KIRÂAT
ـ1ـ عن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كَانَ رسولُ اللّهِ # يَفْتَتِحُ قِرَاءَتَهُ بِبِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ[. أخرجه الترمذي .
1. (2527)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kırâatını bismillâhirrahmânirrahîm ile başlatıyordu.”[310]
ـ2ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]صَلّيْتُ مَعَ رسولِ اللّهِ # وَأبى بَكْرٍ وَعُمَرَ وَعُثْمانَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهم فَلَمْ أسْمَعْ أحَداً مِنْهُمْ يَقْرأُ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ[. أخرجه الستة .
2. (2528)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman (radıyallahu anhüm) ile birlikte namaz kıldım. Onlardan hiçbirinin bismillâhirrahmânirrahîm´i okuduklarını işitmedim.”[311]
ـ3ـ وعن ابن عبداللّه بن مُغَفّل قال: ]سَمِعَنِى أبِى وَأنَا أقْرأُ بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ. فقَالَ لى بُنَىَّ مُحْدَثٌ: إيَّاكَ وَالحَدَثَ، قالَ: وَلَمْ أرَ أحَداً مِنْ أصْحَابِ رسولِ اللّهِ # أبْغَضَ إلَيْهِ الحَدَثُ مِنْهُ. قالَ: وَقَدْ صَلّيْتُ مَعَ رَسولِ اللّهِ # وَمَعَ أبِى بَكْرٍ وَمَعَ عُمَرَ وَمَعَ عُثْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهم فَلَمْ أسْمَعْ أحداً مِنْهُمْ يَقُولُهَا. فََ تَقُلْهَا؛ إذَا أنْتَ صَلّيْتَ فَقُلْ: الحَمْدُللّهِ رَبِّ العَالَمِينَ[. أخرجه الترمذي، وهذا لفظه والنسائى.»الحَدَثُ« ا‘مر الحادث الذي لم تأت به سنة.
3. (2529)- İbnu Abdillah İbnu Muğaffel (rahimehullah) anlatıyor: “Ben (namazda) bismillâhirrahmânirrahîm´i okumuştum. Babam işitti. Bana:
“Oğulcuğum, (bu yaptığın) bir bid´attir. bid´atten sakın!” dedi. Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ashâbından her kimle karşılaştı isem, hepsinin de bid´atten nefret ettiği kadar bir başka şeyden nefret etmediğini gördüm. Babam sözlerine şöyle devam etmişti:
“Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la, Hz. Ebû Bekr´le, Hz. Ömer´le, Hz. Osman´la (radıyallâhu anhüm) namaz kıldım. Onlardan hiç birinin bunu (besmelenin okunacağını) okuduklarını işitmedim. Onu sen de okuma. Sadece “Elhamdülillahi rabbi´l-âlemîn” de.”[312]
AÇIKLAMA:
1- Namaza başlarken Fatiha´nın evvelinde besmelenin okunup okunamayacağı hususu rivayetler açısından ihtilaflıdır. Bazı rivayetler okunduğunu söylerken, diğer bir kısım rivayetler okunmadığını söyler. Leh ve aleyhteki rivayetler öylesine dengeli ki, bir kısım âlimler bu rivayetlerin muzdarib olduğunu söylemişlerdir.[313]
Şüphesiz biz burada meselenin münâkaşasını nakledecek değiliz. 2527 numaralı İbnu Abbâs hadisinde görüldüğü üzere bazı rivayetler. Hz. Peygamber´in besmeleyi okuduğunu te´yid ediyor, müteakip iki rivayet ise bunu kesin bir üslubla reddediyor. Meseleye temas eden rivayetler burada kaydedilenden ibaret değildir.
Hemen şunu belirtelim ki, Resûlullah´ın ve ismi geçen Ashâb´ın besmeleyi âşikâr okumayışları sırrî yani sessiz okumuş olmalarına mâni değildir. Birçok İslâm âlimi bu nokta üzerinde durarak, şu mânada mülâhaza yürütmüşlerdir: “Gerçek şu ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve ondan gördüğünü tekrar eden Ashâb, Kırâatin cehrî yapıldığı akşam yatsı ve sabah namazlarında müttarid olarak her seferinde besmeleyi cehren okumamıştır. Okusaydı, rivayetlerde bir ihtilaf olmazdı. İhtilaf olduğuna göre çoğu kere okumadığı âşikârdır. Ancak, cehrî okumadığı sırada sırrî olarak sesizce okumamış olduğu da söylenemez…”
Besmele´nin Fatiha suresinin ilk âyeti olduğu görüşünde olan âlimler, bu hadisi esas alınca, Resûlullah´ın besmeleyi mutlaka okuduğuna, ancak sırrî okuduğu için işitilmemiş bulunduğuna hükmederler. Hanefîler böyle söylemişlerdir. Ahmed İbnu Hanbel, Sevrî, İshak İbnu Râhûye gibi başka selef büyükleri de böyle hükmeder. Bunlara göre besmele, her rek´atte Fatiha´dan evvel okunur.
Şâfiî hazretlerine göre, besmele Fatiha´nın ilk âyetidir, dolayısıyle okunuşta ona tâbidir- onun gizli okunduğu yerlerde gizli, cehrî okunduğu yerde cehrî okunur. Şâfiî´den gelen bir rivayete göre, besmele her sûrenin ilk âyetidir, diğer bir rivayete göre sadece Fatiha´nın birinci âyetidir, diğerlerinin değil.
İmam Mâlik, farz namazlarda besmelenin hiç çekilmeyeceğini söyler. Ona göre, nafile namazlarda dileyen çeker, dileyen çekmez. Taberî dahi böyle hükmetmiştir.
Hâzimî´nin görüşü de kayda değer. Ona göre besmelenin cehrî okunacağını beyan eden hadisler sahih olsalar bile mensuhturlar. Çünkü Saîd İbnu Cübeyr´den şu mürsel rivayet mevcuttur: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) besmeleyi Mekke´de cehrî okurdu. Müseylemetu´r-Rahmân adında bir puta tapan Mekkeliler: “Muhammed, Yemâme´nin ilahına tapıyor” dediler. Bunun üzerine Resûlullah besmeleyi sırrî okumaya başladı. Ölünceye kadar da cehrî okumadı.” Hadisi, mürsel diye amel dışı tutmak isteyeceklere de: “Hülafâ-i Raşidîn´in tatbikatıyla takviye görmüştür. Zîra onlar Resûlullah´ın son durumunu herkesten iyi bilen kimselerdir…” cevabını verir.
2- Yeri gelmişken şunu da belirtelim: Bazı âlimler, besmeleyi Kur´ân´ dan bir âyet saymamışlar, Neml sûresindeki bir âyetten bir cüz kabul etmişlerdir. Bu görüşte olan Tahâvî “Eğer Kur´ân´dan bir âyet olsa Resûlullah namazda Fatiha ile birlikte cehrî okurdu” der. Ona göre besmele sadece Neml sûresinde Kur´an´dan bir parçadır, orada okunması vâcibtir, bunun dışında sûrelerin başına konmuş olması oralarda âyet olduğunu göstermez. İlk vahiy sırasında Cebrâil Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e: “Oku!” diye emretmiş, Resûlullah´ın: “Ben okuma bilmem” demesi ve bu taleb ve cevabın üç kere tekrarından sonra ilk vahiy: اِقْرَأ بِسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” diye başlamıştır. Burada besmele yoktur. Eğer bu sûrenin başında hâlen mevcut olan besmele vahiy olsaydı, Resûlullah´a ilk âyet olarak besmele nâzil olurdu, öyle ise besmele vahiyden değildir.
Bu mülâhazada Tahâvî yalnız değildir. Evzâî, İbnu´l-Mübârek, Dâvud-ı Zâhirî, Ahmed İbnu Hanbel, buna yakın görüşler beyan etmişlerdir.
Tatbikî neticeye gelince, ilmihal bilgisi şöyledir:
* Namazların farz veya nafile ilk rek´atlerinde Fatiha´dan önce eûzübesmelenin okunması sünnettir.
* Müteâkib rek´atlerde Fatiha´dan önce besmelenin okunması da sünnettir.
* Fatiha´dan sonra okunacak sûrelerin evvelinde besmele okunmaz. İmam Muhammed sessiz kılınan namazlarda zamm-ı sûrelerin başında da besmele çekileceğini söylemiştir.[314]
ـ4ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كانَ رسولُ اللّه # إذَا نَهَضَ في الرَّكْعَةِ الثانية اسْتَفْتَحَ الْقِرَاءَةَ بِالْحَمْدِ للّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ، وَلَمْ يَسْكُتْ[. أخرجه مسلم .
4. (2530)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ikinci rek´atten kalktığı zaman kırâati Elhamdü lillâhi Rabilâlemîn ile başlatıyor ve sükût etmiyordu.”[315]
AÇIKLAMA:
Bu hadis ikinci rek´atin sonundaki oturuştan üçüncü rek´ate kalkıldığı zaman, hemen Fatiha okunacağını, bundan önce Sübhâneke ve benzeri birşey okunmayacağını belirtir. Bunun istisnası gayr-ı müekked olan nafilelerdir. İkindi ve yatsıdan önce kılınan dörder rek´atli sünnetler böyledir. Bunlarda üçüncü rek´atin başında Sübhaneke okunur. Eûzubesmele çekilir, sonra Fatiha´ya geçilir. Bu namazlarda -ki terâvih de buraya dahildir- her iki rek´atin baş kısmında Sübhâneke Eûzubesmele mesnûndur. Zira gayr-ı müekked sünnetlerin ikişer rek´atler halinde olmaları esastır.
Sadedinde olduğumuz hadiste geçen “sükût etmiyordu” ibâresi, namaza başladığı zaman, cehrî kılınan namazlarda bile iftitah tekbirinden sonra bir miktar sükût buyurarak sırrî şekilde duâ okuyup eûzubesmele çektiğini ifade eden açıklamalara binaendir, “…üçüncü rek´atte bunu yapmazdı” mânasında bir ifade.[316]
ـ5ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُول اللّهِ #: مَنْ صَلّى صََةً لَمْ يَقْرَأ فِيهَا بِفَاتِحَةِ الْكِتَابِ فَهِىَ خِدَاجٌ ثََثاً غَيْرُ تَمَامٍ. فَقِيلَ ‘بِى هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: إنَّا نَكُونُ وَرَاءَ ا“مَامِ. فقَالَ: اقْرَأْ بِهَا في نَفْسِكَ فَإنِّى سَمِعْتُ رسولَ اللّهِ # يَقُولُ. قالَ اللّهُ تَعالى: قَسَمْتُ الصََّةَ بَيْنِى وَبَيْنَ عَبْدِى نِصْفَيْنِ، فَنِصْفُهَا لى، وَنِصْفُهَا لِعَبْدِى، وَلِعَبْدِى مَا سَألَ. فإذَا قالَ الْعَبْدُ: الْحَمْدُللّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ؛ قالَ اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ: حَمِدَنِى عِبْدِى؛ وَإذا قالَ: الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ. قالَ اللّهُ أثْنَى عَلىَّ عَبْدِى. وَإذَا قالَ: مَالِكِ يَوْمِ الدِّين. قالَ: مَجَّدَنِى عَبْدِى. وَإذَا قالَ: إيَّاكَ نَعْبُدُ وَإيَّاكَ نَسْتَعِينُ. قالَ: هذَا بَيْنِى وَبَيْنَ عَبْدِى وَلِعَبْدِى
مَا سَألَ. وَإذَا قالَ: اهْدِنَا الصِّرَاطَ المُسْتَقِيمَ صِرَاطَ الَّذِينَ أنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ المَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وََ الضَّالِّينَ. قالَ: هَذَا لِعَبْدِِى، وَلِعَبْدِى مَا سَألَ[. أخرجه الستة إ البخارى .
5. (2531)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim Fâtihâ-i şerîfe sûresini okumadan namaz kılarsa bilsin ki bu namaz nâkıstır -bu sözü üç kere tekrarladı- eksiktir.”
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)´ye:
“Biz imamın arkasında bulunuyorsak (ne yapalım) ” diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi:
“Yine de içinden oku. Zîra ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim:
“Allah Teâlâ hazretleri (bir hadîs-i kudsîde) buyurdu ki: “Ben kırâati[317] kulumla kendi aramda iki kısma böldüm, yarısı bana ait, yarısı da ona. Kuluma istediği verilmiştir: Kul: “Elhamdülillâhi Rabbi´l-âlemîn. (Hamd alemlerin Rabbine aittir)” deyince, Azîz ve Celîl olan Allah: “Kulum bana hamdetti!” der. “er-Rahmânirrahîm” deyince, Allah: “Kulum bana senâda bulundu” der. “Mâlikî yevmiddîn (âhiretin sahibi)” deyince, Allah: “Kulum beni tebcîl ve ta´zîz etti (büyükledi)” der. “İyyâkena´budü ve iyyâkenesta´în (yalnız sana ibâdet eder, yalnız senden yardım isteriz)” deyince, Allah: “Bu benimle kulum arasında bir (taahhüddür). Kuluma istediğini verdim” der. “İhdina´ssırâta´lmüstakîm sırâtallezîne en´amte aleyhim gayr´ilmağdûbi aleyhim ve la´ddâllîn. (Bizi doğru yola sevket, o yol ki kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoludur, gadaba uğrayanların ve dalâlete düşenlerin değil)” dediği zaman, Allah: “Bu da kulumundur, kuluma istediği verilmiştir” buyurur.”[318]
ـ6ـ وفي أخرى ‘بى داود قال: ]قال لى رَسولُ اللّه #: اخْرُجْ فَنَادِ في المَدِينَةِ: أنَّهُ َ صََةَ إَّ بِقُرْآنٍ، وَلَوْ بِفَاتِحَةِ الْكِتَابِ، فَمَا زَادَ وَلَوْ بِفَاتِحَةِ الْكِتَابِ فمَا زَادَ[.
6. (2532)- Ebû Dâvud´da gelen bir rivâyette şöyle denmiştir: “…Bana Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Haydi git ve Medîne´de ilan et ki: “Sadece Fatiha sûresi de olsa, Kur´ân´dan bir parça okumadıkça kıldığınız namaz namaz değildir” dedi ve başka bir şey ilave etmedi.”[319] [320]
ـ7ـ وفي رواية ذكرها رزين ]أنَّ رسولَ اللّهِ # قالَ: َ صََةَ إّ بِقِرَاءَةٍ. فَمَا أعْلَنَ لَنَا رسولُ اللّهِ # أعْلَنَّا لَكُمْ، وَمَا أخْفَى عَنَّا أخْفَيْنَا عَنْكُمْ. فقَالَ لَهُ رَجُلٌ: أَرَأيْتَ يَا أبَا هُرَيْرَةَ إنْ لَمْ أزِدْ عَلى أُمِّ القُرآنِ؟ فقَالَ: قَدْ سُئِلَ عَنْ ذلِكَ رَسُولُ اللّهِ # فقَالَ: إنِ انْتَهَيْتَ إلَيْهَا أجْزَأتْكَ، وَإنْ زِدْتَ عَلَيْهَا فَهُوَ خَيْرٌ وَأفْضَلُ[.»الخِدَاجُ« الناقص.»وَأُمُّ القُرآنِ« سورة الفاتحة، ‘نها أوّله وعليها مبناه، وأمّ الشئ: أصله ومعظمه.والمراد بقوله »قسمْتُ الصََّةَ« أى القراءة لتفسيره إياها في الحديث بها.»وَالتَّمْجِيدُ« التعظيم والتشريف .
7. (2533)- Rezîn´in zikrettiği bir rivâyette şöyle gelmiştir: “…Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kırâatsiz namaz sahih değildir.” Bilesiniz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize her ne duyurdu ise biz de size duyurduk. Bize gizli tuttuğunu biz de size gizli tuttuk.”
Bu açıklama üzerine bir zât ona:
“Ey Ebû Hüreyre, Fatiha´ya herhangi bir ilavede bulunmazsam (yeterli midir) ne dersin ” diye sordu. Ebû Hüreyre dedi ki:
“Bu suâl Aleyhissalâtu vesselâm´a da sorulmuştu, şu cevabı verdi:
“Bununla iktifâ edersen sana yeter, ilavede bulunursan senin için daha hayırlı ve efdal olur.”[321]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen hadisler, namaz için Fatiha´nın gereği üzerinde durmaktadır. Resûlullah mükerrer emirleriyle, uyarılarıyla namazda Fatiha okunmasını emir buyurmuşlardır. Bu hadislerden âlimler, büyük çoğunluğuyla, “Âciz kimse dışında herkese Fatiha okumasının vâcib olduğu, başka bir sûrenin okunması onun yerine tutamayacağı” hususunda ittifak etmiştir. Bu görüşü temsil eder cumhûr-u ulema meyanında İmam Şâfiî ve Mâlik´in de ismi geçer.
Ebû Hanîfe ve bazı âlimler ise, Fatiha´sız da namazın sahih olabileceği, zîra sıhhat için sadece Kur´ân´dan âyet okumanın vâcib olduğuna hükmetmişlerdir. Bu hükme giderken 2532 numarada kaydedilen hadise dayanırlar. Zîra bu hadiste Fatiha değil, Kur´ân´dan bir parça şart koşulmaktadır. Ayrıca 2531 numaralı hadiste geçen noksan (hıdâc) tabirini de te´vil ederler: “Fatihasız namaz noksandır” demek, “Bâtıldır” demek değildir. Noksan namaz câizdir.” Hemen belirtelim ki bu görüş sahipleri de Fatiha´nın gereğini inkar etmiş olmuyorlar. İstisnaî de olsa bazı hallerde Fatiha´nın okunmadığı durumlarda namazın câiz olup olmayacağı meselesinde “câiz olur” demişlerdir. Onlar da normal durumda Fatiha´nın şart olduğunu söylerler.
2-Yukarıdaki hadislerde ve bilhassa 2533 numaralı hadiste bir başka husus daha problem olarak karşımıza çıkmaktadır: Sadece Fatiha yeterli midir, zammı sûre de vâcib midir İşaret ettiğimiz hadiste Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) mesele üzerine Resûlullah´tan kaydettiği fetva ile Fatiha´dan başka bir şey okumanın vâcib olmadığını, dileyenin ihtiyarî olarak okuyabileceğini, okumasının fazîletli, sevablı bir amel olduğunu ifade etmektedir. Zamm-ı sûre denen Fatiha dışı bir şey okumanın vâcib olmadığı hususunda âlimlerin icmaından bile bahseden olmuştur. Ancak Kurtubî´nin bu iddiası, gerçeği ifade etmiyor. Zîra bir kısım başka rivâyetlere dayanan Hanefî âlimler, farz namazların ilk iki rek´atlarında, Fatiha´dan sonra başka sûre veya onun yerine kâim olacak âyet(ler)in okunmasını vâcib addetmişlerdir. Teferruâtı müteâkiben zikredeceğiz.[322]
ـ8ـ وعن أبى سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أُمِرْنَا أنْ نَقْرَأ بِفَاتِحَةِ الْكِتَابِ وَمَا تَيَسَّرَ[. أخرجه أبو داود .
8. (2534)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “(Namazda) Fatiha sûresi ile kolaya gelen bir miktar (Kur´ân âyetin)i okumakla emrolunduk.”[323]
ـ9ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]مَنْ صَلَّى رَكْعَةً لَمْ يَقْرأ فِيهَا بِأُمِّ القُرآنِ فَلَمْ يُصَلِّ إَّ أنْ يَكُونَ وَرَاءَ ا“مَامِ[. أخرجه مالك والترمذي .
9. (2535)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) demiştir ki: “Kim Fatiha´yı okumadan bir rek´at namaz kılarsa, imamın arkasında bulunmadığı takdirde, namaz kılmış sayılmaz.”[324]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki rivâyetten birincisi, namazın sıhhati için Fatiha ile birlikte Kur´ân´dan bir miktar daha okunmasının gereğine dikkat çekerken, ikinci rivâyet imama uyan kimseyi kırâatten muaf tutmaktadır. Mevzu ile ilgili bazı teferruâtı şöyle sıralayabiliriz:
* Kırâat´i, âlimler “Kişinin kendi işiteceği kadar diliyle telaffuz etmesi” diye tarif ederler. Şu halde âyetin mânasını zihnen düşünmek, aklen tefekkür etmek kırâat sayılmaz. Kırâatte bulunması yasaklanmış olan cünüb, hayızlı veya nifaslı kadınların zihnen âyet tefekkürleri yasak olmadığı gibi, namaz kılan kimsenin fiilen telaffuz etmedikçe zihninden âyetin mânalarını mülahaza etmesi de kırâat sayılmamıştır, âlimlerin görüşü budur.
* Namazda Fatiha´nın okunması İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed İbnu Hanbel´e göre farz Ebû Hanife´ye göre vâcibtir. Ebû Hanife Kur´ân´dan bir miktarın okunmasını farz anlamıştır. Bu miktar, ona göre kısa da olsa bir âyettir. Ebû Hanife´den bir ikinci kavil ile, İmameyn´e (İmam Muhammed ve Ebû Yûsuf) göre, bu miktar kısa üç âyet veya böyle üç âyet miktarında uzun bir âyettir.
* Farz olan kırâat, Ebû Hanîfe´ye göre:
* Nafile namazların her rek´atinde,
* Vitir namazının her rek´atinde,
* İki rek´atli farzların her rek´atinde.
* Dört veya üç rek´atli namazların lalettâyin iki rek´atinde farzdır. Dört veya üç rek´atli namazlarda farz olan kırâatin ilk iki rek´atinde olması vacibtir.
* Üç ve dört rek´atli farzların üçüncü ve dördüncü rek´atlerinde kırâat câizdir, tesbîh veya üç tesbîh miktarı sükût da câiz ise de kırâat efdaldir. Kırâatte bulunulduğu takdirde Fatihayı şerîfenin okunması sünnettir.
2- Sadedinde olduğumuz Ebû Saîd (radıyallâhu anh) hadisinde mevzubahis edilen Fatiha´ya ilave edilecek başka âyet(ler) meselesine gelince buna bazan zamm-ı sûre de denmektedir. Bu da vâcibtir. Şöyle ki:
* Farz namazların ilk iki rek´atinde,
* Vitir namazının her rek´atinde,
* Nafile namazların her rek´atinde, bir sûre veya sûreye muâdil bir miktar âyet-i kerîmenin Fatiha´ya ilaveten okunması Ebû Hanîfe´ye göre vâcibtir. Diğer üç imama [yani Şâfiî, Mâlik, Ahmed (rahimehümullah) göre sünnettir.
3- NOT:
1) Bir harften veya bir kelimeden ibaret âyetlerin okunması, farz olan kırâat´in yerini tutmayacağı hususunda ittifak edilmiştir. Bir harflik âyet´e örnek ن (nûn); kelimeye örnek, مُدْهَامَّتَانْ (müdhâmmetân)´dır.
2) Bir âyetten başkasını okumaya müktedir olmayan âciz,[325] İmâm-ı Âzam´a göre, o âyeti bir kere okursa yeterlidir.
Ebû Yûsuf ve Muhammed´e göre üç kere tekrar etmesi gerekir. Üç âyet okuyabilen kimsenin tek âyeti üç kere okuması İmameyn´e göre de câiz değildir. Eimme-i selâse, Fatiha´nın okunmasını “farz” kabul ettikleri için, bu mesele sadece Hanefîler arasında mevzubahistir.[326]
ـ10ـ وعن وائل بن حُجر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ رسولَ اللّه # قَرَأ غَيْرِ المَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وََ الضَّالِّينَ. فقَالَ: آمِين، وَمَدَّ بِهَا صَوْتَهُ[.وفي رواية: ]رَفَعَ بِهَا صَوْتَهُ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
10. (2536)- Vâil İbnu Hucr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın gayri´lmağdûbi aleyhim ve lâ´ddâllîn´i okuyunca âmîn dediğini ve bunu söylerken sesini uzattığını işittim.”
Bir başka rivâyette şöyle gelmiştir. “…Bunu söylerken sesini yükselttiğini işittim.”[327]
ـ11ـ وعن بل رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّهُ قالَ يَا رسُولَ اللّهِ َ تَسْبِقْنِى بِآمِينَ[. أخرجه أبو داود .
11. (2537)- Hz. Bilâl (radıyallâhu anh)´in söylediğine göre, Aleyhissalâtu vesselâm´a: “Ey Allah´ın Resûlü! âmîn´de beni geride bırakma!” demiştir.”[328]
AÇIKLAMA:
1- Müteakip iki hadiste (2538 ve 2539) görüleceği üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fatiha sûresini okuyunca, ister imama uymuş olalım, isterse münferiden namazımızı kılalım, âmîn demeyi emretmekte ve buna teşvik buyurmaktadır. Bu iki rivâyetten birincisinde bizzat Aleyhissalâtu vesselâm´ın âmîn dediğini görmekten başka bunun söyleniş âdabını da öğrenmekteyiz: Âmîn derken ses biraz yükseltilecek ve uzatılacaktır.
Bundan, baştaki elifin uzatılması anlaşıldığı gibi sesin cehrî olacak şekilde yükseltilmesi de anlaşılmıştır. Nitekim bazı rivâyetlerde ön saftakilerin duyacak şekilde yükseltildiğini ve bütün cemaatin buna iştirak ettiğini iştirak ettiğini tasrîh eder:
حَتَّى يَسْمَعَهَا الصَّفُّ اَْوَّلُ فَيَرْتَجُّ بِهَا الْمَسْجِدُ
Bu rivâyetleri esas alan bir kısım fakihler -ki Şâfiî, Ahmed ve İshak bunlardandır- âmîn derken musallinin sesini hafif yükseltmesinin sünnet olduğuna hükmetmiştir.
Ebû Hanîfe ve bir kavlinde İmam Mâlik, âmîn´in cehrî değil, sırrî olmasına hükmetmişlerdir. Bunlar, Ahmed İbnu Hanbel, Ebû Ya´la ve Hâkim tarafından tahric edilen bir rivâyete dayanırlar. Yine Vâil İbnu Hucr mahreçli olan bu rivâyetler üzerine, hadis ulemasının münâkaşaları mevsubahis ise de, teferruat gayemizin dışında kalır.
2-İkinci hadiste (2537) geçen Hz. Bilâl´in sözüne gelince, şârihler bunu açıklamada biraz zorlanmaktadır. Hattâbî şu açıklamayı yapar: “Derim ki, hadisin mânası muhtemelen şöyledir: Bilâl de, (Resûlullah´a uymuş olmasına rağmen namazda) Fatiha suresini, -rek´atteki- iki sekteden birincisinde okumakta idi. Ancak, Fatiha´nın kırâatini tamamlamadan Aleyhissalâtu vesselâm Fatiha´yı tamamlayıp âmîn demekte idi. Bu sebeple Bilâl Resûlullah´a rica ederek, kendi kırâatini tamamlayacak kadar bir tehir taleb etmiştir, ta ki kendi âmîn´i, Resûlullah´ın âmîn´i ile aynı zamana rastlasın ve böylece Aleyhissalâtu vesselâm´ın mazhar olacağı berekete kendisi de mazhar olsun. Doğruyu Allah bilir.”
Hattâbî, bazı âlimlerin de şu te´vilde bulunduklarını kaydeder: “Bilâl, ezan okuduğu aynı yerden ikâmet okumakta idi. Burası da safların gerisindeydi. Kad kâmeti´s-Salât der demez, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hemen iftitah tekbirini alarak namaza başlamakta, böylece Bilâl kıraate yetişmekte gecekmekte idi. Bunun üzerine Resûlullah´a başvurarak kırâat ve âmîn´e yetişecek kadar mühlet tanıması talebinde bulundu.”
Beyhakî´nin bir rivâyetine göre, Ebû Hüreyre benzer bir teklifi Mervân´a yapmıştır. Zîra Ebû Hüreyre, Mervân´a müezzinlik yapmakta idi. Bu hadis, daha veciz olarak Buhârî´nin tâlikleri arasında وَكَانَ اَبُو هُرَيْرَةَ يُنَادِى اْ“ِمَامَ َ تَفُتْنِى بآمِينَ “Bana âmîn´i kaçırtma” şeklinde yer alır. İbnu Hacer´in Beyhakî´den naklettiği daha açık rivâyete göre, Ebû Hüreyre´nin bu talebten gayesi namazda imamla birlikte âmîn diyebilmektir: “Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) Mervân´a müezzinlik yapıyordu. Ona, kendisinin safa girmiş olduğundan emin oluncaya kadar ve lâ´ddâllîn demekte acele etmemesini şart koştu.” İbnu Hacer devam eder: “Sanki Ebû Hüreyre ikâmet okumak ve safların düzeltmesiyle meşguldür, Mervân da, Ebû Hüreyre´nin “âmîn´de beni geride bırakma” mânasında “âmîn´i bana kaçırtma” diye tembih etmesi buna binaendir.”
Ebû Hüreyre´nin, Bahreyn´de müezzinlik ettiği sırada aynı tembîh´i imamlık yapan el-Alâ İbnu´l-Hadramî´ye de yaptığına dair rivâyetler gelmiştir.
3-Hanefîler, sadedinde olduğumuz hadisten hareket ederek, müezzin daha ikâmeti tamamlamadan, imamın namaza başlaması gerektiğine hükmetmiştir.[329]
ÂMÎN DEMENİN FAZİLETİ
ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَسولَ اللّهِ # قالَ: إذَا أمَّنَ ا“مَامُ فَأمِّنُوا، فإنَّهُ مَنْ وَافَقَ تَأمِينُهُ تَأمِينَ المََئِكَةِ غُفِرَ لَهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِهِ. قال ابن شهاب: وَكانَ رسولُ اللّهِ #: يَقُولُ: آمِينَ[. أخرجه الستة .
1. (2538)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İmam âmîn deyince siz de âmîn deyin. Zîra kimin âmîn´i meleklerin âmîn´ine tevâfuk ederse geçmiş günahları affedilir.”
İbnu Şihâb der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) âmîn derdi.”[330]
ـ2ـ وفي أخرى للبخارى: ]إذَا أمَّنَ الْقَارِئُ فَأمِّنُوا فَإنَّ المََئِكَةَ تُؤَمِّنُ، فَمَنْ وَافَقَ تَأمِينُهُ تَأمِينَ المََئِكَةِ غُفِرَ لَهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِهِ[ .
2. (2539)- Buhârî´de diğer bir rivâyette şöyle gelmiştir: “Kârî (okuyucu) âmîn deyince siz de âmîn deyin. Zîra melekler “âmîn” der. Kimin âmîn´i meleklerin âmîn´ine tevâfuk ederse geçmiş günahları affedilir.”[331]
AÇIKLAMA:
1- Âmîn, duâdan sonra cumhura göre “Kabul et Allah´ım” mânasında söylenen bir kelimedir. Âmin´in mânası hususunda çeşitli başka yorumlar da yapılmıştır. “Böyle olsun”, “Cennetten bir derecedir, söyleyene verilmesi vacib olur”, “Allah´ın isimlerinden biridir” vs.
Bu kelimenin Arapçaya İbrânîceden ve Süryânîceden geçtiği de söylenmiştir.
2- “İmam´ın te´minde bulunması”nın (âmîn demesinin) mânası için şunlar söylenmiştir:
* İmam da “âmîn” der, hadisin zâhiri bunu ifade eder.
* İmam duâ edince yani “Fatiha´yı İhdinâ´dan sonuna kadar okuyunca” demektir, zira te´min duâdır.
* “İmam, âmîn´i dileme yerine gelince” demektir. Bu yer ve la´ddâllîn kelimesidir, yani Fatiha´nın sonu.
Birinci olarak kaydedilen mâna zahire uygun olduğu için öncelikle bu esas alınmıştır ve bundan hareketle, imamın da âmîn demesinin meşruiyetine istidlal edilmiştir. Ancak İmam Mâlik iki kavlinden birinde: “İmam cehrî kırâatta âmîn demez” demiştir. Bir başka rivâyette cehrî ve sırrî ayırımı yapmadan mutlak bir ifade ile “İmam demez” demiştir.
Görüldüğü üzere bu hususta teferruâta müteallik bazı münâkaşalar vardır, ancak mevzumuz açısından ehemmiyetsiz.
3- Şurası kesin ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mükerrer hadislerinde mü´minleri Fatiha okuyunca -namaz içinde olsun, namaz dışında olsun- âmîn demeye teşvik etmiştir. Şu hadislerde olduğu gibi: اِذَا قَالَ اِْمَامُ وََ الضَّالِّينْ فَقُولُوا: آمِينِ فَاِن َّالْمَلئِكَةَ تقُولُ: آمِين إِنِ اْ“ِمَام يَقُولُ آمِين “İmam ve lâ´ddâllîn deyince siz de âmîn deyin zira imam âmîn derse, melekler de âmîn derler.” مَا حَسَدَتْكُمِ الْيَهُو دُ عَلَى شَىْءٍ مَا حَسَدَتْكُمْ عَلَى السََّمِ وَالتَّأْمِينِ demeniz için kıskandıkları kadar başka hiçbir şey için kıskanmazlar.” َ يَجْتَمِعُ مَ‘ٌ فَيَدْعُو بَعْضُهُمْ وَيُؤْمِنُ بَعْضُهُمْ اَِّ اَجَابَهُمُ اللّهُ تَعَالَى
“Bir grup bir araya gelir, bir kısmı duâ eder, diğer kısmı da âmîn derse Allah Teâla, mutlaka onlara icâbet eder.”
4- İkinci hadiste (2539) geçen kârî, “imam” demektir. Ancak kârî ile daha umumî mânada herhangi bir Fatiha suresini okuyan kimsenin kastedilmiş olabileceği de kabul edilmiştir. Çünkü, mutlak olarak âmîn demeye teşvik eden hadisler mevcuttur. Nitekim yukarıda kaydettiğimiz ikinci ve üçüncü hadis buna bir örnektir.[332]
NAMAZDA OKUNAN SÛRE
ـ1ـ عن أبى بُردة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رَسولُ اللّه # بَقرأُ في صََةِ الْغَدَاةِ مَا بَيْنَ السِّتِّينَ إلى المِائَةِ[. أخرجه النسائِى .
1. (2540)- Ebû Bürde (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazında altmışyüz arasında âyet okurdu.”[333]
ـ2ـ وعن عمرو بن حُريث رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ رَسولَ اللّه # يَقْرأُ في الْفَجْرِ إذاَ الشَّمْسُ كُوِّرَتْ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى، واللفظ له .
2. (2541)- Amr İbnu Hureys (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sabah namazında İza´şşemsu küvviret sûresini okuduğunu işittim.”[334]
ـ3ـ وعن عبداللّه بن السائب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]صَلّى لَنا رَسولُ اللّه # الصُّبْحَ بِمَكَّةَ فَاسْتَفْتَحَ سُورَةَ المُؤمِنينَ حَتَّى إذَا جَاءَ ذِكْرَ مُوسى وَهرُونَ أوْ ذِكْرُ عِيسى شك الراوى أخَذَتْهُ سَعْلَةٌ فَرَكَعَ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي، وهذا لفظ البخارى، لكنه أخرجه تعليقاً .
3. (2542)- Abdullah İbnu Sâib (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize Mekke´de sabah namazı kıldırdı. Mü´ minûn sûresini kırâat buyurarak namaza başladı. Hz. Musa ve Harun´un zikrine gelince -veya Hz. İsâ´nın zikrine, râvi burada tereddüt etti. Resûllullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı bir öksürük tuttu, hemen rükûya gitti.”[335]
AÇIKLAMA:
1-Bu rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın namaz esnasında sûreyi yarıda kestiğini ifade etmektedir. Bunu esas alan bir kısım âlimler: Hadiste kırâati yarıda kesmeye ve sûrenin sadece bir kısmını okumaya cevaz vardır” demiştir. İmam Mâlik´e göre bu mekruhtur. Bazı âlimler sûre içerisinde Hz. Musa ve Hz. Harun´la ilgili zikir, âyet ortasında olması sebebiyle, namazda âyetin de kesilebileceğini söylemiştir. Bunun mekruh olduğunu da söyleyenler olmuş ise de kerâhete delâlet edecek bir karîne gösterememişlerdir. Buna karşılık cevaz ifade eden deliller çoktur. Ancak şunu ada kaydedelim ki -Nevevî´nin belirttiğine göre- uzun bir sûreden yarım okumaktansa kısa bir sureyi tam okumak efdaldir. Çünkü, okuyan için müstehab olanı, birbiriyle irtibatlı olan kelâmın başından başlayıp sonunda durmasıdır. Uzun sûrelerden irtibatlı kısımları herkes bilemez. Öyle ise irtibatsız bir yerde durmaktan kaçınabilmek için kısa bir sureyi tam okumak mendubtur.
2- Hadisten, ayrıcagalebe çalması halinde- öksürüğün namazı bozmayacağı hükmü de çıkarılmıştır. İbnu Hacer: “Öksürük geldiği zaman kırâatı terketmek, öksürerek kırâate devam etmekten evlâdır, hatta uzun okunması efdal olan namazlarda kırâat hafifletilmiş bile olsa” der.[336]
ـ4ـ وعن جابر بن سَمرُة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رسولَ اللّهِ #: كَانَ يَقْرأ في الْفَجْرِ بِقَاف وَالْقُرآنِ المَجِيدِ وَنَحْوِهَا، وَكَانَتْ صََتُهُ إلى التَّخْفِيفِ[. أخرجه مسلم .
