NASÎHAT VE MEŞVERET BÖLÜMÜ.
UMUMİ AÇIKLAMA
İSTİŞARENİN EHEMMİYETİ
İstişare Emri
Telakki
Teşvik
Hz. Peygamber İstişareye Muhtaç Mı
En Büyük Dahi De İstişareye Muhtaçtır
Ashab Ve İstişare
Hz. Peygamber´in Müşavirleri
İstişare Mevzuları
İstişare Dışı Mevzular
İstişarenin Mekanizması
1- Müşavirin Durumu
a. Liyakat
b. Mûtemed Olmak
c. Müslüman Ve Dindar Olmak
d. İlgili Olmak
2. İstişarenin Şekli
a. Doğrudan Re´ye Müracat
b. Liyakatlinin Müdahalesi
c. Yersiz Teklif
3- Kararın Alınması
a- Ekseriyetin Re´yi
b- Görüşlerden birinin ihtiyarı
c- Kararı Tehir Etmek
d- İcbarî Karar
4- Şahsî Kanaatında Direnmemek
5- Müşavirleri Gücendirmemek
6- Tatbikat Sırasında Azim
Batı Demokrasisi
1) Demokrasinin Tenkidi
Teknokrasi
Demokrasinin Sonu Anarşidir
2) İslam´da Kanun Koyma Mekanizması
3) Hürriyet Telakkisi
Peygamberler De Hür Değil
Hürriyet Sahası
Tahdidden Gaye
İslam´da Kadınlarla İstişare
I- Kur´an´a Göre
II. Sünnete Göre
Bu Meselede Temel Prensip
NASÎHAT VE MEŞVERET BÖLÜMÜ
UMUMİ AÇIKLAMA
Nush, öğüt, nasihat manasına gelir. Arapça´da kelimenin aslî manası, en-Nihaye´ye göre, kendisine nasihat edilenin hayrını istemek demektir, hayırhahlık en yakın kelimedir. Bu manayı tek bir kelime ile ifade etmek mümkün değildir. Arapça´da kullanılan manaca en zengin, en cami kelimelerden biri kabul edilmiştir. Kelimeyi dilimizdeki öğüt vermek manasında almak, manayı daraltır. Bu sebeple hayırhahlık manasını da zihnimizde canlı tutmamız gerekir.
İslam alimleri, nasihatin dinde mühim bir yer tuttuğunu belirtirler ve dinin mihver ve direğini nasihatın teşkil ettiğini söylerler. Görüleceği üzere, Resulullah “din”i nasihat olarak tarif etmiştir. Müslüman da Allah, peygamber, Kur´an, büyükler ve din kardeşleri için hayır dileyen kimsedir.[1]
ـ5754 ـ1ـ عن تميم الداري رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: الدِّينُ النَّصِيحَةُ. قُلْنَا يَا رَسُولَ اللّهِ! لِمَنْ؟ قَالَ: للّهِ وَلِكَتَابِهِ، وَلِرَسُولِهِ، وَ‘ئِمَةِ الْمُسْلِمِينَ، وَعَامَّتِهِمْ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائي .
1. (5754)- Temimu´d-Dâri (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyissalâtu vesselâm): “Din nasihatten (hayırhahlıktan) ibarettir!” demişti. Biz sorduk: “Ey Allah´ın Resulü! Kimin için hayırhah olmaktır ”
“Allah için, Allah´ın kitabı için, Resulü için ve Müslümanların imamları ve hepsi için!” buyurdular.” [Müslim, İman 95, (55); Ebu Davud, Edeb 67, (4944); Nesai, Bey´at 31, (7, 156).][2]
AÇIKLAMA:
Hadiste, din nasihat olarak tarif edilmektedir. Hatta, ibarede nasihat kelimesinin marife gelmesini gözönüne alan şarihler, hadisin din nasihatten başka bir şey değildir şeklinde ifade edebileceğimiz kuvvetli, te´kidli bir mana taşıdığına dikkat çekerler. Bu ifade tarzı da dinden nasihatın ehemmiyetini tesbit etmeye yöneliktir.
Nasihat, nush nedir en-Nihaye, lügat olarak nushun hulus, yani saf olmak manasına geldiğini belirtir. Nitekim نَصَحْتُ الْعَسَلَ “Bal süzdüm, mumundan ayırdım, halis kıldım” demektir. Bazıları bu kelimenin نَصَحَ الرَّجُلُ ثَوْبَه “kişi elbisesini dikti” kullanımındaki asıldan geldiğini söylemiştir.
Lügavî tahlille fazla oyalanmadan , hadislerde yer verilen dinî bir tabir olarak nasihatın hayırhahlık yani hayrını ve iyiliğini istemek, bu sebeple hayrı ve iyiyi duyurup, hatırlatmak olduğunu anlayabiliriz ki, bu manayı dilimizde ifade eden en yakın kelimemiz öğüttür. Ancak öğüt kelimesinin her yerde her zaman nasihat kelimesiyle ifade edilmek istenen mana zenginliğini ifade etmekten çok geri kaldığını da bilmemizde fayda var. Nasihatin ne manaya geldiğini anlamamızda yardımcı olacak bir kelime nusuh tabiridir. Kur´an´da geçen tevbe-i nasuhun ne olduğu Resulullah´a sorulunca “Bu halis olan, ihlasla yapılan tevbedir ki, ondan sonra günaha bir daha dönülmez” diye açıklamıştır.
2- Sadedinde olduğumuz hadiste, “Din nasihattir” yani din hayırhahlıktır dendikten sonra bu hayır isteme işinin kimler için olacağı sorulmuş, Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) da “Allah, Resulullah, Kitabullah, Müslümanların imamı ve Müslümanlar için hayırhahlık” diye açıklamıştır. İbnu´l-Esir kısa kısa şu açıklamaları yapar:
* Allah için nasihat (hayırhahlık): Allah´ın birliği hususunda sıhhatli bir itikaddır. O´na yapılan ibadette niyeti halis tutmaktır.
* Kitabullah için nasihat (hayırhahlık): Onu tasdik ve onda olanlarla amel etmektir.
* Resulullah için nasihat (hayırhahlık): Peygamberliğini tasdik, emir ve yasaklarına inkıyad etmektir.
* İmamlar için nasihat (hayırhahlık): Hakta onlara itaat etmek, zulmettikleri zaman da onlara isyan etmemektir.
* Bütün Müslümanlar için nasihat (hayırhahlık): Onları maslahatları doğrultusunda irşad etmek.”
Alimlerimiz, dinin “nasihat” olarak tarif edilmesinin, dinde nasihatin ne kadar ehemmiyetli bir yer tuttuğunu belirtmeye raci olduğunu söylerler. Nitekim hadiste “Hacc, Arafat´tır” denilerek hacc farizası Arafat vakfesi olarak tarif edilmiştir. Halbuki haccda vakfeden başka menasik de mevcut. Öyleyse Arafat Vakfesi ile tarif edilmesi, diğer menasik içinde vakfenin tuttuğu yerin ehemmiyetini ibrazdır. Aynen bunun gibi, “Din nasihattır” ifadesi de dinde nasihatın diğer meseleler arasında ne kadar mühim bir yer tuttuğunu göstermektedir. Nitekim, hadisin devamında nasihatın çerçevesine, dinin ana meseleleri dahil edilmiştir. Bazı alimler, bu hadisi “İslam´ın dörtte biri” olarak değerlendirmiştir. Yani İslam´ı özetleyen dört hadisten biri. Nevevî, buna itiraz edip: “Bilakis, bu hadis tek başına İslam´ın medarı (yani üzerine oturduğu zemin, temel)dir” demiştir. Münâvi der ki: “Selef büyükleri buna bakınca, tavsiyelerinin en büyüğünü nasihat yaptılar. Ariflerden biri dedi ki: “Ben sana nasihatı, köpeğin sahibine olan nasihatini tavsiye ederim. Çünkü sahipleri onu acıktırsalar, kapı dışarı atsalar da, onların etrafında dönmekten, onları korumaktan vazgeçmez.”
Hadisin zahiri, nasihat edilen kimseye nasihatin fayda etmeyeceğini bilse bile, nasihatın vacib olduğunu ifade eder.
Ariflerden biri demiştir ki: “Nisah, iplik demektir; minsaha da iğne demektir. Nasih ise, diken (terzi) yani kumaş parçalarını birleştirip elbise yapan, böylece yaptığı birleştirmeler sonucu ortaya çıkan şeyden istifade edilen kimse demektir. Dinde nasih de buna benzer: Allah´ın kulları ile o kulların ahirette saadetlerine vesile olacak şeylerin arasını birleştirir. Allah´ın kullarının arasını birleştirir.” el-Kâdı demiştir ki: “Din, asıl itibariyle taat ve ceza demektir, ama dinle şeriat kastedilir, çünkü şeri-atte de taat ve inkıyad vardır.”[3]
ـ5755 ـ2ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ أُفْتِيَ بِغَيْرِ عِلْمٍ كَانَ إثْمُهُ عَلى الّذِي أفْتَاهُ، وَمَنْ أشَارَ عَلى أخِيهِ بِأمْرٍ يَعْلَمُ أنَّ الرُّشْدَ في غَيْرِهِ فَقَدْ خَانَهُ[. أخرجه أبو داود .
2. (5755)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kime ilme müstenid olmayan bir fetva verilmişse, bunun günahı ona fetva verene aittir. Kim, bir kardeşine, gerçeğin başka olduğunu bile bile, farklı bir irşadda bulunursa ona ihanet etmiş olur.” [Ebu Davud, İlm 8, (3657).][4]
AÇIKLAMA:
Hadiste iki temel meseleye temas edilmektedir:
1- Birinci meseleye göre, fetva ile amel eden mukallide sorumluluk yoktur. Hatta fetva hatalı bile olsa bundan mukallid sorumlu değildir. Bu hatalı fetvanın sorumluluğu fetvayı verene aittir. Ancak fetva vereni sorumlu kılan husus, verdiği fetvayı cahilâne vermesidir, ilme dayandırmamış olmasıdır. Aliyyu´l-Kâri, hadisi şöyle açıklar: “Dendi ki: “Malum olduğu üzere, her cahil, bir mesele çıkınca alime sorar. Alim de ona fetva verir. Eğer alim batıl bir cevap verir, soran da onun batıl olduğunu bilmeden onunla amel ederse, işte bunun günahı müftü yani o fetvayı veren kimse üzerinedir, şayet içtihadında kusur etti ise.”
Alimler fetva veren kimsenin, fetvaya ehliyetsiz olmak, fetva için gereken itinayı göstermemek sebebiyle hata yapmış olmak gibi sebeplerle sorumlu düşeceğini belirtirler. Aksi takdirde, içtihad ve fetvaya ehil bir kimsenin, ehliyet sahasında, hakkı bulma hususunda elinden gelen gayret ve titizliği göstererek verdiği fetvada hakkı bulamayarak, hataya düşse bile sorumluluğunun olmayacağını, günaha girmeyeceğini belirtirler. Bu husus, yani içtihaddaki hatasından dolayı müçtehidin sorumlu ve günahkâr olmayacağı hususu bizzat Resulullah tarafından ifade buyrulmuştur. “Hakim içtihad edip hüküm verince isabet ederse iki ücret alır. (Biri içtihad, biri de isabet ücreti). Hükmünde hata ederse tek ücret alır (hüküm verme ücreti).” Şayet hakim verdiği hükümdeki hata sebebiyle sorumlu olsaydı hakimlik, müftülük, müçtehidlik gibi meslekler olmazdı. Çünkü, beşerî hüküm, binde bir gibi pek zayıf da olsa, daima hata ihtimali taşır. Gelişen içtimâî hayat insanları daima içtihad yapmaya, yeni hükümler vermeye mecbur etmektedir. Dinimizin yüceliklerinden biri de şüphesiz müçtehidi hatasından dolayı mes´ul etmemiş olmasıdır. Ama unutmayalım, bu ruhsat ehliyet sahiplerinedir. İçtihad ve hükme liyakatı olmayanlar verdikleri hükümdeki hatadan sorumludurlar. Hatta dinimiz, böylelerini sadece hatadan değil, hüküm vermekten sorumlu tutmuştur, hükmünde isabet etmiş olsa bile. Çünkü isabeti tesadüfen olmuştur.
Burada şunu da belirtmekte fayda var: Hatalı fetvadan onunla amel edene sorumluluk yoktur, sorumluluk fetvayı verene aittir derken, fetvayı verenin ehliyetli olmasına bağlıdır. Kişi meselesini ehil olmayan, sorumluluk duygusu bulunmayan kimseden sorarsa, sorumluluktan kurtulamayacağı aşikârdır. Dinimiz doktorun tababetle ilgili tavsiyesine uymayı esas almıştır, ama nasihatine uyulacak doktorun hem Müslüman, hem de hazık yani mesleğinde ehliyetli olmasını şart koşmuştur. Hal böyle iken günümüzde, faiz, sigorta gibi bir kısım meşkuk meselelerde, Müslümanlar her sakallıyı dedesi sanan çocuklar gibi her ilahiyatçıyı fetvacı sanarak fetva istemektedirler. Böylesi ciddi bir ihtisas ve takva isteyen meselelerde rastgele kimsenin vereceği fetva ile amel, mukallidi mes´uliyetten kurtarmaz. Şüpheli şeylerde tevakkuf, ihtiyata uygun olan, dinin tavsiye ettiği temel prensiplerden biridir. Resulullah şüpheli şeylerden kaçınmamızı tavsiye buyurmuştur.
2- Hadiste ifade edilen ikinci ana fikre göre kişinin kardeşini bile bile yanlışa sevketmesi ona ihanettir. Bir Müslüman, din kardeşi, herhangi bir hususu danıştığı, sorduğu takdirde, gerçek kanaatini söylemelidir. Bu, istişarenin gereğidir. Doğru, faydalı bildiğinin dışında birşey söylemesi ihanettir. Müteakip hadiste görüleceği üzere, müsteşarın mü´temen olması gerekir. Hadiste “Bizi aldatan bizden değildir” buyrulduğuna göre, bu tehdide masadak olmamak isteyenin, istişarenin hakkını vermesi gerekir.[5]
ـ5756 ـ3ـ وعن أم سَلمة وأبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنهما قاَ: ]قَالَ رَسُول ُاللّهِ #: الْْمُسْتَشَارُ مُؤْتَمنٌ[. أخرجه أبو داود عن أبي هريرة والترمذي عنهما .
3. (5756)- Ümmü Seleme ve Ebu Hureyre (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Müsteşar mü´temendir.” [Tirmizî, Edeb 57, (2823, 2824), Zühd 39, (2370); Ebu Davud, Edeb 123, (5128); İbnu Mace, Edeb 37, (3745).][6]
AÇIKLAMA:
İstişare, kelime olarak işaret kökünden gelir, İstif´al babındandır, işaret istemek manasına gelir. Müsteşir, işaret isteyen demektir, müsteşar da kendisinden işaret istenen kimse demektir. İşareti burada fikir, nasihat olarak anlarsak, istişarenin bir fikir danışma, nasihat isteme ameliyesi olduğunu anlarız.
Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, medenî hayatın vazgeçilmesi imkansız bir ihtiyacı olan fikir alışverişinin adabını belirtmektedir: Fikrine başvurulacak kimse (müsteşar), itimad edilen kimse olmalıdır. Bir başka ifade ile müsteşar ihanet etmemeli, sorulan hususta, kendine göre, gerçek ve doğru ve maslahat ne ise onu söylemelidir. Soru sahibinin maslahatı nede ise onu gizleyerek ihanette bulunmamalıdır. Hadis bir bakıma istişare yapacak kimseye de şöyle hitap etmektedir: “Meseleni, güven vermeyen, gerçeği olduğu gibi söyleyeceğinden emin olmadığın kimseye açıp onunla istişare etme, müsteşarın mü´temen yani itimada şayan olmalıdır.”[7]
İSTİDRAD
İstişâre, İslam´ın üzerinde durduğu ehemmiyetli prensiplerinden biridir. Müslümanların sadece hususi hayatlarında karşılaşacakları meselelerin çözümünde değil, siyasî hayatın yürümesinde, idarî sistemin şekillenmesinde de başvurmaları gereken mühim bir esastır. İşlerin şûra ile yürütülmesi Allah´ın emridir.
İslamî şûra, günümüz fikrî ve siyasî hayatında toz kondurulmayan beynelmilel bir değer olarak ısrarla medar-ı bahs edilen ve en ideal rejim diye müdafaası yapılan demokrasi ile karıştırılır. Bazı kimseler “İslam´da da demokrasi var, çünkü İlahî emir olan şûra, demokrasi demektir” manasına gelen beyanlarda bulunurlar. Her ne kadar mevcut sistemler içinde İslamî şûraya en ziyade benzerlik ve yakınlık arzedeni demokrasi olsa da, bu meselede, arada ayniyet görecek kadar sözü ileri götürmenin hatalı olduğu açıktır. Sadece memleketimizde değil, bütün dünyada cereyan eden hâdiseler, bilhassa 1991 yılının sonları ile 1992 yıllarının başında Cezayir´de demokratik seçimler suretiyle Müslümanlara iktidar şansı açan gelişmeler karşısında demokrasiperestlerin, askerî darbeyi davet eden çığlık ve fetvaları, demokratik prensiplerin ve demokratik rejimin İslam aleyhine kullanılabildiği ölçüde takdis edildiğini, İslam´ın lehine netice verecek bir uygulama halinde zerre kadar demokrasiye yanaşılmadığını göstermiştir. Bu sebeple, Müslümanların İslamî şûra ile Batı demokrasisini birbirine karıştırmamaları gerekir. Elbette şûranın, adaletin, kanun önünde müsavatın talibi olacağız, ama iki yüzlü, sömürge aleti demokrasinin müdafaası bize düşmez. Esasen, her iki sistem bazı benzerliklere rağmen birçok temel noktalarda birbirinden farklıdır. İkisini aynı görenler, bu sistemleri yeterince bilmeyenlerdir. Bize, öncelikle, kendi sistemimiz hakkında sağlıklı, tutarlı bir bilgi sahibi olmak düşer.
