha geniş bilgi için 5682 numaralı hadise ve ilgili açıklamalara, istidrad´a bakılmalıdır.[253]
İSTİDRAD:
Dinimiz evliliğin en başta gelen gayelerinden birini tenasül, yani neslin devamı, yani sağlıklı evlad elde etmek olarak tesbit etmiş, bu maksatla evlenmeye ve çok çocuk sahibi olmaya teşvik etmiştir. Bu meyanda getirdiği birçok teşriat bu gayenin gerçekleşmesini hedefler. Sadedinde olduğumuz azl ve gayle bahisleri de neslin korunması ile ilgilidir. Gerek azlin ve gerekse gaylenin haram manasında olmasa bile yasaklanmış olması, bilhassa günümüzde haricî baskılarla doğum kontrolü, kürtaj serbestisi gibi neslin çoğalmasını ve sağlıklı olmasını önleyici müdahaleler Müslümanların, meselelerine sahip çıkması, bu meselenin ayet ve hadislerde gelen temel esprisini yasaklamaya ve ona göre fikir ve kanaat geliştirmeye ve bunları uygulamaya, aksettirmeye çalışmaları gerekmektedir. Meselenin, uzun vadede memleketimiz ve İslam ümmeti için arzettiği ehemmiyete binaen çocuk konusuna bu vesile ile bir kere daha temas etmeyi gerekli görüyoruz. [254]
Çocuk Öldürme Yasağı
Çocukların korunması hususundaki Kur´anî tahdid ve tedbirlerden biri de çocuk öldürme yasağıdır. Eski çağlardan beri bütün dünyada[255], çeşitli şekillerde mevcut olan bu meş´um gelenek, cahiliyye devri Araplarında da yaygın şekilde mevcuttu. Kur´an-ı Kerim bu müessif tatbikata birçok kereler temas eder.
Bir kısım ayetler, bu âdetin tarihten çekildiğine dikkat çekerek ta Hz. Musa zamanında Firavun tarafından Yahudilere uygulandığını haber verir. Bu uygulamada yeni doğan erkek çocuklar öldürülüyor, kızlar sağ bırakılıyordu (Bakara 49; A´raf 127, 141) [İbrahim 6, Kasas 4; Mü´min 25).]
Kur’an-ı Kerim, cahiliye devri Araplarında mevcut çocuk öldürme âdetine de ayetlerinde yer verir:
“Böylece putlara hizmet edenler, puta tapanların çoğunu helake sürüklemek, dinlerini karmakarışık etmek için çocuklarını öldürmelerini, onlara iyi göstermişlerdir” (En´am, 137).
Erkek ve kız her iki cinsten çocukları “fakirlik” korkusuyla öldürtüp, kızları da “ar” düşüncesiyle diri diri toprağa gömdüren bu geleneğin İslam´ın bidayetlerine kadar canlı ve de yaygın bir şekilde geldiğini gösteren pek çok rivayet mevcuttur. Bunlardan biri İslam´la şereflenmezden önce, kendi eliyle 12 kızını diri diri toprağa gömmüş bulunan Kays İbnu Asım´la ilgilidir. Müslüman olduktan sonra suçunu itirafla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´den bu günahtan kurtulma çaresi olup olmadığını sormuştur. Bir diğer durum Sa´sa´a İbnu Naciye´nin rivayetiyle sergilenmektedir: Bu hayırsever zengin, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e müracaat ederek, Müslüman olmazdan önce 360 tane çocuğu satın almak suretiyle ölümden kurtardığını, bu amelinin manevî mükafaatının ne olacağını sormuştur.
Kur´an-ı Kerim, çeşitli bahane ve şekiller altında kıyamete kadar devam edecek olan bu tatbikatla ciddi şekilde mücadele eder. Bunu bir-iki örnekle görelim:
1- Şu ayet-i kerimede en büyük haramlar sayılırken, çocuk öldürme, üçüncü sırada gösterilmiştir:
“De ki: Gelin size, Rabbinizin haram kıldığı şeyleri söyleyeyim: O´na hiçbir şeyi ortak koşmayın, anayababaya iyilik yapın, yoksulluk korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin, -sizin ve onların rızkını veren biziz- “Gizli ve açık” kötülüklere yaklaşmayın, Allah´ın haram kıldığı cana haksız yere kıymayın. Allah bunları size düşünesiniz diye buyurmaktadır.” (Enam 151)
İsra suresinde de çocuk öldürme fiili “büyük hata” olarak tavsif edilmiştir (İsra 31).
2- Çocuk öldürenlerin büyük hüsrana uğrayacakları haber verilir:
“Beyinsizlikleri yüzünden körükörüne çocuklarını öldürenler ve Allah´ın kendilerine verdiği nimetleri -Allah´a iftira ederek- haram sayanlar mahvolmuşlardır. Onlar sapıtmışlardır. Zaten doğru yolda da değildirler” (En´am 140).
3- Kadın ve erkeklerle yapılan bey´atlarda çocuk öldürmeme şartı konur.
“Ey Peygamber! İnanmış kadınlar Allah´a hiçbir ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, başkasının çocuğunu sahiplenerek kocasına isnadda bulunmamak ve uygun olanı işlemekte sana karşı gelmemek şartıyla sana bey´at etmek üzere geldikleri zaman onları kabul et, onlara Allah´tan bağışlama dile. Doğrusu Allah bağışlayandır, acıyandır” (Mümtehine 12).
4- Öldürme yasağını sıkça tekrar etmiştir: Gerek yukarıda kaydettiklerimiz ve gerekse “Kız çocuğun hangi suçtan ötürü öldürüldüğü kendisine sorulduğu zaman” mealindeki ayeti (Tekvir 8-9) ile iki ayrı yerde geçen ve “Fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin, sizi de, onları da rızıklandıran biziz” (İsra 31; En´am 151) mealindeki ayetleri Kur´an-ı Kerim´in her tarafına serpiştirilmiş olarak, bu yasağı sıkça hatırlatmaktadır.
