NAMAZIN YEDİNCİ ŞARTI: KIBLE
ـ1ـ عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كانَ رَسولُ اللّهِ # يُصَلِّى مِنْ اللَّيْلِ، وَأنَا مُعْتَرِضَةٌ بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْقِبْلَةِ كاعْتِرَاضِ الجَنَازَةِ، فإذَا أرَادَ أنْ يُوِترَ أيْقظَنِى فَأوْتَرْتُ[. أخرجه الستة إ الترمذي .
1. (2729)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), geceleyin ben önünde, kıbleyle arasında bir cenaze gibi uzanmış yatarken, namaz kılardı. Vitir kılacağı zaman bana da haber verirdi, ben de vitir kılardım.”[657]
ـ2ـ وفي أخرى للشيخين: ]ذُكِرَ عِنْدَ عَائِشَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها مَا يَقْطَعُ الصََّةَ، فَذُكِرَ الْكَلْبُ وَالحِمَارُ وَالمَرأةُ، فقَالَتْ: لَقَدْ شَبَّهْتُمُونَا بِالْحُمُرِ وَالْكَِبِ، واللّه لَقَدْ رَأيْتُ النّبىَّ # يُصَلِّى وَأنَا عَلى السَّرِيرِ بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْقِبْلَةِ مُضْطَجَعَةٌ فَتَبْدُو لِى الحَاجَةُ فَأكْرَهُ أنْ أجْلِسَ فأوذِىَ رَسولَ اللّهِ # فأنْسَلُّ مِنْ قِبَلِ رِجْلَيْهِ[ .
2. (2730)- Salîheyn´in diğer bir rivâyetinde şöyle gelmiştir: “Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)´nin yanında namazı bozan şeylerden söz açılmıştı. Bu meyanda köpek, eşek ve kadının da zikri geçti. Âişe (radıyallahu anhâ):
“Bizi yine eşeklere ve köpeklere benzettiniz. Vallahi, ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı kıblesiyle arasında yatakta yatar olduğum halde namaz kılarken gördüm. Benim için ihtiyaç hâsıl olunca oturup onu rahatsız etmek istemezdim, (yatağın) ayak tarafından sıyrılıp çıkardım.”[658]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, değişik vecihlerden gelmiştir. Bazı rivâyetlerde burada gözükmeyen ziyadeler mevcuttur.
2- 2729 numarada Hz. Âişe Resûlullah´ın kıble cihetinde nasıl yattığını tasvir ediyor: Baş tarafı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sağ tarafında, ayakları da sol tarafında olacak şekilde uzanmıştır. Çünkü cenaze namazı esnasında ölü, imama nazaran öyle konur.
3- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kıldığı namaz teheccüd namazıdır, nafiledir. Bu sebeple uyumakta olan Hz. Âişe´yi namaza çağırmamaktadır. Ama sıra vitre gelince onu da çağırmaktadır. Bu hadisde, vitir namazının vacib olmasına delil bulunmuştur.
4- Vitir namazının gecenin sonuna bırakılmasının müstehab olduğu anlaşılıyor. Zira Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) en sonda onu kılmakta ve henüz kılmamış olan Hz. Âişe´yi de kaldırmaktadır. Ancak âlimler bu te´hiri bir kayda bağlarlar: Gecenin sonunda uyanabilecekse veya bir başkası tarafından uyandırılacağından emin ise… Aksi takdirde te´hiri câiz olmaz. Bu sebeple Hanefîler, yatsının peşinden kılmayı tercih ederler.
5- Uyuyan kimseyi namaz için uyandırmak müstehabtır.
6- İbnu Abbâs (radıyallâhu anh)´dan uyuyan ve konuşan kimseye karşı namaz kılınmayacağına dair bir rivâyet varsa da, bu hadis kılınacağını göstermektedir. Sadedinde olduğumuz hadis sıhhatçe üstün olduğu için hükümde cevaz esas alınmıştır.
7- Hadisin bazı vecihlerinde, Hz. Peygamber´in secde sırasında Hz. Âişe´ye dürttüğü, Âişe´nin de ayaklarının topladığı belirtilir. Bu ifadeyi değerlendiren Hanefîler, hadisten kadına değmenin abdesti bozmayacağına delil çıkarmışlardır; Ancak Şâfiî´ler, Hz Âişe´nin bedeni ile Resûlullah´ın eli arasında bir hâil olma ihtimalini belirterek buna itiraz ederler.
8- Hadis , yatak üzerinde namaz kılınabileceğini ifade etmektedir.[659]
ـ3ـ وفي أخرى ‘بى داود، عن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]جِئْتُ أنَا وغَُمٌ مِنْ بَنِى عبدالمُطَّلِبِ عَلى حِمَارٍ، وَرَسُولُ اللّهِ # يُصَلِّى فَنَزَلَ وَنَزَلْتُ، وَتََرَكْنَا الْحِمَارَ أمَامَ الصَّفِّ فمَا بَاَهُ، وََجَاءَتْ جَارِيِتَانِ مِنْ بَنِى عبدالمُطَّلِبِ فَدَخَلَتَا بَيْنَ الصَّفِّ فَمَا بَالِى ذلِكَ[.
3. (2731)- Ebû Dâvud´da İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)´dan gelen diğer bir rivâyette şöyle denmiştir: “Ben ve Abdulmuttaliboğullarından bir oğlan (veya köle) bir eşeğin üzerinde beraber geldik. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sırada namaz kılıyordu. Eşeğe aldırma(yıp namaza devam et)ti. Derken yine Abdulmuttaliboğullarından iki kız çocuğu gelip safın arasına dâhil oldu, buna da aldırmadı.”[660]
ـ4ـ وفي أخرى له: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قالَ: إذَا صَلَّى أحَدُكُمْ إلى غَيْرِ السُّتْرَةِ، فإنَّهُ يَقْطَعُ صََتهُ: الحِمَارُ، وَالخَنْزِيرُ، وَالْيَهُودِىّ، والمَجُوسِىُّ، والمَرْأةُ، وَيُجْزىءُ عَنْهُ إذَا مَرُّوا بَيْنَ يَدَيْهِ عَلى قَذْفَةٍ بِحَجَر[.وفي أخرى: »يَقْطَعُ الصََّةَ الحَائِضُ وَالْكَلْبُ« .
4. (2732)- Diğer bir rivâyette şöyle gelmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Biriniz sütresiz olarak namaz kılarsa (önünden geçtiği takdirde) şunlar namazını bozar: Eşek, domuz, yahudi, mecûsi, kadın… Namazın bozulmaması için onun önünden, bunların bir taş atımlık uzaktan geçmesi kifâyet eder.”[661] Bir diğer rivâyette şöyle denmişti: “Namazı, (önden geçen) hayızlı kadın ve köpek bozar.”[662]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda namaz kılanın önünden bazı nesnelerin geçmesi halinde namazın bozulup bozulmayacağı meselesine temas edilmektedir. Bu hususta rivâyet çoktur. Bir kısmı, burada yer almayan başka teferruâtlara da şâmildir. Mesela:
Bir rivâyette namazı bozanlar arasında “siyah köpek” bir başka rivâyette “hayızlı kadın” zikredilir.
2- Hadislerin ihtilafına bağlı olarak ulema da bu meselede ihtilaf eder: Bazıları bu sayılan şeylerin musallinin önünden geçmesi namazı bozar derken, bazıları bozmaz demiştir.
* Ahmed İbnu Hanbel: “Siyah köpek bozar. Ancak kadın ve eşeğin bozması hususunda içimde bir şüphe var” der.
* İmam Mâlik, Ebû Hanîfe, Şâfiî (rahimehümullah) ve Cumhûr: “Bu sayılanlardan veya başka şeylerden hiçbirinin geçmesiyle namaz bozulmaz” demiştir. Bunlar, bozulacağını ifade eden hadisleri: “Buradaki bozulmadan murad “noksanlık”tır, zîra bunlar önden geçmekle musallinin kalbini meşgul eder” diye te´vil ederler, hakiki bozulmanın kastedilmediğini söylerler.
3- Taş atımlık tâbirini, âlimler üç zir´alık mesafe olarak yorumlarlar. Yani namaz kılan kimsenin üç zir´a uzağından bu sayılanlar geçecek olsa namaza bir eksiklik getirmeyecektir, bu miktar mesafe sütre yerine geçebilecektir.[663]
ـ5ـ وعن الفضل بن العباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]زَارَنَا النّبىُّ # في بَادِيَةٍ لَنَا وَلَنَا كُلَيْبَةٌ وَحِمَارَةٌ، فَصَلَّى النّبىُّ # الْعَصْرَ وَهُمَا بَيْنَ يَدَيْهِ فَلَمْ يُزْجَرَا وَلَمْ يُؤَخِّرَا[. أخرجه أبو داود والنسائى .
5. (2733)- el-Fadl İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizi köyümüzde ziyaret etti. O sırada bizim bir küçük köpekle bir dişi eşeğimiz vardı. Bu ikisi önünde bulundukları halde ikindi namazı kıldı. Hayvanları ne azarladı ne de geriye kovaladı.”[664]
ـ6ـ وعن كثير بن كثير بن أبى وداعة عن بعض أهله عن جده رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّهُ رَأى النّبىَّ # يُصلِّى مِمَّا يَلِى بَابَ بَنِى سَهْمٍ، وَالنَّاسُ يَمُرُّونَ بَيْنَ يََدَيْهِ، وَلَيْسَ بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْكَعْبَةِ سُتْرَةٌ[. أخرجه أبو داود والنسائى .
6. (2734)- Kesîr İbnu Kesîr İbn-i Ebî Vedâ´a, an bazı ehlihi an ceddihi (radıyallâhu anh) anlatmıştır: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı Beni Sehm kapısını takip eden yerde, önünden halk gelip geçerken namaz kılar görmüştür. Bu sırada Resûlullah´la Ka´be arasında bir sütre de mevcut değildir.”[665]
AÇIKLAMA:
1- Rivâyetin İbnu Mâce ve Nesâî´deki vecihlerinde sözkonusu namazın, tavafı takip eden iki rek´atlik tavaf namazı olduğu belirtilir.
2- Sadedinde olduğumuz hadise dayanarak bazı fakihler, Mekke´de kılınacak namazlar için “sütreye hacet yok” hükmünü çıkarmışlardır. Ancak, Ebû Dâvud´un da dikkat çektiği üzere hadis, zayıftır. Sütrenin Mekke´ de de gerekli olduğunu ifade eden daha kuvvetli hadisler karşısında, başta Buhârî olmak üzere ulemâ büyük çoğunluğu ile bu rivâyetle ameli uygun görmemişlerdir. Sütrenin meşruiyyeti ve namaz kılanın önünden geçmeyi yasaklama hususunda Mekke ile başka yerler arasında fark yoktur. Ancak bazı fakihler, sadedinde olduğumuz hadisteki cevâzın zaruret sebebiyle sâdece tavaf edenlere mahsus olduğunu söylemiştir. İbnu Hacer, tavaf mahalline has olarak tecviz edilmiş olan bu durumu, bir kısım Hanbelî âlimlerinin Mekke´nin tamamına teşmil ettiklerini belirtir.[666]
ـ7ـ وعن أبى سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يَقْطعُ الصََّةَ شَىْءٌ، وَادْرَءُوا مَا اسْتَطَعْتُمْ، فإنَّمَا هُوَ شَيْطَانٌ[. أخرجه الستة إ الترمذي .
7. (2735)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Namazı hiçbir (hâricî) şey bozamaz. İmkanınız nisbetinde defetmeye çalışın. Çünkü (bozmak isteyen) şeytandır.”[667]
ـ8ـ وفي رواية ‘ب داود: ]مَنِ اسْتَطَاعَ أنْ َ يَحُولَ بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْقِبْلَةِ، أحَدٌ فَلْيَفْعَلْ[ .
8. (2736)- Ebû Dâvud´un bir rivâyetinde şöyle denmiştir: “Kim, kıblesi ile kendi arasına bir başkasının girmemesine muktedir olursa, bunu sağlasın.”[668]
ـ9ـ وفي أخرى للبخارى: ]قالَ #: إذَا صَلّى أحَدُكُمْ إلى شَىْءٍ يَسْتُرُهُ مِنَ النَّاسِ، فأرَادَ أحَدٌ أنْ يجْتَازَ بَيْنَ يَدَيْهِ فَلْيَدْفَعْهُ، فإنْ أبَى فَليُقَاتِلْهُ فَإنَّمَا هُوَ شَيْطَانٌ[ .
9. (2737)- Buhârî´nin bir rivâyetinde şöyle gelmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sizden biri, halka karşı sütre olacak bir şeyin gerisinde namaz kılarken, biri önünden geçmeye kalkarsa ona mâni olsun, (beriki haddini bilmeyip) ısrar ederse onunla mücâdele etsin. Zîra o, (bu haliyle ) şeytandır.”[669]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıdaki üç rivâyet, namaz kılan kimseye, namaz kılarken önünden geçmeye kalkan şahsa mâni olma yetkisi tanımaktadır.Normal olarak, namaz kılan kimsenin başka bir şeyle meşguliyeti namazı bozan bir fiildir. Ancak şârî, namaz esnasında önünden geçmek isteyen kimseye müdahale hakkı tanımış bunu “namazı bozan fiiller”den istisnâ kılmıştır. 2737 numarada özetle kaydedilen Buhârî rivâyetini, aslından esbâb-ı vürûduyla takip edersek mevzu daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Ebû Sâlih es-Semmân anlatıyor: “Ebû Saîdi´l-Hudrî´yi bir cuma günü halka karşı bir sütrenin gerisinde namaz kılarken gördüm. Benî Ebû Mu´ayt´a mensup bir genç, önünden geçmek istedi. Ebû Saîd onu göğsünden iterek mâni oldu. Genç, etrafına bakındı, onun önünden başka geçebilecek bir yer göremedi. Oradan geçmek için tekrar geri döndü. Ebû Saîd genci daha da şiddetli bir şekilde itti. Genç, Ebû Saîd´e kızdı. Sonra (Medîne valisi) Mervân´ın huzuruna girerek, Ebû Saîd´in yaptıklarını şikâyet etti. Ebû Saîd de ardından Mervân´ın yanına girdi. Mervân:
“Ey Ebû Saîd! Kardeşinin oğluyla alıp veremediğin de ne ” dedi. Ebû Saîd şu cevabı verdi:
“Ben Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim: “Sizden biri, halka karşı sütre olan bir şeyin gerisinde namaz kılarken, biri önünden geçmeye kalkarsa ona mâni olsun. (Beriki haddini bilmeyip) geçmek için ısrar ederse onunla mücâdele etsin. Zira o, (bu haliye) bir şeytandır.”
Bir rivâyette: “Eğer ısrar ederse eliyle göğsünden tutup onu itsin” diyerek mücâdele şekli de belirtilir.
Şu hususu da bilmeliyiz: Namazda önünden geçmek isteyenle mücâdele meşrû kılınmış ise de, ulemâ ittifakla: Geçene mâni olmak, onunla mücâdele etmek için yerinden ayrılıp yürümemesi ve müdâfaa sırasında amel-i kesîre yer vermemesi gerektiği”ni söylemiştir. Zîra, “namazda bu, önünden birisinin geçmesinden daha fenadır” derler.
Cumhur, ayrıca şöyle hükmetmede de ittifak etmiştir: “Her kim, namazda iken önünden geçene müdahale etmemişse, artık namazı iade etmesi gerekmez.”
Nevevî: “Önden geçene mâni olmanın vâcib olduğunu söyleyen tek fakih bilmiyorum. Ashâbımız bunun mendup olduğunu tasrîh eder” der. Zâhirîler bunun vâcib olduğunu söylemiştir.
2- Hadisten İstinbat Edilen Faideler:
* İbnu Battâl der ki: “Bu hadis, dinde fitne çıkaran kimseye “şeytan” demenin caiz olduğunu gösterir. Hüküm, ma´nâlara göredir, isimlere göre değil, çünkü önden geçen kimsenin sırf geçmesi sebesiyle şeytana dönüşmesi muhâldir. Bu cevaz da, şeytan kelimesinin hakiki ma´nâda cinnîlere, mecâzî olarak da insanlara ıtlak olunmasına dayanır. Mamafih bu işe onu şeytanın sevketmesi sebebiyle de ma´nâ doğruluk kazanabilir. Nitekim başka bir rivâyette: “…zîra onunla birlikte şeytan vardır” denmiştir.
* İbnu Ebî Cemre, “Zîra o, (bu haliyle) şeytandır” cümlesinden şu ma´nâyı istinbat etmiştir: “Onunla mücadele etsin” sözünden murad tatlı bir müdâfaadır, hakiki bir mücâdele değildir. Zîra şeytanla mücâdele, istiâze ve besmele ve benzeri zikirleri okumak sûretiyle ona karşı tesettürde bulunmakla olur. Zaten namazda, zaruret halinde az amele cevaz verilmiştir. Gerçek ma´nâda mücâdele yapacak olsa,namazı için önünden geçenin vereceğinden daha büyük zarar mevzubahis olur.”
* İbnu Ebî Cemre bir başka soruyu cevaplar: “Önden geçenle yapılacak mücâdele, onun geçmesiyle musallinin namazına gelecek halel (zarar) sebebiyle midir, yoksa geçecek kimseye bu fiilinden dolayı gelecek günahı defetmek için midir Görünüşe göre, ikincisi içindir.” Ancak başkaları “Birincisi içindir” demiştir. Bunlara göre, “Musallinin kendi namazına yönelmesi, kendisi için başkasından günahı defetmeye kalkmasından evlâdır.”
* İbnu Mes´ud´dan yapılan bir rivâyet şöyledir: “Musallinin önünden geçmek, onun namazının yarısını keser atar.” Ebû Nu´aym da Hz. Ömer´den şunu rivâyet eder: “Musalli, önünden geçilmekle namazından ne kadar eksildiğini bilseydi, mutlaka kendini insanlara karşı sütre teşkil edecek bir şeyin gerisinde kılardı.”Bu iki rivâyet, musallinin önünden geçene müdahalesinin, namazında meydana gelecek halel sebebiyle olduğunu ifade eder. Bu rivâyetler zâhirde mevkuf gözüküyorlarsa da hakikatte merfûdurlar. Zîra bunlar içtihadla söylenebilecek, tecrübeyle bilinebilecek meseleler değildir, ancak vahyen bilinebilir, öyle ise hükmen merfûdurlar. Şu halde musalli de namaza durduğu yeri iyi seçmekle mükelleftir. Herkesin geçeceği yere durması, ona sorumluluk getirecektir.
ـ10ـ وعن بشر بن سعيد: ]أنْ زَيدَ بنَ خَالِدٍ أرْسَلهُ إلى أبِى جُهَيْم يَسْألُهُ: مَاذَا سَمِعَ مِنَ النّبىِّ # في المَارِّ بَيْنَ يَدَىِ المُصَلِّى؟ فقَالَ: قَالَ #: لَوْ يَعْلَمُ المَارُّ بَيْنَ يَدَىِ المُصَلِّى مَاذَا عَلَيْهِ لَكَانَ أنْ يَقِفَ أرْبَعِينَ خَيْرٌ لَهُ مِنْ أنْ يَمُرَّ بَيْنَ يَدَيْهِ. قَالَ أبُو النَّضْرِ: َ أدْرِى؟ قالَ: أرْبَعِينَ يَوْماً، أوْ شَهْراً،
أوْ سَنَةً[. أخرجه الستة .
10. (2738)- Bişr İbnu Saîd (radıyallâhu anh)´in anlattığına göre, kendisini Zeyd İbnu Hâlid Ebû Cüheym´in yanına gönderip: “Musallînin önünden geçen hakkında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan ne işittiğini sordurmuştur. Ebû Cüheym (radıyallâhu anh) demiştir ki:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Eğer musallinin önünden geçen kimse, bu geçişi sebebiyle kendisine gelen günahı bilseydi orada kırk… kalması onun için, musallinin önünden geçmesinden daha hayırlı olurdu.”Ebû´n-Nadr der ki:”Bilemiyorum! Efendimiz “kırk gün mü” dedi, kırk ay mı dedi, kırk sene mi dedi “[670]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, namaz kılanın önünden geçen kimsenin maruz kalacağı kayba dikkat çekmektedir. Önceki hadiste, önünden geçilen kimsenin maruz kalacağı kayba dikkat çekilmiştir.
2- Hadiste yasaklanan “ön”ün miktarı ihtilaflıdır.
* Bazısı: “Musallî ile secde edeceği yer arasıdır”demiştir.
* Bazısı: “Musallî ile üç zir´alık mesafe arasıdır” demiştir.
* Bazısı: “Bir taş atımlık mesafe…” demiştir.
3- Hadiste kırk rakamının, hususi bir adedi göstermekten ziyade, namaz kılanın önünden geçmemenin ehemmiyetini tesbit maksadıyla mübâlağa için kullanıldığını belirten İbnu Hacer, bu değerlendirmesine İbnu Mâce´nin Ebû Hüreyre´den kaydettiği bir rivâyeti gösterir: “…Yüz yıl yerinde kalması, attığı adımlardan birini atmaktan kendisi için daha hayırlı olurdu.”
4- Hadisin zâhiri, beyan edilen “vaîd”in musallînin önünden geçenle ilgili olduğunu; duran, oturan ve yatanla ilgili olmadığını ifade eder. Ancak, vaîd´in illeti musallînin maruz kalacağı teşvîş ise, diğerleri de “geçen” ma´nâsında olabilir.
5- Hadisin zâhiri, nehyin her bir namaz kılanla ilgili olduğunu ifade eder. Yani kadın, erkek, münferid, imam, me´mum hepsinin önünden geçmek yasaklanmıştır. Ancak bazı Mâlikîler bu yasağın münferid ve imamla ilgili olduğunu söylemiştir. Onlara göre, önünden geçmek me´ mum´a (imama uyana) zarar vermez. Çünkü imamın sütresi onun da sütresidir ve imamı ona sütredir. Bu iddia tatminkâr bulunmamıştır. “Çünkü denmiştir, sütre musallîden zorluğu kaldırmaya yöneliktir, önden geçenden değil; önden geçenin verdiği teşvişte imam, me´mum ve münferid müsâvidir.”
6- Bazı Mâlikî âlimleri musallî ve önden geçeni günah işleyip işlememekte dört gruba ayrılırlar:
1) Önden geçen günaha girer, musallî girmez.
2) Musallî günaha girer, geçen girmez.
3) Her ikisi de günaha girer.
4) Her ikisi de günaha girmez.
* Birinci grup: Musalli yol dışında sütre gerisinde namaza durmuştur, geçen kimse için de geçme imkânları vardır. Bu durumda musallînin önünden geçen günahkâr olur, musallî olmaz.
* İkinci grup: İşlek yol üzerinde sütresiz veya sütreden uzak namaza durur, geçen de başka bir imkân bulamaz, önünden geçer. Bu durumda musallî günaha girer, geçen değil.
* Üçüncü grup: İkincide olduğu gibi, ancak geçen başka geçme imkanına sahiptir, ama önünden geçer, her ikisi de günahkâr olur.
* Dördüncü grup: Birinci gibidir, ancak geçen başka imkan bulamaz, ikisi de günahkâr olmaz. İbnu Hacer´e göre, hadisin zâhiri geçmeyi mutlak olarak yasakladığı için geçen yol bulamasa bile beklemekle mükelleftir, musallî selam verir, ondan sonra geçer. Ebû Saîd kıssası da bunu te´yid eder.[671]
ـ11ـ وعن يزيد بن نمران قال: ]رَأيْتُ رَجًُ بِتَبُوكَ مُقْعَداً، فقَالَ: مَرَرْتُ بَيْنَ يَدَىْ رَسولِ اللّهِ #، وَأنَا عَلى حِمَارٍ وَهُوَ يُصَلِّى، فقَالَ: اللَّهُمَّ اقْطَعْ أثَرَهُ. قالَ: فَمَا مَشَيْتُ عَلَيْهَا بَعْدُ[.وفي رواية: ]قَطعَ صََتَنَا قَطَعَ اللّهُ أثَرَهُ[. أخرجه أبو داود .
11. (2739)- Yezîd İbnu Nimrân (rahimehullah) anlatıyor: “Tebük´de yatalak bir adam gördüm. Dedi ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaz kılarken, ben eşeğin üzerinde olduğum halde önünden geçtim. Bana: “Allah´ım, izini kes!” diye bedduada bulundu. Artık ondan sonra eşek üzerinde (bile) yol alamadım.
“Bir rivâyette şöyle gelmiştir: “(Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dedi:) “O bizim namazımızı kesti, Allah da onun izini kessin.”[672]
AÇIKLAMA:
1- Tebük, Suriye´de bir yer adıdır.
2- İzini kes, yürümesini kes demektir. “Allah izini kessin”, Allah kötürüm etsin, yürüyemez hale gelsin demektir.
Bu hadis, namaz kılanın önünden geçmenin nasıl ciddi bir hata olduğunu anlamada canlı bir örnektir.[673]
ـ12ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تُصَلُّوا خَلْفَ النَّائِمِ وََ المُتَحَدِّثِ[. أخرجه أبو داود .
12. (2740)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Uyuyanın gerisinde namaz kılmayın, konuşanın gerisinde de!” buyurdular.”[674]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet, ihtiva ettiği hükmün birinden sahîh hadîslere muhalefet etmektedir. Zîra 2729 ve 2730 numaralarda kaydedilen Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) rivâyetinde, kıble cihetinde uyumakta olan Hz. Âişe´nin arka kısmında Aleyhissalâtu vesselâm efendimizin namaz kıldığı ifade edilmektedir.
Konuşanın arkasında namaz meselesine gelince: İmam Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel bunu mekruh addetmişlerdir. Zîra, konuşanların sözleri namaz kılan kimseyi meşgul eder, namazını fesada verir. Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)in cuma günleri dışında konuşan kimsenin arkasında namaz kılmadığı rivâyet edilmiştir.
Hattâbî der ki: “Bu hadis, senedindeki zayıflık sebebiyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan sahîh olamaz.”[675]
ـ13ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: إذَا صَلَّى أحَدُكُمْ فَلْيَجْعَلْ تِلْقَاءَ وَجْهِهِ شَيْئاً، فإنْ لَمْ يَجِدْ فَلْيَنْصِبْ عَصاً، فإنْ لَمْ يَكُنْ
مَعَهُ عَصاً فَلْيَخْطُطْ خَطّا، ثُمَّ َ يَضُرُّهُ مَا مَرَّ أمَامَهُ[. أخرجه أبو داود. وقال قالوا: الخَطُّ بِالطُّولِ، وَقالُوا: بِالْعَرْضِ مِثْلُ الهَِلِ[ .
13. (2741)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Biriniz namaz kılınca yüzünün karşısına bir şey koysun. Bulamazsa bir değnek koysun. Beraberinde bir değnek de yoksa bir çizgi çizsin. Böyle yaparsa önünden geçen kendisine zarar vermez.”
Ebû Dâvud der ki: “Âlimlerden bazısı, çizginin uzunlamasına olacağını , bazısı da hilâl gibi enlemesine olacağını söylemiştir.”[676]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, musallînin sütre olarak kullanacağı şeyin muayyen bir şey olmadığını; şartlara, imkana göre her şeyin bu maksadla dikilebileceğini ifade eder.
Sütre olarak kullanılacak değnek hakkında ifade mutlaktır, ince veya kalın olması diye bir tefrik yapılmamıştır. Nitekim bir başka hadiste “Bir okla da olsa namazda sütre kullanın” ve “Sütre olarak, semerin arka kaşı boyunda birşey kifâyet eder, saç kadar ince de olsa…” buyrulmuş, sütrenin ince veya kalın olması diye bir ayırıma yer verilmemiştir.[677]
ـ14ـ وعن طلحة بن عبيداللّه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: إذَا وَضَعَ أحَدُكُمْ بَيْنَ يَدَيْهِ مِثْلَ مُؤْخِرَةِ الرَّحْلِ، فَلْيُصَلِّ وََ يُبَالِى مَا مَرَّ وَرَاءَ ذلِكَ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذي .
14. (2742)- Talha İbnu Ubeydillah (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Biriniz namaz kılarken, önüne semerin arka kaşı boyunda bir şey koydu mu, namazını rahat kılsın, bunun gerisinden geçene aldırmasın.”[678]
AÇIKLAMA:
Semerin arka kaşı diye tercüme ettiğimiz muahharatu´rrahl, daha ziyade deve semerleri için kullanılmıştır. Binenin tutunmasına mahsustur. “Kol kemiği kadar” olduğu ve bir zira´nın üçte ikisi büyüklüğüne denk bulunduğu belirtilir. Sütrenin boyunu tesbitte âlimler bunu esas alırlar. Bazı âlimler bunu bir zirâ olarak ifade etmiştir. İbnu Ömer´in semerinin kaşının bir zirâ olduğunu Abdurrezzak´ın bir rivâyetinde görmekteyiz.”
Hadis, böyle bir sütre koymakla musallinin şeriatın emrini yerine getirdiğini, gelip geçenlere de namazda olduğunu gösteren bir işaret vermiş olduğunu; dolayısıyla huzûr-u kalble namazını kılabileceğini ifade etmektedir.[679]
ـ15ـ وعن أبى ذر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا صَلى الرَّجُلُ وَلَيْسَ بَيْنَ يَدَيْهِ كَأخِرَةِ الرَّحْلِ قَطَعَ صََتَهُ الْكَلْبُ ا‘سْوَدُ، وَالمَرأَةُ، وَالحِمَارُ. قِيلَ ‘بِى ذَرٍّ: مَا بَالُ ا‘سْوَدِ مِنَ ا‘حْمَرِ مِنَ ا‘بْيضِ؟ قالَ يَا ابْنَ أخِى: سَألْتَنِى كَمَا سَألْتُ رَسُولَ اللّهِ #، فقَالَ: الْكَلْبُ ا‘سْوَدُ شَيْطَانٌ[. أخرجه الخمسة إ البخارى .
15. (2743)- Hz. Ebû Zerr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kişi, önüne semer kaşı kadar bir şey bırakmadan namaz kılarsa; (önünden geçtiği takdirde) siyah köpek, kadın, eşek namazını bozar…”
Ebû Zerr´e dendi ki:
“Siyahın kırmızıdan, beyazdan farkı nedir ” Şu cevabı verdi:
“Ey kardeşimin oğlu! Sen bana, benim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a sorduğum şeyi sordun. Efendimiz:
“Siyah köpek şeytandır” buyurmuştu.”[680]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Ebû Dâvud´daki sevk üslûbundan anlaşılacağı üzere hadis, bazı rivâyetlerinde mevkuftur (yani Ebû Zerr´in kendi sözüdür). Sadedinde olduğumuz vechinde görüldüğü üzere merfûdur [yani Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in sözüdür].
2- Hadiste zikri geçen şeylerin namazı bozup bozmayacağı ulema arasında ihtilâf mevzuudur. Bir kısmı bunların musallinin önünden geçmesiyle namazın bozulup iptal olacağını söylemiştir. Ahmed İbnu Hanbel bu gruptandır. Siyah köpeğin bozacağında cezmeder, fakat eşek ve kadının geçmesiyle bozulup bozulmayacağında tereddüdü vardır. Ahmed İbnu Hanbel´in kadınla, eşeğin geçmesi ile namazın bozulacağı hususundaki tereddüdü, bunlarla ilgili başka rivâyetlerin mevcudiyetinden ileri gelir. O rivâyetlerde bunların geçmesiyle namazın bozulmayacağı ifade edilir. Halbuki siyah köpek hakkında aksi rivâyet yoktur. Bir kısım âlimler de başka rivâyetlere dayanarak bunların namazı bozmayacağını söylemiştir. Ebû Hanîfe, Şâfiî, İmam Mâlik bunlardandır. Bazıları, “Namazı hiç bir şey bozmaz” (2735) hadisiyle sadedinde olduğumuz rivâyetin neshedildiğine kâildirler.
Hadisin buraya kadar olan kısmı 2732 numarada izah edildi. Orada yer almayan bir husus, “siyah köpeğin şeytan olması” meselesidir. Fethu´l-Vedûd´da denir ki: “Bazı âlimler bu tabiri zâhirine hamlederek: “Şeytan, siyah köpek şeklinde tasavvur edilir” dediler.
Ancak: “Siyah köpek, diğerlerinden daha muzırdır, bu sebeple şeytan demiştir” şeklinde te´vil yapan da olmuştur.
Hadisle ilgili ulemanın teferruâta kaçan bütün yorumlarını aktarmada fayda görmüyoruz. Bu ve benzeri hadisleri, namazgâhımızı seçerken, dikkatimizi çekecek şekilde hayvan ve insanların gelip geçeceği, onlar tarafından rahatsız edileceğimiz veya rahatsız edeceğimiz yerlerden uzak olanları aramanın gereğine irşad olarak anlamamız en uygun yoldur.[681]
ـ16ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كانَ رَسُولُ اللّهِ # إذَ خَرَجَ يَوْمَ الْعِيدِ أمَرَ بِالْحربةِ فَتُوضَعُ بَيْنَ يَدَيْهِ فَيُصَلِّى إلَيْهَا وَالنَّاسُ وَرَاءَهُ، وَكانَ يَفْعَلُ ذلِكَ في السَّفَرِ، فَمِنْ ثَمَّ اتَّخَذَهَا ا‘ُمَرَاءُ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي .
16. (2744)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bayram günü (namaz) için çıkınca bir harbe alınmasını emrederdi. Harbe, (namaz sırasında) Aleyhissalâtu vesselam´ın önüne konur, O da halk arasında olduğu halde harbeye doğru namaz kılardı. Efendimiz sefer sırasında da böyle yapardı. Bu sünnete ittibâen ümerâ da harbe kullanır oldu.”[682]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Mâce´deki rivâyet, bayram namazı kılınan musallanın boş bir arazi olduğunu, sütre olabilecek hiçbir şey bulunmadığını belirterek: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bayram günü musallaya giderdi. Yanında harbe de taşınırdı. Musallaya varınca harbe önüne dikilirdi, ona doğru namaz kılardı. Bu, musallanın boş bir arazi olmasındandı, orada sütre yapılabilecek hiçbir şey yoktu” der.
2- Ümerânın harbe ittihazıyla ilgili son cümlenin Nâfi tarafından yapılan bir derc olduğu belirtilmiştir. Bu cümle ile, ümerânın da, bayram ve benzeri fırsatlarda musallaya çıkınca beraberlerinde harbe taşıttıklarını haber vermektedir.
3- İbnu Hacer: “Hadiste, namaz için ihtiyatlı (ve hazırlıklı) olma gereği, bilhassa seferde olmak üzere, düşmanı defedici âlet almanın lüzumu, istihdâmın cevazı vs. gözükmektedir” der.
4- Resûlullah´ın bayramlarda taşıdığı harbenin Necâşî tarafından hediye edilen harbe olduğu bazı rivâyetlerde tasrîh edilmiştir. Bir başka rivâyette bunun, Uhud Savaşı sırasında Zübeyr İbnu´l-Avvâm tarafından öldürülen bir müşrike ait olduğu belirtilmiştir. Âlimler: “Aleyhissalâtu vesselâm önce Zübeyr´in harbesini, sonra da Necâşî´nin harbesini kullanmış olabilir” diyerek iki rivâyeti te´lif ederler.[683]
ـ17ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كانَ النّبىُّ # يُعْرِضُ رَاحِلَتَهُ فَيُصَلِّى إلَيْهَا[.وفي رواية: »أنَّهُ # صَلَّى إلى بَعِيرِهِ«. أخرجه الستة إ النسائى، ولم يرفعه مالك وأبو داود .
17. (2745)- Yine İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (bazan) bineğini (sütre) olarak öne koyar, ona doğru namazını kılardı.
Bir diğer rivâyette: “Aleyhissalâtu vesselâm devesine doğru namaz kılardı” denmiştir.[684]
AÇIKLAMA:
Râhile, üzerine rahl (semer) konan deve demektir. Daha ziyade binek devesine râhile denir.
Kurtubî: “Bu hadiste, duran hayvanların sütre olarak kullanılmasına cevaz vardır” der ve deve ağıllarında namaz kılmayı yasaklayan hadisle (2696) bu hadis arasında teâruz (zıtlık) olmadığını söyler.” Çünkü der, o hadiste deve ağılı zikredilmiştir. Ağıl, suyun yakınında yer alan deve damlarıdır. Orada namazın mekruh kılınması, pis kokmalarından yahut da orada tesettür ederek aralarında halvet hâsıl etmelerindendir.”[685]
ـ18ـ وعن المقداد بن ا‘سود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]مَا رَأيْتُ النّبىَّ # صَلَّى إلى عُودٍ، وََ عَمُودٍ، وََ شَجَرَةٍ إَّ جَعَلَهُ عَلى حَاجِبِهِ ا‘يْمَنِ، أوِ ا‘يْسَرِ، وََ يَصْمُدُ لَهُ صَمْداً[.»الصَّمْدُ« القصد للشئ والتوجه إليه .
18. (2746)- Mikdâd İbnu´l-Esved (radıyallâhu anh) diyor ki: “Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı çubuğa, direğe ve ağaca karşı namaz kılar vaziyette ne zaman görmüşsem, her seferinde onları sağ kaşının veya sol kaşının karşısına almış görmüşümdür. Hiçbir zaman sütresini tam karşısına almadı.”[686]
AÇIKLAMA
Bu rivâyetten, namaz kılarken sütreyi tam karşıya değil, hafif sağ veya sol tarafa almanın müstehab olduğu hükmü çıkarılmıştır.[687]
ـ19ـ وعن سهل بن أبى حثمة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ النّبىُّ # إذَا صَلّى: أحَدُكُمْ إلى سُتْرَةٍ فَلْيَدْنُ مِنْهَا، َ يَقْطَعُ الشَّيْطَانُ عَلَيْهِ صََتَهُ[. أخرجهما أبو داود .
19. (2747)- Sehl İbnu Ebî Hasme (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Biriniz sütreye karşı namaz kılınca ona yakın olsun, ta ki şeytan namazını bozmasın.”[688]
AÇIKLAMA:
Hadis, sütre ile musalli arasında fazla mesafe olmamasını âmirdir. Şârihler, hadislerde gelen tasrîhata dayanarak normal mesafenin üç zirâ -veya daha az- uzunluğunda olması gerektiğini söylerler. Bazı hadislerde bir keçinin geçeceği kadar denmiştir. Bu rakamı tesbitte, daha ziyade Resûlullah´ın Ka´be´yi ziyareti sırasında içerisinde namaz kılınca, ön duvarla arasında üç zirâlık mesafe bırakmış olması esas alınmıştır (1400, 1413 numaralı hadisler).