Bu maksadla, aşağıda İslamî istişare üzerine yaptığımız iki tahlili kaydediyoruz.
Bu meselede temas edilecek ana başlıkları öncelikle şöyle belirtebiliriz: İstişarenin ehemmiyeti ve istişareyi teşvik, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in kendi hayatında istişareye verdiği ehemmiyet, İslamî istiarenin işleyiş şekli (mekanizması).I.[8]
İSTİŞARENİN EHEMMİYETİ
İstişare Emri:
Kur´an-ı Kerim, beşeriyet kadar eskiliğini göstermek sadedinde Hz. Süleyman´ın mektubu üzerine, takip edilecek siyasetin tesbiti maksadıyla yakınlarını toplayan Belkıs´ın yaptığı istişare (1) başta olmak üzere Firavun´un Hz. Musa´ya karşı alınması gerekli tedbirleri tesbit için etrafındakilerle yaptığı istişareden (1, a), Hz. İbrahim´in oğlu İsmail´le ilgili olarak, onun kurbanedilmesi hususunda gördüğü rüya üzerine, çocuk İsmail´le yaptığı istişareye (1, b) varıncaya kadar kaydettiği misallerden başka, iki ayrı ayette Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e ve Müslümanlara istişareyi emreder. Birinci ayet, Müslümanların içtimâî meselelerini aralarında yapacakları istişare ile yürütmelerini emreder: “…Aralarında işleri şûra iledir.” Bu ayetle alâkalı olarak belirtilmesi gereken bir husus şudur: Burada kaydedilen parçayı Kur´an-ı Kerim´deki ilgili metnin bütünü içerisinde görecek olursak “istişare emri”nin başta Allah´a iman olmak üzere, tevekkül, büyük günahlardan içtinab, namaz… gibi İslam´ın temel prensipleri meyanında zikredildiğini görürüz. Bu durum istişarenin ehemmiyetine parmak basmayı gaye edinir: “Size verilen şey hep dünya hayatının geçici (birer) faidesidir. Allah indinde olan(sevap) ise daha hayırlıdır, daha süreklidir. (Bu sevaplar) iman edip de ancak Rablerine güvenip dayanmakta, büyük günahlardan ve fahiş kötülüklerden kaçınmakta, öfkelendikleri zaman bizzat (kusurları) örtmekte (bağışlamakta) olanlara, Rablerinin (tevhid ve ibadete aid davetine) icabet edenlere, namaz(ların)ı dosdoğru kılanlara -ki bunların işleri daima aralarında müşavere iledir-, kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden (Allah´a taat uğrunda) harcamakta bulunanlara, kendilerine tagallüb ve zulüm vaki olduğu zaman elbirlik (mazluma) yardım eyleyenlere mahsustur.”(2)
Diğer ayet ise, doğrudan doğruya Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e müteveccihtir: “Onlarla iş hususunda istişare et” (3). Yani her hususta “en güzel örnek vermekle mükellef olan” Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´den içtimâî meselelerin cereyanında ve amme işlerinin tedvirinde de örnek olması, bu işlerde istişareyi müstekar bir esas yapması istenmektedir. Bizzat Resulullah: “Allah bana farzların ikamesini emrettiği gibi müdâretu´nnası da emretmiştir” (4) buyurur. Müdâretu´nnas ise, insanlara iyi davranmak, onlarla iyi geçinmek, onlara mültefit olmak, onları kazanmak, gönül alıcı olmak gibi içtimâî kaynaşmayı sağlayacak davranışların hepsine birden şamil olmuştur(5). Az sonra bu içtimâî kaynaşmada kesafeti artıracak en müessir vasıtanın müşavere olduğu ve müşaverenin bu maksadla Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e emredildiği hususunda alimlerin ittifak ettiğini göreceğiz.
Gerçekten bu mevzuyla alâkalı olarak gelen rivayetler, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in ve ashabının (radıyallahu anhüm) hayatlarında istişare keyfiyetinin mühim bir düstur olarak yer etmiş bulunduğunu gösterir. Öyle ki, bu mevzuda gelen hadislere dayanarak Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in etrafındakilerle istişare etmeden bir karara varmadığı, bir icraatta bulunmadığı bile söylenebilir. Bir rivayette şöyle der: “Müslümanların fikrini almadan “emîr” tayin etseydim, İbnu Ümmi Abd´i tayin ederdim” (6). Hz. Enes: “Arkadaşları ile istişarede Hz. Peygamber kadar ileri giden bir başkasını görmedim” der(7). Hz. Ömer, Peygamberimiz aleyhisselam´ın Müslümanlarla alâkalı bir meselenin istişaresi için Hz. Ebu Bekir ile birçok geceler boyu başbaşa kaldıklarını bazan kendisinin de katıldığını belirtir(8).
Suyûti, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in diğer insanlardan farklı olan hususiyetlerini belirtirken bu hasaisden biri olarak “istişare yapma mecburiyeti”ni de zikreder. Bu mecburiyeti delillendirme sadedinde Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´den: “Allah bana farzları yapmamı emrettiği gibi, ( istişare yoluyla) insanları iyi idare etmemi (müdaretu´nnas) dahi emretti” hadisini kaydeder.(9)[9]
Telakki:
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´i meşverete bu kadar ehemmiyet vermeye sevkeden şey meşveretin tesiri hakkında taşıdığı inanç idi. İstişare edenin “asla pişman olmayacağını” belirten (10) Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e göre: “Bir millet istişare ettiği müddetçe zillete düşmez”(11). Bu inancı takviye eden diğer bir görüşüne göre, bir meselede ferdî görüşler yanılabilirse de cemaatin görüşü asla yanılmaz: “Allah, ümmetimi dalalet üzere birleştirmez. Allah´ın eli cemaat üzerinedir.”(12) Öyle ise gerek ferdî ve gerekse içtimâî meselelerde mümkün mertebe çok kimsenin görüşleri müdahele edip kaynaşmalı, müşterek nokta bulunmalı ve buna da uyulmalıdır. “Gelip geçen bütün peygamberlerin ikisi sema ehlinden, ikisi de arz ehlinden olmak üzere istişare edeceği dört veziri olageldiğini ve kendisinin de aynı şekilde dört vezirle takviye edildiğini”(13) belirten Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) salih (liyakatli) bir müşavirin ehemmiyetini belirtme sadedinde bir başka hadislerinde şöyle buyururlar: “Sizden, üzerine mesuliyet yüklenen bir kimse için Allah hayır murad ederse, ona “salih” bir vezir nasib eder de unuttuğu şeyleri hatırlatır, hatırladığı şeylerde de yardımcı olur.” (14) Hadisin Ebu Davud´daki veçhinde: “Allah, bir lider (emîr) hakkında hayır murad ederse kendisine dürüst bir vezir nasib eder.. Allah onun için hayır murad etmezse kendisine kötü bir veziri musallat eder de unuttuğu şeylerde hatırlatmada, hatırladığı şeylerde de yardımda bulunmaz” (15) der.
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm), istişarenin içtimâî hayata getireceği huzur ve saadeti ifade için de: “Umeranız hayırlılarınızdan, zenginleriniz de cömertlerinizden olur ve işleriniz de aranızda istişare ile yürürse yerin üstü sizin için yerin altından daha hayırlıdır” (16) der.[10]
Allah´ın İstişaresi: Müşaverenin ehemmiyetini te´yiden kaydedeceğimiz bir başka rivayet, her çeşit istişareden müstağni olduğu hususunda hiç kimsenin tereddüd etmeyeceği Cenab-ı Hakk´ın Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´le istişaresidir. Ahmed İbnu Hanbel´in Müsned´ inde gelen bir rivayette Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: “Rabbim (tebareke ve teala) ümmetimin hakkında: “Onlara ne yapayım ” diye benimle istişarede bulundu. Ben: “Ey Rabbim, ne dilersen onu yap, onlar senin mahlukun ve kullarındır” dedim. Rabbim ikinci defa benimle istişare yaptı, ben yine aynı şeyleri söyledim. Bunun üzerine buyurdu ki: “Ey Muhammed, ben seni ümmetin hakkında mahzun edip üzmeyeceğim.”
Devamı mevzumuzu alâkadar etmeyen bu hadisten Cenab-ı Hakk´ın Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´le istişare etmek suretiyle ona verdiği makamın yüceliğini anlar, bundan da bir meselede idare edenlerin ve her çeşit büyüklerin, istişare suretiyle mâdunlarında (aslarında) hasıl edeceği teşerrüf hissinin ehemmiyetini takdir edebiliriz.[11]
Teşvik:
İstişarenin içtimâî hayat için faydası hususunda böylesine bir telakkiden sonra âlemlere rahmet olmak” sıfatıyla mevsuf bir peygamberin (aleyhisselam) ümmetinin hayrı için, onu ısrarla istişareye teşvikten tabi ne olabilir
Müşkili olan herkesin meselesini bir bilenden sorması bizzat Kur´an-ı Kerim tarafından: “Bilmiyorsanız bir bilenden (ehl-i zikr) sorun” (18) diye emredilmekten başka Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) de “Akıllara sorun, doğru yolu bulursunuz, (bu emrime) asi gelmeyin pişman olursunuz” (19) der. Bir tebliğinde: “Kardeşiniz birinizden bir şey soracak olursa ona mutlaka yol göstersin” (20) diye emrederken sorana verilecek bu cevabın bir vazife olduğunu da ayrıca belirtir: “Bir Müslümanın diğer bir Müslüman üzerindeki haklarından biri, ondan tavsiye (nasihat) talep ettiği zaman kendisine tavsiyede (nasihatta) bulunmasıdır”(21)[12]
Hz. Peygamber İstişareye Muhtaç Mı
Bu soru, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) hakkında kabul edilen umumi telakkiler muvacehesinde hatıra gelebilecek mühim bir sorudur. Zira, Resulullah´ın Kur´an´da ifadesini bulan vahiy dışındaki sözlerinde bile vahy-i gayr-i metluv denen bir nevi vahye, irşad-ı İlahiye mazhar olduğu, onun kendi hevasından bir şey söylemediği gerek Kur´an´da(22) ve gerek hadislerde (23) gelmiş bulunan nasslarla ifade edilmiştir. Abdullah İbnu Amr´dan gelen rivayet “öfkeli halinde bile ağzından sadece hak kelam çıktığını” ifade ederken (24), Ebu Hureyre´den gelen bir rivayet “şakalaşmalarında da haktan başka bir şey çıkmadığını” ifade eder. Bu sonuncu rivayet aynen şöyle: “Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm), bir defasında: “Ben haktan bakşa bir şey söylemem” buyurdu. Orada bulunan Ashab´tan bazıları: “Ama siz, ey Allah´ın Resulü, bizimle şakalaşıyorsunuz” dediler. Cevaben: “(Şaka sırasında da olsa) haktan başka bir şey söylemem” dedi.” (25)
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in her an İlahî murakabe altında bulunduğunu, kendisinden hususi içtihadına mebni meselelerde hata varid olacak olsa bile -az sonra açıklayacağız- bu hata üzerinde ilanihaye ibka edilmeyip İlahî tashih ve uyarıya mazhar olacağına en güzel, en ikna edici misal, Bedir esirlerine yapılacak muamele ile alâkalı istişareden sonra gelen vahiydir. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in aldığı karar İlahî iradeye uygun gelmemesi sebebiyle müteakiben gelen vahy Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´i hüngür hüngür ağlatacak kadar şiddetli bir ifade ile tenbih ve tashih etmiştir. İstişarede Hz. Ebu Bekir fidye mukabili serbest bırakılmalarını, Hz. Ömer hepsinin öldürülmelerini, Abdullah İbnu Ravaha ateşte yakılmalarını teklif etmişti. Hz. Peygamber ise, Hz. Ebu Bekr´in görüşünü muvafık bularak, fidye mukabili serbest bırakılmalarını karar altına almıştı (26). Bu kararı şiddetle kınayan ayette şu ibare de mevcuttur: “…Daha önceden Allah´tan verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldıklarınızdan ötürü size büyük bir azab erişirdi” (27).
Burada şunu belirtmemiz gerekmektedir: Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) her hususta en güzelin, en faydalının, en doğrunun örneğini vermek vazifesiyle muvazzaftır. İstişare hususunda da bu vazifeyle muvazzaftır. Öyle ise her seferinde, her işinde mucizeye, sarih vahye dayansaydı bu “örnek olma” vazifesi yerine gelmemiş olurdu. Öyle ise, peygamber ve elçi olmak haysiyetiyle Allah´la olan irtibatı açısından zuhur eden meselelerin hallinde insanlarla istişareye ihtiyacı olmamakla beraber, insanlara istişarenin lüzumu, ehemmiyeti ve nasıl yapılması lazım geldiğini öğretme vazifesiyle de muvazzaf olması sebebiyle istişareye yer vermek zorundadır. Nitekim, söylediğimiz bu hususu, te´yid eden bir rivayet İbnu Abbas´tan gelmektedir: “Onlarla iş hususunda istişare et…” ayeti nazil olduğu zaman Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) şunu söyledi: “(Şunu bilin ki) Allah ve Resulü istişareye muhtaç değildir. Fakat, Cenab-ı Hakk, ümmetime bir rahmet olarak bunu emretmiştir”(28). Bunu te´yid eden bir başka rivayette: “Cebrail´in Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e Kur´an´ı indirdiği gibi sünneti de indirdiği” belirtilir(29)
Şu halde Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) taşıdığı peygamberlik vasfının bir yönü icabı istişareye muhtaç değilse de, diğer bir yönü, yani örnek olmak, öğretmek yönüyle de istişare yapmakla muvazzaftır. Alimler meselenin bu yönünü tavzihte müttefiktirler. Hasan-ı Basri şöyle der: “Cenab-ı Hak: “İş hususunda onlarla istişare et” diyerek mahlukatın en kâmiline meşvereti emretti. Bu emir, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in ashabına olan ihtiyacı sebebiyle değildir. Bu emirle Cenab-ı Hak, bize meşveretin fazilet ve ehemmiyetini öğretmek ve Müslümanların meşvereti hayatlarında tatbik etmelerini sağlamak; kişinin, alim bile olsa insanlarla meşverette bulunması gerektiğini öğretmek istemiştir.”(30)
Katâde de aynı ayeti açıklarken emrin Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in ashabının fikirlerine olan ihtiyacından ziyade terbiyevî yönünü dile getirir: “Allah, müşavereyi Ashab´ın Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e ülfet ve yakınlığını artırmak ve onların (içlerinden geçebilecek her çeşit mülahazaları bertaraf ederek) nefislerini hoş kılmak için emretti” (31)
Müşavere emrinin “kalplerin hoş kılınması” gayesine raci olduğu farklı alimlerce te´yid edilen bir husustur(32). İlk nazarda mübhem gibi gelen bu tabirin aydınlanması maksadıyla İbnu Kesir´in: “Böylece insanlar, yaptıkları işlerde daha şevkli (enşat) olurlar” izahını (33) kaydedebiliriz.
İstişareye ehemmiyet vermeyen diktatörlerin halet-i ruhiyesini inceleyen araştırmacılar onların son derece kuşkulu ve ürkek olduklarını, zaman zaman delilik derecesine varan ruhî bunalımlar geçirdiklerini ifade ederler.[13]
Siyasî tarihçiler, diktatör idarelerin, bizzat diktatörlerin ölümü ile sona erdiğini ifade ederken (34), sosyolog ve içtimaiyatçılar da temeli istişareye dayanan “demokratik” idare ve terbiyenin halktaki mesuliyet ve teşebbüs ruhunu artırdığını belirtirler.
Şu halde, istişarenin ehemmiyetinden bahsederken onun bu yönüne de hususen parmak basmak gerekmektedir: İstişare idare edenle idare edilenler arasında karşılıklı sevgi, saygı, itimad ve güvenin en mühim sebeplerinden biridir. Fikri alınan kimse, onlara karşı içinden geçebilecek kuşku, endişe, suizan, korku gibi hislerden kalbini temizleyerek kendisine değer verilmiş olma düşüncesinin de iştirakiyle samimi bir hürmet ve itaat duygusuyla bağlanacak, idare eden de bilmukabele ona karşı daha ziyade merhamet ve şefkatini ziyadeleştirecektir. Eslaf alimlerimiz bu durumu “ülfetin ziyadeleşmesi”, “kalplerin hoş kılınması” gibi tabirlerle ifade etmişlerdir.[14]
En Büyük Dahi De İstişareye Muhtaçtır:
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm), “İşleri, aralarında şûra iledir” ayetinin alimcahil, idare eden-idare edilen herkese şamil olan umumi emrine rağmen hiç kimsenin şu veya bu mülahaza ile, kendisini istişareden müstağni addetmemesi, mutlaka istişareye yer vermesi gereğini ifade zımnında: “Ben vahiy gelmeyen hususlarda sizden biriniz gibiyim” der (36) ve “Allahu Te-ala ikisi sema ehlinden: Cibril ve Mikail ve ikisi de arz ehlinden: Ebu Bekir ve Ömer olmak üzere dört vezirle beni takviye etti” diye ilave eder.(37)
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) Müslümanları kendisiyle istişareye teşvik etmek, bilhassa dünyevî işlerin tedviriyle alâkalı hususlarda, herkesin şahsî fikrini söylemede, kendi nübüvvet otoritesi karşısında içlerinden geçebilecek tereddüd ve çekingenlikleri kırabilmek için daha da ileri giderek: “…(Şunu bilin ki) ben de bir insanım, söylediklerimde isabet de ederim, hata da ederim”(38), “…Siz dünyanızın işini benden daha iyi bilirsiniz” (39) gibi beyanlarda bulunmuştur.