4. (2543)- Câbir İbnu Semüre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazında Kâf ve´l-Kurâni´l-Mecîd ve benzeri bir sûre okurdu. Aleyhissalâtu vesselâm diğer namazları hafif kıldırırdı.”[337]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in sabah namazlarında kırâatı uzun tuttuğunu, diğer vakitleri ise kısa tuttuğunu ifade eden rivâyetler sayıca çoktur. Bu rivâyetler onlardan birkaçıdır. Son rivâyette geçen kıraati hafif tutma tabiri, az miktarda âyet okunarak kırâatin uzatılmaması, kısa tutulması mânasına gelir.
2- Bu konuda vârid olan – ki bir kısmı daha, müteakiben kaydedilecektir- hadisler gözönüne alınınca Hz. Peygamber´in şartlara göre namazların kıraatini uzun veya kısa tuttuğu anlaşılır. Buna binâen Hanefîler cemaatte ağır gelmeyeceğini bildiği takdirde imamın, kırâatı uzatılmasını “sünnet” kabul etmişlerdir.
Şâfiîlere göre, kırâatin uzamasına razı olduğunu cemaat açıkça bildirirse imamın uzatması sünnettir. Sadece cuma sabahı, cemaatın rızasına bağlı olmadan kırâatin uzaması sünnettir.
Mâlikîler, bazı şartlarla kırâatin uzatılmasını mendub addederler: Cemaat sınırlı olacak, çok kalabalık olmayacak, cemaat uzun kırâata rızasını söylemeli veya halinden anlaşılmalı; kıraatın uzamasına tahammül edecekleri anlaşılmalı, cemaatte özürlü hiçbir kimsenin olmadığı bilinmeli veya tahmin edilmelidir. Bu şartlardan biri eksik olursa kısa tutulması efdaldir.
3- Beş vakit namazda okunacak miktar her vakte göre farklı kabul edilmiştir. Âlimler şöyle derler: “Sünnet olan şudur:
* Sabah ve öğle namazlarında tıvâlu´lmufassal (uzun) sureler okunur. Sabah öğleden daha uzun tutulur.
* İkindi ve yatsıda evsat (orta uzunlukta) sûreler okunur.
* Akşamda kısa sûreler okunur.
* Yolculuk, hastalık gibi bir özür olursa, sabah ve öğlede de kısa okunabilir. Hiçbir özür yokken sabahı kısa okumak mekruhtur.”
Bunun hikmeti de şöyle açıklanmıştır: “Sabahın ve öğlenin uzun olması bu iki namazın uyku sebebiyle gaflet vakitlerinde bulunmasından ileri gelir: Sabah gecenin sonuna rastlar, öğle de kaylûle denen gündüz uykusu anına rastlar. Bunlarda kırâat uzun yapılır, tâ ki, gaflet ve benzeri bir sebeple geciken kimse böylece namaza yetişsin. İkindi böyle değildir. Çalışanların yorgunluk anında kılınmaktadır, bu sebeple daha kısa tutulur. Akşam dar vakte rastlar, bu sebeple daha da hafif olmasına ihtiyaç duyulur. Ayrıca oruçluların iftarlarını bir an önce açma ihtiyaçları da mevzubahistir. Yatsı ise, uyku ve uyuklamanın galebe çaldığı bir âna rastlar, ancak vakti geniştir, bir bakıma ikindiye benzer.”
4- Uzun ve kısa sûreler hakkında ulemâ ihtilaflıdır. Hanefîler Hucurât suresinden Bürûc sûresine kadar olanlara “uzun”, Bürûc´tan Beyyine´ye kadar olanlara “orta”; Beyyine´den Nâs suresine kadar olanlara “kısa” demiştir.
Şâfiîler Hucurât -Amme arasındakilere “uzun”; Amme – Vedduha arasındakilere “orta”, Vedduha-Nâs arasındakilere “kısa” derler.
Mâlikîler ve Hanbelîler başka sûreler üzerinde dururlar.
5-Son olarak şu noktayı da belirtelim: Sahiheyn´de[338] gelen bazı rivâyetler Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın namazı hafif tutmaya özen gösterdiğini ifade eder. Efendimiz´in namazı en hafif kılan kimse olduğu, كَانَ اَخَفَّ belirtilir. Nitekim bir hadislerinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: اِنِّى َدْخُلُ فِى الصََّةِ اُرِيدُ اِطَالَتَهَا فَاَسْمَعُ بُكَاءَ الصَّبِىّ فَاَتجَوَّزُ فِى صََتِى مَخَامَةً اَنْ تَفْتَنَّ اُمُّهُ “Ben uzun okumak arzusuyla namaza başlarım. Ancak kulağıma bir çocuk ağlaması gelince annesini huzursuz etmemek için uzun okumaktan vazgeçerim.” Nitekim rivâyetler, birinci rek´atte 50-60 âyet okuduğu halde, ikinci rek´atte kulağına gelen çocuk ağlaması sebebiyle en kısa bir sûreyi okuduğuna dair örnekler sunar.
Şu halde belli vakitlerde uzun okumak prensip ise de, içinde bulunulan şartlara göre kısa okumak da efdal olmaktadır.[339]
ـ5ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّ رسُولَ اللّهِ #: كَانَ يَقْرأ في صََةِ الْفَجْرِ يَوْمَ الجُمْعَةِ سُورَةَ الم تنزيل، السجدة، وهَلْ أتى على ا“نْسَانِ حِينٌ مِنَ الدَّهْرِ، وَأنَّ النَّبىَّ # كانَ يَقْرأُ في صََةِ الجُمُعَةِ سُورَةَ الجُمُعَةِ وَالمُنَافِقِينَ[. أخرجه الخمسة إ البخارى، ولم يذكر الترمذي الفصل ا‘خير منه .
5. (2544)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cuma günü, sabah namazında Eliflâmmim Tenzîl es-Secde, ve Hel etâ alâ´l-insânî hînun mine´ddehr sûrelerini okurdu. Yine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cuma namazında Cuma ve Münâfikûn surelerini okurdu.”[340]
ـ6ـ وعن عروة: ]أنَّ أبَا بَكْرٍ الصديقَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: صَلّى الصُّبْحَ فقَرَأَ فِيهَا بِسُورَةِ الْبَقَرَةِ في الرَّكْعَتَيْنِ كِلتََيْهِمَا[. أخرجه مالك .
6. (2545)- Urve (rahimehullah) anlatıyor: “Hz. Ebû Bekr es-Sıddîk (radıyallâhu anh) sabah namazını kıldırdı. Namazın her iki rek´atinde Bakara sûresini okudu.”[341]
ـ7ـ وعن الفُرَافِصة بن عُمير الحنفي قال: ]مَا أخذتُ سُورَةَ يُوسُفَ إَّ مِنْ قِرَاءَةِ عُثْمَانَ بن عَفّان رَضِيَ اللّهُ عَنْه إيَّاهَا في صََةِ الصُّبْحِ مِنْ كَثْرَةِ مَا كانَ يُرَدِّدُهَا[. أخرجه مالك .
7. (2546)- Fürâfisa İbnu Umeyr el-Hanefî der ki: “Ben Yûsuf sûresini, Osman İbnu Affân (radıyallâhu anh)´ın sabah namazlarındaki kırâatinden öğrendim. Çünkü o, bu sûreyi çok sık okurdu.”[342]
ـ8ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّهُ قَرَأ في ا‘ولى مِنَ الصُّبْحِ بِأرْبَعِينَ آيَةً مِنَ ا‘نْفَالِ، وفي الثَّانِيَةِ بُسُورَةٍ مِنَ المُفَصَّلِ[. أخرجه رزين .
8. (2547)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh)´dan anlatıldığına göre, sabah namazının birinci rekatinde Enfâl´den kırk âyet kadar, ikinci rek´atinde ise mufassal sûrelerden birini okumuştur.”[343]
ـ9ـ وعن عامر بن ربيعة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]صَلَّيْنَا وَرَاءَ عُمَرَ بنِ الخَطّابِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه الصُّبْحَ فَقَرأ فِيهَا بِسُورةِ يُوسُفَ وَسُورَةِ الحَجِّ قِرَاءَةً بَطِيئَةً. قىلَ لَهُ: إذاً لَقَدْ كانَ يَقُومُ حِينَ يَطْلُعُ الْفَجْرُ؟ قالَ أجَلْ[. أخرجه مالك .
9. (2548)- Âmir İbnu Rebî´a (radıyallâhu anh) demiş ki: “Hz. Ömer İbnu´l-Hattâb (radıyallâhu anh)´ın arkasında sabahı kıldık. Namazda Yusuf ve Hacc surelerini ağır bir kırâatle okudu.
Bunun üzerine Âmir´e: “Öyleyse fecir doğarken namaza başlamış olmalıdır” dendi. O da: “Evet!” diye cevap verdi.”[344]
ـ10ـ وعن معاذ بن عبداللّه الجُهَنى ]أنَّ رَجًُ مِنْ جُهَيْنَةَ أخْبَرَهُ أنَّهُ سَمِعَ رسولَ اللّهِ # قَرَأ في الصُّبْحِ إذَا زُلْزِلَتِ في الرَّكْعتَيْنِ كِلْتَيْهِمَا، فََ أدْرِى أنَسِىَ أمْ قَرَأ ذلِكَ عَمْداً[. أخرجه أبو داود .
10. (2549)- Muâz İbnu Abdillah el-Cühenî anlatıyor: “Cüheyne kabilesine mensup bir zât bana: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sabah namazının her iki rek´atinde de İzâ zülzilet sûresini okuduğunu işittim, bilmiyorum unutarak mı böyle yaptı, bilerek mi okudu” dedi.”[345]
AÇIKLAMA:
Sonuncu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sabah namazının her iki rek´atinde de aynı sûreyi okuduğunu haber vermektedir. Hadiseyi rivâyet eden sahâbî tereddüt etmektedir: “Resûlullah bunu bilerek mi yaptı, unutarak mı ” Çünkü Aleyhissalatu vesselam mûtad olarak her rek´atte ayrı bir sûre okumaktadır. Tabiî ki unutarak yaptı ise, onu yapmak ümmete câiz olmaz, bilerek yaptı ise ümete de caiz ve meşrû olur.
Âlimler bu çeşit durumlar için yani Efendimizin bir fiili hakkında meşrûluk ve gayr-ı meşrûluk hususunda tereddüt hâsıl olursa: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın fiilinin meşrûluğa hamledilmesi evlâdır” diye kaide koymuşlardır. “Çünkü derler, onun ef´alinde asıl olan teşrîdir, unutma ise bu asl´ın dışında kalır.” Bu hususta usulcüler benzer bir durum daha zikrederler: Resûlullah´ın yaptığı bir iş hakkında bu, cibillî, fıtrî bir davranış mı yoksa şer´î bir beyan mı diye tereddüde düşülecek olursa, ulemanın ekseriyeti bu fiilin uyulması gereken bir sünnet olduğuna hükmetmiştir. [346]
ÖGLE VE İKİNDİ NAMAZLARI
ـ1ـ عن أبى قتادة رَضِيَ اللّهُ عَنْه ]أنَّ النّبىَّ # كانَ يَقْرأُ في الظّهْرِ في ا‘ولَيَيْنِ بأُمِّ الْكِتَابِ وَسُورَتَيْنِ، وفي الرَّكْعَتَيْنِ ا‘خِيرَتَيْنِ بِأُمِّ الْكِتَابِ وَيُسْمِعُنَا اŒيةَ أحْيَاناً، وَيطَوِّلُ في الرَّكْعَةِ ا‘ولى مَاَ يُطِيلُ في الثَّانِيَةِ، وَكَذَا في الْعَصْرِ وَالصُّبْحِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي.زاد أبو داود في رواية: »فَظَنَنَّا أنَّهُ يُرِيدُ بِذَلِكَ أنْ يُدْرِكَ النَّاسُ الرَّكْعَةَ ا‘ولى« .
1. (2550)- Ebû Katâde (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğlede ilk iki rek´atte Fatiha ile iki sûre okurdu. Son iki rek´atte de Fatiha´yı okur, bazan da âyeti bize işittirirdi. Birinci rek´atte (kıraatı) uzun tutar ikinci de o kadar uzatmazdı. İkindi ve sabah namazlarında da böyle yapardı.”[347]
Ebû Dâvud, bir rivâyette şu ziyadeye şâmildir: “O´nun (aleyhissalâtu vesselâm), halk birinci rek´ata yetişebilsin diye böyle yaptığını zannederdik.”[348]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, bütün namazlarda Aleyhissalâtu vesselâm´ın birinci rek´atleri daha uzun tuttuğunu görmekteyiz. Âlimler, bunu cemaate daha çok kimsenin iştirakine imkan sağlamak için yaptığını söylerler. Dolayısıyle tek başına kılan kimsenin her iki rek´ati de eşit tutmasının efdal olacağını belirtirler. Ancak bazı âlimler, sabah namazının birinci rek´atini her hal u kârda daha uzun tutmanın müstehab olduğuna hükmetmiştir. Diğer vakitlerde cemaatin artma ihtimali bulunma hallerinde birinciyi uzatmak efdaldir, böyle bir ihtimal olmayan hallerde her ikisini eşit tutmak efdaldir. İbnu Hacer sabahta kırâatın uzatılmasındaki ısrarın sebebini şöyle açıklar: “Zîra sabah namazı, uyku ve istirahati tâkib eden bir âna rastlar. Ayrıca bu vakitte kalb, geçim ve sâir meselelerine henüz bulaşmayıp boş bulunması sebebiyle, dil ve kulağa uyum sağlar.”[349]
ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]َ أدْرِى أكانَ رسولُ اللّهِ # يَقْرَأُ في الظُّهْرِ وَالْعَصْرِ أمْ َ؟[. أخرجه أبو داود .
2. (2551)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) demiştir ki: “Resûlullah´ın öğle ve ikindi namazlarında kırâatte bulunup bulunmadığını bilmiyorum.”[350]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, İbnu Abbâs (radıyallâhu anh)´a has bir tereddüde parmak basmaktadır. Kırâati cehrî olmayan öğle ve ikindi namazlarında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kur´ân okur muydu. hemen belirtelim ki bu mesele üzerine İbnu Abbâs´tan üç ayrı rivâyet gelmiştir: “Bir rivâyete göre okurdu, bir rivâyete göre okumazdı, burada kaydedilen rivâyete göre de İbnu Abbâs bu meselede kararsızdır, şekk içerisindedir. Red rivâyeti Ebû Dâvud´da gelir. Kendisine, “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğle ve ikindide kıraatte bulunur muydu diye sorulunca: “Hayır!” cevabını verir. “Belki içinden okuyordu” denince: “Sizin bu sözünüz önceki söylediğinizden de fena. O memur bir kuldu, kendisine emredileni tebliğ etti” der. İbnu Abbâs´ın bu iki namazda kırâatı te´yid eden görüşünü Ebû´l-Âliye-el Berrâ rivâyet eder: “İbnu Abbâs´a göre ikindide okuyayım mı diye sordum. Bana: “O önündedir, ondan az veya çok bir miktar oku” dedi.” (Rivâyeti İbnu´l-Münzîr ve Tahâvî kaydetmiştir.)
Öğle ve ikindide kıraatin varlığı hususunda ulemanın bir tereddüdü mevcut değildir. Ebû Katâde Habbâb ve başkalarından gelen çeşitli rivâyetler, hiçbir şekk ifade etmeden Resûlullah´ın öğle ve ikindi namazlarında kırâatte bulunduğu hususunda cezmederler, kesin konuşurlar. Nitekim müteakiben kaydedilecek olanlardan başka, bir önceki hadise bir kere daha bakılabilir. Ayrıca şekk ile yakın zâil olmaz kaidesince, bu rivâyetteki tereddüt, öbür rivâyetlerin kesin ifadesini zedeleyemez, bilakis onlar buradaki tereddüdü bertaraf eder.[351]
ـ3ـ وعن جابر بن سمرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كانَ رسولُ اللّهِ # يَقْرأُ في الظّهْرِ بِاللَّيْلِ إذَا يَغْشى، وفي العَصْرِ نَحْوِ ذَلِكَ، وفي الصُّبْحِ أطوَلَ مِنْ ذَلِكَ[. أخرجه وأبو داود والنسائى .
3. (2552)- Câbir İbnu Semüre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğlede Velleyli izâ yağşâ sûresini okur, ikindide dahi aynısını yapar, sabah namazında bundan daha uzun bir kırâatte bulunurdu.”[352]
ـ4ـ وعن البراء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا نُصَلِّى خَلْفَ رَسُولِ اللّهِ # الظّهْرَ فَنَسْمَعُ مِنْهُ اŒيةَ بَعدَ اŒيَاتِ مِنْ لُقْمَانَ والذَّارِيَاتِ[. أخرجه النسائى .
4. (2553)- el-Berâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Biz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın arkasında öğleyi kılmıştık. Kendisinden Lokmân ve Zâriyat sûrelerinin âyetlerini peş peşe işitiyorduk.”[353]
ـ5ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّ النَّبىَّ # سَجَدَ في صََةٍ ثُمَّ قَامَ فَرَكَعَ فَرَأوْا أنَّهُ قَرَأ الم تنزيلَ السجدةُ[. أخرجه أبو داود .
5. (2554)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir namazda secde edip sonra kıyâma kalktı ve rükû yaptı. Cemaat onun, Elf-Lâm-Mim Tenzile´s-Secdetü´yü okuduğunu gördü.”[354]
AÇIKLAMA:
1- Hadis burada biraz ihtisâr edilmiş gözüküyor. Ebû Dâvud´daki aslında: “…öğle namazında..” diye sarahat var. Secde´den maksad “tilâvet secdesi´dir. Şârihler, hadisten Resûlullah´ın tilâvet secdesinden kalkınca surenin devamını hiç okumadan rükûya gittiğinin anlaşıldığını belirtirler. Aliyyü´l-Kârî´ye göre, “Kırâat caiz ve hatta efdaldir. Buna rağmen terki ya namazın yeterince uzamasındandır, ya da bunun câiz olduğunu beyan etmek içindir. Bununla beraber Resûlullah´ın kıraati terkettiğine dair, rivâyette kesin ve sarih bir ifade mevcut değildir.” Ayrıca Aliyyu´l-Kârî der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), mezhebimizde (Hanefî) caiz olduğu üzere, rükû, kırâat secdesi yerine geçtiği halde, rükû ile iktifa etmeyip tilâvet için hususi secde yapmıştır, böyle davranışı, amelde efdal olanı tercih içindir.”[355]
AKŞAM NAMAZI
ـ1ـ عن مروان بن الحكم قال: ]قالَ لى زَيْدُ بنُ ثَابِتٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: مَالَكَ تَقْرَأُ في المَغْرِبِ بِقِصَارِ المُفَصَّلِ، وَقَدْ سَمِعْتُ النَّبىَّ # يَقْرَأ بِطُولَىِ الطُّولَيَيْنِ[. أخرجه البخارى وأبو داود والنسائى.وزاد أبو داود. قلت: »وَمَا طُولىِ الطُّولَيَيْنِ؟ قالَ: ا‘عْرَافُ وا‘خْرَى ا‘نْعَامُ«. واللّه أعلم .
1. (2555)- Mervân İbnu´l-Hakem anlatıyor: “Bana Zeyd İbnu Sâbit (radıyallâhu anh) dedi ki: “Sen niye akşam namazında (kısâru´lmufassal denilen) kısa sûrelerden okuyorsun Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Tûlâ´t-Tûleyeyn´i okuduğunu işittim.”[356]
Ebû Dâvud´un rivâyetinde şu ziyade var: “…Dedim ki: Tûlâ´t-Tûleyeyn nedir Bana “el-A´râf”, öbürü de “el-En´âm” diye cevap verdi.”[357]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen kısâru´lmufassal “kısa olan mufassal sûreler” demektir. Mufassal sûreler hangileridir hususunda ihtilaf edilmiştir. Gerçi sonuncu mufassal´ın Nâs sûresi olduğunda ihtilaf edilmez. İhtilaf hangi sûreden itibaren mufassaldır sorusunu cevabında düğümlenir: Saffât, Câsiye, Kıtâl, Feth, Hucurât, Kâf, Saff, Tebâreke, Sebbehâ ve son olarak da Duhâ suresinin mufassaların ilki olduğu ileri sürülmüştür. Râcih görüşe göre ilk mufassal Hucurât´tır. Cumhur Lem yekün´ü kabul eder. Bu sûrelere mufassal denmesi, besmele ile sık sık aralarının ayrılmış olmasına binaendir. Tıvâl´a gelince bunlar Hucurât´tan Bürûc´a kadar olanlardır. Bürûc´tan Lem yekün´e kadar olanlar da vasat´tır.
2-Tûla´t-Tûleyeyn en uzun iki sûrenin en uzunu demektir[358] Bu en uzun iki sureden maksad nedir
İbnu Hacer, bu tâbir üzerine ulema arasında cereyan eden ihtilafları kaydeder. Buna göre eliflâmmîmsâd; el-A´râf; el-Mâide, el-A´râf; el-Enâm, el-A´râf; el-Bakara, el-A´râf. İbnu Hacer, iki en uzundan en uzun tabiriyle A´râf´ın kastedildiği hususunda ittifak hâsıl olduğunu belirtir. Kur´an-ı Kerim´de en uzun surenin Bakara olmasına rağmen A´râf´ta ittifak hâsıl olması meselesini açıklama sadedinde İbnu Battâl´ın şu izahını kaydeder: ´Bakara yedi uzunun (es-Seb”uttıvâl) en uzunudur. Eğer (râvi Zeyd İbnu Sâbit) bunu kasdetseydi uzunların en uzunu (tula´t-Tıvâl) derdi. Onu kasdetmemiş olması A´râf´ı kastettiğine delâlet eder, çünkü o Bakara´dan sonra sûrelerin en uzunudur.” Bu yorum Nisâ sûresi, A´raf´tan daha uzun denilerek tenkid edilmiştir, ancak bu tenkid maksada muvafık bir tenkid değildir, zîra (Zeyd İbnu Sâbit) âyet sayısına itibar etmiştir. A´râf sûresinin âyet sayısı, Nisâ sûresinin ve yedi uzuna giren Bakara´dan sonraki sûrelerin âyet sayısından daha fazladır. Tenkidci ise, sûrelerdeki kelime sayısını esas almıştır, zîra Nisâ sûresinin kelimeleri A´râf´ın kelimelerinden yüz kelime fazladır.”
3- İbnu´l-Münîr, bu hadise dayanarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın nadiren de olsa akşam namazında uzun sûre okuduğunu istidlal eder.
4-Yine bu hadisle istidlal edilerek akşam vaktinin uzadığına ve akşam namazında kısa olmayan sûrelerin okunmasının da müstehab olduğuna hükmedilmiştir.[359]
ـ2ـ وعن أم الفضل رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]سَمِعْتُ النّبىَّ # يَقْرَأُ في المَغْرِبِ وَالمُرْسََتِ عُرْفاً؛ ثُمَّ مَا صَلّى لَنَا بَعْدَهَا حَتَّى قَبَضَهُ اللّهُ[. أخرجه الستة .
2. (2556)- Ümmü´l-Fadl (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın akşam namazında ve´lmürselâti urfen suresini okuduğunu işittim. Bundan sonra artık bize, ruhu kabzedilinceye kadar hiç namaz kıldırmadı.”[360]
AÇIKLAMA:
1- Burada Ümmü´l-Fadl diye künyesi ile zikredilen râviye kadın İbnu Abbâs´ın annesidir (radıyallâhu anhüm). İsmi Lübâbe Bintu´l-Hâris el-Hilâliyye´dir. Hz. Hatice validemizden sonra ilk müslüman olan kadın olduğu söylenir (radıyallâhu anhümâ). Ne var ki, Saîd İbnu Zeyd´in muhterem zevceleri -ki Hz. Ömer´in kız kardeşidir- Fâtıma Bintul-Hattâb´ın ikinci sırada yer alması daha sahihtir.
2- Bu rivâyet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in vefatından önce kıldırdığı son namazın akşam namazı olduğunu haber vermektedir. Halbuki Hz. Âişe´den gelen bir rivâyette: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Ashâbına kıldırdığı en son namazın öğle namazı olduğu” ifade edilir. İbnu Hacer, delillere dayanarak, Hz. Âişe hadisi´nin Mescid´de kıldırılan son namazı Ümmü´l-Fadl hadisinin de evde kıldırılan son namazı kasdettiğini belirterek iki rivâyeti te´lif eder.[361]
ـ3ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ #: صَلّى المَغْرِبَ بِسُورَةِ ا‘عْرَافِ، فَرَّقَهَا في رَكْعَتَيْنِ[. أخرجه النسائى .
3. (2557)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), A´râf sûresiyle akşamı kıldırdı. Sûreyi ikiye bölerek her iki rek´atte bir parçasını okudu.”[362]
ـ4ـ وعن جُبير بن مُطعم رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ رسُولَ اللّهِ # يَقْرأُ في المَغْرِبِ بِالطُّورِ[. أخرجه الستة إ الترمذي .
4. (2558)- Cübeyr İbnu Mut´im (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı akşam namazında et-Tûr sûresini okurken işittim.”[363]
ـ5ـ وعن أبى عثمان النَّهْدِى قال: ]صَلَّيْتُ خَلْفَ بنِ مَسْعُودٍ المَغْرِبَ فَقَرَأ: قُلْ هُوَ اللّهُ أحَدٌ[. أخرجه أبو داود .
5. (2559)- Ebû Osmân en-Nehdî anlatıyor: “İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh)´ın arkasında akşam namazı kılmıştım. Namazda Kulhüvallahü ahad´i okudu.”[364]
ـ6ـ وعن عبداللّه بن عُتبة بن مسعود: ]أنَّ رسُولَ اللّهِ # قَرَأ في صََةِ المَغْرِبِ بحم الدُّخَانَ[. أخرجه النسائى .
6. (2560)- Abdullah İbnu Utbe İbni Mes´ûd anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) akşam namazında Hâmîm-ed-Duhân sûresini okudu.”[365]
ـ7ـ وعن أبى عبداللّه الصُّنَابحى قال: ]قَدِمْتُ المَدِينَةَ في خَِفَةِ أبِى بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه فَصَلَّيْتُ وَرَاءَهُ المَغرِبَ فَقَرَأ في الرَّكْعَتَيْنِ ا‘وَّلَيَيْنِ بِأُمِّ الْقُرْآنِ وَسُورَةِ سُورَةٍ مِنْ قِصَارِ المفَصَّلِ؛ ثُمَّ قَامَ في الثَّالِثَةِ فَدَنَوْتُ مِنْهُ حَتَّى إنَّ ثِيَابِى لَتَكَادُ أنْ تَمَسَّ ثِيَابَهُ. فَسَمِعْتُهُ قَرَأ بِأُمِّ الْقُرآنِ وَبِهذِهِ اŒية: رَبّنَا َ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إنَّكَ أنْتَ الوَهَّابُ[. أخرجه مالك .
7. (2561)- Ebû Abdillah es-Sunâbihî anlatıyor: “Hz. Ebû Bekr (radıyallâhu anh)´in hilafeti sırasında Medîne´ye geldim, arkasında akşam namazını kıldım. İlk iki rek´atinde Fatiha ile (kısâru´lmufassal denen) kısa sûrelerden birer sûre okudu. Sonra üçüncü rek´ate kalktı. Ben (ne okuyacağını işitmek için) hemen kendisine -elbisem elbisesine değecek kadar- yaklaştım. Fatiha ve beraberinde “Rabbenâ lâ tuziğ kulûbenâ ba´de iz hedeytenâ veheb lenâ min ledünke rahmeten inneke ente´l-Vehhâb. (Rabbimiz, bize hidâyet verdikten sonra kalblerimizi saptırma. Katından bize bir rahmet lutfet, sen çok lutfedenlerdensin)” âyetini okuduğunu işittim.”[366]
AÇIKLAMA:
1- Burada üçüncü rek´atte Fatiha´dan sonra âyet kırâati mevzubahistir. Ebû´l-Velîd el-Bâcî bunu bir nev´i kunût ve duâ olarak değerlendirir ve bazı âlimlerin, bunu akşam namazında -ve hatta bütün namazlarda- tecviz ederken diğer bazılarının tamamen reddettiklerini söyler.
2- Buraya kadar kaydedilen rivâyetler, akşam namazında illâ da şu şu sûreler okunacak diye bir sınır olmadığını göstermektedir. Resûlullah´tan kısa sûrelerin okunmasına dair tavsiyeler var ise de cemaatin durumuna hamledilmiştir. Gerek Resûlullah ve gerekse Ashâb ve diğer selef büyüklerinden, akşam namazında uzun sûrelerin de okunduğuna dair rivâyetler gelmiştir.[367]
YATSI NAMAZI
ـ1ـ عن بُرَيدة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كانَ رسولُ اللّه # يَقْرأُ في العِشَاءِ اŒخِرَةِ وَالشَّمْسِ وَضُحَاهَا وَنحْوَهَا مِنَ السُّور[. أخرجه الترمذي والنسائى .
1. (2562)- Büreyde (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yatsı namazında Veşşemsi ve duhâhâ ve benzeri sûreleri okurdu.”[368]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyetten Resûlullah´ın yatsı namazında fazla uzun sûrelerden okumayıp, uzunlukça Veşşemsi ve duhâhâ´ya benzeyen sûreleri okuduğu anlaşılmaktadır. Sahiheyn´de gelen bir riyavet yatsının uzatılmaması için bazı uyarılarda bulunduğunu da göstermektedir: Hz. Muâz (radıyallâhu anh)´ın yatsı namazında uzun sûre okuduğunu işitince çağırıp şunu söyler: اُتُرِيدُ اَنْ تَكُونَ يَا مُعَاذُ فَتَّانًا إِذَا اَمَمْتَ النَّاسَ فَاقْرَأْ بِالشَّمْسِ وَضُحَاهَا وَسَبّحْ اِسْم رَبِّكَ اََْعْلَى واللَّيْلِ اِذَا يَغْشَى
“Ey Muâz, fitne mi çıkarmak istiyorsun! Halka imam olunca Veşşemsi ve duhâhâ´yı, Ve Sebbih isme Rabbike´l-A´lâyı, Velleyli izâ yağşâ´yı oku!”
Şu halde bu rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yatsıda bu ve benzeri sûreleri okuduğunu ifade etmektedir.[369]
ـ2ـ وعن البراء رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ النّبىَّ #: كَانَ في سَفَرٍ فَصَلّى الْعِشَاء اŒخِرَةَ فَقَرَأ في إحْدَى الرّكْعَتَيْنِ بِالتِّينِ وَالزَّيْتُونِ[. أخرجه الستة.وزاد الشيخان: ]فَمَا سَمِعْتُ أحداً أحْسَنَ صَوْتاً أوْ قِرَاءةً مِنْهُ #[ .
2. (2563)- el-Berâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir yolculuk sırasında yatsıyı kılmıştı. İki rek´atin birinde Vettîni ve´z-Zeytûni´yi okudu.”[370]
Sahiheyn´de şu ziyade yer alır: “Sesce ve kırâatçe O´ndan daha güzel kimseye rastlamadım.”[371]
ـ3ـ وعن نافع: ]أنَّ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: كانَ إذَا صَلّى وَحْدَهُ يَقْرَأُ في ا‘رْبَعِ جَمِيعاً في كُلِّ رَكْعَةٍ بِأُمِّ الْقُرآنِ. وَسُورَةٍ مِنَ الْقُرآنِ. وَكانَ يَقْرَأ أحْيَاناً السُّورتَيْنِ وَالثّثَ في الرَّكْعَةِ الْوَاحِدَةِ مِنْ صََةِ الْفَرِيضةِ[ .
3. (2564)- Nâfî anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) tek başına namaz kılınca dört rek´atin her birinde Fatiha´yı ve Kur´ân´dan bir sûreyi okurdu. Bazan da farz namazın bir rek´atinde iki ve üç sûre birden okurdu. Akşam namazının iki rek´atinde aynı şekilde Fatiha ve birer sûre okurdu.”[372]
ـ4ـ وعن عمرو بن شعيب عن أبيه عن جده قال: ]مَامِنَ المُفَصَّلِ سُورَةٌ صَغِيرَةٌ وََ كَبِيرَةٌ إَّ قَدْ سَمِعْتُ رسُولَ اللّه # يَؤُمُّ بِهَا النَّاسَ في الصََّةِ المَكْتُوبَةِ[ أخرجهما مالك .
4. (2565)- Amr İbnu Şu´ayb an ebîhi an ceddihi anlatıyor: “Mufassal sûrelerden -uzunu olsun, kısası olsun- hiçbiri yoktur ki, ben onu Resûlullah´ın namaz kıldırırken okuduğunu işitmemiş olayım.”[373]
ـ5ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها: ]أنَّ رسولَ اللّهِ #: بَعثَ رَجًُ عَلى سَرِيّةِ وَكانَ يَقْرأ ‘صْحَابِهِ في صََتِهِمْ فَيَخْتِمُ بِقُلْ هُوَ اللّهُ أحَدٌ. فَلَمَّا رَجَعُوا ذَكَرُوا ذلِكَ لِرَسُولِ اللّهِ #، فقَالَ: سَلُوهُ؛ ‘ىِّ شَىْءٍ يصْنَعُ ذَلِكَ؟ فَسَألُوهُ. فقالَ: ‘نَّهَا صَفَةُ الرَّحْمنِ، فأنَا أحِبُّ أنْ أقْرَأ بِهَا: فقَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أخْبِرُوهُ أنَّ اللّهَ تَعالى يُحِبُّهُ[. أخرجه الشيخان والنسائى .
5. (2566)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) askerî bir birliğin başına bir adamı komutan yapmıştı. Bu zât arkadaşlarına namaz kıldırırken, her seferinde kırâatını kul hüvallahu ahad ile tamamlıyordu. Döndükleri zaman durumu Hz. Peygamber´e söylediler. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Sorun ona niçin öyle yapıyormuş ” buyurdu. Dediği gibi kendisine sorulmuştu.
“Çünkü O, Rahmân´ın sıfatıdır, ben onu okumayı seviyorum!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
“Ona bildirin, Allah onu seviyor!” müjdesini verdi.”[374]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste birkaç mes´ele dikkatimizi çekmektedir:
* Namazda zamm-ı sûre makamında iki ve daha fazla sûrenin okunması. Rivâyette bu husus açıktır. Zîra komutan normal kırâatini yapınca en sonda İhlas suresini her rek´atte okumaktadır. Bu hususu te´yid eden başka rivâyetler İbnu Abbâs ve Enes (radıyallâhu anhüm)´den yapılmıştır. 2564 numaralı Nâfî hadisi de bunu te´yid eder. Buhârî´de gelen Enes hadisi, sadedinde olduğumuz hadisin bir farklı rivâyeti olabileceği gibi, ayrı bir vak´a da olabilir, hatta bu ihtimal daha kuvvetli.[375] Şöyle der: “Ensar´dan bir zat, Kuba mescidinde onlara imamlık yapıyordu. Namazın her rekatinde okuduğu sûreyi kulhüvallahu ahad´i okuyarak başlatıyor, namazdan çıkıncaya kadar böyle yapıyor, asıl sûreyi ondan sonra okuyordu.
Arkadaşları bu durumu kendisine açarak:
“Sen namazı İhlas sûresiyle başlatıyor, sonra da onu yeterli bulmayıp bir başka sûre ilave ediyorsun. Ya sadece onu oku veya onu terket, bir başka sure oku (aynı rek´atte ikisini birden okuma)!” dediler. İmam onlara:
“Ben onu terketmem. Bu şekilde imamlık yapmamı dilerseniz yaparım, bundan hoşlanmıyorsanız ben imamlığı terkederim” dedi. Cemaat onu aralarında en fazîletli kimse biliyorlardı, başkasının imamlık yapmasına gönülleri râzı olmadı. Resûlullah (aleyhisallâtu vesselâm) kendilerine uğrayınca durumu açtılar. Bunun üzerine (imamı çağırarak):
“Ey falan! Arkadaşlarının söylediklerini niye yapmıyorsun! Her rek´atte bu sûreyi okumaya seni sevkeden sebep nedir ” diye sordu. Adam:
“Ben onu seviyorum!” cevabını verince, Aleyhissalâtu vesselâm:
“Ona olan sevgin seni cennete sokacaktır!” müjdesini verdi.”
Bu zâtın Külsum İbnu´l-Hidam olduğu belirtilir. Şu halde bu rivâyet, bir rek´atte iki ayrı sûrenin, zamm-ı sûre makamında okunacağını te´yid etmektedir. Ve buna delâlet eden rivâyetler birden fazladır.
* Bu rivâyette dikkat çeken ikinci bir husus, namazın bütün rek´atlerinde aynı sûrenin tekrarı´dır.