Şu halde bu mesafeyi, baş sütreye değmeden secde edilebilecek bir uzaklık olarak ifade edebiliriz. Bu mesafe aynı zamanda saflar arasında bulunması gereken uzaklığı da ifade eder.[689]
NAMAZIN ŞARTLARI ÜZERİNE MUHTELİF HADİSLER
* ÇOCUK TAŞIMAK
ـ1ـ عن أبى قتادة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رسولُ اللّهِ # يُصَلِّى بِالنَّاسِ وَهُوَ حَامِلٌ أُمَامَةَ بِنْتَ زَيْنَبَ بِنْتِ رَسُولِ اللّهِ # فإذَا سَجَدَ وَضَعَهَا، فإذَا قَامَ حَمَلَهَا[. أخرجه الستة إ الترمذي .
1. (2748)- Ebû Katâde (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kızı Zeyneb´in kerîmesi olan torunu Ümâme´yi omuzunda taşıdığı halde halka namaz kıldırırdı. Secdeye varınca çocuğu (yana) bırakır, kıyâm için doğrulunca tekrar omuzuna alırdı.”[690]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, bir yönüyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın torunu Ümâme´ye gösterdiği şefkati yansıtmaktadır. Ümâme´nin annesi, Resûlullah´ın Hz. Hatice´den doğan kızlarından biridir. Babası da Ebû´l-Âs İbnu Rebî´a´dır (radıyallâhu anh).
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bütün çocuklara karşı gösterdiği yakın ilgi dikkat çekicidir. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (radıyallahu anhümâ)´i de omuzlarına bindirdiği, değişik şekillerde onlarla şakalaştığı, onları eğlendirdiği rivâyet edilmiştir. Kız çocuklarını hakir gören bir cemiyette, kız torununu Resûlullah´ın sırtında taşıması, bâhusus namazda sırtına alması, rükû ve secde sırasında yere bırakıp, kıyâma kalkarken tekrar sırta alması ayrı bir ehemmiyet taşır.
2- Ancak, bu hal namazda câiz olur mu Bu, namazı bozan amel-i kesîr olmaz mı Bu ihtimale binaen İslâm ulemâsı hadisi yorumda çok müşkilata, tekellüfâta düşmüştür:
* “Bunun cevazı mensuhtur” denmiştir.
* “Resûlullah´ın hasâisindendir” denmiştir.
* “Çocuk Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a ülfet ettiği için kendisi O´nun boynuna atılıp asılmıştır. Resûlullah onu almış değildir…” denmiştir.
* “Zarûreten almıştır, değilse ağlayacak, sırta almaktan daha fazla sıkıntı verecekti…” denmiştir.
* “Farzda değil, nafilede aldı..” denmiştir. Halbuki farzda olduğu rivâyetlerde pek sarihtir.
Nevevî, bütün bu tekellüflü yorumları reddeder ve der ki: “Bütün bunlar bâtıl ve merdud iddialardır, delilden yoksundurlar. Hadiste şeriat-ı garrânın temel prensiplerine muhalif bir durum da yoktur. Zîra insanoğlu temizdir ve karnındakilerde ma´füvdür. Çocukların elbisesi ve bedenleri ise pislik gözükmedikçe, temiz kabul edilir. Namazdaki fiiller amel-i kesîr olmadıkça veya birbirinden (rek´atlerle) ayrı olduğu müddetçe namazı bozmaz. Şeriatın delilleri bu söylenenlere uygundur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu davranışa, cevazı göstermek için yer vermiştir.”
Fakihânî: “Ümâme´yi namazda taşımasının sırrı, sanki Arapların kızlarla ülfet etmekten hoşlanmama âdetlerini reddetmektir. Onlara muhalefet için kızı taşıdı, hatta onları reddetmekte mübâlağa için namazda da taşıdı. Fiille beyan, sözden daha kavîdir” der.
3- Rivâyet, çocukları mescide sokmanın caiz olduğunu da gösterir.
4- Küçük çocuklara değmek (Şâfiîler açısından) abdesti bozmaz.
5- Temiz olan insanı -ve hatta hayvanı- taşımak namaza mâni değildir.
6- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´in tevazu haline, çocuklara şefkatine örnek mevcuttur.[691]
*NAMAZDA UYUKLAMAK
ـ1ـ عن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قال رسولُ اللّهِ #: إذَا نَعَسَ أحَدُكُمْ وَهُوَ يُصَلِّى فَلْيَرقُدْ حَتَّى يَذْهَبَ عَنْهُ النَّوْمُ، فإنَّ أحَدَكُمْ إذَا صَلَّى وَهُوَ نَاعِسٌ َ يَدْرِى لَعَلَّهُ يَذْهَبُ يَسْتَغْفِرُ فَيَسُبُّ نَفْسَهُ[. أخرجه الستة .
1. (2749)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sizden biri namaz kılarken uyuklayacak olursa, uykusu gidinceye kadar hemen yatsın. Zira, uyuklayarak namaz kılanınız, istiğfar ederken kendi nefsine sebbetmeye kalkar da farkında olmaz.”[692]
AÇIKLAMA:
1- Uyuklama, uykudan biraz farklıdır ve onun hafif perdesidir. Etrafında konuşulanları işitip, anlayamayacak durumda olan veya başı öne sallanmaya başlayan kimse uyukluyor demektir. Uyku ise bu hâlin artması ile çevresindeki sesleri hiç duyamayacak hale gelme ile başlar, az veya çok rüya görmekle galebe çalar.
2- Resûlullah´ın, uyuklayınca namazı kesme emrinden bazı âlimler uyku sebebiyle abdestin bozulduğu hükmünü çıkarmışlardır. Bu husus ayrı bir teferruât mevzuudur, ilgili bahiste tahlîl edilecektir.
3- Sebb: Küfretmek, hakâret etmek, bedduâ etmek, lânetlemek, kaba söylemek, sövmek gibi her çeşit kötü sözü ifade eder. Hadis, kişinin kendi kendine sebbetme ihtimaline binaen, uyuklayınca, namazın terkedilmesini emretmiş olmaktadır. “Belki de denmiştir, yasaklamanın illeti, sebb´in duâların icâbet saatine rastlama korkusudur.” Bu hadis, böylece ihtiyatlı hareket etme prensibi vermiş olmaktadır. Zira, böylece ibâdetin terkediliş sebebi kesin değil, muhtemel bir durum olmaktadır. Hadiste ayrıca, ibâdetin huşû ve kalp huzuruyla yapılmasına ve tâatlarda mekruh şeylerden ictinâb etmeye teşvik vardır.
4- Bazıları uyku sebebiyle namazı bırakma emrinin gece namazıyla (teheccüdle) ilgili olduğunu -zîra farz namazlar uyku vakitlerine rastlamaz- söylemiş ise de umumî kabul görmemiştir, çünkü hadiste öyle bir sarahat olmadığı gibi, farz namazlarda da uyuklamak her zaman mümkündür.[693]
* SAÇIN ÖRÜLÜP BAGLANMASI
ـ1ـ عن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّهُ رَأى عَبْدَ اللّهِ بْنَ الحَارِثِ يُصَلِّى وَرَأسُهُ مَعْقُوصٌ مِنْ وَرَائِهِ، فقَامَ وَرَاءَهُ فَجَعَلَ يَحُلَّهُ، وَأقَرَّ لَهُ اŒخَرُ، فَلَمَّا انْصَرَفَ أقْبَلَ إلى ابْنَ عَبَّاسٍ، فقَالَ: مَالَكَ وَلِرَأسِى؟ فقَالَ: إنِّى سَمِعْتُ رسولَ اللّهِ # يَقُولُ: إنَّمَا مثَلُ هذَا كَمَثَلِ الَّذِى يُصَلِّى وَهُوَ مَكْتُوفٌ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى.»العقْصُ« ضفر الشعر وشده، وغرز طرفه في أعه .
1. (2750)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)´ın anlattığına göre, Abdullah İbnu´l-Hâris´i,-saçını arkadan topuz yapmış imkân tanımıştır. İbnu´l-Hâris namazını bitirince, İbnu Abbâs´a gelip: “Benim saçımla niye ilgilendin ” diye sormuş, İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) şu cevabı vermiştir. “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim, demişti ki:
“Böylesinin misâli, kolları arkasından bağlı olduğu halde namazını kılan kimsenin misâlidir.”[694]
AÇIKLAMA:
Saçı topuz yapmak diye çevirdiğimiz aksu´şşa´r, saçı başın arkasında örüp bağlayıp üç tarafını tepesine tutturmaktır.
Hadis, bu halde namaz kılmanın mekruh olduğunu ifade eder. Nevevî der ki: “Ulemâ, elbisenin kolları çemrenmiş, saçı tepesinde topuz yapılmış veya sarığının altına kıvrılmış ve benzeri bir şekilde namaz kılmanın mekruh olduğunda ittifak eder. Bütün bu haller, ulemânın ittifakıyla tenzîhî olarak mekruhtur. Bu halde namaz kılsa namazı sahihtir fakat günah işlemiştir. Cumhur, nehyin mutlak olduğunu belirtir. Yani, kerâhet yalnızca namaz maksadıyla bu kıyafete bürünmekle ilgili değildir. Kişi önceden bir başka gaye ile bu kıyafete bürünmüş olsa da kerâhet câridir. ed-Dâvudî, “nehyin, bunu namaz vaktinde bu maksadla yapanla ilgili olduğunu söyler. Ancak sahih olan önceki görüştür. Ashâb ve diğer selef büyüklerinden menkul rivâyetler bu görüşü destekler.”
Sadedinde olduğumuz rivâyetteki İbnu Abbâs´ın davranışı da bunu destekler. Müteakip rivâyette de Ebû Râfi´nin aynı gerekçe ile, namaz kılmakta olan Hasan İbnu Ali´nin saçını çözdüğünü göreceğiz.[695]
ـ2ـ وعن أبى سعيد المقبرى رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ أبَا رَافِعٍ مَوْلَى رسولِ اللّهِ # مَرَّ بِالْحَسَنِ بْنَ عَلِىٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما، وَهُوَ يُصَلِّى قَائِماً، وَقَدْ غَرَزَ ضَفْرَهُ في قَفَاهُ فَحَلَّهَا أبُو رَافِعٍ، فَالْتَفَتَ إلَيْهِ الْحَسَنُ مُغْضَباً، فقَالَ لَهُ أبُو رَافِعٍ: أقْبِلْ عَلى صََتِكَ وََ تَغْضَبْ، فَإنِّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: ذَلِكَ كِفْلُ الشَّيْطَانِ: يَعْنِى مَقْعَدهُ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
2. (2751)- Ebû Saîd el-Makberî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın âzadlısı Ebû Râfi, Hasan İbnu Ali (radıyallâhu anhümâ)´ye uğradı. Hasan, örgülerini ensesinde topuz yapmış olduğu halde kalkmış (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Bu, şeytan´ın minderi[696], yani oturma yeridir” dediğini işitmiştim (de onun için çözdüm)” dedi.”[697]
* İKİ HABÎSİN (BÜYÜK VE KÜÇÜK ABDEST) SIKIŞMASI
ـ1ـ عن عبداللّه بن محمد بن أبى بكر قال: ]كُنَّا عِنْدَ عَائِشَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها، فَجِئَ بِطَعَامِهَا، فقَامَ الْقَاسِمُ بْنُ مُحَمَّدٍ يُصَلِّى، فقَالَتْ: سَمِعْتُ رسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: َ صََةَ بِحَضْرَةِ طَعَامٍ، وََ لِمَنْ يُدَافِعُهُ ا‘خْبَثَانِ[. أخرجه مسلم وأبو داود واللفظ له.»ا‘خْبَثَانِ« البول والغائط .
1. (2752)- Abdullah İbnu Muhammed İbni Ebî Bekr (rahimehullah) anlatıyor: “Hz. Âişe (radıyallahu anhâ)´nin yanında idik. Yemeği getirildi. Derken Kâsım İbnu Muhammed namaza kalktı. Hz. Âişe: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim” dedi.
“Yemeğin yanında namaz kılınmaz, iki habîsin (yani büyük ve küçük abdestin) sıkışmasında da kılınmaz.”[698]
ـ2ـ وعن عبداللّه بن ا‘رقم: ]وَكَانَ يَؤُمَّ قَوْماً، فَأُقِيمَتِ الصََّةُ، فَأَخَذَ بِيَدِ رَجُلٍ فَقَدَّمَهُ وَقَالَ: سَمِعْتُ النَّبىَّ # يَقُولُ: إذَا أُقِىمَتِ الصََّةُ وَوَجَدَ أحَدُكُمْ الخََءَ فَلْيَبْدَأْ بِهِ قَبْلَ صََتِهِ[. أخرجه ا‘ربعة، وهذا لفظ الترمذي .
2. (2753)- Abdullah İbnu´l-Erkam (radıyallâhu anh)´ın anlattığına göre: “…Halka imamlık yapıyordu. (Bir seferinde) ikâmet getirilmişti. Bir adamın elinden tutup öne sürdü ve: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın:
“Namaz başlarken birinizin helâ ihtiyacı gelirse, önce helâya gitsin!” dediğini işittim dedi.”[699]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki rivâyet, namazı tam bir gönül huzuru içinde kılma gayreti göstermek gerektiğini ifade etmektedir. Zîra, bu huzuru bozan ve en ziyade rastlanan hallerden üçü zikredilerek, bunlardan biri ârız olunca, önce o hâlin giderilmesi, sonra namazın kılınması emredilmektedir.
Hadisle ilgili olarak Hattâbî´nin sunduğu açıklama şöyle: “Resûlullah önce yemeği emretmektedir, tâ ki nefis ihtiyacını görsün de musallî sâkin olarak namaza girsin, içindeki yemek arzusu, namazı çabuk bitirmeye sevkederek rükû, sücûd gibi rükünlerin hakkını vermeye engel olmasın. Küçük (veya büyük) abdest de böyledir. O da kişiye aynı şeyi yaptırır. Bu söylediğimiz, yeterli vaktin bulunması durumundadır. Şâyet böyle hareket etmeye yetecek bol vakit yok ise, namazı önce kılar, bu durumda hiçbir şeyi ona takdim etmez.”
2- Bu emir âmm´dır; farz, vâcib, nafile her çeşit namaza şâmildir. Kezâ, kalbin huzurunu bozacak başkaca haller de aynı hükme tâbidir. Hadiste, en çok rastlanan üç tanesi zikredilmiştir.
3- Yemek konmuşken, kılınacak namaz hususunda hükümler farklıdır. Bazı âlimler yemeğin takdimini (öne alınmasını) vâcib görmüştür, bazısı da mendub.[700]
SEHİV VE TİLÂVET SECDELERİ
* SEHİV SECDESİ
ـ1ـ عن عبداللّه بن مالك بن بحينة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رسُولَ اللّهِ # قامَ مِنَ اثْنَتَيْنِ مِنَ الظُّهْرِ لَمْ يَجْلِسْ بَيْنَهُمَا، فَلَمَّا قَضى صََتَهُ سَجَدَ سَجَدَتَيْنِ، ثُمَّ سَلّمَ بَعْدَ ذلِكَ[. أخرجه الستة، واللفظ للشيخين .
1. (2754)- Abdullah İbnu Mâlik İbnu Büheyne (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)öğle namazının ilk iki rekatini tamamlamıştı (oturması gerektiği halde oturmadan) kalktı. Namazı bitirince iki (ziyade) secde daha yaptı, ondan sonra selam verdi.”[701]
AÇIKLAMA:
1- Sehv (dilimizde sehiv diye de telaffuz olunur), birşeyden gaflet etmek kalbin bir başka şeye kayması demektir. Âlimlerin bir kısmı sehv ile nisyan (unutma) arasında fark görür.
2- Namazda sehv´in hükmü ihtilâflıdır.
* Şâfiîler her neden olursa olsun, sehiv secdesini sünnet kabûl eder.
* Mâlikîler, “sehvimiz namazda noksanlığa sebep oldu ise sehiv secdesine vâcib, ziyâdeye sebep oldu ise sünnettir” der.
Hanbelîler, “erkâna girmeyen vâcibler sehven terkedilirse secde-i sehv´in vâcib olduğuna, kavlî sünnetlerin terkinde ise vâcib olmadığına” hükmederler. Kasden yapıldığı takdirde namazı iptal eden bir söz veya fiil ziyadesi halinde sehiv secdesi yine vâcib olur.
* Hanefîler: “Sehiv secdesi, ne sebeple yapılırsa yapılsın, hepsi vâcibtir” der.
3- Sadedinde olduğumuz vak´a, Buhârî´nin bir rivâyetinde biraz daha tafsilatlı gelmiştir:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), namazlardan birinin iki rek´atini kıldırmıştı, oturmadan kalktı, halk da onunla birlikte kalktı. Namazı tamamlayınca selamına baktık. Selamdan önce tekbir getirdi, (yerinden hiç kalkmaksızın) oturduğu yerde secde yaptı, sonra selam verdi.”
4- Âlimler der ki: “Sehiv secdesi makamında meşrû olan iki secdedir. Unutarak tek secde yapacak olsa hiçbir şey gerekmez, bilerek tek secde yapacak olursa namaz iptal olur, çünkü namaza, meşrû olmayan bir secde ilave etmiş olmaktadır.”
5- Hadisten cumhur şu hükmü de çıkarır: Sehiv secdesiyle telafisi şart olan bir hatayı sehven yapan için bu secde meşrûdur: Böyle bir hatayı âmmden irtikab ederse ona secde gerekmez.
6- İmam, yaptığı hata için secde edince, me´mûm, imamın hatasını yapmamış bile olsa, imamla birlikte sehiv secdesi yapmalıdır.
İbnu Hazm bu hususta icmadan bahseder; ancak ulemâ: “İmamın sehiv yaptım zannıyla secde yapması halinde, cemaat onun sehiv yapmadığına kâni olunca, sehiv secdesine katılması gerekmez” demiştir.
7- Bu hadis ilk iki rek´atten sonraki teşehhüdün farz olmadığını gösterir. Aksi takdirde terki, sehiv secdesi ile telafi edilmezdi.
8- İkinci rek´atten sonraki teşehhüd için oturmadan, unutarak üçüncü rek´ate kalksa ve hatırlasa ki teşehhüdü unuttu, artık dönüş yapmaz, namaza devam eder. Üçüncü rek´atin kıyâmına geçtikten sonra geri dönecek olsa, -cumhura muhalif olarak- Şâfiî, namazın iptal olacağını söyler.
9- Hadis, sehiv ve unutmanın peygamberler hakkında câiz olduğunu gösterir.
10- Sehiv secdesinin yeri, namazın sonudur. Yanılarak teşehhüdden önce sehiv secdesi yapsa, -sehiv secdesinin vâcib olduğuna hükmeden cumhura göre- bunu iade eder.[702]
ـ2ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا كُنْتَ في صََةٍ فَشَكَكْتَ في ثَثٍ أوْ أرْبَعٍ، وَأكْبَرُ ظَنِّكَ عَلى أربَعٍ تَشهَّدْتَ، ثُمَّ سَجَدْتَ سَجْدَتَيْنِ، وَأنْتَ جَالِسٌ قَبْلَ أنْ تُسْلِّمَ، ثُمَّ تَشَهَّدْتَ أيْضاً، ثُمَّ تُسَلِّمُ[. أخرجه أبو داود، وقال: وقد روى عنه ولم يرفعوه إلى النبى #.
2. (2755)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Namaz kılarken üç mü kıldım dört mü kıldım diye şüpheye düşersen, eğer zann-ı gâlibin dört ise hemen teşehhüd yap, sonra sen daha otururken ve selam vermemişken iki secde daha yap, sonra aynı şekilde teşehhüd oku, sonra selam ver.”[703]
Ebû Dâvud der ki: “Bu, İbnu Mes´ud´dan rivâyet edilmiştir. Âlimlerden kimse bunu Resûlullah´a nisbet etmedi.”[704]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, namaz esnasında kılınan rekatlerin miktarında şüpheye düşen kimsenin durumuna açıklık getirilmektedir. Bu mevzu ihtilaflıdır:
* Hanefîler ve Mâlikîler bu rivâyeti esas alarak, “Zann-ı gâlibe göre hareket eder” demiştir. Zann-ı gâlib hâsıl olmazsa yakîn´i (kesin bilgisini) esas alır.
* Şâfiîler: “Bütün durumlarda yakîn esas alınır” demiştir. Bunlar arkadan kaydedilecek olan Ebû Saîdi´l-Hudrî hadisini esas alırlar.[705]
ـ3ـ وعن أبى سعيد الخدرىّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا شَكَّ أحَدُكُمْ في صََتِهِ فَلَمْ يَدْرِكمْ صَلّى ثََثاً أوْ أرْبَعاً، فَلْيَطْرَحِ الشَّكَّ وَلْيَبْنِ عَلى مَا اسْتَيْقَنَ، ثُمَّ يَسْجُدُ سَجْدَتَيْنِ قَبْلَ أنْ يُسَلِّمَ، فإنْ كَانَ صَلَّى خَمْساً شَفَعْنَ لَهُ صََتَهُ، وَإنْ كَانَ صَلّى تَمَاماً ‘رْبَعٍ كَانَتَا تَرْغِيماً لِلشَّيْطَانِ[. أخرجه الستة إ البخارى.»تَرْغِيمُ الشَّيْطَانِ«: إلصاق أنقه بالرّغام، وهو التراب ذ .
3. (2756)- Ebû Saîdi´l-Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Biriniz namazında, iki mi kıldım, üç mü kıldım diye şekke düşerse, şekki atsın, yakîn kesbettiği hususu esas alsın, sonra da selam vermezden önce iki secdede bulunsun. Eğer (bu kıldığı ile) beş rek´at kılmışsa, namazını onunla (sehiv secdesiyle) çift yapmış olur. Dördü tam kılmış idiyse, o iki secdesi, şeytanın burnunu sürtme olur.”[706]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, “sehiv secdesi selamdan öncedir” diyenlerin delilidir.
2- Sehiv secdesinin bir rek´at yerine kâim olduğu ifade edilmektedir. Düştüğü şekk sebebiyle kıldığı rek´at beşince rek´at olmuşsa, secde-i sehvi altıncı rek´at olarak namazı çift rekatlı kılmış olmaktadır.
3- Sehiv secdesinin “şeytanın burnunu sürtme” olması, musallînin kalbine şekk sûretinde vesvese vererek namazını iptal ettirmek istemesindendir. Bu ifade sehiv secdesinin sevaplı bir amel olduğunu ifade eder.
4- Bu hadis ayrıca şekk´de zann-ı gâlibi değil yakîni esas almayı irşad etmektedir. Çünkü “şekkin atılıp yakîn kesbedilen hususun esas alınması” emredilmektedir. İbnu Mâce´de gelen rivâyet “yakînin esas alınmasını” daha sarîh ifade eder: “Biriniz bir mi iki mi diye şekke düşerse, biri esas alsın; iki mi üç mü diye şekke düşerse ikiyi esas alsın; üç mü dört mü diye şekke düşerse üçü esas alsın; sonra namazının gerisini buna göre tamamlasın, böylece vehim ziyadede kalsın, sonra da otururken, daha selam vermeden iki secde yapsın.” Hadisin Hâkim´deki vechinden şu ilaveye yer verilmiştir: “…Zîra fazlalık noksanlıktan hayırlıdır.” Müteakiben kaydedilecek Tirmizî hadisi de bazı eksikliklerle bunun aynıdır.”(4)
5- Hanefîlerin esas aldığı İbnu Mes´ud hadisi (2760) ile bunun arasında iki mühim fark var:
a) İbnu Mes´ud hadisinde taharri, yani zann-ı gâlibi arama var. Burada yakîn esas alınmakta, ihtiyatlı davranılarak eksik tamamlanmaktadır.
b) İbnu Mes´ud, hadisinde secde-i sehvin selamdan sonra yapılmasını ifade ederken, bu selamdan önce yapılmasını emretmektedir.
Şunu da belirtelim ki, Hanefîlerin zann-ı gâlibi kendisine sık sık vesvese gelen kimse hakkındadır. Böyle bir vesvese ile ilk karşılaşan, namazını yeni baştan kılmalıdır.
Bu mevzû üzerine bazı açıklamalar 2760 numaralı hadiste gelecek.[707]
ـ4ـ وعن عبدالرحمن بن عوف رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ # إذَا سَهَا أحَدُكُمْ في صََتِهِ فَلَمْ يَدْرِ وَاحِدَةً صَلَّى أوِ اثْنَتَيْنِ فَلْيَبْنِ عَلى وَاحِدَةٍ، فإنْ لَمْ يَدْرِ اثْنَتَيْنِ صَلَّى أمْ ثََثاً فَلْيَبْنِ عَلى اثْنَتَيْنِ، فإنْ لَمْ يَدْرِ
ثََثاً صَلّى أمْ أرْبَعاً فَلْيَبْنِ عَلى ثََثٍ وَيَسْجُدُ سَجْدَتَيْنِ قَبْلَ أنْ يُسَلِّمَ[. أخرجه الترمذي .
4. (2757)- Abdurrahman İbnu Avf (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Biriniz namazında yanılır da bir mi iki mi kıldığını bilemezse, namazını bir üzerine bina etsin; iki mi üç mü kıldığını bilemezse iki üzerine bina etsin; üç mü dört mü kıldığını bilemezse üç üzerine bina etsin, sonra da selam vermezden önce iki (ziyade) secde yapsın…”[708]
ـ5ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رسولَ اللّهِ # انْصَرَفَ مِنْ اثْنَتَيْنِ، فقَالَ لَهُ ذُو الْيَدَيْنِ: أقَصُرَتِ الصََّةُ أمْ نَسِيتَ يَا رسُولَ اللّهِ؟ فقَالَ: أصَدَقَ ذُو الْيَدَيْنِ؟ فقَالُوا: نَعَمْ، فَصَلَّى اثْنَتَيْنِ أُخْرَيَيْنِ، ثُمَّ سَلَّمَ، ثُمَّ كَبَّرَ ثُمَّ سَجَدَ سَجْدَتَيْنِ مِثْلَ سُجُودِهِ أوْ أطْوَلَ، ثُمَّ رَفَعَ[. أخرجه الستة .
5. (2758)- Ebû Hureyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazın ikinci rek´atında selam verip bitirdi. Zülyedeyn (radıyallâhu anh) kendisine:
“Ey Allah´ın Resûlü, namaz kısaldı mı yoksa unuttunuz mu ” diye sordu. Aleyhissalâtu vesselam:
“Zülyedeyn doğru mu söylüyor ” diye sordu. Herkes:
“Evet!” diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) de iki rek´at daha kıldı, sonra selam verdi, sonra tekbir getirip iki secde daha yaptı. Bu iki secde diğer secdelerinin uzunluğunda idi veya biraz daha uzundu. Sonra namazdan kalktı.”[709]
ـ6ـ وفي رواية: ]صَلّى إحدَى صََتَىْ الْعَشِىِّ. قالَ مُحَمَّدٌ: وَأكْثَرُ ظَنِّى أيُّهَا الْعَصْرُ رَكْعَتَيْنِ، ثُمَّ سَلَّمَ، ثُمَّ قَامَ إلى خَشَبَةٍ في مُقَدِّمِ المَسْجِدِ فَوَضَعَ يَدَهُ عَلَيْهَا وَفِيهِمْ أبُو
بَكْرٍ وَعُمَرُ فَهَابَاهُ أنْ يُكَلِّمَاهُ، وَخَرَجَ سُرْعَانُ النَّاسِ، فقَالُوا: أقَصُرَتِ الصََّةُ؟ وَرَجُلٌ يَدْعُوهُ رسولُ اللّهِ # ذَا الْيَدَيْنِ، فقَالَ يَا رسُولَ اللّهِ: أقَصُرَتِ أمْ نَسِيتَ؟ فقَالَ: لَمْ أنْسَ وَلَمْ تُقْصَرْ، فقَالَ: بَلَى قَدْ نَسِيتَ، فقَامَ فَصَلَّى رَكْعَتَيْنِ، ثُمَّ سَلَّمَ، ثُمَّ كَبَّرَ فَسَجَدَ مَثْلَ سُجُودِهِ أوْ أطْوَلَ، ثُمَّ رَفَعَ رَأسَهُ فَكَبَّرَ، ثُمَّ وَضَعَ رَأسَهُ فَكَبّرَ، فَسَجَدَ مِثْلَ سُجُودِهِ أوْ أطْوَلَ، ثُمَّ رَفَعَ رَأسَهُ وَكَبّرَ[. »سُرْعَانُ النَّاسِ« أوائلهم ومتقدموهم .
6. (2759)- Bir rivâyette şöyle gelmiştir: “(Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğle ve ikindi namazlarından birini iki rek´at kılmıştı. -Muhammed İbnu Sîrîn der ki: “Zann-ı gâlibime göre bu, ikindi namazı idi. Sonra selam verdi. Sonra mescidin ön kısmındaki kütüğe gitti. Elini üzerine koydu, (yüzünde öfke okunuyordu). Cemaatte Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer de vardı. Bunlar (namazda yapılan eksiklikten) Efendimize söz etmekten (hicab edip) korktular. Cemaatin çabuk çıkanları:
“(Ey Allah´ın Resûlü!) namaz kısaldı mı ” diye sordular. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Zülyedeyn dediği bir zât da:
“Ey Allah´ın Resûlü! Namaz mı kısaldı, siz mi unuttunuz ” dedi.
“Ne ben unuttum, ne de namaz kısaldı” cevabını verdi. Ama Zülyedeyn tekrar:
“Hayır (farkında değilsiniz), unuttunuz!” (dedi). Bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm) kaltı iki rek´at daha kıldı, sonra selam verdi. Sonra tekbir getirdi, tıpkı diğer secdeleri gibi -veya biraz daha uzun olmak üzere- (sehiv için) secde yaptı, sonra başını kaldırdı tekbir getirdi, sonra başını koydu tekbir getirdi, peşinden önceki secdesi gibi -veya daha uzun- (sehiv için ikinci defa) secde etti, sonra başını kaldırdı ve tekbir getirdi, (oturup teşehhüd okudu ve selam vererek namazı tamamladı).”[710]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in namazında yanılarak iki rek´atte selam vermesine temas eden muhtelif rivâyetler var. Bu rivâyetler tek vak´âya parmak basıyor gibiyse de, rivâyetlerdeki farklılıkları tahlîl eden âlimler farklı hâdiselerin mevzubahis edildiği hükmüne varmışlardır. Yani, bu rivâyetler Resûlullah´ın birkaç sefer unutarak dört rek´atli namazı iki rek´at olarak kıldığını ve cemaatin ikazı üzerine dörde tamamladığını göstermektedir. Şöyle ki:
a) Bir kere, hangi namazda iki kıldığı ihtilaflıdır. Bazılarında öğle, bazılarında ikindi namazı olduğu söyleniyor, bazılarında da tereddütlü bir ifade kullanılıyor. Nitekim sadedinde olduğumuz 2759 numaralı hadiste tereddüt mevzubahistir.
b) Resûlullah´ı ikaz eden şahsın ismi de rivâyetlerde farklıdır. Bazı rivâyetlerde Zülyedeyn lakabında Benî Süleymli el-Hırbak´ın adı geçer. Elleri uzun olduğu için kendisine Zülyedeyn lakabının takıldığı belirtilir. Bazı rivâyetlerde Züşşimâleyn lakabını taşıyan birinin zikri geçer. Zühri, Züşşimâleyn ile Zülyedeyn´in aynı şahıs olduğuna hükmetmiş ise de bu hükümde yanıldığı belirtilmiştir. Diğer ulemâ bilittifak bunların iki ayrı şahıs olduğunu söyler. Züşşimâleyn, Huza´a kabilesindendir ve Benî Zühre´nin halîfidir (müttefiki). İsmi de Umayr İbnu Abdi Amr´dir. Bedir savaşına katılmış ve orada şehid oluştur.
2- Hadiste geçen aşiyy lügatçilerin açıklamasına göre zevâlgün batımı arasındaki vakittir. İki aşiyy, öğle ile ikindi namazları demektir.
3- Hadiste, Hz. Peygamber´i namazı eksik kılmasına sevkeden psikolojik duruma işaret edilir: Namazdan sonra öne geçiyor ve ellerini öndeki kütüğün üzerine koyuyor, bu sırada yüzünde öfke hâli var, bunu cemaat görebiliyor. Şârihler, bu öfkenin tesiriyle şekke düşmüş olabileceği tahmini yürütürler. Mamafih, kaç rek´at kıldığında tereddüde ve şekke düştüğü için öfkelenmiş olabileceği de söylenmiştir.
4- İbnu Abbâs, İbnuz-Zübeyr, Urve, Atâ, Hasan Basrî, İmam Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel ve bütün hadis imamları bu hadise dayanarak şu hükme varmışlardır: “Namazın tamam olduğunu zannederek namazdan çıkma ve namazı kesme niyyeti, namazın iptalini gerektirmez, sağa ve sola selam vermiş bile olsa. Keza unutarak konuşan kimsenin veya namaz bitti zannıyla konuşan kimsenin kelamı namazı bozmaz. Selef ve haleften cumhur-u ulemânın görüşü budur.”
NOT: Hanefîler bu meselede başka türlü düşünürler. Onlara göre bu hadis mensuhtur. Namazda unutarak olsun, cehaletle olsun bitirdim zannıyla olsun, her ne sûretle konuşulursa konuşulsun namaz bozulur. Hanefîler bu meselede, namazda konuşma yasağıyla ilgili olarak İbnu Mes´ud ve Zeyd İbnu Erkam (radıyallahu anhümâ) tarafından rivâyet edilen hadislere dayanırlar. Mezkûr hadislerin sadedinde olduğumuz hadisi neshettiğine hükmederler[711]
Diğer görüş sahipleri Hanefîlere cevap vermiş, hadislerden hangisinin evvel, hangisinin sonra vürûd ettiği noktasında düğümlenen bazı teknik münâkaşalar olmuş ise de teferruâtı gereksiz görüyoruz. Hak olan dört mezhebin görüşlerine ihtilaflı da olsa saygı esastır.
5- Hadisin sonunda secde-i sehvi anlatan paragrafın daha açık olması için bazı ilavelerde bulunduk ve ilavelerimizi parantez içerisine aldık. Bu rivâyette sehiv secdesinden sonra teşehhüd ve selam zikredilmemiştir. Ebû Dâvud bu hususun varlığını, açıklamasında nakleder. Biz parantez içerisinde gösterdik.
6- Bazı âlimler bu hadisten şu hükümleri de çıkarmışlardır.
* Selamdan sonra, eksik kısmın ilavesi için aradan az zaman geçmelidir. “Bir rek´atlık”, “bir namazlık” vakitten fazla olmamalıdır” da denmiştir.
* Böyle durumlarda secde-i sehivde bulunmak vâcibtir, çünkü efendimiz: “Beni nasıl namaz kılıyor gördüyseniz öyle namaz kılın” buyurmuştur.
* Namazda birden fazla secde-i sehvi gerektiren hata da yapılsa, sonda bir defa sehiv secdesi yapılır.
* Sehiv secdesi selamdan sonradır.
NOT: Hadisle ilgili hükümleri değerlendirirken, hadisin mensuh olup olmaması hususunda Hanefîlerle diğer ulemânın ihtilâfını hatırdan çıkarmamak gerekir.[712]
ـ7ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]صَلَّى النَّبىُّ # فَزَادَ أوْ نَقََصَ فَقِيلَ: يَا رَسُولَ اللّهِ أحَدَثَ في الصََّةِ شَىْءٌ؟ فقَالَ: وَمَا ذَاكَ؟ قالُوا: صَلَّيْتَ كَذَا وَكَذَا، فَثَنَى رِجْلَيْهِ وَاسْتَقْبَلَ الْقِبْلَةَ، وَسَجَدَ سَجْدَتَيْنِ، ثُمَّ سَلَّمَ، ثُمَّ أقْبَلَ عَلَيْنَا بِوَجْهِهِ، فقَالَ: إنَّهُ لَوْ حَدَثَ في الصََّةِ شَىْءٌ أنْبَأتُكُمْ بِهِ، وَلَكِنِّى بَشَرٌ أنْسى كَما تَنْسَوْنَ، فإذَا نَسِيْتُ فَذَكِّرُونِى، وَإذا شَكَّ أحَدُكُمْ في صَتِهِ فَلْيَتَحَرَّ الصَّوَابَ وَلْيَبْنِ عَلَيْهِ، ثُمَّ يَسْجُدُ سَجْدَتَيْنِ[. أخرجه الخمسة .7.
7. (2760)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaz kılmıştı. Namazda (unutarak) ziyade veya noksanda bulundu. Kendisine:
“Ey Allah´ın Resûlü! Namazda (yeni bir durum mu) hâsıl oldu ” diye soruldu.
“Bunu niye sordunuz ” diye O da merak etti.
“Şöyle şöyle kıldınız” dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hemen dizlerini bükerek kıbleye yöneldi ve iki adet sehiv secdesinde bulundu, sonra selam verdi ve yüzünü bize çevirerek:
“Şâyet namazda yeni bir şey hâsıl olsaydı ben size haber verirdim. Ancak ben bir beşerim, sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Öyleyse bir şey unutursam bana haber verin. Biriniz namazında şekke düşecek olursa doğruyu araştırsın ve onun üzerine, kalanı bina etsin, sonra da iki (sehiv) secdesi yapsın” dedi.”[713]
AÇIKLAMA:
1- Burada da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın unutarak namazda rek´atlerin miktarında yanlışlık yaptığı belirtilmektedir. Kaynaklarda gösterilen bazı vecihlerinde yanılmanın öğle vaktinde olduğu, namazı beş rek´at kıldırdığı tasrîh edilmiştir. Keza bazı rivâyetlerde, sehiv secdesini, selam ve kelamdan (yani konuşmalardan) sonra yaptığı belirtilmiştir.
2- “Namazda (yeni bir durum mu) hâsıl oldu ” sorusu, “Namazla ilgili yeni bir vahiy mi geldi, rek´at sayısı artırıldı mı ” demektir. Çünkü soru, bazı rivâyetlerde, “Namazda artırma mı oldu ” şeklinde gelmiştir.
3- Hadiste geçen taharriden (araştırma) muradın ne olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Şöyle ki:
* Şâfiî´ye göre: “Bu, yakîn üzerine binadır, zann-ı gâlibe değil. Zîra namaz zimmette yakîn ile sâbittir, ancak yakîn ile düşer.”
* İbnu Hazm´a göre İbnu Mes´ud hadisindeki taharrîyi, Müslim´de gelen Ebû Saîd hadisi tefsir etmiştir: “…Eğer üç mü dört mü kıldığını bilemezse, şekki atsın, yakîn hâsıl ettiği miktara bina etsin” (2756). Bu açıklama Şâfiî´nin görüşünü farklı kelimelerle ifade eder.