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) kendisinden sonra gerek ilmî ve gerek içtimâî vaziyeti ne olursa olsun herkesin mutlaka istişare ile hareket etmesi gereğini ifade eden bir beyanı Hz. Ali´nin bir sorusu üzerine varid olmuştur. Aslı uzun olan mezkur rivayette Hz. Ali, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e sorar: “Ey Allah´ın Resulü, hakkında Kur´an´da ayet gelmemiş, sizin sünnetinizde de bir benzeri hükme bağlanmamış (hakkında emir veya yasak beyan edilmemiş) (40) bir hâdise ortaya çıkarsa ne yapmamızı irşad buyurursunuz ” Resulullah (aleyissalâtu vesselâm)´ın cevabı şudur: “Onu (fukaha) (41) ve mü´minlerden abid olanlar arasında istişare edin. Fakat asla hususi bir kimsenin re´yi ile hükme bağlamayın…” (42).
İbnu Teymiyye, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e Kur´an´da gelen istişare emrine dayanarak, “Hiçbir veliyülemrin (otoritenin) kendini, istişare etmekten müstağni addedemeyeceğini belirttikten sonra, Kur´an´da gelen mezkur emrin gayeleri hususunda alimlerin şu tadadı yaptıklarını kaydeder:
1- Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in ashabının radıyalahu anhüm kalplerini kazanma (te´lif).
2- Hz. Peygamber´den sonra bu prensibe uyulması.
3- Hakkında vahiy gelmeyen harp, cizye, vesair her çeşit umurda onların reylerini elde etmesi(43).[15]
Ashab Ve İstişare:
Ashab, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´den aldığı derse uyarak istişareye gerekli ehemmiyeti vermiştir. Hz. Ebu Bekr Kur´an-ı Kerim´in kitap haline konmasından (44), zekat vermemek için isyan eden bedevilerle savaşa (45) kadar bütün devlet işlerinde istişareye yer verdiği gibi, sağa sola tayin ettiği komutanlara bile istişare ile hareket etmeleri hususunda ta´mimler yollamıştır.(46)
Bu hususta Hz. Ömer´in işgal ettiği mevki daha calib-i dikkattir. Hz. Peygamber´in kabr-i şerifleri ile minber arasında “meclisu´lmuhacirîn”in yer aldığını; Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Zübeyr, Hz. Talha, Hz. Abdurrahman İbnu Avf radıyallahu anhüm ecmain´in burada devamlı üye oldukları, zuhur eden her meseleyi onlara vazederek onlarla istişare ettiği (47), sorulan suallere sünnete uygun cevabı bulmak için istişarelere başvurduğu (48) rivayetlerde belirtilir. Hicri takvimin konmasıyla sonuçlanan tarih vazıyla ilgili istişare bunların mühimlerinden biridir (49). Onun, istişare meclisine gençleri de alıp, fikirlerini rahatça söylemeleri hususunda teşviklerde bulunduğu da rivayetlerde gelmiştir(50). Hatta onun, askerî komutanların yanına müşavirler tayin ettiği de bilinmektedir.(51)[16]
Hz. Peygamber´in Müşavirleri:
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) istişareye son derece ehemmiyet verdiğini belirttikten sonra, şahsî hayatındaki tatbikatı göstermek bakımından, fiilen istişarede bulunduğu bazı şahsiyetleri belirtmede fayda var.
Hemen kaydedelim ki, bu hususta ilk akla gelen kimseler Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer´dir. İbnu Abbas onları Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in “iki havarisi ve iki veziri” olarak tavsif eder (52). Resulullah (aleyissalâtu vesselâm)´ın devlet işlerinin yürütülmesinde bu iki zata ne kadar ehemmiyet verdiğini: “Ebu Bekr ve Ömer benim nazarımda, bir baş için göz ve kulak mesabesindedir” hadisinden anlayabiliriz.(53) Hz. Peygamber bu kulak ve göz gibi kıymetli tuttuğu müşavirlerin görüşlerini ne kadar üstün tuttuğunu, “Ebu Bekr ve Ömer istişare sırasında bir meselede ittifak edip birleştiler mi asla itiraz etmem” sözüyle ifade eder (54) Hz. Peygamber´in “İkinizle beni takviye eden Allah´a hamd olsun” dediği de rivayetler arasında gelmiştir.(54/2)
Gerçekten de bu iki müsteşar son derece nafiz görüşlü kimselerdir. Onların bu husustaki liyakatlarını ifade eden rivayetler çoktur. Hz. Ömer için oğlu Abdullah: “Ömer´in birşey için: “Zannederim bu şöyle olmalıdır” deyip de onun zannettiği şekilde hasıl olmadığı vaki değildir” der.(55) Yine Abdullah İbnu Ömer´in ifadesiyle ortaya çıkan bir meselede herkes bir görüş beyan ederken Hz. Ömer bir başka görüş beyan edecek olsa meseleyle alâkalı olarak gelen ayet her seferinde Hz. Ömer´i te´yid etmiştir(56). Nitekim bu durumlarda on beş kadarında Hz. Ömer´den “şöyle olsaydı” diye vaki olan temenniyi takiben, temennisine muvafık ayetler gelmiştir. Tesettür, münafıklara kılınan cenaze namazı, Bedir esirlerine uygulanacak muamele ile alâkalı vahiyler bunlardandır. Hz. Ömer´e vahy-i İlahî´nin muvafakatı olarak bilinen bu hadisler(57) onun ne kadar nafiz ve basiret ve ne kadar berrak bir fıtrat-ı selime sahibi olduğunun ve Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in: “Benden sonra bir peygamber gelseydi bu Ömer olurdu” (58) veya “Allah hakkı Ömer´in lisanına ve kalbine konmuştur”(59) iltifatlarının ne kadar doğru olduğunun en güzel delilleridir.
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)´in bu husustaki kapasitesini dile getiren rivayetler de çoktur. Onların burada zikrinden sarf-ı nazar ederek, onun görüşlerindeki isabetlilik derecesini ifade eden Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in şu hadisini kayıtla yetiniyoruz: “Allah, Ebu Bekir´in (kararlarında) hata yapmasından, semasının fevkinde rahatsız olur”(60).
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in bu iki zat dışında başka müşavirleri de olmuştur. Az sonra belirtileceği üzere, istişare edilecek mesele kimi veya kimleri alâkadar ediyorsa, kadın-erkek, yaşlıgenç, hatta mü´ minmünafık ve müşrik ayırımı yapmadan fikirlerine başvurmuş, lüzumuna inandığı ve fayda mülahaza ettiği herkesle istişarede bulunmuştur.
Bununla beraber, umumiyetle gerek Ensar ve gerekse Muhacirun´un temsilcileri durumunda olan büyükler, onun sıkça müracaat edip istişare yaptığı kimseleri teşkil etmekte idi. Bu meyanda Hz. Ebu Bekir ve Ömer (radıyallahu anhümâ)´den sonra bilhassa Hz. Osman, Hz. Ali, Talha, Zübeyr, Üseyd İbnu Hudayr, Sa´d İbnu Muaz ve Sa´d İbnu Ubade, Muaz İbnu Cebel vs. sıkça istişare ettiği kimseler arasında zikredilebilir(61).[17]
Münafık ve Müşriklerle İstişare: Burada hususen zikre şayan iki isim Abdullah İbnu Ubey İbni Selül ve Abbas İbnu Abdilmuttalib´tir. Bunlardan birincisi Medine´deki münafıkların başı olarak birçok ızdıraplara sebep olduğu halde Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) zaman zaman kendisiyle istişare etmiştir. Bu meyanda Uhud Savaşı´nın nerede yapılacağı hususunda icra edilen istişaredeki tutumu ve neticeleri mühimdir(62).
İbnu Abbas´a gelince, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) Mekke´ de iken, onunla henüz müşrik bulunmasına rağmen, “isabetli rey ve kuvvetli zeka sahibi” olması sebebiyle, hicret gibi en gizli, en kritik bir meselede bile istişare ederek fikrini almıştır.(63) [18]
İstişare Mevzuları:
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in ashabıyla yaptığı istişareler gözönüne alınınca bunların çok çeşitli sahalara girdikleri görülür. Çoğunlukla harp ve askerlikle alâkalı iseler de sadece bunlara münhasır değildir. Nitekim namaz vakitlerini duyurma şekli ile alâkalı olan istişare, dinî olduğu gibi, ifk (Hz. Aişe´ye iftira) meselesinde yapılan istişare de tamamen dünyevî ve hatta hususi bir meselenin müşaveresi gibi gözükmektedir. Misallerden gelen bu tenevvü (çeşitli sahalarla ilgili olma) sebebiyle İslam alimleri, istişareye arzedilmesi gereken meseleler hususunda farklı iddialarda bulunurlar. “Bir kısmı harb ve düşmanla alâkalı meselelerde gerekli derken, diğer bir kısmı dünya ve din işlerinde lüzumlu, bir başka grup da, insanları ahkâmın sebepleri ve içtihadın yapılış tarzı hususlarında uyarmak için dinî meselelerde yapılmalıdır” demişlerdir(64).[19]
İstişare Dışı Mevzular:
Dinî mevzuların bile istişare şümulüne girdiği söylenirken, vahyin gelmediği hususlara giren dinî meselelerin kastedildiğini belirtmek gerek. Nitekim Ashab, Hz. Peygamber´in teklifleri geldikçe: “Bu vahiyse diyeceğimiz yok, ama şahsî re´yiniz ise kanaatimiz budur… Şöyle yapılırsa daha iyi olur… Biz bunu kabul edemeyiz..” şeklinde konuşmuşlardır. Şu halde vahiyle tavzih ve tesbit edilen meselelerde vahye ters düşen kanaatler ileri sürmek, münakaşa yapmaya kalkmak mü´minlik edebine aykırıdır, bu hususlarda tam bir teslimiyet gerekmektedir.
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) Allah´a, ahirete, kadere iman gibi imana müteallik meselelerde münakaşa ve hatta mübahaseyi yasaklamıştır(65). Kısmen mevzumuzun dışına çıkan bu bahse bir örnek kaydedip geçeceğiz: Hz. Ali´nin rivayetine göre, bir gece kendilerine uğrayan Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm): “Namaz kılmıyor musunuz ” diye sorunca Hz. Ali: “Ey Allah´ın Resulü, bizim nefislerimiz Allah´ın kudret elindedir. O, bizim (namaza) kalkmamızı dilerse bizi kaldırır (biz de namaz kılarız)” cevabını verir. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) kaderle alâkalı bu meselede münakaşaya girmektense cevap bile vermeden geri döner, gider. Ancak, giderken kendi kendine şu ayeti telaffuz ettiğini Hz. Ali işitir: “İnsanın en çok yaptığı iş tartışmadır” (66-67).II. [20]
İstişarenin Mekanizması
İslam´ın istişareye verdiği ehemmiyeti belirttikten sonra, İslamî istişarenin safhalarıyla alâkalı birkaç mühim noktayı açıklayabiliriz:[21]
1- Müşavirin Durumu:
İstişarede en mühim hususlardan biri budur.
Sünnette kimlerle istişare edilebileceği hususunda gerek kavlî ve gerekse fiilî hadisler, örnekler bolca varid olmuştur. Buna göre:[22]
a. Liyakat:
Müsteşar, fikri alınacak hususta akıl, tecrübe ve bilgi yönleriyle liyakatlı olmalıdır. Hadiste: “Akil olandan fikir alın ki, doğruyu bulasınız..” (68), “İşini bilmen, akıllı kişiye danışıp sonra da ona uymandır” (69) denir. Alimler, kendini beğenen, tecrübesiz gençle, aklına araz gelmiş yaşlılardan fikir almamayı tavsiye ederler(70).
Liyakatlı ve tecrübeli kimse, güvenilebilir olduğu takdirde müşrik bile olsa fikrine başvurulabileceği hususunda yukarıda zikri geçen Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in amcası Abbas ile henüz Müslüman olmazdan önce yapmış bulunduğu istişare delil olarak gösterilebilir.
Ahlak kitaplarında kaydedilen: “Müsteşarın fikren gam ve kederden salim olması” şartını da liyakatla alâkalı bir husus olarak değerlendirebiliriz(71).[23]
b. Mûtemed Olmak:
Fikrine başvurulacak kimsenin liyakattan başka mûtemed olması aranmalıdır. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) mükerrer olarak: “Müsteşar güvenilir olmalıdır” der (72). Bir başka hadiste: “Müsteşar dürüst olmalıdır, bir kimseye bir şey danışılırsa kendisine yapılmasını arzu ettiği şeyi tavsiye etmelidir” (73) der, böyle hareket etmeyenin davranışını da “…kardeşine ihanet etmiştir” diyerek ihanet gibi ağır bir suçla suçlayarak takbih eder(74). Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) istişarede dürüstlükten ayrılanları kınayan hadislerden birinde de şöyle buyurur: “Kişi kendisinden fikir danışanlar hakkında hayırhah olduğu müddetçe görüşlerinde isabetli olmaya devam eder. Ancak, danışanı ne zaman aldatmaya kalkarsa Allah da onun fikirlerindeki sıhhati (isabetliliği) kaldırır” (75)
Dürüstlük Başta Gelir: “Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) yukarıda kaydettiğimiz bazı hadislerde fikir danışana cevap vermenin bir vecibe olduğunu beyan etmekle beraber, kanaat beyan ederken dürüstlüğün şart olduğunu bilhassa tebarüz ettirir. Müracaat edenle müsteşar arasında mevcut hasmane düşünceler, menfi hisler sebebiyle dürüst olmayacaksa sükut etmesi, konuşmaması gereklidir: “Müsteşar güvenilir olmalıdır, sorulana dilerse cevap verir, dilerse sükut eder (cevap vermez)(76). Ancak cevap verecekse yapılacak iş kendisi için yapılıyormuşcasına (doğru) cevap versin” (77). Şu halde mesela Maverdi gibi bazı alimlerimizin: “Bir kimseye dost veya düşman kim müracaat ederse etsin fikrini gizlemede hiçbir özür yoktur” sözünü (78) bu hadisin ruhsatıyla ihtiyatla karşılamak gerekir.
Sorulara doğru cevap vermek hususunda delil olarak, normal durumda kişi hakkında medar-ı bahs edilmesi gıybet sayılabilecek bir açıklamayı, müracat ve sual üzerine yapılmış bulduğumuz şu hadisi gösterebiliriz. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm), evlenmek niyetiyle Ebu Cehm ve Muaviye hakkında kendisine fikir danışan Fatıma Bintu Kays´a şu enteresan cevabı verir: “Ebu Cehm sopasını omuzunda taşır (yani dayak atıcıdır). Muaviye´ye gelince, o da fakir ve malsızdır, sen Üsame İbnu Zeyd ile evlen” (79).[24]
c. Müslüman Ve Dindar Olmak:
Bazı hadisler, istişare edilecek kimsenin Müslüman ve mütedeyyin olmasını şart koşar: “Kim bir işe girişmek ister de o hususta Müslüman biri ile müşavere ederse Allah onu işlerin en doğrusunda muvaffak kılar” (80).
Ahlak kitaplarına “müttaki, mütedeyyin olmak” şeklinde girmiş olan bu şartın, keza “nasih ve muhib olmak”, “sorulan hususta müsteşarın menfaati olmamak” gibi kaydedilen diğer şartlarda da olduğu üzere, esas gayesi yukarıda kaydettiğimiz “güvenilir olmak” şartını gerçekleştirmeye racidir.(81)[25]
d. İlgili Olmak:
Bu vasıf liyakat maddesinde mütalaa edilebilirse de ayrıca ele alınmasında fayda vardır. Aslında ilgi, liyakattan oldukça farklı bir husustur. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in bir kısım sünnetini, hatıra gelebilecek bazı sualleri böylece daha rahat açıklığa kavuşturabileceğiz. Nitekim Uhud Seferi sırasıda, savaş şehrin içinde mi, yoksa dışında mı olmalı diye müzakere yapılırken münafık Abdullah İbnu Übey İbni Selül´ün fikrinin alınması bu mesele ile olan alâkası sebebiyledir. Zira, üç yüz civarında bir grubun lideri durumunda idi.
Bu cümleden olarak, kadınla istişare meselesi de mevzubahs edilebilir. Zaman zaman, bir kısım kitaplarda mutlak bir ifade ile “kadınla istişare etmeyin” (82) şeklindeki tavsiyenin sünnete uymadığını söyleyebiliriz. Zira en azından kadını ilgilendiren meselelerde onunla istişare edilmesi hususunda Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´den çok net “emirler” varid olmuştur: “Kendilerini ilgilendiren hususta kadınlarla istişare edin” (82, a) “Kızları hususunda kadınlarla istişare edin.” (83) “Bakire kızla, (evlendirmezden önce) babası müşavere etmelidir” (84) “Dul kadın, kendisiyle istişare edilmeden evlendirilmemeli, bakire kız da izni alınmadan nikahlanmamalı…” (84, a) gibi.
Evlenme gibi şahsını alâkadar eden bir mevzuda fikrinin alınması ve ona uyulması kesinlikle ifade edilir ve hatta “kızın arzusunun hilafına yapılan nikahın bizzat Resulullah tarafından iptal edilmesi” (85) vak´asına dayanan “cumhur” bu çeşit nikahın batıl olduğuna hükmeder(86).
Şüphesiz bir erkek, kadını veya kızı ile sadece evlenme meselesinde “istişare etmekle” kayıtlı değildir. Bu hususu te´yid eden bir rivayette: “Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) kadınlarla bile istişare eder, onların beyan ettikleri görüşleriyle amel ederdi” denmektedir.(87) Bunun aksini ifade eden rivayete rastlamadık. Tirmizi´de “kızıl rüzgâr”la alâkalı hadiste geçen “kişi annesine bakmaz, kadınına itaat eder” cümlesinde kınanan husus, kadınla yapılan istişare değil, annenin ihmal edilmesidir. Nitekim aynı hadiste “…babasına bakmaz, arkadaşına rağbet gösterir” denmektedir.(88)
Kadınla istişare meselesindeki tereddüdü izale edecek iki örneği Hz. Ömer´den kaydedebiliriz. Birincisi, umumiyetle bilinen bir vak´adır. Hz. Ömer bir cuma hutbesi sırasında, evlenmelerde kadınlara verilecek olan mihir için bir tahdid getirerek mübalağaya kaçılmasını önlemek istediği zaman cemaatte bulunan bir kadının, bizzat Kur´an´dan okuduğu ayetle bu kararın yanlışlığını hatırlatması üzerine Hz. Ömer: “Bir kadın isabet, bir erkek hata etti. Bir emîr (lider) cedelleşti ve cedeli kaybetti” diyerek kendi iddiasından rücu edip kadının görüşüne uyar(89).