Zamanımızda, birkısmı dahilî, birkısmı haricî sebeplerden hasıl olan iktisadî sıkıntıları ve -tamamen muhayyel olan- müstakbel açlık tehlikelerini önlemek bahanesi dile getirilmek suretiyle Malthuscu iddiaların rengine büründürülen ve aslında dıştan gelen siyasî baskılardan kaynaklanan ve dünyanın her tarafında tatbikatı yaygınlaştırılmaya çalışılan ve nüfus planlaması, aile planlaması, doğum kontrolü gibi değişik adlarla munis gösterilmeye ve meşru kılınmaya çalışılan “modern çocuk öldürme metodları” Kur´an-ı Kerim´de ifade edilen yasak sınırının dışına çıkmaz. Ayetlerde Firavunlarca “mü´minleri zayıf kılmak” için işlendiği bildirilen bu cinayetlerin “fakirlik korkusu” kılıfına büründürülmüş şekliyle mü´ minler tarafından benimsenebileceğine işaret edilmekte ve bu tuzağa düşülmemesi için “fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin” emri tekrar edilmiş olmaktadır.[256]
Hızır´ın Öldürdügü Oğlan
Mevzumuz icabı temas etmemiz gereken bir ayet, Hz. Hızır´ın öldürdüğü bir oğlanla ilgili. Daha önce de temas ettiğimiz üzere, Hz. Hızır´ la Hz. Musa aleyhisselam beraberce seyahat ederlerken bir oğlana rastlarlar ve Hz. Hızır hiçbir zahirî sebep yokken oğlanı öldürür.
“…Yine gittiler; sonunda bir erkek çocuğa rastladılar. O hemen onu öldürdü. Musa: “Bir cana karşılık (kısas) olmaksızın masum bir cana mı kıydın Doğrusu pek kötü bir şey yaptın” dedi. O: “Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi ” dedi” (Kehf 74-75).
Zahiren bizce de “kötü bir şey” olan bu öldürme vak´asının sebebini Hızır aleyhisselam, arkadaşlığının sonunda Hz. Musa´ya şöyle açıklar:
“Oğlana gelince, onun anababası inanmış kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkara sürüklemesinden korkmuştuk. Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet eden birini vermesini istedik” (Kehf 80-81).
Ayette geçen gulam kelimesi, Arapça´da, büluğa ermemiş çocuk yani sabiy manasında kullanıldığı gibi, büluğa ermiş delikanlı manasına da kullanılır. Türkçemizde “oğlan” kelimesi de aşağı yukarı bu manadadır. “Oğlan çocuğu” demedikçe, büluğa ermiş kimse de oğlan kelimesi ile kastedilir.
Ayette geçen gulam´ı her iki manada da anlayan alimler mevcuttur. Ancak “cumhur” denen çoğunluk, ayetteki gulam´la “büluğa ermemiş çocuk”un kastedildiği görüşüne zahib olmuştur.
Buradaki gulam, büluğa ermiş bir kimse olduğu takdirde küfrü ve isyanı sebebiyle öldürülmüş olması problem çıkarmaz. Ancak, ekseriyetin anladığı üzerine, gulamdan murad, büluğa ermemiş biri ise, istikbalde işleyeceği cinayet sebebiyle öldürülmüş olması şer´î ahkâm bakımından son derece mahzurludur. Çünkü çocuk, âmmden öldürme cinayetinde bulunsa bile, kendisine kısas yoluyla ölüm cezası vermek mümkün olmadığı gibi, ilerde işleyeceği, muhtemel ve muhayyel bir suç sebebiyle onu öldürmek hiç mümkün değildir.
Bu vak´anın izahı özetle şöyle yapılır: Şeriatın hakikatı Allah´ın emridir. Hızır da, Hz. Musa´nın sorusu üzerine, bunu kendiliğinden değil, Allah´ın emriyle yaptığını söylemiştir. Nitekim, bu izah karşısında, ilm-i zahire tabi insanların temsilcisi durumunda olan Hz. Musa ikna olduğu için sükut etmiş, itiraz etmemiştir.
Hz. Hızır aleyhisselam ise, “ilm-i ledün”, “ilm-i batın”, “ilmü´lgayb” gibi değişik isimlerle ifade edilen geçmiş ve geleceğe şamil bir ilme sahiptir. Bu ilim, Hz. Musa gibi ilm-i zahir ehlince meçhuldür. Bu ilim, kesble elde edilemez, mevhibe-i İlahîdir. Hızır aleyhisselam bu ilme sahiptir. Kıssada kaydedilen diğer vak´alar da Hz. Hızır´ın hususiyetini göstermiştir.
Öyle ise, ilm-i zahire sahip şeriat tebliğcisi Hz. Musa nazarında çirkin addedilen bir amel, ilm-i batına sahip Hızır nazarında çirkin değildir. Üstelik, öldürme vak´asını anlatan Hızır “ben” zamirini kullanmıyor, “biz” diyor. Yani şahsî bir tasarrufu değildir. Yapılan izahın Hz. Musa´yı ikna etmiş olması da bu iki şeriatın aslında birbirine muhalif olmadığını ifade eder. [257]
DÖRDÜNCÜ FASIL
NÜŞÛZ (DİKBAŞLILIK)
ـ5719 ـ1ـ عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنها في قوله تعالى: ]وَإنِ امْرَأةٌ خَافَتْ مِنْ بَعْلِهَا نُشُوزاً أوْ إعْرَاضاً. قَالَتْ: نَزَلَتْ في الْمَرْأةِ تَكُونُ عِنْدَ الرَّجُلِ، َ يَسْتَكْثِرُ مِنْهَا. فَيُرِيدُ طََقَهَا فَيَتَزَوَّجُ غَيْرَهَا فَتَقُولُ: أمْسِكْنِي َ تُطَلِّقْنِي ثُمَّ تَزَوَّجْ غَيْرِي وَأنْتَ في حِلٍّ مِنَ النَّفَقَةِ عَلىَّ وَالْقَسْمُ لي، فذلِكَ قَوْلُهُ تَعالى: فََ جُنَاحَ عَلَيْهُمَا أنْ يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحاً وَالصُّلْحُ خَيْرٌ[. أخرجه الشيخان.»نُشوزُ الْمَرأة« بغضها زوجها واستعصاؤها عليه.و»نشوزُ الزَّوجِ« ضربها وجفاؤها .