* Bir diğer mesele: Namazda okunan sûreler arasında Kur´ân-ı Kerîm´deki tertibin dışına çıkmak. Görüldüğü üzere İhlas sûresi her rek´atte sonda (veya başta) okunmak suretiyle Kur´ân´daki tertibe okumada riâyet edilmemiş olmaktadır. Bunun rivâyette başka örnekleri de gelmiştir. İbnu Hacer onlara dikkat çeker. Fukaha, Kur´ân´daki sûre tertibinin tevkifî olmayıp ıstılahî olduğuna, yani vahye müstenid olmayıp, Ashâbın ictihadına binaen olduğuna dikkat çekerek bu tertibin kırâatle bozulmasını büyütmezler. Sözgelimi Şâfiîler ve Mâlikîler, sıranın bozulmasını sadece evlâ olana muhalif bulurlar. Hanefîler ve Hanbelîler ise mekruh addederler.[376]
ـ6ـ وعن شَقيق بن سلمة قال: ]جاء رَجُلٌ إلى ابْنِ مَسْعودٍ فقَالَ: إنِّى أقْرَأ المُفَصّلَ في رَكْعَةٍ. فَقَالَ ابْنُ مَسْعُودٍ: أهَذَّا كَهَذِّ الشِّعْرِ، وَنَثْراً كَنثْرِ الدَّقَلِ؟ لَكِنَّ النَّبىَّ # كَانَ يَقْرَأُ النّظَائِرَ السُّورَتَيْنِ رَكْعَةٍ: الرَّحمنَ والنَّجْمَ في رَكْعَةٍ. وَاقْتَرَبَتْ وَالحَاقّةَ في رَكْعَة، وَالطُّورَ والذَّارِيَاتِ في رَكْعَةٍ، وَإذَا وَقَعَتْ وَنُونَ في رَكْعَةٍ، وَسألَ سَائِلٌ وَالنَّازِعَاتِ في رَكْعَةٍ، وَوَيْلٌ لِلْمُطَفِّفِينَ وَعَبَسَ في رَكْعَةٍ، وَالمُدَّثِّرَ وَالمُزَمِّلَ في رَكْعَةٍ، وَهَلْ أتَى وََ أقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيَامَةِ في رَكْعَةٍ. وَعَمَّ يَتَساءَلُونَ وَالمُرْسََتِ في رَكْعَةٍ، وَالدُّخَانَ وَإذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ في رَكْعَةٍ[. أخرجه الخمسة.وهذا لفظ أبى داود، وقال هذا تأليف ابن مسعود، وذكره عن علقمة وا‘سود ولم يذكر الباقون السُّور.والمراد »بالهَذِّ« سرعة القراءة والعجلة فيها.»الدقلُ« ردِئ التمر ف يجتمع ليُنسِه ورداءته.و»النّظَائرُ« جمع نَظيرة وهى: المثل والشبه.
6. (2567)- Şakîk İbnu Seleme (rahimehullah) anlatıyor: “Bir adam İbnu Mes´ud´a gelerek:
“Ben bir rek´atte mufassal sûrelerin tamamını okudum” dedi. İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) da:
“Şiir mırıldar gibi mırıldar, meyve döküştürür gibi döküştürür müsün Olmaz öyle şey! Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tek rek´atte birbirine denk iki sûre okurdu. Bir rek´atte, İkterebet ve el-Hâkka sûrelerini, bir rek´atte Vettûr ve Vezzâriyât sûrelerini; bir rek´atte Ve izâ vaka´at ve Nûn sûrelerini; bir rek´atta Seele sâîlun ve ve´n-Nâzi´ât sûrelerini; bir rek´atte Veylün li´l-Mutaffifîn ve Abese sûrelerini, bir rek´atte el-Müddessir ve, el-Müzzemmil sûrelerini; bir rek´atte Hel Etâ ve Lâ Uksimu biyevmi´l-Kıyâme sûrelerini, bir rek´atte Amme yetesâelûn ve Ve´l-Mürselât sûrelerini; bir rek´atte de ed-Duhân ve İzâ´ş-Şemsü Küvvirat sûrelerini okurdu.”[377] Bu rivâyet, metin olarak Ebû Dâvud´un rivâyetidir. Ebû Dâvud: “Bu İbnu Mes´ud´un telifidir” demiştir. Bunu Alkame ve Esved´den kaydeder. Diğerleri, sûreleri zikretmezler.[378]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Mes´ud´a gelip bir rek´atte mufassal sûreleri okuduğunu söyleyen kimsenin Nehîk İbnu Sinân el-Becelî olduğu Müslim´in bir rivâyetinde tasrîh edilmiştir.
2- Daha önce de belirtildiği gibi mufassal sûrelerin hangi sûreden başladığı ihtilaflıdır. (2555. hadisin açıklamasına bakılsın.)
3- Müslim´in bir rivâyetinde İbnu Mes´ud´a gelen Nehîk, bir harfin okunuşunu sorarak söze başlar:
“Ey Ebû Abdirrahman şu harfi nasıl okursun Elif mi, yâ mı Yani مِنْ مَاء غير اسن mi yoksa من ماء غير ياسن mi ” dedi.”
İbnu Abbâs, bu soruyu iyi karşılamaz ve adamı azarlayıcı bir üslubla cevaplar:
“Sen bu harf dışında bütün Kur´ân´ı araştırıp (kavradınmı) ki bunu soruyorsun!”
Adam bu soru üzerine bir rek´atte bütün mafassal sûreleri okuduğunu söyler. İbnu Abbâs, rivâyetin sadedinde olduğumuz vechinde de görüldüğü gibi, adamı kınamaya devam eder ve Kur´ân´ın şiir mırıldanırcasına hızlı okunmayacağını belirtir.
Mırıldanmak diye çevirdiğimiz hezze kelimesi sür´atle çok çabuk söylemek mânasına gelir. İbnu Mes´ud hızlı tilâveti, sallanan hurma ağaçlarından, âdi çürük meyvelerin patır patır dökülmesini de benzetir. Maksad, Kur´an´ın hızlı şekilde okunarak tefekkür ve taakkul edilmeden, mânası ve maneviyatı yaşanmadan, lafzan telaffuz edilmesini takbîhtir. Esâsen Kur´ an´ın bu şekilde anlaşılmadan okunması başka rivâyetlerde de takbîh edilmiştir: “Bazı insanlar Kur´an okurlar ama, okudukları gırtlaklarından öte geçmez, ama kalbe varır, orada yerleşirse faydalı olur.”
4- Birbirine denk iki sûre tabirinde kasdedilen denklik nedir Bazı âlimler mâna denkliği demiştir: Mev´ize ve hikmet gibi. Bazıları da âyet sayısı denkliği demiştir. İbnu Hacer´e göre mânaca denkliğin kastedilmiş olması daha kavîdir.
5- Namazda birden fazla sûre aynı rek´atte okunabilir, câizdir. Zîra iki sûrenin birleştirilmesi -rivâyette görüldüğü üzere- câiz olunca, ikiden fazlasının birleştirilmesi de câizdir. Hz. Peygamber´in mufassal sûreleri birleştirdiğine dair rivâyet geldiği gibi -nadiren de olsa- Bakara gibi uzun sûreleri birleştirdiği de rivâyet edilmiştir.
6- Kur´ân acele okunmamalıdır, bu mekruhtur. Ağır ağır, tefekkür edilerek okunmalıdır.
7- İki rek´atli namazlarda her iki rek´atin kırâatlerini birbirine denk tutmak efdaldir. Sabah namazında birinci rek´atin daha uzun tutulmasının efdal olacağı daha önce geçmişti:[379]
ـ7ـ وعن أبى ذر رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رسولَ اللّه #: قَامَ حَتَّى أصْبَحَ بِآيَةٍ؛ وَاŒيَةُ: إنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإنَّهُمْ عِبَادُكَ. وَإنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فإنّكَ أنْتَ الْعَزِيز الحَكِيم[. أخرجه النسائى .
7. (2568)- Ebû Zerr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gece namazına kalktı ve sabah vakti girinceye kadar namaza devam etti. Namazda tek âyet okudu. O da şu (meâldeki) âyettir: “Onlara azab edersen, doğrusu onlar senin kullarındır. Onları bağışlarsan, güçlü olan, Hakîm olan şüphesiz ancak sensin” (Mâide 118).[380]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet aynı âyetin her rek´atte okunabileceğini, bunun câiz olduğunu ifade etmektedir. Ancak efdal olan her rek´atte farklı âyetlerin (veya sûrelerin) okunmasıdır, daha önce belirttik (2535. Hadis).[381]
ـ8ـ وعن أبى سلمة ]أنَّ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: صَلّى بِالنَّاسِ المغْرِبَ فَلَمْ يَقْرأ فِيهَا فَلَمّا انْصَرَفَ قِيلَ لَهُ مَا قَرَأتَ؟ قالَ: كَيْفَ كَانَ الرُّكُوعُ وَالسُّجُودُ؟ قَالُوا: حَسَناً. قالَ َ بَأسَ إذاً[. أخرجه رزين .
8. (2569)- Ebû Seleme anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallâhu anh), halka akşam namazı kıldırmıştı. Namazda kırâatte bulunmadı. Namazdan çıkınca kendisine:
“Kur´ân okumadın!” dendi.
“Rükû ve secdeler nasıl oldu ” diye sordu.
“İyi oldu!” dediler.
“Öyleyse, tamamdır!” dedi.”[382]
AÇIKLAMA:
Bu hadisi Beyhakî, “Kırâati unutandan kırâat sâkıt olur diyenle sâkıt olmaz diyenler” adını verdiği bir bâbta zikreder. Hadis zayıftır. Ayrıca hadisin bir başka vechinde Hz. Ömer´in bu namazı iade ettiği tasrîh edilmiştir. Ulema, Resûlullah´ın “Fatiha okunmayan namaz eksiktir” hadisine dayanarak bununla amel etmemişlerdir. Bu rivâyet hakkında İmam Mâlik´e sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: “Ben Ömer´in böyle bir şey yapacağını kabul edemiyorum. Hadisi de kabul edemiyorum. Halk, Ömer´in akşam namazında böyle yaptığını görecek, onu uyarıp haber vermeyecekler… Bu olacak şey değil. Kanaatimce kim böyle bir fiil işlese, ne kendi namazı ne de ona uyanların namazı sahihtir.”[383]
CEHRÎ OKUMA
ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]في كُلِّ الصََّةِ يُقْرأ فَمَا أسْمَعَنَا رَسولُ اللّهِ # أسْمَعْنَاكُمْ، وَمَا أخْفى عَلَيْنَا أخْفَيْنَا عَلَيْكُمْ[. أخرجه أبو داود والنسائى .
1. (2570)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) demiştir ki: “(Kur´ân) her bir namazda okunur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize hangilerini işittirmişse biz de size işittiriyoruz. Hangilerini de gizlemişse biz de size gizliyoruz.”[384]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen “işittirme”den maksad cehrî olan kırâatlerdir. İslâm ümmeti cuma namazı, sabah namazı, akşam ve yatsı namazlarının ilk rek´atlerinde cehrî olacağı, akşamın son rek´ati ile yatsının son iki rek´ati, öğle ve ikindinin bütün rek´atlerinde gizli okunacağı hususunda icma etmiştir.
* Bayram ve istiska (yağmur) namazlarında da ihtilaf edilmiştir. Hanefî mezhebi bunların ikisinde de cehrî okumaya hükmeder.
* Gece nafileleri gizli de olabilir, cehrî de. Gündüz nafilelerinde gizli okunur.
* Küsûf namazı gece olursa cehrî, gündüz olursa gizli olur.
* Cenaze namazı gecegündüz gizli olur. Geceleyin cehrî olacağı da söylenmiştir.
* Yatsı gibi bir gece namazını, vaktinde kılamasa da ertesi gece kaza edince cehrî yapar. Gündüz kaza ederse esahh olanı sırrî yapmasıdır, cehrî de yapabilir.
* Öğle gibi bir gündüz namazı kazaya kalsa, gündüzleyin kaza etse gizli yapar, gece kaza ederse esahh olanı cehrî yapmasıdır. Gizli de yapabilir.
Bu meselede “gizli yapar” ve “cehrî yapar” sözleri vecîbe ifade etmez, sünnet ifade eder. Aksini yapması, namazın sıhhatini bozmadığı gibi secde-i sehiv de gerektirmez.[385]
ـ2ـ وعن أبى قَتَادة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ النَّبِىَّ # خَرَجَ ذَاتَ لَيْلَةٍ فَإذَا هُوَ بِأبِى بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه يُصَلِّى يَخْفِضُ مِنْ صَوْتِهِ وَمَرَّ بِعُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه يُصَلّى رَافِعاً صَوْتَهُ. قالَ: فَلَمَّا اجْتَمَعْنَا عِنْدَ النَّبىِّ # قالَ النَّبِىُّ #: يَا أبَا بَكْرٍ مَرَرْتُ بِكَ وَأنْتَ تُصَلِّى تَخْفِضُ صَوْتَكَ. فقَالَ: قَدْ أسْمَعْتُ مَنْ نَاجَيْتُ يَا رسولَ اللّهِ. قالَ؛ وَقالَ لِعُمَرَ: مَرَرْتُ بكَ وَأنْتَ تُصَلِّى رَافِعاً صَوْتَكَ. فقَالَ يَا رسُولَ اللّهِ: أوقِظُ الْوَسْنَانَ وَأطْرُدُ الشَّيْطَانَ[. أخرجه أبو داود والترمذي، واللفظ ‘بى داود.وقال: زاد الحسن في حديثه: فقالَ رسولُ اللّهِ #: ]يَا أبَا بَكْرٍ ارْفَعْ مِنْ صَوْتكَ شَيْئاً. وقالَ لِعُمَرَ: اخْفِضْ مِنْ صَوْتِكَ شَيْئاً[ .
2. (2571)- Ebû Katâde (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gece (evinden) çıkmıştı. Hz. Ebû Bekr (radıyallâhu anh)´e uğradı. Alçak sesle namaz kılıyordu. Hz. Ömer (radıyallâhu anh)´e uğradı, o da yüksek sesle namaz kılıyordu.”
Râvi der ki: “Resûlullah´ın yanında toplanınca Aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Ey Ebû Bekr sana uğradım sen sessizce namaz kılıyordun.” Ebû Bekr:
“Ben konuştuğum Zât-ı Zülcelâl´e sesimi işittirdim ey Allah´ın Resûlü!” cevabını verdi.
Hz. Ömer´e de:
“Sana da uğradım. Sen yüksek sesle namaz kılıyordun!” dedi. O da şu cevabı verdi:
“Ey Allah´ın Resûlü! Uyuklayanı uyandırıyor, şeytanı da uzaklaştırıyordum.”[386]
Hasan Basrî rivâyetinde der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Ebû Bekr´e: “Ey Ebû Bekr sen sesini biraz yükselt!” dedi. Hz. Ömer´e de: “Sesini sen de biraz alçalt!” buyurdu.”[387]
ـ3ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]فَذَكَرَ مِثْلَ هذِهِ الْقِصّةِ: وَلَمْ يَذْكُرْ، فقالَ ‘بِى بَكْرٍ ارْفَعْ شَيْئاً، وََ لِعُمَرَ اخْفِضْ شَيْئاً[.وزاد: ]وَقَد سَمِعْتُكَ يَا بِلُ وَأنْتَ تَقْرأ مِنْ هذِهِ السُّورَةِ وَمِنْ هذِهِ السُّورَةِ. قالَ: كََمٌ طَيِّبٌ يَجْمعُهُ اللّهُ بَعْضَهُ إلى بَعْضٍ. فقَالَ النّبىُّ # كُلَّكُمْ قَدْ أصَابَ[. أخرجه أبو داود .
3. (2572)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh)´den yapılan rivâyette, bu kıssa aynen zikredilir, ancak Hz. Ebû Bekr´e: “Sesini biraz yükselt”, Hz. Ömer´e de: “Sesini biraz alçalt” dedi” cümleleri zikredilmez.”
Fakat şu ziyadede bulunur: “Ey Bilâl seni, şu sûreden ve şu sûreden okurken işittim” dedi. (Bilâl) cevaben: “(Kur´ân) tatlı bir kelam, Allah onu kısım kısım yapıp bir araya getirdi” dedi. Sonunda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Hepiniz isâbet ettiniz!” buyurdu.”[388]
AÇIKLAMA:
1- Ebû Hüreyre´den yapılan bu rivâyeti Ebû Dâvud özetleyerek kaydetmektedir. Yani Ebû Hüreyre´nin de, bir önceki hadiste yani Ebû Katâde rivâyetinde tafsilatlı olarak kaydedilen -kıssayı aynen anlattığını belirttikten sonra, onda yer almadığı halde Ebû Hüreyre´nin rivâyetinde mevcut olan ziyadeyi kaydeder. Ebû Dâvud, kitabının hacmini artırmamak için rivâyetlerinde bu usluba sıkça başvurmaktadır. Birinci ciltte Ebû Dâvud´un kitabını tertipte takip ettiği metodu açıklarken bu hususu belirtmiş idik.
2- Ziyade kısımda kasdedilen hususa gelince: Orada şu mâna ifade edilmektedir: “Kur´ân baştan sona güzel, tatlı bir kelâmdır. Allah onu sûre sûre, âyet âyet ihtiyaca göre beyân buyurup bir araya getirmiştir. Biz ondan hoşumuza giden, gönlümüzün arzu ettiği miktarı, kısmı okuruz.” Allahu a´lem.
Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm), en sonda alçak sesle okuyan Ebû Bekr´e, yüksek sesle okuyan Hz. Ömer´e, değişik sûrelerden okuyan Bilâl´e böyle okuyuşlarının gerekçesini dinledikten sonra, gayeye göre Kur´ân´ın alçak sesle de yüksek sesle de kıraat edilebileceğini, şu veya bu sûresinden okunabileceğini belirtmek sadedinde: “Hepiniz isâbet ettiniz, (doğru ve uygun hareket etmektesiniz”) buyurur.[389]
ـ4ـ وعن البياضى: ]أنَّ النَّبىَّ # خَرَجَ عَلى النَّاسِ وَهُمْ يُصَلُّونَ، وَقَدْ عَلَتْ أصْوَاتُهُمْ بِالْقِرَاءَةِ. فقَالَ: إنَّ المُصَلِّىَ يُنَاجِى رَبَّهُ فَلْيَنْظُرْ بِمَ يُنَاجِيهِ؟ وََ يَجْهَرْ بَعْضُكُمْ على بَعْضٍ بِالْقُرآنِ[. أخرجه مالك .
4. (2573)- el-Beyâzî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaz kılmakta olan insanların yanına geldi. Kırâatte sesleri yüksekti. Hemen: “Namaz kılan kimse Rabbine münâcaatta (hususi konuşmada) bulunuyor demektir. Öyleyse ne şekilde münâcaatta bulunduğuna dikkat etsin. Kur´ân´ı birbirinize cehren okumasın!” dedi.”[390]
AÇIKLAMA:
1- el-Beyâzî: Ferve İbnu Amr İbnu Vedka´dır. Beyâz, Hazrec kabilesine bağlı bir kolun adıdır. Ferve (radıyallâhu anh) Akabe ve Bedr´e ve daha sonraki gazvelere katılan ilklerden biridir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medîne bahçelerinin meyvelerini ona tahmin ettirir, onun tahminine göre zekat tarhederdi. Tahminlerinde hiç yanılmadığı belirtilir.
İmam Mâlik´in, bu rivâyette ismini zikretmeyişinin sebebi, bazılarına göre, onun Hz. Osmân´ı şehid edenlere yardım etmiş olmasıdır. Cemel savaşı´nda Hz. Ali´nin yanında yer almıştır. Allah yolunda çokça tasadduk edenlerdendir, (radıyallâhu anh).
2- Hadisin başka vecihlerinde, hadisenin ramazanda geçtiği, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kapısı hasır olan yuvarlak bir çadırda itikâfa çekilmiş bulunduğu belirtilir.
3- Hz. Peygamber çadırdan çıkıp halkın yanına gelince, herkesin namazda yüksek sesle kırâatte bulunduğunu görüyor ve rivâyette belirtildiği üzere, müdâhale ederek seslerini kısmalarını irşâd buyuruyor. Yani namaz bir münâcaat, kişinin Rabbine husûsî konuşması, kalbini, içini açması olduğuna göre, bunu sesli yapmasına gerek yoktur. Başkası duymayacak şekilde, kendisinin ne dediğini tefrik edebilecek kadar alçak bir sesle yapması yeterlidir. Çünkü Rabb Teâlâ münâcaatları işitmek için insanlar gibi yüksek sese muhtaç değildir.
İbnu Abdilberr, musallinin Rabbine yaptığı münâcaatı: “Namazda huşû ve kalbin ihzârı” olarak tarif eder. Kadı İyâz ise: “Bu, kalbin ihlâsı; ve sırr´ın; namazda Allah´ın zikri ve hamdi ve Kitabının okunması yoluyla başka şeylerden boşaltılması” diye tarif eder.
Kulun Rabbine münâcaatı´nı: “Namazda yapması ve söylemesi matlub olanları yerine getirmesi, yasaklanan söz ve fiillerden de kaçınması” olarak tarif edenler de olmuştur.
Rabb Teâlâ´nın kula olan münâcaatı ise ona rahmet ve rıza ile teveccüh buyurması, bir kısım marifete ulaştırıp sırrlara erdirmesidir.
Bu hadiste, Ebû´l-Velîd el-Bâcî´nin dikkat çektiği üzere, namazın taşıdığı mânaya ve ondaki maksada dikkat çekilmektedir, tâ ki kul, namaza girebilecek mekruhlardan kaçınma hususunda daha çok gayrete gelsin, namazın kemalini arttıracak tâate müteallik işlere daha fazla yönelsin.
3- “Öyleyse ne şekilde münâcaatta bulunduğuna dikkat etsin” ifadesi, Kur´ân´ı mekruh olan bir tarzda münâcaatta kullanmamaya bir uyarıdır. Yani, her ne kadar Kur´ân´ın tilâveti baştan sona bütün âyetleriyle bir tâat ve vesîle-i kurbet ise de, okunuş tarzı itibariyle gayeden uzaklaşılabilecektir, onu sadece okumak yeterli değildir, usûle de dikkat etmek gerekir… vs. denmek istenmiştir. Nitekim, müteakip cümle mekruh olan tarzı beyan etmekte ve yasak koymaktadır: “Birbirinize karşı Kur´ân´ı cehren okumayın.”
Bazı şârihler bu yasağı şöyle açıklar: “Çünkü böyle yapınca (başkasının yanında cehrî okuyunca) diğer kimseler rahatsız edilir ve kâmil bir ihlasla namaza girmesine, kalbinin kendini tam olarak namaza verebilmesi için başka meşguliyetlerden boşaltmasına, Rabbine münâcaat sırasında okuduğu Kur´ân âyetlerini teemmül ve tefekkür etmesine mâni olunur. Musalliye verdiği ezâ sebebiyle yüksek sesle Kur´ân okumak yasaklanırsa hadis ve diğer şeylerin yasaklanması evlâdır.”
İbnu Abdilberr der ki: “Müslüman, bir başka müslümâna iyi bir amel yaparken ve Kur´ân okurken ezâ vermekten yasaklanırsa, başka şekillerde verdiği ezânın ne kadar şiddetli bir haram olduğu anlaşılır.”
Son olarak şunu da belirtelim: Resûlullah´ın yanındakileri rahatsız edecek şekilde yüksek sesle münâcaat ve tilavet-i Kur´ân´da bulunanlara müdâhalesini haber veren başka rivâyetler de vardır.[391]
ـ5ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قالَ: ]كانَتْ قِرَاءَةُ النَّبىِّ # بِاللَّيْلِ يَرْفَعُ طَوْراً وَيَخْفِضُ طَوْراً[. أخرجه أبو داود .
5. (2574)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın geceleyin kırâatı bazan yüksek sesle, bazan da alçak sesle olurdu.”[392]
AÇIKLAMA:
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) bu rivâyette Resûlullah´ın gece tilâvetlerini nasıl yaptığını ifade ediyor: Bazan yüksek, bazan alçak sesle yaptığını haber vermektedir. Yani odada yalnız olduğu, yanında rahatsız olacak -uyanık veya uyuyan biri olmadığı zamanlarda yüksek sesle okuduğu- yalnız olmadığı hallerde de alçak sesle okuduğu anlaşılmaktadır.
Yine Ebû Dâvud´un bir rivâyetinde, Resûlullah hücresinde iken (geceleyin) odanın içerisinde bulunan kimsenin işiteceği kadar (mütavassıt) bir sesle kırâatte bulunduğunu belirtir. Şârihler, mescidde olduğu takdirde sesini daha yüksek tuttuğuna dikkat çekerler.[393]
ـ6ـ وعن عبداللّه بن شَدَّاد قال: ]سَمِعْتُ نَشِيجَ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه وَأنَا في آخِرِ الصُّفُوفِ يَقْرَأ: إنَّمَا أشْكُوا بَثّى وَحُزْنِى إلى اللّهِ[. أخرجه البخارى.»التَّشِيجُ« صوت يتردّد في الحَلقِ والصدر .
6. (2575)- Abdullah İbnu Şeddâd anlatıyor: “Ben Hz. Ömer (radıyallâhu anh)´in: “Ben üzüntü ve hüznümü yalnız Allah´a açarım…” meâlindeki âyeti (Yûsuf 86) okurken (boğuk boğuk çıkan) sesini en arka safta olduğum halde işittim…”[394]
AÇIKLAMA:
1- Neşîc boğazla göğüs arasında gidip gelerek çıkan sese denir. Normal çıkan sesde bu hal olmaz. Şu halde ağlamaklı bir sestir. Yani kişinin içinden tabiî olarak ağlamak gelir, o ise iradî olarak mâni olmak veya ağlamanın şiddetini asgariye düşürmek ister, işte bu halde, dilimizdeki boğuk boğuk diye ifade edilen bir ses çıkar, Araplar bunu neşîc olarak ifade etmiştir.
2- Rivâyetten Hz. Ömer (radıyallâhu anh)´in bu âyeti okurken -imâmeti esnasında- kendini tutamayıp ağladığını anlıyoruz. Esasen Buhârî, hadisi şöyle bir bâb başlığı altında kaydeder: “İmâm namazda ağlarsa…”
Namazda ağlamanın hükmü nedir, namazı bozar mı, bozmaz mı Buhârî, münâkaşalı meselelere girerken, hükme delâlet eden kesin bir başlık atmaz, sadece meseleye dikkat çekici bir ifadeye yer verir. Burada da öyle yapmıştır. Nitekim:
* Şa´bî, Nehâî, Sevrî gibi bazılarına göre namazda ağlamak namazı bozar.
* Hanefîlere ve Mâlikîlere göre, cehennemi hatırlayıp, uhrevî istikbalden hâsıl olan korku sebebiyle ağlamışsa, bu namazı bozmaz.
* Şâfiîler´de üç ayrı durum mevzu bahistir:
* Ağlamaktan iki yabancı harf zuhur ederse namazı bozar, değilse bozmaz. Esahh görüş budur.
* Mutlak olarak bozmaz, çünkü ağlamak kelâm cinsine girmez. Ağlamaktan hiçbir gerçek harf hasıl olmaz, sadece bir ses benzerliği ortaya çıkar.
* Ağzı kapalı ise bozulmaz. Aksi takdirde iki harf zâhir olacak kadar ses çıkarsa bozulur.
3- Namazda ağlamayı tecviz ederek namazı bozmayacağını söyleyenlerin başka delilleri de var: Hz. Ebû Bekr ve Hz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın da namaz sırasında yanındakiler işitecek kadar ağladıklarına dair kavî senetli rivâyetler gelmiştir. Resûlullah´la ilgili olan bir rivâyet şöyle: عبداللّهِ بْنُ الشخير قال: رَاَيْتُ رَسُولَ اللّهِ # يُصَلّى بِنَا وفي صَدْرِهِ اَزِيزٌ كَاَزِيزِ الْمِرجَلِ مِنَ الْبُكَاءِ
“Abdullah İbnu´ş-Şıhhîr (radıyallâhu anh) der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı gördüm, ağlamaktan göğsünde, kaynayan tencerenin çıkardığı uğultu gibi uğultu olduğu halde bize namaz kıldırmıştı.”[395]
ـ7ـ وعن سَمُرة بن جُندبُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]حَفِظْتُ سَكْتَتَيْنِ في الصََّةِ، سَكْتَةً إذا كَبّرَ ا“مَامُ حَتَّى يَقْرأ. وَسَكْتةً إذَا فَرَغَ مِنْ فَاتِحَةِ الْكِتَابِ وَسُورَةً عِنْدَ الرُّكُوعِ، قالَ: فَأنْكَرَ ذَلِكَ عَلَيْهِ عِمْرَانُ بنُ حُصَيْنِ. فَكَتَبُوا في ذَلِكَ إلى المَدِينَةِ إلى أُبَىٍّ فَصَدَّقَ سَمُرَةَ[. أخرجه أبو داود، واللفظ له، والترمذي.وفي أخرى: »وَسَكْتَةَ إذَا فَرَغَ مِنَ الْقِرَاءَةِ«.وفي أخرى: »إذَا اسْتَفْتَحَ وَإذَا فَرَغَ مِنَ الْقِرَاءَةِ« .
7. (2576)- Semüre İbnu Cündüb (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Namazda iki sekte hatırımda kaldı. Biri, imam “Allahuekber” dedikten kırâata başladığı âna kadar geçen sektedir. Diğeri de Fatiha ve zamm-ı sûreyi okuyup bitirince rükûya gitme sırasındaki sektedir.”
(Hadisi rivâyet eden Hasan Basrî) der ki: “Bunun üzerine İmrân İbnu Husayn ona karşı çıktı (ve tek sekte olduğunu söyledi). Sonunda Medîne´ye Übeyy (İbnu Ka´b)´e yazıp sordular. (Übeyy verdiği cevapta) Semüre´yi tasdik etti.”[396]
Bir diğer rivâyette, “…Kırâatten çıkınca bir sekte” denmiştir. Bir diğer rivâyette: “…İftitah tekbiri alınca ve kırâatten çıkınca” denmiştir.[397]
AÇIKLAMA:
1- Bu hâdise, birkaç farklı tarikten rivâyet edilmiştir. Namazda sekte (durak) yerlerini belirtmektedir. Sekte, imamın, cemaatin işiteceği şekilde kırâatte bulunmaması, bir müddet sessiz kalmasıdır.
2- Görüldüğü üzere Semüre İbnu Cündüb, birinci rek´atte iki ayrı yerde Resûlullah´ın sekte yaptığını hatırlayıp bunu söyleyince, İmrân İbnu Husayn adında bir diğer sahâbî, “namazda tek sekte var” iddiasıyla Semüre´ye karşı çıkmıştır. Birbirlerini bu hususta ikna edemeyince, birçok meselede otorite durumunda olan Übeyy İbnu Ka´b´e -ki Medîne´dedir- yazarak meseleyi sorarlar. O, Semüre´nin doğru hatırladığını bildirir.[398]
Hadisin Tirmizî´de gelen vechinde şu ziyade var: “Katâde´ye: “Bu iki sekte nedir ” diye sorduk. Şöyle dedi: “Namaza girdiği zaman (biri), kırâatten çıktığı zaman (da diğeri).” Bunu söyledikten sonra dedi ki: “Veladdâllîn´i okuyunca.” Der ki: “Kırâatı bitirince, nefsinde tefekkür için bir miktar sükût etmekten hoşlanırdı.”
3- Sekte´nin mahiyetine gelince, Ebû Hüreyre´den Ebû Dâvud´da kaydedilen bir hadis bu meseleyi daha iyi açıklamaktadır: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaz için (iftitah) tekbiri alınca, tekbirle kırâat arasında bir miktar sükût eder. (Bir gün kendisine): “(Ey Allah´ın Resûlü) annem babam sana feda olsun. Tekbirle kırâat arasındaki sükûtta ne söylüyorsun bana haber ver!” dedim. Bunun üzerine şunu okuduğunu bildirdi: اَللّهُمَّ بَاعِدْ بَيْنِى خَطَايَاىَ كَمَا بَاعَدْتَ بَيْنَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ. اَللّهُمَّ نَقِّنِى مِنْ خَطَايَاىَ كما يُنَقّى الثّوبُ اَبْيَضُ مِنَ الدَّنَسِ. اَللّهُمَّ اَغْسِلْنِى بِالثَّلْجِ وَالْمَاءِ وَالْبَرْدِ. “Allahım, benimle hatalarımın arasını, doğu ile batıyı uzak kıldığın gibi uzak kıl. Allah´ım, hatalarımı beyaz elbisenin kirden temizlenmesi gibi temizle. Allah´ım beni karla, su ile, soğukla temizle.”
Şu halde, birinci sekte, iftitah tekbirinden sonra, kırâate geçmeden, imamın cemaatin işitmeyeceği şekilde dua etmesidir.
İkinci sekte´de bir ihtilaf sözkonusudur: Fatiha´nın bitiminde mi, zamm-ı sûrenin bitiminde mi Ancak Tirmizî´nin Katâde´den kaydettiği açıklamadan bu ikinci sekte´nin Fatiha´nın bitiminde olduğu sarahat kazanmaktadır. Bu hususu te´yid eden başka rivâyetler de mevcuttur.
TA´DÎL-İ ERKÂN
ـ1ـ عن أبى مسعود البدرى رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رسولَ اللّهِ # قالَ: َ تُجْزِئُ صََةُ أحَدِكُمْ حَتَّى يُقِىمَ ظَهْرَهُ في الرُّكُوعِ وَالسُّجُودِ[. أجرجه أصحاب السنن .
1. (2577)- Ebû Mes´ûd el-Bedrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sizden biri, rükû ve secdelerde belini (tam olarak) doğrultmadıkça namazı yeterli olmaz.”[399]
AÇIKLAMA:
Namazda ta´dîl-i erkân, bir bakıma rükünlerin hakkını vermek mânasına gelir. Bu maksadla kıyâm, rükû ve secdeyi yaparken her uzvun belli bir sükûnete ermesi, sübhânallâhi´l-azîm diyecek kadar o halde kalması gerekmektedir. Şu halde rükû´nun kemâli, secdeye gitmezden önce beli tam olarak doğrultup kıyam vaziyetini almakla gerçekleşecektir. Keza secdenin kemâli de birinci secdeden sonra beli tam olarak doğrultup oturur vaziyetini almakla gerçekleşecektir. Gerek rükû´daki ve gerekse secdedeki bu tam doğrulma haline tuma´nîne de denmiştir.
Tirmizî´nin açıklamasına göre, İmam Şâfiî, Ahmed ve İshak tuma´ nîne´yi farz görerek: “Rükû ve secdede belini (yeterince) kaldırmayanın namazı fâsiddir.” demişlerdir. Onlar bu hükme giderken sadedinde olduğumuz hadise dayanırlar.
Hanefîlerden Ebû Yûsuf da farz demiş ise de mezhep görüşü, ta´dîl-i erkânın vâcib olmasıdır. Buna riâyet edilmemesi halinde sehiv secdesi gerekir. Cumhurun farz demiş olmasını da nazar-ı dikkate alan bazı Hanefî âlimler, ta´dîl´in terki halinde namazın iadesini tavsiye ederler. Esasen Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed´in de ta´dîl için – Tahâvî´nin nakline göre – “farz” dedikleri rivâyet olunmuştur. Mamafih onlardan “sünnet” -Cürcânî´nin tahricine göre- ve vâcib -Kerhî´nin tahricine göre- gibi başka hükümler de rivâyet edilmiştir. Müteahhir ulemanın tahkikine göre Hanefî görüş vâcib olduğu merkezindedir.[400]
ـ2ـ وعن النعمان بن مُرَّةَ: ]أنَّ رسولَ اللّهِ # قالَ: مَا تَرَوْنَ في الشّارِبِ والزَّانِى وَالسَّارِقِ، وَذَلِكَ قَبْلَ أنْ يُنْزِلَ فِيهِمُ الحدودُ؟ قاَلُوا: اللّه وَرَسُولُهُ أعْلَمُ. قَالَ: هُنَّ فَوَاحِشُ وَفِيهِنَّ عُقُوبَةٌ، وَأسْوَأُ السَّرِقَةِ الَّذِى يَسْرِقُ صََتَهُ قَالُوا: وَكَيْفَ يَسْرِقُ صََتَهُ يَا رَسُولُ اللّهِ؟ قالَ: َ يُتِمُّ رُكُوعَهَا وََ سُجُودَهَا[. أخرجه مالك .
2. (2578)- Nu´mân İbnu Mürre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “İçki içen, zinâ yapan ve hırsızlıkta bulunan kimse hakkında ne dersiniz ” diye sordu. Bu sual, bunlar hakkında henüz hadd cezası gelmezden önce sorulmuştu.
“Allah ve Resûlü daha iyi bilir!” diye cevap verdiler. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Bu fiiller ağır suçtur, onlar hakkında ceza vardır. Hırsızlığın en kötüsü de namazını çalmaktır” buyurdu. Bunun üzerine:
“Ya Resûlullah, kişi namazını nasıl çalar ” diye sordular. Şu cevabı verdi:
“Rükûsunu ve secdelerini tamamlamaz.”[401]
AÇIKLAMA:
1- Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste, namazdaki ta´dîl-i erkânın ehemmiyetini zihinlerde tesbit maksadıyla teşbihe başvurmaktadır. Bu maksadla, herkes nazarında çirkinliği açık ve belli olan üç cürüm hakkında sual sorar. Ashâb, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın tebliğ sırasında umumiyetle bir soru sorarak dikkatleri çekmekle işe başladığını bildiği için, sualden maksadın kendilerinden cevap beklemek olmadığını müdrikdiler. Bu sebeple: “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” diye cevapla yetindiler.