İkinci misalimiz mevzumuz açısından daha dikkat çekicidir. Bir gece teftişinde Hz. Ömer, kocası cihad için askere gitmiş olan bir kadının “bekârlıktan yakındığını” işitince, kızı Hafsa´ya (ve kadınlardan tecrübeli olanlara) (90) müracaat ederek: “Kızım, (söyle bakalım) bir kadın kocasından ne kadar müddet ayrı kalmaya tahammül edebilir ” diye sorar ve onun verdiği cevaba dayanarak askerlik müddetini altı ay olarak tahdid eder.(91)
Şu halde, kadını ilgilendiren şahsî, ailevî meselelerde fikri alınacağı gibi, ihtisasına giren meselelerde de fikri alınabilecektir. Zaten liyakat ve ilgisi olmayan hususlarda erkek de olsa kendisiyle istişare tavsiye edilmemiştir. Öyle ise, “kadınla istişare etmeyin” mealindeki mutlak tavsiyeler menşeini sünnetten almazlar, bazı ciddi kitaplarda (92) tasrih edildiği üzere “hükema” sözüdür. Ne var ki, dinî kitaplarımıza girmiş bulunan -darb-ı mesel, israiliyat, etibba ve hükema sözü nevinden- her şey, halk tarafından zamanla dinin kendisi zannedilerek, hadisle, Kur´an´la iltibas edilmiştir.[26]
2. İstişarenin Şekli:
İslamî istişarede müşavirlerin durumunu belirttikten sonra istişarenin cereyan tarzına da temas etmek isteriz. Burada karşımıza farklı şekiller çıkmaktadır: [27]
a. Doğrudan Re´ye Müracat:
Karara bağlanacak bir mesele zuhur edince salahiyetli veya ilgili kimselere başvurarak fikirlerinin alınması demektir. Bunun misali Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in hayatında çoktur. Bedir´de harbe karar vermek (93), Bedir Harbi´nden sonra da elde edilen esir ve ganimetler mevzuunda takip edilecek tutum için (94), Hendek Harbi´nin hazırlık şekli için (95) yapılan istişareler umumiyetle bilinen örneklerdir.
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) bu durumda beyan edilen görüşlerden en uygununu ihtiyar ederdi.[28]
b. Liyakatlinin Müdahalesi:
Bazı durumlarda Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in şahsî müracaatı varid olmadan, ortaya çıkmış mesele ile alâkalı olarak hariçten müdahale vakaları olmuştur. Bu müdahaleler “liyakatli ağız”dan geldiği veya “makul” bulunduğu takdirde daima hüsn-ü kabul görmüştür. Bununla alâkalı örnekler de çoktur. Bu ikna edici örnekler Hubab İbnu´l-Münzir ile alâkalı olanlarıdır. Bedir Savaşı´na karar verildikten sonra Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) ordunun savaş vaziyeti alacağı yeri tayin ederek yerleşme emrini vermişti ki, Hubab huzura çıkarak harp mevziini seçme işini vahyin irşadı ile değil de kendi re´yi ile yaptı ise buranın uygun olmadığını Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e söyledi. Hz. Peygamber de: “Hayır, vahiy değil kendi reyimle seçmiş idim” der. Hubab´ın fikrine uygun olarak yeniden yerleşim yapılır. (96) Aynı Hubab´ın gerek Hayber (97), gerek Taif (98) seferleri sırasında, gerekse Benu Nadr ve Benu Kureyza gazvelerinde (99) Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) tarafından, her seferinde kabul edilen benzer tekliflerine rastlıyoruz.
Fetih günü Mekke´nin haramiyetini ilan eden Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in bu meyanda “otlarını yolmanın da harama dahil olduğunu” söylemesi üzerine amcası Abbas tarafından izhir denen ve günlük hayatta muhtaç olunan bir otun bu yasaktan hariç tutulması için yapılan talebin kabul edilmesi (100) şarap yapılan (101), eşek eti pişirilen kapların kırılması için verdiği emre “kırmayıp yıkandıktan sonra kullanılması” (102) için yapılan teklifin kabul edilmesi gibi örnekler Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in çok farklı mevzularda muhataplarını dinleyip, görüşlerini değerlendirdiğini gösterir.[29]
c. Yersiz Teklif:
Şunu da belirtelim ki, münhasıran dini alâkadar eden meselelerde vaki olan telkin ve tavsiyeleri Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) ciddiye almamıştır. Nitekim O´nun kadın-erkek, yaşlıgenç herkese, her hususta düşünce ve kanaatlarını serbestçe söyleme hususundaki cesaret verdiren müsamahakâr davranışı sebebiyle, bazı kimselerin, zaman zaman “yersiz” ve “densiz” diyebileceğimiz davranışları ve teklifleri de olmuştur. Bunlardan biri, bir yolculuk sırasında vaki olur: Akşam vakti girince Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) orucunu açmak için su ister. Bunun üzerine muhatabı emri hemen yerine getireceği yerde: “Biraz daha bekleyin, ortalık kararsın” karşılığında bulunur. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm), her seferinde aynı şekilde mukabelede bulunan muhatabının -ki Bilal-i Habeşî´dir- (103) mütalaasını nazar-ı dikkate almaksızın emrini üç defa tekrar ederek orucunu açtıktan sonra, iftar vaktiyle alâkalı açıklamada bulunur (104).
İkinci bir misal, hacc menasikinin talimi sırasında meydana gelir. Peygamberimiz (aleyhisselam) hacc esnasında Zilhicce´nin dördüncü (veya beşinci) günü beraberinde kurbanlıklarını getirmeyenlere, ihramdan çıkmalarını emretmişti. Sahabeler, “ihramdan çıkmak için vaktin henüz gelmediğine” hükmederek bu emri tatbik etmek istemiyorlardı (105). Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) bu tutum karşısında o kadar öfkelenmişti ki, Hz. Aişe´nin yanına döndüğü zaman öfkesi hala yüzünden okunuyordu”(106)
Gerek iftar vakti, gerek ihramdan çıkma günü gibi, tamamen dinî hususlarda, dünyada Hz. Peygamer´den başka kim daha liyakatlı ve selahiyetli olabilirdi ki, bu çeşitten itiraz ve teklifleri ciddiye alsın [30]
d. Saygısız Müdahale: Her ne kadar normal istişare çerçevesinde mütalaa edilmesi zor da olsa, istişare mevzuu ele alındığı zaman temas edilmesinde fayda mülahaza edilecek bir husus da Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in “saygısızca” diye tavsif edeceğimiz bazı itiraz ve müdahaleler karşısındaki tutumudur. Zira insanlar arasında bir kısım ölçüsüz ve saygısız davranışlara sapan kimseler her zaman mevcuttur. Bunlar karşısında Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in davranışını ibret almamız için bilmekte fayda vardır. Kısaca “sabır” ve “müsamaha” olarak tavsif edeceğimiz bu sünneti sergileyen bir iki misal kaydedeceğiz:
Birinci misalimiz, Abdullah İbnu Zi´l-Huvaysira denen bir Temimlinin davranışıdır. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) Huneyn´de elde edilen ganimeti (veya Hz. Ali´nin Yemen´den (107) göndermiş bulunduğu sadaka malını) (108) dağıtırken ortaya atılarak: “Ey Muhammed Allah´ tan kork, adil ol, bu taksim Allah´ın rızası aranmayan bir taksim oldu” der. Bu söze fena halde öfkelenen Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) ona şu cevabı verir: “Eğer ben de asi isem, kim O´na muti olabilir Yer, gök ve insanlar içerisinden Allah, beni seçip itimad eder de siz etmez misiniz ” Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in son derece üzüldüğünü gören Ashab´tan bazıları bu saygısızı şiddetli bir şekilde cezalandırmak, hatta öldürmek için izin isterlerse de Resulullah (aleyissalâtu vesselâm): “Ben müşriklerin “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor” demelerini istemem” diyerek hiçbirisine müsaade etmez(109).
Bir başka vak´a, Hz. Zübeyr ile Medineli arasında çıkan su ihtilafının halli sırasında meydana gelir. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) ihtilafı: “Ey Zübeyr (madem su, komşuna senin tarlandan geçiyor) tarlanı önce sen sula, sonra da suyu komşuna sal” diye hükme bağlamıştı. Karardan memnun olmayan Medineli: “Ya Resulallah sen kararı Zübeyr lehine verdin, çünkü o senin halaoğlundur” diye itiraz eder(110). Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´i yüzü renklenecek kadar öfkelendiren bu ölçüsüz itiraz üzerine gelen bir vahiy bu çeşitten zuhur edecek durumları şiddetle kınar: “Onlar senin hükümlerini içlerinden gelen hoşlukla karşılamadıkları müddetçe mü´min değillerdir” (111)
Keza, zina suçunu işleyen kadınların cezalandırılabilmesi için dört şahit getirilmesini emreden ayetin (112) nüzulü vesilesiyle vaki bir sual üzerine Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in, karısı ile yabancı bir erkek yakalayan kimsenin zanileri öldüremeyeceğini, dört şahitle mahkemeye müracat edebileceğini beyan etmesi üzerine, Sa´d İbnu Ubade´ nin: “Ey Allah´ın Resulü, hüküm böyle mi (113) Yani ben karımla bir yabancıyı yakalayıp da dört şahid bulup gelinceye kadar dokunmayacağım ha ” sorusuna Hz. Peygamber: “Evet hüküm böyledir” demesi üzerine Sa´d itiraz ederek: “Hayır, seni hak ile gönderen Zat-ı Zülcelal´e kasem olsun böyle birini görürsem hemen kılıcımla kellesini uçururum” der. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) İlahî hükme karşı gelmeyi ifade eden bu ani feverana karşı: “Ey Ensar, ey Medineliler, efendiniz Sa´d´ın ne dediğini işitiyorsunuz. Evet Sa´d kıskançtır, ben ondan daha kıskancım, Allah ise benden daha kıskançtır” (114) cevabını verir. Cemaatten Sa´d´ın kıskançlığını te´yid eden bazı konuşmalardan sonra olacak, biraz yatışan Sa´d özür dileyerek şöyle der: “Ey Allah´ın Resulü, bu (söylediğiniz) haktır ve Rabb Teala´nın indinden gelmiştir. Fakat ben (ilk defa duyunca işte böyle bir) tuhaf oldum” der(115).
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in büyük bir sabır ve müsamaha ile karşıladığı feveranlar zaman zaman Hz. Ömer´den gelmiştir. Bunlar meyanında, bilhassa Hudeybiye Sulhü üzerine vaki olan itiraz kayda değdiği için az sonra etraflıca temas edeceğiz.
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in sert, haşin ve bazan rencide edici çıkışlara sabır, sükut, mülayemet ve mümkün mertebe güler yüzle mukabele edişi, etrafındaki insanların dağılmalarını önlemeye raci idi. Bu davranışın O´nun başarısındaki büyük rolünü bizzat Kur´an-ı Kerim te´yid etmektedir. Nitekim yukarıda kısmî olarak kaydetmiş olduğumuz Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e müşavere etmeyi emreden ayet şöyle der: “O vakit sen Allah´tan bir rahmet olarak onlara yumuşak davrandın. Eğer (bilfarz) kaba, katı yürekli olsaydın onlar etrafından herhalde dağılıp gitmişlerdi bile. Artık onları bağışla (Allah´tan da) günahlarının affını iste, iş hususunda onlarla müşavere et” (116).
Dilimizdeki “insanın yere bakanı ile suyun duru akanından kork” sözü de, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in sert ve hatta saygısızca itirazlara cesaret veren müsamahalı davranışındaki hikmet ve maslahatı anlamaya yardımcı olabilir. İnsanlar muhalefetlerini ifade edemezlerse bir kısım gizli telakkilerin gelişmesinden ve beklenmedik zamanlarda tehlikeli patlamalar halinde ortaya çıkmasından korkulmalıdır.[31]
3- Kararın Alınması:
İstişarenin mühim bir safhası, müzakere edilen mevzu üzerine değişik görüşler serdedildikten sonra kararın alınması safhasıdır. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in sünnetinde bunun çeşitli şekillerde yapıldığı görülür:[32]
a- Ekseriyetin Re´yi:
Uhud Harbi için yapılan istişarede karar böyle alınmıştır. Başta Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) olmak üzere yaşlılar düşmanın şehir içinde karşılanması fikrinde idiler. Ancak, çoğunluğu teşkil eden gençler bunu tezlil edici bularak erkekçe meydanda savaşmayı istiyorlar ve bunda ısrar ediyorlardı. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm): “Öyleyse siz bilirsiniz” diyerek kabul etti(117).[33]
b- Görüşlerden birinin ihtiyarı:
“Bazı durumlarda Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) beyan edilen görüşlerden birini oylamaya başvurmadan, şahsen tercih etmiştir: Bedir esirlerine yapılacak muamelede öyle olmuştur.[34]
c- Kararı Tehir Etmek:
Ortaya atılan görüşlerden hiçbirini kabul etmeksizin, durumun tavzihini zamana bırakma şekli de olmuştur. Namaz vaktini duyurmak için benimsenecek vasıta mevzuunda bu tarz uygulanmıştır. Sahabelerden bazısı çan çalmayı, bazısı ateş yakmayı, bazısı da boru öttürmeyi teklif ediyordu. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) hiçbirini uygun bulmayarak kararı tehir etti. Ertesi gün Abdullah İbnu Zeyd´in rüyada ezberlemiş olduğu bugünkü ezan şekli benimsendi(118).[35]
d- İcbarî Karar:
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in hayatında, az da olsa müşavirlerin rağmına re´sen alınmış olan karara da rastlanır. Bunun en iyi misali Hudeybiye Anlaşması´dır. İstikbale matuf stratejik hedef ve gayelerini, zahirî ve peşin görüntüsü sebebiyle anlamayarak “tezlil edici” bulan “Ashab-ı Resul”ün hemen hemen tamamı (119) sulhtan memnun değildir. Öyle bir anlaşma yapmaktansa erkekçe savaşmak istiyorlardı, bu sulh ise zilleti kabullenmek gibi bir şeydi. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) anlaşmanın mündemiç bulunduğu maslahat ve mes´ut neticeleri o anda açıklamayı mahzurlu telakki ettiğinden olacak, bu sulhla alakalı ikna edici konuşma yapmaktansa, bu hususta sükutu ihtiyar edip, daha önce gerçekleşen vaadleri hatırlatarak bunda da hayır olduğu hususunda etrafındakileri iknaya çalışıyordu(120).
Hülasa, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) Hudeybiye´de peygamberlik otoritesine dayanarak itirazları susturdu ve bu anlaşmayı kabul ettirdi. Hz. Ömer´le, Hz. Peygamber arasında geçen konuşma hem Ashab´taki memnuniyetsizliğin, hem de Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in ısrarındaki kararlılığın derecesini kavramak için kayda değer:
“Ey Allah´ın Resulü biz hak üzere onlar da batıl üzere değiller mi
“Şüphesiz öyle.”
“Bizim ölülerimiz cennetlik, onlarınki cehennemlik değil mi ”
“Şüphesiz öyle.”
“Öyleyse niye dinimizde bu zilleti kabulleniyoruz Allah bizimle onlar arasında (savaşla belirlenecek) hükmünü vermezden önce geri mi döneceğiz (Olmaz böyle şey)!”
“Ey Hattab´ın oğlu, ben Allah´ın elçisiyim (ve O´nun emrine muhalif de değilim) (121) ve Allah da ebediyyen bizi terketmeyecektir.”
Hz. Ömer bundan sonra Hz. Ebu Bekr´in yanına giderek Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e söylediklerini ona da tekrar eder. Hz. Ebu Bekr de: “(Onun emrine uy, zira şehadet ederim ki)(122) O, Allah´ın Resulüdür ve Allah O´nu ebediyyen terketmeyecektir” cevabını verir. Arkadan Fetih suresi iner, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) sureyi baştan sona Hz. Ömer´e okur. Hz. Ömer, “Yani bu bir fetih mi ” diyerek hâlâ devam eden üzüntü ve endişesini dile getirir(123).
Isrardaki hatasını bilahare anlayarak keffareti için yıl orucu tutup, köleler azad edecek olan Hz. Ömer başta olmak üzere, Hz. Ebu Bekir ve diğer pekçok sahabe ittifakla Hudeybiye Sulhü´nün “İslam´ın en büyük zaferi olduğunu” ifade edeceklerdir(124).
Hülasa istişare sonunda kararın alınmasında yegâne prensip, bugünkü Batı parlamenter sisteminde cari olan parmak usulü değildir. Son söz nazar-ı âmm, bilgi ve vukufiyeti başkalarına nazaran daha geniş olan esas mes´ul kişinindir, yani Hz. Peygamber´indir.[36]
4- Şahsî Kanaatında Direnmemek:
Sünnette gelen mühim müşavere örnekleri tetkik edilirse Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in müzakereye sunduğu meselelerde şahsî kanaatlerinin benimsenmesi için, Hudeybiye Sulhü hariç, çok ısrar etmediği görülür. Bedir´de seçmiş olduğu ilk savaş mevziini, Hubab´dan gelen teklif üzerine terkettiği gibi, Uhud Savaşı´nın Medine´nin içinde yapılması istikametindeki kanaatine rağmen gençlerin çoğunlukla “şehrin dışında” olmasını istemeleri üzerine de dışarı çıkmayı kabul etmiştir.