1. (5719)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ): “Eğer bir kadın kocasının geçimsizliğinden veya kendisinden yüz çevirmesinden korkarsa, bazı fedakârlıklarla sulh olup aralarını düzeltmelerinde onlar için bir günah yoktur. Sulh ise daha hayırlıdır…” (Nisa 128) ayeti hakkında dedi ki: “Bu ayet, şöyle bir kadın hakkında inmiştir: “Bir erkeğin nikahı altındadır, ancak erkek onunla beraberliği fazla istememektedir, onu boşayıp bir başkasıyla evlenmeyi arzulamaktadır. Ona kadın: “Beni boşama, yanında tut, ama dilersen bir başkasıyla da evlen. Sen bana infak ve gece ayırma hususunda serbestsin” der. İşte ayette geçen şu meal bu manayadır: “Bazı fedakârlıklarla sulh olup aralarını düzeltmelerinde onlar için bir günah yoktur. Sulh ise daha hayırlıdır.” [Buharî, Sulh 4, Mezalim 11; Tefsir, Nisa 23, Nikah 95; Müslim, Tefsir 14, (3021).][258]
AÇIKLAMA:
Nüşuz, kelime olarak sivrermek, yükselmek, kabarmak gibi manalara gelen bir kökten gelir. Karıkoca arasındaki nüşuz geçimsizliktir, birbirlerinden hoşlanmamaktır. Kadının kocaya karşı nüşûzu itaat etmemesi, asi olması, dikbaşlılık etmesi, karşılık vermesi demektir. Kocanın karısına nüşuzu ise, kötü muamele etmesi, ona zarar vermesi ve dövmesidir (en-Nihaye).
Şarihlerin açıkladığı üzere, ayet-i kerime, kadına, kendisini kocasının boşamasından korktuğu takdirde, boşamaması ve nikahında tutması karşılığında mehrinden ve hatta gece beraberliğinden tavizler vermeyi tavsiye etmektedir. Hakim´in bir rivayetine göre “Rafi´ İbnu Hadic´in nikahı altında bir kadın vardır. Buna rağmen genç bir kadınla daha evlenir. Bu genci, eski hanımına tercih eder. Bunun üzerine kadınla aralarında niza çıkar. Rafî hanımını bir talakla boşar, sonra kadına: “Dilersen talaktan rücu edeyim, ancak sen de sabredip tahammül edeceksin” der. Kadın “rücu et” der. Tekrar birleşirler. Fakat kadın bilahare verdiği sözde duramaz, sabırsızlık izhar eder. Bunun üzerine o da hanımını boşar. ” Şu halde sadedinde olduğumuz ayetin tavsiye ettiği sulh böylesi bir anlaşmadır. Tirmizî´de İbnu Abbas´tan kaydedilen bir rivayete göre, “Hz. Sevde (radıyallahu anhâ), kendisini Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın boşayacağından korkarak: “Ey Allah´ın Resulü! Beni boşama fakat benim sıramı Aişe´ye ver!” diyerek müracaatta bulunur. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kabul buyurur.” İşte, sadedinde olduğumuz ayet bu vesile ile nazil olur.[259]
BEŞİNCİ FASIL
NİKÂH MEVZUUNA GİREN BAŞKA MESELELER
ـ5720 ـ1ـ عن عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنه قَالَ: ]إذَا تَزَوَّجَ الرَّجُلُ الْمَرْأةَ وَشَرَطَ لَهَا أنْ َ يُخْرِجَهَا مِنْ مِصْرِهَا فَلَيْسَ لَهُ أنْ يُخْرِجَهَا بِغَيْرِ رِضَاهَا[. أخرجه الترمذي .
1. (5720)- Hz. Ömer (radıyallahu anh) demiştir ki: “Bir adam bir kadınla evlenir, nikah sırasında kadını kendi memleketinden dışarı çıkarmama şartını kabul ederse, bilahare kadın razı olmadıkça, onu dışarı çıkaramaz.” [Tirmizî, Nikah 31, (1127).][260]
ـ5721 ـ2ـ وعن علي رَضِيَ اللّهُ عَنه: ]أنَّهُ سُئِلَ عَنْ ذلِكَ فَقَالَ: شَرْطُ اللّهِ تَعالى قَبْلَ شَرْطِهَا وَالشَّارِطُ لَهَا[. أخرجه الترمذي .
2. (5721)- Hz. Ali (radıyallahu anh)´den anlatıldığına göre: “Bu meseleden (nikahta koşulan şarta uyma meselesinden) sorulmuştur da, o şu cevabı vermiştir: “Allah Teala hazretlerinin şartı kadının koştuğu şarttan da, onun şartını kabul edenden de önce gelir!” [Tirmizî, Nikah 31, (1127).][261]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen iki hadis, nikah akdi yapılırken ileri sürülecek şartlarla ilgilidir. Tirmizî bu hadisleri “Nikah akdi sırasında koşulacak şartla ilgili olarak gelen (rivayetler) babı” adını taşıyan bir babta kaydetmiştir. Tirmizî, bu babın ilk rivayeti olarak Ukbe İbnu Amir tarafından rivayet edilen Aleyhissalâtu vesselâm´ın şu hadisini kaydeder: “Yerine getirilmeye en ziyade hakkı olan şartlar kendisiyle ferclerin helal kılındığı şartlardır.”
Şarihler burada “şart(lar)”la kastedilen şeyin öncelikle mehir olduğunu, ancak zevciyetin yüklediği bütün vecibelerin anlaşılması gerektiğini söylemişlerdir. Bunlar dinimizin nikah müessesesinin meşruiyetine tabi kıldığı vecibelerdir. Mehir, nafaka, iyi geçim… Nikah akdi bunları erkeğe yüklemiş, sanki kadın bunları şart koşmuş gibidir.
Ancak, bir kısım alimler, bu hadiste zikredilen “şart”la, erkeğin, kadını evlenmeye razı edebilmek üzere, -dinen mahzurlu olmamak kaydıyla- önceden kabul ettiği bütün şartların kastedildiğini de söylemiştir. Nitekim İmam Şafii hazretlerinin: “Ulemanın çoğu, burada kastedilenin, nikahın muktezasına münafi olmayan şartlara hamledilmesi kanaatindedir” demiştir. Böylece, iyi muamele, nafaka, giyecek, mesken gibi temel hususlar da hadisin maksatları arasında yer alır.