Resûlullah, hırsızlığın kötülüğünü hatırlattıktan sonra, onun dereceleri bulunduğunu telmîhan, en kötü derecesinin kişinin namazında yaptığı hırsızlık olduğunu söyler. Bu, merak uyandıran bir teşbihtir. Ashâb ister istemez soracaktır:
“Ya Resûlullah kişi namazını nasıl çalar ”
Tîbî der ki: “Resûlullah hırsızlığı ikiye ayırdı: Bilinen hırsızlık, bilinmeyen hırsızlık. Bilinmeyeni, namazdaki tuma´nîne ve huşû´nun eksiltilmesi olarak tarif etti. Sonra bilinmeyen hırsızlığın bilinenden kötü olduğunu belirtti.”
2- Ta´dîl-i erkâna riâyet etmemenin nasıl hırsızlığın en kötüsü olduğu şöyle açıklanır: “Hırsız, başkasının malını alınca dünyada bazan ondan faydalanır. Yahut sahibinden helallik ister, yahud da hadd cezasını çekerek ahiret azabından kurtulur. Ama öbürü böyle değil. Zîra nefsinin sevab hakkını çalmış ve onu ahirette cezaya tebdil etmiştir.”
3- Ebû´l-Velîd el-Bâcî namazda başkaca hatalara rağmen Resûlullah´ ın hassaten secde ve rükû üzerinde durmasını, ihlallerin çoklukla bu ikisinde vukûa gelmesiyle îzah eder ve devamla der ki: “Bu ihlali hırsızlık olarak isimlendirmesi, edası emanet edilmiş olan bir şeyi yapmanın ihanet mânası taşımasındandır.”
4- Ahmed İbnu Hanbel ve Tayâlesî´nin Ebû Saîdi´l-Hudrî´den kaydettikleri bir başka rivâyet de sadedinde olduğumuz hadisi te´yid eder: اَسْوَأَ النَّاسِ سَرِقَةً الذي يَسْرِقُ صََتَهُ قَالُوا يَا رَسُولَ اللّهِ وَكَيْفَ يَسْرقُهَا قَالَ: َ يَتِمُّ رُكُوعَهَا وََ سُجُودَهَا وََ خُشُوعَهَا
Efendimiz: “Hırsızlıkta insanların en kötüsü namazını çalan kimsedir” buyurmuştu: “Ey Allah´ın Resûlü bu nasıl olur ” diye sordular da: “Namazda rükûyu, secdeleri ve huşûyu tamamlamaz” diye cevap verdi.”[402]
ـ3ـ وعن سالم البراد قال: ]أَتَيْنَا أبَا مَسْعُودٍ فَقُلْنا لَهُ حَدِّثْنَا عَنْ صََةِ رَسولِ اللّهِ #، فَقَامَ بَيْنَ أيْدِينَا فَكَبَّرَ. فَلمَّا رَكَعَ وَضَعَ رَاحَتَيْهِ عَلى رُكْبَتَيْهِ وَجَعَلَ أصَابِعَهُ أسْفَلَ مِنْ ذلِكَ وَجَافَى بَيْنَ مِرْفَقَيْهِ حَتَّى اسْتَوَى كُلُّ شَىْءٍ مِنْهُ. ثُمَّ قالَ: سَمِعَ اللّهُ لِمَنْ حَمِدَهُ. فقَامَ حَتَّى اسْتَوَى كُلُّ شَىْءٍ مِنْهُ[. أخرجه أبو داود والنسائى.»المُجَافَاهُ« أن يرفع يديه عن جنبيه و يُلْصقها .
3. (2579)- Sâlim el-Berrâd anlatıyor: “Ebû Mes´ud´a gelerek:
“Bize Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın namazından anlat!” dedik. Hemen önümüzde kalktı, tekbir getirdi. Rükûya varınca ellerinin ayalarını dizlerinin üzerine koydu. Parmaklarını dizinin alt kısmına getirdi. Dirseklerini yan taraflarına uzattı. Bu halde her uzvu hareketsiz sâbit durdu. Sonra semi´allâhu limen hamideh dedi ve her uzvu düz oluncaya kadar doğruldu.”[403]
ـ4ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رسولَ اللّهِ # قالَ: اعْتَدِلُوا في السُّجُودِ، وََ يَبْسُطَنَّ أحَدُكُمْ ذِرَاعَيْهِ انْبِسَاطَ الْكَلْبِ[. أخرجه الخمسة.
4. (2580)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: “Secdede ta´dîle riâyet edin, kimse kollarını köpeklerin yayışı gibi yaymasın.”[404]
ـ5ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ النَّبىَّ # قالَ: أقِيمُوا الرُّكُوعَ وَالسُّجُودَ؟ فَوَاللّهِ إنّى ‘رَاكُمْ مِنْ بَعْدِى. وَرُبَّمَا قالَ مِنْ بَعْدَ ظَهْرِى، إذَا رَكَعْتُمْ وَسَجدْتُمْ[. أخرجه الشيخان والنسائى .
5. (2581)- Yine Hz. Enes anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Rükû ve secdeleri yerine getirin. Allah´a yemin olsun siz secde rükû ettikçe ben arkamda olanları da görüyorum.” -Belki “sırtımın gerisini” demişti-“[405]
ـ6ـ وعن مالك بن الحُويرث رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّهُ قالَ ‘صْحَابِهِ: أَ أنْبِئُكُمْ بِصََةِ النَّبىِّ #؟ قالَ أبُو قَِبَةَ: فَصَلَّى بِنَا صََةَ شَيْخِنَا أبِى يَزِيدَ. فَكَانَ أبُو يَزِيدَ إذَا رَفَعَ رَأسَهُ مِنَ السَّجْدَةِ ا‘خِيرَةِ مِنَ الرَّكْعَةِ ا‘ولى والثّالِثَةِ اسْتَوَى قَاعِداً ثُمَّ نَهَضَ[. أخرجه البخارى وأبو داود والنسائى .
6. (2582)- Mâlik İbnu´l-Huveyris (radıyallâhu anh)´ten rivâyete göre, arkadaşlarına: “Size Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın namazını haber vereyim mi ” diye sormuştur. Ebû Kilâbe der ki: “(Böyle söyledikten sonra), bize şeyhimiz Ebû Yezîd´in namazı (gibi) namaz kıldırdı. Ebû Yezîd, başını birince ve üçüncü rek´atin ikinci secdesinden kaldırınca otururcasına doğrulur sonra kalkardı.”[406]
AÇIKLAMA:
Yukarıda kaydedilen son dört hadis, namazda riâyet edilmesi gereken bazı hususları beyan ediyor. Onları sırayla şöyle açıklayabiliriz.
1- 2579 numaralı hadise göre rükû sırasında el ve parmakların vaziyeti: El ayası dizkapağının tam üzerine gelecek, bu sırada parmakla bacağın dizkapağına bitişen kısmını kavrayacak, dirsekler de yana doğru açılarak birbirinden uzaklaşacak. Bu esnada dirseklerin karna yapıştırılması, karınla bacaklar arasına sıkıştırılması mekruhtur.
Rükûda bel ve baş yere paralel, düz bir istikâmet teşkil edecek şekilde olmalıdır.
Rükûdan kalkınca vücut tabii dikliğini alacak, baş tam olarak doğrulacaktır. İşte bu vaziyette bir miktar -yani Rabbenâ ve leke´lhamd diyecek kadar- sâbit durulacaktır.
2- 2580 numaralı hadiste, secdede ta´dîle riâyet emredilmekte, kolların yere yayılmaması istenmektedir. Secdede ta´dîl, Resûlullah´ın tarif ettiği hususlara uymakla yerine getirilir. Bu hadiste mezkur hususlardan bir zikredilmiştir: Kolların yere yayılmaması… Rivâyetlerde başka teferruât da istenmiştir. Ellerin aralıklı olarak yere konması; baş eller arasında alın ve burun yere değecek şekilde secde mahalline bırakılması, kolların dirsekler havada olacak şekilde yan taraflara çıkarılması, karınla dizlerin birbirine yapışmaması ve arada bir mesafenin bulunması. Sadedinde olduğumuz hadis, kolların yere değecek şekide bırakılmasını, köpeklerin yatma sırasında bacaklarını yere sermesine benzetmektedir. Maksad bu tarzın terkini telkindir. Zîra, bir tavrın hasis bir şeye benzetilmesi onun terkini emretme mânası taşır.
3- 2581 numaralı hadiste, rükû ve secdelerin ta´dîl-i erkâna uygun olarak yapılması emredilmekte ve te´kîden (ilâhî bir mûcize olarak) arkasında namaz kılanların da kendisine gösterildiğini, kimin ta´dîle uygun şekilde, kimin aykırı şekilde namaz kıldığını bildiğini ifade etmektedir.
Bu mesele ulema arasında farklı yorumlara sebep olmuştur. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sarih bir şekilde arkada kalan cemaatini namaz sırasında gördüğünü ifade etmektedir. Bu ne demektir Bir mecaz mı söz konusudur, kelamın zâhiri, hakikatı mı muraddır
* Bazıları: “Bundan maksad bilmektir, yani cemaatin ahvalini gerek vahiy yoluyla bilmesi ve gerekse ilham yoluyla bilmesidir” demiştir. Ancak hadiste arka cihet söz konusu olduğuna göre, maksad “bilmek” değildir denmiştir.
* Bazıları: Bundan maksad, nadir de olsa arada sırada göz atmakla sağ ve solunda gözüne ilişenleri de görmesidir, buradakiler de “arkasındakiler” olarak tavsif edilebilir” demiştir. Bu te´vilde de açık bir tekellüf, gereksiz olarak hadisin zâhirinden uzaklaşma var.
* Cumhur -ki doğrusu da budur- hadisi zâhirine hamletmiştir. Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a has fiilî bir görme durumu mevzubahistir. Bu meselede âdet ve âdiyât ortadan kalkmakta, bir mûcize olarak, hasâis´ten bir imtiyaz olarak Fahr-ı Kainat arka cihetini de görebilmektedir. Ehl-i Sünnet´in telakki ve kabulüne göre gerçek şudur: “Görmek için, aklen, husûsî bir uzvun varlığı, görülecek eşyanın önde olması, yakın olması da şart. Bunlar âdi umurlardır, bunların yokluğu halinde de idrak, aklen câizdir.” Bu görüşten hareketle ehl-i sünnet, âhirette Allah´ın görüleceğine hükmetmişlerdir. Ehl-i bid´at “görme” hadisesini anlamada beşerî âdetin dışına çıkamadıkları için, (mekandan, cihetten, şekilden münezzeh olan) Allah´ın görülmesini reddetmişlerdir.
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın arkasındakileri görmesiyle ilgili olarak fazla değeri olmayan başka görüşler de ileri sürülmüştür:
* O´nun sırtının arka kısmında bir gözü vardı. Onunla gerisindekileri daima görürdü.
* Arkadakilerin sûretleri kıble cihetindeki duvarda, eşyanın aynadaki tecellîsi gibi tecellî ederdi, Efendimiz onların timsallerine burada bakar, fiillerini böylece görürdü.
* İki omuzu arasında iğnenin yurdusu büyüklüğünde iki gözü vardı, onlarla görürdü. Bunlara elbise vs. perde olmazdı.
* Resûlullah,önünü gördüğü kadar arkayı da gördüğünü muhtelif hadislerinde ifade etmiştir. Hadisler arkayı da görme vak´âsının sadece namaz haliyle kayıtlı olduğunu ifade etmektedir. Ancak, bütün ahvaline şâmil olması da ihtimalden uzak değildir. Mücâhid bu kanaattedir. Takîyyüddin İbnu Muhalled, Aleyhissalâtu vesselâm´ın karanlıkta da aydınlıktaki gibi gördüğünü hikaye etmiştir.
4- 2582 numaralı hadiste, Resûlullah´ın namazı nasıl kıldığı tarif edilmektedir. Hatta Ebû Dâvud´un bir rivâyeti şöyle başlar: “Mâlik İbnu´l-Huveyris mescidimize geldi ve dedi ki: “Vallahi namaz kılacağım. Aslında (burada) namaz çılmak heveslisi olduğum için kılmıyorum. Ancak size Resûlullah namaz kılarken onu nasıl gördüğümü göstermek istiyorum.”
Bu ifade onun edâ, kaza, nafile nev´inden muayyen bir namazı kılmak için değil, Resûlullah´ın namaz tarzını öğretmek maksadıyla o namazı kıldığını anlatmaktadır. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm: صلُّوا كَمَا رَأيْتُمُونِى اُصَلّى “Beni namaz kılarken nasıl gördüyseniz siz de öyle kılın” buyurmuştur. Bu hadisin de râvisi olan Mâlik İbnu´l-Huveyris, gördüğünü göstermeyi vazife bilmiştir.
Ancak onun namazı, mescidin imamı bulunan Ebû Yezîd künyesiyle mâruf Amr İbnu Seleme´nin namazına benzemektedir. Rivâyete göre Resûlullah onu kavmine imam tayin ettiğinde 6-7 yaşlarında çocuk idi.[407] Kavminden Resûlullah´a gelen heyet içerisinde Kur´an´ı en çok bilen O olduğu için Aleyhissalâtu vesselâm onu imam tayin etmişti.[408]
Bu rivayette dikkat çekilen bir husus, birinci ve üçüncü rek´atlerin ikinci secdesinden sonra yani kıyama kalkma durumlarında önce oturma vaziyetine girilmiş olmasıdır. Hadisin Buhârî ve Ebû Dâvud´da kaydedilen bazı vecihleri bu meselede daha açık ifadelere yer verirler. Mesela Ebû Dâvud´da: “…birinci rek´atin ikinci secdesinden başını kaldırınca oturdu, sonra kalktı” denir. Buhârî´nin rivâyetinde: “…başını ikinci secdeden kaldırınca oturdu ve yere dayandı, sonra kalktı” denir. Fakihler buna celsetü´l-istirâha derler ve bazıları bu hadisten hareketle bu geçici oturmanın (celsetü´l-istirâha´nın) meşruluğuna hükmeder. Şâfiî ve bir grup ehl-i hadis bu görüştedir. Ahmed İbnu Hanbel de bu görüşü esas almıştır.
Ancak çoğunluk bu celsetü´l-istirâha´yı kabul etmez. Mesela Tahâvî hadisin bundan bahsetmeyen vechini esas alarak Mâlik İbnu´l-Huveyris´in bir rahatsızlık sebebiyle böyle bir oturmaya yer vermiş olabileceğini söyler. Öyle ise onun oturması, bu oturuş sünnet olduğu için değil, rahatsızlığı sebebiyledir.
Tahâvî´ye itiraz edenler olmuş- Mâlik İbnu´l-Huveyris´in hasta olmadığını, onun Resûlullah´ın namazıyla ilgili bu tasvirinin, kendi rivâyeti olan “Beni namaz kılarken nasıl gördü iseniz siz de öyle kılın” emrini yerine getirmeye yönelik olduğunu söylemişlerdir. Ancak Tahâvî´nin esas aldığı vecihle de istidlal ederek, celsetü´l-istirâha´nın vâcib olmadığını, terketmenin de câiz olduğunu göstermek için terkettiğini söyleyen olmuştur.
Celsetü´l-İstirâha´nın müstehap olmadığını söyleyenlere gelince, bunlar şu hadisle istidlâl etmişlerdir: َ تُبَادِرونِى بِالْقِيَامِ وَالْقُعُودِ فَاِنِّى قَدْ بَدَّنْتُ “Gerek oturmada ve gerekse kıyamda benden evvel davranmayın. Ben artık yaşlandım (bunları yapmakta gecikebilirim).” Öyle ise Resûlullah´ın gecikmesi bu sebepten ileri gelmekteydi. Bu durumda aynı şekilde mazereti olmayanın celsetü´l-istirâha´da bulunması meşrû olmaz. Şu halde çok kısa bir müddete şâmil olan bu oturuş, kıyâmlarda meşrû olan yeni bir tekbiri gerektirmez, zaten o da kıyâma geçiş safhalarına dahildir.
Görüldüğü üzere, bu hadis muhtelif yorumlara, münâkaşalara sebep olmuştur. Daha fazla teferruâta girmeyi gereksiz görüyoruz.[409]
RÜKÛ VE SECDELERİN MİKTARI
ـ1ـ عن سعيد بن جبير قال: ]سَمِعْتُ أنَسَ بْنَ مَالِكٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه يقولُ: مَا صَلَّيْتُ وَرَاءَ أحَدٍ بَعْدَ رسولِ اللّهِ # أشْبَهَ صََةً بِرسُولِ اللّهِ # مِنْ هذَا الْفَتى، يَعْنِى عُمَرَ بنَ عَبْدِ الْعَزيزِ. قالَ: فَحَزَرْنَا في رُكُوعِهِ عَشَرَ تَسْبِيحَاتٍ، وَفي سُجُودِهِ مِثْلَهُ[. أخرجه أبو داود والنسائى .
1. (2583)- Saîd İbnu Cübeyr (rahimehullah) anlatıyor: “Enes İbnu Mâlik (radıyallâhu anh)´i dinledim şöyle diyordu: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan sonra, namazı Resûlullah ´ın namazına bu derece benzeyen, şu gençten yani Ömer İbnu Abdilaziz´den başka birinin ardında namaz kılmadım.”
Enes (devamla) dedi ki: “Rükûsunda on tesbihât, secdelerinde de o kadar tesbihat tahmin ettik.”[410]
AÇIKLAMA:
Hz. Enes, Ömer İbnu Abdilaziz´in rükû ve secdelerinde on kadar tesbihât tahmin ettiklerini söyler. Bu ifadeden Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´n rükû ve secdelerde tesbihâtı onar aded tekrar ettiği anlaşılır. Böylece bu rivâyet, rükû ve secdenin kemâli için tesbihâtı onar aded tekrar etmek gerekir hükmünde olanları te´yid eder.
Bu hususta esas olan şudur: Namazını yalnız kılan kimse tesbihâtı ne kadar çok tutarsa evlâdır. Resûlullah´ın tesbihâtı uzun tuttuğunu beyan eden rivâyetler Aleyhissalâtu Vesselâm´ın tek başına kıldığı namazlarla ilgilidir. Cemaati sıkmadığından emin olan imam için de hüküm böyledir. Resûlullah´ın bazı rivâyetlerde “Rükû yaptığınız zaman en az üç kere Sübhâne Rabbiye´l-Azîm deyin, secde yapınca da en az üç kere Subhâne Rabbiye´l-a´lâ deyin” buyurmuştur.[411]
ـ2ـ وعن السعدى عن أبيه عن عمه قال: ]رَمَقْتُ رسولَ اللّهِ # في صََتِهِ فَكَانَ يَتَمَكَّنُ في رُكوُعِهِ وَسُجودِهِ قَدْرَ مَا يَقُولُ سُبْحَانَ اللّهِ وَبِحَمْدِهِ ثََثاً[. أخرجه أبو داود.
2. (2584)- es-Sa´dî babasından veya amcasından naklediyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a namazını kılarken dikkatle baktım, rüku ve secdelerinde üçer kere subhânallâhi ve bihamdihi diyecek kadar duruyordu.”[412]
AÇIKLAMA:
Bu hadise göre musalli, rükû ve secdelerde tesbihât yaparken üçten az söylerse sünneti terketmiş olmaktadır. Mâverdi, rükû ve secdelerin mükemmel olması için tesbihât sayısının onbir veya dokuz veya bunun ortası olan beş olmasını tavsiye eder, “Bir kere söylemek de kâfidir” der. Tirmizî´nin İbnu´l-Mubârek, İshâk İbnu Râhûye´den yaptığı rivayete göre, “imamın beş kere tesbihâtta bulunması müstehabtır.” Şu da bir gerçek ki, tesbihâtın kemalini gösteren rakam ileri sürmek delile dayanmaz. Namazın uzunluğuna göre tesbihâtın sayısı artırılabilir, bunun rakamla kayıdlanması gerekmez. Neylü´l Evtâr´da tesbihât dokuzdan fazla olursa sehiv secdesi gerekir, üçten fazla yapıldığı takdirde çift olmayıp tek olması müstehabtır” gibi hükümlerin de delile dayanmadığı belirtilir.[413]
ـ3ـ وعند غُندر قال: ]غَلَبَ عَلى الْكُوفَةِ زَمَنَ ابْنِ ا‘شْعَثِ مَطَرُ بنُ نَاجِيَةَ فأمَرَ أبَا عُبَيْدَةَ بن عَبْدِ اللّهِ أنْ يُصَلِّى بِالنَّاسِ. فَكَانَ إذَا رَفَعَ رَأسَهُ مِنَ الرُّكُوعِ قَامَ قَدْرَ مَا أقُولُ: اللَّهُمَّ رَبَّنَا وَلَكَ الحَمْدُ مِلْءَ السَّمَواتِ وَمِلْءَ ا‘رْضِ وَمِلْءَ مَا شِئْتَ مِنْ شَىْءٍ بَعْدُ أهْلَ الثَّنَاءِ وَالمَجْدِ. َ مَانِعَ لِمَا أعْطَيْتَ، وََ مُعْطِى لِمَا صَنَعْتَ، وََ ينْفَعُ ذَا الجَدِّ مِنْكَ الجَدُّ[.قال: الحكم: فذكرت ذلك لعبد الرحمن بن أبى ليلى. فقال: ]سَمِعْتُ البَرّاءَ ابنَ عَازِبٍ يَقُولُ: كانَتْ صََةُ رسولِ اللّهِ #، قِيَامُهُ وَرُكُوعُهُ وَإذا رَفَعَ رَأسَهُ مِنَ الرُّكُوعِ وَالسُّجُودِ وَمَا بَيْنَ السَّجْدَتَيْنِ قَر ِيباً مِنَ السَّوَاءِ. قالَ شُعْبَةُ: فََذَكَرْتُهُ لِعَمْرِو بنِ مُرَّةَ. فقَالَ: قَدْ رَأيْتُ ابنَ أبى لَيْلَى فَلَمْ تَكُنْ صََتُهُ هكذَا[. أخرجه الخمسة .
3. (2585)- Gunder´in bir rivayetinde denir ki: “İbnu´l-Eş´as zamanında Kûfe´ye Mataru´bnu Nâciye (adında biri) galebe çaldı. (İbnu Abbâs´ın oğlu) Ebû Ubeyde İbnu Abdillah´a halk´ın önüne geçip namaz kıldırmasını emretti. Ebû Ubeyde, (namaz kıldırırken) başını rükûdan kaldırdığı zaman ben: “Allahümme Rabbenâ ve leke´lhamdü mil´e´ssemâvât ve mil´e´l-ardı ve mil´e mâ şi´te min şey´in ba´du. Ehle´ssenâi ve´lmecdi, Lâ mâni´a limâ a´tayte ve lâ mu´tiye limâ mena´te. Ve lâ yenfe´u zâ´lceddi minke´lceddü” duâsını okuyuncaya kadar kıyamda dururdu.”[414]
el-Hakem der ki: “Bunu ben Abdurrahman İbnu Ebî Leylâ´ya zikrettim. Dedi ki: “Berâ İbnul-Âzib (radıyallâhu anh)´i işittim: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kıldığı namazın rükûsu, secdesi, rükû ve secdeden başını kaldırdığı zamanki ve iki secde arasındaki (fâsılaları) birbirine yakın uzunlukta idi” demişti.”
Şu´be der ki: “Ben bunu Amr İbnu Mürre´ye söyledim. O da: “Ben, İbnu Ebî Leylâ´yı gördüm, onun namazı böyle değildi” dedi.”[415]
ـ4ـ وفي أخرى للشيخين قال: ]كانَ رُكُوعُ النَّبىِّ # وَسُجُودُهُ وَبَيْنَ السَّجْدَتَيْنِ وَإذَا رَفَعَ رَأسَهُ مِنَ الرُّكُوعِ، مَا خََ الْقِيَامَ وَالْقُعُودَ، قَرِيباً مِنَ السَّوَاءِ[ .
4. (2586)- Sahiheyn´in diğer bir rivayetinde şöyle gelmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın rükû ve secdesi ve iki secde arasındaki (fâsıla ile), rükûdan başını kaldırdığı zamanki (fâsıla) -kıyam ve ku´ûd (oturma) hariç- birbirine yakın miktardaydı.”[416]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisler rükû ve secde ile bunlar arasındaki fâsılaların uzunluk miktarını tesbite mahsus rivayetlerdir. Bunlar, namazda kırâat ve teşehhüd´ün hafif; rükû, sücûd ve onlar arasındaki tume´nîne denen fâsılaları uzunca tutmaya delildir.[417]
2- Hadiste geçen “birbirine yakın miktardaydı” tabiri, rükû ve secde ve arasındaki tuma´nîne fâsılalarının uzunlukça tam eşit olmayıp bazılarının azçok kısa, bazılarının da azçok uzun olduğunu gösterir. Ancak, pek bâriz farklılık yoktur. Bu ifade açık şekilde kırâat ve teşehhüdün uzatılmadığını, ama rükû ve secdelerin de aceleye getirilmeyip ta´dîle uygun şekilde ağır ağır yapıldığını gösterir.
Ancak, daha önce kaydettiğimiz üzere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın uzun sûreler okuması (2540, 2550 vs.) da mevzubahistir. Bu rivayetlerle onlar arasında bir teâruz mevcut değildir. Âlimler Resûlullah´ın bazan öyle, bazan böyle kıldığını, şartlara göre hem uzun hem de kısa sûreler okuduğunu belirtmişlerdir.[418]
ـ5ـ وعن زيد بن وهب قال: ]رَأى حُذَيْفَةُ رَجًُ يُصَلِّى نَطَفَّفَ. فقَالَ لَهُ حُذَيفةُ: مُذْكَمْ تُصلِّى هذِهِ الصََّةَ؟ قالَ: مُنْذُ أرْبَعِينَ سَنَةً. قالَ: مَا صَلَّيْتَ مُنْذُ أرْبَعِينَ سَنَةً. وَلَوْ مُتَّ وَأنْتَ تُصَلِّى هذِهِ الصَََّةَ مُتَّ عَلى غَيْرِ فِطْرَةِ مُحَمَّدٍ # ثُمَّ قالَ: إنَّ الرَّجُلَ لَيَخَفِّفُ وَيُتِمُّ ويُحْسِنُ[. أخرجه البخارى والنسائى، واللفظ له .
5. (2587)- Zeyd İbnu Vehb anlatıyor: “Huzeyfe (radıyallâhu anh) bir adamın namaz kılarken hîle yaptığını görmüştü.
“Sen bu namazı ne zamandan beri kılıyorsun ” diye sordu. Adamcağız:
“Kırk yıldan beri!” dedi. Huzeyfe “Öyleyse kırk yıldan beri namaz kılmadın (bütün kıldıkların boşa gitmiş). Şâyet bu şekilde namaz kılarak ölecek olursan Muhammed´in fıtratından başka bir fıtrat üzere öleceksin!” dedi ve ilave etti:
“Kişi namazı hafif kılar (ama buna rağmen) tam kılar, güzel kılar!”[419]
AÇIKLAMA:
1- Hîle diye çevirdiğimiz kelimenin aslı tatfîfdir ve ölçüde, tartıda eksik yaparak hîle yapmak mânasına gelir. Burada namazı eksik bırakmak, rükünlerin hakkını vermemek mânasına gelir. Buhârî, hadisi iki ayrı bâbta kaydeder. Bir bâbın ismi “musalli rükûyu tamamlamazsa”; diğer bâbın ismi “musalli sücûdu tamamlamazsa” dır. Şu halde hîle´den maksad rükû ve secdeleri alelacele yapıp eksik bırakmaktır. Huzeyfe (radıyallâhu anh) bu şekilde kılınan namazı “sanki kılınmamış” olarak tavsif etmektedir. Nitekim Resûlullah da rükû ve sücûdu gerekli şekilde yapıp, tamamlamadan eksik bırakan Hallâd İbnu Râfi´e: اِرْجِعْ فَصَلِّ فَاِنَّكَ لَمْ تُصَلِّ “Dön, yeniden kıl, zîra sen namaz kılmadın” demiştir.
Gerek Resulûlullah´ın ve gerekse Huzeyfe´nin namazı inkarları, bir rüknünün eksikliği sebebiyledir. Bazı âlimler, bu hadisten hareketle “namazı terkeden kâfir olur” hükmüne varmıştır. Ayrıca, hadiste geçen “Muhammed´in fıtratından başka bir fıtrat üzerine öleceksin” tabiri de dikkat çekmiştir. Fıtrat kelimesi dîn mânasını da taşır. Bu duruma göre, namazın şartlarına uymadan kılınması “Muhammed´in dininden başka bir din üzere ölmek” gibi bir mâna ifade etmiş olmaktadır. Bu mâna da namazı terkeden kimseyi tekfir edenlere bir delil olmaktadır.
Ancak bir kısım âlimler bunu zecrde mübâlağa olarak değerlendirmiş, tekfire taraftar olmamıştır. Bunlar, fıtrat´ın sünnet mânasını da hatırlatarak “Muhammed´in sünnetinden başka bir sünnet üzere ölmek” diye te´vili daha muvâfık bulmuşlardır. Bazı âlimler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın burdaki nefyini kemalin nefyi olarak anlarlar ve misal olarak: َ يَزْنِى الزَّانِى حِينَ يَزْنِى وَهَوَ مُؤْمِنٌ “Zânî, mü´min olarak zinâ etmez” hadisinde zinâ edenden îman nefyedilmiş gibi görünürse de “kâmil mânada imanın nefyedildiği tahkîk sonucu ortaya konmuştur. Öyle ise burada da namazın aslı değil, kemâli nefyedilmiş olmalıdır demişlerdir. Hattâbî der ki: “Burada fıtrat´ın mânası milletdir (din). Aleyhissalâtu vesselâm, bu sözüyle adamı kötü davranışı sebebiyle tevbîh etmek istemiştir, tâki gelecekte bu davranıştan vazgeçsin. Bununla dinden çıktığını kastetmemiştir.” et-Teymî de: “Namaz, fıtrat olarak tesmiye edilmiştir, çünkü îman bağlarının en büyüğü odur” der.
Hadisin sonunda namazın mükemmel olması için mutlaka uzun kılınması gerekmediğine de dikkat çekilmiştir: “Kişi hafif bile kılsa tam ve güzel yapabilir namazını” denmektedir.[420]
ـ6ـ وعن عبدالرحمن بن شِبْل قال: ]نَهى رَسولُ اللّهِ # عَنْ نَقْرَةِ الْغُرَابِ، وَافْتَراشِ السَّبُعِ، وَأنْ يُوَطِّنَ الرَّجُلُ بِالمَكَانِ الَّذِى في المَسْجِدِ كَمَا يُوطِّنُ الْبَعِيرُ[. أخرجه أبو داود والنسائى.»نقرةُ الغرابِ« المتابعة بين السجدتين من غير طمأنينة بينهما.»وافتراشُ السبعِ« أن يضع ساعديه على ا‘رض في السجود كالكلب وغيره من السباع.وقوله: »وأنْ يُوطِّنَ الرَّجُلُ بِالمَكانِ كَما يُوطِّنُ البَعِيرُ« معناه أن يألف مكاناً معلوماً من المسجد يصلى فيه يعدوه كالبعير يأوى من عَطَن ا“بل إ إلى مكان قد اعتاده.
6. (2588)- Abdurrahman İbnu Şibl (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) karga gagalamasından, vahşi hayvanlar gibi kolları yaymaktan, kişinin mescidde deve gibi mekân tutmasından nehyetti”[421]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadiste namazla ilgili üç âdâb beyan etmektedir:
* İki secde arasında bir miktar oturmaya (tuma´nîne) yer vermeden çabucak ikinci secdeye gitmeyi karga gagalaması olarak tavsif etmiştir. Çünkü karga da bir leşe rastlayınca gagalarını peş peşe aralıksız saplar.
* Musalli´nin secde sırasında kollarını yere yaymasını da vahşi hayvanların yatma sırasında (ön ve arka) bacaklarını yere yaymasına benzetmiştir. Halbuki kollar yana doğru çıkmış ve dirsekler havada olmalıdır.
* Namaz kılan kimse mescidde aynı yere alışıp, her gelişinde orada namaz kılmamalıdır. Bu davranış hadiste “deve gibi mekan tutmak” tabiriyle yasaklanmıştır. Çünkü develer ağıllarda her seferinde aynı alıştıkları yere ıharak yatmayı tercih ederler. [422]
RÜKÛ VE SUCÛDUN ŞEKLİ
ـ1ـ عن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]عَلّمْنَا رَسولُ اللّهِ # الصََّةَ فَكَبَّرَ وَرَفَعَ يَدَيْهِ. فَلَمَّا رَكَعَ طَبّقَ يَدَيْهِ بَيْنَ رُكْبَتَيْهِ. قالَ: فَبَلَغَ ذَلِكَ سَعْداً. فَقَالَ: صَدَقَ أخِى كُنَّا نَفْعَلُ هذَا ثُمَّ أُمِرْنَا بِهذَا، يَعْنِى ا“مْسَاكَ عَلى الرَّكْبَتَيْنِ[. أخرجه أبو داود والنسائى .
1. (2589)- İbnu Mes´ûd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize namazı şöyle öğretti: “Önce tekbir getirdi iki elini kaldırdı. Rükûya gittiği zaman ellerini dizlerinin arasında kavuşturdu.”
Râvi der ki: “Sa´d´a bu haber ulaşınca:
“Kardeşim doğru söyledi. Biz böyle yapardık, sonra şununla emredildik dedi ve bununla diz kapaklarını kavrayıp avuçlamayı kastetti.”[423]
AÇIKLAMA:
Burada, rükû sırasında elleri, tatbîk denen bir şekilde koymak mevzubahis olmaktadır. “Tatbîk”, ellerin avuçlarını -parmakların arasını açmaksızın- birbiri üzerine kapamaktır. Şu halde İbnu Mes´ûd rükûda ve teşehhüdde birbirine kapanmış vaziyetteki elleri dizlerinin arasına koymuştur. Nevevî der ki: “Bizim ve bütün ulemanın bu meseledeki mezhebi şudur: Sünnet ellerin diz kapakları üzerine konmasıdır. “Tatbîk” ise mekruhtur. Sadece İbnu Mes´ud ve onun iki arkadaşı Alkame ve Esved bu meselede istisnâdırlar. Bunlar “tatbîk”in sünnet olduğunu söylerlerdi. Zira onlara bunun neshedildiği ulaşmamış idi. Halbuki Sa´d İbnu Ebî Vakkâs (radıyallâhu anh)´ın rivayeti neshi ifade etmektedir. Doğrusu, cumhurun benimsemiş olduğu sarih nesihtir.”[424]
ـ2ـ وعن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سُنَّتْ لَكُمُ الرُّكَبُ فَأمْسِكُوا بِالرُّكْبِ[ أخرجه الترمذي والنسائى.
2. (2590)- Hz. Ömer (radıyallâhu anh) demiştir ki: “Diz kapağı(nı tutmak) sizin için sünnet kılınmıştır. Öyle ise rükûda diz kapaklarını kavrayın.”[425]
AÇIKLAMA:
Hz. Ömer de rükû sırasında ellerle diz kapaklarının kavranacağını rivayet etmektedir. Bir başka rivayette: “(Rükûda) sünnet, diz kapaklarından yakalamaktır” demiştir. Tirmizî´deki rivayette ise şöyle buyurmuştur: “Diz kapakları peygamberinizin sünnetidir, öyleyse (rükûda) diz kapaklarını yakalayın.” Rivayet Beyhakî´de şöyle gelmiştir: “Biz rükûya gittiğimiz zaman ellerimizi dizlerimizin arasına koyardık. Hz. Ömer: “(Namaz) sünnetlerinden biri de dizlerden tutmaktır” dedi.” İbnu Hacer bu rivayetin merfû olduğunu belirtir ve: “Çünkü der, Sahâbî, şu sünnettir, şöyle yapmak sünnettir dedi mi bu ref´e delâlet eder.” Merfû demek Hz. Peygamber´e nisbet edilen demektir.[426]
ـ3ـ وعن أبى إسحاق قال: ]وَصَفَ لَنَا الْبَرَاءُ بنُ عَازِبٍ السُّجُودَ فَوضَعَ يَدَيْْهِ وَاعْتَمَدَ عَلى رُكْبَتَيْهِ وَرَفَعَ عَجِيزَتَهُ وقالَ: هكَذَا كَانَ رسُولُ اللّهِ # يَسْجُدُ[.وفي أخرى: »كَانَ رَسُولُ اللّهِ # إذَا صَلّى جَنَّحَ«. أخرجه أبو داود والنسائى.ومعنى »جَنَّحَ« أى جافى يديه عن جنبيه فصارا له مثل الجناح .