Bir başka ikna edici misal Hendek Savaşı sırasında, imza safhasında bozulan bir anlaşmadır. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) savaşın uzaması ve şehirde sıkıntının artması üzerine düşman cepheyi dağıtmak düşüncesiyle, bazı bedevi gruplarla cepheyi terketmeleri mukabilinde Medine hurma mahsulünden belli bir yüzdenin kendilerine verilmesi esasına dayanan bir anlaşma yapmak üzereydi. Mutabakat hasıl olan anlaşmaya Medineli liderlerin: “Ey Allah´ın Resulü, bu, itaat etmemiz gereken bir vahiy değil de şahsî re´yin ise hayır…Onlar şimdiye kadar bizim hurmalarımızdan da parayla satın alarak veya ikramımız olarak yediler, bu ise bir zillettir. Allah seninle bize hidayet verdi, şerefimizi artırdı bunu kabul etmeyiz…” derler. Bunun üzerine Hz. Peygamer (aleyissalâtu vesselâm) “Bu İlahî bir emir değildir, şahsî fikrimdir, size arzettim” diyerek fikrinden vazgeçer ve mutabakat imza safhasında bozulur. Raviler, Hz. Peygamber´in bu itiraz karşısında üzüntü değil “memnuniyet” izhar ettiğini kaydederler (125).
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) fitne alâmetleri meyanında “Rey sahibinin kendi reyini beğenmesi”ni de zikretmek suretiyle (126) istişare meselesinde mühim bir prensibe dikkat çekmiş oluyor.[37]
5- Müşavirleri Gücendirmemek:
İstişare mevzuunda mühim bir husus da farklı ve bazan da birbirine zıd fikirlerin ortaya atılması sırasında liderin alacağı tavırdır. Zira fikirlerden birinin kabulü, diğerlerinin reddi demek olacağından buradaki farklı bir kabul veya red şekli, reddedilen fikir mensuplarını gücendirip yersiz bir muhalefete sevkedebilir.
Bu endişeyi Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in hayatında bariz bir şekilde görmekteyiz. Nitekim, Bedir esirlerine yapılacak muamele hususunda cereyan eden istişare sırasında müşavirlerden gelen farklı görüşleri teker teker dinlendikten sonra, bunlardan sadece Ebu Bekir´in görüşünü muvafık bulsa da diğerlerine de iltifat eder: “Ey Ebu Bekr senin misalin Hz. İbrahim´e benziyor. O, Allah´a kavmi hakkında şöyle demişti: “Rabbim bana uyanlar bendendir, uymayanlara gelince, sen af ve mağfiret edicisin” (127). “Ey Ömer senin de misalin Hz. Nuh gibidir. O, kavmi için şöyle demişti: “Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden tek canlı bırakma” (128).
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) Hz. Ebu Bekir´i Hz İsa´ya (129), Hz. Ömer´i Hz. Musa´ya (130) benzetmeye devam ederek onların fikirlerine muvafık gelen ayetleri okur ve her ikisini de fikirleri sebebiyle doğrular, takdir eder (131).
Burada kaydı gereken bir durum Hz. Ömer´le alâkalı olarak rivayet edilmektedir. O da, istişare sırasında herkesin re´yini serbestçe söylemesi, rahatça münakaşa edilmesi, ileri sürülen fikirlerdeki farklılıklar sebebiyle müşavirlerin birbirine gücenmemesi gereğidir. Said İbnu´l-Müseyyeb der ki: “Ömer İbnu´l-Hattab ve Osman İbni Affan aralarındaki bir mesele için öyle bir nizaya girerlerdi ki, onları seyreden birisi: “Artık bunlar bir daha biraraya gelmezler derdi. Ancak, en güzel ve en tatlı bir şekilde ayrılırlardı” (132).[38]
6- Tatbikat Sırasında Azim:
İstişarede karar alındıktan sonra tatbikat sırasında tereddüde yer vermemek İslamî istişarenin mühim bir vasfıdır. Bunun üzerine hassasiyetle ve ısrarla durulur. Karar safhasından sonra tereddüd ve çekingenlik kesin bir dille reddedilir. Bizzat Kur´an-ı Kerim´de istişarenin emredildiği ayette istişarenin bu vasfı da belirtilir. Ayet şöyle: “…iş hususunda onlarla müşavere et. Bir kere de azmettin mi artık Allah´a güvenip dayan. Çünkü Allah, kendine güvenip dayananları sever” (133)
Uhud Harbi için gençlerin reyine uyularak şehir dışına çıkmaya karar verilip hazırlığa başlandıktan sonra bazı yaşlıların uyarısı sonucu gençler fikirlerinden caymışlardı, düşmanla şehir içinde karşılaşmayı kabullenmişlerdi. Zırhını giymiş bulunan Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e yeni gelişme intikal ettirilince, bu tereddüdü: “Bir peygamber giydiği zırhı savaşmadan çıkarmaz. Emrettiğim hususlara iyi bakın ve onlara uyun… Sabrettiğiniz takdirde zafer sizindir” diyerek reddeder.(134)
Burada şu noktanın da belirtilmesinde fayda var: İstişare edilerek bir fikir benimsendikten sonra onun başarı veya başarısızlığına terettüp edecek mesuliyet sadece bu fikri teklif edene düşmez. Sorumluluk ortaktır. Nitekim Uhud Savaşı başarısızlıkla sona erince, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in “harbi şehrin dışında yapalım” diyen gençlere herhangi bir ayıplamada bulunduğunu görmüyoruz.[39]
Batı Demokrasisi:
1) Demokrasinin Tenkidi:
İslam´daki şûra ile Batı demokrasisini birbirine iltibas edenlere, içine düştükleri yanlışlığı göstermek için, demokrasiye bizzat Batılılar tarafından yöneltilen bazı tenkidleri hatırlatmada fayda umuyoruz.[40]
René Guénon, Modern Dünyanın Bunalımı (La Crise du Monde Moderne) adlı eserinin altıncı bölümünde insanların Batı´da, birkısım telkin ve sahte fikirlerle teshir edilip aldatıldığını belirttikten sonra en ziyade laf kalabalığına getirilerek kitleleri aldatma vesilesi yapılan “demokrasi”ye sözü getirerek hülasaten şunları söyler:
“Eğer “demokrasi”, halkın kendi kendini idaresi şeklinde tarif edilirse, ortada gerçek bir imkânsızlık, fiiliyatta basit bir varlığı dahi görülmeyen bir şey kabul edilmiş olmaktadır. Bu şey sadece bizim zamanımızda değil, başka hiçbir devirde de vaki olmamıştır. Kelimeler bizi aldatmamalıdır. Esasen aynı adamların hem idare eden, hem de idare edilen kimseler olacağını kabul etmek aklen mütenakız bir düşünce olur. Zira Aristo mantığına göre, aynı bir varlık aynı zaman ve şartlarda bilfiil ve bilkuvve halinde olamaz. Halkın kendi kendini idare ettiğine dair boş hayalin kafalarda yer etmesi içindir ki “halk oyu” mefhumu icad edilmiştir. Bu icada göre, kanunu yapan şeyin ekseriyetin efkarı oduğu farzedilmektedir. Fakat burada gözden kaçan husus, efkâr-ı umumiyenin çok basit ve kolay bir şekilde yönlendirildiği ve şekillendirildiğidir. Her zaman, uygun telkinlerle önceden tesbit edilen şu veya bu istikamete onun tevcihi mümkündür. Biz şimdi efkar-ı umumiye tekvin etmek (kamuoyu oluşturmak) tabirini kim uydurdu bilemiyoruz, fakat bu, tam bir gerçeği ifade ediyor. Ancak şurası da muhakkak ki, görünürdeki idareciler efkar-ı umumiyeyi tekvin etmek için lüzumlu olan vasıtalara her zaman sahip değiller.”
Herhangi bir meselede fikrini beyan etmeye çağrılan halk içerisinden ezici çoğunluğu meseleyi anlamayacak kimselerin teşkil ettiğini, anlayanların sayıca çok az kaldıklarını ve binaenaleyh o meselenin kanunlaşmasında anlamayanların, liyakatsizlerin rol oynadığını böylece kanunların meseleye vakıf olmayan kimselerce çıkarıldığını belirten Guénon: “Kanunu, ekseriyetin yapması gerektiği” fikrinin eşyanın tabiatı icabı fiiliyatta tamamen nazariyatta kalıp hiçbir tatbikî duruma tekabül etmemekten başka, temelden hatalı olduğunu söyler ve şöyle devam eder: “Bu fikrin en zahir kusuru az yukarda belirttiğimiz husustur, yani “ekseriyetin re´yi liyakatsizliğin ifadesidir ve bu da haddizatında zeka noksanlığından veya sırf cehaletten ileri gelir. Bu hususun daha iyi anlaşılması için “kitle psikolojisi” ile alâkalı bazı tesbitlerden istimdad edebiliriz: umumiyetle bilinen bir duruma göre, “bir kalabalık içerisinde nihai efkar, kalabalığı teşkil eden fertler tarafından ileri sürülen fikirlerden, vasat seviyede olanlara göre bile değil, en aşağı seviyede olan fikirlere göre teşekkül etmektedir.”
Guénon devamla, modern hükümetlerin ısrarla üzerinde durup, kendi meşruiyetlerinin yegâne kaynağı kabul ettikleri bu “en büyük çoğunluğun kanunu” prensibinin mahiyetçe ne olduğunu belirtmeye geçer ve şöyle der: “Bu sadece ve sadece maddenin ve ezici kuvvetin kanunudur. Öyle bir kanun ki, onu esas alarak ağırlığıyla sürüklenen bir kitle, güzergâhında rastladığı her şeyi ezer geçer. İşte bu noktadadır ki “demokratik” telakki ile “materyalist” telakki arasındaki telâki (ittisal, birleşme) noktası ortaya çıkar. Bu telâkiyi hal-i hazır zihniyete samimiyetle bağlayan şey de bu husustur. Bir başka ifadeyle bu, normal, tabii nizamın alt üst edilmesidir. Zira bu, çokluğun, çokluğu sebebiyle üstünlüğünü ilan etmektir, işte böylesi bir üstünlük sadece ve sadece madde dünyasında mevcuttur. Tersine, manevî âlemde, daha umumi olarak cihanşümul nizamda ise hiyerarşinin zirvesini birlik ve vahdet tutar. Zira vahdet, bütün çokluğun kendisinden çıktığı aslî prensiptir. Fakat, bu prensip bir kere inkâr edildi veya nazardan kaçtı mı artık geriye , kendini bizzat maddeye rabteden kesret-i mahz (sırf çokluk) kalır” (135).
Aslî vasfı azınlığı çoğunluğa, keyfiyeti kemmiyete ve binnetice havassı avama (yani seçkin zümreyi halk tabakasına) kurban etmek(136) olarak vasıflandırılan demokrasinin eşyanın tabiatına zıd olan ve “hiçbir devirde fiilî hayatta tatbikat bulamamış bir vehim ve hayal” ithamını yenmesine sebep olan yapısı sebebiyledir ki, bugün, her şeye rağmen demokrasiye hararetle taraftar olanlar tarafından belirtilen bir başka endişe mevzubahs olmuştur: [41]
Teknokrasi
Zahirde demokrasi olsa bile fiiliyatta meselelere ve icraata yön veren, hakim olan o meselelerden anlayan -ve halkın temsilcisi olmaksızın iş yapan- mütehassıs şahıslardır, teknik ekiptir.
Demokrasinin bu noktadaki zaafı şöyle ifade edilmiştir: “(İcraatta bir bakanlık müdürü, bugün, astığı astık kestiği kestik, mesuliyetsiz bir müstebittir, milleti temsil eden bir meb´ustan hatta bizzat bakandan çok daha güçlüdür. Zira bu, siyasî dalgalanmalarla onlar gibi değişmez. Ve bu, üstelik teknik bir maharete de sahiptir ve öbürlerinin çoğu zaman mahrum bulundukları siyasî cambazlıklara da alışmıştır. Demokrasi bu durumda Teknokrasi girdabında batma tehlikesiyle başbaşadır”(137)
Diğer bazı alimler, devrimizde teknolojinin, “ani karar verme”ye daha da ehemmiyet kazandırdığını, bu işte, acemi temsilcilerden ziyade, “mütehassıs teknisyenler”in maharet ve selahiyet sahibi olduğunu belirterek, en ziyade demokrat bilinen Amerika Birleşik Devletleri´nde bile parlamenterlerin, fiilen ortadan kaldırılmamakla birlikte, sessizce hükümsüz hale getirildiklerini ifade ederler.(138)
Halk iradesinin gerçek manada hakimiyetine mani olan başka “baskı grupları” da vardır. Bunlardan birkısmı gizlidir, birkısmı açık. Açık olanlara ticarî, iktisadî teşekküller, meslekî cemiyetler (barolar, sendikalar, işverenler, emekliler vs. vs. cemiyetleri gibi) hususi menfaat gurupları misal olarak zikredilebilir. Bunlar “çoğu kere hükümete baskın çıkarlar” ve “kanun yapıcının iradesini kırarlar” (139).
Hemen belirtelim ki, burada gayemiz demokrasi hakkında lehte veya aleyhte bir kısım nazariyeleri açıklamak değildir. Ancak, Batı´nın uzun asırlar boyunca çetin mücadelelerle elde ettiği ve zamanımızın en müstebit idarelerini bile “demokratik” vasfına hararetle sahip çıkmaya sevkedecek kadar fevkalâde bir revaç ve teshir gücü kazanmış bulunan demokratik idarelere rağmen Batılı cemiyetlerde bunu da reddedici anarşist görüşlerin çıkış sebebini belirtmeye çalışıyoruz.
Demokrasinin bütün güç ve haşmetiyle ehemmiyetinin avamdan havassa her tabakaya mensup kimseler nazarında muhafaza etmeye devam ettiği Türkiyemizde Batı dünyasında demokrasiyi de reddedip, bundan daha iyidir diye anarşiyi talep eden insanların ve hem de feylesofların varlığını anlamak bu çeşitten izahlar olmaksızın zordur. Üstelik, hal-i hazır Batılı sistemlerin en iyisi olarak benimsediğimiz ve elimizden gittiği takdirde hasıl olan boşluğu hangi felaketin dolduracağını kestiremeyeceğimiz demokrasimizin müessir şekilde muhafaza edilmesi de onun kusurlarını bilmemizi gerektiriyor.[42]
Demokrasinin Sonu Anarşidir:
Yeri gelmişken şunu da belirtmemiz gerekir: Siyasî tarih araştırıcıları, demokrasinin en eski yurdu sayılan kadim Yunanistan´dan zamanımıza kadar cereyan eden hadiseleri değerlendirince -her seferinde muttarıd ve kesin olmamakla beraber- umumiyet itibariyle demokratik idarelerin peşini anarşinin takip ettiğini, anarşinin yerini kan ve diktatör idarelere bıraktığını müşahede etmişlerdir.
Bazan da demokrasinin sosyalizme (ki anarşizm ile kardeş sayılacak kadar benzerlikler arzettiğini daha önce belirttik), komünizme zemin hazırladığı ifade edilir. (141) Mesela Hitler, kendisine has kaba üslubuyla şöyle der: “…Günümüz Avrupasında tatbik edilen şekliyle demokrasi, Marksizmin öncüsüdür. Birinci olmaksızın ikincinin gelmesi aklın alacağı şey değildir. Demokrasi, beynelmilel Marksizm ve basının mikroplarının gelişip yayılabildiği yegâne uygun ortamdır. Demokrasi, parlamenterizmi getirmek suretiyle yaratıcı ateşi söndüren necaset ve alevden bir piç hasıl etmiştir”(142)
Evet, umumi görüş bu noktada düğümlenmektedir: “Anarşi (demokrasinin icabı olan) liberalizmin tabiatına bağlı tezadların bir ürünüdür, birbirine benzese de aralarında ayrılıklar bulunan birçok doktrinlerden doğmuştur” (143). Burada kastedilen farklı doktrinlerin eskiye aksülamel olarak ileri sürülen ve içtimâî hayatın muhtelif ihtiyaçlarını kapatan içtimâî müesseselerle alâkalı görüşler olduğunu hatırlatmaya lüzum yok kanaatindeyiz.[43]
2) İslam´da Kanun Koyma Mekanizması:
Demokrasi ile şurayı ayıran temel noktalardan biri bunlara tanınan yetkinin çerçevesinde kendini gösterir: Demokrasi. Guénon´un da açıkladığı üzere, çoğunluk adına iddiasıyla, hakim (teknotrat) zümrenin -bu zümre üzerinde hakimiyet kurmuş görünürgörünmez baskı güçlerinin tesiriyle- her çeşit kanunu yapma oyunudur. Şu veya bu kanunu yapamaz diye bir sınır yoktur. İslam´da ise kanun koyma işi iktidarda olanlara tanınan bir hak değildir. Bu, farklı bir mekanizmadır. Şöyle ki:
1- Temel hakların korunmasına yönelik bir kısım kanunlar var ki, bunlar Kur´an ve Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) tarafından tesbit edilmiştir; hiçbir devirde, hiçbir kimse tarafından kaldırılamaz, değiştirilemez, azaltılamaz, çoğaltılamaz. Zina, hırsızlık, katl, şarap içme, irtidad gibi ağır cürümlerin cezası böyledir. Bunlara hudud denir. Devlet bunları tatbikatla vazifelidir. Bunların tatbiki karşısında kimse kimseyi ittiham edemez. Şeriatın kestiği parmak acımaz sözü buradan gelir.
2- Yeni meseleler için kanun yapma işi, dindarlık ve ilmî yeterlilik gibi bir kısım zor şartları nefsinde cemeden kimselere aittir. Kanun yapacak kişide bulunması gereken zaruri sıfatlar arasında “iktidarda olmak”, “resmî vazifeli olmak” gibi sıfatlar yoktur.
3- Otoriteye itaat keyfiyeti sınırlıdır. Allah´ın emirlerine isyanı emreden amire itaat yoktur.
4- Dinin ferde tanıdığı tabii hakları ortadan kaldırıcı kanun yapılamaz. Böylesi bir icraat var ise, bu meşru olamaz, keyfîdir, zulümdür.
5- Din, ferde tanınmış olan tabii haklara uymayan, şahsî zararlara sebep olan zalimane icraatlar karşısında -ammeyi zarardîde edecek fitnelere sebep olmamak için- sabretmeyi tavsiye ederse de icraatcıyı zalim ilan eder. İktidarda olana hiçbir surette kanunsuz icraatta bulunma selahiyeti tanımaz.