* Taharrî için “zann-ı gâlible ameldir” diyen de olmuştur. Müslim´ deki rivâyetlerin zahiri bunu ifade eder.
* İbnu Hibbân´a göre bina, taharrî değildir. Bina, meselâ üç mü dört mü diye şekke düşmek ve şekki bertaraf etmektir. Taharrî ise, namazında şekke düşüp ne kıldığını bilmemektedir. Bu durumda zann-ı gâlibi esas alması
* Şöyle diyen de olmuştur: “Taharrî, kendisine birçok kereler şekk hâsıl olan için mevzubahistir. Bu kimseye zann-ı gâlibe göre hareket etmek terettüp eder.” İmam Mâlik ve İmam Ahmed (rahimehümâllah) böyle hükmederler.
* İmam Ahmed´den meşhur görüşe göre taharrî, imamla ilgili bir keyfiyettir, zann-ı gâlibine göre namazın gerisini tamamlar. Ancak münferid kılan, dâima yakîn üzerine namazını bina etmelidir. Ahmed İbnu Hanbel´den bu meselede başka görüşler de rivâyet edilmiştir.
* Ebû Hanîfe´ye göre, kişiye şekk birinci sefer ârız olunca namazı yeniden kılmalı, çokca vâki olunca zann-ı gâlibe bina etmeli, aksi halde yakîni esas almalıdır.
4- Hadisin Resûlullah´ın yanlışlıkla beş rek´at kıldırdığını ifade eden vechini esas alan bazı âlimler, bu hadiste, Hanefîlerin bir hükmüne aykırılık bulmuşlardır. Mezkûr Hanefî hükmüne göre, “Bir kimse, dördüncü rek´ate oturmadan yanlışlıkla beşinci rek´ate kalkacak olursa namazı iptal olur.” Sadedinde olduğumuz hadise göre bu durumda namaz bozulmaz.
5- Peygamberden fiil hususunda hata sâdır olabilir. Ulemâ bu hususta müttefiktir. Bir grup da hatayı peygamber hakkında caiz görmez. Ancak, sadedinde olduğumuz hadis ve emsali bu görüşü reddeder. Şunu da ilave edelim ki, Resûlullah´a hatayı câiz görmeyenler, daha ziyade ahkâmın tebliğine ait fiillerde bunu reddederler. Bu iddiada olan âlimler Resûl-i Ekrem´in yanıldığını ifade eden rivâyetleri şöyle îzah ederler: Yanılmak peygamberliğe aykırı değildir, yanılır ama hata üzerine bırakılmaz. Hatası üzerine bırakılmayınca o hatadan dine bir zarar gelmez, bilakis fayda hasıl olur, bu vesileyle yeni ahkâmlar tebliğ edilmiş olur. Hata yaptığı takdirde uyarılması hemen mi olur, zaman içinde mi olur, bunda da ihtilaf edilmiştir.
Kâdı İyâz, “ahkâm beyan eden sözlerde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanılmasının câiz olmayacağını, kasden yanlış söylemesinin de câiz olmayacağını, ulemânın bu hususta ittifak ettiğini” söyler.[714]
ـ8ـ وعن المغيرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #: إذَا قَامَ ا“مَامُ في الرَّكْعَةِ فَذَكَرَ قَبْلَ أنْ يَسْتَوِىَ قَائِماً فَلْيَجْلِسْ، فإنِ اسْتَوَى قَائِماً فََ يَجْلِسْ، ولْيَسْجُدْ سَجْدَتَى السَّهْوِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
8. (2761)- Muğîre İbnu Şu´be (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İmam, (yanılarak ikinci rek´atte oturacağı yerde müteakip) rek´ate kalkmaya teşebbüs eder ve tam doğrulmadan hatırlarsa, hemen otursun. Tam kalkıp doğrulmuşsa artık (geri dönüp) oturmasın, namazın sonunda sehiv secdesi yapsın.”[715]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Ebû Dâvud´daki aslında فِى الرَّكْعَةِ değil فِى الرَّكْعََتَيْنِ gelmiştir, yani “ikinci rek´atte oturmayıp kalkarsa…” şeklindedir; daha sarihtir.
2- İkinci rek´atte unutarak kalkan kimse, oturması gerektiğini hatırlayınca, ister kuûda yakın halde, isterse kıyâma yakın halde bulunsun, yeter ki tam kalkmamış olsun hemen geri dönüp oturmalıdır. Tam kıyâm hâlini aldıktan sonra hatırlarsa artık geri dönmez.
3- Kalktıktan sonra, hatırlayarak yerine geri dönen kimseye sehiv secdesi gerekir mi gerekmez mi meselesinde âlimler ihtilaf eder. Hanefîler vâcib olmadığı kanaatindedir, çünkü onun fiili zaten kuûd´a dahildir. Şâfiîlerin cumhuruna göre sehiv secdesi, kuûda yakın olarak kalkmış bile olsa gerekmez. Sehiv secdesi hadisin ikinci kısmı için, yani teşehhüd okumadan kalkma halinde yapılır. Ahmed İbnu Hanbel “kalktığı için sehiv secdesi yapar” demiştir. Şâfiîlerin ve Ahmed İbnu Hanbel´in kendilerine has başka delilleri mevcuttur. Şâfiîler şu hadisi zikrederler: “Namazda bir sıçrayış sehiv değildir; sehiv, oturma yerine kalkmak veya kalkma yerine oturmaktır.” Ahmed (rahimehullah) de şu hadise dayanır:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ikindi namazının ikinci rekatinde iken sehven kalkmak üzere kımıldamıştı, cemaat subhânallah diyerek uyardı. Hemen oturdu. Sonra sehiv secdesi yaptı.”
4- Bu hadis, sehiv secdesi, kıyam fiili için değil teşehhüdün kaçırılması sebebiyledir diyenlerin delilidir.
5- Hadis, namazda vâcib olan bırakılıp farz olana başlandığı takdirde vâcibe dönülmeyeceğine delildir. Burada unutulan vacib kuûd ve teşehhüddür, başlayan farz kıyâmdır.[716]
9. (2762)- İmam Mâlik (rahimehullah)´a ulaştığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Ben de unuturum veya sünnet koymak için unutturulurum” buyurmuştur.”[717]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet, Muvatta´da yer aldığı halde senedi bulunmayan dört muallâk (belâğat) hadisten biridir. İbnu Abdilberr, hadis senet yönüyle zayıf da olsa, ma´nâsının sahih olduğunu belirtir.
İbnu Hacer de senet yönüyle “aslı yoktur” demiş ancak ma´nâsıyla ihticac edildiğini söylemiştir. “Belağ, zayıf hadislerden ise de ma´nâsı mevzu değildir” der.
Süfyân-ı Sevrî: “Mâlik´in, “Bana ulaştı” demesi sahih bir isnaddır” demiştir.
2- Hadisin ma´nâsı: “Ben unutmaya itilirim, tâ ki insanları hidâyetle doğru yola sevkedeyim, bu sûretle, onlara unutma ârız olduğu zaman nasıl hareket edeceklerini beyan edeyim” demektir.
Şu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadisleriyle ona ârız olan unutma sebebiyle şeriatın sıhhati hususunda bizlerin endişeye düşmemesini irşad etmekte, bilakis, şeriatın unutmaya müteallik ahkâmının teşrî edilerek, kemâlinin sağlanması için bunun gerekli olduğuna dikkat çekmiş olmaktadır.
3- Burada dikkat çekmemiz gereken bir husus şudur: Hadis iki ayrı “unutma” hâdisesinden bahseder. Bunlardan birini Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) kendine nisbet ediyor, diğerini ise Allah´a. Halbuki biliyoruz ki, Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm) kendisi de unutsa, bu da Allah´tandır. Allah unutturmuştur. Öyleyse iki ma´nâ muhtemeldir.
* Birincisine göre: “Uyanık halde unuturum, uykuda unutturulurum” demek istemiştir. Böylece uyanık haldeki unutmayı kendisine nisbet etmiştir, çünkü uyanıklık (yakaza) hali, insanların çoğunlukla sakınabilecekleri bir haldir. Uykudaki unutmayı başkasına izâfe etmiştir, çünkü o öyle bir haldir ki ondan sakınma pek nâdirdir ve uyanıkken mümkün olan, uyku halinde mümkün değildir.
* İkincisine göre: “Ben, normal olarak beşerî işlerde cereyan eden unutma, hata, zuhûl nevinden unutmalara mâruzum” veya “ben işleri tezekkür etmeme, onların üzerine gitmeme ve kendimi onlara vermeme rağmen unutturulurum” demek istemiştir ve böylece iki unutmadan birini, sanki ona mecbur gibi olduğu için kendine nisbet etmiştir.
Kâdı İyâz´ın açıklamasına göre, nisyanın (unutma) Resûlullah´ın şahsına izâfesi, kelimenin lügat ma´nâsı itibariyledir, Allah´a nisbeti de Resûlullah´ta gerçek unutmanın olmadığını belirtmek içindir. Zîra gerçekten unutturan Allah´tır. Öyleyse nerede kendisinde unutma olduğunu söyledi ise, bu sıfatın kendinde bulunduğunu belirtmek içindir; nerede bunu Allah´a nisbet etmiş ve dolayısıyle kendinden unutmayı nefyetmiş ise, bu da, unutma vasfının, tabiatından,kendiliğinden hâsıl olmayıp Allah´ın iradesiyle olduğunu belirtmek içindir. Bir başka ifadeyle O bir elçidir, ilâhî bir şeriatın tebliğcisidir, tebliğ vazifesinin sıhhatli, eksiksiz olması için bütün işleri ilâhî murâkabe altındadır, unutma vasfı da… Bu vasıf, Aleyhissalâtu vesselâmda insan olarak mevcuttur, ancak ilâhî iradenin murâkabesindedir. O irade, şeriatın konmasında, unutması gereken şeyler olunca unutturmaktadır.[718]
TİLÂVET SECDESİ
UMUMÎ AÇIKLAMA:
1- Kur´ân-ı Kerîm´de bazı âyetler okunurken secde etmek gerekir. Bu âyetler mahiyet itibariyle şu üç muhtevadan birini taşır:
* Ya secdeyi emretmektedir, bu emri yerine getirmek için secde edilir.
* Yahut secdeye teşvik ve secde edene övgü ifade edilmektedir, bu âyetler de de secde edilir ki fazîlete erilsin.
* Yahut secdeyi medhedici bir sîga ile bahsedilir. Kâfirlerin secde etmediği ifade edilir. Kâfirlere muhalefet etmek için de bu âyetlerde secde edilir.
2- Kur´ân´da secde âyetlerinin sayısı ihtilaflıdır. İbnu Hacer “On tanesinde ulemâ icma etmiştir” der. İmâm-ı Mâlik´e nisbet edilen bir açıklamaya göre secde âyetleri onbeş adeddir. Hanefîler ondört yerde secde kabul ederler. Secde âyetleri şunlardır:
1- A´raf sûresinin son âyeti (206. âyet) “Doğrusu Rabbinin katında olanlar, O´na kulluk etmekten büyüklenmezler, O´nu tenzîh ederler ve yalnız O´na secde ederler.”
2- Ra´d sûresinin 15. âyeti: “Yerde ve göktekiler ve onların gölgeleri sabah, akşam ister istemez Allah için secde ederler.”
3- Nahl sûresinin 49. âyeti “Göklerde ve yerde bulunan her canlı ve melekler büyüklük taslamaksızın Allah´a secde ederler.”
4- İsrâ sûresinin 107. âyeti: “De ki: “Kur´ân´a ister inanın ister inanmayın. Ondan önceki ilim verilenlere o okunduğu zaman, yüzleri üzerine secdeye varırlar.”
5- Meryem sûresinin 58. âyeti: “Rahmân´ın âyetleri onlara okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı.”
6- Hacc sûresinin 19. âyeti “Göklerde ve yerlerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların birçoğunun Allah´a secde ettiklerini görmüyor musun ”
7- Yine Hacc sûresinde 77. âyet: “Ey iman edenler! Rükû edin secdeye varın, Rabbinize kulluk edin, iyilik yapın ki saadete erişesiniz.”
8- Furkân sûresinin 60. âyeti: “Onlara: “Rahmân´a secdeye varın!” dendiği zaman “Rahman da nedir .” derler.”
9- Neml sûresinde 25. âyet: “Göklerde ve yerde gizli olanları ortaya koyan, gizlediğiniz ve açıkladığınız şeyleri bilen Allah´a secde etmemeleri için, şeytan, kendilerine yaptıklarını güzel göstermiş..”
10- Secde sûresi 15. âyet: “Âyetlerimize ancak, kendilerine hatırlatıldığı zaman secdeye kapananlar, büyüklük taslamıyarak Rablerini överek yüceltenler… inanırlar.”
11- Sâd sûresi 24. âyet: “Dâvud kendisini denediğimizi sanmışdı da Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapanmış, tevbe etmiş, Allah´a yönelmişti.”
Burada Hanefîlere göre secde yoktur. Ancak Şâfiîlere ve Mâlikîlere göre vardır.
12- Fussilet sûresinin 37. âyeti: Gece ile gündüz, güneş ile ay Allah´ın varlığının delillerindendir. Güneşe ve aya secde etmeyin, eğer Allah´a kulluk etmek istiyorsanız, bunları yaratana secde edin.”
13- Necm sûresinin 62. âyeti: “Artık secdeye varın Allah´a kulluk edin.”
14- İnşikak sûresinin 21. âyeti: “Onlara Kur´ân okunduğu zaman neden secde etmiyorlar ”
15- Alak sûresinin 19. âyeti: “Sakın ona uyma, sen secde et, Rabbine yaklaş.”[719]
İHTİLAFLAR:
Ulemâ, secde âyetlerinin sayısı hakkında ihtilaf eder. Bu hususta 12 farklı görüş ortaya çıkmıştır. Teferruâta girmeden bazılarına dikkat çekeceğiz:
1- Neml sûresinde gösterilen âyet Hanefîlerin görüşüdür. İmam Mâlik ve Şâfiî´nin görüşüne göre secde âyeti هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظَيمِ ´den itibaren başlar.
2- Sâd sûresindeki secde âyeti, Mâlikîlere ve Şâfiîlere göredir. Hanefîlere göre, burada secde gerekmez. İmam Mâlik´ten yapılan bir diğer rivâyete göre secde mahalli, bir âyet sonra وَحُسْنُ مَآبٌ
´dır.
3- Fussilet sûresinde gösterilen âyet İmam Mâlik ve kavl-i kadîminde Şâfiî´nin görüşüdür. Hanefîlere ve kavl-icedîdinde Şâfiî´ye göre, bir âyet daha okuyup وَهُمْ َ يَسْألُونَ ´dan sonraki âyete kadardır.
4- İnşikak sûresinde Mâlikîlerden İbnu Habîb´e göre sûrenin sonudur.
5- Hanefîlere göre Hacc sûresindeki ikinci secde yoktur, böylece onlara göre secde âyetinin sayısı 14´dır.
6- İmam Şâfiî´nin yeni görüşüne, İmam Ahmed´in esahh olan kavline göre Sâd sûresindeki secde âyetinde secde yoktur ve onlara göre de secde sayısı 14´dür.
7- Ebû Sevr´e göre Ve´n-Necm´deki secde sâkıttır ve sayı yine 14´dür.
8- Atâyı Horasânî´ye göre Hacc´daki ikinci secde ile İnşikâk´taki secde sâkıttır, sayı 13´dür.
* Hanefîlere göre tilâvet secdesinin sebebi: Secde âyetlerinin okunması, dinlenmesi ve okuyana iktida (uyma)dır. Dolayısıyla okuyan secde edeceği gibi, dinleyende eder. Cemaate dahil olup imama uyan kimse imamın sessizce okuduğu secde âyeti için bile imamla birlikte secde yapar.
Okumanın secdeye sebep olduğunda ittifak edilmiştir. İşitme de secdeye sebep olur mu Bunda ihtilaf edilmiştir, aşağıda açıklayacağız.[720]
TİLÂVET SECDESİNİN HÜKMÜ
* Ebû Hanîfe merhuma göre, okuyan ve dinleyen üzerine vâcibtir, işiten dinlemeyi kastetmemiş, âyet kulağına tesadüfen ulaşmış bile olsa.
Hanefîler bu hükme varırken şu âyetleri delil kılarlar: “Onlara ne oluyor ki iman etmiyor, kendilerine Kur´ân okunduğu vakit de secde etmiyorlar” (İnşikâk 20-21). Bir diğer âyet “Artık Allah´a secde edip ibâdet edin” (Necm 62).
Hanefîler bazı hadislerden de vücûb ma´nâsı çıkarırlar:
“Secde, secde âyetini işitene gerekir.” Keza:
“Secde, secde âyetini dinleyenedir.” Birinci hadis ihtiyarsız da olsa, işiteni ifade ederken ikinci hadis, kasıdla dinleyeni ifade eder.
* İmam Şâfiîye göre tilâvet secdesi sünnet-i müekkededir. Ancak mezheb mensupları dinleme kasdı olmadan, secde âyeti kulağına geldiği için işiten hakkında farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
a) Kasıdsız olarak işiten kimsenin secde yapması müstehabtır, sünnet-i müekkede değildir.
b) Böyle birinin kasden dinleyenden farkı yoktur, yani ona da sünnet-i müekkededir.
c) Böyle biri hakkında sünnet de değildir. Gazâlî bu kanaattedir.
İmam Mâlik ve Ahmed İbnu Hanbel´e göre sünnettir. Aynî´nin kaydına göre, İshâk İbnu Râhûye, Evzâî, Leys İbnu Sa´d, Dâvud-ı Zâhiriî de tilâvet secdesine sünnet demişlerdir. Hz. Ömer, Selman İbnu Abbâs, İmrân İbnu Husayn (radıyallâhu anhüm) da aynı görüştedirler. Mâlikîlerden bazılarının buna fazîlet yani mendub dediği de bilinmektedir.
Tilâvet secdesine sünnet deyip vâcib olduğunu reddedenler, 2764 numarada kaydedilen hadise ve benzer başka rivâyetlere dayanırlar. Bunlardan biri Buhârî´de tahric edilen Zeyd İbnu Sâbit hadisidir. Zeyd (radıyallâhu anh) bu rivâyette, Resûlullah´a, içerisinde secde âyeti bulunan Ve´nnecmi sûresini okuduğunu, Resûlullah´ın secde etmediğini anlatır.[721]
BAZI HÜKÜMLER:
* Tilâvet secdesi, aynen namaz gibi, hadesten ve necâsetten tahâreti, setrü´l-avreti ve istikbâl-i kıbleyi gerektirir. Abdestsiz tilâvet secdesini sadece İbnu Ömeryapmış, kendisine sadece Şa´bî muvafakat etmiştir. Mamafih İbnu Ömer´in, “Kişi temiz olmadıkça secde edemez” dediği de rivâyet edilmiştir. Âlimler bu iki rivâyeti “cünüb olmamalı” demek istemiştir diye te´lif ederler.
* Namazı bozan şeyler tilâvet secdesini de bozar.
* Secde âyeti okunur okunmaz secde vâcib değildir, sonra da yapılabilir.
* Secde âyetinin secdeye delâlet eden kelimesi bir önceki veya bir sonraki kelimeyle okunursa secde vâcib olur, âyetin tamamını okumak gerekmez.
* Secde âyetinin tercümesini dinleyen, anlarsa secde vâcibtir. Anlamaz ve fakat âyetin tercümesi olduğu bildirilirse vâcib olmaz. Bu tercümeyi okuyana, anlasa da anlamasa da vâcibtir.
* Bir secde âyeti hakikaten veya hükmen müttehid olan bir mecliste birkaç kere okunsa tek secde yeterlidir. Başka başka secde âyetleri okunursa her biri için ayrı secde gerekir, meclisler değişirse de hüküm böyledir.
* Secde âyeti namazda kıyâm halinde okunmuşsa hemen secdeye gidebileceği gibi, bundan sonra üç âyetten az okunarak secdeye gidilirse, rükû tilâvet secdesinin yerine geçer, tekrar etmek gerekmez.[722]
ـ1ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كانَ رسولُ اللّهِ # يَقْرَأُ السُّورَةَ الَّتِى فِيهَا السَّجْدَةُ فَيَسْجُدُ وَنَسْجُدُ حَتَّى مَا يَجِدُ أحَدُنَا مَكاناً لِمَوْضِعِ جَبْهَتِهِ في غَيْرِ وَقْتِ الصََّةِ[. أخرجه الشيخان وأبو داود .
1. (2763)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),içerisinde secde âyeti olan sûreyi okur, (âyetler geldikçe) secde ederdi, biz de secde ederdik. Öyle ki (izdiham sebebiyle) namaz dışı vakitlerde alnımızı koyacak secde yeri bulamadığımız olurdu.”[723]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet, secde âyetini okuyan kimse secde edince, dinleyenlerin de edeceğini gösterir. Okuyan secde etmezse, dinleyen de etmez. Bu meselede önceliğin çocuk bile olsa okuyana ait olduğu, okuyana “imam” dendiği merfû rivâyetlerde de gelmiştir. Secde yeri bulamama halinde âlimlerden bir kısmı, “kardeşinin sırtına secde eder” diye, bir kısmı da “secdeyi te´hir eder, münâsib fırsatta secdesini yapar” diye fetva vermiştir.[724]
ـ2ـ وعن ربيعة بن عبداللّه: ]أنَّهُ حَضَرَ عُمَرَ بْنَ الحَطَّابِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قَرَأ يَوْمَ الجُمُعَةِ عَلى المِنْبَرِ بِسُورَةِ النّحْلِ حَتَّى إذَا جَاءَ السَّجْدََةَ، فَنَزَلَ وَسَجَدَ وَسَجَدَ النَّاسُ: حَتَّى إذَا كَانَتِ الجُمُعَةُ القَابِلَةُ قَرَأ بِهَا حَتّى اِذَا جَاءَ السَّجْدَةَ قَالَ يَا أيُّهَا النّاسُ اِنَّا نَمُرُّ بِالسُّجُودِ فَمَنْ سَجَدَ فَقَدْ أصَابَ وَمَنْ لَمْ يَسْجُدْ فََ اِثْمَ عَلَيْهِ وَلَمْ يَسْجُدْ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنهُ[. أخرجه البخارى ومالك.وفي رواية للبخارى: »إنَّ اللّهَ لَمْ يَفْرِضْ عَلَيْنَا السُّجُودَ إَّ أنْ نَشَاءَ« .
2. (2764)- Rebî´a İbnu Abdillah (rahimehullah)´ın anlattığına göre: “Hz. Ömer (radıyallâhu anh) cuma günü, minber üzerinde (hutbe verirken) Nahl sûresini okumuş, secde âyetine gelince, minberden inip secde yapmış, halk da onunla birlikte secdeye kapanmıştır. Müteakip cumada da (aynı şekilde) aynı sûreyi okumuş, secde âyetine gelince:
“Ey insanlar, biz secde âyetlerine uymuyoruz. (Bunlar okununca) kim secde ederse isabet eder, kim de secde etmezse üzerine günah yoktur” der ve Hz. Ömer (radıyallâhu anh) secde etmez.”[725] Buhârî´nin bir rivâyetinde şöyle denmiştir: “Allah, secdeyi dilemezsek farz etmemiştir.”[726]
AÇIKLAMA:
Hadisin son kısmından, âlimler tilâvet secdesinin farz olmadığı hükmünü çıkarmış ise de Hanefîler: “Vâcib olmasına mâni değil” diye cevap vermişlerdir. Hanefîler “dilemezsek” kaydını “okumazsak vacib olmaz, ama okuduk mu vacib olur”diye açıklayarak, bu ifadeye dayanarak “vacib değildir” diyenlere cevap verirler.
Hadisten şu hükümler de çıkarılmıştır:
* Hatip hutbede Kur´ân okuyabilir, secde âyetine gelince minberi secdeye müsaid değilse yere inebilir. Bu, hutbeyi bozmaz. Hz. Ömer, Ashâbın huzurunda bunu yapmış, kimse onu kınamamıştır.
* Hz. Ömer´in, “Kim secde etmezse üzerine günah yoktur” sözünden, bazı âlimler tilâvet secdesinin vâcib olmadığına delil çıkarmışlardır.[727]
ـ3ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: إذَا قَرَأ ابْنُ آدَمَ السَّجْدَةَ فَسَجَدَ، اعْتَزَلَ الشَّيْطَانُ يَبْكِى يَقُولُ يَا وَيْلَنَا، أُمِرَ ابْنُ آدَمَ بِالسُّجُودِ فَسَجَدَ فَلَهُ الجَنَّةُ، وَأُمِرْتُ بِالسُّجُودِ فَأبَيْتُ فَلِىَ النَّارُ[.
أخرجه مسلم .
3. (2765)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Âdemoğlu secde âyeti okur ve secde ederse şeytan ağlayarak ayrılır ve:
“Yazık bana, insanoğlu secdeyle emredildi ve secde etti, mukabilinde ona cennet var. Ben de secdeyle emrolundum ama ben itiraz ettim, benim için de ateş var” der.”[728]
ـ4ـ وعن أبى تميمة الهجيمى قال: ]كُنْتُ أقُصُّ بَعْدَ صَةِ الصُّبْحِ فَأسْجُدُ فِيهَا، فَنَهَانِى ابْنُ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما فَلَمْ أنْتَهِ ثََثَ مَرَّاتٍ، ثُمَّ عَادَ فقَالَ: إنِّى صَلَّيْتُ خَلْفَ رَسولِ اللّهِ # وَمَعَ أبِى بَكْرٍ وَعُمَرَ وَعُثْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهم، فَلَمْ يَسْجُدُوا حَتَّى تَطْلُعَ الشّمْسُ[. أخرجه أبو داود .
4. (2766)- Ebû Temîmeti´l-Hüceymî anlatıyor: “Ben sabah namazından sonra vaaz u nasihat ediyordum, bu esnada secde (âyeti okuyor ve secde) ediyordum. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) beni yasakladı. Ama ben O´nu dinlemedim. O üç sefer yasaklamayı tekrarladı. Sonra dönüp:
“Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın arkasında namaz kıldım. Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman (radıyallâhu anhüm) ile de namaz kıldım. Onların hiçbiri güneş doğuncaya kadar secde yapmazlardı” dedi.[729]
AÇIKLAMA:
1- Vaaz u nasihat diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı kıssa anlatmak ma´nâsına gelen قَصَّ dır. Bu, o devirde halkı irşad maksadıyla camilerde konuşmayı ifade eder. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm): “Kıssayı ya emîr, ya me´mur ya da (kendini satmak isteyen) kibirli kimse anlatır” buyurarak, bu hizmetin emîrin yetkisi ve kontrolu altında bir hizmet olduğunu beyan ediyor. Bu hizmet, emîrin gıyâbında kazanç te´min etmek için icra edilemez (en-Nihâye).
2- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ), el-Hüceymî´yi kerâhet vaktinde secde yapmaktan men etmiştir. Yani sabah namazından sonra güneşin doğmasından önce İbnu Ömer, mekruh saatte tilâvet secdesi yapmaması için üç kere ihtar etmiş, dördüncüde Resûlullah, Hz. Ebû Bekr ve Hz. Ömer´den delil getirerek mekruh vakitte tilâvet secdesi yapılmayacağı hususunda iknâ etmiştir.
3- Şevkânî der ki: “Bazı sahâbelerden, mekruh vakitlerde tilâvet secdesi yapmanın mekruh addedildiğine dair rivâyet gelmiştir. Ancak, zâhir, mekruh olmadığıdır, zîra mezkûr secde namaz değildir, yasaklayıcı rivâyetler namaza has olarak vârid olmuştur.[730]
TİLAVET SECDESİNİN FAZİLETİ
ـ1ـ عن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أقْرَأنِى رسولُ اللّهِ # خَمْسَ عَشَرَةَ سَجْدَةً في القُرآنِ، مِنْهَا ثََثٌ في المُفَصَّلِ، وفي سُورَةِ الحَجِّ سَجْدَتَانِ[. أخرجه أبو داود .
1. (2767)- Amr İbnu´l-Âs (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana Kur´ân´dan onbeş secde âyeti okuttu. Bunlardan üçü Mufassal sûrelerdedir. Hacc sûresinde de iki secde âyeti var.”[731]
AÇIKLAMA:
Hadis rivâyetiyle ilgili metinlerde, okuttu )اقْرَأ( tâbiri hususî bir ma´nâ taşır. Bir kimse Kur´ân veya hadisi bir şeyhe kontrol ettirmek veya icâzet almak gibi bir maksadla okursa )قَرَأ على الشَّيْخِ( o kimse أقرَأنى فَُنٌ “Falanca bana Kur´ân okuttu” diye ifade eder, ma´nâsı şöyledir: “Falanca şeyh Kur´ ân´ı (veya hadisi) kendisine kontrol (veya icazet için) okumama imkan tanıdı.” Şu halde hadis, Amr (radıyallâhu anh)´ın, Aleyhissalâtu vesselâm´a onbeş secde âyeti okuyup dinlettiğini ifade eder.[732]
ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]لَيْسَتْ ص مِنْ عَزَائِمِ السُّجُودِ، وَقَدْ رَأيْتُ رسولَ اللّهِ # يَسْجُدُ فِىهَا وَيَقُولُ: سَجَدَهَا دَاوُدُ عَلَيْهِ السََّمُ تَوْبَةً، وَنَسْجُدُهَا شُكْراً[. أخرجه الخمسة إ مسلماً .
2. (2768)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) demiştir ki: “Sâd sûresi azâim-i sücûd´dan değildir.Nitekim ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı o sûrede secde edip:
“Dâvud (aleyhisselâm) bu secdeyi tevbe secdesi olarak yaptı, biz ise şükür olarak yapıyoruz!” dediğini işittim.”[733]
AÇIKLAMA:
1- Azâim, “azîmet”in cem´idir. Azîmet, azm )عَزْمٌ( kelimesinden gelir. Dilimize azim olarak girmiş olan “azm” kelimesi ciddiyet sabır, sebat gayret gibi ma´nâlara gelir. Âyet-i kerîmede: “Peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettikleri gibi sen de sabret.” (Ahkâf 35) denmiştir.
İbnu Hacer, azâim´i, kelimenin belirtilen kök ma´nâsına uygun olarak “yapılması için azim gösterilen şeyler” diye açıklar. Devamla: Mesela emr sigası gibi, nitekim bazı mendublar vardır ki, te´kîdli olarak gelmiştir, böyle mendublara, “vâcib” demeyenler bile müekked mendub diyerek diğerlerinden ayırırlar ma´nâsında izah sunar.
Şu halde Sâd sûresinin azâimu´ssücûd´dan olmaması demek, bu sûredeki secde âyetinin, te´kidli secdelerden, bütün ulemânın, secde edilmesi gerektiğine hükmettikleri secde âyetlerinden olmadığını ifade eder.
Öyle ise azâimu´ssücûd yani okununca secde edilmesi şart olan, secde etmekten vazgeçilemiyecek olan, secde edilmesi gerektiği te´kidle belirtilmiş bulunanlar hangileridir İbnu Hacer bu soruyu cevaplama sadedinde şu bilgiyi verir:”
İbnu´l-Münzîr ve başkaları Hz. Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallâhu anh)´ ten hasen senedle şunu rivâyet etmiştir: “Azâim olanlar Hâmîm (Fussilet), Ve´nnecmi, İkra´ ve Elif-Lâm-Tenzîl´dir.” Keza İbnu Abbâs´tan da son üçü hakkında rivâyet sâbit olmuştur. İbnu Ebî Şeybe´nin tahricine göre: A´râf, Sübhân, Hâmîm ve Elif-Lâm´ın azâim olduğunu söyleyende olmuştur.
İbnu Ebî Şeybe´nin bir diğer rivâyetinde bunlar beştir: Benû İsrâil, İsrâ, Ve´nnecmi, İnşikâk, İkrâ bismi Rabbike´dir. Abd İbnu Umeyr´in görüşüne göre de azâim dörttür, ancak bazıları farklıdır. Necm ile İkrâ bismi Rabbike´ye bedel A´râf ve Benû İsrâil´dir.
Görüldüğü üzere, sadedinde olduğumuz rivâyet ulemâ arasındaki bir ihtilafa parmak basmış olmakta, Sâd sûresinin azâimden olmadığını belirtmektedir.
2- Buhârî, Sâd sûresinin tefsirinde şu rivâyeti kaydeder: “Mücâhid, İbnu Abbâs´a soruyor: “Sâd sûresindeki secde âyetinde niye secde etmiyorsun ” O da, “En´âm sûresindeki 84-90 arası âyetleri okumuyor musun “diye cevap verir: وَمِنْ ذُرِّيَتِهِ دَاوُدَ وَسُلَيْمَانَ… الَّذِينَ هدَى اللّهُ فَبِهُدَيهُمُ اقْتَدِه
Özet olarak meâli: “Nuh´un zürriyetinden gelen Dâvud ve Süleymân ile bunları takib eden peygamberleri Allahu Teâlâ nübüvvetle ve ezâya tahammül ile mazhâr-ı hidâyet etmiştir. Sen de habîbim! Bunların hidâyetine uy, bunlar gibi ezâya sabret!”
3- Sadedinde olduğumuz rivâyette -ki hadisin Nesâi´deki vechidir- Sâd sûresindeki secdeyi Hz. Dâvud´un tevbe secdesi olarak yaptığı, Resûlullah´ın da şükür secdesi olarak yaptığı belirtilmektedir. Bunun ma´nâsını anlamak için bu sûredeki secde âyetinin ma´nâ ve mahiyetini gözönüne almak gerekir.
Önce şunu bilmeliyiz: Sâd sûresi Mekkî´dir ve Resûlullah´ın tebliğe başlamasından sonra Mekke müşrikleri tarafından çeşitli iftirâlar, yakıştırmalarla alaya alındığı, değişik işkence tarzlarıyla rahatsız edildiği, huzursuz edildiği bir zamanda tesellî edilmek, sabra dâvet edilmek üzere nâzil omuştur. İlk âyetlerde Resûlullah´a ve Kur´ân´a karşı aldıkları menfî tavır belirtilir (1-11. âyetler). Sonra kendisinden önce gelen peygamberlerin de aynı hakaretlere mâruz kaldıkları, ama o peygamberlerin sabrettiği, zâlim kavimlerin helâk olduğu belirtilir, bazı peygamberler ismen zikredilir: Nûh, Âd, Firavun, Semûd, Lût (12-16). Daha sonra Hz. Dâvud ve O´na yapılanlar ve Allah´ın Dâvud´a olan desteği zikredilir (17-23). Secde âyeti olan 24. âyette Hz. Dâvud´un niçin secde ettiği belirtilir: Bir zellede (farkında olmadığı hatada) bulunmuştur ve bu yüzden azaba uğramaktan korkmuştur…
“..Dâvud sandı ki biz kendisine mutlaka bir azab (suikasd) hazırladık. Bunun üzerine o, Rabbinden setr (ve himâye) edilmesini istedi, rükû ile yere kapanıp (Allah´a) döndü. Biz de O´nu salih (bir zât olarak) intihab ettik. Nezdimizde O´nun muhakkak bir yakınlığı ve bir akibet güzelliği vardır” (Sâd 24-25).
Âyetin meâlinden de anlaşılacağı üzere Hz. Dâvud, zellesine tevbe ve istiğfar ile secde ederek Cenâb-ı Hakk´a yöneldiği için Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) O´nun secdesini tevbe secdesi olarak tavsif etmiştir. Hz. Dâvud´un affa ve mağfirete mazhar olması ve Cenâb-ı Hakk´ tan kendisine -ilâhî yakınlık ve akibet güzelliği )وَاِنَّ لَهُ عِنْدَنَا لَزُلْفى وَحُسْنَ مَآبٍ( şeklinde- yüce menziller vaadedilmiş olması sebebiyle secdeye kapanan Hz. Peygamber, bu secdesine şükür secdesi demiştir.
İşte, bu ma´nâya binâen Hanefîler, Sâd sûresindeki secdeyi وَخَرَّ رَاكِعاً وَاَنَابَ kavl-i şerifinden sonra değil, müteakip âyette yer alan وَحُسْنَ مَآبٍ kavl-i şerifinden sonra yaparlar.
4- Şarihler şunu da belirtirler: Sad suresinde secdenin sübutu hakkında Hanefilerle Şafiiler arasında ihtilaf yoktur. İhtilaf, bu secdenin “azaim”den olup olmaması hususundadır. Şafiiler, sadedinde olduğumuz hadiste geçen İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´ın: “Sâd azâimden değildir” sözüyle amel ederek, mezkûr âyetin okunmasında secdeyi vacib görmezler. Şâfiî ve etbaı: “Sâd secdesi vâcib değildir, bu bir şükür secdesidir, namaz haricinde müstehab olarak secde edilir, namazda haramdır” demiştir. İmam Âzam ve Ashâb´ı ise Buhârî´nin Sâd sûresinin tefsirinde kaydedilen ve nassa dayanan rivâyetini esas alarak mezkûr secdeye azâimden kabul etmiş, okununca secde etmenin vacib olduğuna hükmetmiştir. Nesâî´nin rivâyetinde Sâd secdesi için tevbe secdesi denmiş olması da Hanefîlere bir delil olabilir. Zira onun tevbe secdesi olması, vacib olmasına mâni değildir. Gerçi İbnu Abbâs´ın rivâyetinde Sâd´ın okunması sırasında Resûlullah´ın da secde etmiş olduğu söylenmektedir, bu da Hanefîlerin lehine bir delil olabilir.
İmam Mâlik ve Ahmed İbnu Hanbel´den gelen rivâyet onların iki farklı görüşte olduklarını te´yid eder: Bir görüşlerinde Hanefîlere, bir görüşlerinde de Şâfiîlere uyarlar.[734]
ـ3ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَرَأ رسولُ اللّهِ #: وَالنَّجْمِ، فَسَجَدَ فِيهَا وَسَجَدَ مَنْ كَانَ مَعَهُ، غَيْرَ أنَّ شَيْخاً مِنْ قُرَيْشٍ أخَذَ كَفّاً مِنْ تُرَابٍ فَرَفَعَهُ إلى جَبْهَتِهِ، وقالَ: يَكْفِنِى هذَا. قالَ ابْنُ مَسْعُودٍ: فَلَقَدْ رَأيْتُهُ بَعْدُ قُتلَ كَافِراً وَهُوَ أُمَيَّةُ بْنُ خَلَفٍ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي، وهذا لفظ البخارى .