3. (2591)- Ebû İshak anlatıyor: “Berâ İbnu Âzib (radıyallâhu anh) bize secdeyi şöyle vasfeyledi: Ellerini (yere) koydu, dizleri üzerine dayandı, kalçasını (havaya) kaldırdı ve: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle secde yaparlardı” buyurdu.”
Bir diğer rivayette: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaz kılınca kollarını kanat gibi yanlarına açardı” denmiştir.”[427]
ـ4ـ وعن البراء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا سَجَدْتَ فَضَعْ كَفّيْكَ وَارْفَعْ مِرْفَقَيْكَ[. أخرجه مسلم والترمذي .
4. (2592)- Berâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Secde ettiğin zaman ellerini yere koy, dirseklerini (havaya) kaldır.”[428]
ـ5ـ وفي رواية للترمذي قال: ]قُلْتُ لِلْبَراءِ: أيْنَ كانَ النّبىُّ # يَضَعُ وَجْهَهُ إذَا سَجَدَ؟ قالَ: بَيْنَ كَفّيْهِ[ .
5. (2593)- Tirmizî´nin bir rivayetinde şöyle gelmiştir: “Berâ´ya: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) secde edince yüzünü nereye koyardı ” diye sordum.
“Ellerinin arasına” diye cevap verdi.”[429]
ـ6ـ وعن عبداللّه بن مالك بن بحينة قال: ]كانَ النّبىُّ # إذَ صَلّى فَرَّجَ بَيْنَ يَدَيْهِ حَتَّى يَبْدُو بَيَاضُ إبْطَيْهِ[. أخرجه الشيخان والنسائى .
6. (2594)- Abdullah İbnu Mâlik İbni Buhayne (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazda secdeye gidince ellerinin arasını, koltukaltı beyazlıkları görününceye kadar açardı.”[430]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen ellerinin arasını açmaktan maksad ellerini yan taraflarından uzaklaştırmak mânasına gelir. Kurtûbî, secde sırasında ellerin arasını açmanın hikmetini, secdeyi rahat yapmakla îzah eder: “Yüz, yere hafifçe dayanmış olur, ne alnı ne de burnu secde sırasında (çöken ağırlıktan) müteessir olmaz ve böylece yere değme sırasında rahatsızlık hissetmez.” Başka âlimler de: “Bu şekildeki secde ile, hem a´zâmi ölçüde tevâzu izhâr etmiş olur; hem de alın ve burun tembellerin durumuna zıdlık içerisinde yere en iyi şekilde konmuş olur” demiştir. Nâsıruddin İbnu´l-Münîr bu tarz secdede bir başka hikmet görür: “Her uzuv secdede kendini müstakillen izhâr eder ve (diğerlerinden) ayrılır. Böylece tek bir insan, secdesi esnasında, birçok imiş gibi olur. Bunu icâb ettiren husus her bir uzvun tek başına müstakil olması, secdesinde de bir diğerine dayanmama gereğidir. Bu hal, safta birbirine değerek bütünleşmeye zıddır. Çünkü saf hali, musallilerin tek bir vücût gibi, aralarında birlik izhâr etmeleri gereken haldir.”[431]
ـ7ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ النّبىَّ # قالَ: إذَا سَجَدَ أحَدُكُمْ فََ يَفْتَرِشُ ذِراعَيْهِ افْتِرَاشَ الكَلْبِ[. أخرجه الترمذي .
7. (2595)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Biriniz secde edince kollarını, köpeğin yayması gibi yere yaymasın.”[432]
AÇIKLAMA:
Secde sırasında kollar havaya kaldırılacak, yere değdirilmeyecektir. Resûlullah yere bırakmanın mekruh olduğunu, yatan köpeklerin bacaklarını yere sermelerine teşbih buyurarak ifade etmiş olmaktadır.[433]
ـ8ـ وعن عامر بن سعد عن أبيه رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ النّبىَّ # أمَرَ بوَضْعِ اليَدَيْنِ وَنَصْبِ الْقَدَمَيْنِ[. أخرجه الترمذي .
8. (2596)- Âmir İbnu Sa´d babasından (Sa´d´dan) (radıyallâhu anh) naklediyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (secdede) ellerin yere konulmasını, ayakların da dikilmesini emretti.”[434]
ـ9ـ وعن أبى حميد الساعدى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كانَ النّبىُّ #: إذَا رَكَعَ اعْتَدَلَ وَلَمْ يَنْصِبْ رَأسَهُ وَلَمْ يُقْنِعُهُ وَوَضَعَ يَدَيْهِ عَلى رُكْبَتَيْهِ، وَإذَا أهْوَى إلى ا‘رْضِ سَاجِداً جَافى عَضُدَيْهِ عَنْ إبْطَيْهِ وَفَتَحَ أصَابِعَ رِجْلَيْهِ[. أخرجه النسائى .
9. (2597)- Ebû Humeyd es-Sâidî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) rükû yapınca itidali muhafaza eder, başını (yukarı) dikmez, (aşağı da) eğmezdi. Ellerini dizkapaklarının üzerine koyardı. Secde için yere eğilince adalelerini koltuk kısmından yana açardı. Ayaklarının parmaklarını da aralardı.”[435]
AÇIKLAMA:
1- Teysîr, Nesâî´de iki ayrı bâbta geçen hadisi birleştirmiştir.
2- Rükûda itidalden maksad -Sindî´nin açıklamasına göre- vücûdun ne fazla yüksek tutulması ne de fazla eğilmesidir. Nitekim arkadan gelen şu ifade, itidalden maksadı açıklamaktadır: “Başını (yukarı) dikmez, (aşağı da) eğmezdi.”[436]
ـ10ـ وعنه أيضاً رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ النّبىَّ #: كانَ إذَا سَجَد أمْكَنَ أنْفَهُ وَجَبْهَتَهُ مِنَ ا‘رْضِ وَنَحَّى يَدَيْهِ عَنْ جَنْبَيْهِ وَوَضَعَ كَفّيْهِ حَذْوَ مَنْكِبَيْهِ[. أخرجه الترمذي وصححه .
10. (2598)- Yine Ebû Humeyd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) secde ettiği zaman, burnunu ve alnını yere koyardı. Ellerini yanlarından aralardı, avuçlarını omuzları hizasına koyardı.”[437]
ـ11ـ وعن وائل بن حُجُر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ النّبىُّ # إذَا سَجَدَ وَضَعَ رُكْبَتَيْهِ قَبْلَ يَدَيْهِ، وإذَا نَهَضَ رَفَعَ يَدَيْهِ قَبْلَ رُكْبَتَيْهِ[. أخرجه أصحاب السنن .
11. (2599)- Vâil İbnu Hucr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) secde edince, yere, dizkapaklarını ellerinden önce koyardı. Kalkınca da ellerini dizkapaklarından önce kaldırırdı.”[438]
ـ12ـ وفي أخرى ‘بى داود: ]فَلَمَّا سَجَدَ وََضَعَ جَبْهَتَهُ بَيْنَ كَفّيْهِ، وإذَا نَهَضَ نَهَضَ عَلى رُكْبَتَيْهِ وَاعْتَمَدَ عَلى فَخِذِهِ[ .
12. (2600)- Ebû Dâvud´un diğer bir rivayetinde şöyle gelmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) secdeye gidince alnını ellerinin arasına koydu, kalkınca da dizkapaklarının üzerine kalktı ve dizlerine dayandı.”[439]
AÇIKLAMA:
Son iki hadis, secdeye giderken önce dizlerin sonra ellerin yere konacağını, secdeden kıyâma kalkarken de önce ellerin, sonra da dizlerin yerden kaldırılacağını, ifade ediyor. Bu şekilde hareket edilmesi cumhurun müşterek görüşüne göre sünnet kabul edilmiştir.[440]
ـ13ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قالََ: ]قال رَسُولُ اللّه #: إذَا سَجَدَ أحَدُكُمْ فََ يَبْرُكُ كَمَا يَبْرُكُ الْبَعِيرُ، يَضَعَ يَدَيْهِ قَبْلَ رُكْبَتَيْهِ[. أخرجه أصحاب السنن .
13. (2601)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Biriniz secde edince, devenin çöküşü şeklinde yere çökmesin, yani ellerini dizlerinden önce yere koymasın.”[441]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, önceki hadisi te´yid eder mahiyettedir. Orada, secde sırasında önce dizlerin sonra ellerin konulması emredilirken, burada ellerin dizlerden önce yere konması yasaklanmakta ve bu hal devenin yere çöküşüne benzetilmektedir.[442]
ـ14ـ وعن على رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أن النَّبى # قالَ له: يَا عَلىُّ إنِّى أُحِبُّ لَكَ مَا أحِبُّ لِنَفْسِى، وَأكْرَهُ لَكَ مَا أكْرَهُ لِنَفْسِى؛ فََ تُقْعِ بَيْنَ السَّجدَتَيْنِ[. أخرجه الترمذي.»افعاء« في الصة أن يُلصق أليتيه با‘رض وينصب ساقيه ويضع يديه با‘رض كما يقعد الكلب في بعض حاته.و»اقعاء« عند الفقهاء أن يضع أليته على عقبه بين السجدتين .
14. (2602)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana şunu söyledi: “Ey Ali! Ben, kendim için sevdiğimi senin için de seviyorum, kendim için hoşlanmadığımı senin için de hoşlanmıyorum, öyleyse iki secde arasında ik´âda bulunma.”[443]
AÇIKLAMA:
İk´âyı açıklama hususunda âlimler fazlaca ihtilaf ederler. Nevevî der ki: “Gözardı edilemeyecek gerçek şu ki ik´â iki çeşittir: Biri, kişinin kabalarını yere yapıştırıp bacaklarını dikmesi ve ellerini de yere koymasıdır, tıpkı köpeklerin ik´âsı gibi. Lügatcilerden bir çoğu ve bu meyanda Ebû Ubeyd Ma´mer İbnu´l-Müsennâ ve arkadaşı Ebû Ubeyde el-Kâsım İbnu Sellâm kelimeyi böyle açıkladılar. Yasaklama bu çeşit ik´â ile ilgili ve bu mekruhtur.
İkinci çeşit ik´â´ya gelince, bu iki secde arasında kabalarını, ökçeleri üzerine koymaktır.” Şu halde yasaklanan ve mekruh addedilen ik´â birincisidir.[444]
ـ15ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]نَهَى رسولُ اللّهِ أنْ يَجْلِسَ الرَّجُلُ في الصََّةِ وَهُوَ مُعْتَمِدٌ عَلى يَدَيْهِ[. أخرجه أبو داود.وفي أخرى: »نَهَى أنْ يَعْتَمِدَ الرَّجُلُ عَلى يَدَيْهِ إذَا نَهَضَ مِنَ الصََّةِ« .
15. (2603)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (namazda) kişinin, elleriyle yere dayanarak oturmasını yasakladı.”[445]
Bir başka rivayette şöyle gelmiştir: “[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)] namazdan kalkarken kişinin ellerine dayanmasını yasakladı.”[446]
AÇIKLAMA:
Namazın teşehhüd kısmında otururken eller dizlerin üzerine konmalıdır, sünnet olan oturuş budur. Sadedinde olduğumuz rivayetler hiçbir mazeret olmadan, teşehhüd sırasında ellerin dizlerin üzerinden kaldırılıp yere dayanarak oturmayı yasaklamaktadır. Hatta son rivayet, teşehhüdden kalkış sırasında da ellerin yere dayanmasını yasaklamaktadır. Ebû Hanîfe, kalkarken yere dayanmaksızın ayakların sırtı üzerinde kalkmak gerektiğini söylemiştir.
Bu hadisin geniş açıklaması daha önce geçti (2519 numaralı hadis)[447]
ـ16ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كانَ النّبىُّ # يَنْهَضُ في الصََّةِ عَلى صُدُورِ قَدَمَيْهِ[. أخرجه أبو داود .
16. (2604)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazda ayaklarının sırtı üzerinde kalkardı.”[448]
AÇIKLAMA:
Tirmizî şârihi Mübârekfûrî, “ayaklarının sırtı üzere kalkma” tabirini, “Oturmaksızın kalkardı” diye açıklar ve devamla der ki: “Bu hadisle, celsetü´l-istirâha´nın[449] sünnet olmadığını söyleyenler istidlâl ederler. Ancak hadis zayıftır, istidlâl edilmez.”
Tirmizî bu hadisi değerlendirirken “Ehl-i ilm bununla amel etmiştir” der. Ancak, Mubârekfûrî bu ifadeyi de tenkid ederek: “Tirmizî şâyet: “Bu hadisle bazı ehl-i ilim amel etmiştir” deseydi daha iyi olurdu” der. Hadisle ilgili bazı münâkaşaları aktarmayı gereksiz görüyoruz.[450]
ـ17ـ وعن مالك بن الحويرث رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّهُ رَأى النّبىَّ # يُصَلِّى فإذَا كَانَ في وَتْرٍ مِنْ صََتِهِ لَمْ يَنْهَضْ حَتَّى يَسْتَوِىَ قاعِداً[. أخرجه الخمسة إ مسلماً .
17. (2605)- Mâlik İbnu´l-Huveyris (radıyallâhu anh)´in anlattığına göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı namaz kılarken görmüştür. Efendimiz, tek rekatte iken, tam bir oturuş vaziyeti almadan kalkmamıştır.”[451]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, tek rekatların sonunda kıyâma kalkmazdan önce yapılması -Şâfiî gibi bazı fakih ve muhaddislerce benimsenen- celsetü´l-İstirâha´nın meşruiyyetine delildir. Mâlik İbnu´l-Huveyris´ten yapılan bazı rivayetlerde buna yer verildiği halde bazı rivayetlerde yer verilmemiş olması, celsetü´l- istirâha´nın meşruiyyetini inkar edenlere delil olmuştur. Bu görüşte olan Tahâvî bazı rivayetlerde yer verilen celsetü´l-istirâha´nın yaşlılık, hastalık gibi bir mazeretten ileri geldiğini söyler ve “şâyet dinde böyle bir şey olsaydı hususi bir beyanla teşrî edilirdi- böyle bir beyan yoktur” der.
Bu konuda bazı mütâlaaları 2582 numaralı hadisin izahında kaydettik, burada tekrar etmeyeceğiz.[452]
ـ18ـ وعن نافع: ]أنَّ ابنَ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما كَانَ إذَا سَجَدَ وَضَعَ كَفّيْهِ عَلى الَّذِى يَضَعُ عَلَيْهِ، وَلَقَدْ رَأيْتُهُ في يَوْمٍ شَدِيدِ الْبَرْدِ، وَإنَّهُ لَيُخْرِجُ كَفّيْهِ مِنْ تَحْتِ بُرْنُسٍ لَهُ حَتَّى يَضَعَهُمَا عَلى الحَصْبَاءِ[. أخرجه مالك .
18. (2606)- Nâfî (rahimehullah) anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) secde ettiği zaman ellerini, yüzünü koyduğu şeyin üzerine koyardı. Ben O´nu çok soğuk bir günde gördüm, ellerini (giymekte olduğu) bürnusunun altında çıkarmış çakılların üzerine koymuştur.”[453]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, ellerin de aynen yüz gibi secdede yere değmesinin sünnet olduğunu ifade etmektedir. Secde edilen mahal her ne ise, eller de alın gibi, araya herhangi bir hâil (mâni) girmeden değmelidir. İbnu Ömer çok soğuk bir günde bu maksadla elini cübbesinin içerisinden çıkararak soğuk olduğu anlaşılan çakıllarının üzerine başı ile birlikte koymuştur. Böyle yapmak sünnet olmasaydı cübbesinin gerisinden de ellerini yere koyabilirdi.
Şunu da belirtelim ki, İbnu Ömer bunu amelin efdalini tahsil için yapıyordu, vecîbe olarak değil. Nitekim Tâbiînden birçok kimsenin elleri elbiselerinin içinde olduğu halde secde ettikleri rivayet edilmiştir.[454]
ـ19ـ وعن مَجزأة بن زاهر عن رجل من أصحاب الشجرة اسمه أهبان بن أوْس: ]وَكَانَ يَشْتَكِى رُكْبَتَيْهِ. فَكَانَ إذَا سَجَدَ جَعَلَ تَحْتَ رُكْبَتَيْهِ وِسَادَةً[. أخرجه البخارى.
19. (2607)- Mecze´e İbnu Zâhir, Ashâbu Şecere´den Uhbân İbnu Evs´ten naklettiğine göre, Uhbân “Diz kapaklarından rahatsızdı, secde ettiği zaman dizkapağının altına minder koyardı.”[455]
ـ20ـ وعن نافع: ]أنَّ ابنَ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما كانَ يَقُولُ: إذَا لَمْ يَسْتَطِعْ المَرِيضُ السُّجُودَ أوْمَأَ بِرَأسِهِ وَلَمْ يَرْفَعْ إلى جَبْهَتِهِ شَيْئاً[. أخرجه مالك .
20. (2608)- Nâfî (rahimehullah) anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) şöyle derdi: “Hasta kimse secde etmeye muktedir olamazsa başıyla ima eder, alnına herhangi bir şey kaldırmaz.”[456]
AÇIKLAMA:
Son iki rivayet, mazereti olanların namaz esnasında bazı kolaylıklardan istifade edebileceğini göstermektedir. Birincide diz kapağının altına, gereğinde yumuşak birşeyler koymaya cevaz verilmektedir. İkincide secde edemeyecek durumda olanların yere ima ederek secde yapacağını ve fakat eliyle bir şey kaldırarak secde yerine geçmek üzere alnına değdirmeyeceğini ifade etmektedir. Ulemanın çoğu bunu mekruh addetmiştir. Ancak İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) ile Urve´nin câiz addettiği bilinir. İbnu Abdilberr, Ümmü Seleme´nin rahatsızlığı sebebiyle koluna secde ettiğini kaydeder.
İma´dan maksad, namazda rükû ve secde´ye işaret olmak üzere başı eğmektir. İma ayakta da yapılabilir, oturarak da. [457]
SECDE ÂZÂLARI
ـ1ـ عن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]أمَرَنَا النّبىُّ # أنْ نَسْجُدَ عَلى سَبْعَةِ أعْضَاءٍ وََ نَكُفَّ شَعْراً وََ ثَوْباً: الجَبْهَةِ وَالْيَدَيْنِ وَالرُّكْبَتَيْنِ وَالرِّجْلَيْنِ[. أخرجه الخمسة .
1. (2609)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize yedi âzâ üzerine secde etmemizi, saçımızı ve elbisemizi toplamamamızı emretti. Bu âzâlar şunlardır: “Alın, eller, diz kapakları, ayaklar.”[458]
ـ2ـ وفي أخرى: ]أنّ النّبىَّ # قالَ: أمِرْتُ أنْ أسَجُدَ عَلى سَبْعَةِ أعْظُمِ: الجَبْهَةِ، وَأشَارَ بِيَدِهِ إلى أنْفِهِ، والْيَدَيْنِ، وَالرُّكْبَتَيْنِ، وَأطْرَافِ الْقَدَمَيْنِ، وََ نَكُفَّ الثِّيَابَ وََ الشَّعْرَ[. هذا لفظ الشيخين.»الكَفُّ« جمع الثوب باليدين عند الركوع والسجود .
2. (2610)- Bir diğer rivayette şöyle demiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ben yedi kemik üzerine secde etmekle emrolundum: Alın, -ve eliyle burnunu işaret etti- eller, diz kapakları, ayakların etrafları. Ne elbiseleri ne de saçı (secde sırasında) toplamayız.”[459]
İkinci rivayet Sahiheyn rivayetidir.[460]
ـ3ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما يرفعه قال: ]إنّ الْيَدَيْنِ تَسْجُدَانِ كَمَا يَسْجُدُ الْوَجْهُ فإذَا وَضَعَ أحَدُكُمْ وَجْهَهُ فَلَيَضَعْهُمَا، وَإذَا رَفَعَهُ فَلْيَرْفَعْهُمَا[. أخرجه أبو داود والنسائى.
3. (2611)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a nisbet ederek buyurdu ki: “Eller de secde eder, tıpkı alnın secde etmesi gibi. Öyleyse, biriniz alnını secdeye koyunca ellerini de koysun. Alnı secdeden kaldırdımı onları da kaldırsın.”[461]
KUNÛT
ـ1ـ عن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]بَعَثَ النّبىُّ # سَبْعِينَ رَجًُ لِحَاجَةٍ يُقَالُ لَهُمْ الْقُرَّاءُ فَعَرَضَ لَهُمْ حَيّانِ مِنْ سُلَيمٍ، رِعْلٌ وَذَكْوَانُ عِنْدَ بِئْرٍ يُقَالُ لَهَا بِئْرُ مَعُونَةَ. فقَالَ الْقَوْمُ: واللّهِ مَا إيّاكُمْ أرَدْنَا إنَّمَا نَحْنُ مُجْتَازُونَ في حَاجَةِ النّبىَّ # فَقَتَلُوهُمْ. فَدَعَا النّبىُّ # عَلَيْهِمْ شَهْراً في صََةِ الغَدَاةِ، وذَلكَ بَدْءَ الْقُنُوتِ، وَمَا كُنَّا نَقْنُتُ. فَسَألَ رَجُلٌ أنَساً عَنِ الْقُنُوتِ، أبْعدَ الرُّكُوعِ أوْ عِنْدَ فَرَاغِ الْقِرَاءَةِ؟ قالَ: َ. بَلْ عِنْدَ فَرَاغِ الْقِرَاءَةِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي.وفي رواية أخرى: »بَعْدَ الرُّكُوعِ« .
1. (2612)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir ihtiyaç sebebiyle, kendilerine Kurrâ denilen yetmiş kişiyi yola çıkardı. Süleym aşiretinden Ri´l ve Zekvân adında iki kabîle, Bi´r-i Ma´ûne (Ma´ûne Kuyusu) denilen bir suyun yanında bunların önünü kesti.
Hey´et bunlara: “Biz size gelmedik. Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bir ihtiyacı için gidiyoruz” dediler. Ancak öbürleri bunları dinlemeyip öldürdüler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (duruma muttali olduktan sonra) sabah namazlarından sonra bir ay boyu onlara bedduâ etti. Bu hadise namazda kunût okumanın başlangıcı oldu. Biz kunut yapmıyorduk.”
Abdülaziz İbnu Süheyb der ki: “Bir zât Enes (radıyallâhu anh)´e Kunût´dan sorarak:
“Bu, rükûdan sonra mı yoksa kırâatın tamamlanmasından sonra mı ” dedi. Enes:
“Hayır, kırâatin bitiminde” diye cevap verdi.”
Bir başka rivayette (Enes şöyle) dedi: “[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir ay boyu] rükûdan sonra (kunût yaparak bazı Arap kabîlelerine bedduâ etti.)”[462]
ـ2ـ وفي أخرى: ]قَنَتَ رسولُ اللّهِ # شَهْراً بَعْدَ الرُّكُوعِ في صََةِ الصُّبْحِ[ .
2. (2613)- Bir başka rivayette: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazından sonra bir ay boyu kunût yaptı” denmiştir.”[463]
ـ3ـ ولمسلم: ]أنّ رسولَ اللّهِ # قَنَتَ شَهْراً بَعْدَ الرُّكُوعِ في صََةِ الفَجْرِ يَدْعُو عَلى عُصَيَّةَ[.وللبخارى قال: »كانَ الْقُنُوتُ في المَغْرِبِ وَالْفَجْرِ«.وفي رواية أبى داود والنسائى: »قَنَتَ شَهْراً ثُمَّ ترَكَهُ« .
3. (2614)- Müslim´in bir rivayetinde: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir ay boyu sabah namazında rükûdan sonra kunût yaparak Useyye (kabîlesi)ne bedduâ etti” denir.”
Buhârî´nin bir rivayetinde: “Kunût, akşam ve sabah namazındaydı” denir.”
Ebû Dâvud ve Nesâî´nin bir rivayetinde: “Bir ay kunût yaptı sonra terketti” denir.”[464]
AÇIKLAMA:
Burada Kunût duâsının teşrî sebebiyle ilgili rivayetler gözükmektedir. Bu rivayetlerden çıkan neticeyi şöyle hülâsa edebiliriz:
1- Hanefîlerce Vitr namazının üçüncü rek´atinde okunan Kunût, du-âsı, tarih kitaplarına Bi´r-i Ma´ûne Vak´âsı diye geçen hadiseden sonra teşrî edilmiştir. Bu hadisenin özeti şudur: Hicretin dördüncü yılında Ebû Berâ Âmir İbnu Mâlik, Medîne´ye gelip Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´den Necid´e İslâm´ı yayacak bir hey´et göndermesini ister. Resûlullah gidecek heyetin can emniyetinden emin olmadığını söyleyerek müsbet cevap vermek istemezse de Ebû Berâ´nın garanti vermesi üzerine, Kurrâ tabir edilen Ehl-i Suffe´ye mensup 70 kişilik bir hey´eti gönderir.
Ancak, bu he´yet Bi´r-i Maûne nam mevkide pusuya düşürülür. Sadece Amr İbnu Umeyye ed-Damri hariç hepsi bu ihânetin kurbanları olarak şehid edilirler.
2- Bu ihânete son derece üzülen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir ay boyu, bu ihâneti tezgahlayan Ri´l ve Zekvân kabîlelerine namazda bedduâ eder.
3- Rivayetler, görüldüğü üzere kunût denen bu bedduânın hangi vakitte, hangi rek´atte, re´katin neresinde olduğuna dair bazı farklılıklar ihtiva etmektedir.
Müteakip rivayetler bu mevzuyu tamamlayıcı mahiyettedir.[465]
ـ4ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَنَتَ رَسُولُ اللّهِ # شَهْراً مُتَتَابِعاً في الظُّهْرِ وَالْعَصْرِ وَالمَغْرِبِ والْعِشَاءِ وَصََةِ الصُّبْحِ، في دُبُرِ كُلِّ صََةِ إذَا قالَ سَمِعَ لِمَنْ حَمِدَهُ مِنَ الرَّكْعَةِ ا‘خِيرَةِ، يَدْعُو على أحْيَاءِ مِنْ سُلَيْمٍ عَلى رِعْلٍ وَذَكْوَانَ وَعُصَيَّةَ، وَيُؤَمِّنُ مَنْ خَلْفَهُ[. أخرجه أبو داود .
4. (2615)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tam bir ay boyu, hiç aralık vermeden her namazın peşinde, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarında Kunût yaptı. Şöyle ki: Son rek´at´te semi´allahu limen hamideh deyince Süleym aşiretinden Ri´l, Zekvân, Useyye kabîlelerine bedduâ ediyor, namazda kendine uyanlar da âmîn diyorlardı.”[466]
ـ5ـ وعن خُفاف بن إيماء الغفارى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]رَكَعَ رسولُ اللّهِ # ثُمَّ رَفَعَ رَأسَهُ فقَالَ: غِفَارٌ، غَفَرَ اللّهُ لَهَا؛ وَأسْلَمُ سَالَمَهَا اللّهُ: وَعُصَيَّةُ عَصَتِ اللّهَ وَرَسُولَهُ: اللَّهُمَّ الْعَنْ بَنِى الْحَيَانَ، وَالعَنْ رِعًْ وَذَكْوَانَ. ثُمَّ وَقَعَ سَاجِداً[. أخرجه مسلم .
5. (2616)- Hufâf İbnu Îmâ el-Gıfârî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) rükû´ya gitti, sonra başını kaldırdı ve “Gıfâr kabîlesini Allah mağfiret etsin, Eslem kabîlesine Allah selâmet versin, Useyye Allah´a ve Resûlüne isyan etmiştir. Allahım, Benî Lihyân´a lânet et. Ri´l ve Zekvân´a da lânet et” deyip secdeye gitti.”[467]
ـ6ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّهُ سَمِعَ رَسُولَ اللّهِ # إذَا رَفَعَ رَأسَهُ مِنَ الرُّكُوعِ في الرَّكْعَةِ اخِرَةِ مِنَ الْفَجْرِ يَقُولُ: اللَّهُمَّ الْعَنُ فَُناً وَفَُناً، بَعْدَ مَا يَقُولُ سَمِعَ اللّهُ لِمَنْ حَمِدَهُ رَبَّنَا وَلَكَ الحَمْدُ. فأنْزَلَ اللّهُ عَلَيْهِ: لَيْسَ
لََكَ مِنَ ا‘مْرِ شَىْءٌ أوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ أوْ يُعَذِّبَهُمْ فَإنَّهُمْ ظَالِمُونَ[. أخرجه البخارى والترمذي .
6. (2617)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)´in anlattığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sabah namazının son rekatinin rükûsundan başını kaldırınca semi´allâhu limenhamideh Rabbenâ ve leke´lhamd dedikten sonra şöyle söylediğini işitmiştir: “Allahım falancaya falancaya lânet et.” Allah Teâlâ Hazretleri bunun üzerine şu meâldeki âyeti indirdi: “(Kullarımın) işinden hiçbir şey sana ait değildir. (Allah) ya onların tevbesini kabul eder, yahud onları, kendileri zâlim (kimse)ler oldukları için, azablandırır”[468] (Âl-i İmrân 128).
AÇIKLAMA:
Bu hadisi Nesâî: “Kunûtta münâfıkların lanetlenmesi” başlığını taşıyan bir bâbta verir. Hadisin başka vecihlerinde kaydedilen sarâhat, burada lânetlenen kimselerin Bi´r-i Maûne vak´âsı ile alakası olmadığını gösterir. Çünkü, diğer rivayetlerde bu şahısların ismi kaydedilmiştir: Saffân İbnu Ümeyye, Süheyl İbnu Umeyr, Hâris İbnu Hişâm, Amr İbnu´l-Âs. Allah bilahere bunların hepsine de hidayet vermiştir.[469]
ـ7ـ وعن الحسن: ]أنَّ عُمَرَ بنَ الخَطّابِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ جَمَعَ النّاسَ عَلى أُبَىِّ بْنِ كَعْبٍ فَكَانَ يُصَلِّى لَهُمْ عِشْرِينَ لَيْلَةً وََ يَقْنُتُ بِهِمْ إَّ في النِّصْفِ الْبَاقِى. فإذَا كَانَتِ الْعَشْرُ ا‘وَاخِرُ تَخَلّفَ فَصَلّى في ببَيْتِهِ. وَكَانُوا يَقُولُونَ: أبِقَ أبَىُّ[. أخرجه أبو داود .
7. (2618)- Hasan Basri (rahimehullah) anlatıyor: “Ömer İbnu´l-Hattâb (radıyallâhu anh), halkı, Übeyy İbnu Ka´b üzerinde topladı. O, bunlara ramazanda yirmi gece namaz kıldırdı. Bu esnada (vitirlerde) sadece son yarıda kunût yaptı, daha önce hiç kunût yapmadı. Son on kalınca cemaate gelmedi, teravihi evinde kıldı. Halk: “Übeyy (cemaatten) kaçtı” dedi.”[470]
AÇIKLAMA:
Başka rivayetlerin tasrihine göre Hz. Ömer erkeklere ve kadınlara ayrı ayrı imam tayin etmişti. Erkeklerin imamı Übeyy İbnu Ka´b (radıyallâhu anh), kadınların da imamı Süleymân İbnu Ebî Hasme idi.
Rivayet Übeyy İbnu Ka´b´ın ramazanın ilk on gecesinde vitir namazlarında Kunût duâsı okumadığını, ikinci on gecede okuduğunu bildirmektedir. Son onunda mescidde kılmadığı için evinde okuyup okumadığı belirtilmiyor. Bu esnada namazı Hz. Muâz kıldırmıştır.
Halk Übeyy İbnu Ka´b´ın teravih kıldırmak üzere mescide gelmeyişini hoş karşılamamış olacak ki, hakkında “kaçtı” kelimesini kullanmışlardır. Arapçada أبق aslında kölenin efendisinden kaçmasıdır.
Übeyy İbnu Ka´b´ın son onda vitri evde kılmasının sebebiyle ilgili muhtelif tahminlerde bulunulmuştur. Bunlardan birine göre radıyallâhu anh, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sünnetine uymak için böyle yapmıştır.
Kunût´un ramazının tamamında mı yoksa yarısında mı okunduğu da ihtilaflıdır. Umumiyetle ikinci yarısında okunduğu te´yid edilir.[471]
ـ8ـ وعن الحسن بن على بن أبى طالب رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]عَلّمَنِى رَسُولُ اللّهِ # كَلِمَاتٍ أقُولُهُنّ في الْوَتْرِ: اللَّهُمَّ اهْدِنِى فِيمَنْ هَدَيْتَ، وَعَافِنِى فِيمَنْ عَافيْتَ، وَتَوَلَّنِى فِيمَنْ تَوَلَّيْتَ، وَبَارِكْ لِى فِيمَا أعْطَيْتَ، وَقِنِى شَرَّ مَا قَضَيْت، فإنَّكَ نَقْضِى وََ يُقْضَى عَلَيْكَ، وَإنَّهُ َ يَذِلُّ مَنْ وَالَيْتَ، تَبَارَكَتْ رَبَّنَا وَتَعَالَيْتَ[. أخرجه أصحاب السنن .
8. (2619)- Hasan İbnu Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana vitirde okuduğum bir duâ öğretti. Şöyle ki: “Allahım! Beni hidayet verdiklerinden kıl, âfiyet verdiklerinden eyle, Beni, işlerini üzerine aldıkların arasına koy. (Ömür, mal, ilim, v.s.´den) verdiklerini hakkımda mübârek kıl. Vukûuna hükmettiğin şerlerden beni koru. Sen dilediğin hükmü verirsin, kimse seni mahkum edemez. Sen kimin işini üzerine aldıysan o zelîl olmaz. Rabbimiz! Sen münezzehsin, muallâsın.”[472]
ـ9ـ وعن عليّ بن أبى طالب رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # كَانَ يَقُولُ في آخِرِ وَتْرِهِ: اللَّهُمَّ إنِّى أعُوذُ بِرِضَاكَ مِنْ سَخَطِكِ، وَأعُوذُ بِمُعَافَتِكَ مِنْ عُقُوبَتِكَ، وَأعُوذُ بِكَ
مِنْكَ، َ أحْصِى ثَنَاءً عَلَيْكَ، أنْتَ كَمَا أثْنَيْتَ عَلى نَفْسِكَ[. أخرجه أصحاب السنن .
9. (2620)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vitrinin sonunda şunu okurdu: “Allahım! Senin gadabından rızana sığınırım, cezandan affına sığınırım. Senden sana sığınırım. Sana (layık olduğun) senâyı saymaya gücüm yetmez. Sen, kendini senâ ettiğin gibisin.”[473]
AÇIKLAMA:
Bazı şârihler bu duânın selamdan sonra okunduğunu söylerler. Nitekim Nesâî´nin rivayetlerinin birinde: “(Aleyhissalâtu vesselâm) namazından çıkıp, yatmaya hazırlanırken okurdu” denmiştir. Bu te´vil, duânın vitir namazında da okunmasına mâni değildir. Esasen rivayetin zâhiri bunu ifade eder.[474]
ـ10ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أفْضَلُ الصََّةِ طُولُ الْقُنُوتِ[. أخرجه مسلم والترمذي.والمراد »بِالْقُنُوتِ« هنا القيام .
10. (2621)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) demiştir ki: “En efdal namaz, kunûtu uzun olandır.”[475]
AÇIKLAMA:
1- Son üç hadis namazda okunan kunût üzerinedir. Son rivayet, Teysîr´de Hz. Câbir´in kendi sözü gibi nakledilmiş. Tirmizî´de ise merfû olduğu açıktır: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a: “Hangi namaz efdaldir ” diye sorulunca: “Kunûtu uzun olandır!” diye cevap vermiştir. Ancak ulema buradaki kunût´tan maksadın kıyâm olduğunu belirtir. Hadis, böylece namazda kırâatı mümkün mertebe uzun kılmaya teşvik etmiş olmaktadır.
Hadis ayrıca, kıyam´ın rükû ve sücûddan efdal olduğunu da ifade etmektedir. Başta Şâfiî, bazı âlimler bu görüştedir.
2- Vitir duâsı olarak farklı rivayetlerin varlığı, Resûlullah´ın bunların hepsini okuduğunu ifade eder.[476]
TEŞEHHÜD
ـ1ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]عَلَّمَنِى رَسُولُ اللّهِ # التَشَهُّدَ، كَفِّى بَيْنَ كَفّيْهِ كَمَا يُعَلِّمُنِى السُّورَةَ مِنَ الْقُرآنِ: التَّحِيَّاتُ للّهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ، السََّمُ عَلَيْكَ أيُّهَا النّبىُّ وَرَحْمَةُ اللّهِ وبَرَكَاتُهُ، السََّمُ عَلَيْنَا وَعَلى عِبَادِ اللّهِ الصَّالِحِينَ، أشْهَدُ أنْ َ إلهَ إّ اللّهُ وَأشْهَدُ أنّ مُحَمّداً رَسُولُ اللّهِ[.زاد في رواية بعد عباد اللّهِ الصالحين »فإنَّكُمْ إذَا فَعَلْتُمْ ذلِكَ فَقَدْ سَلَّمْتُمْ عَلى كُلِّ عَبْدٍ صَالِحٍ في السَّمَاءِ وَا‘رْضِ« .