6- Sultan (iktidar sahibi, otorite) kanun önünde diğer fertler gibidir. Hiçbir hususi haktan istifade edemez. Mesela bugün mebuslara tanınan teşriî ma´suniyet (dokunulmazlık) İslamî sistemde yoktur.
7- İslam, teşriat (kanun koyma) sistemiyle idare edilenleri, idare edenlere karşı koruduğu gibi, diğer bir kısım teşriatıyla da başka zümreleri korumuştur. Şöyle ki:
a) Zekatı farz etmek, faizi haram kılmak, sadaka ve diğer hayır işlerine, sadaka-i cariyeye teşvik gibi emirleriyle fakirleri zenginlere karşı korumuştur.
b) Çocukların temyiz yaşına kadar terbiyesini anaya vermek, büluğ yaşına kadar:
1) Nafakasını temin etmek.
2) Terbiye ve bir meslek öğrenimi dahil olan talimini vermek gibi vazifeleri veliye, velisi yok ise devlete -kaçınılması mümkün olmayan- bir vazife, bir vecibe yapmak.
3) Keza büluğ devresinden önce işlediği suçlar sebebiyle cezaî ehliyet tanımak.
4) Te´dib için dövmelerde gerek ebeveyne ve gerekse muallim ve diğer büyüklere üçten fazla vurma hakkı tanımamak gibi teşriatıyla çocukları korumuştur. (Daha fazla bilgi için “İslam´da Çocuk Hakları” adlı kitabımıza bakılsın).
c) Kur´an-ı Kerim´in “anne ve babanızdan biri yanınızda ihtiyarlığa ererse onlara “öf” bile demeyin” ayetinde ifadesini bulan çeşitli teşriatıyla, “ihtiyarlarımıza hürmet etmeyen bizden değildir” gibi prensipleriyle yaşlıları korur.
d) Tarihte ilk defa çok evlenmeyi tahdid ve “biri tavsiye” etmek, kadınlara -bir iki hususi durum dışında- erkeklere tanınan hak ve vazifeleri aynen tanımak, miras, mülkiyet, boşanma gibi haklar tanımak, şahıslarına karşı işlenen suçların cezasını erkeklere karşı işlenen suçların cezasıyla bir tutmak ve hatta “cennet anaların ayağı altındadır”, “sizin en hayırlınız eşine karşı en iyi davranandır” gibi teşriatıyla kadınları korur.
e) İlme yaptığı mükerrer teşvikleri, tefekkür ve düşünceye verdiği ehemmiyetle ilmi, ilim adamını korumuştur. Kur´an-ı Kerim kalemi, satırı, okumayı övmekten başka, “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ” der. Hz. Peygamber alimle cahilin arasındaki farkı yıldızla güneş arasındaki , peygamberle peygamber olmayan bir kimse arasındaki farka benzetir. “İlim talep edenin geçtiği yere melekler kanatlarını gerer”, “Bir saatlik tefekkür bin senelik nafile ibadetten daha hayırlıdır” der. Keza “Alim verdiği hükümde isabet ederse iki sevab kazanır, yanılırsa bir sevab kazanır. Zira hüküm vermek bir ibadettir, hüküm verme sevabını alır; yanılma (iradî olmadığı için) günaha sebep olmaz” diyerek hep ilme teşvik eder ve ilim adamını korur.
Şimdi sorabilir miyiz: Acaba hangi zümrenin “İslam dini bizi ezmiştir” demeye hakkı vardır Dinî kanunlar tarafından Batılı manada ezildiğini söyleyen bir zümre, bir kişi çıkabilir mi
Ancak şu da bir gerçektir: Müslüman cemiyetlerde de ezenler ezilenler olmuştur. Fakat bu durumu din tahsin edip hoş karşılamaz, bilakis takbih eder, reddeder. Zalimane iş yapan hiçbir kimse, zulmünü meşrulaştıracak bir fetvayı dinde bulamaz. Din hiçbir zümreye hususi imtiyaz tanımaz. Zulmeden kimse sultan bile olsa dinin bir hükmünü terketmiş olmaksızın yani günahkâr psikolojisine düşmeden herhangi bir zulme tevessül edemez.
Şu halde devlet reisinden aile reisine; çobandan evdeki hizmetçiye kadar bütün icraatçılar, dindar oldukları nisbette, kendi sorumlulukları dairesinde zulümden, haksızlıktan uzak olacaklardır. Bu sebeple İslam tarihinde hakiki manada dindar fakat zalim ve müstebit sultan örneğine rastlanmaz. Dindar fakat hodfüruş, mağrur, benlik sahibi, raiyyetine karşı zalim bir tek örnek bulmak mümkün değildir.
Bu söz, “İslam tarihinde kötü idareciler gelmemiştir” manasına alınmamalıdır. Öyle olsaydı medeniyet gerilemez, Müslümanlar bu hallere düşmezlerdi. Hatta dindarların dindar olmayanlara karşı sayıca azınlıkta olduklarını söyleyebiliriz.
Batı´da ise durum bunun tersidir. Orada din namına her zümre ezilmiştir. Çocuklar hususi himaye edici kanunlardan istifade etmedikleri gibi, 19. asrın sonlarına kadar büyüklerle bir muamele görmüşler ve ezilmişlerdir. Söz gelimi bir çocuğun işlediği suçun cezası idam gerektiriyorsa idam edilmiştir. Kadınlar yakın zamana kadar mülkiyet hakkına sahip olmadıkları gibi, asırlarca onlarda ruh var mı yok mu münakaşası yapılmıştır. Kilise “Allah namına icraatta bulunmak” selahiyetine dayanarak; asiller, kontlar ve krallar kanunlardan aldıkları hususi imtiyazlara dayanarak insanları ezmişlerdir. Bütün bu durumlar orada birbirine düşman kadın-erkek, devletvatandaş, kilisesivil, patron-işçi vs. ikiliklerini varedegelmiştir. Bu meyanda, bütün insanlar kilisenin benimsediği bazı peşin hükümleri olduğu gibi benimsemeye, aklı kullanmamaya zorlandığı için, en ziyade ezilenler düşünen kafalar olmuş, ilim adamları olmuştur. Bu ezici durumlara karşı, ilk önce düşünen kafalardan gelmek ve kiliseye karşı olmak üzere muhalefet ve mücadeleler başlamış, kilisedevlet ayırımı (laiklik), insan hakları, kadın hakları, çocuk hakları gibi bir kısım haklar elde edilmiştir.
Bütün bu mücadelelerin Batı şartları içerisinde belli bir haklılığı vardır, yapılması lazım olan şeyler yapılmıştır. Hatta, temelde isyan ve eskiye aksülamel yattığı için zaman zaman ifratlara kaçılmış olsa bile bu mücadeleleri Batı şartları içerisinde haklı görmemek mümkün değildir.[44]
3) Hürriyet Telakkisi:
Batı demokrasisi ile İslamî şûrayı ayıran temel noktalardan biri hürriyet telakkisinde yatar. Demokraside, fert her çeşit içtimâî değerlerin kaynağıdır. İslam´da ise, “hakk”ın ve değerlerin, hayırşer hükümlerinin kaynağı vahy-i İlahîdir. Kur´an ve peygamber diye de ifade edilir. Ancak, peygamberin de vahiyle konuştuğu kabul edilir. Dolayısıyla bu meselede esas, şu ayettir: “Allah ve Peygamberi bir meselede hüküm beyan ettikleri vakit, gerek mü´min olan bir erkek, gerek mü´min olan bir kadın (ona aykırı olacak) işlerde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim Allah ve Resulü´ne isyan ederse muhakkak ki o, apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır” (Ahzab 36).
Öyle ise demokrasideki hürriyet anlayışı İslam´da abdiyete yerini bırakır. Bir başka deyişle, biri insanî, ferdî dışında her çeşit değerleri reddederek, ferdi bütün değerlendirmelerin yegâne selahiyetlisi yaparak insanın kıymet ve hürmetini bu değer koyma hürriyetinde ararken, İslamiyet bu selahiyeti sadece Allah´a verir, insan için en mümtaz kıymeti onun kulluk vasfında, yani Allah´ın koyduğu nizama uyma derecesinde arar.
Esasen mü´min, İlahî nizama samimiyetle inanan, Müslüman da, o nizama “teslim olan, uyan” demektir. Ferdiyetci, hümanist bir espri ile kişinin kendi düşüncelerini tebcil etmesi, kendi kanaatlerine göre iyikötü, hayırşer hükümleri getirmesi Kur´an-ı Kerim ifadesiyle kişinin hevasını ilahlaştırmasıdır: “(Ey Muhammed) heva ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde Allah´ın şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği kimseyi gördün mü Onu Allah´tan başka kim doğru yola eriştirebilir ” (Casiye 23).
Ayette geçen “bilgisi olduğu halde” tabiri hususiyetle üzerinde durulması gereken bir noktaya dikkat çekmektedir: Hevasını tanrılaştıranlar, sıradan kimseler değil, “bilgisi olan” (entellektüel) kimselerdir, bu davranış o canibten gelecektir. Yine ayette, böylesi sapıkların irşadının çok zor olacağına işaret edilmektedir.
Bir diğer ayette, hevaya uymak, yani dinî ölçülere ters düşen ölçüler, değerler koymak bir başka ifade ile yukarıda açıkladığımız muhtevada bir ferdiyetçilik, sapıklıkların en büyüğü ilan edilir: “(Ey Muhammed)… Allah´tan bir yol gösterici olmadan hevasına uyanlardan daha sapık kim vardır ..” (Kasas 50).
Burada geçen “Allah´tan bir yol gösterici” ifadesini kabaca “dinî metod” olarak anlayabiliriz. Zira, ihtiyaç halinde, -izahı burada uzun kaçacak olan- belli şart ve kayıtlar tahtında ilim adamları da hüküm koyabilir, o taktirde bu hüküm de dinî olur. Dinin tesbit ettiği “metodoloji”ye uymadan konan hükümler “heva”dır, sapıklıktır.[45]
Peygamberler De Hür Değil:
İslam´a göre, sıradan bir insanın değil, rehberlik vazifesi ile muvazzaf olan peygamberlerin de aslî vasıfları kulluktur. En büyük insan kabul edilen Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) bile herşeyden önce “kul”dur. Bizzat kelime-i şehadete dahil edilmiş olan O´nun “kul olmak” vasfı “elçi olmak” vasfından önde gelir (abduhu ve resulühü). Hatta Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) bu ifadedeki sırayı ters çeviren bir mübtediye müdahele ederek: “Hayır öyle değil, ben peygamber olmazdan önce kul oldum” der ve bu sıranın tesadüfî olmayıp, kasıtlı, düşünceli olduğunu ifade eder(144).
Elçilik vasfı dışında o da diğer insanlar gibi bir insandır. İnsanlara dinî tebliğde bulunurken Allah´tan aldığını bildirir, artırmaz, eksiltmez, kendi hevasından hiçbir şey söylemez, o her söylediğinde vahye dayanır, İlahî irşada istinad eder, İlahî iradeye uymayan hiçbir hükümde, değerlendirmede bulunmaz (Maide 67; Necm 3). Nitekim Hz. Peygamber müşriklerden ve Yahudilerden gelen birkısım sualleri anında cevaplamamış, vahiy beklemiştir.
İslam dininin Peygamberi (aleyhisselam) İlahî tasvib olmaksızın, kendi hevasına göre dinî hüküm koyma selahiyetine sahip olmazsa, onun dışında kalan kimselerin böyle bir selahiyete sahip olmayacağı açıktır. Binaenaleyh hiçbir kimse, mesela ibadetlerin zaman, miktar, şekil ve tarzlarını değiştiremeyeceği gibi, insanlar arasındaki mülkiyet hakkını, insanların mal, can, ırz dokunulmazlığını (dinin belirttiği şartlar tahtında olmaksızın) kaldıramaz. Sözgelimi ayet-i kerimede “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüyorlar Onların bu dünya hayatındaki geçim rızıklarını aralarında biz böldük. Bir kısmını derecelerle diğerinin üstüne çıkardık ki, bir kısmı bir kısmını tutup çalıştırsın” (Zuhruf 32) denmiş iken, çıkıp içtimâî sınıfları kaldırmaya kalkmak, olmayacak bir şeyi talepten öte, tanrılığını ilan etmek olur.[46]
Hürriyet Sahası:
Hakkullah denen, münhasıran ibadetlere taalluk eden meselelerde, kul haklarına taalluk eden, ammeyi ve içtimâî münasebetleri alâkadar eden meseleler dışındaki dünyevî hayatı ilgilendiren ve dinin tahdid getirmediği meselelerde kul elbette ki serbesttir. Hz. Peygamber bunu: “Siz dünya işlerini benden iyi bilirsiniz” diyerek ifade etmiştir. Bizzat Kur´an´daki “aklınız yok mu ” “hiç düşünmez misiniz ” “tefekkür edin” gibi pek çok ayetlerle mü´miler ilmî keşiflere, tabiatın ve eşyanın sırlarını çözmeye teşvik edilirler.
Şu halde dinin koyduğu tahdidler ibadat, değer hükümleri ve beşerî haklarla alâkalıdır. Bunlar dışında kalan ilmî keşifler, medenî ilerlemeler, teknik icadlar tahdidin dışındadır ve bu sahalarda yeniliklere, araştırmalara fazlaca teşvikler yapılmıştır(146). Nitekim dinî emirlere hakkıyla uyulan devirlerde Müslümanlar ilim, teknik ve medeniyette fevkalâde ilerlemeler kaydettiler, keşiflerde, icadlarda bulundular. Bütün dünyanın hayran kaldığı İslam medeniyeti, bu medenîleştirici ruhun tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. Zamanımızdaki Batılı araştırıcıların ifadesiyle bugünkü Garp medeniyeti de İslam medeniyetinin bir eseri olarak vücuda gelmiştir.[47]
Tahdidden Gaye:
Dinî sınırlamaların bir gayesi, fıtratında hayvanlarda olduğu şekilde bir kısım tahdidler bulunmayan insanlığı, ifrat ve tefritten koruyarak medeniyetin ilerlemesine en uygun bir vasatta tutmayı gaye edinmektir. Nitekim beşerî münasebetlerle alâkalı değerlendirmeler insanlara bırakılınca insanlar adedince farklı ve birbirine zıd değerlendirmeler ortaya çıkmış ve beşerî huzur zîr u zeber olmuştur. Aslında insanlık değerlerden boşaltılmış olmuyor, atılanların yerine yenileri, beşerî olanları konuyor. Sol kendine göre yeni değerler ikame edebilmek için eskiye hücum etmiştir.
İslam´ın ahkâm koyma işinde insanlara selahiyet tanımayışının mühim bir sebebi, üzerinde ısrarla durulması gereken bir gayeye matuftur. Bu gaye de insanların, insanlar tarafından sömürülmesini, en azından, idare edilenlerin, idare edenler tarafından sömürüldükleri hususunda, birçok içtimâî anarşilerin kaynağı olabilecek bir duyguyu “sömürülme kompleksi”ni önlemektir.
Batıdaki ihtilallerin, isyanların temelinde bu duygunun yattığını geçmiş bahislerde gördük. Batılı, her devirde idare edenler tarafından sömürüldüğüne inanmış, bu duygunun altında ezilmiş, onun sevkiyle idare edenlere karşı isyanlar etmiştir.
Sömürüden kurtulma yolunda kilise hakimiyeti, feodalite, krallık, demokrasi hepsini birer birer denemiş, hepsine isyan etmiş ve görmüştür ki, Batı´da iktidarı ele geçirenler kanunları kendi menfaatleri doğrultusunda yapmaktadırlar.
Bu Batılı tecrübe, Batı insanını “idarenin, otoritenin, hiyerarşinin olduğu yerde kaçınılmaz şekilde sömürme var, insanların şahsiyetini ezme var” müşahedesine götürmüş ve “her çeşit otoriteyi reddetme” noktasına, devlet, kilise, mektep, aile, baba, büyük gibi hiyerarşi ve otorite odaklarının tamamını ortadan kaldırma düşüncesine getirmiştir.
“Tabiat boşluğu sevmez” kanununca, nizamsız bir medenî hayat olamayacağına göre, Batının bu son talebi ya Batı´yı tamamen batıracak veya asırlardır aradığı manayı tabiatında taşıyan İslam´a gelmesine sebep olacaktır. Zira “gerçek İslam insanın insan tarafından sömürülmesi” değil, “insanların hepsinin yaratıcısı olan Allah tarafından hepsine eşit şekilde tatbik edilmesi için konan ahkâm” manasını taşımaktadır.[48]
DİPNOTLAR:
(1) Neml 29-33.(1/a) A´raf, 7, 109-112.(1/b) Saffat 37, 101, 102.
(2) Şûra 36 -38.
(3) Al-i İmran, 159.
(4) Münavi, Abdurrauf: Feyzu´l-Kadir Şerhu´l-Camii´s-Sağir, Beyrut, 1972, 2, 159; İbnu Kesir, Tefsir, Tefsir, Beyrut, 1966, 2, 142.
(5) Münavi, a.g.e., 2, 215; 3, 205.
(6) İbnu Sa´d, Tabakatu´l-Kübra, Beyrut, 1960, 3, 154; Tirmizî, Humus, 1966, menakıb 380 H.
(7) Tirmizi, Cihad 34.
(8) Hakim en-Neysaburi, el-Müstedrek, Haydarabad, Deken 1335 baskısından ofset, 2, 227.
(9) Suyuti, Hasaisu´l-Kübra, Kahire, 1967, s. 125 .
(10) Heysemi, Nuruddin Mecmau´z-Zevaid, Beyrut, 1967 , 2, 280.
(11) Zemahşeri, Keşşaf 1, 332.
(12) Tirmizî, Fiten 7, 2168, H. bak, el-Acluni, Keşfu´l-Hafa, Beyrut, 1351, 1, 64-65.
(13) Tirmizî, Menakıb 44, 3680. H. Hakim a.g.e., 2, 264.