Bunu sadece erkek tarafının vecibesi olarak düşünmek de yanlış olur. Çünkü nikah kadına da bir kısım meşru sorumluluklar getirmektedir. Öyleyse kadın da onlara uyacaktır: Kocanın izni olmadan evden çıkmaması, kocasının malında onun izni dairesinde tasarrufta bulunması, eve kocasının istemediği kimseyi almaması, davetine itiraz etmemesi gibi..
Nikahın muktezasına muhalif olan şarta gelince, kocanın kadına gece ayırmama, yeterince harcamama, infak etmeme, kadınla sefere çıkmama… gibi şartlar. Bunlara uymak gerekmez, bunların zikri akid sayılmaz, lağv (boş söz) kabul edilir. Nikah, mehr-i misil üzere sahih olur. Yalnız Ahmed İbnu Hanbel, “Her şarta uymak gerekir” demiştir.
2- Sadedinde olduğumuz iki hadisten birincisi Hz. Ömer´in, nikahta memleketinden dışarı çıkarmama hususunda kadının şartını kabul eden erkeğin bu şarta uyması gereği kanaatinde olduğunu ifade etmektedir. Bu kanaatini te´yid eden bakşa rivayetler de var. Ancak, yine Hz. Ömer´e atfedilen bazı rivayetlerde aksi görüşte olduğu, böyle bir şartla ihtilafa düşen bir karıkocanın davasına bakıp şartı kaldırdığı ve “Kadın kocasıyla birliktedir” dediği de rivayet edilmiştir.
Hz. Ömer´in bu husustaki görüşü ihtilaflı olsa da, önceki görüşte yalnız değildir: Ashab´tan Amr İbnu´l-As, tabiin ve etbauttabinden Tavus, Ebu Şa´şâ, Evzâî, Şafiî, Ahmed ve İshak da aynı görüştedirler.
Hz. Ali´nin görüşünü çoğunluk (cumhur) benimsemiştir. Onlar: “Hatta derler, kadının mehr-i misli, mesela yüz dinar olsa o kendi diyarından çıkarılmamak şartıyla elli dinara razı olsa, kocası onu dilediği yere götürebilir, üstelik mehri de müsemma olan yani nikah sırasında mutabakata varılan miktardır -verilen misalde yüze bedel elli dinardır-.” Hanefîler bu meselede: “Kadın, mehr-i misilden eksilttiği kısmı isteyebilir” demiştir. Şafii hazretlerinden şu görüş de rivayet edilmiştir: “Nikah sahihtir, şart lağvdır, erkek mehr-i misile mecbur edilir.”
Burada kaydı gereken değişik bir görüş Ebu Ubeyd´e aittir: “Kadını almak üzere kabul ettiğimiz şartlara uyulmasını emrederim. Ancak erkeğin bu şartlara mahkum edilmesini emretmem” demiştir. İbnu Hacer, açıklamamızın bidayetinde kaydettiğimiz hadis hakkında şöyle der: “Ukbe´nin rivayet ettiği hadisi nedb´e hamletmek gerektiğini takviye eden bir husus, Hz. Aişe´nin Berire kıssasından naklettiği ibaredir: “Allah´ın kitabında bulunmadığı halde koşulan şartların hepsi batıldır.” İbnu Hacer devamla: “Vaty, iskan, vs. erkeğin haklarındandır, bunlardan birini iskat edecek bir şartın kabulü, kitabullahta olmayan bir şartın kabulü olur. Taberâni, el-Mu´cemu´s-Sagir´inde, Hz. Cabir´den hasen bir senetle şu hadisi kaydeder: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ümmü Mübeşşir Bintu´l-Bera İbni´l-Ma´rur´a talip olmuştu. Kadın: “Ben zevceme, kendisinden sonra evlenmeyeceğim diye söz vermiştim” cevabını verdi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm: “Bu uygun bir şart değildir” buyurdular.”[262]
ـ5722 ـ3ـ وعن ابنِ عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنهما قال: ]جَاءَ رَجُلٌ الى رَسُولِ اللّهِ # فَقَالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ : إنَّ امْرَأتِي َ تَرُدُّ يَدَ َمِسٍ. فَقَالَ: أغْرُبْهَا. فَقَالَ: إنّي أخَافُ أنْ تَتْبَعَهَا نَفْسِي. قَالَ: فَاسْتَمْتِعْ بِهَا[. أخرجه أبو داود والنسائي.قوله: »َ تَرُدُّ يَدَ َمسٍ« يعنى أنها مطاوعة لمن طلب منها الريبة والفاحشة.وقوله: »اَغْرُبْهَا« أي طَلَقُهَا.وقوله: »اسْتَمْتِعْ بِهَا« كناية عن إمساكها بقدر ما يقضى منها متعة النفس ووطرها .
3. (5722)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek:
“Ey Allah´ın Resulü! Hanımım değen eli reddetmiyor!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: “Onu uzaklaştır!” emretti. Adam: “Nefsimin ona takılmasından korkuyorum” deyince:
“Öyleyse ondan faidelen!” buyurdular.” [Ebu Davud, Nikah 4, (2049); Nesâî, Nikah 12, (6, 67).][263]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen “değen eli reddetmemesi” iki manada anlaşılmıştır:
* Nefsini, fuhuş talep edenlere karşı korumuyor, isteklere cevap veriyor, namusunu korumuyor.
* Kocasının malından isteyenlere, her ne isterlerse veriyor, malı korumuyor.
2- “Uzaklaştır”dan murad da “boşa!”dır.
3- Resulullah “Ondan istifade et!” emrini vermiştir. Zira, boşadığı takdirde adamın ondan tamamen kopamayarak, harama düşebileceğinden korkmuştur. Ancak, hadisin Nesai´de gelen veçhinde “Ondan faidelen” yerine “Onu alıkoy” denmiş olmasını esas alan alimler: “Onu zinadan veya israftan alıkoy” şeklinde yorumlamışlardır ki bunun da ya çok cima ile ya da malın muhafazası için ziyade tedbirlerle mümkün olacağına dikkat çekmişlerdir.
Bazı şarihler de: “Değen eli reddetmiyor” ifadesinin zahir manası: “Değerek lezzet almak için uzatılan eli reddetmiyor” demektir demişlerdir. Eğer Resulullah bundan cimayı kinaye ettiğini anlasaydı, adama kazf ahkâmı uygulardı veya “kocası, hanımının halinden, onun kendisinden fuhşiyat talep edildiği takdirde kaçınmayacağını anlamış, endişesini dile getirmiştir, kendisinden böyle bir hadise henüz vaki olmuş değildir” yorumu da yapılmıştır.