1. (2622)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana, avucum avuçlarının içinde olduğu halde, Kur´ ân´dan sûre öğretir gibi teşehhüd´ü öğretti.” “Tahiyyât, tayyibât ve salavât[477] Allah içindir. Ey Nebi, selam, Allah´ın rahmet ve bereketleri senin üzerine olsun. Selam bizim üzerimize ve Allah´ın sâlih kulları üzerine de olsun. Şehadet ederim ki Allah´tan başka ilah yoktur, yine şehadet ederim ki Muhammed Allah´ın Resûludür.”
Bir rivayette “Allah´ın sâlih kulları” ibaresinden sonra şöyle denmiştir: “Siz bu teşehhüdü yaptınız mı semâ ve arzdaki bütün sâlih kullara selam vermiş olursunuz.”[478]
ـ2ـ وفي أخرى: ]ثُمَّ يَتَخَيَّرُ مِنْ الثَّنَاءِ مَاشَاءَ[. أخرجه الخمسة، وهذا لفظ الشيخين .
2. (2623)- Bir diğer rivayette: “(Teşehhüdden) sonra dilediği senâyı yapmakta muhayyerdir” denmiştir.[479]
ـ3ـ وفي رواية أبى داود: ]وَأشْهَدُ أنَّ مُحَمّداً عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ ثُمَّ لْيَتَخَيَّرْ أحَدُكُمْ مِنْ الدُّعَاءِ أعْجَبَهُ إلَيْهِ فَيَدْعُو بِهِ[.
3. (2624)- Ebû Dâvud´un bir rivayetinde şöyle gelmiştir: “Şehadet ederim ki, Muhammed O´nun kulu ve elçisidir” (dersiniz). Sonra her biriniz hoşuna giden duâyı seçip onunla duâ etsin.”[480]
ـ4ـ و‘بى داود في أخرى: ]وَكَانَ يُعَلِّمُنَاهُنَّ: أىْ هذِهِ الدَّعَوَاتِ كَمَا يُعَلِّمُنَا التَّشَهُّدَ: اللَّهُمَّ ألِّفْ بَيْنَ قُلُوبِنَا، وَأصْلِحْ ذَاتَ بَيْنِنَا، وَاهْدِنَا سُبُلَ السََّمِ. وَنَجِّنَا مِنَ الظُّلمَاتِ إلى النُّورِ، وَجَنِّبْنَا الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ، وَبَارِكْ لَنَا في أسْمَاعِنَا وَأبْصَارِنَا وقُلُوبِنَا وَأزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا، وَتُبْ عَلَيْنَا إنَّكَ أنْتَ التَّوَابُ الرّحِيمُ. وَاجْعَلْنَا شَاكِرِينَ لِنِعْمَتِكَ مُثْنِينَ بِهَا قَابِلِيهَا وَأتِمَّهَا عَلَيْنَا[ .
4. (2625)- Ebû Dâvud´un bir diğer rivayetinde şöyle gelmiştir: “…bize onları öğretirdi veya şu duâları bize teşehhüdü öğrettiği gibi öğretirdi: “Allah´ım! Kalplerimizi birleştir, aramızdaki geçimsizliği düzelt. Bizi selâmet yollarına sevket, zulümâttan nûra kavuştur. Bizi, çirkinliklerin açık ve gizli olanlarından uzak tut. Kulaklarımızı, gözlerimizi, kalplerimizi, zevcelerimizi ve çocuklarımızı hakkımızda mübârek ve hayırlı kıl. Tevbelerimizi kabul et, sen rahimsin, tevbeleri kabul edersin. Bizleri verdiğin nimetlere şâkir, onlarla senâ edici, onları kabul edici kıl, onları (ahirette de nasib ederek) hakkımızda tamamla.”[481]
ـ5ـ وله في رواية أخرى: بعد ]وَأشهد أن محمداً رسُولُ اللّهِ: إذَا قُلْتَ هذَا أوْ قَضَيْتَ هذَا فَقَدْ فَضَيْتَ صََتَكَ، إنْ شِئْتَ أنْ تَقُومَ فَقُمْ، وَإنْ شِئْتَ أنْ تَقعُدَ فَاقْعُدْ[ .
5. (2626)- Yine Ebû Dâvud´un bir diğer rivayetinde: “Şehadet ederim ki Muhammed Allah´ın elçisidir” cümlesinden sonra şöyle denir: “Bunu söyledin veya şehadeti ifa ettin mi, namazını ifa ettin demektir. Kalkmak istersen kalk, oturmak istersen otur.”[482]
ـ6ـ وفي أخرى للنسائى: ]كُنَّا إذَا صَلّيْنَا مَعَ النّبىِّ # نَقُولُ: السََّمُ عَلى اللّهِ، السََّمُ عَلى جِبْرِيلَ وَمِيكَائِيلَ، فقَالَ رَسولُ اللّهِ #: َ تَقُولُوا السَّمُ عَلى اللّهِ فإنَّ اللّهَ هُوَ السََّمُ. ولَكِنْ قُولُوا التَّحِيَّاتُ[. الحديث.
6. (2627)- Nesâî´nin bir rivayetinde şöyle denmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la namaz kılınca: “Selam Allah´ın üzerine, selam Cibrîl ve Mikâil üzerine olsun” derdik. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Selam Allah´ın üzerine olsun demeyin. Zîra Allah selam´ın kendisidir. Ancak şöyle deyin: “Tahiyyât… Allah içindir…”[483]
AÇIKLAMA:
1- Teşehhüd, lügat olarak şehadet getirme demektir. Şehadet getirmeden maksad “Eşhedü en lâilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve Resûlühu” şeklinde kalıplaşmış olan kelime-i şehadeti telaffuz etmektir. Bu cümlede Allah´ın birliğini ve Hz. Muhammed´in peygamberliğini kabul ve ilan vardır. Kişi bunu samimiyetle söyledimi İslâmî îmanı ifade etmiş olur. İslâm akîdesini özetleyen bu kelime-i şehadetin dinde mümtaz bir yeri ve üstün bir değeri vardır. Bunun sıkça telaffuzu tavsiye edilmiş, en kıymetli zikirlerden biri addedilmiştir. Bu sebeple, namaz gibi İslâm´ın en mühim alâmet ve ibadetinde bunun yer alması gerekmiştir.
2- Bir de teşehhüd, namaz ıstılahı olarak ka´delerde okunan ve içerisinde şehadetin de yer aldığı hususi zikrin adıdır. Bu zikre tağlîb tarikiyle teşehhüd denmiştir.
3- Teşehhüd kelimesi, duâ adı olduğu gibi namazda bu duânın okunduğu bölümün de adıdır. Bu kısım, içinde başka ezkârlar da okunmasına rağmen teşehhüd adını alır. Çünkü diğer okunanlar tâli, teşehhüd asıldır ve bunun diğerlerine nazaran ehemmiyet ve şerefi üstündür.
Şu halde bir başka ifadeyle teşehhüd, namazın her iki rek´atten sonra oturulan kısmıdır. Bu mânada celse ve ka´de kelimeleri de kullanılmıştır. Üç ve dört rek´atli namazlarda birinci ve ikinci teşehhüd olmak üzere iki ayrı teşehhüd mevzubahistir. İki rek´atli namazlarda ise ikinci rekatin sonunda olmak üzere tek teşehhüd vardır. Üç ve dört rek´atli namazların birinci teşehhüdüne ka´de-i ûlâ veya celse-i ûlâ dendiği gibi ikinci ve son teşehhüde de ka´de-i uhrâ, ka´de-i âhire veya celse-i uhrâ, celse-i âhire gibi değişik tabirler kullanılmıştır.
4- Sadedince olduğumuz rivayetler bu ka´delerde okunacak teşehhüd ve duâları tanıtmaktadır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan yapılan rivayetlere göre, teşehhüdlerin elfâzı farklılıklar arzeder. Bu sebeple Şâfiîlerin benimsediği rivayetle, Hanefîlerin benimsediği rivayet değişince elfazda da bazı farklılıklar araya girer. Ancak birinci ka´dede okunacak teşehhüdle ikinci ka´dede okunacak teşehhüdün farklı olması diye bir mesele mevzubahis değildir. Buhârî´nin: “Birinci (ka´de)de teşehhüd” diye iki ayrı bâb tanzim etmesi, okunacak elfazın farklılığından ileri gelmez, iki teşehhüde terettüp eden hükmün farklılığından ileri gelir. Zîra bazı âlimler ikinci ka´dede teşehhüd okumaya vacib derken birincideki teşehhüde vacib dememiştir. Seleften Ömer İbnu´l-Hattâb, Hasan Basrî, Şâfiî, bir rivayette Ahmed İbnu Hanbel, Leys, İshâk, Taberî (rahimehumullah) vâcib diyen cumhur meyanında yer alırlar. Ehl-i rey de denen Hanefîler: “Teşehhüd ve ondan sonra okunan salât müstehabtır, vacib değildir, teşehhüd miktarı oturmak vâcibdir” demiştir.
Hanefîler İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh)´un rivayet ettiği teşehhüdü esas alırken Şâfiîler 2628 numarada kaydedeceğimiz İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)´ın teşehhüd duâsını esas alırlar. İbnu Mes´ud, bunu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ağzından kelime kelime öğrendiğini, Resûlullah´ın bunu insanlara öğretmesini kendisine emrettiğini belirtir. Ahmed İbnu Hanbel de İbnu Mes´ud rivayetini benimsemiştir. İmam Mâlik, İbnu Ömer´den rivayet edilen teşehhüdü esas almıştır.
Ulema rivayet edilen teşehhüdlerden herhangi birinin okunmasının cevazında ittifak etmiştir.
5- Teşehhüd duâsı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Mi´râc hadisesinin Cenâb-ı Hakk´la mülâkat sahnesini aksettirir. Şöyle ki: Fahr-i Kâinât, ubudiyet dairesinin Rububiyet dairesindeki halktan Hakk´a bir elçi olarak kurbiyet-i İlâhiyyeye mazhar olunca, temsil ettiği ibâdullah adına Cenâb-ı Hakk´a bir nevi selam olarak hitapta bulunuyor:
“Tahiyyât, tayyibât ve salavât Allah içindir.” Cenâb-ı Hakk, huzuruna gelip selam (ve hediye) makamında Habîb-i Kibriyâsının sunduğu bu hitaba şöyle cevap verir:
“Ey Nebi, selam, Allah´ın rahmet ve bereketleri senin üzerine olsun!”
Rasul-i Ekrem, Cenab-ı Hakk’ın bu selamını, kendisi ve o sırada mümessili olduğu ibadullah adına şöyle alır:
“Selam bizim üzerimize ve Allah’ın salih kullları üzerine olsun!”
Hakk ile halkın temsilcisi arasında cereyan eden bu mükâlemeye şahid olan Cebrâil (aleyhisselâm) şehâdetini beyan eder:
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!”
Şu halde, mü´minin mırâcı olarak tavsif edilen namazdaki teşehhüd, ruhen ve kalben hüşyâr olan mü´minlere, günde beş vakit, Resûlullah´ın kulluk hayatındaki en zirve, en müntehâ makam olan Mi´râc safhasını yaşatmaktadır.
6-Teşehhüd´de geçen bazı tâbirler:
* et-Tahiyyât, tahiyye´nin cem´idir, selam mânasınadır. Bazı âlimler bekâ, azâmet, âfetlerden ve noksanlıklardan selâmet, melik gibi başka mânalar da ileri sürmüşlerdir. Ebû Saîd ed-Darîr der ki: “Tahiyye, Melik´in kendisi değil, Melik´e selamda kullanılan kelamdır. Hattâbî: “Arapların meliklerini selamladıkları hususi kelimelerdir…” der. İbnu Kuteybe: “Onunla sadece Melik selamlanır, her bir melik´in kendine has bir tahiyyesi vardır, bu sebeple kelime cemî halde gelmiştir. Sanki mâna şöyledir: “Mülûk´un selamlanmasında kullanılan tahiyyelerin hepsi Allah´a layıktır.” Hattâbî ve sonra da Bagavî şöyle der: “Onların tahiyyelerinde Allah´ı senâya sâlih olan hiçbir şey yoktur. Bu sebeple, onların meliklerini selamlamada kullandıkları tâbirlerin kendileri terkedildi, bu tahiyyeden sadece ta´zim mânası alınıp kullanıldı ve şöyle denilmesi emredildi: “Tahiyyât Allah içindir.” Yani “Ta´zimin bütün envaı ve çeşitleri Allah´a mahsustur…”
Muhibbu´t Taberî tahiyye için yapılan açıklamaları te´lif edici bir üslubla şöyle der:
“Tahiyye lafzının, zikri geçen bütün mânalarda müşterek olması da ihtimalden uzak değildir.”
Bediüzzaman merhum, tahiyyât´la hayat sahiplerinin hayatlarıyla ortaya koydukları tesbihatların kastedildiğini ifade eder: “Resûl-ü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) o gecede (Mi´râc gecesinde) Cenâb-ı Hakk´a karşı selam yerinde et-Tahiyyâtu lillah demiş. Yani: “Bütün zîhayatların hayatlarıyla gösterdikleri tesbîhât-ı hayatiyye ve Sânilerine (yaratıcılarına) takdim ettikleri fıtrî hediyeler, “Ey Rabbim sana mahsustur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve imanımla sana takdim ediyorum.”
* es-Salavât, salât´ın cem´idir. Duâ mânasına geldiği gibi, cemî haliyle beş vakit namazın kastedildiği, ayrıca daha umumî olarak bütün şeriatlerde gelmiş bulunan farzlar, nafileler nev´inden her çeşit ibadetin kastedildiği de söylenmiştir. Bazı âlimler: “Bütün ibadetlerdir.” Bazı âlimler: “et-Tahiyyât, kavlî ibadetlerdir; es-Salavât ise fiilî ibadetlerdir, et-Tayyibât da mâlî sadakalardır” demiştir.
Bedi´üzzaman, es-Salavât´ı: “Zîhayatın hülasası olan bütün zîruhun ibâdât-ı mahsusaları” olarak açıklar.
* et-Tayyibât tayyibe´nin cem´idir. Güzel, tâhir (temiz), hoşa giden şey gibi mânalara gelir. İbnu Hacer: “Kelamdan güzel olanı” diye açıklar. Sadedinde olduğumuz hadiste Allah´ı senâ etmede kullanılması güzel ve muvafık olan kelam olarak açıklar, bu kelama melikleri selamlamada kullanılmış olsa bile Allah´ın sıfatlarına da uygun düşmeyenlerin girmemesi gerektiğini belirtir. Tayyibâtla ilgili olarak farklı âlimlerce şu tefsirler de teklif edilmiştir:
* Zikrullahtır.
* Sâlih sözlerdir, duâ ve senâ gibi…
* Sâlih amellerdir, bu daha âmmdır, yani ef´al, ekvâl, evsâf buna dahildir.
İbnu Dakîku´l-Îd der ki: “Tahiyye, selama hamledilirse, mâna şöyle takdir edilir: “Meliklerin ta´zim edildiği tahiyyeler daimi olarak Allah´a aittir; eğer bekâ´ya hamledilirse onun Allah´a ait olacağında zaten şüphe yok (çünkü yalnız O bâkidir). Hakiki mülk, gerçek ve tam büyüklük de öyle. Eğer salât “ahd” veya “cins”e hamledilecek olursa mâna şöyle takdir edilir: “Salât´ın Allah´a ait olması vacibtir, onunla Allah´tan başkasının kastedilmesi câiz değildir. Eğer rahmete hamledilecek olursa “Allah´a âittir (veya Allah içindir)” sözünün mânası şöyle olur: “Allah bununla mütefeddil (gayrından üstün)dür, çünkü tam rahmet Allah´a aittir onu dilediğine verir.” Eğer duâ´ya hamledilirse, mâna açıktır. et-Tayyibât´a gelince, onu akvâl ile tefsir ettim. Belki onun daha âmm bir şeyle tefsiri daha uygundur (evlâdır), böylece hem ef´ale hem akvâle ve hem de evsâf´a şâmil olur.”
Kurtubî de şunları söyler: “Allah´a âittir. ( للّه ) kavlinde ibadete ihlâsa (yani ibadetin sadece Allah için yapılmasına) tembih ve uyarı var. Yani bu (ibadet) sadece Allah için yapılır. Mamafih bununla: “Meliklerin mülkünün ve zikri geçenlerin hepsinin hakikatte Allah´a ait olduğunu” itiraf etmek murad edilmiş olması da muhtemeldir.”
* es-Selâm: Âlimlerin açıkladığı üzere selam, “Selâmet” mânasına masdardır, her çeşit ayıp, âfet, noksanlık ve fesaddan azade olmak berî olmak mânasınadır. Allah´ın isimlerinden biridir ve noksanlardan salim demektir. Burada masdar isim yerine kullanılmıştır, böylece mâna daha da kuvvetlenmiş, mübâlağa kazanmıştır. Esselâmu aleyke (selam üzerine olsun) sözümüzün mânası duâdır yani, kötülüklerden selamette olasın demektir. Şu da denmiştir: “Bunun mânası: Selam ismi üzerine olsun demektir, sanki Azîz ve Celîl olan Allah´ın ismi ile ona hayır temennî etmiştir.”
Selam kelimesinin başına eliflâm gelmesiyle kelime es-Selâm diye ma´rife kılınmıştır. Marifelik ahd-i takdiri olarak alınırsa mâna şöyle olur: “Geçmiş nebi ve resûllere tevcih edilen bu selam, “Ey nebi, sana olsun. Keza önceki ümmetlere tercih edilen selam bize ve kardeşlerimize olsun.”
Sözkonusu ma´rifelik cins için olursa mâna şöyle olur: “Herkesin ne olduğunu, kimden sâdır olup kime indiğini iyi bildiği selam hakikati, senin ve bizim üzerimize olsun.”
Hakimu´t-Tirmizî der ki: “Bütün halkın namazlarında yaptıkları bu selam (ateşten selâmette olma) duâsında hisse sahibi olmak isteyen sâlih olmalıdır, aksi takdirde bu büyük faziletten mahrum kalır.” Fâkihâni de şunu der: “Musalli, bunu okurken bütün peygamberleri, melekleri ve mü´minleri hatırlamalıdır, tâki sözü maksadına tevafuk edip uygun düşsün.” Âlimler, tahiyyatın mânası, tahiyyatla ilgili akla gelecek bazı sorular ve cevaplarıyla ilgili geniş açıklamalara yer vermişlerdir. Bazı teferruâtı burada keserek, bahsin sonunda (2635. hadisin arkasından) Bediüzzaman´ın kıymetli bir açıklamasını kaydedeceğiz.
7-Teşehhüd´den Sonra Duâ:
2623 ve 2624 numaralı rivayetlerde (ka´de-i âhire´de) teşehhüd okunduktan sonra istenen senâ ve duâların yapılabileceği belirtilmiş, müteakip rivayetlerde de okunacak duâlardan örnekler verilmiştir. 2626 numaralı rivayette ise teşehhüdle birlikte kalkılabileceği belirtilmiştir. Bu rivayetlerden çıkan hüküm şudur:
* Teşehhüdden sonra ka´de-i âhirede bir kısım senâ ve duâlar okunabilir, okunacak duâlar belli ölçüde ihtiyâridir. Dileyen duâ okumayabilir de.Hanefî kaynaklar teşehhüdde okunacak duâların Kur´ân´da gelmesi veya hadislerde sâbit olması şartını koşarlar.[484]
ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كانَ رَسُولُ اللّهِ # يُعَلّمُنَا التَّشَهُّدَ كَمَا يُعَلِّمُنَا السُّورَةَ مِنَ القُرآنِ، فَكَانَ يَقُولُ: التَّحيَّاتُ المُبَارَكَاتُ الصَّلَوَاتُ الطَّيِّبَاتُ للّهِ. السََّمُ عَلَيْكَ أيُّهَا النَّبِىُّ وَرَحْمَةُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ، السََّمُ عَلَيْنَا وَعَلى عِبَادَ اللّهِ الصَّالِحِينَ. أشْهَدُ أنْ َ إلهَ إَّ اللّهُ وَأشْهَدُ أنَّ مُحَمّداً رَسُولُ اللّهِ[. أخرجه الخمسة إ البخارى، وهذا لفظ مسلم .
7. (2628)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize, Kur´ân´dan sûre öğrettiği gibi teşehhüdü öğretirdi. Şöyle derdi: “Tahiyyât, mübârekât, salavât, tayyibât Allah içindir. Ey Nebi selam, Allah´ın rahmet ve bereketi sana olsun. Selam bize, Allah´ın sâlih kullarına olsun. Şehadet ederim ki Allah´tan başka ilah yoktur, şehadet ederim ki Muhammed Allah´ın Resûlüdür.”[485]
ـ8ـ وعند الترمذي: ]سََمٌ عَلَيْكَ، سََمٌ عَلَيْنَا بِغَيْرِ ألِفٍ وََمٍ[ .
8. (2629)- Tirmizî´de şöyle gelmiştir: “…Selam sana olsun, selam bize olsun.” Yani her iki “selam” kelimesi de eliflamsızdır.”[486]
AÇIKLAMA:
Teşehhüdde Şâfiîlerin esas aldığı İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) rivayetini görmekteyiz. İbnu Mes´ud rivayetiyle karşılaştırınca iki küçük fark var:
1) Burada mübârekât ziyadesi.
2) Hadisin Tirmizî´deki vechinde selam kelimeleri eliflamsız olarak gelmiştir. Halbuki İbnu Mes´ud rivayetinde es-Selâmu şeklinde eliflamlı idi.
el-Mübârekât, “bereket” kelimesinden gelir. Lügat olarak devenin yere çöküp orada kalmasını ifade eder. Kelime bu asıldan “devamlı” mânasında kullanılmıştır. Sözgelimi salavatlarda “Allahümme bârik alâ Muhammedin” deyince: اَللَّهُمَّ بَارِكْ عَلَى مُحَمَّدٍ “Allahım, Muhammed´e verdiğin şeref, kerâmet, hayır vs.´yi dâim kıl” demiş oluyoruz. Yine aynı asıldan bereket, “ziyâde” mânasında kullanılır. Şârihler, sadedinde olduğumuz hadiste geçen mübârekât´ı nâmiyât diye açıklar. Nâmiyât, “artanlar”, “büyüyenler” demektir. Artan, büyüyen şeyin ne olduğu hadiste tasrîh edilmemiştir, yani mutlak bırakılmıştır. Anlaşılmaya en yakın “çok hayır” diyebiliriz. Mübârekât ile Bediüzzaman, “Bütün medar-ı bereket ve tebrik ve bârekallah dediren ve “mübârek” denilen ve hayatın ve zîhayatın hülasası olan mahluklar, hususan tohumların ve çekirdeklerin, danelerin, yumurtaların fıtrî ibâdetlerini…” anlar. böylece, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mi´râc´ta, bunları da Cenâb-ı Hakk´a takdim ederek: “…Bu mübârek canlıların ibâdetleri de Allah´a aittir” demiş olmaktadır.
Selam kelimesinin İbnu Abbâs rivayetinde eliflamsız gelmiş olması dikkat çekecek bir incelik taşımaz. Nevevî, elflam´lı da olabileceğini eliflamsız da olabileceğini, Arap dili yönünden her ikisinin de câiz olduğunu, mânada değişiklik olmadığını ancak eliflamlı olmasının efdal olduğunu söyler. İbnu Hacer, İbnu Mes´ud rivayetinde hep eliflamlı olduğunu, ihtilafın İbnu Abbâs rivayetinde bulunduğunu belirtir.[487]
ـ9ـ وللنسائى عن أبى موسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أشْهَدُ أنْ َ إلهَ إَّ اللّهُ وَحْدَهُ َ شَرِيكَ لَهُ، وَأنَّ مُحَمّداً عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ[ .
9. (2630)- Ebû Mûsa (radıyallâhu anh)´dan Nesâî´nin yaptığı bir rivayette şöyle gelmiştir: “…Şehadet ederim ki Allah´tan başka ilah yoktur, tektir, şerîki yoktur. Muhammed de O´nun kulu ve Resûlüdür.”[488]
ـ10ـ وله في أخرى عن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]تَعَلّمْنَا التّشَهُّدَ كَمَا تَعَلّمْنَا السُّورَةَ مِنَ الْقُرآنِ، بِسْمِ اللّهِ، وَبِاللّهِ التَّحِيَّاتُ[. وذكر الحديث.وفيه: »بَعْدَ عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ: أسْألُ اللّهَ الجَنَّةَ، وَأعُوذُ بِهِ مِنَ النَّارِ« .
10. (2631)- Yine Nesâî´de Hz. Câbir (radıyallâhu anh)´den gelen bir rivayette şöyle denmiştir: “Teşehhüdü, Kur´an´dan bir sureyi öğrendiğimiz gibi öğrendik. Şöyle ki: “Bismillah ve billah ettahiyyâtu…”
Bu rivayette, abduhu ve resûlühü ibaresinden sonra şu ziyade mevcuttur: “Es-elu´llâhe´lcennete ve e´ûzü bihi mine´nnâri. (Allah´tan cenneti istiyor, ateşten O´na sığınıyorum.)”[489]
AÇIKLAMA:
Süyûtî´nin Zehrü´r-Rübâ´da kaydettiği üzere, bu hadisle amel ederek, teşehhüd duâsı olarak bunu okuyan fakih çıkmamıştır. Bu hadiste bir hata olduğu kabul edilmiştir.[490]
ـ11ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]عَنْ رَسولِ اللّهِ # في التَّشَهُّدِ: التّحِيّاتُ للّهِ وَالصّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ. السََّمُ عَلَيْكَ أيُّهَا النّبىُّ وَرَحْمَةُ اللّهِ. قالَ ابنُ عُمَرَ: زِدْتُ فِيهَا وَبَركَاتُهُ، السَّمُ عَلَيْنَا وَعَلى عِبَادِ اللّهِ الصّالِحِينَ، أشْهَدُ أنْ َ إلَهَ إَّ اللّهُ. قالَ ابنُ عُمَرَ: زِدْتُ فِىهَا وَحْدَهُ َ شَرِيكَ لَهُ، وَأشْهَدُ أنَّ مُحَمّداً عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ[. أخرجه مالك وأبو داود، واللفظ له .
11. (2632)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan teşehhüd olarak şunu rivayet etmiştir: “et-Tahiyyâtu lillâhi vessalavâtu ve´t-Tayyibâtu. es-Selâmu aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetullâhi.”
İbnu Ömer der ki: “Ben buna şunu ilave ettim: “Ve berekâtuhu es-Selâmu aleynâ ve alâ ibâdillâhi´s-Sâlihin. Eşhedü en Lâ-ilâhe illallah…”
İbnu Ömer der ki: “Ben buna şunu ilave ettim: “Vahdehu lâşerîke lehu ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resûlühu.”[491]
AÇIKLAMA:
Burada İbnu Ömer´den iki ayrı rivayet kaydedilerek farklı ziyadelerde bulunduğu belirtilmektedir. “Berekâtuhu ziyadesi Sahiheyn ve diğer kitaplarda merfû olarak, vahdehu lâ şerîke leh ziyadesi de Müslim´de kaydedilen Ebû Mûsa rivayetinde merfû olarak gelmiştir.[492]
ـ12ـ وفي الموطأ: ]أنَّ ابنَ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما كانَ يَتَشَهَّدُ: بِسْمِ اللّهِ التَّحِيَّاتُ للّهِ، وَالصَّلَواتُ للّهِ، الزَّاكِيَاتُ للّهِ، السََّمُ عَلى النّبِىِّ وَرَحْمَةُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ، السََّمُ عَلَيْنَا وَعَلى عِبَادِ اللّهِ الصَّالِحِينَ، شَهِدْتُ أنْ َ إلهَ إَّ اللّهُ وَشَهِدْتُ أنَّ مُحَمّداً رَسُولُ اللّهِ، يَقُولُ هذَا في الرَّكْعَتَيْنِ ا‘ولَيَيْنِ، وَيَدْعُوا إذَا قَضى تَشهُّدَهُ، فَإذَا جَلَسَ في آخِرِ صََتِهِ تَشهَّدَ كَذلِكَ أيْضاً إَّ أنَّهُ يُقَدِّمُ التَّشَهُّدَ، ثُمَّ يَدْعُوا بِمَا بَدَا لَهُ، وَإذَا قَضى تَشَهُّدُهُ وَأرَادَ أنْ يُسَلِّمَ قالَ: السََّمُ عَلى النّبىِّ وَرَحْمَةُ اللّهِ وَبَرَكاتُهُ، السََّمُ عَلَيْنَا وَعَلى عِبَادِ اللّهِ الصَّالِحِينَ، ثُمَّ يَقُولُ: السََّمُ عَلَيْكُمْ عَنْ يَمِينِهِ، ثُمَّ يَرُدُّ عَلى ا“مَامِ، فإنْ سَلَّمَ عَلَيْهِ أحَدٌ عَنْ يَسَارِهِ رَدَّ عَلَيْهِ[.زاد رزين وقال: ]إنَّ رَسولَ اللّهِ # أمَرَهُ بِذلِكَ[ .
12. (2633)- Muvatta´da şöyle gelmiştir: “(Nâfî der ki:) “İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) şöyle teşehhüd okurdu: “Bismillâhi, ettahiyyâtu lillâhi, ve´ssalavâtu lillâhi, ez-Zâkiyâtu lillâhi, es-Selâmu ale´n-Nebiyyi ve Rahmetullahi ve berekâtuhu, es-Selâmu aleynâ ve ala ibâdillâhi´s-Sâlihîn. Şehidtü en lâ-ilâhe illallâhu ve şehidtü enne Muhammeden Resûlullâhi.”
Bunu ilk iki rek´at(in ka´desin)de okur ve teşehhüdünü tamamlayınca duâ ederdi. Namazın sonunda oturunca da yine böyle teşehhüdde bulunur ve teşehhüd´ü öne alırdı. Sonra dilediği duâyı okuyarak duâ ederdi. Teşehhüdünü tamamlayıp selamı vermek isteyince şöyle derdi: “Esselâmu ale´n, Nebiyyi ve rahmetullâhi ve berekâtuhu esselâmu aleynâ ve alâ ibadillâhi´ssâlihîn.”
Sonra sağına, esselâmu aleyküm derdi. Sonra mukâbeleten imama selam verirdi. Solundan biri kendisine selam verirse mukâbeleten ona da selam verirdi.”
Rezîn şunu ilave etti: “Ve dedi ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle yapmayı emretti.”[493]
AÇIKLAMA:
1- Son iki rivayet, namazın ka´delerinde Abdullah İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)´in okuduğu teşehhüdü göstermektedir. Bu teşehhüd´ün Mâlikîlerce esas alındığını daha önce belirtmiştik.
2- Burada metin yakından tedkik edilecek olursa, muhtevâ yönüyle öncekilerden birkaç noktada farklıdır. Şöyle ki:
1) Bu teşehhüd “Bismillah” kelimesiyle başlamaktadır. Ancak, muhaddisler bunu bir hata olarak kabul etmişlerdir. İmam Mâlik´in de bu ziyadeyi sahih, merfû bir rivayette görmediği belirtilmiştir. Ebû Mûsa´ dan gelen merfû sâbit bir rivayete: “Sizden biri oturunca ilk sözü, ettahiyyâtu lillah olsun” buyurulmuştur. İmam Mâlik burada, sadedinde olduğumuz hadisi mevkuf bir rivayet olarak sunmaktadır.
2) Öncekilerde mevcut olan ettayyibât yerine, hadisin Muvatta´daki vechinde ez-Zâkiyât kelimesinin bulunmasıdır. Bu tabir diğer teşehhüdlere nazaran rivayete çok farklı bir mâna kazandırmaz. Şöyle ki: Kelime kök olarak zekât´tan gelir. en-Nihâye´ye göre, lügat yönüyle tahâret (temizlik), nemâ (artma, büyüme), bereket (hayırda devamlılık) ve medih mânalarına gelir. Kur´an ve hadiste kelime bu mânalarda kullanılmıştır.
Şu halde, burada zâkiyât´ın bir bakıma tayyibât´a müteradif olarak kullanıldığı söylenebilir. Zîra tayyib, “tâhir” mânasına da sıkça kullanılmıştır. Ancak İbnu Habîb´in bir te´vilini hemen kaydetmek isteriz. Der ki: “Bu, sahibinin âhiret sevabını artıran sâlih amellerdir.”
3) Bu rivayette esselâmu aleyke eyyühennebiyyu yerine “esselâmu ale´n-Nebiyyi” denmektedir. Şârihler bunu normal karşılarlar ve bazı rivayetlerde Ashâb´ın Resûlullah sağken, “esselâmu aleyke” yani “selam sana olsun” dediği halde, vefatından sonra, muhataptan gayba geçerek, “es-Selâmu ale´n-Nebiyyi” dediklerini belirtirler. Şu halde sadedinde olduğumuz rivayette bunun bir örneğini görmüş olmaktayız.
4) İbnu Ömer´in Ebû Dâvud´daki rivayette: “Ben ilave ettim” dediği kısımlar zâhiren mevkuf ise de teşehhüd´ün İbnu Ömer dışındaki sahâbeler tarafından yapılan bazı rivayetlerinde merfû olarak gelmiştir.
5) Bu rivayetin daha dikkat çeken bir yönü, birinci ka´de´de teşehhüdden sonra duâ okumaktan bahsetmesidir. Halbuki birinci ka´de´de matlub olan onun kısa olmasıdır, bu sebeple İmam Mâlik de bunu te´yid etmemiştir.
6) Diğer teşehhüdlerden farklı bir diğer husus, selam vermezden önce İbnu Ömer´in “esselâmu ale´n-Nebiyyi ve rahmetullâhi ve berekâtuhu…” diye salât okumasıdır. Bununla İbnu Ömer Resûlullah´a ve sâlihlere selamla teşehhüdü tamamlamayı düşünmüş olmalıdır.
7) Rivayetin sonunda, imama uyan kimsenin (me´mûm) solunda biri bulunduğu takdirde üç selam vermesi mevzubahistir. Zürkânî, İmam Mâlik´ten de üç selam meşhur olduğunu, muhtevada yer alan bir kısım farklılıklara katılmadığı halde bu mevkuf hadise Muvatta´da yer vermiş olmasının bu üç selam´dan ileri gelmiş olabileceğini söyler. Zürkânî devamla, bu hadisin İmam Mâlik nazarındaki yerini şöyle tesbit eder:”
Eimme-i selâse (Ebû Hanîfe, Şâfiî, Ahmed) ve diğerleri “İmama da uysa her musalliye iki selam terettüp eder” demiştir. İmam Mâlik, İbnu Ömer´in bu rivayetindeki:
a) Besmele ile başlamaya,
b) Eşhedü yerine şehidtü demeye,
c) Birinci ka´de´de duâ okumaya,
d) Duâ ettikten sonra selamdan önce Nebî (aleyhissalâtu vesselâm)´ye ve sâlihlere selamı tekrara,
e) Esselâmu aleyke eyyühennebiyyu yerine esselâmu ale´n-Nebiyyi demeye katılmaz.”
Şu halde, İbnu Ömer´den rivayet edilen teşehhüd´ü İmam Mâlik bazı kayıdlarla benimsemiştir.
Teşehhüd duâsının okunmasıyla ilgili hükmü şöyle özetleyebiliriz:
* Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve bir cemaate göre sünnettir.
* Ahmed İbnu Hanbel ve bir cemaate göre her iki ka´de de vâcibtir.
* İmam Şâfiî´ye göre son ka´dede vacibtir.[494]
ـ13ـ ولمالك في أخرى عن القاسم بن محمد: ]أنَّ عَائِشَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها كانَتْ تَقُولُ إذا تَشَهَّدَتْ: التَّحِيَّاتُ الطَّيِّبَاتُ الصَّلَوَاتُ الزَّاكِيَاتُ للّهِ، أشْهَدُ أنْ َ إلَهَ إَّ اللّهُ وَحْدَهُ َ شَرِيكَ لَهُ، وَأنَّ مُحَمّداً عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ، السََّمُ عَلَيْكَ أيُّهَا النَّبىُّ وَرَحْمَةُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ، السََّمُ عَلَيْنَا وَعَلى عِبَادِ اللّهِ الصَّالِحِينَ، السََّمُ عَلَيْكُمْ[ .
13. (2634)- İmam Mâlik´in, Kâsım, İbnu Muhammed´den yaptığı diğer bir rivayette şöyle gelmiştir:
“Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) teşehhüdde iken şunu okurdu: “Et-Tahiyyâtu ettayyibâtu es-Salavâtü, ezzâkiyâtu lillâhi, eşhedu en lâ ilâhe illallâhu vahdehu lâ şerîke lehu ve enne Muhammeden abduhû ve Resûlühü. Esselâmu aleyke eyyühennebiyyu ve rahmetullâhi ve berekâtuhu, esselâmu aleynâ ve alâ ibâdillâhi´ssâlihîn, esellâmu aleyküm.”[495]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette geçen vahdehu lâ şerîke leh ziyâdesi, Ebû Mûsa´dan Müslim´in kaydettiği bir vecihte merfû olarak geçer.