(14) Nesai, Sünen, Kahire 1930, Bey´a 33.
(15) Ebu Davud, Sünen, Humus, 1969, Harac ve´l-İmare 4, 2932. H.
(16) İbnu Kesir, en-Nihaye Fi´l-Fiten, Kahire 1969, 1, 24.
(17) Müsned-i Ahmed İbn-i Hanbel, Kahire, 1313 baskısından ofset, 5, 393.
(18) Nahl 43; Enbiya 7.
(19) İbnu Hacer, el-Metalibu´l-Aliye, Kuveyt, 1973, 3, 17.
(20) Ebu Davud, Edeb 114; Tirmizî, Zühd 39.
(21) İbnu´l-Hac el-Maliki, el-Medhal, yer meçhul, 1293, 4, 45; Maverdi, Edebü´d Dünya ve´d-Din, İstanbul, 1299, s. 239-40.
(22) Necm 3.
(23) Bak. Suyuti, ed-Dürrü´l-Mensur, Mısır, 1314, 6, 122.
(24) Ebu Davud, İlim 3, 3646. H.
(25) Müsned-i Ahmed, 2, 340; Tirmizî, Birr 57.
(26) İbnu Kesir, Tefsir 3, 346.
(27) Enfal 67-68.
(28) Suyuti, Hasaisu´l-Kübra 1, 257.
(29) Suyuti, ed-Dürrü´l-Mensur 6, 122.
(30) İbnu Ma´n ed-Dürrî, Temyiz, Yazma, Damat İbrahim Paşa, Nu. 945, 60/a.
(31) Maverdi, a.g.e., s. 235.
(32) Bak. İbnu Kesir, Tefsir 2, 142, 143; Muhammed İbnu Allan, Delilu´l-Falihin, Mısır 1971, 3, 209.
(33) İbnu Kesir, Tefsir, 2, 142.
(34) Parkinson, C. Northcote; L´Evolution de la Pensée Politique, Gallimard, Paris, 1965, 2, 211.
(35) Méndras, Henri: Eléments de Sociologie, Collection U, Paris 1968, p. 56-57.
(36) Heysemi, Mecmau´z-Zevaid 1, 178; 9, 46.
(37) Münavi, Feyzu´l-Kadir 2, 217.
(38) Heysemi, a.g.e., 1, 178.
(39) a.e., 1, 179.
(40) a.e, 1, 178; Alauddin Aliyyu´l-Muttaki el-Hindi, Kenzu´l-Ümmâl, Haleb 1978, 3, 411.
(41) Heysemi, a.g.e., 1, 178; Alauddin Aliyyu´l-Muttaki a.g.e., 3, 411.
(42) Heysemi, a.g.e., 1, 180.
(43) İbnu Teymiyye, es-Siyasetu´ş-Şer´iyye s. 161.
(44) Tirmizî, Tefsir (Tevbe suresi), 3102. H.
(45) Buhari, Zekat 1.
(46) Heysemi, a.g.e., 5, 319.
(47) Alauddin Aliyyu´l-Muttaki, a.g.e., 13, 624.
(48) Bak. Şafi, Risale, Mısır, 1940, s. 427; Müslim, es-Sahih, Kahire 1958, Selam 98.
(49) Taberi, Tarih, Beyrut, tarihsiz (ofset baskı), 4, 188.
(50) Bak. Canan İbrahim: İslam´da Çocuk Hakları, Yeni Asya yayını, İstanbul, 1980, s. 53-55.
(51) Heysemi, a.g.e., 5, 319.
(52) İbnu Kesir, Tefsir, 3, 143.
(53) Münavi, Feyzu´l-Kadir 1, 189.
(54) Heysemi, a.g.e., 9, 53.(54/a) Usdü´l-Gabe, 6, 10.
(55) Buhari, Menakıb 35.
(56) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari, Kahire, 1959, 2, 51.
(57) Bak, İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 2, 51; Heysemi a.g.e., 9, 67-69.
(58) Tirmizî, Menakıb ,48.
(59) Tirmizî, Menakıb 45; Heysemi a.g.e., 9, 66.
(60) Heysemi, a.g.e., 9, 46.
(61) Bak, Heysemi, a.g.e., 1, 178.
(62) İbnu Hişam, Siret, Mısır, 1955, 3-4, 63.
(63) Bak, İbnu´l-Esir, Üsdü´l-Gabe, Kahire 1970, 3, 165; İbnu Hacer, Tehzibu´t-Tehzib, Haydarabad-Deken 1378 baskısından ofset, 5, 123; Taberi a.g.e, 2, 239.
(64) Bak. Suyuti, Rasaisu´l-Kübra 3, 258.
(65) Buhari, Bed´u´l-Halk 11; Müslim, İman 212-217.
(66) Kehf, 54.
(67) Buhari, İ´tisam 18.
(68) İbnu Hacer, el-Metalibu´l-Aliye 3, 17; Alauddin Aliyyu´l-Muttaki, a.g.e., 3, 409.
(69) Alauddin Aliyyu´l-Muttaki, Kenzu´l-Ummal, 3, 110.
(70) İbnu´l-Hac, a.g.e., 4, 46.
(71) A.e., 4, 46.
(72) İbnu Mace, Sünen, Kahire 1952, Edeb 37, 3745-3746. H.; Tirmizî, Zühd 39, Edeb 57.
(73) Alauddin Aliyyu´l-Muttkaki, a.g.e., 3, 409; Heysemi, a.g.e., 8, 96.
(74) Alauddin Aliyyu´l-Muttaki, a.g.e., 3, 411.
(75) A.e., 3, 409.
(76) Heysemi, a.g.e., 8, 97.
(77) Alauddin Aliyyu´l-Muttaki, a.g.e., 3, 410.
(78) Maverdi, a.g.e., s. 240.
(79) Müslim, Talak, 36; Tirmizî, Nikah 38; Nesai, Nikah 22.
(80) Alauddin Aliyyu´l-Muttaki, a.g.e., 3, 409.
(81) Bak. Abdullah Şevket İbnu Muhammed Hamdi, Ahlak-ı Dinî, İstanbul, 1328, s. 282; İbnu´l-Hacc, a.g.e., 4, 46.
(82) Bak. İbnu´l-Hacc, a.g.e., 4, 46.
(82/a) Ü.G. 4, 15.
(83) Ebu Davud, Nikah 24.
(84) Ebu Davud, Nikah 24, 26.
(84/a) Buhari, İkrah 3, Müslim, Nikah 64.
(85) Buhari, İkrah 4.
(86) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 15, 351; Azimabadi, Avnu´l-Mabud, Medine, 1968, 6, 119 ve devamı.
(87) İbnu Kuteybe, Uyunu´l-Ahbar, Mısır, 1963 (ofset) 1, 27.
(88) Tirmizî, Fiten 38.
(89) Bak. Bakillani, et-Tehmid, Beyrut 1957, s. 199.
(90) A.e.g, s. 198.
(91) Said İbnu Mansur, Sünen, Malegaon, 1967, 2, 186; Bakillani, a.g.e., s. 198, Bak, Canan İbrahim, Hz. Peygamber´in Sünnetinde Terbiye, s. 326-27.
(92) İbnu´l-Hacc, a.g.e., 4, 46; Maverdi, a.g.e., s. 236.
(93) İbnu Sa´d a.g.e., 2, 14.
(94) Tirmizî, Cihad 34, Heysemi a.g.e., s. 6, 86.
(95) İbnu Sa´d a.g.e., 2, 66.
(96) İbnu Sa´d 2, 15; Hakim, a.g.e., 3, 427; Vakidi, Megazi Oxford, 1966, 1, 53.
(97) Vakidi, a.g.e., 2, 645.
(98) Vakidî, a.g.e., 2, 325-26.
(99) Suyuti, Hasaisu´l-Kübra 3, 257-58.
(100) Buhari, Cenaiz 76; Müslim, Hacc 445-448.
(101) Buari, Eşribe 8.
(102) Buhari, Megazi 38.
(103) Ebu Davud, Savm 19, 2352. H.
(104) Buhari, Savm 44.
(105) Müslim, Hacc 111-144.
(106) Müslim, Hacc 130; Heysemi, a.g.e., 3, 233.
(107) Nesai, Zekat 78.
(108) İbnu Hacer bu farklılıktan hareketle aynı itirazcının iki ayrı yerde hadise çıkardığına hükmeder (Fethu´l-Bari 15, 321-22) Hatta Hakim´in bir tahricini de nazar-ı dikkate alacak olursak, aynı şahıs üçüncü kere de Hayber´de hurma taksimi sırasında aynı şekilde hadise çıkarmıştır (el-Müstedrek 2, 145).
(109) Buhari, Enbiya 6, 26; İstitabe 7; Müsned-i Ahmed 3, 353, 354, 355; Müslim, Zekat 142.
(110) Buhari, Tefsir 86.
(111) Nisa 65.
(112) Nisa 15.
(113) Müsned-i Ahmed 1, 238.
(114) Heysemi, a.g.e., 4, 328.
(115) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 11, 232 (şerhte).
(116) Al-i İmran 159.
(117) Heysemi, a.g.e., 6, 107.
(118) Müslim, Salat 1; Beyhaki, es-Sünenü´l-Kebir, Haydarabad 1344, 1, 421; İbni Mace, Ezan 1.
(119) Vakidi, a.g.e., 2, 607.
(120) A.e, 2, 609.
(121) A.e, 2, 609.
(122) A.e., aynı sayfa.
(123) Buhari, Fardu´l-Humus 36; Vakidi, a.g.e., 2, 608.
(124) Vakidi a.g.e, 2, 607, 609, 610.
(125) Heysemi, a.g.e, 6, 132, Üsdü´l-Gabe 2, 357.
(126) İbnu Mace, Fiten 21,
(127) İbrahim 36.
(128) Nuh 26.
(129) Maide 115.
(130) Yunus 88.
(131) Taberi, a.g.e., 2, 295; İbni Kesir, Tefsir 3, 346.
(132) Alaüddin Aliyyu´l-Muttaki, a.g.e., 10, 186-187.
(133) Al-i İmran, 3, 159.
(134) Vakidi, a.g.e., 1, 214.
(135) Guénon, La Crise du Monde Moderne, pp 118-128.
(136) A.e., p. 123.
(137) Cuvillier, Manuelle du Sociologie, 2, 645.
(138) Parkinson, L´Evolotion de la pensee Politique, Fransızcaya çeviren: Louis Evrard, Gallimard, Paris 1964, 2, 305.
(139) Cuvillier, a.g.e., 2, 645.
(140) Parkinson, L´Evolution de la Pensée Politique, 1, 22; 2, 60, 211.
(141) A.e., 2, 60.
(142) A.e., 2, 240.
(143) Arvon, Henri: l´Anarchisme, P.U.F., Paris 7. edt, Paris 1977, p. 65.
(144) Babanzade Ahmed Naim, Tecrid, Diyanet İşleri Başkanlığı yayını, Ankara 1957, 2, 880, (Dipnotta) (145) Müslim, Fedail 141; Bak. Babanzade, Tecrid 2, 342.
(146) Peygamberimiz´in Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik adlı kitabımızda (Cihan Yayınevi İst. 1984) bu bahsi genişçe tahlil ettik s. 154-165.
İslam´da Kadınlarla İstişare
“İslam´da istişare” mevzuu açıldığı vakit her seferinde, mevzu üzerine gelen suallerden biri “kadınla istişare” meselesidir, bunun da sebebi muhtemelen, bu mesele hakkında verilen ana fikrin, dinleyenler tarafından çoğunlukla bilinen ve bir bakıma umumi kültür halini almış bazı mevcut malumata ters düşmesidir. Umumiyetle şu soruyla karşılaşırız: “Kadınlarla istişare edin, fakat onların sözüne uymayın” diye sahih bir hadis var mı Bu konuda esas nedir Kadınlarla istişarenin hükmü nedir ”
Biz, ehemmiyetine binaen, bu mevzuyu müstakil bir başlık altında, biraz daha detaylı olarak incelemeyi uygun bulduk.
Hemen kaydedelim ki, kadınla istişareyi mutlak bir ifade ile reddetmek hem Kur´an ve hem de sünnette gelmiş bulunan bir kısım muhkem naslara aykırıdır. Açıklayalım. [49]
I- Kur´an´a Göre:
Kur´an-ı Kerim´de, kadınla istişareyi ne sarahaten ne de zımnen men eden bir ayet vardır. Aksine bazı meselelerde kadınla istişare emredildiği gibi, muhtelif istişare örnekleri de vardır.
1- Çocuğun süt emme müddeti Kur´an-ı Kerim tarafından iki yıl olarak tesbit edildikten sonra, aynı ayetin devamında, anne ile baba, aralarında istişare ederek, daha önce de sütten kesebilecekleri belirtilir: “Anababa aralarında istişare ederek ve anlaşarak (daha önce) sütten kesmek isterlerse ikisine de sorumluluk yoktur” (Bakara 233).
2- Boşanan kadın ve erkekle ilgili olarak gelen bir ayette, yine çocuğun emzirilmesi meselesinde bu işi bizzat annenin varılacak mutabakatla, ücretle yapabileceği belirtilir: “Çocuğu sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini ödeyin, aranızda uygun ber şekilde anlaşın, eğer güçlükle karşılaşırsanız, çocuğu başka bir kadın emzirebilir” (Talak 6).
3- Kadınla istişare bahsini münakaşa eden alimler tarafından da delil olarak zikredilen, daha ikna edici bir diğer Kur´anî delil Hz. Musa´nın çoban olarak tutulması için Hz. Şuayb Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e (1) , kızı tarafından yapılan teklifi muhtevi ayettir: “İki kadından biri: “Babacığım! Onu ücretli olarak tut; ücretle tuttuklarının en iyisi bu güçlü ve güvenilir adamdır” dedi” (Kasas 26).
Hz. Şuayb, kızı tarafından yapılan bu teklifi kabul eder ve Hz. Musa çoban olarak tutulur.
4- Kur´an-ı Kerim´de verilen muhtelif istişare örneklerinden biri Sebe Melikesi (Belkıs) ile alâkalı, Belkıs, Hz. Süleyman´dan tehdidkâr bir mektup alır. Bunun üzerine, askerî komutanlarının da hazır bulunduğu bir mecliste müzakere açar ve fikirlerini sorar: “Ey ileri gelenler! Ben Süleyman´dan mühim bir mektup aldım. Bismillahirrahmanirrahim diye başlıyor ve “Sakın bana asi olmayın, teslim olarak bana gelin” diyor. Ey ileri gelenler! Vermem gereken emir hususunda bana fikrinizi söyleyin. Siz benim yanımda hazır bulunmadıkça bir iş hakkında kesin bir hüküm vermedim”
İstişare adabı yönünden mühim bir örnek olan bu sahnenin devamını kaydetmede fayda var. Meclisteki komutanlar şu cevabı verirler:
“Biz güçlü kimseler ve zorlu savaş adamlarıyız, (siyasetten fazla anlamayız) emir senindir, sen emretmene bak!”
Hanım lider kararını verir: “Doğrusu hükümdarlar bir şehre girdikleri vakit orasını tahrib edip bozarlar, şerefli ahalisini de zelil kılarlar. (Süleyman´ın askerlerinin de) yapacakları budur. Ben onlara bir hediye göndereyim de, elçilerin ne ile döneceklerine bakayım” (Neml 27).[50]
II. Sünnete Göre:
Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in sünnetinde de durum Kur´andakine yakındır. Zira Resulullah da bir kısım meselelerde kadınlarla istişareyi mükerrer hadislerinde emretmiştir. Ayrıca birçok kereler kadınlara da başvurup, görüşlerini aldığı ve onlarla amel ettiği de Ashab tarafından rivayet edilmiştir. Ama ne var ki, kadınlarla istişareyi yasaklayan birkısım zayıf rivayetler de varid olmuştur.
Nitekim, mevzuya girerken kaydettiğimiz soruda zikredilen muhteva, böyle bir rivayetin tercümesidir. “Kadınlarla istişare edin, fakat onlara muhalefet edin.” (2).
Münavi tarafından “muteber bir aslının olmadığı” belirtilen bu rivayeti (3) genişçe tahlile tabi tutan Sehavi, el-Makasıdu´l-Hasene´de şu bilgileri kaydeder: “Ben bu sözün Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e nisbet edildiğine hiçbir yerde rastlamadım. el-Askerî, Hz. Ömer´e nisbet edilen, bu söze yakın şu rivayeti kaydeder: “Kadınlara muhalefet edin. Zira onlara muhalefette bereket vardır.” İbnu Lâl, içinde çok zayıf raviden başka inkitanın da (yani kopukluğun) yer aldığı bir senedle -ki aynı senedle hadisi ed-Deylemi de rivayet etmiştir- şu rivayeti kaydeder: “Enes´in rivayetine göre, Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: “Sizden hiç kimse istişaresiz bir iş yapmasın. Şayet kendisine fikir verecek birisini bulamazsa, bir kadınla istişare etsin, ama ona muhalefet etsin. Zira kadına muhalefette bereket vardır.”(4)
Bu mevzuda kitaplarda rastlanan ve Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´e nisbet edilen diğer bir rivayet de Hz. Aişe ve Zeyd İbnu Sabit´ten gelmektedir: “Kadınlara itaat pişmanlıktır.” Ne var ki, alimler bunun da “sahih” değil, “zayıf” (ve bazısı da mevzu) olduğunu belirtirler(5).
Ancak, aynı manayı ifade eden, zayıf da olsa başka rivayetler de gösterilebilir.(6).
Burada hatıra şöyle bir soru gelebilir: “Hadis ilminin umumi prensiplerinden birine göre, zayıf hadisle de amel edilebildikten başka, bir mevzuda birkaç tane zayıf hadis var ise, bunlar birbirlerini kuvvetlendirir ve ayrıca “sahih bir asla” dayandıklarını gösterir. Şu halde, bu meselede aynı prensip muteber olamaz mı ” [51]
Cevap: Evvela, zayıf hadisle amel edilebilir, bu doğrudur. Ancak, zayıf bir hadisle amel edebilmek için, zayıf hadisin ayete veya sahih hadise muhalefet etmemesi, bir bakşa ifade ile, o mevzuda zayıf hadisten başka “nass”ın bulunması lazımdır. Yukarıda görüldüğü üzere, “Kadınla istişare etmeyin” ifadesi değil sahih hadislere, bizzat Kur´an´a aykırıdır.