3. (2769)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ve´nnecmi sûresini okudu ve secde-i tilâvette bulundu, beraberindekiler de secde ettiler. Ancak, aralarında bulunan Kureyşli bir ihtiyar yerden bir avuç toprak alarak alnına götürdü ve: “Bu bana yeter” dedi.
İbnu Mes´ud der ki: “Ben sonra bu herifin kâfir olarak öldürüldüğünü gördüm. Bu Ümeyye İbnu Halef´di.[735]
AÇIKLAMA:
1- Buhârî´nin bir rivâyetinde, bu sûrenin , secde âyeti ihtiva eden ilk sûre olduğu belirtilir. Yine belirtilir ki, âyet okunduğu zaman, Resûlullah´la birlikte orada bulunan müslümanmüşrik, inscin herkes secdeye kapanmıştır. Müşriklerin de secde etmeleri, bazı âlimlerin açıklamasına göre, âyette Lât ve Uzza gibi putların da zikredilmesi sebebiyledir.
2- Bu rivâyette, secdeden imtina eden kimsenin Ümeyye İbnu Halef olduğu tasrîh edilir. Ancak başka rivâyetlerde, bazan isim zikredilmez, bazan da Velid İbnu´l-Muğîre, Utbe İbnu Rebî´a ve Saîd İbnu´l-Âs´ın da isimleri geçer. İbnu Hacer, Necm sûresindeki açıklamasında, İbnu Mes´-ud´un secdeden tek kişiyi istisna etmesini, “kendi gördüğü kadarıyla” diyerek kayıtlar. Yani başka rivâyetler, Ümeyye İbnu Halef´ten başka secdeye katılmayanları da zikretmektedir. Aslında dört kişinin secdeye katılmamış olması daha kavî ihtimaldir.
3- Hadise, Vâkidî´nin cezmen beyanına göre, nübüvvetin beşinci yılında Ramazan ayında cereyan eder. Aynı yılın Receb ayında da Habeşistan´a birinci göç vukûa gelmişti. Bu secde haberi Habeşistan´dakilere “müşrikler müslüman oldu” şeklinde ulaşır ve geri dönerler. Ancak gelince onları eski halleri üzere kâfir bulurlar, ikinci sefer göçerler.[736]
GARÂNÎK HADİSESİ
Necm sûresindeki secde âyeti okunduğu zaman müslümanlarla birlikte müşriklerin de secde etmeleri vakâsı, İslâmî kaynaklarda Garânîk hâdisesi olarak geçer. Bu hâdise zaman zaman İslâm düşmanları tarafından İslâm aleyhine istismar edilmiştir. Öyle ki bu hadiseyi ters yönde tamamen şahsî yorumlarla romanlaştırarak İslâmî mukaddesâta saldıran bir kitap, 1988-1989 yıllarında, dünyanın her tarafında sert aksülamellere sebep olmuş, birçok insanların ölümleriyle sonuçlanan kanlı hâdiselere yolaçmıştır.
Hâdisenin iç yüzünü bilmenin gereğine inanıyoruz. Bu sebeple vakayı kısaca özetleyecek, sonra da konu üzerine derinlemesine bir tahlil yazısını Prof. Dr. Suat Yıldırım´dan iktibas edeceğiz. Vak´âyı özetlemede, birçok mevzuda olduğu gibi, İbnu Hacer el-Askalânî´nin Buhârî Şerhi Fethu´l-Bâri´yi esas alıyoruz.
İbnu Hacer, Garânîk hâdisesi´ni Necm sûresinde değil Hacc sûresinde açıklar. Çünkü, bu hâdiseyi istismar edenler Hacc sûresinin 52. âyetini kendilerine delil yaparlar. Bu âyette bahsedilen meseleye Necm sûresiyle ilgili rivâyeti delil gösterirler ve hatta Hacc sûresindeki mezkûr âyetin, Necm sûresinin tilâveti sırasında şeytanın oyununa karşı Resûlullah´ı teselli maksadıyla nâzil olduğunu söylerler. Öyle ise iki ayrı âyetin yorumu birleştirilerek tek bir neticeye varılmaktadır.
a) Hacc sûresinde şeytanın peygamberlere vesvese atacağı ifade edilmektedir.
b) Necm sûresine şeytan vesvese atmış, âyet telkin etmiştir. Sonradan bu âyet çıkarılmıştır.[737]
NETİCE:
Kur´an muharreftir, iddia edildiği kadar mazbut değildir. İslâm düşmanlarının kısaca demek istedikleri bu..
1- Hacc sûresindeki âyetin meâli: “(Ey Muhammed)! Biz, senden evvel hiçbir resul, hiçbir nebi göndermedik ki o, (birşey) arzu ettiği zaman şeytan onun dileği hakkında illâ (bir fitne) meydana atmış olmasın. Nihâyet Allah, şeytanın ilkâ edeceği (o fitneyi) giderir, iptal eder. Yine Allah, âyetlerini sâbit (ve mahfuz) kılar. Allah (her şeyi) hakkıyla bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir” (Hacc 52).
2- Burada şeytanın peygamberlerin hepsine verdiği fitneden, Peygamberimize vermiş olduğu iddia edilen fitne, Necm sûresinin okunması sırasında 20. âyetle 21. âyet arasında telkin edilen bir cümle olmalıdır.
19-20. âyet: “(Allah´ı bırakıp taptığınız) Lât´ın, Uzzânın ve (bunların) üçüncüsü olan diğer Menât´ın herhangi bir şey hakkında zerrece kudretleri var mı Bize haber verin ” (19-20. âyetler).
3- Şeytanın araya ilkâ ettiği söylenen cümle: “Bunlar yüce kuğu kuşları (yani tanrıçalar)dır ve elbette onların şefaatleri umulur.”
4- Necm sûresinin mevzumuzu ilgilendiren âyetlerinden bir kısmı (21-29. âyetler).
“Erkek sizin de dişi O´nun mu O takdirde bu, insafsızca bir taksim! Bu (putlar) sizin ve atalarınızın taktığınız adlardan başkası değildir. Allah onlara hiçbir hüccet indirmedi. Onlar, kuruntudan ve nefislerin arzu ettiği hevâ ve hevesden başkasına tâbi olmuyorlar. Halbuki andolsun, kendilerine Rabblerinden o hidâyet (rehberi) gelmiştir. Yoksa insana her umduğu şeye nâil olma imkanı mı var İşte âhiret de dünya da Allah´ındır. Göklerde nice melek vardır ki, onların şefaatleri bile hiçbir şeye yaramaz. Meğer ki o şefaat Allah´ın dileyeceği ve razı olacağı kimseler için ve ancak O´nun izin vermesinden sonra ola… Hakikaten, onlar âhirete îman etmezler, meleklere alabildiğine dişi adı takarlar. Halbuki onların buna dair de bilgisi yoktur. Onlar kuruntudan başkasına tâbi olmazlar. Kuruntu ise, hiç şüphesiz haktan hiçbir şeyi ifade etmez.
Onun için sen (Habîbim) bizim zikrimize arka çeviren, dünya hayatından başkasını arzu etmeyen kimselerden yüz çevirir” (Necm, 21-29).[738]
RİVAYET
Garânîk hâdisesi´ni anlatan rivâyet, -İbnu Hacer´in açıklamasına göre- bir çok tarikten rivâyet edilmiştir. Bu rivâyetlerden bir tanesinin senedi sahih, diğerleri zayıftır. Sahih sened Saîd İbnu Cübeyr´e aittir.[739]
Rivâyet şöyle:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´de Ve´nnecmi sûresini okudu.
“Lât´ın, Uzzâ´nın ve üçüncüsü olan diğer Menât´ın herhangi bir şey hakkında zerrece kudretleri var mı Bize haber verin” âyetine gelince şeytan lisanına: “Bunlar yüce tanrıçalardır ve elbette şefaatleri umulur” cümlesini attı. Bunun üzerine müşrikler: “Bugüne kadar ilahlarımızı hiç hayırla yad etmemişti” dediler. (Sûrenin sonundaki secde emri üzerine) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) secde etti, onlar da secde ettiler.
Görüldüğü üzere rivâyetin zâhiri, başta Resûlullah´ın ismet´i (ilâhî korunma altında bulunması) olmak üzere pekçok islâmî esasa zıddır. Bu sebeple birçok âlimler bu rivâyeti batıl addetmiş ve reddetmiştir.
İbnu Hacer, bunu “Hiçbir muteber aslı yok” diye mutlak olarak reddeden Ebû Bekr İbnu´l-Arabî başta olmak üzere, hadisi sened yönünden zayıflığı sebebiyle reddedenlerin görüşlerini kaydettikten sonra, bu yaklaşıma katılmadığını belirtir. Der ki: “Bütün bu mülâhazalar kaidelerimizle uyuşmaz. Zîra, bir rivâyetin senetleri sayıca artar ve mahrecleri (ilk râvileri) de farklı olursa bu durum, rivâyetin muteber bir asla dayandığına delil olur. Nitekim, onun üç senedinin es-Sahîh´in şartına uyan mürseller olduğunu[740] bu durumdaki hadislerin, mürsellerle amel edenler açısından delil olduğunu, keza bunlar birbirlerini desteklediği için mürsel´le amel etmeyenlerin de amel edeceği durumda olduklarını belirttim. Durum böyle olunca rivâyette kabul edilemiyecek hususu te´vil etmek gerekir. Bu rivâyette kabul edilmeyecek cümle, “Şeytan Resûlullah´ın lisansına: “Bunlar yüce tanrıçalardır ve elbette şefaatleri umulur” cümlesidir. Zîra bu cümlenin zahirine hamledilmesi câiz değildir. Çünkü, Aleyhissalâtu vesselâm´ın Kur´ân-ı Kerîm´e ondan olmayan bir şeyi âmmden veya sehven ilave etmesi muhaldir, mümkün değildir. Zîra bu, hem onun getirmiş olduğu tevhide aykırıdır, hem de sahip olduğu ismete (ilâhî korunma garantisine) aykırıdır.”
İbnu Hacer, bundan sonra ulemânın bu rivâyetle ilgili çok farklı te´villerini ve bu te´villere arkadan gelenlerin kabul veya red yönünden gösterdikleri aksülamelleri (tepkileri) kaydeder.
Bu tevillerden birine göre: “Dendi ki: “Muhtemelen bunu, Resûlullah kâfirleri tevbîh (yani hiç bu tanrıçaların şefaati olur mu ma´nâsında) için söylemiştir.” Kadı İyâz: “Bu câizdir, yeter ki bu maksadla söylendiğine bir karîne olsun, husûsen o zamanlarda namaz esnasında (Kur´an dan olmayan) kelam caiz idi” der. Bakıllânî de bu te´vile meyletmiştir.”
* Bir diğer te´vil: Yüce tanrıçalardan (Garânîk) murad, meleklerdir. Kâfirler meleklere Allah´ın kızları diyorlar ve onlara tapıyorlardı. Bu sebeple arkadan gelecek olan “Erkek sizin de dişi onun mu ” O takdirde bu, insafsızca bir taksim” âyetiyle reddedilmeleri için hepsi birden “şefaatleri umulan melekler…” ma´nâsında zikredilmiştir.(7) Müşrikler bunu işitince, (sadece tapındıkları meleklere değil) hepsine yani putlarına da hamlettiler ve: “Bizim ilahlarımıza tâzîmde bulundu..” dediler ve bundan razı oldular. Allah Teâlâ hazretleri bilahare (onların bu ters anlayışları üzerine o iki kelimeyi) neshederek âyetlerini tahkîm etti (yanlış anlamalara karşı sağlam kıldı.)”
* Bir diğer te´vil: “Dendi ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kur´ân-ı Kerîm´i tilâvet buyuruyordu. Şeytan da O´nun uygun bir sektesini (âyet sonlarındaki durmalarını) gözetliyordu. Mezkûr cümleyi, Aleyhissalâtu vesselâm´ın nağmesini taklid ederek, yakınında bulunanın işitip ondan zannedip yayacağı şekilde telaffuz edip söyledi. “Kadı İyâz buna: “Te´villerin en güzeli” der ve ilave eder: “Bunun doğruluğunu, Buhârî´nin, İbnu Abbâs´tan kaydettiği temennî kelimesinin tefsiriyle ilgili açıklama te´yid eder.(8) İbnu Hacer devamla bu te´vili İbnu´l-Arabî´nin de güzel bulduğunu, ayrıca âyet hakkında: “Bu âyet (Hacc 52) bizim mezhebimizde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kendisine nisbet edilen yakışıksız isnadlardan tebriesinde nassdır” dediğini belirtir. Yine İbnu Hacer´in iktibasına göre İbnu´l-Arabî şöyle der: فِى اُمْنِيَّتِهِ ibâresinin âyetteki ma´nâsı “kırâatinde” demektir. Böylece Allah Teâlâ hazretleri bu âyette haber veriyor ki, peygamberleri hakkında sünneti şudur: “Peygamberler bir söz söylediği zaman şeytan kendi nefsinden bir şey ilave edecek olursa, Allah bunu iptal edecektir.”[741] Bu şeytanın, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kavline birşeyler sokuşturduğuna delildir, Resûlullah´ın onu söylemiş olduğuna değil.”
* Meseleye İslâm Peygamberi adlı kitabında temas eden Muhammed Hamidullah´ın açıklaması da kayda değer. Yukarıda İbnu Hacer´den kaydettiğimiz ilk te´vile uygun bir yorum yapar. Yani, müşriklerin benimseyerek secde etmelerine sebep olan cümle, istifhâm-ı inkâri tarzında söylenmiş, ancak soru eki olmadığı için müşrikler müsbet ma´nâda anlayarak, putlarına da bir mevki verildiğini zannetmişler, memnun olmuşlardır. Metin aynen şöyle:
“Müslüman tefsirciler, umumiyetle, bu son iki “âyet” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın tilâvet buyurduğu metinde yok idi. Ancak şeytan onu sokuşturdu ve sadece müşriklere işittirdi. Resûlullah´ın tilâvet ettiği metinde, bu şeytânî âyetin de bulunduğu kabul edilecek olsa bile, bunun izahı bir zorluk getirmez.
Öyle anlaşılıyor ki, bu “âyetler” tanınıyordu ve dendiğine göre bu son iki âyeti, birisi sese soru üslûbu katmaksızın, şaşırtıcı şekilde müsbet ve te´yid edici bir tonla tilâvet etti.” Metinde soru edatı olmadığı için ma´nâ, “Bunlar yüce tanrıçalardır ve elbette şefaatleri umulur” şeklinde anlaşılmıştır. Halbuki sesin tonu ile “Bunlar yüce tanrıçalar olur mu Hiç bunların şefaatleri umulur mu ” şeklinde denmesi gerekirdi. Orada hazır olan putperestler, Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´in kendi putları lehine bir tâviz verdiğini zannederek fevkalâde sevindiler. O kadar ki, Hz. Peygamber ibâdetini icra ederken secde ettiği zaman Ka´be´nin önünde onlar da secde ettiler. Hz. Peygamber´in bu olup bitenlerden haberi yoktu. Fakat bu yanlış anlamadan sonra bir yumuşama hâkim oldu. Dedikodu Habeşistan´a kadar ulaştı ve oradaki göçmenlerden bir kısmını geri dönmeye tahrik etti. Bu sırada sis kalktı, mesele ortaya çıktı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), vak´aya muttali oldu ve son derece üzüldü. Yeni bir âyet, durumu tashih ederek işkâli kaldırdı: “(Allah´ı bırakıp taptığınız) Lât´ın, Uzzâ´nın ve (bunların) üçüncüsü olan diğer Menât´ın herhangi bir şey hakkında zerrece kudretleri var mı Bize haber verin: Erkek sizin de dişi O´nun mu O takdirde bu, insafsızca bir taksim… Bu (putlar) sizin ve atalarınızın taktığınız adlardan başkası değildir. Allah onlara hiçbir hüccet indirmedi. Onlar, kuruntudan ve nefislerin arzu ettiği hevâ ve hevesten başkasına tâbi olmuyorlar. Halbuki andolsun kendilerine Rabblerinden o hidâyet (rehberi) gelmiştir” (Necm 19-23).
Tâvizin neshedilmesi zaten istikrarsız olan Mekke müslümanlarının vaziyetini daha da ağırlaştırdı. Bunlardan büyük bir bölümünün, yaban diyarlara gitmek üzere şehri terketmek gerektiği kanaatine varmış olmaları bizi şaşırtmaz.
Kaydedilen bu birkaç te´vilden anlaşılacağı üzere, İslâm âlimleri, meseleye farklı yorumlarla yaklaşmışlardır. Mevzuun şahsî yorumla değil, başka âyet ve hadislerden elde edilecek delil ve karînelerin aydınlığında yapılacak yorumla açıklanması gerekir. İslâm ulemâsı böyle hareket etmiştir.
[Meselenin günümüzde dünya çapında bir polemik konusu yapılmış olması sebebiyle, bu polemiklere cevap sadedinde, günümüzün bir yetkilisi tarafından yapılan tahlili aynen kaydediyoruz. Meseleye ilgi duyanların bununla mutmain olacaklarını umarız. [742]
ŞEYTAN KUR´ÂNA MÜDAHALE EDEMEDİ”
1- Hacc sûresinin 52. âyet-i kerîmesini bazıları yanlış anlayıp, şeytanın vahye müdahale ederek, peygamberlerin, vahye aykırı söz ilave etmelerine sebep olduğu ma´nâsını çıkarmış, ayrıca uydurulmuş bir hadise ile de irtibat kurarak meseleye, İslâm´ın vahy itikadına uymayan bir mahiyet kazandırmışlardır. Bazı müsteşrikler ise, bu asılsız rivâyeti, Kur´ân âyeti derecesine çıkarmak sûretiyle, vahyin, öyle müslümanların inandığı kadar kesin olmadığı, Kur´ân´dan çıkarılan âyetler de bulunabildiği, dolayısıyla tahriften büsbütün mâsun olmayabileceği şüphesini uyandırmak istemişlerdir. Biz, önce bu âyetin normal olarak ifade ettiği ma´nâyı açıklayacağız. Fakat âyetlerin çoğu gibi, bu âyetin de ma´nâsını daha iyi anlamak için sibak ve siyâkı ile beraber mütalaa etmek, yani onu vârid olduğu muhtevaya yerleştirmek gerekli olduğundan Hacc sûresinin, bir bütün teşkil eden (42-55. âyetler) kısmını gözönünde bulunduracağız.”[743]
KALPLERİ KÖR…
“Bu pasaj, tevhid tarihine seri bir resm-i geçit yaptırarak, peygamberlerin (aleyhimusselâm) tebliğleri karşısında, inkârcı güruhların her devirde görülen ve herkese mâlum olan tutumlarını nakleder. Bundan ibret alınması lüzumunu vurgular. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ilâhî emirleri tebliğ etmesi karşısında müşriklerin çeşitli mugâlatalar ile mücadele edip, onun maksadına uymayan birtakım şeyler yayarak, ahaliyi kendisinden uzaklaştırmak istediklerine işaret eder. Sonra sözü Mekke müşriklerine getirerek onların Hz. Peygambere: “İşte inanmıyoruz, doğru isen bizi derhal imha ediver bakalım!” demelerine karşı, Allah´ın kendilerine mühlet verdiğini, îman edip makbûl işler yaparlarsa kendilerini ebedî mükâfaatın beklediğini, yoksa hak dîni yok etme gayretlerinin faydasız olup kendilerini cehenneme sürükleyeceğini bildirdikten hemen sonra bu âyete yer verir. Gönderilen o peygamberlerin bildirdikleri ilâhî buyrukları, cin ve ins şeytanlarının tepki ile karşıladıklarını, onları saptırmaya çalıştıklarını, fakat Allah Teâlâ´nın onların bu karartma ve engelleme teşebbüslerini giderip âyetlerinin tesirlerini sağlamca yerleştirdiğini, bunun da imtihan hikmetiyle yapılıp, Allah´ın gerçek mü´minlerle münafıkları ortaya çıkarmak istediğini bildirir. Bu kısmın meâli şöyledir:
42- “Eğer bunlar seni yalanlıyorlarsa (bil ki) bunlardan önce Nuh, Âd ve Semud kavmi de yalanlamıştı. 43- İbrahim´in kavmi, Lût´un kavmi de (yalanlamıştı). 44- Medyen halkı da (yalanlamıştı); Mûsa da (yalanlanmıştı) Bende kâfirlere (yola gelirler diye) mühlet verdim, sonra onları yakaladım. (Bak), benim onları reddim nasıl oldu! 45- Halkı zulmederken helâk ettiğimiz nice memleketler vardır ki duvarları (alta yıkılan) tavanlarının üstüne çökmüştür. Nice kullanılmaz olan kuyu ve nice ıssız kalmış sağlam köşk vardır! 46- Hiç yeryüzünde gezmediler mi ki (kendilerinden önce mahvolanların yerlerini görsünler de) düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun (akılları başlarına gelsin, hak sözü işitsinler). Zîra gözler kör olmaz (çünkü gözlerin körlüğü geçici bir görme yetersizliğidir) fakat asıl sînelerdeki kalpler kör olur. 47- Senden azabı çabucak istiyorlar. Allah sözünden caymaz (bir süre gecektirse de mutlaka dediğini yapar, acele etmez). Rabb´ın yanında bir gün, sizin saydıklarınızdan bin yıl gibidir. 48- Nice ülke var ki zulmederken ona biraz mühlet vermişiz, sonra onu yakalamışızdır. (Sonunda) dönüş ancak banadır. 49- De ki: “Ey insanlar ben sizin için ancak apaçık bir uyarıcıyım.” 50- İnanıp iyi işler yapanlar için mağfiret ve bol rızık vardır. 51- Âyetlerimizi red ve iptal etmek için onları kabul edenlere karşı yarışa girenlere gelince, onlar da cehennemin halkıdır. 52- Senden önce hiçbir resûl ve nebî göndermemiştik ki o, (birşey) arzu ettiği zaman, şeytan onun arzusuna (karşı çıkıp, onu meşgul ve me´yus edecek bir düşünce) atmış olmasın. Fakat Allah bilendir, hikmet sahibidir. 53- Allah böyle yapar ki şeytanın attığını, kalplerinde hastalık olanlar ve kalpleri katılaşmışlar için bir imtihan yapsın. Zalimler gerçekten, haktan uzak bir ayrılık içindedirler. 54- Ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da onun (Kur´ân´ ın) Rabbi´nden gelen hakikat olduğunu bilsinler de O´na inansınlar, böylece kalpleri ona saygı duysun. Şüphesiz ki Allah, mü´minleri mutlaka doğru bir yola iletir. 55- İnkâr edenler ise, ansızın o saat (kıyâmet veya ölüm) kendilerine gelinceye, yahut o kısır (hayrı dokunmaz) günün azabı kendilerine gelinceye kadar o Kur´ân dan yana kuşku içinde devam edeceklerdir” (Hacc, 42-55).
Hacc sûresinin 52. âyetinde geçen temennâ, “Takdir etmek, içinden kurmak (Âlusî, 17/33)” demektir. Kamus sahibi: “Bir şeyi dilemek, ummak, muhayyilede takdir ve tasvir etmektir” der. Bu isim Rağıp el-İsfehânî´nin bildirdiğine göre ümniyye olup (Müfredat, s. 476). “Temennîden ötürü hayalde (nefste) hâsıl olan sûret” ma´nâsına gelir. Temennî´nin ikinci ma´nâsı: “Okumak, kıraat etmek” olup; ümniyye ise kırâat ma´nâsına gelir. Ebû Müslim bu iki ma´nâyı şöyle irtibatlandırıyor: “Zira okuyan kimse, içinden harfleri takdir eder (ölçüp biçer), zihninde canlandırır (tasavvur eder) ve derken yavaş yavaş telaffuz eder” (Âlusî 17/33).[744]
Temennî´nin Birinci Ma´nâsına Göre Âyetin Ma´nâsı:
Türkçemizde de bulunan ilk ma´nâya alınırsa âyet şöyle tefsir edilir: Her peygamber, kavminin ilâhî hidâyete tâbi olup, kötülüklerden kurtularak dünya ve âhiret saadetine erişmelerini şiddetle arzu eder. Hatemu´l-Enbiya (s.a.s.) bütün insanlığa gönderilen mutlak resûl olduğundan, bütün insanların hak yola girmelerini, kendisini yiyip tüketecek derecede arzu ediyordu. (“Onlar îman etmiyor diye sen, her halde kendini yiyip tüketeceksin” Şuara 3). Onun bu yönde ilerlemesine karşı şeytanda birtakım engeller koymak ister durur. Cinnî şeytan, ins şeytanlarına telkinatta bulunup bu hususta müşterek hareket ederler. En´âm 121: “Şeytanlar, siz mü´minlerle mücadele etmelerini sağlamak için dostarı (ins şeytanları)na telkinatta bulunurlar.” Buradan, Nadr İbnu el-Hâris gibi ins şeytanları da anlaşılabilir. Zîra o da vahiy ile bildirilen şeylere benzer şeyler uydurup vahye şüpheler atmak, böylece kavmini İslâm´dan alıkoymak istiyordu (Âlusî, 17/175).
Böylece şeytan, insanların kalplerine şüphe atarak, halkı, resûllere karşı koymaya çağırır. Yahut resul, kavminin hidâyetini temennî edip hırsla çalışırken, şeytan O´nu ümitsizliğe düşürmek için vesvese verir. O´nu maksadından caydırmaya çalışır. Kur´ân-ı Kerîm, şeytanlara uyanların yaptıkları işleri bazan şeytanlara izâfe eder. Zira sebebiyyet münasebeti vardır.
Dine davetinin başlangıcında Peygambere inananlar az, küfür tarafı ise sayı ve maddî imkan bakımından çok güçlü olduğundan şeytan, haklı olanların, sayıca çok olanlar olduğu telkininde bulunur, hatta “haklı olsa Allah onu üstün kılardı” diye Allah Teâlâ´nın da kendi tarafında olduğu vesvesesini verir. Bu durum, bir taraftan müşrikler, bir taraftan mü´minler hakkında bir fitne (yani imtihan) olur,. Fakat neticede Cenâb-ı Allah, sabreden îman ehlini te´yid ederek, peygamberlerin arzularına karşı şeytanların ortaya attıklarını giderip, peygamberlerin tebligâtının hak ve hakikat olduğunu izhar eder. Şeytanın ye´se düşürmek üzere vesvese verdiği peygamber, ilk anda vesveseye maruz kalsa da, “ismet” vasfı vesvesesinin karşısına çıkar, yani Allah´ın verdiği “günahtan korunmuşluk” vasfı ile şeytanın vesvesesini iptal edip boşa çıkarır (M. T. İbn Âşur, Tefsîru´t-Tahrîr, 17/299-300). Mü´minlerin kalplerinden şeytanın şüphelerini nesh edip, vahdâniyet ve risâletin hakkâniyetini bildiren âyetleri onların kalblerinde muhkem kılar, kâfirler ve münâfıklar ise küfür ve şüpheleri içinde kalırlar.
Âyet-i Kerîme, bu vetîrenin bütün tevhid tarihinde, istisnasız olarak tekrarlandığını bildirerek Hz. Peygamberi ve mü´minleri teselli etmektedir (Krş. A.H. Aksekili, Hatemu´l-Enbiya Hazretlerine İsnad Olunan En Çirkin İftirânın Reddiyesi, s. 61-67; İbn Âşur, Tefsiru´t-Tahrir, 17/300-301).
Âyetlerin ma´nâsını tevcih hususunda birkaç görüş daha varsa da bu âyetteki umum ta´lil, risâlete hakkını vermek gibi üç husus dikkate alınınca, isabetli tefsirin ancak bunlar olduğu tezâhür eder (Aksekili, s. 69). Bu îzahda ne lisan kaidelerine, ne de itikad esaslarına aykırı bir taraf yoktur. Bu ma´nâ zorlamasız, münsecim olarak âyetin fasih ifadesinden ortaya çıkan ma´nâ olup, ayrıca bir hikâye uydurmak sûretiyle boşluk tamamlama ihtiyacı göstermez (İbn Âşur, 17/303).[745]
Temennî´nin İkinci Ma´nâsına Göre Âyetin Ma´nâsı:
Temennî´nin ikinci ma´nâsı okumaktır (İbn Âşur, bu ma´nâdan ve bunun şahidi olarak Hassan İbn Sâbit (r.a)´e nisbet edilen beytin ona mensub olduğundan şüphesini izhar eder). Elka, “birşeyi elinden atmak” demek olup, bozmak kasdıyla halk içine bir şey atmak ma´nâsıyla vesvese hakkında istiâre olunmuştur. Nitekim “elkaytü fi hadîsi fülânin” deyimi, “söylenenin maksadına aykırı olmakla beraber lafzın az çok muhtemel olduğu şeyi sözüne karıştırdım” yahut “netice itibariyle bu demektir” diyerek, “söylemediği bir şeyi ona mal ettim” demektir. (Hak yolun karşısına çıkanlar, insanları saptırmayı kendilerine iş edinirler, onlar şüpheye uyup, şüphe uyandırmak için çabalar dururlar. Sapkınların kalplerine bunları atanlar (ilkâ edenler) şeytanlar olduğu için bu sebebiyyet alâkasından ötürü onların yaptığı iş, şeytanlara izafe edilebilir.)
Mesela şeytanların kulaklarına üflemeleriyle müşrikler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Kur´ân âyetlerini tebliğ ettikçe, bâtıl bir şekilde onu redde çalışıyorlardı.
2- Şimdi meselenin diğer tarafına geçelim:
Cenâb-ı Allah Necm sûresinde putları tahkir etmek üzere şöyle buyurur: 19- “Baksanıza şu Lât ve Uzzâ´ya. 20- Ve üçüncüleri olan öteki (put) Menât´a. 21- Demek erkek size, kadın Allah´a öyle mi 22- O halde bu insafsızca bir taksim! 23- Onlar (o putlar) sizin ve babalarınızın (tanrı) diye isimlendirdiğiniz (boş, medlûlsüz) isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar(ın tanrılığı hakkında) hiçbir delil indirmemiştir. O putlara tapanlar sırf zanna ve nefislerinin alçak hevesine uyuyorlar. Halbuki onlara, Rabb tarafından yol gösterici gelmiştir. 24- Yoksa her arzu ettiği şey, insanın kendisinin mi olacaktır 25- Son da, ilk de (âhiret de dünya da) Allah´ındır. 26- Göklerde nice melek var ki onların şefaati hiç bir şeye yaramaz, meğer Allah´ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun (ancak o zaman şefaatin faydası olur). 27- Âhirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. 28- Onların bu hususta bir bilgileri yoktur, sadece zanna uyuyorlar, zann ise hak olan (ilmin) yerini tutmaz” (Necm, 19-27).
Bu pasaj, sadece putları ve putperestliği tahkir eden, bütünlük arzeden, unsurları arasında kopukluk olmayan insicamlı bir metindir. Kısaca söyleyecek olursak burada putlar ve putperestler, putların kız sûretinde tasvir edildiğide tasrih edilerek, yedi yerde açıkça tahkir edilmiştir. Şöyle ki:
a) Efe raeytüm[746] ile yapılan tahkir. Zîra bu tâbir, peşinden gelen şeyi reddetmek için yapılan bir girizgâhtır.
b) Esmâün semmeytümûhâ ile kuru isimler, medlûlü olmayan sadece müşriklerin vehimlerinde varlığı bulunan putlar kastedilir.
c) Allah, onları tanrılaştırmaya hak verdirecek hiçbir delil bildirmemiş, hiç bir yetki vermemiştir.
d) “Demek erkek size, kadın Allah´a öyle mi ” istihzası.
e) Sırf zanna ve alçak hevese uydukları ittihamı.
f) Makbul varlıklar olan meleklerin bile, Allah´ın izni olmadıkça, şefaatlerinin fayda vermediği.
g) Meleklerin dişi olduğunu söyleyenlerin âhirete inanmadıkları.
Efe raeytüm ile, müşriklerin mâbudlarının hakirliği, akîdelerinin sakimliği gösteriliyor. Hitap Kureyş´e yapılmaktadır. Yani “Sırf ilahî vahy olan bu kelamı dinledikten, sahibinizin (arkadaşınızın) Mi´râc´ta gördüklerini duyduktan sonra, şimdi söyleyin gördünüz o Lât ve Uzzâ´yı, hem üçüncü put Menât´ı (Elmalılı H. Yazır, 6/4591). “.Bu beyandan sonra, siz de o taptığınız muhtelif putları ve geriliklerini gördünüz değil mi Şimdi haber verin bakalım, size erkek, O´na dişi öyle mi!” Müşrikler putlarına müennes (dişi) isim takarlardı. Onlar “putlar, ilâhî kuvvetlerin, melâikenin sûretleridir, melâike ise Tanrı´nın kızlarıdır, biz onların sûretlerini yapıp dişi isimleri vererek onlara perestiş etmekle kendilerini Allah indinde şefaatçi ediniriz” sanıyorlardı.
“O halde bu, insafsızca bir taksim!” Allah´a çocuk isnad etmek, haddi zatında büyük bir zulümdür. Fakat müşrikler, kendilerinin kız babası olmalarını eksiklik sayarak, kız istemedikleri, hatta öldürdükleri halde, kızları Allah´a tahsis etmekle, kendi vicdanlarına karşı, tâzim eylemek istedikleri Mabud´u tahkir etmiş, O´na karşı büyük haksızlık etmiş oluyorlardı”[747]
3- Aslında ilgisi olmadığı halde, bu Garânîk meselesi ile ilgisi kurulan sahih bir rivâyet vardır Buhârî´de İbnu Abbâs (radıyallâhu anh)´ın şöyle dediği nakledilir: “Necm sûresini okuyunca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) secde etti, onunla beraber müslümanlar ve müşrikler, cinler ve insanlar da secdeye vardılar”[748], başka bir tarikten buna benzer bir rivâyette bulunur, fakat mazmûnu Necm sûresinin okunmuş olup, orada bulunan herkesin secde ettiğidir.
Bu secde şöyle îzah edilir: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Cenâb-ı Allah´ın, sûrenin son âyetindeki emrini tutarak secde edince, müşrikler de kendi mabudlarına ta´zîmen secde etmişlerdir (İzmirli İsmail Hakkı´dan naklen Aksekili, s. 46-47). Secdeye kapanmaları, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bir mûcizesi de olabilir. Yahut, Kur´ân-ı Kerîm´in müessir üslûbu, yüce hakikatleri, hele Resûlullah´ın mübârek ağızlarından okununca, muazzam bir tesir gücü kazanmış olmasıdır.
4- Garânîk Kıssası:Taberî, M. İbn Kâb el-Kurazî, Ebû´l-Âliye, Saîd İbn Cübeyr, İbn Abbâs, Dahhâk, İbn Şihab´dan özeti şu olan bir kıssa nakleder[749]. Biz, el Kurazî´den gelen nakli ana hatlarıyla zikredelim:
Resûlullah, kavminin yüz çevirdiğini görünce bu, O´na çok ağır geldi. Allah´dan kavmi ile kendisini birbirine yaklaştıracak bir şey inmesini temennî etti. Cenâb-ı Allah Necm sûresini indirdi. O da okudu وَمَنََاةَ ثَالِثَةَ اُْخْرَى âyetine gelince, şeytan, gönlünden geçirip de kavmine getirmek istediği şeyi onun lisanına atıverdi. تِلْكَ الْغَرَانِيقُ الْعُلَى واِنَّ شَفَاعَتَهُنَّ لَتُرْجَى (Bunlar yüce kuğu kuşları (tanrıçalardır) ve elbette onların şefaatleri umulur.) Kureyşliler bunu işitince sevindiler ve onu dinlemek üzere yaklaştılar. Mü´minler de Rab Teâlâ´dan gelen şeyi tasdik ettiler, Peygamberi bir hata veya vehimden ötürü ittiham etmediler. O, sûreyi bitirince secde etti. O´nun secde ettiğini gören müminler de O´nun getirdiğini tasdik ederek secde ettiler. Mesciddeki müşrikler de secde ettiler. Velîd İbn Muğîre hariç, herkes secde etti. Secde haberi Habeşistan´a hicret etmiş müslümanlara da ulaştı. Bir kısmı orada kalıp, bir kısmı Mekke´ye hareket ettiler. Sonra Cibrîl gelip: “Ya Muhammed, ne yaptın, Benim Allah´dan getirmediğim şeyi söyledin!”. Resûlullah üzüldü. Allah´tan korktu. Allah bu âyeti (Hacc, 52) indirerek onu teselli etti, şeytanın ilkâ ettiğini neshetti”[750].
5- Rivâyetlerin Tenkidi:
A) Muhteva yönünden tenkidi (dahilî tenkit). Bu rivâyeti, ihtiva ettiği tenâkuzlardan ötürü kabul etmek mümkün değildir. Zira:
a) Daha önce gerek Hacc, gerekse Necm sûrelerinde geçen mezkûr iki âyetin tefsirini nakletmiştik. Bu hâdise, onların muhtevaları, sibaksiyakları ile uyuşmaz. Özellikle Necm sûresi, naklettiğmiz pasajında belirtmiş olduğumuz yedi unsuru ile şirki iptal etmişti. Bu ortam içinde, putları yücelten bir söz, girecek yer bulamaz, kabulü mümkün olamaz.
Faraza söylense bile, müşrikler nasıl olur da buna kanardı Hakaret üstüne hakaret yağdırırken, öven bir cümle ne ifade ederdi ki [751] Hiç merak etmeyelim, Peygamberimizin muhatabı şedid müşrikler, böyle bir sözle havalanmaycak kadar davalarınabağlı, şüpheci ve radikal idiler. Böyle bir sözün burada söylendiği farzedilirse, asıl düşünülecek tevcih, diğer yedi unsura ilaveten, onu sekizinci bir hakaret ifadesi saymaktır. Yani, başta bir istifham hemzesi takdir edilerek: أَتِلْكَ الْغَرَانِيقُ الْعُلَى وَإِنَّ شَفَاعَتَهُنَّ لَتُرْجَى “O dişiler (tanrıçalar), onların şefaatleri umulacak ha! Yuh olsun sizin aklınıza!” (Razî, Mefâtihu´l-Gayb, Hacc 52 Tefsiri, 6/249´da bu ihtimali bildirmekle beraber isabetli bulmaz).
b) Cenâb-ı Allah, bu kısa Necm sûresinde, şeytanın sözünün âyet olarak girdiği iddia edilen kısmın önünde ve sonunda, bu hikayeyi tam iptal edecek hakikatleri yerleştirmiştir. Red ve iptal edici yedi unsuru, daha önce zikretmiştik. Şimdi de, vahy hakkındaki şu kuvvetli teminatı hatırlatalım: Bu sûrenin baş tarafından (Necm, 2-4) مَا ضَلََّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى إِنْ هُوَ اَِّ وَحْىٌ يُوحى “Şaşırmadı sahibiniz, azıtmadı da. Ve hevâdan söylemiyor. O, sade bir vahiydir, ancak vahyolunur.” Ne aldanır, ne aldatır, o kendi re´y, arzu ve temennîsinden söylemez.
c) Hz. Peygamber tarafından böyle bir şey söylenmesi, risâlete aykırıdır. Zira böyle bir sözü kasden, cebren veya sehven söylemiş olabilir, başka bir ihtimal yoktur. Kasden söylemek küfürdür, câiz değildir. Peygamberin gönderilmesinin sebebi putları övmek değil, kötülemektir. Şeytanın cebren söyletmesi de mümkün değildir. Zira Cenâb-ı Allah, şeytana: “Benim kullarım üzerinde senin bir yetkin yoktur” (Hicr, 42) âyetinde mü´minler üzerinde sultası olmadığını bildirmiştir. Şeytan mü´min kulları bile icbar edemezse Peygamberi hiç edemez. Sehiv ve gafletle söylemiş olması ihtimali de merduttur; zira tebliğ halinde O´nun hakkında gaflet caiz değildir. Câiz olsaydı, O´nun söylediklerine itimad kalmazdı. Ve çünkü vahyedilen Kur´ân hakkında Cenâb-ı Allah:
“Kur´ân´a bâtıl, ne önünden ne ardından yol bulamaz” (Fussilet, 42); keza “Kur´ân´ı ben indirdim ve onu ben muhafaza edeceğim” (Hicr 9) buyurmuştur.