2- En son kaydedilen “esselâmu aleyküm” ibâresi namazdan çıkma selamıdır.[496]
ـ14ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّهُ كانَ يَقُولُ: مِنَ السُّنَّةِ إخْفَاءُ التَّشَهُّدِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
14. (2635)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh)´dan yapılan rivayete göre şunu demiştir: “Teşehhüd´ün sessiz okunması sünnettir.”[497]
AÇIKLAMA:
Burada teşehhüd´ün cehrî okunmayacağı, sessiz okunacağı teşrî edilmektedir. Rivayet zâhiren mevkuf (sahâbî sözü) gözükmekte ise de hükmen merfû´dur. Muhaddisler ve fakihler: “Sahâbenin “şu sünnettendir” diye haber verdiği şey merfu sünnettir” prensibinde ittifak ederler. Ayrıca Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)´den gelen bir rivayet, bu hususun âyetle tesbit edildiğini belirtir: “Şu ayet teşehhüd hakkında nâzil oldu: وَ تَجْهَرْ بصَتِكَ وََ تُخَافِتْ بِهَا “Namaz kılarken sesini yükseltme, gizli de okuma ikisi ortasında bir yol tut!” (İsrâ 110).[498]
TEŞEHHÜD´ÜN MÂNA VE EHEMMİYETİ
Şerh kitaplarımız, teşehhüdün ehemmiyetini, ifade ettiği mânaları, teşehhüdle ilgili hatıra gelen soru ve cevapları açıklamaya geniş yer verirler. Biz bunlardan en çok gerekli olanları özetlemeye çalıştık.
Aşağıya, Bediüzzaman´dan alacağımız bir parça meselenin en ziyade can alıcı noktalarının sorucevap tarzında açıklamasını yapmaktadır. Başlıca şu sorulara cevaplar bulacağız:
* Teşehhüd, Resûlullah´ın Mi´râc sırasında Cenâb-ı Hakk´la olan konuşması olduğu halde namazda niçin okunmaktadır
* Teşehhüdün sonunda okunan salli bârik duâsında Hz. İbrahim´e kıyâsen Hz. Muhammed´e Allah´tan rahmet talebi münâsib görünmüyor, çünkü, Hz. Muhammed´in makamı Hz. İbrahim´in makamından yücedir, bunun izahı nasıl olur
“Namazdaki teşehhüdde bulunan التحيات المباركات الصلوات الطيبات للّه ilâ âhirenin iki noktasına gelen iki suale, iki cevaptır. Teşehhüdün sair hakikatlarının beyanı başka vakta tâlik edilerek, bu “Altınca Şûa”da yüzer nüktesinden yalnız iki “nükte”si muhtasar bir sûrette beyan edilecek.
Birinci Sual: Teşehhüdün mübârek kelimâtı, Mi´râc gecesinde Cenâb-ı Hakk ile Resûlünün bir mükalemeleri olduğu halde, namazda okunmasının hikmeti nedir
EL-CEVAP: Her mü´minin namazı, onun bir nevi mi´râcı hükmündedir. Ve O huzura layık olan kelimeler ise, Mi´râc-ı Ekber-i Muhammed aleyhissalâtu vesselâm´da söyleyen sözlerdir. Onları zikretmekle, o kudsî sohbet tahattur edilir, (hatırlanır). O tahatturla o mübârek kelimelerin mânaları cüz´iyyetten külliyete çıkar ve o kudsî ve ihatalı mânalar tasavvur edilir, veya edilebilir. Ve o tasavvur ile kıymeti ve nûru teâli edip genişlenir.
Mesela: “Resûl-ü Ekrem aleyhissalâtu vesselâm, o gecede Cenâb-ı Hakk´a karşı, selam yerinde التحيات للّه demiş; yani “Bütün zîhayatların, hayatlarıyla gösterdikleri tesbihât-ı hayatiye ve Sânilerine (yaratıcılarına) takdim ettikleri fıtrî hediyeler, Ey Rabbim sana mahsusdur. Ben dahi bütün onları tasavvurumla ve îmanımla sana takdim ediyorum.” Evet nasıl ki Resûl-ü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) التحيات kelimesiyle, bütün zîhayatın ibâdât-ı fıtrîyelerini niyyet edip takdim ediyor.
Öyle de: Tahiyyâtın hülasası olan المباركات kelimesiyle de bütün medâr-ı bereket ve tebrik ve bârekallah ve mübârek denilen ve hayatın ve zîhayatınhülasası olan mahluklar, hususen tohumların ve çekirdeklerin, danelerin, yumurtaların, fitrî mübârekiyetlerini ve bereketlerini ve ubûdiyetlerini, temsil ederek, o geniş mâna ile söylüyor. Ve mübârekâtın hülasası olan الصلوات kelimesiyle de zîhayatın hülasası olan bütün zîruhun ibâdât-ı mahsûsalarını tasavvur edip dergâh-ı ilâhiye o ihatalı mânasıyla arzediyor: والطيبات kelimesiyle de, zîrûhun hülasaları olan kâmil insanların ve melâike-i mukarrebînin[499] salavâtın hülasası olan طيبات ile nûrânî ve yüksek ibadetlerini irâde ederek mâbûduna tahsis ve takdim eder.
Hem nasıl ki: O gecede Cenâb-ı Hakk tarafından السم عليك يا ايها النبي demesi, istikbalde yüzer milyon insanların (herbiri) her gün hiç olmazsa on defa السم عليك يا ايها النبي demelerini âmirâne i´şâr eder. Ve o selam-ı İlâhi, o kelimeye geniş bir nur ve yüksek bir mâna verir. Öyle de: Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm´ın, O selama mukâbil السم علينا وعلى عباد اللّه الصالحين demesi, istikbalde muazzam ümmeti ve ümmetinin sâlihleri, selâm-ı İlâhîyi temsil eden İslamiyet´e mazhar olmasını ve İslâmiyet´in umumi bir şiarı olan mü´minler ortasındaki السم عليك وعليك السم umum ümmet demesini râcîyâne (rica ederek), dâîyâne (taleb ederek) halıkından istediğini ifade ve ihtar eder. Ve o sohbette hissedâr olan Hazret-i Cebrâil (aleyhisselâm), emr-i İlâhî ile o gece اشهد ان اله ا اللّه واشهد ان محمداً رسول اللّه demesi bütün ümmet Kıyâmete kadar böyle şehâdet edeceğini ve böyle diyeceklerini mübeşşirâne haber verir. Ve bu mükâleme-i kudsiyeyi tahattur ile kelimelerin mânaları parlar, genişlenir.
Bir zaman karanlıklı bir gurbette, karanlık bir gecede, zulmetli bir gaflet içinde, hâl-i hazırda olan bu koca kâinât, hayalime câmid, ruhsuz, meyyit, boş, hâlî, müthiş bir cenaze göründü. Geçmiş zaman dahi, bütün bütün ölü, boş, meyyit, müthiş tehayyül edildi. O hadsiz mekan ve hududsuz zaman, karanlıklı bir vahşetgâh sûretini aldı. Ben o hâletten, kurtulmak için namaza ilticâ ettim. Teşehhüdde التحيات dediğim zaman, birden kâinât canlandı: hayattar, nûrânî bir şekil aldı, dirildi. Hatta, Kayyum´un parlak bir âyinesi oldu. Bütün hayattar eczasiyle beraber, hayatlarının tahiyyelerini ve hedâyâyı hayatiyelerini dâimî bir sûrette Zât-ı Hayy-ı Kayyuma takdim ettiklerini ilmelyakîn, belki Hakkalyakîn ile bildim ve gördüm.
Sonra السم عليك يا ايها النبي dediğim vakit, o hududsuz ve hâlî zaman, birden Resûl-ü Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm)´ın riyaseti altında, zîhayat ruhlar ile vahşetzâr (yabanî-ıssız) sûretinden ünsiyetli bir seyrangâh sûretine inkılâb etti.
İkinci Sual:
اللّهم صلّ على محمد وعلى آل محمد كما صليت على ابراهيم وعلى آل ابراهيم ´deki teşehhüd âhirinde teşbihlerin kaidesine uygun gelmiyor, çünkü: Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm), İbrahim (aleyhissalâtu vesselâm)´dan daha ziyade rahmete mazhardır ve daha büyüktür. Bunun sırrı nedir Hem bu tarzdaki salavâtın teşehhüdde tahsisinin hikmeti nedir
Aynı duâ, eski zamandan beri ve bütün namazda tekrar etmeleri; halbuki bir duâ bir defa kabûle mazhar olsa yeter. Milyonlarca duâları makbûl olan zatlar musırrâne duâ etmesi ve bilhassa o şey vâ´ad-i İlâhîye iktiran etmiş ise. Mesela عسى ربك ان يبعثك مقاماً محموداً Cenâb-ı Hakk vâ´adettiği halde, her ezan ve kâmetten sonra edilen mervi duâda وابعثه مقاماً محموداً الذى وعدته deniliyor; bütün ümmet o vâ´adi ifa etmek için duâ ederler. Bunun sırr-ı hikmeti nedir
EL-CEVAP: Bu sualde üç cihet ve üç sual var.
Birinci Cihet: Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), gerçi Hazret-i Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´a yetişmiyor. Fakat onun Âli, Enbiyâdırlar. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Âli evliyâdırlar. Evliyâ ise Enbiyaya yetişemezler. Âl hakkında olan bu duânın parlak bir sûrette kabul olduğuna delil şudur ki:
Üçyüzellimilyon içinde Âl-i Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm)´dan yalnız iki zatın, yani Hasan (r.a.), Hüseyin (r.a.)´in neslinden gelen evliya, ekser mutlak hakikat mesleklerinin ve tarikatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları علماء امتى كانبياء بنى اسرائيل hadisinin mazharları olduklarıdır. Başta Câfer-i Sâdık (r.a.) ve Gavs-i Âzam (r.a.) ve Şâh-ı Nakşibend (r.a.) olarak her bir ümmetin bir kısm-ı âzâmını tarîk-i hakikâta ve hakikat-ı İslâmiyet´e irşad edenler, bu Âl hakkındaki duânın makbuliyetinin meyveleridir.
İkinci Cihet: Bu tarzdaki Salavâtın namaza tahsisinin hikmeti ise, meşâhir-i insaniyenin en nûrânisi, en mükemmeli, en müstakimi olan enbiyâ ve evliyanın kâfile-i kübrâsının gittikleri ve açtıkları yolda, kendisi dahi o yüzer icmâ ve yüzer tevatür kuvvetinde bulunan ve şaşırmaları mümkün olmayan o cemaat-i uzmâya, o sırât-ı müstakîmde iltihak ve refâkât ettiğini tahattur etmektir. Ve o tahattur ile, şübehât-ı şeytânîyeden ve evhâm-ı seyyieden kurtulmaktır. Ve bu kafile, bu kainat sahibinin dostları ve makbul masnuları ve onların muârızları, onun düşmanları ve merdûd mahlukları olduğuna delil ise zaman-ı Âdem´den beri o kafileye daima muâvenet-i gaybiye gelmesi; ve muârızlarına her vakit musîbet-i semavî´ye inmesidir.
Evet Kavm-i Nûh ve Semûd ve Âd ve Firavn ve Nemrud gibi bütün muârızlar, gadâb-ı İlâhîyi ve azabını ihsas edecek bir tarzda gaybî tokatlar yedikleri gibi… Kafile-i Kübrânın Nûh (aleyhisselâm), İbrahim (aleyhisselâm), Musa (aleyhisselâm), Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) gibi bütün kudsî kahramanları dahi, hârika ve mûcizane ve gaybî bir sûrette mucizelere ve ihsânât-ı Rabbaniyeye mazhar olmuşlar. Bir tek tokat hiddeti, bir tek ikram muhabbeti gösterdiği halde, binler tokat muârızlara, ve binler ikram ve muâvenet kafileye gelmesi, bedâhet derecesinde ve gündüz gibi zahir bir tarzda o kafilenin hakkaniyetine ve sırât-ı müstakimde gittiğine şehadet ve delâlet eder. Fatiha´da غير المغضوب عليهم و الضالين o kafileye ve صراط الذين انعمت عليهم muârızlarına bakıyor. Burada beyan ettiğimiz nükte ise Fatiha´nın âhirinde daha zâhirdir.
Üçüncü Cihet: Bu kadar tekrar ile kat´î verilecek olan bir şeyin vermesini istemesinin sırr-ı hikmeti şudur: İstenilen şey mesela; makam-ı Mahmûd bir ucudur. Pek büyük ve binler makam-ı Mahmûd gibi mühim hakikatları ihtivâ eden bir hakikatı âzâm´ın bir dalıdır ve hilkât-ı kâinatın en büyük neticesinin bir meyvesidir. Ve ucu ve dalı ve o meyveyi duâ ile istemek ise; dolayısiyle o hakikat-ı umumîye-i uzmânın tahakkukunu ve vücûd bulmasını ve o şecere-i hilkatin en büyük dalı olan Âlem-i Bâkî´nin gelmesini ve tahakkukunu ve kâinâtın en büyük neticesi olan haşir ve kıyâmetin tahakkukunu ve dâr-ı Saadetin açılmasını istemektedir. Ve o istemekle, dâr-ı Saâdetin ve cennetin en mühim bir sebeb-i vücûdu olan ubudiyet-i beşeriyeye de da´avât-ı insaniyeye kendisi dahi iştirak etmektir. Ve bu kadar hadsiz derecede azîm bir maksad için bu hadsiz duâlar dahi azdır. Hem Hazret-i Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´a makam-ı Mahmud verilmesi, umum ümmete şefaât-ı kübrâsına işarettir. Hem o bütün ümmetinin saâdetiyle alâkadardır. Onun için hadsiz salavât ve rahmet duâlarını bütün ümmetten istemesi ayn-i hikmettir.” سبحانك علم لنا ا ما علمتنا انك انت العليم الحكيم [500]
CULÛS (K´DE) = OTURMA
ـ1ـ عن عليّ بن عبدالرحمن المعاوى قال: ]رَآنِى ابنُ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما وَأنَا أعْبَثُ بِالْحَصى في الصََّةِ، فَلَمَّا انْصَرَفَ نَهَانِى وَقالَ: اصْنَعْ كَمَا كَانَ رسولُ اللّهِ # يَصْنَعُ، فَقُلْتُ: وَكَيْفَ كَانَ رسولُ اللّهِ # يَصْنَعُ؟ قالَ: كَانَ إذَا جَلَسَ في الصََّةِ وَضَعَ كَفَّهُ الْيُمْنى عَلى فَخِذِهِ الْيُمْنى، وَقَبَضَ أصَابِعَهُ كُلَّهَا، وَأشَارَ بِأُصْبَعِهِ الَّتِى تَلِى ا“بْهَامَ، وَوَضَعَ كَفَّهُ الْيُسْرَى عَلى فَخِذِهِ الْيُسْرى[. أخرجه الستة إ البخارى وهذا لفظ مسلم .
1. (2636)- Ali İbnu Abdirrahmân el-Mu´âvî (rahimehullah) anlatıyor: “Ben namazda çakıl taşlarını kurcalarken İbnu Ömer (radıyallâhu anh) beni gördü. Namazdan çıkınca beni bundan nehyetti ve:
“Sen de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yaptığı gibi yap!” dedi. Ben:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ne yapmıştı ” diye sordum. Ben:
“Namazda oturduğu zaman, efendimiz sağ avucunu sağ dizinin üzerine koyarak, bütün parmaklarını yumar, başparmağını takip eden parmağıyla da işarette bulunurdu. Sol avucunu da sol uyluğunun üstüne koyardı.”[501]
ـ2ـ وفي أخرى عن نافع عن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]وَيَدُهُ الْيُسْرَى عَلى رُكْبَتِهِ الْيُسْرَى بَاسِطُهَا عَلَيْهَا[ .
2. (2637)- Nâfî´nin İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)´den yaptığı bir diğer rivayette şöyle denmiştir: “…Sol eli de sol dizinin üstüne açmış olarak koydu.”[502]
ـ3ـ وفي أخرى عنه: ]وَوَضعَ يَدَهُ الْيُمْنى عَلى رُكْبَتِهِ الْيُمْنى، وَعَقَدَ ثََثَةً وَخَمْسِينَ، وَأشَارَ بِالسَّبَّابَةِ[ .
3. (2638)- Yine İbnu Ömer´den bir başka rivayet şöyledir: “Sağ elini sağ dizi üzerine koydu. Elliüç akdi yapıp şehadet parmağıyla işarette bulundu.”[503]
ـ4ـ وفي أخرى للنسائى عن عليّ بن عبدالرحمن قال: ]صَلَّيْتُ إلى جَنْبِ ابْنِ عُمَرَ فَقَلَّبْتُ الحَصى؟ فقَالَ لِى: َ تُقَلِّبُ الحَصى، فإنَّ تَقْلِيبَ الحَصى مِنَ الشَّيْطَانِ، وافْعَلْ كَمَا رَأيْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَفْعَلُ. قُلْتُ: وَكَيْفَ رأيْتَ رسولَ اللّهِ # يَفْعَلُ؟ قالَ: هَكذَا، وَنَصَبَ الْيُمْنى، وَأضْجَعَ الْيُسْرَى، وَوَضَعَ يَدَهُ الْيُمْنى عَلى فَخِذِهِ الْيُمْنى، وَيَدَهُ الْيُسْرى عَلى فَخِذِهِ الْيُسْرى، وَأشَارَ بِالسَّبَّابَةِ[.وفي أخرى: ]بِأُصبُعِهِ الَّتِى تَلِى ا“بْهَامَ في الْقِبْلَةِ، وَرَمى بِبَصَرِهِ إلَيْهَا[ .
4. (2639)- Nesâî´nin Ali İbnu Abdirrahmân´dan kaydettiği bir rivayette der ki: “İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)´nın yanında namaz kıldım ve namazda çakılları alt üst ettim. Bana:
“Çakılları alt üst etme. Zîra çakılların çevrilmesi şeytan işidir. Sen de Resûlullah´ın yaptığı gibi yap. Ben O´nun ne yaptığını gördüm” dedi. Ben:
“Resûlullah´ın ne yaptığını gördün ” diye sordum.
“Şöyle´ dedi ve sağ ayağını dikti, solunu yatırdı. Sağ elini sağ uyluğu üzerine, sol elini de sol uyluğu üzerine koydu. Şehadet parmağıyla da işaret etti.”
Bir diğer rivayette şöyle denmiştir: “Baş parmağı takip eden parmağı ile kıbleye işaret etti, nazarlarını da ona dikti.”[504]
ـ5ـ وعن ابن الزبير رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كانَ رسولُ اللّهِ # إذَا قَعَدَ في الصََّةِ جَعَلَ قَدَمَهُ الْيُسْرى تَحْتَ فَخِذِهِ، وَسَاقِهِ، وَفَرَشَ قَدَمَهُ الْيُمْنى[ .
5. (2640)- İbnu´z-Zübeyr (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazda oturunca, sol ayağını (sağ) uyluğunun ve bacağının altına koyar, sağ ayağını da yere döşerdi.”[505]
ـ6ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ النَّبىَّ # كانَ يُشِيرُ بِأُصْبُعِهِ إذَا دَعَا وََ يُحُرِّكُهَا يَدْعُو كَذلِك وَيتَحَامَلُ بِيَدِهِ الْيُسْرَى عَلى فَخِذِهِ الْيُسْرى[ .
وفي أخرى: ]َ يُجَاوِزُ بَصَرُهُ إشَارَتَهُ[. أخرجه أبو داود، واللفظ له والنسائى .
6. (2641)- Yine İbnu´z-Zübeyr (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (namazda oturur vaziyette iken), duâ edince, hareket ettirmeksizin parmağıyla işaret yapar, bu vaziyette duâ (teşehhüd) okurdu. Sol eliyle de sol uyluğunun üzerine dayanırdı.”
Bir diğer rivayette şöyle gelmiştir: “Gözü de işaretinden ayrılmazdı.”[506]
ـ7ـ وعن وائل بن حجر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]افْتَرَشَ رَسُولُ اللّهِ # رِجْلَهُ الْيُسْرَى، وَرَفَعَ يَدَهُ يَعْنِى عَلى فَخِذِهِ الْيُسْرى، وَنَصَبَ الْيُمْنى[. أخرجه الترمذي وصححه والنسائى.وعنده: ]وَوَضَعَ ذِرَاعَيْهِ عَلى فَخِذَيْهِ، وَأشَارَ بِالسَّبَّابَةِ يَدْعُو[ .
7. (2642)- Vâil İbnu Hucr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sol ayağını yere yaydı, elini sol uyluğunun üzerine koydu, sağ ayağını da dikti.”
Nesâî´nin bir rivayetinde: “Kollarını, uyluklarının üzerine koydu. Şehadet parmağıyla işaret ederek duâ ediyordu (teşehhüdü okuyordu).”[507]
ـ8ـ وعن أبى يعفور رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ مُصْعَبَ بنَ سَعْدِ بنِ أبِى وَقَّاصٍ يَقُولُ: صَلَّيْتُ إلى جَنْبِ أبِى فَطَبَّقْتُ بَيْنَ كَفَّىَّ وَوَضَعْتُهُمَا بَيْنَ فَخِذَىَّ فَنَهَانِِى أبِى وَقَالَ: كُنَّا نَفْعَلُهُ فَنُهِينَا عَنْهُ وَأُمِرْنَا أنْ نَضَعَ أيْدِينَا عَلى الرُّكَبِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي .
8. (2643)- Ebû Ya´fûr (radıyallâhu anh) diyor ki: “Mus´ab İbnu Sa´d İbnu Ebî Vakkâs´ın şöyle söylediğini işittim: “Babamın yanında namaz kılmış, namazda avuçlarımı iç içe kavuşturup uyluklarımın arasına koymuştum. Babam bu tarzdan beni men´ etti ve:
“Biz de bir ara böyle yapmıştık. Ondan nehyedildik ve ellerimizi dizlerimizin üzerine koymakla emrolunduk” dedi.”[508]
ـ9ـ وعن عاصم بن كليب الجرمى عن أبيه عن جده، واسمه شهاب بن المجنون. قال: ]دَخَلْتُ عَلى رَسُولِ اللّهِ # وَهُوَ يُصَلِّى، وَقَدْ وَضَعَ يَدَهُ الْيُسْرَى عَلى فَخِذِهِ الْيُسْرى، وَوَضَعَ يَدَهُ الْيُمْنى عَلى فَخِذِهِ الْيُمْنى، وَقَبَضَ أصَابِعَهُ وَبَسَطَ السَّبَّابَةَ وَهُوَ يَقُولُ: يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِى على دِينِكَ[. أخرجه الترمذي .
9. (2644)- Âsım İbnu Küleyb el-Cermî an ebîhi an ceddihî -ki ismi de Şihâb İbnu´l-Mecnûn´dur- der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın huzuruna girdim, namaz kılıyordu. Sol elini sol uyluğunun üzerine koymuş, sağ elini de sağ uyluğunun üzerine koymuş idi. (Sağ elin) parmakları hep yumuk, sadece işaret parmağı açıktı. Şöyle duâ ediyordu:
“Ey kalbleri döndüren Allah´ım, kalbimi dînin üzerine sâbit kıl.”[509]
ـ10ـ وله في أخرى عن أبى حميد الساعدى: ]جَلَسَ يَعْنِى لِلتَّشَهُّدِ: فَافْتَرَشَ رِجْلَهُ الْيُسْرَى، وَأقْبَلَ بِصَدْرِ الْيُمْنى عَلى قِبْلَتِهِ[ .
10. (2645)- Ebû Humeyd es-Sâidî´den yine Tirmizî´nin bir rivayetinde şöyle denir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) teşehhüd için oturdu, sol ayağını yayıp sağ göğsünü kıbleye çevirdi…”[510]
ـ11ـ وللنسائى: ]إذَا كانَ في الرَّكْعَةِ الَّتِى تَنْقَضِى فِيهَا الصََّةُ أخْرَجَ رِجْلَهُ الْيُسْرى، وقَعَدَ عَلى شِقِّهِ مُتَوَرِّكاً، ثُمَّ سَلّمَ[.وله في أخرى: »رَافِعاً إصْبَعَهُ السَّبَّابَةَ قَدْ أحْنَاهَا شَيْئاً« .
11. (2646)- Nesâî´deki rivayette şu ziyade var: “Namazın sona erdiği rek´atte sol ayağını geride bırakmış ve uyluk kemiğine dayanarak oturmuş, sonra da selam vermişti.”
Yine Nesâî´nin bir diğer rivayetinde şu ziyade var: “Şehadet parmağını kaldırmış ve onu hafif eğmiş (vaziyette teşehhüdü okuyordu).”[511]
ـ12ـ وعن عبداللّه بن عبداللّه بن عمر قال: ]كانَ ابنُ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما يَتَرَبَّعُ في الصََّةِ إذَا جَلَسَ، فَفَعَلْتُهُ وَأنَا يَوْمَئِذٍ حَدِيثُ السِّنِّ، فَنَهَانِى وَقَالَ: إنَّمَا سُنَّةُ الصََّةِ أنْ تَنْصِبَ رِجْلَكْ الْيُمْنى، وَتَثْنِىَ الْيُسْرى، فَقُلْتُ: إنَّكَ تَفْعَلُ ذلِكَ؟ فقَالَ: إنَّ رِجَْىَ َ تَحْمَِنِى[. أخرجه البخارى، وهذا لفظه، ومالك والنسائى .
12. (2647)- Abdullah İbnu Abdillah İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “İbnu Ömer namazda oturunca bağdaş kurardı. Aynı şeyi ben de yaptım. O sırada yaşım gençti. Beni bundan nehyetti. Ve dedi ki:
“Namazın sünneti sağ ayağını dikmen, solu da bükmendir.” Ben kendisine:
“Ama sen bunu yapıyorsun!” dedim. Bunun üzerine:
“Ayaklarım beni taşımıyor” diye açıklamada bulundu.”[512]
ـ13ـ وفي رواية النسائى: ]أنْ تَنْصِبَ الْقَدَمَ الْيُمْنى، وَاسْتِقْبَالَهُ بِأصَابِعِهَا الْقِبْلَةَ وَالجُلُوسَ عَلى الْيُسْرى[ .
13. (2648)- Nesâî´nin rivayetinde şöyle denmiştir: “… (Namazın sünneti) sağ ayağını dikmen, parmaklarını kıbleye yöneltmen ve sol (ayak ) üzerine de oturmandır.”[513]
ـ14ـ وعن طاوس قال: ]قُلْتُ بْنِ عَبَّاسٍ في ا“فْعَاءِ عَلى الْقَدَمَيْنِ فقَالَ: هِىَ السُّنَّةُ، فَقُلْنَا لَهُ: إنَّا لَنَرَاهُ جَفَاءً بِالرَّجُلِ، فقَالَ: بَلْ هِىَ سُنَّةُ نَبِىِّكُمْ #[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذي، وهذا لفظ مسلم.وزاد أبو داود: بَعْدُ »عَلى الْقَدَمَيْنِ في السُّجُودِ«
14. (2649)- Tâvus (rahimehullah) anlatıyor: “İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ)´a (namaz´da) iki ayak üzerine ik´â hakkında sordum.
“Bu sünnettir” dedi. Kendisine:
“Biz bunu erkeğe eziyet görüyoruz!” dedik. O tekrar:
“Bilakis, o, Peygamberiniz (aleyhissalâtu vesselâm)´in sünnetidir!” dedi.”[514]
Ebû Dâvud´da, “iki ayak üzerine” tabirinden sonra “secdede” ziyadesi mevcuttur.[515]
ـ15ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كانَ رَسُولُ اللّه # إذَا جَلَسَ في الرَّكْعَتَيْنِ ا‘ولَيَيْنِ كَأنَّهُ عَلى الرَّضْفِ حَتَّى يَقُومَ[. أخرجه أصحاب السنن.»الرَّضْفُ«: بسكون الضاد المعجمة جمع رضفة، وهى الحجارة المحماة .
15. (2650)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ilk iki rek´atte oturunca, (çabuk) kalkmak için sanki kızgın taş üzerine oturmuş gibiydi.”[516]
AÇIKLAMA:
Bu kısımda yer alan onbeş kadar rivayet namazın celselerinde sünnete uygun oturuş tarzını beyan etmektedir. Bu rivayetlerden ortaya çıkan hükümleri şöyle tesbit edebiliriz:
1- İlk iki rek´atteki oturuş ile son rek´atteki oturuş, şekil olarak aynı olsa bile müddet olarak farklıdır. Birinci oturuş kısadır. Bundaki kısalık 2650 numaralı hadiste latif bir teşbihle ifade edilmiştir: “Kızgın taş üzerine oturmuş gibi oturmak.” Şârihler, bu teşbihten maksadın cülûsun hafifliğini ifade olduğunu belirtirler. Yani sadece teşehhüd okunup kalkılacak, salavât ve duâ ilave edilmeyecek demektir. Hanefîlere göre ilave bir şey okunursa sehiv secdesi gerekir. Şâfiîler salavât da okunabilir demiştir.
2- Namazda oturuşun kendine has bir şekli var. Bu şekil, ayakların vaziyetinden, ellerin ve hatta parmakların vaziyetine kadar bazı teferru-âta şâmildir. Şöyle ki:
* Sağ ayak, parmaklar, kıble istikâmetinde olacak şekilde dikilecek; sol ayak, sırtı üzerine yere döşenecek ve sol ayak üzerine oturulacak, sağ el sağ uyluk, sol el de sol uyluk üzerine dize yakın olarak konulacaktır, diz üzerine de konulabilir.
Ancak 2640 numarada İbnu´z-Zübeyr´den gelen rivayet sol ayağı sağ uylukla baldırın altına koyup sağ ayağı da yere döşeyip onun üzerine oturmayı tarif etmektedir. Bu rivayette sağ ayağın yere döşenmesi epeyce bir ihtilaf konusu olmuştur, zîra oturuşta sağ ayağın dikileceği hususunda ulema ittifak eder. Ancak Kadı İyâz sağ ayağı döşemenin mânası onu parmaklar üzerine dikmeyip ayağını yatırmak diye bir açıklama yapar. Bu muhtar kavildir. Öyle ise meşrû olan iki sûret ortaya çıkmaktadır:
a) Sağ ayağı dikerek oturmak,
b) Yatırarak oturmak. Her ikisi de sahih rivayetlerde geldiği için ulema: “Dikmek müstehab ise de terki de câizdir, Resûlullah cevazı göstermek için her ikisine de yer vermiştir” demiştir.
Ancak, bazı âlimler daha ileri giderek teverrük denen, ayakları yatırarak[517] oturmanın son oturuşa, iftirâş denen ve sağ ayağı dikip, sol ayağı da yatırarak üzerine oturmaktan ibaret şeklin birinci oturuşa ait olduğunu söylemiştir. Şâfiî ve bazı fakihler bu görüştedir.
Ebû Hanîfe ve fakihler her iki cülûsta da erkeklerin iftirâş kadınların teverrük sûretinde oturmasını efdal kabul eder.
Mâlikîlere göre her iki cülûsta teverrük efdaldir.
* Sağ elin parmakları şu şekilde yumulacak: Baş parmakla orta parmak bir halka yapacak şekilde bir araya gelecek şehadet parmağı kıble istikametini işaret eder şekilde yumulmayıp düz kalacak. 2638 numaralı rivayette geçen elliüç akdini, Nevevî şöyle izah eder: “Hesap ilmi mensuplarına göre, bu tabirle, serçe parmağının kenarının yüzük parmağı üzerinde konması ifade edilir. Ancak burada murad o değildir. Sadedinde olduğumuz hadiste bu tabirle serçe parmağının el ayası üzerine konarak hesapçıların ellidokuz dedikleri şekli vermektir.”
* 2643 numaralı hadiste geçen avuçları iç içe kavuşturarak bacaklar arasına koyarak oturma tarzı hakkında daha önce açıklama geçmiştir (2590 numaralı hadis).
* Sağ el parmaklarının yumulup, şehadet parmağıyla işaret verilmesi ile ilgili olarak da bir kısım teferruât üzerinde ihtilaf edilmiştir. Mesela parmakların yumulma zamanı, baş parmağın vaziyeti diz üzerinde sâbit mi, hareket edecek mi … gibi. Bu mevzuya giren hadislerin hepsine Teysîr yer vermez. Sözgelimi 2641 numaralı hadiste şehadet parmağıyla ilgili olarak geçen “hareket ettirmeksizin” tabiri ile 2646 numaralı hadiste geçen, “hafif eğmiş” tabiri, şehadet parmağının vaziyetiyle ilgili ihtilaflı rivayetlerin varlığına delâlet ederler.
Âlimler, bu ihtilaflı rivayetleri, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ ın değişik zamanlarda bu farklı tarzların hepsine yer vermiş olduğunu belirterek te´vil ederler. Teferruâta girmeden mezhebimizce de benimsenmiş olan şehadet parmağıyla işaret verme tarzını belirtelim:
Teşehhüd duâsı okunurken, sıra tevhide gelince, tevhid´in Lâilâhe kısmı söylenirken sağ elin diğer parmakları yumulurken şehadet parmağı yukarıya kaldırılır, illallah denilirken indirilir. Bazı rivayetler şehadet getirirken şehadet parmağını kaldırmaktan başka hareket de ettirilebileceğini söyler. Hanefî fakihlerden İmam Muhammed bu yumma işinin, şehadet parmağı kalkarken sağ elin baş parmağı ile orta parmağının halka olacak şekilde bir araya getirilip diğer iki parmağın da yumulmasıyla gerçekleştirileceğini söyler. Bazı fakihler parmakların yumulmadan şehadet parmağıyla işaret verileceğini; diğer bazıları da baş parmağı diğer parmakların altına getirerek şehadet parmağının kaldırılacağını söylemiştir. Şehadet parmağının kaldırılmasını gereksiz gören de olmuştur. Ancak bu sahih rivayete aykırıdır. Parmak kaldırmaya Keydânî “haram” demiştir, ancak bu görüş, tekfire varacak şiddette ciddî tenkidle karşılaşmıştır.
Şehadet parmağını kaldırmak sahih rivayetlerle sâbit bir sünnet olmaktan başka kuûd sırasında gözün vaziyetini de yönlendirmektedir. Çünkü 2639-2641 numaralı rivayetlerde de geçtiği üzere, göz, kuûd sırasında kalkmış vaziyetteki şehadet parmağını takib edecektir. Ayrıca, şehadet parmağı kaldırılırken, tevhid yani Allah´ın bir olduğu niyet edilip hatırlanacaktır.
3- Yukarıda kaydedilen hadiste iki farklı oturuş şekli üzerinde daha durulmuştur: Bağdaş kurma ve ik´â. Daha önce de geçtiği üzere bazı rivayetler, selefin bağdaş kurarak namaz kıldığını mevzubahis eder. 2647 numaralı rivayet bunun bir özre binaen tecviz edildiğini göstermektedir. Normal şartlarda bağdaş kurarak namaz kılmaya ulema cevaz vermemiştir. İbnu Abdilberr sağlam kimsenin bağdaş kurarak farz namaz kılmasının câiz olmadığında icma edildiğini belirtir. Nafile namazlarla, hasta kimsenin farzlarda bağdaş kurarak kılacağı namaz hususunda ihtilaf olmuştur. İbnu Mes´ud´dan gelen bir rivayet O´nun bunu haram telakki ettiğini ifade ederse de âlimler çoğunluk itibariyle teşehhüdde oturuş şeklinin sünnet olduğunda ittifak etmişlerdir.
İk´â´ya gelince buna 2649 numaralı hadiste temas edilmekte ve sünnet olduğu belirtilmektedir. İk´â´yı tarif eden âlimler onu tavsifte ihtilaf ettikleri için dilimizdeki bir karşılığı ile tercüme etmeyi uygun görmeyip, ne olduğunu burada açıklamaya bıraktık.
Evet ik´â إِكْعَاء denilen oturuş şekli nedir Nevevî bu soruya şöyle cevap verir: “Bil ki, ik´â hakkında iki (çeşit) hadis vârid olmuştur. Biri sadendinde olduğumuz bu hadistir. Ve bunda ik´â´nın sünnet olduğunu söylemektedir. Tirmizî ve başkaları tarafından rivayet edilen diğer bir hadiste ise ik´â yasaklanmaktadır.”
Nevevî hadislerin kaynaklarını belirttikten sonra der ki: “Ulema ik´â´nın hükmü ve tefsiri hususlarında pek çok ihtilaflara düşmüştür. Gerçek olan şu ki, ik´â iki çeşittir: Biri “köpeğin ik´âsı gibi, kabalarını yere dayayıp bacaklarını dikmesi, ellerini de yere dayamasıdır.” Ebû Ubeyde Ma´mer İbnu Müsennâ ve arkadaşı Ebû Ubeyd el-Kâsım İbnu Sellâm ve diğer lügatçiler ik´âyı böyle tarif ederler. İşte, bu ik´â mekruhtur. Yasaklayıcı rivayetler bu ik´â hakkında vârid olmuştur.
İkinci çeşit ik´â, kişinin kabalarını iki secde arasında ökçelerinin üzerine koymasıdır. Sadedinde olduğumuz hadiste İbnu Abbâs´ın “Peygamberimizin sünnetidir” dediği ik´â budur. İbnu Abbâs´tan hadis: “Ökçelerinin kabalarına değmesi sünnettir” diye açıklanmış olarak da rivayet edilmiştir.