Allame Muhammed İbnu İsmail el-Emir, Sübülü´s-Selam´da “değen el”le ilgili bu te´villeri kaydettikten sonra birinci te´vilin ihtimalden çok uzak olduğunu, zira Aleyhissalâtu vesselâm´in kişiye deyyus olmayı emretmeyeceğini söyler. İkinci te´vilin de ihtimalden uzak olduğunu, zira kadın kendi malından israf etse bunun önlenebileceğini, kocasının malından israf etse bunun da önüne geçebileceğini ve bu sebeplerle Aleyhissalâtu vesselâm´ın boşamayı emretmeyeceğini, zaten değen elle cömertliğin kinaye edilmesinin örfde görülmediğini söyler ve netice olarak “En kuvvetli ihtimal hiçbir düşük ve art niyet olmaksızın yabancıya karşı kaçgöçe yer vermeyen bir ahlak gevşekliğinin kastedilmiş olmasıdır, nitekim fuhuştan uzak olmasına rağmen birçok erkek ve kadının ahlakı böyledir. Eğer şikayet sahibi koca, kadının fuhşa düşmesini kasdetmiş olsaydı, kadına karşı kazıfta bulunmuş olurdu” der.
Bu kaydettiklerimiz, hadisleri anlamada, te´vilde isti´cal etmeyip etraflıca araştırma ve imân-ı nazar etme gereğine bir kere daha delil olmaktadır.[264]
ـ5723 ـ4ـ وعن ابنِ مسْعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تُبَاشِرُ الْمَرْأةُ الْمَرْأةَ فَتَنْعَتَهَا لِزَوْجِهَا كَأنَّهُ يَنْظُرُ إلَيْهَا[. أخرجه أبو داود والترمذي .
4. (5723)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kadın kadına [bir örtünün altında] mübaşeret etmemelidir, onu tutup kocasına vasfeder de adam görmüş gibi olur.” [Ebu Davud, Nikah 44, (2150); Tirmizî, Edeb 38, (2793); Buharî, Nikah 118).][265]
AÇIKLAMA:
1- Bu yasak, sedd-i zerâî denen kötülüklerin sebeplerini yasaklamada mühim bir asıldır. Kadının kocasına, bir diğer kadını vasfetmesi, kocasını o kadınla fitneye düşmeye veya vasfeden hanımını boşamaya müncer olabilir. Nesâî´nin bir rivayetinde: “Kadın kadınla, erkek erkekle mübaşerette bulunmasın” buyrulmuştur. Bir diğer vecihde hadis daha şümullüdür: “Erkek erkeğin avretine bakmasın, kadın da kadının avretine bakmasın, erkek erkekle bir tek örtünün altına girmesin, kadın da kadınla bir tek örtünün altına girmesin” buyrulmuştur. Nevevî der ki: “Hadisten, erkeğin erkeğin avretine bakmasının, kadının da kadının avretine bakmasının haram olduğu anlaşılmaktadır. Bu ihtilaf edilmeyen bir husustur. Keza erkeğin kadının avretine, kadının da erkeğin avretine bakması bi´l-icma haramdır. Karıkoca bundan istisnadır. Bunlardan herbiri arkadaşının avretine bakabilir. Sadece ut yerlerine bakma hususunda ihtilaf edilmiştir, asıl olan cevazdır, fakat sebep yokken bakmak mekruhtur. Mahremler birbirlerine dizkapağı göbek arası hariç diğer yerlerine bakabilirler. Bahsedilen bu haramların hepsi hacet olmama durumuyla ilgilidir, cevaz da şehvetsiz olan nazaradır.”
2- Hadis, arada perde olmaksızın iki erkeğin bedenlerinin birbirine değmesinin haram olduğunu ifade etmektedir. Musafaha bundan istisna tutulmuştur. Keza başkasının avretine hangi yerde olursa olsun elle değmek bilittifak haramdır. Nevevî, bu meselede hamamların umumi bir belva olduğunu, oralarda çok kimsenin titizliğe riayet etmeyip gevşeklik gösterdiğini, herşeye rağmen oralara girenlerin başkalarının avretine karşı elini, gözünü vs.´sini koruması gerektiğini kendi avretini de başkasının nazarından koruması gerektiğini belirtir. Bu titizliği göstermeyenlere de gücü yettikçe müdahele icab ettiğini, karşı tarafın kabul etmeyeceğini zannetmenin bu vazifeyi üzerinden düşürmeyeceğini, şayet nefsi veya başkası hakkında fitneden korkarsa müdahale vazifesinin sakıt olacağını söyler.[266]
ـ5724 ـ5ـ وعن عطَاء بْنِ يَسَارٍ قَالَ: ]جَهَّزَ رَسُولُ اللّهِ # فَاطِمَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنها بِخَمِيلٍ وَقِرْبَةٍ وَوِسَادَةٍ حَشْوُهَا إذْخِرٌ[. أخرجه النسائي.»الْخَمِيلُ« كساء له خمل .
5. (5724)- Atâ İbnu Yesar rahimehullah anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Fatıma (radıyallahu anhâ)´ya çehiz olarak kadife bir örtü, bir su kabı ve içerisi izhirle doldurulmuş bir minder verdi.” [Nesâî, Nikah 81, (6, 135).][267]
ـ5725 ـ6ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ إنِّي رَجُلٌ شَابٌّ وَأخَافُ الْعَنَتَ وََ أجِدُ مَا أتَزَوَّجُ بِهِ، أَ أخْتَصِي؟ فَسَكَتَ عَنِّى، ثُمَّ قُلْتُ لَهُ فَسَكَتَ عَنِّي، ثُمَّ قَالَ: يَا أبَا هُرَيْرَة جَفَّ الْقَلَمُ بِمَا أنْتَ َقٍ فَاخْتَصِ عَلَى ذلِِكَ أوْ ذَرْ[. أخرجه البخاري والنسائي .