Diğer taraftan, daha birçok âyet, Hz. Peygamberin risâlet ve tevhid hususunda son derece kararlı olup, müşriklere azıcık bir meyil dahi göstermediğini bildirmektedir.[752]
6- Rivâyet Cihetinden Tenkidi:
Rivâyet yönünden bu vakâ uydurmadır. Bir çok muhakkik bu kıssayı reddetmişlerdir. El-Beyhakî: “Bu kıssa, nakil bakımından sâbit değildir” demiştir.[753] Kadı İyâz: “Sahih hadisleri rivâyet eden hiç bir kitabın bunu nakletmemesi, hiçbir sîkanın bunu sahih ve muttasıl bir senetle rivâyet etmemesi, çürüklüğünü göstermeye kâfidir. Nakledenler sadece tuhaf şeylerle oyalanmayı âdet edinen bazı tefsirciler ile tarihçilerdir”[754]. Es-Süheylî: “Bu hadis, sâbit değildir” diyor[755]. Beydavî, Neysabûrî, Ebû´s-Suûd, Ebû Mansur el-Maturidî, İbn Kesîr, Nevevî, Bedreddin Aynî, el-Hazîn, Hatîb Şirbinî, Ebû´s-Suûb, Âlusî tefsirlerinin Hacc, 52 âyetinde dair yaptıkları açıklamalara). Rivâyetin bir aslı olabileceğini düşünenler arasında İbnu Hacer ile İbrahim el-Gürânî bulunmaktadır.
Bazı rivâyet ehlinin bu kıssaya inanmasını nazıl îzah etmeli Secde gerçeğine sebep arama, Kureyş´in Hz. Peygamberin kıraatinin etkisi ve Kur´ân´ın büyüleyici üslûbunun tesiri altında yaptığı secdeye bahane olarak ileri atmış olabilecekleri sözün şâyialanması, keza Hz. Peygamberin kavminin hidâyete gelme arzusu, şeytanın işi karıştırıp Hz. Peygambere vesvese vermesi, Habeşistan´a gidenlerin dönmeleri. gibi olaylar Hicrî asır başlarında bir araya gelerek bir kıssa halinde birleştirildiği, bazı tarihçiler ve tefsirciler de, boş bulunup araştırmaksızın kabul psikolojisi içine girdiler denilebilir.[756] Bu konuda daha başka tevcihler de yapılmıştır:[757]
A.H. Aksekili, rivâyeti tenkid ederken şeytanın sözünün onbeş ayrı şekilde rivâyet edildiğini bildirip bunları ayrı ayrı sıralar[758]. Rivâyetlerdeki bu ızdırabı, uydurma olduğunun delili sayar. Daha sonra ise râvilerdeki ızdırabı ele alır. Râvilerin, bu sözün gâh Resûlullah´ın namazda olduğu, gâh Kureyş´in nâdilerinde olduğu sırada, veya namaz kılarken uyuklamış, uyurken ağzından kaçıvermiş tarzlarında onbir çeşit anlatım ile naklettiklerini, birinin bir türlü, öbürünün başka türlü söylemesinin de meselenin uydurma olduğunu göstereceğini ifade eder (s. 22). Ona göre bu, Tâbiun devrinden sonra uydurulmuştur. Keza Aksekili, İbn Abbâs´a mal edilen bu konudaki sekiz sebeb-i nüzûl rivâyetini inceleyerek, bu ızdırabın da rivayeti çürüttüğünü beyan eder (s. 26).
Konuyu dikkatli şekilde inceleyen muasır müellif Mevdûdî ise tarihî bakımdan şu tenkidleri öne sürer:
1- Muteber tarihi kayıtlara göre, Habeşistan´a ilk hicret bîsetin 5. yılında Receb ayında olmuştur. Hikâyeye göre, sulh haberini öğrenip dönenler, gittikten sadece üç ay sonra, yani aynı yılın şevval ayında dönmüş oluyorlar.
2- Hikâyeye göre bu sözü söylediğinden ötürü Resûlullah´ı itab eden İsrâ 73-75 âyeti inmişti. Halbuki İsrâ sûresi Mi´râc´ı müteakip inmiştir. Mi´râc ise bîsetin 11 veya 12. yılında vâki olmuştur. Buna göre uyarmanın 5-6 sene bekledikten sonra yapılmasını kabul etmek tuhaflığına düşülür.
3- Teselli etmek üzere indiği bildiren Hacc, 52. âyeti Hicrî birinci yılda inmiştir. Buna göre teselli de, uyarma ve tekzibten 2-2.5 yıl, olayın üzerinden ise 9 yıl kadar zaman sonra olmuş olur. Bunu kim kabul edebilir
4- Hem niçin tekzîb ve teselli için gelen âyetler, bizzat Necm sûresine ilave edilmeyip ayrı ayrı sûrelere yama olarak eklensin Halbuki bu âyetler, -daha önce gördüğümüz üzere- muhtevâlarıyla tam insicamlı olup, yama intibaı uyandırmazlar.
5- Muâsır Tunuslu müfessir M. Tahir İbn Âşur, bu garânîk kıssasını maharetle reddettikten sonra hülasa ederken der ki: “Bu kıssayı, müşriklerin Necm sûresini dinledikten sonra secde ettiklerini bildiren sahih haberle birleştirmek, bazı müelliflerin karıştırmalarından ibarettir. Keza bu kıssayı Hacc sûresi ile birleştirmek de öyledir; Mekke´de ilk nâzil olan sûrelerden bulunan Necm sûresi ile, bir kısmı Medine döneminin başlangıcında, bir kısmı Mekke döneminin sonlarında inen Hacc sûresi arasında pek uzun bir zaman vardır. Keza Habeşistan´a hicret edenlerin dönmesi ile birleştirmek de fantaziden ibarettir. Necm sûresinin inmesi ile Habeşistan´dan dönme arasında nice seneler vardır.[759] Hâdise şöyle olmuş olabilir: İslâm´ın başlangıcında müşrikler arasında yayılmış bir şâyia, Mekke´de İbnuz Ziba´râ gibi[760] cahil alaycıların uydurmalarındandır. Necm sûresinde Lât, Uzzâ ve Menât´ın anılmasını halk içine fitne sokmak için fırsat bilmişlerdi. Necm sûresini seçmelerinin sebebi şu idi: Zîra Kâbe´de okunduğu sıralar onlar da orada bulunuyorlardı ve secde etmişlerdi. Allah Teâlâ´nın, nebîsi için mûcize yaptığı o secdelerine mazeret olsun diye, bu sözü uydurmuşlardı”[761].
6- İbnu´l-Kelbî (Ö. 204) Kitâb´ul-Asnâm (Putlar kitabı) adlı kitabında, cerh ve ta´dil kaidelerini de tatbik etmeksizin, putlarla ilgili her türlü haberi toplayıp naklettiği halde bunu zikretmez. Buna mukabil cahiliyye Araplarının Ka´beyi tavaf ederken “Lât hakkı için, Uzzâ hakkı için! üçüncüleri Menât hakkı için! Onlar yüksek kuğular (dişi tanrıçalardır), onların şefaatlerine ümit bağlanabilir” derler[762].
Yakut el-Hamevî de Mu´cemu´l-Büldân adlı ansiklopedik coğrafya lügatında Uzzâ´yı anlatırken (4/116-118) müşriklerin bu sözlerini nakleder. Bu son iki cümle, Garânîk rivâyetinde, şeytanın Peygamberimize söylettiği iddia edilen sözün aynısıdır. Büyük ihtimal Garânîk kıssasının menşei, müşriklerin bu sözleridir.[763] “Demek ki Garânîk teşbihi, Peygamberden evvel söylenegelmiş bir sözdür. Muhtelif şekillerde söylenmiş olması da buna delâlet eder. O halde bu söz, esas itibariyle müşriklere bir ilkâ-i şeytânîdir.”
7- Bunca tutarsızlığına rağmen, bu Garânîk kıssasını, vahy ve nübüvvet akîdesine gölge düşürmeye elverişli bulmaları sebebiyle gerçek kabul eden müsteşrikler, gerçekten acınacak bir ilmî sefalet sergilemektedirler. W. Muir, R. Dozy, Brockelmann, Nöldeke, Blachere, M. Gadefroy-Demombynes, M. Watt bunlar arasındadır. İşte peşin hüküm, aleyhtarlık irtikab etmeyeceği tenâkuzlara düşmekten, zekâları ve ilmî maharetleri kendilerini koruyamamıştır.(14) Bununla beraber müşteşriklerin ele aldıkları hemen her meselede olduğu gibi, bu mevzuda da, içlerinden bu hususta hakkı teslim edenleri çıkmamış değildir. Ezcümle -bir çok mevzuda garazkâr ve peşin hükümlü- olan L. Caetani, isabetli tahlille bu hikayenin uydurma olduğunu açıklamıştır: “(…) Çünkü bunu uyduranlar, iki büyük gayri tabiîliği ve tezadı bertaraf edememişlerdir. Yalanın bacağı kısadır. Yukarıki hadislerin hepsi isbat etti ki Muhammed ile Kureyşliler arasındaki ihtilaf, Kureyşlilerin düşmanlığı karşısında müslümanlar muhacerete mecbur olacak kadar şiddetlidir. Şimdi tetkik etmekte olduğumuz hikayeyi bize nakleden mühaddislerin sözlerine inanırsak, müslümanlar birkaç Kur´ân âyetini alenen okurlarsa gâyet şiddetli fena muameleye maruz kalıyorlardı. O halde Muhammed´in bütün Kureyşliler önünde koca bir sûreyi baştan aşağı okuması, Kureyşlilerin de ne söyleyeceğini bilmeden dînî bir dikkat ile kendisini dinlemeleri ma´nâsız olmaz mı Bundan başka, bu hikaye iyi düşünülmüş de değildir. Muhammed şeytanın talim ettiği âyetleri okuyor ve bunların ma´nâlarını anlamıyor, yahut başka âyet bilmiyor gibi görünmektedir.” (Caetani, İslâm tarihi, 2/264-265). Keza şöyle der: “Muhammed hakiki bir devlet adamı idi, kendisinde gâyet ince bir fikr-i siyasi vardı. İnsanlarla müzâkerede, insanları idarede fevkalade maharet sahibi idi. Üç puta karşı ibadeti muvakkaten kabul etmek gibi, kaba hataların O´ndan sâdır olması gayri kâbildir. Çünkü bu hareket, geçmiş senelerin cesur çalışmalarını bir an içinde birden bire yıkmaya ve kendi kendisini mahvetmeye müsâvi idi” (A.g.e., s. 265-266).
Fakat müsteşriklerden, üstelik ciddi tanınan (Arap Dil Akademisi azalığı ile taltif edilen) R. Blachere´in irtikab ettiği, ciddiyetsizlikten de öte, haysiyetsizliği kimse yapmamıştır. Zîra bütün dünyada bir kelimesi bile farklı olmayan Kur´ân-ı Kerîm´i Fransızca´ya tercümesinde “sözüm ona iki âyet” ilave etmiştir. Yaptığı ilaveler Necm sûresinin 20. âyetinden sonra 20 bis, 20 ter diye yazıp tercüme ettiği bu şeytânî sözlerdir. Bu tahrifi yaparken dipnotta bir gerekçe (!) yazmaya veya kitabının önsözünde bir açıklamaya bile teşebbüs etmemiştir.
Blachere, daha önce yayınladığı ve nüzûl sırasına göre sûreleri sıralayarak tercüme ettiği Kur´ân meâlinde ise (Le Coran, Traduction selon un essai de reclassement des sourates, Paris, 1949) bu şeytânî sözleri yine âyet diye derc etmekle beraber, buradaki âyetlerin nüzûl tarihi konusunda bir iddia ileri sürer. Az önce Necm sûresinden iktibas ettiğimiz pasajda (s. 5) 19-23 kısmını yine gözönüne getirelim: Kur´ân´ın üslûbunu az çok bilen bir kimse burada hiç bir ma´nâ boşluğu bulamaz, fikirler teselsül halindedir, kopukluk yoktur. Kelamın gelişmesinde muhatap 20. âyetten sonra, yani putları tahkire yapılan girizgâh´tan sonra “Demek erkek size, kadın Allah´a, öyle mi O halde bu, insafsızca bir taksim!” kısmını bekler, Blachere bu putları daha ayrıntılı tarzda reddeden 23. âyetin “muahhar” olduğunu iddia etmektedir. Bunun tek sebebi bu âyetin, putları metheden o uydurma söze imkan bırakmamasıdır. Blachere´in gösterdiği gerekçe de 23. âyetin “arythmique” yani öbürlerine göre uzun olmasıdır. Kur´ân´ın şiir gibi her zaman rythmique olduğunu kim görmüş Bunu iddia eden mi var En açık misallerinden biri Fatiha sûresidir. Bu sûrenin 7. âyeti diğerlerine göre açıkça uzun diye, sonradan eklendiğini mi söylemek gerekir Kitâb-ı Mukaddes kritiğinde formgeshictliche adıyla bilinen Alman metodunu Kur´ân´a uygulamak isteyen bu şahıs, mezkûr tercümesinde çok tuhaf ve zor durumlara düşmüştür. Mesela ona göre Asr sûresi, önce “Asra andolsun ki insanlar ziyandadır” şeklinde idi. Kalan kısmı sonradan ilave edilmiştir. Ona kalsa bu nevi istisnalar Medîne dönemine ait olmalıdır.
Necm sûresinde, 23. âyeti, şimdilik bir tarafa bıraksak bile 21 ve 22. âyetler de bulunmakta ve onlar da putları açıkça reddetmektedir. Müşrikler erkek evlat ister, kız çocuklara hiç değer vermezlerdi. Burada onların bu telakkîlerine işaret olunarak, Allah´ı kendilerinden daha dûn bir mevkiye düşürmelerindeki saçmalık belirtilmiş olmaktadır. Blachere, bunların sonra ilave edildiğini söylemiyor, aksine bu metinlerin “eski” olduğunu tasrih ediyor. Diğer taraftan o, Tûr sûresini nüzûl bakımından 22. sıraya koyar. Necm sûresi ise ona göre 30. sıradadır. Tûr sûresinin 39. âyeti “Demek oğullar sizin de kızlar O´nun öyle mi ” diyerek, aynı şekilde bir taraftan putların, bir taraftan puta tapanların hakirliklerini ortaya koymaktadır. Blachere´in dediği gibi: “Kur´ân dişi tanrıları red delilini tekrar ele almıştır.” Öyleyse, bu daha önce yapılmış iken, Necm sûresinde de aynı kelam içinde tekrar edilmiş iken, bu bâtıl tanrıların hak olduklarının, üstelik övülmelerinin ma´nâsı kalır mı Sonra gelen 26. âyet, Allah isteyip razı olmadıkça, meleklerin bile şefaatlerinin muteber olmayacağını bildiriyor. Yani putların şefaatlerinin asla mevcut olmadığını anlatmak istiyor. Bütün bunlar, müşriklere ait olan bu uydurma sözün, bu muhtevaya ne derece zıt olduğunu göstermeye kâfidir.
Garânîk meselesine sarılarak İslâm aleyhinde şüphe uyandırmaya çalışan müsteşrikler dürüst davranmamaktadırlar.
Davranışlar, İslam incelemelerinde, müslümanların “bizim malımızdır” diye sahip çıktıkları hususları tetkik edip onlar hakkında değerlendirme yapmaları gerekirdi. Onların “bu sâbit değildir, bizim malımız değildir” dedikleri şeyleri ise, bir tarafa bırakmaları gerekirdi. Dürüstlük bunu gerektirir. Fakat onların çoğu, Buhârî´nin kitabı gibi müslümanların ittifakla kabul ettiği kitaptaki hadisleri kabul etmez de, tarihî usûle, müslüman hadiscilerinin koydukları cerh ve ta´dil kaidelerine uymayan rastgele bir kitaba girmiş (mesela el-Egâni gibi bir edebiyat kitabında bulunan) rivâyetleri hakkındaki hükümlerine esas alırlar. Fakat bu, onlar farkında olmaksızın İslâm´ın hakkâniyetine ayrı bir delil oluşturmaktadır. Çünkü böylece, onlar tarihen sâbit kat´î nâsslarda aleyhde kullanacak tutamak bulunmadığını tasdik etmiş olmaktadırlar.”[764]
ـ4ـ وعن زيد بن ثابت رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَرَأتُ عَلى رسُولِ اللّهِ # وَالنَّجْمِ فَلَمْ يَسْجُدُ فِيهَا[. أخرجه الخمسة .
4. (2770)- Zeyd İbnu Sâbit (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a Ve´nnecmi sûresini okudum, bunda secde etmedi.”[765]
AÇIKLAMA:
Bu bahsin baş kısmındaki açıklamada da belirtildiği üzere, secde gereken âyetler bahsi ihtilaflı bir mevzudur. Sadedinde olduğumuz rivâyet, Necm sûresinde secde olmadığını ifade etmektedir. Mâlikîler bu rivâyetle amel ederek “Mufassal sûrelerde secde yoktur” demişlerdir. Ebû Sevr gibi değerlendirenler de “Necm sûresinde secde yoktur” demiştir. İbnu Hacer: “Bu halde Necm sûresinde secdenin terki, mutlak olarak o sûrede secdeyi terketmek ma´nâsına gelmez” der ve ilave eder: “O sırada secdenin terkedilmiş olması, Efendimizin abdestsiz olmasından veya vaktin mekruh vakitlerinden biri olmasından ileri gelebilir. Bu, ihtimalden uzak değildir. Yahut okuyanın secde etmemiş olmasındandır. Mamafih, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), secdeyi terketmenin cevazını göstermek için de secde etmeyi terketmiş olabilir”der.
Meseleye eğilen imamlar bu sonuncu ihtimali en kuvvetli ihtimal olarak değerlendirirler. Şâfiî bu hususta cezmeder, yani kesin kanaat beyan eder. Ona göre, “Necm sûresinde secde vâcib olsaydı bilahare de olsa secde etmeyi emrederdi.”[766]
ـ5ـ وعن أبى سلمة عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّهُ قَرَأ سُورَةَ: إذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ. فَسَجَدَ بِهَا، فَقُلْتُ يَا أبَا هُرَيْرَةَ: ألَمْ أرَكَ تَسْجُدُ؟ قَالَ: لَوْ لَمْ أرَ النَّبىَّ # يَسْجُدُ لَمْ أسْجُدُ[. أخرجه الستة إ الترمذي.
5. (2771)- Ebû Seleme, Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)´den naklettiğine göre, Ebû Hüreyre İzâ´s-Semâunşakkat sûresini okudu ve secde etti. Ben kendisine:
“Ey Ebû Hüreyre seni secde eder görmüyor muyum!” dedim. Bana:
“Resûlullah´ı secde eder görmemiş olsaydım, bende secde etmezdim!” cevabını verdi.[767]
ـ6ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَجَدْنَا مَعَ النَّبىّ # في: إذَا السَّمَاءُ انْشَقَّتْ، وَاقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ[. أخرجه الخمسة إ البخارى .
6. (2772)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la İzâ´s-Semâun-Şakkat sûresinde ve İkra´ bismi Rabbikellezî halaka sûresinde secde ettik.”[768]
AÇIKLAMA:
Bu hadis de mufassal sûrelerde secde olduğuna delil olmaktadır. Bu sûrelerde secde etmek gereğine inanan Ebû Davud, hadis hakkında şu açıklamayı yapar: “Ebû Hüreyre hicretin altıncı yılında Hayber Fethi´ nde müslüman olduğuna göre, bu secde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın son fiilidir.”[769]
ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]لَمْ يَسْجُدِ النَّبىُّ # في شَىْءٍ مِنَ المُفَصَّلِ مُنْذُ تَحَوَّلَ إلى المَدِينَةِ[. أخرجه أبو داود .
7. (2773)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medîne´ye (hicretle) geldiği günden beri mufassal sûrelerden hiç birinde secde etmemiştir” dedi.[770]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, görüldüğü üzere, bir önceki Ebû Hüreyre hadisiyle müte-ârızdır. Ancak bunun zayıf, öncekinin sahih olduğu belirtilir. Üstelik Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) “mufassallarda Resûlullah´la secde ettik” buyuruyor, cezmediyor. Ebû Hüreyre´nin Ebû Dâvud tarafından da dikkat çekildiği üzere, altıncı hicrî yılda İslâm´a girdiği gözönüne alınırsa Resûlullah´ ın mufassallarda secde ettiği kesinlik kazanır. İbnu´l-Melek der ki: “Sahâbeden bir çoğu secde hususunda rivâyette bulunmuştur, kabul hususunda isbat nefiyden evlâdır.” Nevevî de benzer mülahazalar beyanıyla önceki hadisin amelde esas olduğunu belirttikten başka “Bu hadiste mevzubahis olan secdeyi terk, “sebeplerden bir sebeple” olmuştur.[771]
ـ8ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كانَ رَسُولُ اللّهِ # يَقُولُ في سُجُودِ الْقُرآنِ بِاللَّيْلِ: سَجَدَ وَجْهِى لِلَّذِى خَلَقَهُ وَصَوَّرَهُ، وَشَقَّ سَمْعَهُ وَبَصَرَهُ بَحَوْلِهِ وَقُوَّتِهِ[. أخرجه أصحاب السنن .
8. (2774)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), geceleyin yaptığı tilâvet secdelerinde şöyle derdi: “Yüzüm, kendisini yaratan (maddî ve manevî çeşitli cihazlarla teçhîz, tezyîn ve) tasvîr eden, ilâhî güç ve kudretiyle onda işitme ve görme duyguları açan Zât´a secde etti.”[772]
AÇIKLAMA:
1- Burada “yüz”le zât kastedilmiştir, yani “yüzüm secde ediyor” demek “zâtım secde ediyor” , “ben secde ediyorum” demektir. Yüz, çoğu kere kişiyi temsil eder. Sözgelimi yüzün ak olması şahsiyetin berî olması demektir.
2- Aliyyu´l-Kârî´nin de belirttiği üzere, tilâvet secdesinde okunacak tesbîh, namaz secdesinde okunan tesbîhtir, esahh görüş budur. Ancak bazı âlimler, yine de sübhâne Rabbenâ in kâne va´ade Rabbenâ lemef´ûlâ demenin müstehap olduğunu söylemişlerdir. Çünkü âyet-i kerime´de Cenâb-ı Hakk evliyalardan bahsederken: “Yüzleri üzerine secdeye varırlar ve “Rabbimiz münezzehtir, Rabbimizin sözü şüphesiz yerine gelecektir” derler” (İsrâ 107-108) diye haber vermektedir. Şu halde âyette gelen bu tesbîhin secde sırasında söylenmesi, bazılarınca müstehab addedilmiş olmaktadır.
Aliyyu´l-Kârî, mevzu ile ilgili olarak der ki: “Secdelerde, okunacak tesbîhin, bu hususta sahih rivâyetlerde gelmiş olan tesbîhlerin dışına çıkmaması uygun olur. Sözgelimi tilâvet secdesi namazda yapılacak ise, namaz secdesinde okunan tesbîh okunmalıdır, namaz farz namazsa Sübhâne rabbiye´l-a´lâ demeli, veya nafile bir namazsa, secdede söylenmesi hususunda rivâyetlerde gelmiş olan bir tesbîh okunmalı, “secde vechi” gibi, “Allahümme Üktüb lî..” gibi[773] Tilâvet secdesi namaz dışında ise, bu hususta gelen tesbîhlerden herhangi biri okunabilir.”[774]
ـ9ـ زاد في رواية الترمذي عن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما فقال: ]جَاءَ رَجُلٌ، فقَالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ رَأيْتُنِى اللَّيْلَةَ وَأنَا نَائِمٌ كَأنِّى أُصَلِّى خَلْفَ شَجَرَةٍ فَسَجَدْتُ فَسَجَدَتِ
الشَّجَرَةُ لِسُجُودِى، فَسَمِعْتُهَا تَقُولُ: اللَّهُمَّ اكْتُبْ لِى بِهَا أجْراً، وَحُطَّ عَنِّى بِهَا وِزْراً، وَاجْعَلْهَا لِى عِنْدَكَ ذُخْراً، وَتَقَبَّلْهَا مِنِّى كَما تَقَبَّلْتَهَا مِنْ عَبْدِكَ دَاوُدَ. قالَ ابنُ عَبَّاس: فَسَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # قَرأَ السَّجْدَةَ، فَقَالَ فِيَها مِثْلَ مَا أخْبَرَهُ الرَّجُلُ عَنْ قَوْلِ الشَّجَرَةِ[ .
9. (2775)- Tirmizî´nin İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)´dan yaptığı bir rivâyette şu ziyade gelmiştir. İbnu Abbâs der ki: “Bir adam gelerek dedi ki, “Ey Allah´ın Resûlü! gece uyurken rüyamda kendimi gördüm. Sanki ben bir ağacın arkasında secde yapıyorum. Ben secde yaptım, secdem üzerine ağaç da secde yaptı. Onun şöyle söylediğini işittim: “Allah´ım, secdem sebebiyle bana sevab yaz, onun hürmetine günahımı dök, onu senin nezdinde bana azık yap. Kulun Dâvud´dan kabul ettiğin gibi, onu benden kabul et.”
İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) der ki: “Bundan sonra, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın secde âyeti okuduğunu, (tilâvet secdesi sırasında) o adamın kendisine, ağacın sözü olarak haber verdiği duânın aynısıyla duâ ettiğini işittim.”[775]
AÇIKLAMA:
Tilâvet secdesiyle ilgili olarak dokuz rivâyet kaydedilmiş oldu. Bazılarıyla ilgili açıklamalar sunduk. Ayrıca bahse girerken kaydettiğimiz uzunca açıklamada derli toplu bilgiler kaydettik. Burada mevzuyu bir kere daha özetleyeceğiz.
* Tilâvet secdesi Kur´ân-ı Kerîm´de secde etmeye irşad eden bazı âyetler okuyunca veya dinleyince veya okuyan imama uyulunca yapılan bir secdedir, rükûu, kuûdu yoktur.
* Âlimler tilâvet secdesinin meşrû olduğunda icma ederlerse de vücûbunda ihtilaf ederler:
** Cumhur sünnet olduğuna hükmeder.
** Ebû Hanîfe, “vâcibtir fakat farz değildir” der.
* (Cumhura göre), bu secde âyetini okuyana sünnettir, okuyan secde ederse dinleyene de sünnettir. “Okuyan secde etmese de dinleyene sünnettir” diyen de olmuştur.
* Secde yerleri de ihtilaflıdır:
** Şâfiî´ye göre mufassal dışındaki âyetlerde secde edilir. Böylece onbir yerde secde edilir.
** Hanefîlere göre ondört yerde secde edilir. Hanefîler, Hacc sûresinde bir secde kabul ederler, ancak Sâd sûresinde de secde yaparlar.
** Ahmed İbnu Hanbel (rahimehullah) ve bir grup âlim: “Onbeş yerde secde var” derler ve hem Hacc sûresindeki iki secdeyi hem de Sâd sûresindeki bir secdeyi kabul ederler.
* Namazda aranan temizlik vb. gibi şartların bunda da aranıp aranmayacağında da ihtilaf edilir. Bir cemaat, bunların aranmasını şart koşar, bir grup da şart koşmaz. Buhârî´nin bir rivâyeti İbnu Ömer´in abdestsiz secde ettiğini kaydetmiştir.
* Tilâvet secdesi yapılırken, namaz secdesinde okunan tesbîhin okunması esastır. Sünnette gelen (me´sûr) tesbîhlerden biri de okunabilir.[776]
ŞÜKÜR SECDESİ
ـ1ـ عن أبى بكرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رسولُ اللّهِ # إذَا جَاءَهُ أمْرٌ بِسُرُورٍ أوْ يُسَرُّ بِهِ خَرَّ سَاجِداً شَاكِراً للّهِ تَعالى[. أخرجه أبو داود والترمذي .
1. (2776)- Hz. Ebû Bekre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sürûrlu bir hadiseyle veya sürûr veren bir hadiseyle karşılaşınca Allah´a şükretmek üzere secde ederdi.”[777]
ـ2ـ وعن سعد بن أبى وقاص رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]خَرَجْنَا مَعَ رَسولِ اللّهِ # مِنَ مَكَّةَ نُرِيدُ المَدِينَةَ، فَلَمَّا كُنَّا بِبَعْضِ الطَّرِيقِ رَفَعَ يَدَيْهِ فَدَعَا اللّهَ وَخَرَّ سَاجِداً، ثُمَّ مَكَثَ طَوِيً، ثُمَّ قَامَ فَرَفَعَ يَدَيْهِ سَاعَةً، ثُمَّ خَرَّ سَاجِداً فَفَعَلَ ذلِكَ ثََثاً، ثُمَّ قَالَ: إنِّى سَألْتُ رَبِّى وَشَفَعْتُ ‘مَّتِى فأعْطَانِى ثُلثَ أُمَّتِى فَخَرَرْتُ لِرَبِّى سَاجِداً شُكْراً، ثُمَّ رَفَعْتُ رَأسِى، فَسَألْتُ رَبِّى ‘مَّتِى فَأعْطَانِى ثُلُثَ أُمَّتِى فَحَرَرْتُ لِرَبِّى سَاجِداً شُكْراً. ثُمَّ رَفَعْتُ رَأسِى فَسَأَلْتُ رَبِّى ‘مَّتِى فَأعْطَانِى الثُّلُثَ اŒخَرَ فَخَرَرْتُ لِرَبِّى سَاجِداً شُكْراً[. أخرجه أبو داود .
2. (2777)- Sa´d İbnu Ebî Vakkas (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte Mekke´den çıktık. Medîne´ye gitmeyi arzu ediyorduk. Yolun bir yerine (Azvera´ya)[778] ulaşınca, Aleyhissalâtu vesselâm ellerini kaldırıp Allah´a duâ etti ve secdeye kapandı. Uzun müddet öyle kaldı. Sonra kalkıp yeniden ellerini kaldırdı, bir müddet (öyle kaldı). Sonra tekrar secdeye kapandı. Bu şekilde üç kere secde yaptı. Sonra dedi ki: “Ben Rabbimden talepte bulundum ve ümmetime şefaat ettim. Rabbim, ümmetimin üçte birini bana verdi. Ben de Rabbim için şükür secdesine kapandım. Sonra başımı yerden kaldırıp, ümmetim lehinde tekrar (mağfiret için) talepte bulundum, bana ümmetimin üçte birini daha verdi, ben de Rabbime şükür secdesinde bulundum. Sonra başımı kaldırdım ümmetim için tekrar talepte bulundum, bana ümmetimin son üçte birini de verdi, ben de Rabbime şükür secdesine kapandım.”[779]
AÇIKLAMA:
1- İslâm dîninde, bir nimete kavuşma veya bir musîbetten kurtulma anlarında, Cenâb-ı Hakk´a şükür ifade etmek için tekbîr alarak secdeye varıp secdede mûtad namaz tesbîhiyle tesbîh okuduktan sonra tekbir getirerek kalkmaktan ibaret secde yapılması meşrû kılınmıştır. Bu, yukarıda kaydedilen hadislerden de anlaşılacağı üzere, sünnetle sâbit bir ibâdettir. Ashâbtan birçoğunun şükür secdesi yaptığına dair rivâyetler gelmiştir. Ebû Cehl´in başı kesilip getirilince Efendimizin beş kere secde yaptığı rivâyet edilir.
2- Sübülü´s-Selâm´da belirtildiği üzere, İmam Ahmed ve Şâfiî hazretleri, şükür secdesinin meşrûiyyetine kâildir. İmam Mâlik bu meselede muhalif kalmıştır. Ebû Hanîfe hazretlerinin “bunda kerahet yok, mendub da değil” dediği rivâyet edilmiştir.
3- Şükür secdesinde temizlik şart mıdır İhtilafıdır. Namaza kıyasla “şarttır” denildiği gibi, “şart değildir” de denmiştir. Bu ikinci hüküm esahh kabul edilmiştir.
4- Neylü´l-Evtâr´da şükür secdesiyle ilgili hadislerde tekbir getirileceğine dair delil olmadığına dikkat çekilir. Tebük seferine mâzereti olmadığı halde katılmadığı için cezalandırılan Ka´b İbnu Mâlik (radıyallâhu anh)´in affıyla ilgili âyetin nüzûl haberi geldiği zaman, şükür secdesi yapmış olması[780] bunun ashâb arasında şâyi bir âdet olduğunu ifade eder. Hz.Ebû Bekr (radıyallâhu anh)´e de Müseylime´nin öldürülme haberi gelince şükür secdesine kapanmıştır. Hz. Ali (radıyallâhu anh) de Hâricîlerden zü´s-Südeyye´yi Nehrevân´da öldürülmüş görünce secde etmiştir.[781]
5- İkinci rivâyette Resûlullah´a her defasında ümmetinin üçte birinin bağışlandığı, üç duâsının sonunda ümmetinin tamamının Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´in şefaatine mazhar kılındığı ifade edilmektedir. Aliyyu´l-Kârî´nin Mirkât´da kaydına göre, Türbüştî, hadisi şu ma´nâda yorumlar: Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´in ümmeti önceki ümmetler gibi değildir, günahı miktarınca yandıktan sonra cehennemden çıkacaktır. Muhammed ümmetine ebedî cehennem yoktur. Eski ümmetlerden azaba uğrayanların azabları ebedî kılınmıştır. Onlardan pekçoğu, peygamberlerine isyanları sebebiyle Allah´ın lânetine uğramış, şefaatten mahrum kalmışlardır. Bu ümmetin âsîlerinden cezalandırılanlar, günahlarından temizlenmiş olurlar. Şehâdet üzere (imanla) ölenler, isyânı sebebiyle azaba mâruz kalsa da ateşten çıkarılacaklardır. Resûlullah´ın şefaati onlara da ulaşacaktır, kebâir işlemiş olsalar bile, Cenâb-ı Hakk, bu ümmetin peygamberlerinin makamının yüceliğine ikram olarak müslümanları bazı imtiyazlarla mümtaz kılmıştır bu cümleden olarak, içlerinden geçen vesveseleri, konuşmadıkları veya yapmadıkları müddetçe affedecektir.
6- Hadis, ayrıca hakkında rivâyet gelen hususlar dışında duâ ederken ellerin kaldırılması gerektiğine delildir.[782]
ALTINCI BÂB
CEMAATLE NAMAZ
(Bu bâbta beş fasıl vardır)
*
BİRİNCİ FASIL
CEMAATİN FAZÎLETİ
*
İKİNCİ FASIL
CEMAATE DEVAM VACİBTİR
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
CEMAATİ ÖZRÜ OLAN TERKEDER
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
İMAMIN VASFI
*
BEŞİNCİ FASIL
İMAMA UYANLARLA İLGİLİ AHKÂM VE ÂDÂB
BİRİNCİ FASIL
CEMAAT NAMAZININ FAZİLETİ
UMUMİ AÇIKLAMA
Dinimiz cemaate çok ehemmiyet vermiş ve müslümanların cemaat ve birlik olmalarını teşvik etmiştir. Ümmetî birliğe ulaşmada en müessir vasıta namazdır. Günde beş vakit câmide birleşen müslümanlar, aralarında mevcut olan çeşitli farklılıkların ortaya çıkaracağı tefrikayı ortadan kaldırabileceklerdir. Tefrikaya götürecek farklıklar neler olabilir.
* Dil farkı,
* Renk farkı
* İktisâdî farklılık,
* Mevki makam farkı,
* Siyâsi görüş farkı vs.
Günde beş vakit câmi çatısında birleşen, cemaatleşen mü´minler, Resûllerinin başkanlığı altında kaynaşacaklardır. Her mescide geliş, kimisi fıtrî, kimisi sunî olan ve fakat başıboş bırakıldığı takdirde her biri tefrikaya, fitneye götürebilecek bu farklılıkları bir törpüleme ameliyesi bir kaynaşma temrîni (antrenman) ve bütünleşme cehdidir.
Bu sebeple Resûlullah pek çok hadislerinde namazların cemaatle kılınmasını emretmiş, münferid kılmak için ruhsat isteyenlere sıkı şartlar altında ruhsat vermiştir. Sözgelimi iki gözü de kör olan âmâ Abdullah İbnu Ümmi Mektûm evinde kılma ruhsatı isteyince önce vermiş, sonra geri çağırıp ezanı işitip işitmediğini sormuş, işittiğini öğrenince ruhsatı kaldırmıştır. Ebû Dâvud´un bir rivâyetinde: “Üç kişinin bulunduğu bir köy veya kırda namaz cemaatle kılınmazsa şeytan onlara mutlaka galebe çalmıştır. Cemaate iyi tutun. Zîra kurt, sürüden ayrılanı kapar” buyrulmuştur.
Bu ve benzeri bazı nasslardan hareket eden bir kısım âlimler cemaate katılmanın farz-ı ayn olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Ebû Sevr, âyetten de delil çıkarıp: “Allah, Resulüne “korku namazı”nda bile cemaati emretmektedir, öylesi ağır şartlar altında bile terki için özür tanımazsa, emniyet halinde daha şiddetli bir vâcib olduğu anlaşılır” der.[783] Atâ İbnu Ebî Rebâh: Hazerde ve köyde, ezanı işiten hiçbir mahlûka namazı cemaatle kılmayı terketmeye ruhsat yoktur!” der. Evzâî de: “Ezanı işitsin işitmesin, hiçbir evladın cuma ve cemaatleri terk hususunda babasına itaat etmesi caiz değildir” demiştir.