Saniyen: Bu mevzudaki zayıfların birbirini destekleyip kuvvetlenmeleri ve bir “sahih asl”a delalet etmeleri meselesine gelince, sözkonusu rivayetlerin ifade ettiği manayı “mutlak” değil “mukayyed” olarak alırsak cevap müsbet olabilir. “Kadınlarla istişare edin ve fakat muhalefet edin” veya “kadınlara itaat pişmanlıktır”, “kadınların re´yi ile amel kalbi ifsad eder” gibi rivayetler söylendiği şekilde yani mutlak olarak alınınca, “hiçbir meselede, hiçbir surette, hiçbir kadınla istişare etmeyin” manası çıkar. Halbuki en azından bazı meselelerde istişarenin bizzat Kur´an-ı Kerim´de emredildiğini gördük. Sünnette gelen deliller ise daha çoktur.
Sünnette Nazari Beyan: Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in hayatında kadınlarla istişare örnekleri eksik değildir. Burada da, örneklere geçmeden önce, istişareyi mutlak bir tarzda nehyeden ifadeleri cerh ve reddedici mahiyette olan bazı rivayetleri kaydedeceğz. Bunlar birkısım meselelerde “kadınlarla istişare etmeyi” emretmektedir.
“Kendilerini ilgilendiren hususlarda kadınlarla istişare edin”(8)
“Kızları hususunda kadınlarla istişare edin.”(9)
“Bakire kızla, (evlendirmezden önce) babası müşavere etmelidir.” (10)
“Dul kadın kendisiyle istişare edilmeden evlendirilmemeli, bakire kız da izni alınmadan nikahlanmamalı.” (11)
Görüldüğü üzere, bilhassa evlenme gibi şahsi bir meselede fikrinin alınması ve ona uyulması, tekrarla, ısrarla talep edilmektedir. Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) kızın arzusu hilafına, babası tarafından gerçekleştirilen birkısım nikahları, şikayet üzerine, iptal etmiştir(12). Resulullah´ın bu çeşit tatbikatını esas alan cumhur, kızın rızası hilafına yapılan nikah akitlerinin batıl olacağına hükmetmiştir(13).
Bir erkek şüphesiz, kadını veya kızı ile sadece evlenme meselesinde “istişare etmek”le kayıtlı ve me´mur değildir. Bu hususu te´yid eden bir rivayette “Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) kadınlarla bile istişare eder, onların beyan ettikleri görüşleriyle amel ederdi” denmektedir(14). Bunun aksini ifade eden, yani kadınlarla istişare edip de beyan edilenin aksini yaptığını tespit eden rivayete rastlamadık. Tirmizi´de “kızıl rüzgâr”la alâkalı hadiste geçen “kişi annesine bakmaz, kadınına itaat eder” cümlesinde kılınan husus, kadınla yapılan istişare değil, annenin ihmal ve istiskal edilmesidir. Nitekim, aynı hadiste , “.. babasına bakmaz, arkadaşına rağbet gösterir” denmektedir.(15).[52]
Sünnette Fiilî Örnekler: Kadınla istişare hususunda nazari beyanlardan başka, fiilî örnekler de mevcuttur:
1- İlk örnek olarak, nübüvvetin bidayetlerine ait bir vak´ayı zikredebiliriz. Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) henüz peygamberliği hususunda bilgi ve yakin sahibi değilken, o safhaya hazırlayıcı mahiyette geçirmekte olduğu İlahî terbiye icabı, sık sık birkısım harika durumlara mazhar oluyor ve bunlardan ciddi şekilde korkuyordu. İlk vahiyden sonra, gördüklerini ve hissettiği korkuyu muhterem zevceleri Hatice-i Tahire validemize açtılar. Validemiz (radıyallahu anhâ), Resulullah (aleyissalâtu vesselâm)´ı şöyle teselli etti: “Korkma, Allah seni asla mahcup etmez. Zira sen akraba hukukunu gözetir, muhtaçlara yardım, fakirlere iyilik, misafirlere de ikram edersin…”(16)
2- Değişik bir örnek “ifk (iftira)” hadisesiyle alâkalıdır. Ayet-i kerime ile iç yüzü ortaya konan ve kitaplarımızda teferruatıyla açıklanan ifk yani Hz. Aişe validemize (radıyallahu anhâ) münafıklarca yapılan iftira hâdisesi üzerine Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) zevce-i tahireleri hakkında geniş bir tahkikat açmıştı. Bu tahkikat sırasında, sadece Hz. Ali gibi ileri gelenlerin değil, Berire -ki Hz.Aişe´nin cariyesi idi- gibi cariye bir kadının da fikrine müracaat etmişti.(17)
3- Üçüncü örnek, diğerlerinden hem daha meşhur, hem de mühim bir istişare hâdisesidir. Kadınla istişare meselesini ele alan alimler, istişarenin caiz olduğunu söylerken, delil olarak bunu kaydeder. Resulullah (aleyissalâtu vesselâm)´ın Hudeybiye Sulhü sırasında zevcesi Ümmü Seleme´nin tavsiyelerine uymasıyla ilgili vak´a. Kısaca özetleyelim:
Hicretin altıncı yılında, Müslümanlar, başlarında Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) olduğu halde, umre yapmak kastıyla Mekke´ye müteveccihen yola çıkarlar. Ancak Mekkeli müşrikler, ziyarete müsaade etmezler. Fakat Müslümanlarla aralarında Hudeybiye sulh anlaşması yapılır. Anlaşma tamamlandıktan sonra, Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm) yanındakilere: “Kalkın, kurbanlarınızı kesin, ihramdan çıkın, başlarınızı traş edin” emrini verir. Ne var ki Ka´be´yi tavaf için gelmiş bulunan Ashab, sulh anlaşmasının muhtevasından memnun olmadığı için tavaf yapmadan umre ile ilgili traş olmak, kurban kesmek gibi diğer menasiki de yapmaktan imtina ederler.
Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) emri üç kere tekrarlar.. Ashab yine de şaşkın şaşkın bakınmakla mukabelede bulunurlar.
Resulullah son derece öfkeli halde, çadırına, zevce-i pakleri Ümmü Seleme validemizin (radıyallahu anhâ) yanına girerler. Aralarında şu konuşma geçer:
“Neyin var ya Resulallah ”
“Hayret ey Ümmü Seleme! Ben insanlara ısrarla “Kurbanlarınızı kesin, traş olun, ihramdan çıkın” diye emrettim, hiç kimse bu çağrıma cevap vermedi. Emrimi işittikleri halde sadece yüzüme bakıyorlar.”
“Ya Resulullah, sen kalk, kurbanlığına git ve kes. Onlar mutlaka sana uyacaklar ve kurbanlarını keseceklerdir.”
Bu tavsiye üzerine Resulullah (aleyissalâtu vesselâm) gider ve kurbanlık devesini keser. Aynen Ümmü Seleme validemizin (radıyallahu anhâ) dediği gibi, Resulullah´ı gören Ashab-ı Güzin de (radıyallahu anhüm ecmain) teker teker kalkıp kurbanlarını keserler (18).
İmamu´l-Harameyn, bu hâdiseyi yorumlarken: “Beyan ettiği fikirde isabet etmiş Ümmü Seleme´den başka kadın bilinmiyor” demiş ise de, kendisi yukarıda zikri geçen Hz. Şuayb´ın kızı örnek gösterilerek tenkid edilmiştir(19).
Ashab´tan Örnek: Kadınla istişare meselesindeki ıtlakı kaldırıp, tereddüdü izale edecek birkaç örneği de Ashab´tan kaydedelim:
1- Birincisi, umumiyetle bilinen bir vak´adır. Hz. Ömer, bir cuma hutbesi sırasında, evlenmelerde kadınlara verilecek olan mehir için, bir tahdid getirerek, mübalağaya kaçılmasını önlemek istediği zaman, cemaatte bulunan bir kadın ayet okuyarak: “Ey Ömer, Allah “Bir eşin yerine başka bir eşi almak isterseniz, birincisine bir yük altun vermiş olsanız bile, ondan bir şey almayın…” (20) diyerek tahdid yapmazken, sen nasıl yaparsın ” diye müdahale eder. Bunun üzerine Hz. Ömer (radıyallahu anh): “Bir kadın isabet, bir erkek hata etti, bir emîr (lider) cedelleşti ve cedeli kaybetti” diyerek kendi iddiasından rücu edip kadının görüşüne uyar(21).
2- Şu kaydedeceğimiz misal mevzumuz açısından daha dikkat çekicidir. Bir gece teftişinde, Hz. Ömer (radıyallahu anh), kocası cihada gitmiş olan bir kadının “bekârlıktan” yakındığını işitince, kızı Hafsa validemize (ve kadınlardan tecrübeli olanlara(23) müracaat ederek: “Kızım (söyle bakayım), bir kadın kocasından ne kadar müddet ayrı kalmaya tahammül edebilir ” diye sorar ve aldığı cevaba dayanarak askerlik müddetini altı ay olarak tahdid eder(24).
3- el-İsabe´de İbnu Hacer´in kaydettiği bir rivayet, istişareye son derece ehemmiyet veren Hz. Ömer (radıyallahu anh)´in, zaman zaman, akıl ve faziletce üstün, okuma yazma bilen bir kadın olan Şifa Bintu Abdillah´a da müracat ettiğini ve hatta onun re´yini başkalarının reyine tercih edip, uyduğunu belirtir(25).
4- Halid İbnu Velid de, bazı meselelerde, kızkardeşi Fatıma Bintu´l-Velid ile istişare etmiştir.(26)
5- En mühim örneklerden biri, Abdurrahman İbnu Avf´ın Hz. Ömer (radıyallahu anh)´den sonra halife tesbitindeki tutumudur. Hz. Osman´ı belirlerken üç gün herkesten fikrini sormuş bu meyanda kadınların da görüşünü almayı ihmal etmemiştir. İslam´da kadınların rey hakkı meselesine en mükni örnektir(23).
Meselemizi rivayetler açısından hülasa etmek gerekirse, kadınla istişareyi kesinlikle yasaklayan muhkem bir nass mevcut değildir. Üstelik cevazına delalet eden rivayetler çoktur. Kur´anî örneklerden başka, bizzat Hz. Peygamber (aleyissalâtu vesselâm)´in ve bir kısım meşhur sahabilerin hayatlarında, kadınla istişarenin fiilî örnekleri vardır. Aleyhte gelen zayıf hadislerin sahih bir asla delalet edebilme ihtimaline karşı da “Yasağı mutlak değil, mukayyed olarak anlamak gerekmektedir” deriz.[53]
Bu Meselede Temel Prensip:
Kadınla istişare meselesini, istişare adabı üzerine, alimlerin sünnete dayanarak tesbit ettiği umumi prensipler muvacehesinde ele almak en doğru yoldur. Bu cümleden olarak, müşavirin “liyakat”ı üzerinde ısrarla, ittifakla durulmuştur. Öyle ise istişare etme ihtiyacı duyulan mesele kadının ihtisas, bilgi ve tecrübesiyle alâkalı değilse elbette ona müracaat fayda değil, zarar getirebilir. Nitekim Münavi, “Kadınlara itaat pişmanlıktır” rivayetini -zayıf olduğuna dikkat çekmekle beraber- “erkeklere ait işlerde” diye kayıtlar(27).
Liyakat açısından erkek, kadından farklı değildir. Bilgi, görgü, ihtisas, tecrübe ve alâka gibi müracaatı meşru ve gerekli kılan bir vasfı taşımadıkça, sırf “erkek olduğu için” erkeğe müracat hiçbir alim tarafından tavsiye edilmemiştir. Yukarıda kaydedilen misallerde, Hz. Şuayb´ın kızının, o meselede bilgi ve dirayet sahibi olduğunu gösteren rivayetleri müfessirler kaydederler.(28)
Şu halde liyakatli olan herkes, kadın veya erkek, istişareye layıktır. Olmayan da değildir, ölçü cinsiyet değil liyakattır.
Haklı Cihet: Şurası da bir gerçek ki, kadınlar, fıtrî durumları icabı, çoğunlukla, erkeklere nazaran daha hissî, daha acelecidirler. Binnetice, görüşlerinde objektivite ve hasbilik ihtimali daha zayıftır. Bu sebeple, onlarla istişare mevzuunda daha bir ihtiyatlı hareket etmek gerekir. Nitekim, beşerin tarihî tecrübesi, kadınların nüfuz ve hakimiyet kurduğu sarayların, çeşitli entrikalarla kaynayarak “devletleri ve saltanatları fesada götürdüğünü” tesbit etmiştir(29).
Öyleyse, kadınlarla istişareyi yasaklayan rivayet, bu beşerî tecrübenin, hadis formuna dökülmüş, öfkeli ve mübalağalı bir ifadesi olabilir, mutlak bir hakikat değil. Hadis olduğuna hükmedenler de mefhumunu kayıtlayarak almaya mecburdurlar, ıtlakı üzere değil. Doğruyu Allah bilir.[54]
DİPNOTLAR
1) Kur´an´da mübhem olarak geçen bu zatın, bazı müfessirlerce Şuayb Peygamber olduğu (aleyhisselam) ifade edilmiştir. Daha kuvvetli açıklamalar, bunun Şuayb Peygamber olmadığını (aleyhisselam) te´yid ederse de (Bak. İbnu Kesir, Tefsir 5, 273) bu mesele, mevzumuz açısından mühim değildir.
(2) Aslında bu rivayete ciddi hadis kitaplarında rastlanmaz.
(3) Münavi, Feyzu´l-Kadir 4, 263.
(4) Sahavi, el-Makaasıdu´l-Hasene s. 248-249.
(5) Keşfu´l-Hafa 2, 3; Geniş bilgi için, bak. Münavi, a.g.e., 4, 262-63.
(6) Üsdü´l-Gâbe 2, 205; 6, 275, Suyûti, el-Leali´de (2, 174): “Kadınlara itaat ettiği zaman erkekler helak olmuştur” rivayetini de kaydeder. Suyuti bu rivayeti, Taberani ve Hakim´in tahric ettiğini, Hakim´in hadise “sahih” hükmünü verdiğini belirttikten sonra şahsî kanaatini belirtmez ve bahsi “Allahu a´lem (doğruyu Allah bilir) sözüyle kapar.
(7) Aslında istişare ile itaat ayrı şeylerdir. Alimlerimiz bu çeşit hadisleri iç içe zikrettikleri için itaatı, “istişarede beyan ettikleri fikirlerine uymak” manasında te´vil ederek anlayacağız. Aksi takdirde istişare ile itaatin aynı görülüp beraber mütalaa edilmesi doğru değildir.
(8) Üsdü´l-Gabe 4, 15.
(9) Ebu Davud, Nikah 24.
(10) Ebu Davud, Nikah 24, 25.
(11) Buhari, İkrah 3, Müslim, Nikah 64.
(12) Buhari, İkrah 4.
(13) İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 15, 351; Azimabadi, Avnu´l-Mabud 6, 119.
(14) İbnu Kuteybe, Uyunu´l-Ahbar 1, 27.
(15) Tirmizî, Fiten 38.
(16) Buhari, Bed´ü´l-Vahy 1,
(17) Buhari, Şehadat 16.
(18) Vakidi 2, 613.
(19) Keşfu´l-Hafa 2, 3.
(20) Nisa 4, 20.
(21) Bak. Bakillani, et-Temhid s. 199.
(22) A.e. s. 198.
(23) Said İbnu Mansur, Sünen 2, 186 Bakillani, a.g.e. s. 198. Hz. Peygamber´in Sünnetinde Terbiye adlı eserimizde daha fazla bilgi mevcuttur. s. 526-27.
(24) İsabe 4, 341.
(25) Üsdü´l-Gabe, 7, 233.
(26) İbnu Kesir (v. 774), el-Baisu´l-Hasis, Beyrut, 1951, s. 183.
(27) Feyzu´l-Kadir 4, 262.
(28) İbnu Kesir 5, 273.
(29) Feyzu´l-Kadir 4, 263.
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/120.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/120.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/120-122.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/122.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/122-124.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/124.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/124.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/125.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/125-127.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/127.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/127-128.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/128.
[13] Sözgelimi, meşhûr diktatör Stalin için bizzat Kuruşçef tarafından yapılan bir tasvîr bu husûsa canlı bir misâl olur. Kuruşçef, Stalin´in hastalık derecesine varan şüpheciliğini ifadeden sonra, şunu ilâve eder. “Stalin insana bakar ve şöyle derdi: “Gözlerininz bugün neden böyle aldatıcı ” veya “Bugün neden böyle etrafınıza bakıyorsunuz da gözlerimimn içine bakmıyorsunuz ” Stalin kuruntulu, hastalık derecesinde şüpheci bir insandı.” (Lin Yutang, Gizli İsim, Çeviren: Suzan Akpınar, Işık Kitapları, İstanbul, 1962, s. 73.)
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/128-130.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/131.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/131-132.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/132-133.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/133.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/134.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/134.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/134.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/134-135.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/135.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/135-136.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/136.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/136-137.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/137.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/138.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/138.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/138-139.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/139-141.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/141.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/141.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/141.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/141.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/141-143.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/143.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/143-144.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/144-145.
[40] Bu mevzunun etraflı olarak tahlilini görmek isteyenlere İslâm Işığında Anarşi kitabımızın beşinci bölümünü (Batıda Anarşinin Doğuşu Sebepleri, Neticeleri) tavsiye ederiz (2. baskı, Cihan yayınevi, İstanbul, 1984).
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/145-146.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/146-147.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/147-148.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/147-151.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/151-152.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/152-153.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/153.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/153-154.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/158.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/159-160.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/160.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/161-162.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/162-164.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 16/164-165. –