6. (5725)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ey Allah´ın Resulü dedim, ben genç bir insanım, günahtan korkuyorum, evlenecek maddî imkan da bulamıyorum, hadımlaşmayayım mı ” dedim. Aleyhissalâtu vesselâm bana cevap vermedi. Ben bir müddet sonra aynı şeyi tekrar söyledim. Yine cevap vermedi. Sonra:
“Ey Ebu Hureyre! buyurdu. Senin karşılaşacağın şey hususunda artık kalem kurumuştur. Bu durumda ister hadımlaş ister bırak.” [Buharî, Nikah 8; Nesâî, Nikah 4, (6, 59).][268]
AÇIKLAMA:
1- Hadisten geçen اَلْعَنَتْ asıl olan şiddet demek ise de, günah, fücur, zina, kötü ve meşakkatli iş gibi manalara gelen bir kelimedir.
2- Hadis, ilk nazarda hadımlaşmayı yapıp yapmamada muhayyer bırakıyor intibaını vermekte ise de, aslında muhayyerlik mevzubahis değil, bilakis tevbih var. Başka rivayetlerde ihtisa talebi açıklıkla reddedildiği halde burada meselenin kaderle irtibatına atıf yapılmıştır. Ama dinimizde kadere inanma emri var, kaderde olanla amel emri yok. Kader bizim meçhulümüzdür, ne var bilemeyiz. Kaderde yazılan yazılmıştır diye hareket edecek olsak müsaade edilen, meşru olanları tercihen yapmamız gerekir. Öyleyse nice defalar ihtisa gibi tabiatı, yaratılışı bozan şeylerden yasaklama bilinip dururken, bekârlığın getireceği bazı sıkıntıları ihtisa yoluyla önlemek tecviz edilmez.
Hülasa hadiste o hususta muhayyerlik mevzubahis değildir. Bilakis ihtisanın zemmi mevcuttur. Ayrıca kaderin hükmettiğini beşerî çare ve tedbirlerle bozamayacağımız da ifade edilmiş olmaktadır.
* Hadis, kişinin başına gelen bir hususu müstehcen de olsa, çirkince de olsa büyüğüne açabileceğini ifade etmektedir. Resulullah Ebu Hureyre´nin şikayetini dinlemiş, onu azarlamamıştır.
* Hadiste mehir ve diğer evlenme masraflarını temin etmeyenin evlenmeye girişmemesi de ders verilmiş olmaktadır.
* Şikayet üç kere tekrar edilebilir, caizdir.
* İkna olmayacak kimseye sükutla cevap gerekir.
* Mücerred sükuttan muradı anlayacağı zannedilen kimseye cevap yerine sükut etmenin cevazı vardır.
* İhtiyacını talep eden kimsenin, sualde özrünü önce beyan etmesi müstehabtır.
* Bazı hadislerde Resulullah bekâr gençlere şehveti kırmak için oruç tavsiye etmiştir. Ebu Hureyre´ye oruç tavsiye edilmeyişini şarihler, Ebu Hureyre ehl-i suffeden olması hasebiyle zaten ömrünün çoğunu oruçlu geçirdiğini Aleyhissalâtu vesselâm bilmektedir. Bu sebeple oruç tavsiye etmemiş olabilir veya bu talep seferde vaki olmuştur diye açıklarlar.[269]
ـ5726 ـ7ـ وعن مَعْمَرٍ قال: قَالَ لِي سُفْيَانَ الثَّوْرِي رَحِمَهُ اللّهُ: ]هَلْ سَمِعْتَ في الرَّجُلِ يَجْمَعُ ‘هْلِهِ قُوتَ سَنَتِهِمْ أوْ بَعْضِ السَّنَةِ؟ فَلَمْ يَحْضُرْنِي مَا أقُولُ. ثُمَّ ذَكَرْتُ حَدِيثاً حَدَّثَنَا بِهِ ابْنُ شِهَابٍ عَنْ مَالِكِ بْنِ أوْسٍ عَنْ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنه أنَّ رَسُولَ اللّهِ # كَانَ يَبِيعُ نَخْلَ بَنِي النَّضِيرِ وَيَحْبِسُ ‘هْلِهِ قُوتَ سَنَتِهِمْ[. أخرجه رزين.
7. (5726)- Ma´mer anlatıyor: “Süfyan-ı Sevrî merhum (bir gün) bana:
“Ailesinin bir yıllık -veya yarı yıllık- yiyeceğini cemeden kimse hakkında bir şey işittin mi ” diye sormuştu. O anda ne söyleyeceğim aklıma gelmedi. Ama sonradan İbnu Şihab´ın bize tahdis ettiği bir hadisi hatırladım. Hadis İbnu Şihab´a Malik İbnu Evs´ten, ona Hz. Ömer (radıyallahu anh)´den gelmişti. Hadiste Aleyhissalâtu vesselâm´ın, Beni´n-Nadir hurmalığını satıp ailesi için bir yıllık yiyeceklerini ayırdığı belirtilmekte idi.” [Rezin tahric etti. Buharî, Nafakat 3; Müslim, Cihad 49, (1757).][270]
AÇIKLAMA:
Ma´mer´in hatırladığı hadis, Buhârî ve Müslim´de bütün teferruatıyla kaydedilmiştir. Hadiste, Hz. Peygamber´in mirası meselesinde İbnu Abbas´la Hz. Ali arasında çıkan ve halife olması haysiyetiyle Hz. Ömer (radıyallahu anhüm ecmain)´e intikal eden ihtilaf anlatılır. Bu vesile ile Hz. Ömer, Resulullah´a Benî Nadir Yahudilerinin mallarından düşen ve şahsî malı durumunda olan hurmalığı Aleyhissalâtu vesselâm´ ın nasıl tasarruf ettiğini açıklar. Hz. Ömer bu mesele ile ilgili olarak: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bundan ailesinin senelik nafakasını alır, geri kalanı Allah´ın malı kılıp beytulmale (hazineye) koyardı” der.
Alimler, bu hadisi esas alarak, kişinin ailesi için bir yıllık ihtiyacını depolayabileceğine hükmetmişlerdir.[271]
——————————————————————————–
[1] Bediüzzaman.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/478-480.
[3] Burada kaydedeceğimiz prensiplerin herbibiri kelimesi kelimesine âyet ömeali değil ise de hadislerin de yardımıyla, alimler bu hükmleri netleştirmiştir.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/480-481.