Şâfiîlerin çoğu namazı cemaatle kılmanın farz-ı kifâye olduğuna hükmeder.
Cemaat nedir Hadisler namaz mevzuunda iki kişiyi bir cemaat olarak tavsif eder. Ancak cemaatin sayısı ne kadar fazla olursa o kadar makbuldür “Bir kimsenin bir başkasıyla kıldığı namaz, tek başına kıldığından (sevapça) daha bereketlidir. İki kişi ile olan namazı da bir kişi ile beraber kıldığından daha bereketlidir. Beraber kılanlar ne kadar çok olursa Allah indinde o kadar makbuldür.”
Bir mescidde bir kere cemaat yapıldıktan sonra başka cemaat yapılmayacağını söyleyenler omuştur. Ancak Seleften gelen bazı örneklere müsteniden birçok âlim bu görüşe katılmaz. Buhârî´nin kaydına göre, Tâbiînden Esved İbnu Yezîd, cemaati kaçırınca başka camiye giderek cemaat faziletinden istifadeye çalışmıştır. Enes (radıyallâhu anh) bir seferinde, mescide geldiğinde cemaati kaçırdığını görür. Ezan okuyup, yanındaki yirmi kadar kendi yakınlarından gençle cemaat teşkil eder. İbnu Mes´ud, Atâ, bir kavle göre Hasan Basrî, Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhûye, Mâlikîlerden Eşheb, camide ikinci, üçüncü cemaatin olabileceği kanaatindedirler.
Bir mescidde namaz kılındıktan sonra bir daha vakit namazı kılınmaz diyenler meyanında Hz. Ömer´in torunu Sâlim İbnu Abdillah, Hz. Ebû Bekr´in torunu Kâsım İbnu Muhammed ve Ebû Kılâbe´nin ismi geçer. Metbu imamlardan Mâlik, Leys, Abdullah İbnu´l-Mübârek, Süfyân-ı Sevrî, Evzâî, Ebû Hanîfe, Şâfiî´ de aynı görüştedirler.
Bunların müslümanlar arasındaki birliğin bozulmaması endişesiyle böyle fetva verdikleri belirtilir. Kûfe fukahası ile, bir rivâyete göre Mâlik: “Cemaati kaçıran kimse ister münferiden kılar, ister cemaat aramak niyetiyle diğer mescide gider” demiştir. Ancak İmam Mâlik, Mescid-i Haram´la Mescid-i Nebevî´yi bu kaideden istisnâ eder. Çünkü onlara münferiden kılınan namaz, fazîletçe, başka mescidlerde cemaatle kılınanlardan üstündür.[784]
ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: صََةُ الرَّجُلِ في جَمَاعَةٍ تُضَعَّفُ عَلى صََتِهِ في بَيْتِهِ وَسُوقِهِ خَمْساً وَعِشْرِينَ ضِعْفاً، وذَلِكَ أنَّهُ إذَا تَوَضّأَ فَأحْسَنَ الوَضُوءَ، ثُمَّ خَرَجَ إلى المَسْجِدِ َ تُخْرِجُهُ إَّ الصََّةُ لَمْ يَخْطُ خُطْوَةً إَّ رُفِعَتْ لَهُ بِهَا دَرَجَةٌ، وَحُطَّتْ عَنْهُ بِهَا خَطِيئَةٌ، فإذَا صَلَّى لَمْ تَزَلِ المََئِكَةُ تُصَلِّى عَلَيْهِ مَا دَامَ في مُصََّهُ: اللَّهُمَّ صَلِّ، اللَّهُمَّ ارْحَمْهُ. وََ يَزَالُ أحَدُكُمْ. في صََةٍ مَا انْتَظَرَ الصََّةَ[. أخرجه الستة إ النسائى، وهذا لفظ البخارى .
1. (2778)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kişinin cemaatle kıldığı namazın sevabı evinde ve çarşıda (iş yerinde) kıldığı namazından yirmibeş kat fazladır. Şöyle ki, abdest alınca güzel bir abdest alır, sonra mescide gider, evinden çıkarken sadece mescid gâyesiyle çıkmıştır. Bu sırada attığı her adım sebebiyle bir derece yükseltilir, bir günahı affedilir. Namazı kıldı mı, namazgâhında olduğu müddetçe melekler ona rahmet okumaya devam ederler ve şöyle derler:
“Ey Rabbimiz buna rahmet et, merhamet buyur.”
Sizden herkes, namaz beklediği müddetçe namaz kılıyor gibidir.”[785]
ـ2ـ وفي أخرى للشيخين عن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: صََةُ الجَمَاعَةِ أفْضَلُ مِنْ صََةِ الْفَذِّ بِسَبْعٍ وَعِشْرِينَ دَرَجَةً[. »الْفَذُّ«: الفرد .
2. (2779)- Sahîheyn´in İbnu Ömer (radıyallâhu anh)´den kaydettiği bir diğer rivâyette şöyle denmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Cemaatle kılınan namaz, ayrı kılınan namazdan yirmiyedi derece üstündür.”[786]
ـ3ـ وعن أبى موسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #: أعْظَمُ النَّاسِ أجْراً في الصََّةِ أبْعَدُهُمْ فَأبْعَدُهُمْ مَمْشىً، وَالَّذِى يَنْتَظِرُ الصََّةَ حَتَّى يُصلِّيهَا مَعَ ا“مَامِ أعْظَمُ أجْراً مِنَ الَّذِى يُصَلِّى ثُمَّ يَنَامُ[. أخرجه رزين. قلت: وهو في صحيح البخارى، واللّه أعلم .
3. (2780)- Ebû Mûsa (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Namazda en çok sevap alan kimse, en uzak olanlarıdır, yürüme yönüyle en uzaktan gelenler, imamla kılıncaya kadar namazı bekleyen kimse, hemen kılıp sonra da uyuyandan daha çok sevaba mazhardır.”[787]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın namazları cemaatle kılmaya teşvik sadedinde beyan buyurduğu en mühim hadislerden üç tanesi kaydedilmiş durumda: Cemaatle kılınan namaz ayrı kılınandan 25 veya 27 kat fazla sevaba vesîle olmaktadır. Camiye gitmek için ne kadar fazla yol katedilirse sevab da o nisbette artmaktadır. Namaza gitmek için atılan her adım, sayıya girmekte, manevî kazanca vesîle olmaktadır.
2- Yirmibeş Mi, Yirmiyedi Mi
Cemaat sevabı, rivâyetlerin bir kısmında 25, bir kısmında 27 kat fazla olacağı ifade edilmiştir. İbnu Hacer bu teâruzu, tercih yoluyla gidermenin mümkün olmadığını, her iki rivâyetin de sahih senetlere dayandığını belirtir; bunları muhtelif şekillerde cem´etme imkânını gösterir.
* “Azı zikretmek çoğu nefyetmez.” Bu, kesin sayı mefhumuna itibar etmeyenlerin sözüdür. Ve Şâfiî´nin ashâbından bazıları bu görüştedir, bizzat Şâfiî hazretlerinin nassı olarak da rivâyet edilmiştir.
* Belki de Resûlullah 25 diye ilan etti,fakat sonradan Cenâb-ı Hakk, cemaatteki fazîletin daha da fazla olduğunu bildirdi, bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm 27 olarak haber verdi. Bu görüşe “hangisinin önce söylendiğini belirten açıklama gerekir” diye itiraz edilmiştir. Keza bu görüşe, “fezâile neshin girmesi ihtilaflı bir husustur” diye de itiraz edilmiştir.
* Fark, mescidin uzaklık ve yakınlığına göredir.
* Fark, musallinin halinden ileri gelir; İlimde ileri olması veya huşûda ileri olması gibi.
* Fark cemaatin mescidde veya başka yerde yapılmasından ileri gelir.
* Fark, namazı bekleyenle beklemeyen arasındadır.
* Fark cemaatin tamamına veya bir kısmına yetişmekten ileri gelir.
* Fark cemaate katılanların azlığı veya çokluğuyladır.
* Yirmiyedi, sabah ve yatsı namazlarına hasdır (Bazıları sabah ve ikindiye hasdır demiştir). Yirmibeş, diğer namazlara hasdır.
* Yirmiyedi, cehrî namazlara hasdır, yirmibeş, sırrî namazlara hasdır.İbnu Hacer, bu sonuncu görüşe “en muvâfık görüş” der. Müteakiben kaydedeceğimiz açıklamasıyla sanki bunu isbat eder.
3- Cemaatin Fazîleti Nerden Geliyor
Hadislerde cemaatle kılınan namazın fazîletiyle ilgili olarak zikredilen sayının hikmeti nedir Bazı âlimler bu hususta kesin konuşmaktan kaçınırlar. “Bu reyle anlaşılmaz. Onun mercii, insan aklının hakikatini tam olarak idrakten âciz kaldığı nübüvvet ilmine girer” derler. Ancak, yine de: “Bunun gayesi müslümanların, meleklerin safları gibi saflar halinde toplanmalarıdır. İmama iktidadır. İslam´ın şiârını izhardır” gibi açıklamalardan da geri durulmamıştır. Bu meselede cesur davranan İbnu Hacer cemaatle kılınan namazın sevabının münferid kılınan namaza nisbetle yirmibeş kat artışının sebebini, cemaate katılmaktan hâsıl olan yirmibeş ayrı fazîletle izah eder ve bu faziletleri bir bir sayar. Cemaatle kılınan namazın kadrini anlamanıza yardımcı olacağı ümidiyle aynen kaydediyoruz. Kaydedilen her husus, rivâyetlerden alınmadır. Bu sebeple açıklama fevkalade isabetlidir:
1- Namazı cemaatle kılma niyetiyle müezzine icâbet etmek.
2- Vaktin evvelinde, erkenden gitmek.
3- Sükûnetle mescide yürümek.
4- Mescide duâ ederek girmek.
5- Girince tahiyyetü´lmescid namazı kılmak (Hanefîlerde sünnetler bunun yerini tutar).
6- Cemaati beklemek.
7- Meleklerin, musallî için rahmet duâları ve istiğfarları,
8- Meleklerin musalli lehine şehadetleri.
9- İkâmete icâbet.
10- İkâmet sırasında kaçtığı için şeytandan selâmette kalmak.
11- İmamın iftitah tekbirini bekleyerek durmak veya imamı hangi halde bulduysa hemen dahil olmak.
12- İmamın iftitah tekbirine yetişmek.
13- Safların düzeltilip, aradaki açıklıkların giderilmesi.
14- İmam semi´allâhu limen hamideh deyince ona (Rabbenâ ve leke´lhamd diyerek) cevap vermek.
15- Umumiyetle sehivden emniyette kalmak ve hata halinde imamın, tesbîh veya açma (feth) yoluyla uyarılması.
16- Münferid kılanı meşgul eden birçok şeyden uzak kalarak huşûya kavuşma.
17- Daha düzgün bir kıyafette olmak.
18- Meleklerin kanatlarıyla kuşatması.
19- Kıraatın güzelleşmesi ve namazın erkân ve âdâbının öğrenilmesi antrenmanı. (Cemaate gitmekle bunlar hâsıl olur.)
20- İslâm´ın mühim bir şiarını izhâr etmek.
21- İbâdet için toplanmaya şeytan burnunun sürtülmesi, kulluğa boyun eğme, tembelin gayrete gelmesi vardır.
22- Münafıklara has bir sıfattan ve “namazı terketti” şeklinde, hakkında düşülecek bir sûizandan selamet bulmak (uzakta kalmak).
23- İmamın selamına mukâbele.
24- Zikir ve duâ için teşkil edilen cemaatten ve kâmillerin bereketinin nâkıslara sirâyetinden istifade.
25- Komşular arasında ülfet ve kaynaşma nizamının kurulması ve namaz vakitlerinde dayanışma husûlü.”
Bu yirmibeş hasletten her biri hakkında hadislerde ya bir emir, ya bir teşvik gelmiştir. Geriye kalan iki haslet de cehrî namazlarla ilgilidir.”
1- İmam okurken susup dinlemek.
2- İmam (Fatiha´yı okuyup velâ´d-Dâllîn deyince meleklerin “âmîn” ine tevâfuk etmek maksadıyla âmîn demektir. Böylece, yirmiyedinin cehrî namazla ilgili olduğu görüşü tereccüh eder (üstünlük kazanır).”
4- Cemaat Camide Mi Olmalıdır
İbnu Hacer yukarıda sunduğumuz açıklamayı yaptıktan sonra şu neticeye dikkat çeker: “Zikrettiğimiz hasletler´in muktezası şudur: “Cemaat için vaadedilen sevap katlanması, kanaatimce mescit cemaatine mahsustur, bunu az ileride açıklayacağım. Mescid cemaatine münhasır olmayıp evlerde yapılan cemaatlere de şâmil olma takdirinde (çıkacak pürüzün halli mümkündür. Şöyle ki) bu durumda zikrettiklerimden üç tanesi düşer: Yürümek, girmek, tahiyyetu´lmescid namazı. Bu takdirde düşen bu üç şeyin boşluğunu, zikrettiklerimiz içinde birbirine yakın olduğu için bir maddede gösterdiğimiz bazı hasletleri ikiye ayırmakla doldurmamız mümkündür. Nitekim son iki haslet, söylediğimiz gibidir. Çünkü, zikir ve duâ için bir araya gelme menfaati ile kâmil olanların bereketinden nâkıs olanlara sirâyet etmesi, fayda itibariyle aynı şey değildir. Keza komşular arasında ülfet ve kaynaşma nizamını te´sis menfaati ile, dayanışmadan hâsıl olacak menfaat bir değildir. Aynı şekilde imama uyanların umumiyetle, sehivden sâlim olma faidesi ile, imam hata yaptığı takdirde uyarılmasından hâsıl olacak faide de bir değildir. Şu halde bu üç hasleti, zikrettiğimiz üç haslete bedel koyabiliriz. Böylece matlûb (mescidden başka yerde teşkil edilecek cemaat için de) hâsıl olur.”
İbnu Hacer, hadiste cemaat için vaadedilen yirmibeş kat sevabın cami dışında teşkil edilen cemaatler için de mevzubahis olma ihtimaline binaen yukarıda kaydedilen açıklamanın ortaya çıkaracağı işkâli böylece bertaraf eder. Ancak onun asıl kanaati, camide teşkil edilen cemaatle, başka yerlerde teşkil edilen cemaatin aynı olmayacağı istikametindedir. Bu kanaatini, sadedinde olduğumuz bahsin birinci hadisini (2778) açıklarken ortaya koyar. Hadiste geçen: “Kişinin cemaatle kıldığı namazın sevabı, evinde ve çarşıda (iş yerinde) kıldığı namazından yirmibeş kat fazladır” cümlesini şöyle anlar: Bu ifadenin gereği şudur: “Mescidde cemaatle kılınan namaz, sevabca evde ve çarşıda cemaatle ve ayrı kılınan namazı geçer.” Bu hükme İbnu Dakîku´l-Îd´in vardığını belirttikten sonra ondan nakle devam eder: “Görünen şu ki, camide teşkil edilen cemaatin mukabilinden kastedilen şey, cami dışında münferiden kılınan namazdır. Ancak hadisin hükmü gâlib duruma bakar. Çünkü normal olarak, mescidde cemaate katılmayan, namazını yalnız kılar. Bu yorumla, evde ve çarşıda kılınacak her iki namazı da aynı ayarda gören kimsenin düştüğü işkâl de bertaraf olur.”
İbnu Hacer der ki: “Hadisi zahirine hamletmekten, illâ da evde ve çarşıda kılınan namazın eşit olacağı hükmüne ulaşmak gerekmez. Zira onların, mescidde kılınan namaz karşısında mefdûl (daha aşağı) olmada beraber olmaları, kendi aralarında da eşit olmalarını gerektirmez, biri diğerine karşı üstün olabilir. Aynı şekilde hadisin zâhirine hamlinden, evde veya çarşıda kılınacak namazın, münferid kılınacak namaza nazaran efdal olmayacağı ma´nâsı da çıkmaz. Bilâkis zâhir o ki, sevabca mezkûr katlanma, mescidde kılınacak cemaate hastır ve evdeki namaz da çarşıda kılınacak namazdan mutlak olarak evlâdır, zîra hadiste geldiği üzere, çarşılar şeytanların kaynaşma mahallidir. Dolayısıyla evde ve çarşıda cemaatle kılınacak namaz münferid kılınacak namazdan evlâdır.” Saîd İbnu Mansurun bir rivâyetine göre, Evs el-Meğâfirî, Abdullah İbnu Amr İbni´l-Âs (radıyallâhu anh)´a: “Bir kimse güzel bir abdest alıp sonra evinde namazını kılsa ne dersin ” diye sorar.
“Güzeldir, hoşdur!” cevabını alınca tekrar sorar:
“Yakınlarının mescidinde kılarsa ”
“Onbeş kat sevaba ulaşır.”
“Ya (umumî) cemaat mescidine kadar yürür orada namaz kılarsa ”
“Yirmibeş katı.”
Bu örnektede görüldüğü gibi, Sahâbelerden gelen bazı rivâyetler herkese açık umumî mescidler varken daha husûsî daha dar sınırlı cemaatler teşkilini tafdîl etmiyor; daha mütecânis, daha husûsî mescidlerde kılınan namazın cemaatle bile olsa, sevabca düşük olacağını ifade ediyor. Suyûtî, el-Hâvi li´l-Fetâvâ´da ulemânın, cemaati böler gerekçesi ile, bir mahallede mescid varken, ihtiyaç olmadan ikinci bir mescid açmanın câiz olmadığına hükmettiğini belirtir. Şu halde teşrîatımızın özü cemaatleşmeye kaynaşmaya yöneliktir. Cemaatle kılınan namazın fazîletce üstünlüğü, bu esprinin bir gereğidir.
5- Hadiste Niçin “Derece” Kelimesi Kullanılmış
Cemaatle kılınan namazın, münferid kılınan namazdan üstünlüğü ifade edilirken, hadislerde دَرَجَةٌ (derece): ضِعْفًا (dı´f = kat), جُزْءًا (cüz) kısım; صََةً = salât gibi farklı kelimelerin kullanıldığı görülür.
İbnu Hacer, bunun, zâhiren râvilerin tasarrufu olduğunu belirtir ve ifade sanatının gereği de olabileceğini söyler. Ancak çoğunlukla derece kelimesinin kullanılmış olmasını gözönüne alan İbnu´l-Esîr: “(Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)) cüz, nasib, haz vs. gibi kısım ifade eden kelimeler yerine derece kelimesini kullanmıştır. Zîra, yücelme ve yükselme cihetinden sevabı kasdetmiştir, çünkü bu (cemaatle namaz) şu şu kadar derece, diğerinin (münferid namazın) üstündedir. Çünkü dereceler, yukarı cihete doğrudur” der. Bu ifâde İbnu´l-Esîr´in, hadisin aslında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın derece kelimesini kullandığı, bunun dışındaki kelimelerin râvi tasarrufu olduğuna hükmettiğini gösterir. İbnu Hacer, İbnu´l-Esîr´in bu açıklaması için şunu söyler: “Hadisin aslında farklı kelimelerin, bâhusus )اَلْجُزْء( cüz kelimesinin kullanılmış olmasını nefyi merduddur, kabul edilemez, zira bu sâbittir: dı´f da öyledir.”[788]
ـ4ـ وعن عثمان رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ رَسولَ اللّهِ # يَقُولُ مَنْ صَلَّى العِشَاءَ في جَمَاعَةٍ فَكَأنَّمَا قَامَ نِصْفَ اللَّيْلِ، وَمنْ صَلّى الصُّبْحَ في جَمَاعَةٍ، فَكَأنَّمَا صَلَّى اللَّيْلَ كُلَّهُ[. أخرجه مسلم ومالك، وأبو داود والترمذي.
4. (2781)- Hz. Osman (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim şöyle diyordu:
“Kim yatsıyı bir cemaat içinde kılarsa sanki gecenin yarısını ihya etmiş gibi olur, kim de sabah namazını bir cemaat içinde kılarsa sanki gecenin tamamını namazla geçirmiş gibi olur.”[789]
AÇIKLAMA:
1- Bazı âlimler, bu hadisi zâhiri üzere anlamış ve “yatsıyı cemaatle kılmanın fazîleti, gecenin yarısında kılınacak nafile ibâdete denktir” demiştir. Keza cemaatle kılınacak sabah namazının da fazîletçe bütün gece boyu kılınacak nafile namaza denk olduğu belirtilmiştir.
Bu yorum hadisin Müslim´deki vechine uygundur. Ebû Dâvud´daki vechine göre hadis şöyledir: “Yatsıyı kim bir cemaat içinde kılarsa sanki gecenin yarısını ihya etmiş gibi olur. Kim de yatsıyı ve sabahı bir cemaat içinde kılarsa geceyi ihya etmiş gibi olur.”
Bazı âlimler ma´nâyı şöyle tercih etmiştir: “Kim yatsıyı bir cemaat içerisinde kılarsa gecenin yarısını ihya etmiş olur” ifadesinden maksat: “Kim yatsıyı bir cemaat içinde kılarsa elde edeceği sevabı, yatsıyı cemaatle kılmadığı zaman, gece yarısına kadar namaz kılmakla kazanacağı sevaba müsavidir” demektir.
2- Cemaat kelimesi nekre gelmiştir. “Herhangi bir cemaat” demektir. Bu “camideki cemaat” ma´nâsını taşıdığı gibi, “evdaki cemaat” ma´nâsını da taşıyabilir. Ancak, önceki açıklamamızda bu çeşit hadislerde öncelikle “cami cemaati”nin maksud olduğunu belirttik.[790]
ـ5ـ وعن أبىّ بن كعب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كانَ رَجُلٌ َ أعْلَمُ أحَداً أبَعْدَ مِنْهُ مِنَ المَسْجِدِ، وَكَانَتْ َ تُخْطِئُهُ صََةٌ، فَقِيلَ لَهُ: لَوْ اشْتَريْتَ حِمَاراً فَرَكِبْتَهُ في الظَّلْمَاءِ أوْ في الرَّمْضَاءِ؟ فقَالَ: مَا يَسُرُّنِى أنَّ مَنْزِلِى إلى جَنْبِ المَسْجِدِ، إنِّى أُرِيدُ أنْ يُكْتَبَ لِى مَمْشَاىَ إلى المَسْجِدِ وَرُجُوعِى إلى أهْلى، فقالَ رَسولُ اللّهِ #: قَدْ جَمَعَ اللّهُ تَعالى لَكَ ذلِكَ كُلَّهُ[. أخرجه مسلم وأبو داود .
5. (2782)- Übeyy İbnu Ka´b (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Bir adam vardı Mescide ondan daha uzakta oturan birini bilmiyordum. Namazları da hiç kaçırmıyordu. Kendisine:
“Bir eşek alsan da karanlık veya sıcak zamanlarda binsen!” denilmişti, şu cevapta bulundu:
“Evimin mescide yakın olması beni memnun etmez. Ben mescide kadar yürümelerimin, sonra da aileme dönüşlerimin sevab olarak yazılmasını diliyorum.
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (Adamın bu sözünü işitince): “Allah Teâlâ hazretleri bu isteklerinin hepsini yerine getirdi” buyurdu.”[791]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mescidden uzaklığı birçok hadislerinde ele almıştır. Bazı hadislerde ezanı işitmeye imkân tanımayacak kadar uzaklığı tasvib etmez ve bunu “evin uğursuzlukları” meyanında zikreder. Ancak sadedinde olduğumuz hadiste de görüldüğü üzere beş vakit mescide gelmeye mâni olmayacak bir uzaklıkta oturmayı tasvib ve hatta takdir etmiştir. Mescide uzaklığı sebebiyle evlerini terkederek daha yakına gelmek isteyen Benî Selime´ye müsaade etmemiş, “Attığınız adımların sevabını düşünmüyor musunuz ” demiştir.[792][793]
İKİNCİ FASIL
CEMAATİN VÜCÛBU VE CEMAATE DEVAM
ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أتَى رَسولَ اللّهِ # رَجُلٌ أعْمى، فقَالَ: يَا رَسولَ اللّهِ إنَّهُ لَيْسَ لِى قَائِدٌ يَقُودُنِى إلى المَسْجِدِ، وَسَألَ رَسُولَ اللّهِ # أنْ يُرَخَّصَ لَهُ، فَلَمَّا وَلَّى دَعَاهُ # فقالَ لَهُ: هَلْ تَسْمَعُ النِّدَاءَ؟ قَالَ: نَعَمْ. قالَ: فَأجِبْ[. أخرجه مسلم والنسائى .
1. (2783)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a âmâ bir zât gelerek:
“Ey Allah´ın Resûlü! Beni mescide kadar getirecek bir rehberim yok!” diyerek Aleyhissalâtu vesselâm´dan [namazı evinde kılmak için] ruhsat istedi. [O da izin verdi.] Adam geri dönünce, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu çağırtarak:
“Ezanı işitiyor musun ” diye sordu. Adam: “Evet!” deyince:
“Öyleyse icâbet et” dedi (ve evde kılmaya izin vermedi.)[794]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisin, gerek Müslim´deki ve gerekse Nesâi´deki aslında bazı ziyadeler var, onları köşeli parantezle tercümede gösterdik.
2- Nevevî der ki: “Bu hadiste “cemaat farz-ı ayndır” diyenlere delil mevcuttur. Ancak cumhur bu iddiaya: “Adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan “namazı evinde kıldığı halde özrü sebebiyle cemaat sevabını da kazanmasına ruhsat var mı diye sormuştur” şeklinde te´vil ederek cevap vermiştir. Çünkü bilindiği üzere, özür sebebiyle cemaate gelme gereğinin sâkıt olduğu hususunda icma var. Ancak Aleyhissalâtu vesselâm´ın önce ruhsat verip sonra bu ruhsatı kaldırması, o anda gelmiş olan yeni bir vahiy sebebiyle olabilir veya Resûlullah´ın içtihadından rücû etmesinden de ileri gelebilir. Zîra, ulemânın ekseriyetine göre peygamberler hakkında içtihad câizdir. Öyle ise önce ona ruhsat verdi ve -gerek özrü sebebiyle ve gerekse cemaatin, başkasının gelmesiyle îfâ edilen bir farz-ı kifâye olması sebebiyle, ya da her iki sebepten dolayı- “cemaate gelmek sana vâcib değil”
demek istedi, sonra onun hakkında efdal olana -farz değil, mendub ma´nâsında hükmederek: “Senin için efdal ve sevab yönüyle daha büyük olanı, müezzine icâbet ederek cemaate gelmendir” demek kasdıyla: “Öyleyse icâbet et!” buyurmuştur.
3- Hadiste zikri geçen âmâ Abdullah İbnu Ümmi Mektûm´dur. Bu husus, Ebû Dâvud´un rivâyetinde sarîh olarak gelmiştir.
Yeri gelmişken âmâ olan Abdullah İbnu Ümmi Mektûm´la ilgili rivâyetlerde gelen bazı farklılıkları belirtmede fayda umuyoruz. Bu bize cemaate devam meselesinin ehemmiyetini kavramamıza yardımcı olacaktır. İbnu Hacer´in nakline göre, “Resûlullah bir gün, yatsı namazında cemaate yönelerek: “Namaza gelmeyenlere gidip evlerini tepelerine yıkmayı arzu ettim” der. İbnu Ümmi Mektûm:
“Ey Allah´ın Resûlü! benim durumumu biliyorsun, benim rehberim de yok!” der. Ahmed İbnu Hanbel´deki rivâyette şu ziyade var: “Benimle mescid arasında ağaçlar, hurmalar var, her zaman rehberde bulamıyorum” der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Ezanı işitiyor musun ” diye sorar:
“Evet!” deyince:
“Öyle ise cemaate gel!” der ve ruhsat vermez.” İbnu Hibbân´ın rivâyetinde, ezanı işittiğini öğrenince: “Emekleyerek de olsa cemaate gel!” dediği belirtilir.
İbnu Hacer devam eder: “Ulemâ bunu Ümmü Mektûm´a âmâ da olsa, tek başına yürümek zor değildi, nitekim birçok âmâlar öyledir diye te´vil etmiştir. İbnu Huzeyme ve bazı âlimler “Bütün namazlarda cemaate gelmek farzdır” derken bu hadise dayandılar ve bunu, cemaate gelmeme hususunda ruhsata delâlet eden başkaca rivâyetlere tercih ettiler. Dediler ki: “Zîra ruhsat, sadece vâcib olan için mevzubahistir.
Ancak bu iddia, olduğu gibi kabul edilemez. İbnu Dakîku´l-Îd bunun arkasında başka bir durum görmüştür. O durumu, hadisin zahirine tutunup ma´nâyı kayıtlamak istemeyenlere uygular. Der ki: “Hadis muayyen, belli bir namaz hakkında vârid olmuştur, böylece başka bir namaza değil sadece o namaza katılmanın vacib olduğuna delâlet eder.”
İbnu Dakîku´l-Îd, hadislerde sabah namazı ile yatsı namazının üzerinde durulmuş olmasından hareketle, diğer namazların kazanç vs. meşguliyetleri ile kişinin dolu olduğu, mezkûr iki vaktin ise böyle olmadığı, hususan akşam namazının vaktin darlığından başka evlere dönme ve akşam yemeğini yeme ve bilhassa oruçlular için iftar etme vakti olduğunu, halbuki sabah ve yatsı vakitlerinin böyle olmadığını, bu namazlara gelmeme için mezmûm olan tembellikten başka bir özür olmadığını belirtir. Ayrıca ilave eder ki, bu iki namazı cemaatle kılmaya devam etmede, komşular arasındaki ülfeti günün her iki ucundan tesis etme, biten günü tâat üzere toplanarak kapama ve başlamakta olan yeni günü de taat için toplanarak başlatma durumları mevcuttur. Nitekim, Ebû Hüreyre´den Aclân´ın yaptığı Ahmed İbnu Hanbeldeki rivâyette, hadislerdeki tehdîd, mescide yakın olup da cemaate gelmeyenlere tahsis edilmiştir. Daha önce de kaydedilmiş olan yatsı ve sabah namazlarının başkalarına değil, münafıklara en ağır geldiğini beyan eden hadis bu te´vili te´yideder.[795]
ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ سَمِعَ المُنَادِى فَلمْ يَمْنَعْهُ مِنَ اتِّبَاعِهِ عُذْرٌ لَمْ تُقْبَلْ مِنْهُ الصََّةُ الَّتِى صََّهَا. قِيلَ: وَمَا الْعُذْرُ؟ قَالَ: خوْفٌ، أوْ مَرَضٌ[. أخرجه أبو داود .
2. (2784)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim, müezzini işitir ve kendini engelleyen bir özrü olmadığı halde cemaate katılmazsa, kıldığı namaz (kâmil bir sevapla) kabul edilmez.”
“(Ey Allah´ın Resûlü!) denildi, meşrû özür nedir ”
“Korku veya hastalıktır!” buyurdu.”[796]
AÇIKLAMA:
Hadisin zâhiri, cemaatin farz olduğu, namazın sıhhatinin şartlarından biri olduğu hükmünü ifade eder. Ancak, daha önce de belirttiğimiz gibi cumhur-u ulemâ, bu mevzuda gelen bütün nassları değerlendirerek, namazın sıhhati için cemaatin şart olmadığına hükmetmiştir. Nitekim cemaat bahsisin ilk hadisinde de (2778) münferid kılınan namazın -sevabca öbüründen yirmibeş (veya yirmiyedi) defa düşük de olsanamaz olarak makbul olduğu ifade edilmiştir. Âlimler bu hadisteki makbuliyeti, kemâle hamlederek kâmil bir makbûliyete mazhar olmaz diye değerlendirirler. Biz bu ma´nâyı parantez içerisinde belirttik.[797]
ـ3ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّه #: أثْقَلُ صََةٍ عَلى المُنَافِقِينَ صََةُ الْعِشَاءِ، وَصََةُ الْفَجْرِ، وَلَوْ يَعْلَمُونَ مَا فِيهِمَا ‘تَوْهُمَا وَلَوْ حَبْواً وَلَقَدْ هَمَمْتُ أنْ آمُرَ بِالصََّةِ فَتُقَامَ، ثُمَّ آمُرَ رَجًُ يُصَلِّى بِالنَّاسِ، ثُمَّ
أنْطَلِقُ مَعِى بِرِجَالٍ مَعَهُمْ حِزَمٌ مِنْ حَطَبٍ إلى قَوْمٍ َ يَشْهَدُونَ الصََّةَ فَأُحَرِّقَ عَلَيْهِمْ
بُيُوتَهُمْ[. أخرجه الستة.»الحَبْوُ« المشى على ا‘يدى والركب .
3. (2785)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Münafıklara en ağır gelen namaz yatsı namazıyla sabah namazıdır. Eğer bu iki namazdaki hayrın ne olduğunu bilselerdi, emekleyerek de olsa onları kılmaya gelirlerdi. [Nefsimi kudret eliyle tutan Zât´a kasem olsun!] Ezan okutup namaza başlamayı, sonra halkın namazını kıldırması için yerime birini bırakmayı, sonra da beraberlerinde odun desteleri olan bir grup erkekle namaza gelmeyenlere gitmeyi ve evlerini üzerlerine yıkmayı düşündüm.”[798]
AÇIKLAMA:
1- Buna benzer bir rivâyetin sonunda şöyle bir ziyade var: “…Muktedir olduğu halde namaza gelmeyenin üzerine evini yıkayım.”
2- Hadis muhtelif vecihlerden farklı ziyadelerle gelmiştir. Bazı vechinde namaza gelmeyenlerin evini yakma arzusunu kasemle ifade eder. Tercümede bu kaseme köşeli parantez içerisinde yer verdik.
3- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), cemaat kaçkını münafıkları aşağılayıcı ifadelere de yer vermiştir. Nitekim hadisin bir vechinde şöyle buyurur: “… Onlardan herhangi biri, mescidde biraz etlice bir kemik bulacağını bilseydi mutlaka cemaate gelirdi.”
4- Bazı âlimler bu hadisten hareketle cemaatin farz-ı ayn olduğu hükmüne varmışlardır. Derler ki: “Eğer cemaat sünnet olsaydı, onu terkeden kimse yakılmakla tehdid edilmezdi. Farz-ı kifaye olsaydı Resûlullah´la kılanlar onların yerine bunu eda etmiş olurlardı.” Atâ, Evzâî, Ahmed Şâfiî, muhaddislerden Ebû Sevr, İbnu Huzeyme, İbnu´l-Münzir, İbnu Hibbân gibi bir grup bu görüştedirler. Bunları destekleyen bir görüşü Buhârî, Hasan Basrî´den kaydeder: “Bir kimseyi annesi, şefkat duygusuyla cemaatle yatsı namazı kılmaktan menedecek olsa, ona itaat etmez.”
Bu hüküm cemaatin farz addedildiğinin ifadesidir. Çünkü, ulemâ nafilelere giren yasaklamalarda annebabaya itaat gerektiği, farzlarda gerekmediği prensibini koymuştur. Meselenin anlaşılması için, yine Hasan Basrî merhumdan İbnu Hacer´in kaydettiği bir rivayeti koymada fayda umuyoruz:
“Hasan Basrî´ye: “Nafile oruç tutan bir kimseye annesi orucunu açmasını emrederse ” diye sorulmuştu. “Orucunu açar, kendisine kaza da gerekmez. Bu kimse, hem oruç tutma, hem de anneye itaat etme sevabını kazanır” dedi. Bu sözü üzerine tekrar: “Annesi, yatsıyı cemaatle kılmaktan menederse ” diye soruldu da: “Bunu yasaklamaya hakkı yok, zira bu farzdır” cevabını verdi.
Cemaatın hükmü meselesinde ifrata kaçıp “namazın sıhhati için şart” olduğunu söyleyen de çıkmıştır. Fakat bu görüş rağbet bulmamıştır.
Şâfiî ve onun mütekaddim ashâbı, Hanefî ve Mâlikîlerden bir çok ulemâ, farz-ı kifâye demiştir. Geri kalanlar -ki ekseriyeti teşkil ederler- sünnet-i müekkede olduğunu kabûl eder.[799]
Cemaate Sünnet-İ Müekkede Diyenlerin Açıklaması:
Sadedinde olduğumuz hadislerden, cemaatin farz olduğu hükmünü çıkaranlardan başka, sünnet-i müekkede olduğu hükmünü çıkaranlar da olmuş ve görüşlerini teyid eden farklı yorumlar, deliller getirmişlerdir. Bazılarını şöyle kaydedebiliriz:
1- Sadedinde olduğumuz hadisin kendisi, cemaatin vacib olmadığına delildir, çünkü Aleyhissalâtu vesselâm bizzat kendisi, namaza gelmeyenlere gitmek istemiştir. Cemaat farz-ı ayn olsaydı, cemaati terkederek onlara gitmeye azmetmezdi.
Buna: “Vacibin terki, ondan daha vacib için câizdir” diye cevap verilmiştir.
2- Eğer farz olsaydı, cemaate gelmeyenleri yakmakla tehdît ettiği zaman, namazı kifayet etmezdi. Çünkü beyanı zamanla sınırladı.
Buna: “Beyan, bazan nass koymak sûretiyle, bazanda delâletle yapılır. Efendimizin “Evlerini yakmayı diledim” sözü cemaate gelmenin vacib olduğuna delalet eder, beyan için bu kâfidir!” diye cevap verilmiştir.
3- Haber zecr makamında vârid olmuştur, hakikatı murad değildir. Asıl gâye mübalağadır. Bunu, Resûlullah´ın kâfirlere mahsus ceza ile tehdit etmesi gösterir. Nitekim icma ile kesinleşmiştir ki, bu çeşit ceza ile müslümanlar cezalandırılmaz.
Buna: “Yasak, ateşle ceza vermenin neshedilmesinden sonra vâki oldu. Bundan önce câizdi, delili de ateşle yakmanın önce cevazına, sonra da neshedildiğine delalet eden Ebu Hüreyre hadisidir” diye cevap verilmiştir.
4- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın tehdîd etmiş olmasına rağmen yakmayı terketmiş olmasıdır. “Eğer vâcib olsaydı onları affetmezdi.”
Buna: “Bu zayıftır, zîra (aleyhissalâtu vesselâm), yaptığı takdirde, yapılması kendine caiz olan şeyi diler, terk ise, o şeyin vâcib olmadığına delil olmaz, çünkü onların bununla caydırılma ve zemmedilmelerine sebep olan namaza gelmeme işinden vazgeçmiş olma ihtimalleri var. Nitekim, hadisin bazı vechinde, Resûlullah´ın yakmayı terk sebebi beyan edilmiştir. Ahmed İbnu Hanbel´in Ebû Hüreyre´den bir rivâyetinde şöyle buyrulur: “…Eğer evlerde kadınlar, çocuklar olmasaydı, yatsı namazına başlar ve gençlere, namaza gelmeyenlerin evlerini yakmalarını söylerdim…”
5- Tehdidde kastedilenler, mücerred cemaati değil, bizzat namazı terkedenlerdir.
Buna da, Müslim´in bir rivâyeti gösterilerek cevap verilmiştir: namazda hazır olmazlar yani cemaate gelmezler demektir. Ahmed İbnu Hanbel´in rivâyetinde daha açık olarak “cemaat içinde yatsıya gelmezler.” [İbnu Mâce´de Usâme İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ)´in rivâyetinde de şöyle buyurulmuştur: “Şu erkekler ya cemaatleri terketmeye son verirler ya da evlerini (tepelerine) yıkacağım.”
6- Hadis, nifak ehlinin fiiline muhalefete teşvik ve onlara benzemekten sakındırmak sadedinde vârid olmuştur, sırf cemaati terketme hususunda değil, bu sebeple yeterli bir delil olamaz.
Bu, üçüncü maddede söylenene yakındır.
7- Hadis, münâfıklar hakkında vârid olmuştur. Dolayısıyla hadisteki tehdid cemaati terketmeye has değildir, dolayısıyla cemaat meselesine yeterli delil olamaz.
Bu görüş de, “Münâfıkların gerçek namazlarının olmadığını bile bile cemaati terketmeleri sebebiyle onları te´dîb etmeye îtina göstermenin akla uzak düşeceği” söylenerek tenkid edilmiştir. Yine denmiştir ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onların niyyetlerini bildiği halde onlardan yüz çevirmiş, onları cezalandırmaktan kaçınmıştır, nitekim şu sözü onlar hakkında söylemiştir: “Ben insanlara, “Muhammed arkadaşlarını öldürtüyor” dedirtmem.”
Bu iddiaya da karşı çıkarak, tenkidi tenkid sadedinde şöyle diyen de olmuştur: “Bu söylenenin doğru olması için, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “Münâfıkları cezalandırmayı terketmek bana vâcibtir” demiş olması lazımdır. Halbuki böyle söylediğini gösteren bir delil mevcut değildir. Öyleyse onları tecziyede muhayyerdir. Bu sâbit olunca, O´nun münâfıkları cezalandırmaktan yüz çevirmiş olması, onlara ceza vermeyi terketmenin vâcib olduğuna delil olamaz.”
İbnu Hacer, mesele üzerine cereyan eden karşılıklı münâkaşayı bu şekilde kaydettikten sonra der ki: “Benim anladığım kadarıyla, bu hadis, münâfıklar hakkında vârid olmuştur. Zîra, bir başka hadislerinde Resûlullah: “Münâfıklara yatsı ve sabah namazı kadar ağır gelen başka namaz yoktur” “..Onlardan biri bu iki namazdaki hayrın ne olduğunu bilseydi emekliyerek de olsa onları kılmayagelirdi” buyurmuştur (2785). Bu vasıf münâfıklara layıktır, kâmil mü´mine değil; ancak buradaki nifaktan murad küfrü mücib nifak değil, günahı mûcib nifaktır. Bu hususa hadiste onlar hakkında kullanılan şu ifade delildir: “Yatsıya cemaat içinde katılmazlar” veya Üsâme hadisinde olduğu üzere “Cemaate katılmazlar” Ebû Hüreyre´den Yezîd İbnu Esam´ın yaptığı ve Ebû Dâvud´da yer alan şu rivâyet daha ikna edici bir delildir: “…Sonra, hastalıkları olmadığı halde namazlarını evde kılanlara geleyim..” Bu ifade, açık olarak hadislerde kastedilen nifakın küfür nifakı olmayıp, günaha sebep olan nifak olduğunu gösterir. Zira münâfık evinde namaz kılmaz, halka gösteriş olsun diye mescidde kılar. Onlar evlerine çekildikleri zaman, Allahu Teâlâ´nın haber verdiği şekilde küfür ve istihzâlarına dönerler. Bu nifaktan maksadın günaha sebep olan nifak (nifaku´lma´siyet) olduğunu ifade eden hadisin el-Makberî rivâyetindeki şu ziyâdedir: “…Eğer evlerde kadınlar ve çocuklar olmasaydı…” Bu da onların kâfir olmadıklarına delildir. Çünkü, kâfirin evinin yakılması, ona galebe etmenin yegâne yolu olarak ortaya çıkarsa evde kadın ve çocuğun varlığı buna mâni olmaz.”
8- Bazıları: “Cemaate devam İslâm´ın başında, münâfıkların namazdan geri kalmalarını önlemek için farz kılınmıştı, sonradan neshedildi” demiştir. Bu söz ateşte yakmak olan mezkur vaîd´in onlar hakkında neshinin sübût bulmasıyla kuvvet kazanır.
9- Namazdan maksad cuma namazıdır, diğer namazlar değildir.
Bu görüşe de: “Hadiste yatsı zikredilerek tasrîh edilmiştir, cuma kastedilmiş demek yanlıştır” denilerek itiraz edilmiştir.
Ancak İbnu Hacer: “Burada meseleyi tedkik etmek gerekir, zira hadisler hakkında tehdid gelen namaz cuma mıdır, yoksa sabah ve yatsı mıdır ihtilaflıdır” der. Arkadan meseleyi tahkîk ederek gösterir ki: Mesele üzerine Ebû Hüreyre İbnu Ümmi Mektûm ve İbnu Mes´ud´dan gelen rivâyetler, vakti tayin etmektedir.
Bu, Ebû Hüreyre hadisinin bazı vecihlerinde yatsı, bazı vecihlerinde sabahtır, bazan her ikisi… Bazılarında da mübhemdir. Bazılarında ise cumadır.
Rivâyetleri tahlilden sonra İbnu Hacer: “Bu namazın Ebû Hüreyre rivâyetinde cumaya mahsus olması söz konusu değildir” neticesine varır. Abdullah İbnu Ümmi Mektûm hadisinin de Ebû Hüreyre hadisi gibi olduğunu söyler. İbnu Mes´ud hadisinin mezkûr namazın cuma namazı olduğunda cezmettiğini, bu hadisin de müstakil bir rivâyet olduğunu belirtir. İbnu Hacer´in vardığı neticeye göre: “Bu meseleye temas eden hadisler iki ayrı vak´ayı anlatmaktadır. İmam Nevevî ve Muhibbu´t-Taberî de bu hususa işaret etmişlerdir.”[800]
ـ4ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]لَقَدْ رَأيْتُنَا وَمَا يَتَخَلَّفُ عَنِ الصَّة إَّ مُنَافِقٌ قَدْ عُلِمَ نِفَاقُهُ أوْ مَرِيضٌ. إنْ كَانَ المَرِيضُ لَيَمْشِى بَيْنَ الرَّجُلَيْنِ حَتَّى يَأتِى الصََّةَ. وقالَ: إنَّ رَسولَ اللّهِ # عَلَّمَنَا سُنَنَ الهُدَى وإنَّ مِنْ سُنَنِ الهُدَى الصََّةَ في المَسْجِدِ الَّذِى يُؤَذِّنُ فِيهِ[. أخرجه مسلم وأبو داود.
4. (2786)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Ben (cemaatimizi tedkik edince) gördüm ki, namaz(ı beraber kılmak)tan, sadece herkesçe malum münâfıklarla hastalar geri kalmaktaydı. Öyle ki iki kişinin arasında yürüyebilecek durumda olan hastalar bile namaz için (mescide) geliyordu.”
İbnu Mes´ud devamla dedi ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize sünen-i Hüdâ´yı göstermişti. Sünen-i Hüdâ´dan biri de içerisinde ezan okunan mescidde namaz kılmaktı.”[801]
ـ5ـ زاد أبو داود: ]ومَا مِنْكُمْ مِنْ أحَدٍ إَّ وَلَهُ مَسْجِدٌ في بَيْتِهِ، وَلَوْ صَلَّيْتُمْ في بُُيُوتِكُمْ وَتَرَكْتُمْ مَسَاجِدَكُمْ تَرَكْتُمْ سُنَّةَ نَبِيِّكُمْ لَكَفَرْتُمْ[ .
5. (2787)- Ebû Dâvud´daki rivâyette şu ziyade var “…Sizden her birinizin evinde mutlaka bir mescid var. Eğer namazı evlerinizde kılıp mescidlerinizi terkederseniz Peygamberiniz (aleyhissalâtu vesselâm)´in sünnetini terketmiş olursunuz. Peygamberinizin sünnetini terkedince de küfrân-ı nimete düşmüş olursunuz.”[802]
AÇIKLAMA:
1- Müellifimiz İbnu Deybe, Ebû Dâvud´da tek bir hadis halinde gelen rivâyeti ikiye bölerek kaydetmiş durumda. Aslında Ebû Davud´daki rivâyetin bir kısmı da hazfedilmiş. Tam olarak tercümesi şöyle: “İbnu Mes´ud diyorki:
“Şu beş vakit namazı, onlar için ezanın okunduğu yerlerde (mescidlerde) kılın. Zîra onlar(ın cemaatle kılınması) Sünenü´l-Hüdâ´dandır. Azîz ve Celîl olan Allah, Nebîsi (aleyhissalâtu vesselâm) için sünenü´l-Hüdâ´yı şeriat kıldı. Ben kendimizi, nifakı açık olan münâfık dışında, herbirimizi, namazı mescidde kılar gördüm. Ben kendimizi öyle gördüm ki, (hasta) kişi, iki adamın koltuğunda gelir, safta yerini alır. Şurası muhakkak ki herbirinizin evinde mutlaka bir mescid var. Eğer namazlarınızı evlerinizde kılıp, mescidleri terkederseniz Peygamberiniz (aleyhissalâtu vesselâm)´in sünnetini terketmiş olursunuz. Peygamberinizin sünnetini terkederseniz küfran (-ı nimet)e düşmüş olursunuz.”
2- Sünenü´l-Hüdâ, “Senenü´l-Hüdâ” şeklinde de rivâyet edilmiştir. Mâna birbirine yakındır: “Hidâyet yolları, doğru yollar” demektir.
3- Hasta kimsenin iki kişi arasında mescide gelmesi, cemaate verilen ehemmiyeti ifade eder.
4- Hadisteki münâfıkla, küfrünü içinde saklayıp müslüman görünen kimse kastedilmiyor. Aksi takdirde cemaat farz addolunurdu. Çünkü küfrünü gizleyen kâfirdir ve bu durumda hadisin sonu baş tarafına ters düşerdi.
Aliyyu´l-Kârî´ye göre, hadiste “Nifâk´ın cemaate gelmemeye sebep olduğu ifâde edilmektedir, aksi değil.. Cemaatin vacib olduğu da gözükmektedir, zannî delille farz sübût bulmaz..”
Nevevî burada -daha önceki hadiste (2786)- Resûlullah´ın evlerini yakmakla tehdid ettiği kimselerin münâfıklar olduğuna (yani o hadiste münâfıkların kastedildiğine) delil olduğunu söyler.
5- Hadiste cemaate gelmenin “peygamberinizin sünneti” olarak tavsifi, cemaati vâcib görenler açısından, onun sünnet olduğuna delil olmaz. Çünkü bu tâbir, onun vâcib olmasına mâni olmaz. Nitekim Sünenü´l-Hüdâ tâbiri lüğat olarak vâcibten de âmmdır, farz da içine dahildir. Ayrıca bu vacibe, sünnetle yani hadisle sâbit olduğu için de sünnet denmesi normaldir.
6- Cemaati terk, hadiste küfür olarak ifade edilmiştir. Biz bunu küfrân-ı nimet olarak anladık. Yani cemaatte mevcut olan sevab ve lütf-u ilâhîyi görememek, inkar etmek ma´nâsında bir davranış. Ancak Hattâbî, gibi bir kısım âlimler “cemaati terk, sizi yavaş yavaş küfre götürür. Çünkü böyle yapmakla İslâm halatını iplik iplik terkeder, sonunda dinden çıkarsınız” şeklinde anlar.
Bazı âlimler cemaatin vâcib olduğuna bu hadiste delil görmüşlerdir.[803]
ـ6ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]وَسُئِلَ عَنْ رَجُلٍ يَصُومُ النَّهَارَ، وَيَقُومُ اللَّيْلَ، وََ يَشْهَدُ الجَمَاعَةَ، وََ الجُمُعَةَ، فقَالَ: هذَا مِنْ أهْلِ النَّارِ[. أخرجه الترمذي .
6. (2788)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)´dan gündüz oruç tutan, gece de namaz kılan ve fakat cemaate ve cumaya gelmeyen bir kimse hakkında sorulmuştu: “Bu, ateş ehlindendir!” diye cevap verdi.”[804]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, cemaat için “farz-ı ayn” diyenlerin delillerinden biridir. “Çünkü, demişlerdir, eğer cemaate iştirak sünnet olmuş olsaydı, terkeden kimsenin ateşle tehdid edilmemesi lazımdı. Farz-ı kifâye olsaydı Resûlullah´ın ve beraberindekilerin cemaati, diğerlerinden farzı sâkıt kılardı, cemaate gelmeyenlerin ateşle tehdid edilmelerine hacet kalmazdı.”
2- Hadisi açıklama sadedinde Tirmizî der ki, “Hadisin ma´nâsı şudur: “Cemaate ve cumaya onlardan nefret sebebiyle katılmayan, onların hakkını vermeyi hafif alıp, onları değersiz addeden ateşle tehdid edilmektedir.”[805]
ـ7ـ وعن أم الدرداء قالت: ]دَخَلَ عَلىَّ أبُو الدَّرْدَاءِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما وَهُوَ مُغْضَبٌ فَقُلْتُ: مَا أغْضَبَكَ؟ فقَالَ: واللّهِ مَا أعْرِفُ مِنْ أمْرِ مُحَمَّدٍ # شَيْئاً إَّ أنَّهُمْ يُصَلُّونَ جَميعاً[. أخرجه البخارى .
7. (2789)- Ümmü´d-Derdâ (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ebû´d-Derdâ (radıyallâhu anhümâ) öfkeli halde yanıma geldi. Kendisine:
“Niye öfkelendin ” diye sordum. Şu cevabı verdi:
“Vallâhi, Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´in işinden bir şey anlamıyorum. Bildiğim tek şey cemaat halinde namaz kılmalarıdır.”[806]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, bidâyette müslümanların en çok dikkat çeken yönlerinin namazlarını cemaat hâlinde kılmaları olduğunu gösteriyor. Şârihler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın emrini harfiyyen tatbik eden müslümanların namazlarını hep cemaatle kıldıklarını belirtirler. İbnu Hacer şunu söyler: “…Resûlullah zamanında insanların hâli, O´ndan sonraki zamandakinden daha mükemmel idi. Sonra Şeyheyn (Ebû Bekr, Ömer (radıyallâhu anhümâ) zamanında, bunlardan sonra gelenlerden daha mükemmel oldular. “Bu söz, Ebû´d-Derdâ´dan ömrünün sonlarında sâdır oldu. Bu da devre olarak Hz. Osman (radıyallâhu anh)´ın hilafetinin sonlarına rastlar.
Heyhât! Bu faziletli asır, Ebû´d-Derdâ´nın dilinde böyle zikredilirse, onlardan sonra günümüze kadar gelen nesiller nasıl yadedilecektir!
Heyhât ki heyhât şimdilere!
2- Bu hadis, dînî umûrdan birşey değiştirildiği zaman, mü´minin, başkaca bir şey yapamıyorsa hiç olsun öfke izhar etmesinin câiz olduğunu göstermektedir.[807]
ÜÇÜNCÜ FASIL
ÖZÜR SEBEBİYLE CEMAATİN TERKİ
ـ1ـ عن عتبان بن مالك رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ: إنَّ السُّيُولَ تَحُولُ بَيْنِى وَبَيْنَ مَسْجِدِ قَوْمِى، فَأحِبُّ أنْ تَأتِيَنِى فَتُصَلِّىَ في مَكانٍ مِنْ بَيْتِى أتَّخِذُهُ مَسْجِداً فقَالَ #: سَنَفْعَلُ، فَلَمَّا أتَاهُ قالَ: أيْنَ تُرِيدُ؟ فَأشَارَ إلى نَاحِيَةٍ، مِنْ الْبَيْتِ، فقَامَ # فصَفَفْنَا خَلْفَهُ، فَصَلَّى بِنَا رَكْعَتَيْنِ[. أخرجه الثثة والنسائى .
1. (2790)- Itbân İbnu Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Ey Allah´ın Resûlü dedim, seller benimle kabîlemin mescidi arasına engel çıkarıyor. İstiyorum ki evime kadar şeref verip bir yerde namaz kılsanız da orayı mescit yapsam!”
“(İnşaallah bir ara) geleyim!” buyurdular. Beraberinde Hz. Ebû Bekr olduğu halde huzuruyla evimizi şereflendirip (izin isteyerek içeri girdiği) zaman ilk iş olarak, “Nerede namaz kılmamı istersin ” diye sordu. Evin bir köşesini işaret ederek (yer gösterdim. Orada) namaza durdu. Biz de arkasından saf yaptık. Bize iki rek´at (nafile) namaz kıldırdı.”[808]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Buhârî´deki bir vechinde mevcut olan bazı ziyadeleri parantez içerisinde gösterdik, çünkü hadisten çıkarılan bazı hükümler onlarla ilgili.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a yağmur sebebiyle müracaat eden Itbân´ın kavmine imamlık yaptığı, müracaatı sırasında gözüne bir şeylerin isabet etmiş olması yüzünden sel de araya girince vazife yerine gelmekte zorluk çektiği, bu yüzden ruhsat istediği belirtilmektedir. Bazı rivâyetler Itbân´ın âmâ oluşundan bahsetmekte ise de farklı rivâyetleri tahlîl eden İbnu Hacer, bu müracaat sırasında Itbân´ın âmâ olmadığı, âmâlığın ona sonradan ârız olduğu, o sırada gözüne bir şeyler isabet etmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur.
3- Hadisin başka vecihlerinde, Resûlullah´ın beraberinde Hz. Ebû Bekr (ve hatta) Hz. Ömer (radıyallâhu anhümâ)´in de bulunduğu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın girer girmez -evde oturmadan- “Nerede namaz kılmamı istiyorsunuz ” dediği belirtilir.
İbnu Hacer, Resûlullah´ın orada namazdan sonra oturmuş olacağını beliterek şöyle der: “Aleyhissalâtu vesselâm´ın oturması namazdan sonra olmuştur. Bu davranışı Müleyke´nin evindeki davranışına aykırıdır, çünkü orada önce oturdu, yemek yedi, sonra namaz kıldırdı. Zîra buraya yemeğe davet edilmişti, oraya ise namaz kılmaya çağrıldı, dolayısıyla burada yemekle, orada da namazla başladı.”
4- Hadisten Çıkarılan Bazı Hükümler:
* Âmâ´nın imâmeti câizdir.
* Kişinin mâruz kaldığı bazı musibetleri mevzubahis etmesi, mezmûm olan şekva sayılmaz.
* Medine´de, Resûlullah devrinde Mescid-i Nebevî dışında da mescidler mevcuttu.
* Yağmur, karanlık, sel gibi durumlarda cemaate katılmamaya ruhsat vardır.
* Evlerde namaz için muayyen yerlerin ittihâzı mendubtur. Mescidlerde belli yerlerde namaz kılmanın kerâheti, riya vs. maksadlarla yapılması haline râcidir.
* Ev sahibine imamlık yasağının istisnası vardır. Devlet reisi misafir olursa, onun imâmeti mekruh değildir. Keza ev sahibinin izniyle imâmete geçene de kerâhet yoktur.
* Resûlullah´ın namaz kıldığı veya bastığı yerle teberrük câizdir.
* Kendisiyle teberrük edilmek maksadıyla sâlihlerden biri çağrılırsa, onun, fitneden emin olduğu takdirde dâvete icâbet etmesi câizdir.
* Mefdûlün dâvetine fâdıl icâbet eder.
* Fâdılın gelmesiyle tebürrük caizdir.
* Verilen söze vefa gerekir.
* Dâvet sahibinin darılmayacağından emin olunduğu takdirde davet edene katılıp, onunla beraber gelmek câizdir.[809]
ـ2ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # كَانَ يَأمُرُ المُؤَذِّنَ في اللَّيْلَةِ الْبَارِدَةِ، أوْ ذَاتِ المَطَرِ في السَّفَرِ أنْ يَقُولَ: أَ صَلُّوا في رِحَالِكُمْ[. أخرجه الستة إ الترمذي .
2. (2791)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sefer sırasında, soğuk veya yağmurlu gecelerde müezzine (ezan sırasında) şöyle söylemesini de emrederdi: “Dikkat! namazlarınızı yerlerinizde kılacaksınız!”[810]
AÇIKLAMA:
1- Cemaate gelmemeye ruhsat veren sebepler meyanında, hadisin bazı vecihlerinde yağmur ve soğukla birlikte “rüzgar” da zikredilmiştir. Hadisin zâhiri, bu üç şeyin geceleyin ruhsata medar olduğunu ifade etmektedir. İbnu Hacer, rüzgarın gündüzleyin de mazeret olacağına hiçbir rivâyette sarih bir delâlete rastlamadığını belirtir.
2- “Dikkat! namazı yerinizde kılın!” ilavesinin ezandan sonra söylendiği Buhârî´nin rivâyetinde sarihtir. Ancak bazı âlimler, bu cümlenin hayye ala´s salât yerine söylenmiş olabileceğini ileri sürmüştür.
3- Rihâl “rahl”ın cem´idir. Menzil (bulunan yer) ma´nâsına gelir. Bu yer taştan, ağaçtan, yünden, topraktan, deve yününden, keçi kılından v.s. olabilir. Hepsine rahl denir.[811]
DÖRDÜNCÜ FASIL
İMAMIN VASFI
ـ1ـ عن أبى مسعود البدرى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: يَؤُمُّ الْقَوْمَ أقْرَؤُهُمْ لِكِتَابِ للّهِ تَعالى، فإنْ كَانُوا في الْقِرَاءَةِ سَوَاءً فأعْلَمُهُمْ بِالسُّنَّةِ فإنْ كَانُوا في السُّنَّةِ سَواءً فأقْدَمُهُمْ هِجْرَةً، فإنْ كَانُوا في الهِجْرَةِ سَوَاءً فأقْدَمُهُمْ سِنّاً، وََ يَؤُمُّ الرَّجُلُ الرَّجُلَ في بَيْتِهِ، وََ في سُلْطَانِهِ، وََ يَجْلِسُ عَلى تَكْرِمَتِهِ إَّ بِأذْنِهِ[. أخرجه الخمسة إ البخارى.»التَّكْرِمَةُ« موضع جلوس الرجل الخاص من فراش أو سرير .
1. (2792)- Ebû Mes´ud El-Bedrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Cemaate, Kitabullah´ı en iyi okuyan kimse imam olur. Eğer kırâatte (okumada) herkes eşitse, sünneti en iyi bilen; sünneti bilmede eşitseler, hicret etmede evvel olan; hicrette de eşitseler, yaşca büyük olan imam olur. Kişi misafir olduğu evin sahibine veya (emri altında çalıştığı) sultanına imamlık yapmasın, ev sahibinin baş köşesine izni olmadan da oturmasın”[812]
ـ2ـ وعن أبى سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا كَانُوا ثََثَةً فَلْيَؤُمَّهُمْ أحَدُهُمْ، وَأحَقُّهُمْ بِا“مَامَةِ أقْرَؤُهُمْ[. أخرجه مسلم والنسائى .
2. (2793)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “(Namaz kılacaklar) üç kişi iseler içlerinden biri imam olsun. İmamlığa ehak olan akra´ (Kur´ân-ı Kerîm´i daha iyi okur) olandır.”[813]
AÇIKLAMA:
1- İmâmete ehak olanı, Resûlullah “akra´olan” diye tavsif eder. Bunu bazı âlimler “Kur´ân´ı güzel okuyan” diye anlarken, bazıları “hıfzı daha çok olan” diye anlamıştır. Herbirinin kendine has delili mevcuttur.
İmâmete ehak olanı beyan eden hadislerdeki bazı faklılıklar, mezhepleri bu meselede farklı hükümlere sevketmiştir. Hanefîlere göre bir cemaat içerisinde imamlığa elyak olanlar şöyle sıralanır:
* Sünneti en iyi bilenler.
* Kur´ân-ı Kerîm´i en iyi okuyanlar.
* En ziyade verâ ve takva sahibi olanlar.
* En yaşlı olanlar.
Bu hususlarda müsâvât halinde sırayla ahlâk üstünlüğü, yakışıklılık, nesebce, sesce, kılık kıyafetce güzellik esas alınır. Hepsinde eşitlik halinde kur´a çekilir. Ev sahibi veya vazifeli imam bu vasıflarda geri de olsa akdemdir.
Hadiste Kur´ân´ı en iyi okuyana öncelik verilmiş olmasına rağmen Hanefîlerin farklı hükmetmeleri, yorum farkından ileri gelir. Onlar sahâbe zamanında Kur´ân´ı en iyi bilenin, sünneti de en iyi bilen kimseler olduğunu gözönüne alarak, zamanla ortaya çıkan değişmeleri değerlendirmiş ve namaz sırasında vukûa gelecek bazı durumlarda tâkib edilecek yolu, sünneti iyi bilenlerin bulabileceğini düşünerek namazın daha sağlıklı olması mülahazasıyla “sünneti iyi bilen akdemdir” demişlerdir. Yine de Ebû Yusuf´tan bir rivâyete göre Kur´ân´ı daha iyi okuyan imamlığa elyaktır. Şâfiî ve Mâlikîlere göre hükümdar veya onun nâibi, kendilerinden daha ehil olana rağmen imâmette takaddüm hakkına sahiptir, onların kıldırması mendubtur. Sonra vazifeli imam, ev sahibi gelir. Bunlar yoksa cemaat, en efdali seçer.
Fâsık veya bid´at sahibinin imâmeti tahrimen mekruhtur. İmam Muhammed ve İmam Mâlik´e göre hiç câiz değildir. Bid´at sahibi deyince Ehl-i Sünnet ve´l Cemaât itikadında olmayan fırak-ı dâlle denen sapık mezheplere mensup ehl-i kıble kimseler kastedilir. Bunlardan küfre götüren inanç sahiplerinin imamlığı hiç câiz olmaz.
Mezhepleri farklı olanlar, birbirlerine iktida edebilirler. Her mezheb sahibinin kendi mezhebinde bir imamın arkasında namaz kılması efdal ise de başka bir imama uymak, münferid kılmaktan efdaldir.[814]
ـ3ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: لِيُؤَذِّنَ لَكُمْ خِيَارُكُمْ، وَلِيَؤُمَّكُمْ قُرَّاؤُكُمْ[. أخرجه أبو داود .
3. (2794)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sizin için hayırlınız ezan okusun, kurrâ olanınız da imam olsun.”[815]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde ezanın en salih kimse tarafından okunmasını emir buyurmaktadır. Zîra salih kişi, gözünü haramlardan sakınmada daha gayretlidir. Namazların vaktinde kılınma işi müezzinlere bağlıdır. Oruçların başlama ve bitme zamanları da onlara bağlıdır. Öyle ise müezzinlerin, vakitleri iyi bilen ve emin kimselerden olması gerekir.
2- İmâmete de kurrâ yani Kur´ân-ı Kerîm´i iyi bilenler elyaktır. Böyle kırâati iyi olan kimse namazla ilgili meseleleri bildi mi imâmet için efdal olur. Zîra namaz esnasında okunan zikirlerden en efdali, en uzunu, en zor olanı kırâattır. Hadis, iyi okuyana tekaddüm hakkı tanımakla Kelamullah´a tazim ifade etmiş, onun kırâatını güzel yapana imtiyaz tanımış olmaktadır. Resûlullah´ın hadislerinde geldiğine göre, Uhud şehidlerinin defninde de Kur´ân´ı iyi bilenleri takdîm etmiştir. Bu da onların her iki dünyada da efdaliyete sahip olduklarını ifade eder.[816]
ـ4ـ وعن عمرو بن سلمة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أمَمْتُ قَوْمِى وَأنَا ابنُ سِتٍّ أوْ سَبْعِ سِنِينَ، وَكُنْتُ أكْثَرَهُمْ قُرْآناً[. أخرجه البخارى، وأبو داود والنسائى .
4. (2795)- Amr İbnu Seleme (radıyallâhu anh) anlatıyor “Ben altı veya yedi yaşında iken kendi kavmime imamlık yaptım. O zaman ben, aralarında Kur´ân´ı en çok bilen kimseydim.”[817]
AÇIKLAMA:
1- Burada adı geçen Amr İbnu Seleme´nin Buhârî´de gelen hikayesi uzuncadır. Şöyle anlatır: “Biz yolcuların uğrak yeri olan bir su başında oturuyorduk. Bize sıkça yolcular uğrardı. Gelenlere:
“İnsanlar nasıllar nelerle karşılaşıyorlar. Şu (adı kulağımıza gelen) adam da ne ” diye sorardık. Bize:
“O, kendisini Allah´ın gönderdiğini zannediyor, O´na şu şu vahiyler geldi” diyorlardı. Ben o kelamı derhal ezberliyordum. Bunlar hafızamda sanki yapışıp kalıyorlardı. Araplar, müslüman olmak izin Mekke´nin fethini bekliyorlardı. Diyorlardı ki:
“Onu kendi kavmiyle başbaşa bırakın. Eğer kavmine galebe çalarsa gerçekten sâdık bir peygamberdir.”
Mekke fethedilince, her kabile müslüman olmakta acele etti. Babam da bizim kabilenin müslüman olmasını tâcil etti. (Resûlullah´ın yanına gidip) gelince:
“Vallahi hak olan Peygamber aleyhissalâtu vesselâm´ın yanından geliyorum. Dedi ki: “Şu vakitte şu namazı, şu vakitte şu namazı kılın! Namaz vakti girince biriniz ezan okusun. Kur´ân´ı en çok bileniniz de imam olsun!”
Bunun üzerine baktılar. Benden başka Kur´ân´ı daha çok bilen yoktu. Çünkü ben yolculardan (gelip geçtikçe sorup) öğrenmiştim. Beni öne geçirdiler, o sırada altı veya yedi yaşımda idim. Üzerimde (kısa) bir bürde vardı. Secdeye varınca toparlanıp kalıyordu. Mahallemizden bir kadın:
“İmamınızın kıçını bari bize karşı örtün” dedi. Bunun üzerine kumaş satın alıp bana (uzun) bir gömlek (kamîs) biçtiler. Bu gömlek kadar hiçbir şey beni sevindirmemişti.”
Hadisin Ebû Dâvud´taki vechi mâna olarak aynı ise de bazı tâbirlerde farklılıklar mevcuttur. Bunlardan biri, akrâ kelimesini açıklayıcı mahiyette ve akrâ´ı “Kur´ân´ı çok bilen” diye anlayanlara hak verdirecek mahiyette
“Ben ezberi kavî bir çocuktum. Bu sûretle Kur´ân´dan çok şey ezberledim. Size akrâ´ olanınız imamlık yapsın dedi. Ben, ezberlemiş olduklarım sebebiyle hepsinden akrâ´ idim..”
Görüldüğü üzere burada “akrâ” “Kur´ân´ı en çok bilen” mânasında kullanılmaktadır.
2- Bu hadis, mümeyyiz olan çocukların imâmetini câiz görenlere delil olmuştur. Hasan Basrî, Şâfî´î,[818] İshak (rahimehullah) bu görüştedirler. Ancak İmam Mâlik, Atâ, Şa´bî, Evzâ´î ve Sevri´ye göre bu mekruhtur. Ahmed ve Ebû Hanîfe (rahimehumâllah)´den iki farklı rivâyet gelmiştir: Meşhur görüşe göre, bu nafilelerde caizdir, farzlarda değildir. Derler ki: “Bu rivâyet, çocuğun imametine hüccet olamaz. Çünkü, Amr bu işi Peygamberin emriyle yaptığını tasrih etmediği gibi O´nun tahrîrini de tasrîh etmiyor.” Amr´ın büluğa ermemiş olmasına rağmen imametinden Resûlullah´ın haberdar olmaması ihtimaline: “Vahyin nüzûlü sırasında, hiçbir sahâbe´nin câiz olmayan bir fiiline takrir vâki olmamıştır” diye cevap verilmiştir.[819] Mevzu üzerine ulemânın bazı münâkaşası olmuştur. Bazı âlimler Amr ibnu Seleme´nin de babasıyla birlikte Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a kadar gelmiş olduğunu ileri sürmüştür. Teferruât konumuzun dışında kalır.[820]
ـ5ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]لَمَّا قَدِمَ المُهَاجِرُونَ ا‘وَّلُونَ فَنَزَلُوا مَوْضِعاً بِقُبَاءَ قَبْلَ مَقْدَمِ النّبىِّ # كَانَ يَؤُمُّهُمْ سَالِمٌ مَوْلَى أبِى حُذَيْفَةً، وَكَانَ أكْثَرَهُمْ قُرْآناً[. أخرجه البخارى، وأبو داود.
5. (2796)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “İlk muhacirler geldiği zaman, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gelmezden önce, Kuba´da (Usbe adında) bir menzile indiler. Onlara Ebû Huzeyfe´nin âzadlısı Sâlim imamlık yapıyor idi. O, Kur´ân´ı ezbere bilmede herkesten ileriydi.”[821]
AÇIKLAMA:
1- Buhârî´nin rivâyetinde, ilk gelen muhacirlerin Kuba´da Usbe denen bir yere indikleri tasrîh edilir, tercümede gösterdik.
2- Bazı rivâyetlerde, Huzeyfe´nin âzadlısı Sâlim´in imamlık yaptığı ve ilk muhacir grubun içerisinde Ebû Bekr, Ömer, Ebû Seleme, İbnu Abdi´l-Esed, Zeyd İbnu Hârise, Âmir İbnu Rebî´a (radıyallâhu anhüm)´nın da bulunduğu belirtilir. Bunlar Kureyş´in büyükleridir. Bu rivâyette Hz. Ebû Bekr´in de zikri müşkilat çıkarır. Çünkü, Sâlim´in imâmetinin Hz. Peygamber´in hicretinden önce olduğu söylenmiştir, halbuki Hz. Ebû Bekr, Resûlullah´la birlikte hicret etmiştir. Mamafih, Sâlim´in imâmetinin, O´nun gelmesinden sonra da devam etmiş olabileceğine dikkat çekilerek müşkil giderilmiştir.
3- Bu rivâyet kölenin imâm olabileceğini ifade eder. Zîra Sâlim, Huzeyfe adında Ensârî bir kadının (radıyallahu anhâ) âzadlısıdır. Burada belirtilen imâmeti sırasında henüz âzad edilmemiştir. Kur´ân´a olan hâkimiyet ve ihtisasıyla meşhur olan bu Sâlim, Hz. Ebû Bekr (radıyallâhu anhümâ) zamanında yalancı peygamberlerle savaş sırasında Yemâme´de şehîd edilecektir.
Sadedinde olduğumuz rivâyet Sâlim´in köle olmasına rağmen, imam oluşunun sebebini de açıklar: “O herkesten çok Kur´ân biliyordu.”
İslâm âlimleri imamda aranması gereken vasıfları sayarken, kölenin de imam olabileceğini belirtir, yeter ki cehâlet galebe çalmasın. Gerekli malumata sahipse, köleliği imâmete mânî değildir, değilse mekruhtur. Âlimler imamet için İslâm, büluğ, akıl, erkeklik, kırâat ve özürlerden selâmetin şart olduğunu söylemişlerdir. Âmânın imâmetinde beis yoktur, ancak göreninki efdaldir.[822]
ـ6ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها: ]أنَّهَا كَانَ يَؤُمُّهَا عَبْدُهَا ذَكْوَانُ مِنَ المُصْحَفِ[. أخرجه البخارى في ترجمة باب .
6. (2797)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)´nin anlattığına göre: “Kendisine kölesi Zekvân, Mushaf´ın yüzünden okuyarak imamlık yapıyordu.”[823]
AÇIKLAMA:
1- Buhârî bu hadisi “Köle ve Âzadlının İmâmeti” adını verdiği bir bâbta senetsiz olarak kaydeder. Ancak rivâyeti, İbnu Ebî Dâvud Mesahif´inde, İbnu Ebî Şeybe, Şâfiî ve Abdurrezzak eserlerinde mevsul olarak kaydetmişlerdir.
2- Önceki rivâyette de açıkladığımız üzere cumhur, kölenin imâmetinin câiz olduğuna hükmetmiştir. Sadece İmâm Mâlik, kölenin hürlere normalde imamlık edemeyeceğini, ancak cemaat kırâati bilmez, sadece köle bilirse o zaman cuma dışında imam olabileceğini söylemiştir. Cumaya karşı çıkışı da onun köleye farz olmaması sebebiyledir.
3- Mushaf´tan okuyarak namaz kılmayı câiz görenler (İbnu Sîrîn, Hasan, Hakem, Atâ) bu hadisle amel ederler. Ancak, cumhur bunu amel-i kesîr kabul ederek caiz görmemiştir. Aynî şu açıklamayı sunar: “Hadisin zâhiri, Mushaf´ın yüzünden namaz sırasında kırâatı yürütmenin câiz olduğuna delâlet eder.” İbnu Sîrîn, Hasan Basrî, el-Hakem ve Atâ böyle hükmetmiştir. Hz. Enes (radıyallâhu anh), namaz kılar, arkadaki bir köle onun için Mushaf´ı tutardı. Eğer bir âyette yanılacak olsa Mushaf´ı onun için açıverirdi. İmam Mâlik ramazandaki (terâvih) namazında bunun caiz olduğuna hükmetti. Nehâî, Saîd İbnu´l-Müseyyeb ve Şa´bî bunu mekruh addettiler. Bu aynı zamanda Hasan´dan yapılan bir rivâyettir. Der ki: “Hristiyanlar da böyle yapar.” İbnu Hazm der ki: “Namazda, musalliye ister, imam olsun ister olmasın, hiçbir sûrette Mushaf´ın yüzünden kırâat câiz olmaz. Böyle bir şeyi âmmden yapsa namazı bozulur. İbnu´l-Müseyyeb, Hasan, Şa´bî, Ebû Abdirrahman es-Sülemî de böyle hükmetmiştir. Bu görüş İmam Azam´ın ve Şâfiî´nin de mezhepleridir.”