[5] Bunun ehemmiyet ve şümûlünü tam kavramada, günümüz sosyolojisinde önemli bir yer tutan sosyometri bahislerini tetkik etmek gerekir.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/482-483.
[7] Hz. Aişe hakkında geniş bilgi birinci ciltte verilmiştir(s.76-80).
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/484.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/484-485.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/486.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/486-487.
[12] Bu eser, Ahkamu´s-Sıgar adı ile tarafımızdan tercüme edilmiş, 1984 yılında Cihan Yayınevi tarafından İstanbul´da basılmıştır, tamamı 488 sayfadır.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/487.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/487-489.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/490-491.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/491-492.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/492-493.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/493.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/493.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/494.
[21] Çocuğunu emzirmekte olan Ümmü Seleme ile gerdekten kaçınması 5719. hadiste görülecek olan “gayle” meselesinden ileri gelebilir.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/494-495.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/496-497.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/497-498.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/498.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/498.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/498-499.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/500.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/500-501.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/502-503.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/503-504.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/504.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/504-505.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/505.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/505-506.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/506.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/507-508.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/508-509.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/510.
[40] Azl, meniyi kadının rahmine değil, dışarı atmaktır. Buna, hamileliği önlemek için başvurulur.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/510-512.
[42] Bu iktibastan yaptığımız eser (Türkiye´de Nüfus Meselesi) 1973´te İstanbul´da Boğaziçi Yayınevi tarafından basılmıştır.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/512-514.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/514.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/514.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/515.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/515-516.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/516.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/516.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/516-517.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/517.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/518.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/518.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/519.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/519-522.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/522-523.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/523-524.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/524.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/525.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/525.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/525.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/525.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/526.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/526-527.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/528.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/528.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/528.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/529.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/529-530.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/530.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/530.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/530.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/531.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/531.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/531.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/532.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/532-533.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/534.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/534-535.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/535.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/535.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/535-536.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/536.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/536.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/536-537.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/537.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/537-538.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/539-540.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/540.
[90] Timaş Yayınevi (İstanbul) tarafından daha az özetlenerek neşredilen kitapçığın Namus Fitnesi Mut´a adıyla piyasaya çıkması uygun bulunmuştur.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/541.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/541-542.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/542-545.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/545-546.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/546.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/546-548.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/548-549.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/549.
[99] İbnu Hubbân: “Husyelerimizi burdurup kadınlaşsak olmaz mı ” dedik” ibaresinden hareketle, Resûlullah´ın ilk bakışta Mut´a´yı yasaklamış olabileceği görüşünü ileri sürer. (Sahîh-u İbnu Hubbân 6, 175).
[100] İbnu Abbâs radiyallahu anhümâ, burada Bakara sûresinin 173. âyetinde atıf yapmaktadır. Bu âyette Rabbimiz Teâlâ hazretleri, leş, kan, domuz eti ve puta kesilen hayvanların etinin haram olduğunu bildirdikten sonra, muzdar kalanların ölmeyecek kadar yemelerine ruhsat verir.
[101] İki mut´a´dan murad temettû haccı ile mut´a nikâhıdır. Temettû haccı da câiz mi değil mi diye münakaşa edilen bir konu olmuştur. Ancak teferruatı burada mevzumuzun dışında kalır.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/549-554.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/554-55.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/555-559.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/559-560.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/560-561.
[107] Muhsan evliliği tatmış kimsedir.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/561-562.
[109] Mealde “ırzlar” kelimesiyle tercüme edilen Kur´ânî tâbir “fürûc”dur. Bu ferc´in cem´i(çoğulu)dur. Fercle ayet ve hadislerde gerek erkek ve gerekse kadınların cinsî uzvu kinaye olunur. Sadedinde olduğumuz ayette cinsî tatminin kinaye olunduğu söylenebilir.
[110] Tahlîl, bir Şiî kaynaklarından olan Tenzîbu´l Ahkâm´da “Efendinin, kendi câriyesini, herhangi bir şahsa ariyeten helal addetmesidir. Bu muameleye âriyet denmekten kaçınılmış, tahlîl denmiştir” (7,244). Tabiri ehl-i sünnet alimleri, boşanan kadının, hulle yoluyla eski kocasıyla nikahlanması mânasında kullanmışlardır.
[111] Kâsânî´nin açılamasını takip edebilmek için âyetin tam meâlini veriyoruz:”(Harb esiri olarak) sağ ellerinizin mâlik olduğu kadınlar (mülk-i yemininiz olan câriyeler) müstesna olmak üzere diğer bütün kocalı kadınlar(la evlenmeniz de size haram edildi. Bu haramlar), üzerinize Allah´ın farzı olarak (yazılmıştır). Onlardan maadası ise -namuskâr ve zinaya sapmamış (insanlar) halinde (yaşamanız şartiyle) mallarınızla (mehir vermek veya satın almak suretiyle)ara(yıp nikâhla)manız için- size helal edildi. O halde onlardan hangisiyle faidelendiyseniz ücretlerini takdir edildiği vech ile verin. O mehrin miktarını tayin ettikten sonra aranızda gönül hoşluğu ile uyuştuğunuz şey (miktar) hakkında üstünüze bir vebal yoktur. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilicidir. Mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yetiştiremezse, o halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mü´mün câriyelerinizden (alsın). Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Kiminiz kiminizden (hasıl olmuşsunuz)dur. O halde -fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere- onları, sahiplerinin izniyle, kendinize nikâhlayın. Ücretlerini (mehirlerini) de güzellikle onlara verin.Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikab ettiler mi o vakit üzerlerine hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı (verilir. Cariyeleri almak hususundaki) bu (müsaade), içinizde sıkıntıya düşmekten (zinaya sapmaktan) korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah hakkıyla mağfiret edicidir, çok esirgeyicidir”(Nisa 24-25).
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/562-566.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/566-567.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/567-568.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/568-569.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/569-572.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/572-573.
[118] Şiîler, “aleyhisselam” ifadesini alimleri için kullanırlar. Sünnîler bunu sadece peygamberlere kullanırlar.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/573-575.
[120] Sünneti ikâmeden iki mâna çıkarmışlardır: 1- Mut´ayı bir kere yaparak sünneti yerine getirmek; 2- Mut´anın sünne olduğunu kavl ile ikrar etmek, fakat bunu yapmak bir vecîbe değildir. Onu yaparak zarara düşmek gerekmez.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/575-576.