Aynî, bahsi şöyle bağlar: “Derim ki: Namazda mushafın yüzünden kırâat, Ebû Hanîfe nezdinde namazı bozar, çünkü amel-i kesîrdir. Ebû Yusuf ve Muhammed´e göre câizdir, çünkü mushafa bakmak da ibadettir, ancak yine de mekruhtur, çünkü bu davranışta Ehl-i Kitab´a benzeme var. Şâfiî ve Ahmed (rahimehumâllah) de böyle hükmetmişlerdir. İmam Mâlik ve Ahmed´den gelen bir rivâyete göre onlar nazarında, bu sadece nafile namazlarda namazı bozmaz.”[824]
ـ7ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]اسْتَخْلَفَ رسولُ اللّهِ # ابنَ أُمِّ مَكْتُومٍ يَؤُمُّ النَّاسَ وَهُوَ أعْمى[. أخرجه أبو داود .
7. (2798)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), İbnu Ümmi Mektûm´u âmâ olduğu halde, halka imamlık etmesi için (sefere çıkarken) yerine halef tâyin etti.”[825]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah, gazveye çıkarken mükerrer seferler, yerine Abdullah İbnu Ümmi Mektûm´u halef bırakmıştır, yani Mescid-i Nebevî´de imamlık yapmakla tavzif etmiştir.
2- Bu hadis, âmâların imâmetinde kerahet olmadığını gösterir. Gazâlî ve Ebû İshâk el-Mervezî gibi bazı âlimler, âmâ, görene nazaran daha çok huşû içinde olacağı için, onun imâmeti efdaldir demiştir. Ancak, diğer bazı âlimler de âmânın temizliğe gereken itinayı gösteremeyeceği, üzerine bulaşan necaseti göremeyeceği gerekçesiyle, gören kimsenin imâmetine efdal demiştir. Şâfiî hazretleri her ikisinin faziletli yönleri bulunduğu için aralarında fark görmemiş “ikisinin de imâmeti caizdir, faziletçe eşittirler” demiştir. Ancak “Görenin imâmeti efdaldir, çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), çoğunlukla gören kimseleri imam yapmıştır, gazveye çıkışlarda İbnu Ümmi Mektûm´u istihlaf etmiş olmalıdır” diyenler de olmuştur.[826]
ـ8ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ مُعَاذاً رَضِيَ اللّهُ عَنْه كانَ يُصَلِّى مَعَ النّبىِّ # الْعِشَاءَ اŒخِرَةَ، ثُمَّ يَرْجِعُ إلى قَوْمِهِ فَيُصَلِّى بِهِمْ تِلْكَ الصََّةَ[. أخرجه الخمسة إ النسائى .
8. (2799)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Hz. Muaz (radıyallâhu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile yatsıyı kılar, sonra kavmine döner, bu namazı onlara kıldırırdı”[827]
AÇIKLAMA:
Hattâbî der ki: “Bu rivâyette, farz namaz kılacak kimsenin nafile namaz kılana uyabileceğinin cevazı vardır. Zîra Hz. Muâz´ın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte kıldığı namaz farz namazdı. Öyleyse kavmiyle birlikte kıldığı namaz nafile idi. Bu hadiste ayrıca, namazın iâdesini câiz kılan bir sebeb olduğu takdirde bir namazı aynı gün içerisinde iki kere iade etmenin caiz olduğuna da delil vardır”
Ulemâ, farz kılan kimsenin, nafile kılanın arkasında namazını kılıp kılamıyacağı hususunda ihtilâf etmiştir:
* İmam Âzam ve Ashâb-ı Re´y: “Eğer imam nâfile kılıyorsa, onun arkasında farz kılınmaz” diye hükmetmiştir. “Eğer derler, imâm farz kılıyorsa, arkasında nafile kılınabilir.” Bunlar mukîm´in müsafir arkasında namaz kılmasını da câiz görürler.
* Şâfiî, Ahmed ve Evzâî hazretleri: “Farz namazını kılacak kimse nafile namaz kılana uyabilir. Bu câizdir” demiştir. Atâ ve Tâvus da aynı görüştedir.
*İmam Mâlik: “İmamla me´mûmun niyyetleri herhangi bir namazda ihtilaf ederse bu caiz olmaz, me´mûmun yeniden kılması gerekir.” Zührî ve Rebî´a da bu görüştedir.
* “Nafile kılanın arkasında farza niyet edilemez” diyenler, sadedinde olduğumuz hadiste zikri geçen Hz. Muâz´ın Resûlullah´ın arkasında kıldığı namazın nafile, kavmine kıldırdığının da farz olduğunu söylerler. Ancak buna îtirazla denilmiştir ki: “Bu, fâsid bir iddiadır. Zîra Hz. Muâz´a en efdal namaz olan farza yetiştiği zaman bunu insanların en hayırlısı olan Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)´in arkasında kılmak varken terkederek oradaki büyük nasibini zâyî edip, ona bedel fazla değeri olmayan nafile ile yetinmesi muvafık düşmez. Bu te´vilin fâsidliğine, hadisi rivâyet eden râvinin: “Yatsıyı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile kılardı” sözü de delil olur. Çünkü “yatsı” farz namazdır. Nitekim Resûl-i Ekrem buyurmuştur ki: “Namaz başlayınca farzdan başkası kılınmaz.” Öyleyse farz başladıktan sonra orada hazır olan Muâz (radıyallâhu anh)ın farzı terketmesi mümkün değildir. Muaz ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hakkında “Sizin en fakîhiniz Muaz´”dır” diyerek, onu fıkhıyla, ilmiyle takdir etmiştir.
Şârihler Hz. Muâz´ın Resûlullah´la birlikte kıldığı namazın farz namaz olduğunu göstermek için Şâfiî, Tahâvî, Dârakutnî ve Abdurezzak tarafından rivâyet edilen aynı hadisin ziyâdeli bir vechini gösterirler. Hz. Câbir bu ziyadede şöyle der: “(Muâz´ın kavminde kıldığı) namaz, kendisi için nafile, kavmi için farzdı. İbnu Hacer: “Bu meselede en doğrusu bu ziyâdeyi esas almaktır” der.
Mevzu üzerine münâkaşa uzundur.[828]
ـ9ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: ثََثَةٌ َ يَقْبَلُ اللّهُ تَعالى صََتَهُمْ، مَنْ تَقَدَّمَ قَوْماً وَهُمْ لَهُ كَارِهُونَ، وَرَجُلٌ أتَى الصََّةَ دِبَاراً: والدِّبَارُ أنْ يَأتِيهَا بَعْدَ أنْ تَفُوتَهُ، وَمنْ اعْتَبَدَ مُحَرَّرَهُ[. أخرجه أبو داود.»اعْتَبَدَ مُحَرَّرَهُ«: أى استرقه بعد أن حرره. أى أعتقه .
9. (2800)- İbnu Amr İbnu´l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Üç kişi vardır, Allah onların namazını kabul etmez:
1) Kendisini sevmeyen kimselere imam olan;
2) Namaza arkadan gelen, yani vakti çıktıktan sonra gelen;
3) Köleyi âzad ettikten sonra tekrar köle kılan”[829]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin ıtlakından, her ne sebeple olursa olsun, imam cemaat tarafından sevilmediği takdirde imâmette kalmamasını âmirdir. Ancak bazı âlimler, bu ıtlakı kayıtlayarak: “Dini bir sebebe binâen…” demişlerdir. Yâni halkın imama karşı nefreti onun dinî bir kusurundan ileri geliyorsa artık o kimsenin orada imamlığı câiz değildir. Halk, imamı dinî olmayan bir başka sebeple sevmiyor ise, imamlığa devam etmesinde bir beis yoktur. Ayrıca, sevmeyenlerin cemaatin çoğunluğunu teşkil etmesi gerekir, aksi takdirde, cemaat kalabalık ise üçbeş kişinin sevmemiş olmasına îtibar edilmez, çoğunluğun nefreti hesaba alınır ve dahi bu meselede dindarların sevip sevmemesi muteberdir, öbürlerinin değil” denmiştir.
Hattâbî der ki: “Burada, imâmete ehil olmadığı halde zorla onu ele geçiren kimseye halkın duyduğu nefret mevzubahis gibidir. Şayet imamlığa layık ise, ondan nefret edenin kınanması gerekir. İmamlık ettiği halk tarafından sevilmeyen bir kimse Hz. Ali´ye şikayet edilmişti. O´na: “Sen fiilinde yolsuzluk eden biri olmayı isteyen bir arsızsın” dedi ve işine iade etmedi.” Tirmizî, bu hususta şu açıklamayı kaydeder: “İlim ehlinden bir grup, kişinin kendisini sevmeyen bir cemaate imam olmasını mekruh addetmiştir. Eğer imam haklı ise (zâlim değilse), günah, ona nefret edene terettüp eder.”
2- Arkadan gelen diye tercüme ettiğimiz dibâr kelimesi dübür´den gelir. Dübür, arka geri ma´nâsına gelir. Dibâr, en-Nihâye´de belirtildiği üzere, bir şeyin vakitlerinin sonu ma´nâsına gelmektedir. Hadiste namazın sona erdiği vakti ifade ediyor: Hattâbî: “Kişinin bunu âdet haline getirmesi, herkes namazdan çıkarken namaza gelmesidir” diye açıklar. Ona göre, burada kaçırılandan maksad cemaattir. Ancak en-Nihâye´ye göre, vaktin çıkmasıdır.
3- Âzadlıktan sonra tekrar köle kılmakla ilgili olarak Hattâbî şu açıklamayı yapar: “Âzad edilmiş olanın tekrar köleleştirilmesi iki sûretle olur: Birine göre, köleyi âzad eder, ama bunu îlân etmeyip, gizler veya inkâr eder. Bu davranış, iki tarzın en kötüsüdür. İkincisi de şöyledir: Âzad ettikten sonra alıkoyar; âzadlı istemediği halde, kerhen hizmetlenir.”[830]
ـ10ـ وعن أبى أمَامة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: ثََثَةٌ َ تُجَاوِزُ صََتُهُمْ آذَانَهُمْ: الْعَبْدُ اŒبِقُ حَتَّى يَرْجِعَ، وَامْرَأَةٌ بَاتَتْ وَزَوْجُهَا، عَلَيْهَا سَاخِطٌ، وَإمَامُ قَوْمٍ وَهُمْ لَهُ كَارِهُونَ[. أخرجه الترمذي.
10. (2801)- Ebû Ümâme (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Üç kişi vardır ki, onların namazları kulaklardan öte geçmez:
1) Dönünceye kadar, kaçan köle.
2) Geceyi, kocası kendisine dargın olarak geçiren kadın.
3) Kavminin nefret ettiği imam.”[831]
AÇIKLAMA:
1- Namazların kulaklardan öte geçmemesi, tam bir kabulle kabul edilmeyeceğini veya salih ameller gibi Allah´a yüselmeyeceğini ifade eder. Türbüştî: “Kulak, yükselmede en aşağı seviyeyi ifade eder, bilhassa kulağın zikredilmesi, namazda kulağa gelen tilâvet ve duâların icrası sebebiyledir. Namazın, Allah´a makbûl olarak, icâbet görerek ulaşmayacağı ifade edilmiştir” der. İlâveten der ki: “Bu, Resûlullah´ın Kur´ân´ı okudukları halde gırtlaklarından öte geçmeyeceğini haber verdiği Hâricîlerin durumunu andırır. Hadiste kabul görmeme durumu, “kulakları geçmeme” ile ifade edilmiştir.
Suyûtî de: “Namaz semaya yükselmez” diye anlamış ve İbnu Mâce´de gelen İbnu Abbâs hadisiyle aynı mânâda bulmuştur: “Onların namazları başlarından bir karış yukarı yükselmez.” Bu, kabul edilmemeden kinâyedir, nitekim Taberânî´de kaydedilen bir İbnu Abbâs rivâyetinde: “Allah onların hiçbir namazını kabul etmez” buyurulmuştur.
2- Kaçan köle câriye de olsa, erkek gibi aynı hükme tâbi olacağı belirtilmiştir.
3- Geceyi, kocasını darıltmış olarak geçiren kadınla ilgili vaîd, İslâm´ın karı koca arasını tanzim eden umumî bir prensibinin ifadesidir: “Erkek, nefsini taleb ettiği taktirde kadın buna icâbet etmelidir. Erkeğin kadın üzerindeki kaçınılmaz haklarından biri budur.” Bir Buhârî hadisi aynen şöyle: “Erkek hanımını yatağa çağırdığı zaman, kadın gelmekten imtina ederse, sabaha kadar melekler lânet okur.” Âyet-i Kerîme (meâlen): “İyi kadınlar itaatkâr olanlardır” (Nisâ 34) diyerek kadınlar hususunda umumî bir istikâmet çizmiştir. “Kocanın dargın sabahlaması”nın ana sebebi, âyetin irşâdı çerçevesinde aranabilir.[832]
ـ11ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]كانَ مُعَاذُ بنُ جَبَلٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه يُصَلِّى مَعَ النَّبىِّ #، ثُمَّ يَأتِى فَيَؤُمُّ قَوْمَهُ، فَصَلَّى لَيْلَةً مَعَ النَّبىِّ # الْعِشَاءَ، ثُمَّ أتَى قَوْمَهُ فَأمَّهُمْ فَافْتَتَحَ بِسُورَةِ الْبَقَرَةِ،
فَانْحَرَفَ رَجُلٌ فَسَلّمَ ثُمَّ صَلَّى وَحْدَهُ وَانْصَرَفَ، فَقَالُوا لَهُ: أثَافَقْتَ يَا فَُنُ؟ قالَ: َ واللّهِ، وَŒتِيَنَّ رَسولَ اللّهِ # فَ‘خْبِرَنَّهُ. فَأتَاهُ فقَالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ إنَّا أصْحَابُ نَوَاضِحَ نَعْمَلُ بِالنَّهَارِ، وَإنَّ مُعاذاً صَلَّى مَعَكَ الْعِشَاءَ ثُمَّ أتَانَا فَاسْتَفْتَحَ بِسُورَةِ الْبَقَرَةِ، فَأقْبَلَ رَسولُ اللّهِ # عَلى مُعاذٍ، قالَ: أفَتَّانٌ أنْتَ يَا مُعَاذُ اقْرَأ: وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَا، وَالضُّحى، وَاللَّيْلِ إذَا يَغْشى، وسَبَّحِ اسْمَ رَبِّكَ ا‘عْلَى[. أخرجه الخمسة إ الترمذي. »النَّاضِحُ«: البعير الذى يستقى عليه .
11. (2802)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Muâz İbnu Cebel (radıyallâhu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte namaz kılar, sonra gelir, kavmine imamlık yapardı. Bir gece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte yatsıyı kıldı. Sonra kavmine geldi ve onlara imamlık yaptı ve Bakara sûresiyle kırâate başladı. Bir adam cemaatten ayrılarak selam verdi. Namazını tek başına kılarak çekip gitti. Adama:
“Ey filan, nifak mı çıkarıyorsun ” dediler. Adam:
“Vallahi hayır, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gidip (Muâz´ın yaptığını) haber vereceğim.” dedi. Yanına varıp:
“Ey Allah´ın Resûlü, biz sulama devesi besleyen insanlarız. Gündüz çalışırız. Muâz sizinle yatsıyı kıldı. Sonra bize gelip bakara sûresi ile namaz kıldırmaya başladı” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mu-âz´a yönelerek:
“Ey Muâz, sen fitneci misin Veşşemsi ve duhâhâ´yı, Vedduhâ´yı, Velleyli izâ yağşa´yı, Sebbihi´sme Rabbike´l-a´lâ´yı oku” buyurdu.”[833]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste, Hz. Muâz yatsı namazını geciktirdiği için cemaati terkeden bir sahâbînin hikayesini görmekteyiz. Rivâyetten anlaşıldığı üzere namazın gecikmesi iki ayrı sebeple katmerlenmektedir:
1) Hz Muâz yatsıyı Resûlullah´la kılıyor ve gecikmiş olarak kavmine gelip namaza başlatıyor.
2) Namaza Bakara gibi uzun bir sûre ile başlıyor. İmamı terkedip ayrı kılmaya sevkeden asıl husus da ikinci uzatma durumu. Ancak bunda birinci gecikmenin tesiri inkâr edilemez.
2- Bu hadis muhtelif vecihlerde rivâyet edilmiştir. Rivâyetler arasında noksan ziyade farklarından öte daha ciddî farklar da var. Bu sebeple âlimler, iki ayrı vak´anın mevzubahis olduğu üzerinde dururlar. Mesela sadedinde olduğumuz rivâyette, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a şikâyet edilen Hz. Muâz´dır. Halbuki Nesâi´nin rivâyetinde Hz. Muâz, namazı terkeden adamı şikâyet etmiştir ve Resûlullah, adamı çağırtarak niye böyle yaptın diye sebeb sormuştur.
3- Bazı rivâyetlerde Resûlullah, Hz. Muâz´a: “Sen fitneci misin “[834] diye üst üste üç kere sorar, bazılarında “Sen fitneci mi olmak istiyorsun ” bazılarında “Ey Muâz fitneci olma!” demiştir. Bir ziyadeye göre: “Halka namazı uzatma!” buyurmuştur. Dâvudî, fettân kelimesinin hadiste “muazzib” yani azab veren mânasında anlaşılabileceğine dikkat çeker. Çünkü, fitne kelimesi azab vermek mânasına da gelmektedir. Nitekim “…erkek ve kadın mü´minleri belaya atanlar” (Bürûc 10) âyetinde bu mânada kullanılmıştır. Yani namazı uzatmak sûretiyle cemaate azab verici olmak…
4- Burada fitneden maksad, namazı uzatma sebebiyle, namaza karşı kalblerde hâsıl edilecek hoşnutsuzluktur. Beyhakî´nin bir rivâyetinde Hz. Ömer (radıyallâhu anh) şöyle der: “Allah´ı, kullarına buğza sevketmeyin. (Şöyle ki) sizden biri imam olur, namazı halka uzatır, öyle ki onlara içinde bulundukları şeyi (namazı) nefret ettirir, (Allah da namazdan nefret edenlere buğzeder).”
5- Hadisten Çıkarılan Bazı Hükümler:
* Önceki hadis (2799) gibi, bununla da farz kılacak olanın nafile kılana iktidâ edebileceğine istidlâl edilmiştir. Zîra bunda da Hz. Muâz´ın birincide Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile farza, ikincide de nafileye niyet ettiği görülmektedir. Bu mânayı önceki hadisin (2799) açıklamasında Arapça metnini de kaydettiğimiz Hz. Câbir´den gelen rivâyetteki: “(Muâz´ın kavminde kıldığı) namaz kendisi için nafile, kavmi için farzdı” ziyadesi de te´yid etmektedir.
* İmam, cemaatin durumunu gözönüne alarak namazı fazla uzatmamalıdır. Bazıları, “cemaatin rızası olursa uzatmak mekruh değildir” demiş ise de, imam, namaza katılacak herkesin rızasını bilemeyeceğinden, asıl olan tahfifdir. Yani, namazı kısa tutmak… Öyle ise uzun tutmanın kerâheti mutlaktır. Sadece durumu iyice bilinen, sonradan başkasının girme ihtimali olmayan yerlerdeki sınırlı cemaat için uzun tutmak (tatvîl) müstehab olabilir.
* Dünyevî işler sebebiyle duyulan ihtiyaç, namazın kısa tutulması için meşrû bir özürdür.
* Bir namazı, aynı gün içerisinde iki sefer kılmak caizdir.
* Bir özür sebebiyle me´mûm cemaatten çıkabilir, bu caizdir. Özürsüz çıkmada ihtilaf edilmiştir.
* Cemaatle namaz kılınan mescidde, özür halinde münferid namaz kılınabilir.
* Vukûa gelen menfî bir durum, tatlılıkla reddedilmelidir. Nitekim hadiste Resûlullah sual tarzında reddetmiştir. Buradan hareketle herkesin kendi durumuna uygun bir usulle ta´zir edilmesi (azarlanması) gerektiği, hoş olmayan şeyleri (mekruhât) ta´zirde yani kötüleyip yasaklamada sözle ve reddetmekle iktifa etmenin uygun olacağı söylenmiştir. Ta´ziri üç kere tekrar te´kid içindir. Mamafih bazı rivâyetler Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´in, iyi anlaşılması için sözlerini üç kere tekrar ettiğini belirtir.
* Kendisinden zâhiren hata sâdır olan kimsenin özür dilemesine hadiste örnek var. Böyle zâhiren yasak olan bir şeyi -başkasınca görünmeyen bir sebeple mazur bile olsa- işleyen kimsenin, o şeyi yapmaktan diğerlerini caydırmak maksadıyla özür beyan etmesinin caiz olduğu da anlaşılmaktadır. Nitekim namazı terkeden sahâbî, haklı olduğu halde, Resûlullah´a gelerek sebebini açıklamıştır.
* Hadisten şu da anlaşılmaktadır: Söylenen bu “zâhiren hatalı” davranışı bir te´vile dayanarak yapan kınanmamalıdır. Zîra Resûlullah namazı terkedeni ayıplamamıştır.
* Cemaatten geri kalmak münafık alâmetidir.[835]
ـ12ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: إذَا صَلّى أحَدُكُمْ لِلنَّاسِ فَلْيُخَفِّفْ، فإنَّ فِيهِمْ الضَّعِيفَ، والسَّقِيمَ، والمَريضَ، وذَا الحَاجَةِ وَإذَا صَلّى لِنَفْسِهِ فَلْيُطِلْ مَا شَاءَ[. أخرجه الستة .
12. (2803)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sizden kim halka namaz kıldırırsa namazı hafif (kısa) tutsun. Zîra cemaatte zayıf, sakat hasta ve ihtiyaç sahibi vardır. Müstakil kılınca dilediği kadar uzatsın.”[836]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, namazı kısa (hafif) tutma emrinin sadece imamları ilgilendirdiğini ifade etmekte ve bunun sebebini belirtmektedir. Bu sebep de teke ircâ edilmiş durumda: Cemaate katılanların durumu… Bu, farklı rivâyetlerde hastalık, fıtrî zayıflık, ihtiyaç (yolcudur, vakte bağlı âcil işi vardır vs.) ihtiyarlık, sakatlık, çocukluk, yaşlılık, hamilelik, emziklilik vs. Münferid için sınır konmamış. Ancakvaktin çıkmasına kadar kırâatı uzatanın durumu münâkaşa edilmiştir. Bazıları bu hadisin ıtlakından, ikinci vaktin girmesine kadar kırâatı uzatmanın cevazına istidlal etmiştir. Ancak Müslim´de gelen Ebû Katâde hadisindeki “…(memnû olan) tefrît, kişinin namazını ikinci vakit girinceye kadar te´hir etmesidir” ifadesine dayanılarak bu istidlal tenkid edilmiştir. İbnu Hacer el-Askalânî, “Namazda en mükemmeli elde etmek için uzatma sûretiyle mübâlağaya kaçmanın sağlayacağı maslahat, namazın vakti dışına çıkması mahzuruyla teâruz edecek olursa, takip edilmesi gereken evlâ yol mahzuru terketmektir” der.
2- Hadisin âmm olan ifadesinden, namazda gerek ta´dil-i erkanlarda ve gerekse iki secde aralarında fasılaya yer vermenin caiz olduğu istidlal edilmiştir.[837]
ـ13ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: إنِّى ‘دْخلُ في الصََّةِ، وَأنَا أُرِيدُ أنْ أُطِيلَهَا، فَأسْمَعُ بُكَاءَ الصَّبىِّ فَأتَجَوَّزُ في صََتِى لِمَا أعْلَمُ مِنْ وَجْدِ أُمِّهِ مِنْ بُكَائِهِ[. أخرجه الخمسة إ أبا داود. »الْوَجْدُ«: الحزن .
13. (2804)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ben, uzun tutmak arzusuyla namaza başlarım. (Namazı kıldırırken) bir çocuk ağlaması kulağıma gelir. Çocuğun ağlamasından annesinin duyacağı elemi bildiğim için namazı uzatmaktan vazgeçerim.”[838]
AÇIKLAMA:
Bu hadisten ulemâ şu hükümleri çıkarmıştır:
* Çocukların mescide sokulması caizdir. Buna, “ses yakın evlerin birinden de gelmiş olabilir” diye itiraz da edilmiştir.
* Kadınlar, mesciddeki erkeklerle birlikte cemaate katılabilirler.
* Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın cemaate katılan büyük ve küçük, kadın ve erkek hepsinin durumunu gözönüne aldığını, hepsine şefkat duyduğunu gösterir.
* Resûlullah´ın çocuk sesi işitince ikinci rek´ati ne kadar kısalttığıyla ilgili açıklayıcı bir rivâyet İbnu Ebî Şeybe´de kaydedilmiştir: “Resûlullah birinci rekatte uzun bir sûre okumuştu, bir çocuğun ağladığını işitince ikinci rek´atte üç âyet okudu.”
* Namazda müstehab olan bir şeyi yapmaya azmeden kimsenin, bu niyetine uyması vacib değildir. Sözgelimi ayakta nafile kılmak isteyen, başladıktan sonra oturarak tamamlayabilir.
* Rivâyette annenin zikri, ekseriyetin gözönüne alınmış olması sebebiyledir. Aynı mânaya giren başkaları için de tahfîf caizdir.
* İbnu Battâl der ki: “İmam, rükûda iken, namaza katılanları hissedecek olursa, onların o rek´ata yetişmeleri için rükûyu uzatması caizdir” diyenler bu hadisle istidlal etmiştir. “Ancak buna: “Hadiste tahfîf var, bu tatvîl´in (uzatma) zıddıdır, tahfîften tatvîl istidlal edilemez” diye itiraz etmiştir. “Ahmed, İshak ve Ebû Sevr, cemaate meşakkat vermeyecek kadar uzatmaya fetva vermişlerdir. Hattâbî: “Dünyevî bir maslahat için tahfîf caiz olursa dînî ihtiyaçlar için tatvîl (uzatma) daha çok caiz olur” diye hadisten delil çıkarmış: Kurtubî: “Buradaki tatvîlde, namazda matlub olmayan amelin ziyade kılınması var, halbuki tahfîf matlub bir durumdur” diye itiraz etmiştir.
Bu hususta değişik kaviller ileri sürülmüş ise de Şâfiî´nin yeni görüşü, Evzâî, Mâlik, Ebû Hanîfe ve Ebû Yûsuf´un görüşleri, sonradan gelenleri rek´ate yetişmesi için rükûyu uzatmanın kerâhetinde ittifak eder. Muhammed İbnu´l-Hasan: “Ben bunun şirk olmasından korkarım” demiştir.[839]
ـ14ـ وعن ابن أبى أوفى رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قالَ: ]كَانَ رَسولُ اللّهِ # يَقُومُ في الرَّكْعَةِ ا‘ولَى مِنَ الظُّهْرِ حَتَّى َ يَسْمَعُ وَقْعُ قَدَمٍ[. أخرجه أبو داود .
14. (2805)- İbnu Ebî Evfâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğlenin birinci rek´atinin kıyâmını, kulağına ayak sesi gelmeyinceye kadar uzatırdı.”[840]
AÇIKLAMA:
Daha önceki bahislerde geçtiği üzere cemaatin namaza yetişmesi için ilk rek´atleri uzatmak efdaldir.[841] Hatta bu sabah namazında vacibtir. Bu rivâyet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, öğle namazında, sonradan katılanların ayak sesleri kesilinceye kadar kırâatı uzatarak herkesin katılmasına imkân sağlamak sûretiyle, bazılarının birinci rek´ate katılma sevabından mahrum kalmamalarına dikkat ettiğini gösterir.[842]
ـ15ـ وله في أخرى عن سالم بن أبى النضر: ]كانَ حِينَ تُقَامُ الصََّةُ في المَسْجِدِ إذَا رَآهُمْ قَلِيً جَلَسَ، وَإذَا رَآهُمْ
جَمَاعَةً صَلّى[.
15. (2806)- Yine Ebû Dâvud´un Sâlim İbnu Ebî´n-Nadr´dan bir rivâyetinde şöyle gelmiştir: “Mescidde namaz için ikâmet okununca, (Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cemaati az görürse oturur, (bekler)di. Kalabalık görürse kıldırırdı.”[843]
AÇIKLAMA:
1- Ebû´n-Nadr, Tâbiîdir, hadis mürseldir. Ancak aynı mânada Hz. Ali´den gelen bir başka rivâyet mevsuldür.
2- İkâmet okunmasından sonra Resûlullah´ın beklemesini, şârihler nâdiren vukûu bulan bir hadise olarak değerlendirirler.[844]
ـ16ـ وعن المغيرة بن شعبة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: َ يُصَلِّى ا“مَامُ في مَوْضِعِهِ الَّذِى صَلّى فِيهِ المَكْتُوبَةَ حَتَّى يَتَحَوَّلَ[. أخرجه أبو داود.وله في أخرى عن أبى هريرة: »أيَعْجِزُ أحَدُكُمْ أنْ يَتَقَدَّمَ أوْ يَتَأخَّرَ عَنْ يَمِينِهِ أوْ عَنْ شِمَالِهِ[ .
16. (2807)- Mugîre İbnu Şu´be (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İmam, farz kıldığı yeri değiştirmeden aynı yerde nafile namaz kılmamalıdır.”[845]
AÇIKLAMA:
Hadis, imamın farz kıldırdıktan sonra yerini değiştirerek nafile kılmasını âmirdir. Bu hadis musallinin, namaz kıldığı yeri her seferinde değiştirerek nafileye başlamasının meşrûluğuna delildir. Bu hüküm, imam hakkında hadisin nassıyla sâbit iken, imama uyan ve münferid kılan hakkında Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)´nin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan yaptığı şu rivâyetle sabittir:
“Sizden biri, namazı kılınca biraz ilerlemeye veya geri çekilmeye ya da sağa sola kaymaya muktedir değil mi ”
Bundan maksad, daha fazla yerde namaz kılmış olmaktır. Zîra Buhârî ve Bagavî´nin dedikleri gibi, secde mahalli, kılınan namaza şehadet edecektir. Nitekim âyet-i kerime “O gün arz bütün haberlerini söyler” (Zilzâl 4) yani üzerinde yapılanları anlatır buyurmaktadır. Ayrıca bazı âlimler: فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاءُ وَاَرْضُ (Duhân 29) âyetinin tefsirinde: “Mü´min ölünce, arzda namaz kıldığı yer, gökte de namazın yükseldiği kapı onun üzerine ağlar” açıklamasında bulunurlar. Bu sebeple, nafile kıldığı yeri değiştirerek farza intikal etmesi ve başladığı her bir nafile için bir başka yere intikal etmesi gerekir. İntikal etmezse, namazları bir sözle ayırması gerekir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kişinin kıldığı namazları konuşuncaya veya namazdan çıkıncaya kadar birbirine eklemesini yasaklamıştır.[846]
ـ17ـ وعن أم سلمة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالتْ: ]كَانَ رَسولُ اللّهِ # إذَا سَلّمَ يَمْكُثُ في مَكَانِهِ يَسِيراً، فنَرى واللّهُ أعْلَمُ أنَّ مُكْثَهُ لِكَىْ يَنْصَرِفَ النِّسَاءُ قَبْلَ أنْ يُدْرِكَهُنَّ الرِّجَالُ[. أخرجه البخارى، وأبو داود والنسائى .
17. (2808)- Ümmü Seleme (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) selam verince yerinde bir miktar kalırdı. Allah bilir ya, bizim görüşümüze göre O´nun kalışı, kadınların erkeklerden önce çıkmalarını sağlamak içindi.”[847]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın farz namazı kılıp selam verince yerinde bir miktar kaldığını haber vermekten başka, bu kalışın sebebini de açıklamaktadır: Kadınların erkekler kalkmazdan önce çıkmasını sağlamak… Bu husus bir başka rivâyette daha açık gözükmektedir: “Kadınlar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında farzı kılıp selam verince hemen kalkarlardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve onunla namaz kılan erkekler Allah´ın dilediğince yerlerinde sâbit kalırlardı. Resûlullah kalkınca erkekler de kalkardı.”
Bu kalkışın sebebi, önceki rivâyette görüldüğü üzere kadınların çıkmasına imkan tanımak içindi.
2- İbnu Hacer der ki: “Bu mevzuya giren hadislerin mecmuundan çıkan netice şudur: “İmam´ın muhtelif durumları var: Zîra, farzlardan bazıları var ki peşinden tetavvu namaz kılınır, bazıları var kılınmaz. Arkasından tetavvu kılınan farzdan çıkınca aradaki bekleme sırasında tetavvuya başlamadan önce me´sur zikirle meşgul olunur mu olunmaz mı münakaşa edilmiştir. Çoğunluk zikirle meşgul olunur” demiştir. Hanefîlere göre, zikir olmaz hemen tetavvuya başlanır. Ekseriyetini yani cumhurun delili (yukarıda dipnotta metnini kaydettiğimiz) Hz. Muâviye hadisidir. Bazı âlimler: “Farzla nafilenin arası sadece zikirle belirgin kılınamaz, yerinden sağa sola kımıldayıp meyletti mi bu kâfidir” demiştir. “Meyletmenin yeteceğine dair rivâyet yok” diyene şu cevap verilir: “Hz. Muâviyenin rivâyetinde “veya çıkarsın” ifadesi sabittir. Me´sur zikrin takdimi, sahih haberlerde “namazın arkasında” diye kayıtlanarak öncelik kazanmıştır. Bazı Hanbelîler, “namazın arkası” tabirinden muradın “selamdan öncesi” olduğunu zannetmiştir. Bu ذَهَبَ اَهْلُ الدُّبُورَ diye başlayan hadisin yardımıyla tenkid edilmiştir. Zîra o hadiste “Her namazın arkasından tesbih ederler” ifadesi mevcuttur. Bu da kesin olarak selamdan sonradır.
Arkasında nafile bulunmayan farz namaza gelince, imam ve cemaati namazdan sonra me´sur zikirle meşgul olur. Bunun için mekan tâyini yoktur. Dilerlerse dağılıp zikrederler, dilerlerse yerlerinde kalıp zikrederler. Bu sonuncu durumda, imamın cemaate ta´lim veya vaaz etme âdeti varsa tamam olarak cemaate yönelmesi müstehabtır. Me´sur zikre, başka bir ilavede bulunmayacaksa cemaate tam mı dönmeli, yoksa sağ tarafı cemaate, sol tarafı kıbleye gelecek şekilde yarım mı dönmeli ve dua etmeli sorusu mevzubahistir. Şâfiîler çoğunlukla yarım dönmesi uygundur demiştir. Ancak bu müddet kısa ise, yüzünü kıbleden çevirmemesi de uygundur, çünkü duaya bu hal daha muvafıktır. Birinci hâl, dua ve zikrin uzun olması halinde hamledilir.”[848]
ـ18ـ وعن ثوبان رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: ثََثٌ َ يَحِلُّ ‘حَدٍ أنْ يَفْعَلَهُنَّ. َ يَؤُمُّ الرَّجُلُ قَوْماً فَيَخُصُّ نَفْسَهُ بِالدُّعَاءِ دُونَهُمْ، فإنْ فَعَلَ فَقَدْ خَانَهُمْ، وََ يَنْظُرُ في قَعْرِ بَيْتٍ قَبْلَ أنْ يَسْتَأذَنَ، فإنْ فَعَلَ فَقَدْ خَانَهُمْ، وََ يُصَلِّى وَهُوَ حَقَنٌ حَتَّى يَتَخَفَّفَ[. أخرجه أبو داود والترمذي.»الحَقَنُ«: الحاقن، وهو الذى يدافع بوله .
18. (2809)- Sevbân (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Üç şey vardır, onları yapmak kimseye helal olmaz: “Kişi bir kavme imamlık yapar, sonra da sadece kendisi için dua eder, cemaatini dua dışı bırakır; bunu yapan onlara ihânet eder. Kişi, izin almazdan önce bir evin içine bakamaz, bunu yapan ev halkına ihânet eder. Kişi küçük abdestine sıkışmış iken hafifleyinceye kadar namaz kılamaz.”[849]
AÇIKLAMA:
Hadis üç mühim İslâmî edebi takrir etmektedir:
* İmam dua ederken kendisi için değil, imamlık yaptığı cemaat için dua edecektir. Cemaat içinde de herhangi bir ayırım yapmayacaktır. Böylece hadis, imamın herkese karşı hayırhâh olması gerektiğini, kendisi için istediği hayırların hepsini cemaattekiler için de istemesi, kendisinin sakınmak istediği şerlerden cemaatini de sakındırmak talebinde bulunması gerektiği anlaşılmaktadır. Öyleyse imam cemaatinden bir kimse hakkında kötülük düşünmeme mecburiyetindedir; hadisin ıtlakından bu mâna çıkmaktadır.
* Hadiste ikinci olarak, idrarına sıkışanın o halde namaza durmaması, sıkışıklığını gidererek namaza durması emrediliyor. Bu hadiste sadece idrar sıkışması mevzubahis edilmiş ise de, başka hadislerde büyük abdest sıkışması da mevzubahis edilmiştir. Öyleyse, bundan her iki sıkışmayı beraber anlayacağız. Bazan yel sıkışması da mevzubahis olabilir. Öyleyse bunlardan biri dikkatlerimizi dağıtacak, kalb huzurunu ve huşûsunu bozacak derecede sıkışma yaptı mı, helaya gitmeden, abdest tazelemeden namaza başlanmamalıdır. Ebû Dâvud´un bir başka rivâyeti her üçüne de şâmil daha âmm bir ifadeye sahiptir: “Birinizin helâya gitme ihtiyacı olur, namaza da durulursa, önce helâya gitsin.”
* Üçüncü husus: İnsanların mahremiyetine riâyeti takrir etmektedir. Vücudun bazı kısımları avret olduğu gibi, evler de avrettir, mahremdir, buna saygı gerekmektedir. İzinsiz kimsenin evine girilmemelidir. Beşeri hayatta bunun da mühim bir yeri olmalı ki, meseleye bizzat Cenâb-ı Hakk Kur´ân´da yer vermiştir “Ey îman edenler! Kendinizinkinden başka evlere izin almadan, seslenip sahibine selam vermeden girmeyiniz…” (Nûr 27).
İsti´zân mevzuu 3366- 3372 numaraları hadislerde geniş olarak ele alınacaktır. Burada şimdiden iki hadis daha kaydedeceğiz: “Kim bir başkasının evine ıttılâ peyda ederken gözü çıkarılır da diyet için müracaat etmeye kalkarsa bilsin ki, hiçbir hak taleb etmeye hakkı yoktur.” Hz. Peygamber, kendi evine pencereden izinsiz bakmış olan bir adama elindeki tarağı göstererek: “Bilseydim ki içeri bakıyordun, şu tarağı gözüne sokardım” der.[850]