[122] Takiyye: Şiâ´ya ait bir ıstılahtır,canını kurtarmak için inancını gizlemek, olduğundan başka görünmek mânasına gelir.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/576-578.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/578-579.
[125] Tarif aynen şöyle: مَا اتَّصَلَ اِلَى الْمَعْصُومِ بِنَقْل الْعَدْلِ اْ“ِمَامِى عَن مِثِلِهِ في جَمِيعِ الطَّبَقَابِ حَيْثُ تَكُونُ مُتَعَدَّدَةً
“Sahîh hadis, senedi bütün tabakalarda imamiye mezhebine mensub âdil râvinin âdil râviden masum imama kadar muttasıl suretle rivayet ettiği hadistir(Zeynûd-Dîn İbnu Ali İbnu Ahmed vefat 965, er-Riâye fi ilmi´d-Diraye s.77;el-Kahpâni, Mecma´u´r-Rical 7,195).)”
[126] Her ne kadar mâsum tâbirin zımnında Hz. Peygamber de dahil ise de (Amilî,a.g.e. s. 77), kitaplarında nâdiren Hz. Peygamber´e ulaşan hadis mevcuttur. Ayrıvca bilinmesi gereken bir husus şudur: Hz. Peygamber´in sözünün de muteber bir hadis sayılabilmesi için, masum imamlar yoluyla rivayet edilmelidir. Böyle olmayan rivayetler onların nazarında değersizdir. Bu çeşitten masum imam târikiyle rivayet edilmeyen hadislere muvassak denmektedir. Üçüncü derecede bir ehemmiyet taşımaktadır. (Abdulvehhâb Abdullatif el-Müsteker, el-Mu´tasar kısmında s.20); a.g.e.84.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 15/579-581.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/5.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/5.
[130] Bu mevzuda teferruat için Ömer Nasuhi Bilmen merhumun Istılahât-ı Fıkhiyye Kamusu´na müracaat edilmelidir. (2. cilt, 45-50).
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/5-7.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/7.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/7.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/8.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/8.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/8-9.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/10.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/10.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/10.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/10.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/11.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/11.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/11-12.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/12.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/12-13.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/13.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/13-14.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/14.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/14-15.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/15.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/15-16.
[152] Bu meselelere Ahzâb sûresi ile ilgili tefsirde kısa kısa temas etmiş olmamıza rağmen (Bak. 4. cilt, 178. sayfa), ehemmiyetine binaen burada biraz daha genişçe temes etmeyi faydalı buluyoruz.3) Velâ-i Müvâlât: Nesebi meçhul birisi ile tes´sîs edilen yardımlaşma rabıtası (akrabalığı).Velâ-i Ataka : Azad edilen köle ile efendi arasında teessüs eden bir râbıta (akrabalık bağı). Ölüm halinde tevârüsü gerektirir.Civâr : Bir yabancıya tanınan himâye, eman.
[153]
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/16-17.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/17.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/17-18.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/18.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/18-20.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/20.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/20-22.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/23.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/23-24.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/24.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/25.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/25.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/25-27.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/28.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/28.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/29.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/29.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/29-30.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/30.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/30-31.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/31.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/31.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/32-33.
[177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/33.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/33.
[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/33-34.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/34.
[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/34-35.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/35-36.
[183] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/37.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/37.
[185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/37-38.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/38-39.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/39.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/39-40.
[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/40.
[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/40.
[191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/40.
[192] Bu hususta ileri sürülen farklı ve teferruatlı görüşlerden birine göre -ki Evzâ´î de benimser- radâ´süte bağlıdır, zamana değil, daha iki yıl dolamadan, meselâ birinci yıl içerisinde çocuk sütten kesilip yemeğe tam alışacak olsa, bundan sonra emilen sütle kardeşlik ve hurmet hâsıl olmaz. Diğer bir görüşe göre sütle yaşlılar için bile – en azından örtünmeyen gerektirmeyen- kardeşlik hâsıl olmaktadır. (Çeşitli münâkaşalar için bak. Fethu´l-Bârî, 11, 49-53; A. Ma´bûd 6, 53-62).
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/41-42.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/42-43.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/44.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/44.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/44-45.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/45.
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/46.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/46-47.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/48.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/48-49.
[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/49.
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/49.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/50.
[206] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/50.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/50-51.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/52.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/52-53.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/53.
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/54.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/54.
[213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/54.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/54.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/55.
[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/55.
[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/55.
[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/55.
[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/56.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/56.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/57.
[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/57.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/57-58.
[224] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/58.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/59.
[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/59.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/59.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/59-61.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/62.
[230] Hicret üzere biatın mâna ve ehemmiyetini Hicretle ilgili bahsin sonunda tahlil edeceğiz (5797. Hadis).
[231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/62-63.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/64.
[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/64.
[234] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/64.
[235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/64.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/65.
[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/65.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/66.
[239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/66.
[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/66.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/66-67.
[242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/67.
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/68.
[244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/68.
[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/69.
[246] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/69.
[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/69.
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/70.
[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/70.
[250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/71.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/71-72.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/73.
[253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/73.
[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/73.
[255] Bir peygamberin rü´yada bile olsa gördüğünün vahya dayandığı ve binâenaleyh hak olduğu (bak. Râzî, a.g.e. 26, 153) kaziyyesi ve usulcülerin bir hüküm geldikte icra edilmeden neshedilip edilmeyeceği hususunu tartışmış olmaları (Râzî, a.g.e., 26, 155) gibi hususlar gözönüne alınırsa, Hz. İbrahim´in oğlunu kurban etmeye tevessülüyle alâkalı âyetlere (Saffât 37, 101-102) dayanarak Hz. İbrahim zamanına kadar – belki de birkısım kayıtlara tâbi olarak- çocuk kurban etmenin câri olduğu, ondan sonra bu tatbikatın meşruiyetinin neshedildiği de düşünülebilir.
[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/74-76.
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/76-77.
[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/78.
[259] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/78-79.
[260] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/80.
[261] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/80.
[262] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/80-82.
[263] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/82.
[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/83.
[265] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/84.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/84-85.
[267] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/85.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/85.
[269] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/85-86.
[270] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/87.
[271] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/87.