Mezheplere göre sünnet olan oturuş şeklini yukarıda belirttik. Burada, daha önce geçmiş olan bir teferruâtı tekrar hatırlatıyoruz: Şâfiî hazretleri iki secde arasında bir miktarcık oturmayı sünnet addetmişti. İşte o oturuş, İbnu Abbâs´ın bu hadiste sünnet dediği ik´â tarzında olacaktır. [518]
SELÂM
ـ1ـ عن عامر بن سعد عن أبيه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كانَ رَسولُ اللّهِ # يُسَلِّمُ عَنْ يَمِينِهِ وَعَنْ يَسَارِهِ حَتَّى أرَى بَيَاضَ خَدِّهِ[. أخرجه مسلم والنسائى .
1. (2651)- Âmir İbnu Sa´d, babasından (radıyallâhu anh) naklediyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (namazını tamamlayınca) sağına ve soluna selam verirdi, öyle ki ben (geride olduğum halde) yanağının beyazlığını görürdüm.”[519]
ـ2ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ النَّبىَّ # كانَ يُسَلِّمُ عَنْ يَمِينِهِ وَعَنْ شِمَالِهِ: السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ[. أخرجه أصحاب السنن.وزاد أبو داود بعد قوله شماله: »حَتَّى نَرَى بَيَاضَ خَدِّهِ«.وزاد النسائى: »حَتَّى نَرَى بَيَاضَ خَدِّهِ مِنْ هَاهُنَا، وَبَيَاضَ خَدِّهِ مِنْ هَاهُنَا« .
2. (2652)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (namazı bitince) sağına ve soluna selam verir, şöyle derdi: “Esselâmu aleyküm ve rahmetullah, esselâmu aleyküm ve rahmetullah.”[520] Ebû Dâvud´da “soluna” tabirinden sonra şu ziyade yer alır: “…Öyle ki yanağının beyazını gördük.”
Nesâî´de ise şu ziyade vardır: “…Öyle ki, şu taraftan yanağının beyazlığını görürdük.”[521]
ـ3ـ وفي أخرى ‘بى داود عن وائل بن حجر: ]كانَ يُسَلِّمُ عَنْ يَمِينِهِ: السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ، وَعَنْ شِِمَالِهِ: السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ[.وله في أخرى عن سمرة بن جندب: »ثُمَّ سَلِّمُوا عَلى أقَارِبِكُمْ وَعلى أنْفُسِكُمْ«.
3. (2653)- Ebû Dâvud´un Vâil İbnu Hucr (radıyallâhu anh)´dan yaptığı bir diğer rivayette şöyle gelmiştir: “[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)] sağına, “esselâmu aleyküm ve rahmetullah ve berekâtuhu” diyerek, soluna da “esselamu aleyküm ve rahmetullah” diyerek selam verirdi.”
Yine Ebû Dâvud´da Semüre İbnu Cündeb´ten gelen bir rivayette: “…sonra imamınıza ve kendinize selam verin” buyurulmuştur.”[522]
AÇIKLAMA:
Semüre´den rivayet edilen hadisin Ebû Dâvud´daki aslı ile Teysîr´de kaydedilen şekli arasında fark var. Teysîr´de على اقاربكم denmiş iken, asılda على إمَامكُم denmektedir. Kâri, okuyucu demek ise de hadislerde imam mânasında geçmektedir. Burada da imam demektir. Biz tercümeyi buna göre yaptık.[523]
ـ4ـ وعن جابر بن سمرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كُنَّا إذا صَلَّيْنَا مَعَ رسولِ اللّهِ #. قُلْنَا بِأيْدِينَا: السََّمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللّهِ، وَأشَارَ بِيَدِهِ الى الجَانِبَيْنِ، فقَالَ رَسُولُ اللّهِ #: عََمَ تُومُونَ بأيْدِيكُمْ؟ مَالِى أرَى أيْدِيكُمْ كَأنَّهَا أذْنَابُ خَيْلٍ شُمْسٍ؟ اسْكُنُوا في الصََّةِ، وَإنَّمَا يَكْفِى أحَدَكُمْ أنْ يَضَعَ يَدَهُ عَلى فَخِذِهِ، ثُمَّ يُسَلِّمُ عَلى أخِيهِ مِنْ يَمِينِهِ وَشِمَالِهِ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى.»الشَّمْسُ«: بضم الشين المعجمة وسكون الميم جمع شموس بفتح الشين، وهى النفورة من الدوابّ التى تستقرّ لنفورها وحدّتها .
4. (2654)- Câbir İbnu Semüre (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile beraber namaz kılınca, ellerimizle (işaret ederek): “Esselâmu aleyküm ve rahmetullâhi” demiştik -ve eliyle de iki tarafına işaret etti. -Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun üzerine:
“Ellerinizle neye işaret ediyorsunuz Niye ellerinizi hırçın atların kuyruğu gibi (kıpırdak) görüyorum Namazda sakin olun. Herbirinizin ellerini dizlerine koyup, sonra sağındaki ve solundaki kardeşine selam vermesi yeterlidir!”[524]
ـ5ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كَانَ رَسولُ اللّهِ # إذَا سَلَّمَ لَمْ يَقْعُدْ إَّ مِقْدَارَ مَا يَقُولُ: اللَّهُمَّ أنْتَ السََّمُ وَمِنْكَ السََّمُ تَبَارَكْتَ يَاذَا الجََلِ وَا“كْرَامِ[. أخرجه مسلم والترمذي .
5. (2655)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) selam verince: “Allahümme ente´sselâm ve minke´sselâm. Tebârekte yâ ze´lcelâli ve´l-ikrâm” diyecek kadar otururdu.”
Bu cümlenin mânası: “Ey Allah´ım! Sen selamsın (her çeşit ayıp, kusur ve âfetlerden uzaksın). İnsanların mazhar olduğu selâmet sendendir. Ey Celâl ve ikram sahibi Rabbimiz! Senin şânın yücedir” demektir.”[525]
ـ6ـ وعن سمرة بن جندب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أمَرَنَا النّبىُّ # أنْ نَرُدَّ عَلى ا“مَامِ، وَأنْ نَتَحَابَّ، وَأنْ يُسَلِّمَ بَعْضُنَا عَلى بَعْضٍ[. أخرجه أبو داود .
6. (2656)- Semüre İbnu Cündeb (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) imamın selamına selamla mukâbele etmemizi, birbirimizi sevmemizi, birbirimize selam vermemizi emretti.”[526]
AÇIKLAMA:
Bu kısımda kaydedilen altı aded hadis, namazın bitiminde verilecek selamla ilgilidir. Bu hadislerde ortaya çıkan ahkâmı şöyle özetleyebiliriz:
1) Namazın bitiminde (teşehhüd, salât ve dualardan sonra) baş sağa ve sola çevrilerek selam verilecektir (2651).
2) Selam verirken sağ ve sol cephelere ayrı ayrı esselâmu aleyküm ve rahmetullah denecektir (2652, 2653). Sağdan başlamak efdaldir. Nevevî, “her iki selamda sola veya sağa veya öne verilse, veya önce soldan başlansa selam sahih olur, fakat fazîlet kaçırılır” der. Sağa ve sola dönüş mübâlağalı olacaktır. Hadiste geçen “… yanağının beyazlığı görülünceye kadar sağa (sola) döndü…” sözü bu mübâlağa ile te´vil edilmiştir.
3) Selam verirken, imamın selamına mukâbele etmeye niyet edilecektir (2653, 2656). Aliyyü´l-Kârî´nin Mirkât´da belirttiği üzere, imamın sağında olanlar ikinci selamla, solunda olanlar ise birinci selamla, tam geri hizasında olanlar da her iki selamla imama selam vermeyi niyet edecektir. Bu, Hanefîlere göre yapılmış bir te´vildir.
Neylü´l-Evtâr´da Şâfiîlerin şöyle te´vil ettiği belirtilir: “İmamın sağındaki kimse, ikinci selamında imama mukâbele etmeyi niyet eder. Solundaki, birinci selamda imama mukâbeleye niyet eder, hizasında olan kimse istediği selamda imama mukâbele etmeyi niyet eder, ancak birincideki niyet daha iyidir.” İbnu Mâce´nin rivayeti şöyledir: “Resûlullah bize imamlarımıza ve birbirimize selam vermemizi emretti.”
Mâlikîlere göre musallinin imama mukabelesi imamın söylediğini aynen söylemekle olur. Onlara göre imama uyan (me´mûm) üç selamda bulunur: Birincisi ile namazdan çıkar, bunu hafif sağa dönerek karşısına verir. İkinci selamı imamadır, üçüncü selamı da solundakileredir.
4) Kendine selam verilecektir (2653). İlk nazarda garib de gelse, Resûlullah, kişinin kendine selam vermeyi de niyet etmesini emretmektedir. Esasen bir âyette: “… Evlere girdiğiniz zaman kendinize, ehlinize Allah katından bereket, esenlik ve güzellik dileyerek selam verin” (Nûr 61) buyrularak nefsimize selam vermek Allah tarafından emredilmiştir. Şu halde Resûlullah´ın emri, namazdaki selamda da kendimizi niyet etmemizin gereğini irşad etmektedir. Selamın mahiyeti açısından bu tabiîdir. Çünkü, selam bir duâdır, bir teavvüz duâsıdır, yani Allah´tan sığınma talebi ve O´na ilticâdır. Yani selam, Allah´ın bir ismi olması haysiyetiyle esselâmu aleyküm demek: “Allah üzerine hafîz ve vekil olsun” demektir. Şu mânaya geldiği de söylenmiştir: “Selâmet ve necât (kurtuluş) bulasınız.” Kişi namaz selamı sırasında kendini de niyetine almakla bu temennilere şahsını da dahil etmiş olmaktadır. Bazı âlimler sağa verilen selamla sadece sağındaki melekleri ve diğer mevcut emsalini değil, Hz. Âdem devrinden beri geçmiş emsalini; sola selamla da soldaki melekleri ve emsalini ve Kıyâmete kadar gelecek ehl-i îman emsalini kastedeceğini söylemişlerdir. Tirmizî´de ve Ahmed İbnu Hanbel´in Müsned´ inde gelen bir rivayette Hz. Peygamber´in selamı bu şekilde geniş tuttuğu belirtilir. “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğleden önce dört, öğleden sonra dört, ikindiden sonra dört rek´at kılar, her iki rek´atin arasını mukarreb meleklere, peygamberlere ve onlarla olan mü´min kimselere selamla ayırırdı.” Bazı âlimler burada teşehhüddeki selamın kastedildiğini söylemiştir. Ancak hemen belirtileceği üzere teşehhüd selamı ile tahlîl selamı arasında irtibat olmadığını söylemek zor ve çok tekellüflü olur. Tahlîl selamı imam´ın cemaate, cemaatin imam´a ve etrafındakilere selamıdır diye kesip atacak olsak tek başına kılanların selamını nasıl değerlendireceğiz
Sırf selam vesilesiyle mü´minin ulaştığı bu hayal gücü ve tefekkür derinliği, namazın rûhî hayatımıza kazandırdığı müstesnâ zenginliklerden sadece biridir. Rabbimizin namaz nimetine şükrümüzü edadan gerçekten ne kadar âciziz!
NOT: Âlimler, selam´ın eliflâmlı olup olmaması hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları eliflâmsız olabileceğini söylemiş ise de esselam şeklinde eliflamlı olmasının efdal olduğunu belirtmiştir. Ancak diğer bir kısım âlimler eliflâm olmasının vâcib olduğunda ısrar etmiştir. “Çünkü derler, bütün rivayetler eliflâmlıdır, zaten teşehhüdde de geçmiştir, öyle ise tekrar edilirken mutlaka eliflâm´la mârife yapılması gerekir.”
5) Namazda sağ ve sola selam verilirken eller uylukların üzerinde olacak. Sözle verilen selama elkol, parmak hareketi refâkât etmeyecek (2654). Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) namazın sonunda selam sırasında eliyle işaret ve imada bulunanlara müdâhale etmiş ve bu davranışı huysuz atların mânasız ve yersiz kuyruk sallamalarına benzetmiştir.
Ashâbın bu davranışı, namazda huşû ve sükûnetle ilgili ahkâmın ve teferruâta inen bir kısım ahkâm ve âdâbın teşriînden önceye rastlar. Bu müdahale de işaret ettiğimiz bir teşriât olmaktadır. Rivayetler, bidayette namaz içinde mü´minlerin yürüdüklerini, selamlaştıklarını ve hatta konuştuklarını belirtir. Zaman içerisinde ve bilhassa huşû ile ilgili âyet geldikten sonra namazla ilgili âdâb tamamlanmış, son şeklini almıştır.
6) Namazdan selamla çıkınca, namaz hali üzere kalınmayacaktır. Namaz hali üzere kalmanın miktarı Allahümme ente´sselam ve minke´sselam, tebârekte yâ ze´lcelâli ve´l-ikrâm deme müddeti kadardır (2655). Esasen selam´a tahlîl selamı denmiştir. Yani namaz halinde uyulması gereken yasakların kalkması, helal olması selamı. Öyle ise, selamdan sonra o hal fazla uzatılmayacaktır. Konuşmak, sağa sola dönmek, vaziyetini değiştirmek, kalkıp gitmek artık helaldir.[527]
NAMAZIN EVSAFINI BİLDİREN BAZI HADİSLER
ـ1ـ عن أبى حميد الساعدى رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]وَكَانَ قاعِداً مَعَ نَفَرٍ مِنْ أصْحَابِ رَسُُولِ اللّهِ # فَذَكَرُوا صََةَ رَسولِ اللّهِ #، فقَالَ: أنَا أعلَمُكُمْ بِصََتِهِ # قالُوا: فَلِمَ؟ فَوَاللّهِ مَا كُنْتَ بِأكْثَرَ مِنَّا لَهُ تَبَعاً، وََ أقْدَمَ مِنَّا لَهُ صُحْبَةً؟ قاَلَ: بَلى، قالُوا: فَاعْرِضْ. قالَ: كانَ إذَا قَامَ إلى الصََّةِ يَرْفَعُ يَدَيْهِ حَتَّى يُحَاذِىَ بِهِمَا مَنْكِبَيْهِ، ثُمَّ يُكبِّرُ حَتَّى يَقِرَّ كُلُّ عَظْمٍ في مَوْضِعِهِ مُعْتَدًِ، ثُمَّ يَقْرَأُ، ثُمَّ يُكَبِّرُ وَيَرْفَعُ يَدَيْهِ حَتَّى يُحَاذِىَ بِهِمَا مَنْكِبَيْهِ، ثُمَّ يَرْكَعُ وَيَضَعُ رَاحَتَيْهِ عَلى رُكْبَتَيْهِ، ثُمَّ يَعْتَدِلُ وََ يُصَوِّبُ رَأسَهُ وََ يُقْنِعُ، ثُمَّ يَرْفَعُ رَأسَهُ فَيَقُولُ: سَمِعَ اللّهُ لِمَنْ حَمِدَهُ، ثُمَّ يَرْفَعُ يَدَيْهِ حَتَّى يُحَاذِى بِهِمَا مَنْكِبَيْهِ مُعْتَدًِ، ثُمَّ يَقُولُ: اللّهُ أكْبَرُ، ثُمَّ يَهْوِى إلى ا‘رْضِ فَيُجَافِى يَدَيْهِ عَنْ جَنْبَيْهِ، ثُمَّ يَرْفَعُ رَأسَهُ وَيَثْنِى رِجْلَهُ الْيُسْرَى فَيَقْعُدَ عَلَيْهَا وَيَفْتَحُ اَصَابِعَ رِجْلَيْهِ إذَا سَجَدَ، ثُمَّ يَسْجُدُ، ثُمَّ يَقُولُ: اللّهُ أكْبَرُ وَيَرفَعُ رَأسَهُ فَيَثْنِى رِجْلَهُ الْيُسْرى، فَيَقْعُدُ عَلَيْهَا حَتَّى يَرْجِعَ كُلُّ عَظْمٍ إلى مَوْضِعِهِ، ثُمَّ يَصْنَعُ في ا‘خْرَى مِثْلَ ذَلِكَ، ثُمَّ إذَا قامَ مِنْ الرَّكْعَتَيْنِ كَبَّرَ وَرَفَعَ يَدَيهِ حَتَّى يُحَاذِى بِهِمَا مَنْكِبَيْهِ كَمَا كَبَّرَ عِنْدَ افْتِتَاحِ الصََّةِ، ثُمَّ يَصْنَعُ ذَلِكَ في بَقِيَّةِ صََتِهِ، حَتَّى إذَا كَانَتِ السَّجْدَةُ الَّتِى فِيهَا التَّسْلِيمُ أخْرَجَ رِجْلَهُ الْيُسْرى، وَقَعَدَ مُتَوَرِّكاً عَلى شِقِّهِ ا‘يْسَرَ. قَالُوا: صَدَقْتَ، هكذَا كانَ يُصَلِّى رَسولُ اللّهِ #[. أخرجه البخارى مختصراً، وأبو داود والترمذي.
1. (2657)- Ebû Humeyd es-Sâidî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Kendisi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Ashâbından on kişilik bir grupla oturuyor idi. Resûlullah´ın namazını zikrettiler. Bunun üzerine:
“Ben içinizde Aleyhissalâtu vesselâm´ın namazını en iyi bilen kimseyim!” dedi. Yanındakiler:
“Nasıl olur. Allah´a yemin olsun, sen O´na bizden daha çok tâbi olmuş bizden önce onun sohbetine katılmış değilsin!” dediler. O:
“Herşeye rağmen!” deyip (ısrar edince):
“Peki (Efendimizin nasıl namaz kıldığını) arzet görelim” dediler. O da anlattı:
“Aleyhissalâtu vesselâm, namaza kalkınca kollarını omuzları hizasına kadar kaldırırdı. Bütün kemikleri mûtedil şekilde yerlerinde istikrarını bulunca tekbir getirir, sonra kırâatte bulunur, sonra tekrar tekbir getirir, ellerini omuzları hizasına kadar kaldırır, sonra rükûya gider ve el ayalarını dizlerinin üzerine koyar, sonra o durumda mûtedil bir vaziyet alır, başını ne aşağı kırar ne de yukarı kaldırır, sonra başını kaldırıp: “Semi´allâhu limen hamideh (Allah kendisine hamdedeni işitir)!” der, sonra ellerini tekrar omuzlarının hizasına kadar mutedil şekilde kaldırır, sonra: “Allahu ekber!” deyip yere eğilir, ellerini yanlarına açar, sonra başını kaldırır, sol ayağını büker, üzerine oturur, secde edince ayaklarının parmaklarını açar, sonra secde eder, sonra: “Allahu ekber!” der, başını kaldırır, sol ayağını büker, her kemik yerine gelinceye kadar sol ayağının üzerine oturur. Sonra aynı şeyleri diğer (rek´at)de yapardı.
Sonra iki rek´ati (tamamlayıp) kalkınca, iftitah tekbirinde olduğu gibi tekbir getirir, ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırır. Sonra aynı şeyleri namazın geri kalan kısmında da yapardı.
Selam vereceği son rek´atin secdesi olunca sol ayağını (mak´adının altından sağ tarafına) çıkarır ve sol tarafı üzerine yere çökerek otururdu.”
(Onun bu açıklamasını dinleyince yanındakiler:) “Doğru söyledin, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle namaz kılardı!” dediler.”[528]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin râvisi Ebû Humeyd es-Sâidî´nin ismi ihtilaflıdır: “Abdurrahman İbnu Amr İbni Sa´d, Abdurrahman İbnu Sa´d, Münzir İbnu Sa´d İbni Mâlik. Annesi Ümâme Bintu Sa´lebe´dir. Medîneli addedilir, Hz. Muâviye´nin hilafetinin sonunda vefat etmiştir.
2- Hadiste geçen oturuş tarzı 2650. hadiste yeterince açıklandığı için tekrar etmeyeceğiz.[529]
ـ2ـ وعن رفاعة بن رافع رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]بَيْنَنَا نَحْنُ في المَسْجِدِ إذْ جَاءَ رَجُلٌ كالْبَدَوِىِّ، فَصلَّى فَأخَفَّ صََتَهُ، ثُمَّ انْصَرَفَ فَسَلَّمَ عَلى النَّبىِّ #، فقَالَ النّبىُّ #: وَعَلَيْكَ، فارْجِعْ فَصَلِّ فإنَّكَ لَمْ تُصَلِّ، فَرَجَعَ فَصَلى، ثُمَّ جَاءَ فَسَلَّمَ عَلى النّبىِّ # فَرَدَّ عَلَيْهِ، فَقَال: ارْجِعْ فَصَلِّ فَإنَّكَ لَمْ تُصَلِّ فَفَعَلَ ذلِكَ مَرَّتَيْنِ أوْ ثََثاً كُلُّ ذلِكَ يَقُولُ: ارْجِعْ فَصَلِّ فإنَّكَ لَمْ تُصَلِّ، فَخَافَ النَّاسُ وَكَبَّرَ عَلَيْهِمْ أنْ يَكُونَ مَنْ أخَفَّ صََتَهُ لَمْ يُصَلِّ، فقَالَ الرَّجُلُ في آخِرِ ذلِكَ: فَأرِنِى وَعَلِّمْنِى، فإنَّمَا أنَا بَشَرٌ أُصِيبُ وَأخْطئُ، فقَالَ: أجَلْ إذَا قُمْتَ إلى الصََّةِ فَتَوَضَّأ كَمَا أمَرَكَ اللّهُ تَعالى، ثُمَّ تَشَهَّدْ فَأقِمْ، فإنْ كَانَ مَعَكَ قُرآنٌ فَاقْرَأْ وَإَّ فاحْمَدِ اللّهَ وَكَبِّرْهُ وَهَلِّلْهُ ثُمَّ ارْكَعْ فَاطْمَئِنَّ رَاكِعاً، ثُمَّ اعْتَدِلْ قَائِماً، ثُمَّ اسْجُدُ وَاعْتَدِلْ سَاجِداً، ثُمَّ اجْلِسْ فَاطمَئِنَّ جَالِساً، ثُمَّ قُمْ فإذَا فَعَلْتَ ذلِكَ فقَدْ تَمَّتْ صََتُكَ، فإنِ انْتَقَصْتَ مِنْهُ شَيْئاً فَقَدِ انْتَقَصْتَ مِنْ صََتِكَ. قالَ: فََكَانَ أهْوَن عَلَيْهِمْ أنَّ مَنِ انْتَقَصَ مِنْ ذلِكَ شَيْئاً انْتَقَصَ مِنْ صََتِهِ وَلَمْ تَذْهَبْ كُلَهَا[. أخرجه أصحاب السنن .
2. (2658)- Rifâa İbnu Râfi´ (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Biz mescidde iken bedevî kılıklı bir adam çıkageldi. Namaza durup, hafif bir şekilde (yani rükunleri, tesbihleri kısa tutarak) namaz kıldı. Sonra namazı tamamlayıp Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a selam verdi: Efendimiz:
“Üzerine olsun. Ancak git namaz kıl, sen namaz kılmadın!” buyurdu. Adam döndü (tekrar) namaz kılıp geldi, Resûlullah´a selam verdi. Aleyhissalâtu vesselâm selamına mukabele etti ve:
“Dön namaz kıl, zîra sen namaz kılmadın!” dedi. Adam bu şekilde iki veya üç sefer aynı şeyi yaptı, her seferinde Aleyhissalâtu vesselâm:
“Dön namaz kıl, zîra sen namaz kılmadın!” dedi. Halk korktu ve namazı hafif kılan kimsenin namaz kılmamış sayılması herkese pek ağır geldi.
Adam sonuncu sefer:
“Ben bir insanım isabet de ederim, hata da yaparım. Bana (hatamı) göster, doğruyu öğret!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Tamam. Namaza kalkınca önce Allah´ın sana emrettiği şekilde abdest al. Sonra (ezan okuyarak) şehadet getir. İkâmet getir (namaza dur). Ezberinde Kur´ân varsa oku, yoksa Allah´a hamdet, tekbir getir, tehlîl getir, sonra rükuya git. Rükû halinde itmi´nâna er (âzâların rükûda mûtedil halde bir müddet dursun). Sonra kalk ve kıyam halinde itidâle er, sonra secdeye git ve secde halinde itidale er, sonra otur ve bir müddet oturuş vaziyetinde dur, sonra kalk.
İşte bu söylenenleri yaparsan namazını mükemmel (kılmış olursun). (Bundan bir şey) eksik bırakırsan namazını eksilttin demektir.”
Râvi der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu sonuncu sözü Ashâb´a önceki: (Dön, namaz kıl, zîra sen namaz kılmadın!) sözünden daha kolay (ve rahatlatıcı) oldu. Zîra (bu söze göre), sayılanlardan bir eksiklik yapan kimsenin namazında eksiklik oluyor ve fakat tamamı hebâ olmuyordu.”[530]
ـ3ـ وعن عليّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: مِفْتَاحُ الصََّةِ الطَّهُورُ، وَتَحْرِيمُهَا التَّكْبِيرُ، وَتَحْلِيلُهَا التَّسْلِيمُ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
3. (2659)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Namazın anahtarı temizliktir. (Namaz dışı şeylerle meşguliyeti) haram kılan şey iftitah tekbiridir, (namaz dışı meşguliyeti) helal kılan şey (de sondaki) selamdır.”[531]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, namaza mâni olduğu için Hz. Peygamber mecaz olarak temizliği anahtar diye tesmiye buyurmuştur. Nevevî der ki: “Ümmet, su veya toprakla temizlik olmaksızın namaz kılmanın haramlığı hususunda icma etmiştir, farz ve nafile, tilâvet ve şükür secdesi, cenaze namazı arasında fark yoktur. Sadece cenaze namazı hususunda Şâbî ile Muhammed İbnu Cerîr et-Taberî´den istisnâî bir kavil mevcuttur: “Cenaze namazı, taharetsiz caizdir” demişlerdir. Ancak bu bâtıl bir görüştür. Ulema bunun hilafında icma etmiştir. Abdestsiz biri, bilerek özürsüz namaz kılacak olsa günahkâr olur, mezhebimizce (Şâfiî) tekfir edilmez. Cumhur da tekfir etmez. Ancak Ebû Hanîfe´den rivayete göre, şeriatle oynadığı için tekfir edilir.”
2- Namaza başlarken söylenen iftitah tekbirine tahrim denmiştir. Çünkü, onun söylenmesinden itibaren namaz başlar ve namaz edebine girmeyen şeyler haram olur; konuşmak, gülmek, yemek-içmek, dünyevî bir iş yapmak v.s.
Keza namazın en sonunda selam vermek de tahlîl diye isimlenmiştir. Çünkü selâm´dan sonra her çeşit namaz yasağı kalkmış olur. Böylece namazın dışına çıkılır. Hadiste واِحْرَامُهَا التَّكْبِيرُ واِحَْلُهَا التَّسْلِيمُ “Namazın ihramı tekbîr, ihlâli selam” buyrulmuş, böylece iftitah tekbiri hacc yasaklarını başlatan ihrâm´a benzetilmiştir. İftitah tekbirine tahrime de denmiştir.[532]
NAMAZIN UZUNLUGU VE KISALIGI HAKKINDA
ـ1ـ عن أبى سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا نَحْزِرُ قِيَامَ رَسُولِ اللّهِ # في الظُّهْرِ والْعَصْرِ، َفَحَزَرْنَا قِيَامَهُ في الرّكْعَتَيْنِ ا‘ولَيَيْنِ مِنَ الظُّهْرِ قَدْرَ الم السَّجْدَةِ، وَحَزَرْنَا قِيَامَهُ في ا‘خِرَتَيْنِ قَدْرَ النِّصْفِ مِنْ ذلِكَ، وَحَزَرْنَا قِيَامُهُ في الرَّكْعَتَيْنِ ا‘وَلَيَيْنِ مِنَ الْعَصْرِ عَلى قَدْرِ قِيَامِهِ في اŒخِرَتَيْنِ مِنَ الظُّهْرِ، وَفي اŒخِرَتَيْنِ مِنَ الْعَصر عَلى النِّصْفِ مِنْ ذلِكَ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى .
1. (2660)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın öğle ve ikinci namazındaki kıyamlarını(n uzunluğunu tahmin ve) takdir ederdik. Öğledeki ilk iki rek´atin uzunluğunu Eliflâmmîm Tenzîlü´s-Secde sûresi(ni okuyacak) kadar tahmin ettik. Sonra iki rek´atin uzunluğunu da bunun yarısı kadar takdir ettik.
İkindinin ilk iki rek´atinin kıyamının uzunluğunu, öğlenin son iki rek´atinin uzunluğu kadar takdir ettik. İkindinin son iki rek´atinin uzunluğunu da bunun yarısı kadar.”[533]
ـ2ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]لَقَدْ كَانَتْ تُقَامُ صََةُ الظُّهْرِ، فَيَذْهَبُ الذَّاهِبُ إلى الْبَقِيعِ فَيَقْضِى حَاجَتَهُ، ثُمَّ يَتَوَضَّأُ ثُمَّ يَأتِى وَرَسُولُ اللّهِ # في الرَّكْعَةِ ا‘ولَى مِمَّا يُطَوِّلُهَا[. أخرجه مسلم والنسائى .
2. (2661)- Yine Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Öğle namazı başlardı, bu anda bir kimse Bakî´ye gider, ihtiyacını görür, sonra abdest alır, gelir ve uzunluğu sebebiyle Resûlullah´ın birinci rek´atine yetişirdi.”[534]
ـ3ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]صَلَّيْتُ مَعَ رَسُولِ اللّهِ # لَيْلَةً،
فأطَالَ حَتَّى هَمَمْتُ بِأمْرِ سُوءٍ. قِىلَ: وَمَا هَمَمْتَ بِهِ؟ قالَ: هَمَمْتُ أنْ أجْلِسَ وَأدَعَهُ[. أخرجه الشيخان .
3. (2662)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Bir gece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte namaz kıldım. Öylesine namazı uzattı ki, içimden çirkin bir şey yapmak geçti.
“Ne yapmak istemiştin ” diye sordular. Dedi ki:
“Oturup O (aleyhissalâtu vesselâm)´nu terketmeyi düşündüm.”[535]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet Resûlullah´ın teheccüd namazlarının uzunluğu hakkında tatminkâr bir bilgi vermektedir. İbnu Hacer bu hadisle ilgili olarak özetle şu bilgileri dermeyan eder:
“Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın gece namazlarını uzun kılmayı tercih ettiğini gösterir.” İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) Resûlullah´a ittibada kavî bir zât idi. Müslim, Câbir rivayeti olarak: اَفْضَلُ الصََّة طُولُ الْقُنُوتِ “Namazın en efdali kunûtu uzun olanıdır” hadisini kaydeder. Bununla namazın uzunluğunun faziletine delil getirir. Ancak burada kunût´la huşû´yu kastetmiş olması da muhtemeldir. Sahâbe´den ve diğer seleften pekçoğu rükû ve secdenin sayıca çokluğu efdaldir diye hükmettiler. Müslim´de gelen bir Sevbân (radıyallâhu anh) hadisinde اَفْضَلُ اَْعْمَال كَثْرَةُ السُّجُودِ “Amellerin en hayırlısı çokca secdedir” buyrulmuştur. Görünen o ki, uzunluktan kasdedilen şey şahıslara ve ahvale göre değişmektedir.
Sadedinde olduğumuz hadiste imamın hareketlerine muhalefet etmek çirkin amel sınıfına girmektedir.
Hadiste, birbirleri arasındaki durumları bilmenin faydalı olacağına bir tembih var. Zîra İbnu Mes´ud´un ashâbı, onun “çirkin bir iş yapacaktım” sözünü anlamamışlar ve kendinden sormuşlardır. O da arkadaşlarının bu davranışını tenkid etmeyip cevap vermiştir.
Müslim, Huzeyfe hadisi olarak şunu kaydeder: Aleyhissalâtu vesselâm´ la birlikte Huzeyfe bir gece namaz kılmıştır. Efendimiz, o gece bir rek´atte Bakara, Âl-i İmrân ve Nisâ sûrelerini okudu. Kırâat sırasında içinde tesbih olan bir âyet geçince tesbih´te bulunuyor, sual geçince istiyor, teavvüz geçince istiâze ediyordu. Sonra rükûyu geçti ve rükûya kıyam kadar uzun tuttu. Sonra kalktı, rükûsu kadar kıyamda kaldı. Sonra secde yaptı, secdesi de kıyamı kadar uzun oldu.”
Bu iş, takriben iki saat alır. Muhtemelen Aleyhissalâtu vesselâm o geceyi tam olarak ihyâ etmiştir.
Ancak, bu gece dışındaki halinin gereğine gelince, onu Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) haber vermektedir: “Aleyhissalâtu vesselâm mûtad olarak gecenin üçte birinde namaz kılardı ve bu müddette kıldığı namazların sayısı onbir rek´ati tecavüz etmezdi. Bu hal, rek´atlerin uzun tutulmuş olmasını gerektirir.”[536]
ـ4ـ وعن الفضل بن العباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: الصََّةُ مَثْنى تَشَهُّدٌ في كُلِّ رَكْعَتَيْنِ، وَتَخَشُّعٌ، وَتَمَسكُنٌ، وَتُقْنِعُ يَدَيْكَ يَقُولُ: تَرْفَعُهُمَا إلى رَبِّكَ تَعالى مُسْتَقْبًِ بِبِطُونِهِمَا وَجْهَكَ وَتَقُولُ: يَا رَبُّ. يَا رَبُّ. يَا رَبُّ، وَمَنْ لَمْ يَفْعَلْ فَهِىَ خِدَاجٌ[. أخرجه الترمذي .
4. (2663)- Fadl İbnu´l-Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Namaz ikişer ikişer kılınır. Her iki rek´atte bir teşehhüd vardır. Namazda huşû duyulur (tazarrûda bulunulur), temeskün (tezellül) izhâr edilir. Ellerini kaldırırsın.” Şöyle de dedi: “Ellerini, içleri kendi yüzüne dönük olarak Rabbine kaldırır, isteklerini (ısrarla tekrarla söyleyerek) istersin:
“Ya Rabbi! ya Rabbi! ya Rabbi!…..” Kim bunu yapmazsa namazı eksiktir.”[537]
AÇIKLAMA:
Burada namazda takınılacak edep halinin mühimleri sayılmaktadır.
* Tehaşşû, huşû duymak ma´nâsına gelir. Hudû´ya yakın bir ma´nâ taşır. Ancak hudu göz, kulak, beden, ses gibi zâhire akseden ahvaldeki saygı tavrıdır, huşû ise daha ziyade kalbteki saygı halidir. Şunu da belirtelim ki, “hudû bedendedir, huşû ise göz, beden ve sestedir” diye de açıklanmıştır.
Tehaşşû´yu sükûn ve tezellül olarak anlayan ve hudû ile ma´nâ yakınlığı içinde gören şârihler buna delil olarak Resûlullah´ın hadisini gösterirler: لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ لَخَشَعَتْ جَوَارِحُهُ “…eğer onun kalbinde huşû olsaydı, dış organlarında da huşû (sükûnet, saygı hali) olurdu.”
* Tazarrû; tezellül, taleb ve rağbette mübalağa olarak tarif edilir.
* Temeskün: Kişinin kendinden meskenet (fakirlik) izhar etmesi; bu da tezellül ve hudû ma´nâsı taşır.
* Eller duâ edenin yüzüne dönük vaziyette kaldırılıp, talepler ısrarla takrarla, yalvaryakar vaziyette Allah´tan istenecektir.
* Son olarak namaz edebiyle ilgili olarak sayılan hususlar yapılmazsa o namazın nâkıs olacağı belirtilmiştir. Şu halde namaz, sadece farz ve vâciblerin edasıyla kemâlini bulmuyor. Onu tamamlayan âdâblar da var, onlara da riayet gerekmektedir. Aksi takdirde ihmal edilen âdâb sayısınca namazda eksiklikler artacaktır.[538]
ـ5ـ وعن عمار بن ياسر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ الرَّجُلَ لَيَنْصَرِفُ مِنْ صََتِهِ وَمَا كُتِبَ لَهُ مِنْهَا إَّ عُشْرُهَا. تُسْعُهَا. ثُمُنُهَا. سُبْعُهَا. سُدُسُهَا. خُمُسُهَا. رُبُعُهَا. ثُلُثُهَا. نِصْفُهَا[. أخرجه أبو داود .
5. (2664)- Ammâr İbnu Yâsir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kişi vardır, namazını kılar bitirir de, kendisine namazın sevabının onda biri yazılır. Kişi vardır, dokuzda biri, sekizde biri, yedide biri, altıda biri, beşte biri, dörtte biri, üçte biri yarısı yazılır.”[539]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, muasillinin namaz kılarken, namazın rükun ve şartlarından, huşû ve huzû gibi diğer gereklerinden ihlal ve ihmâl ettikleri sebebiyle uğrayacağı ziyanı dile getirmektedir. Önceki hadisle, bu beraber mütâlaa edilence musallinin namazla ilgili edeplere son derece dikkat ve riayet etmesinin ehemmiyeti anlaşılır. Sorumsuzluk, gereksiz bir gevşeklik yüzünden hergün manevi ziyanlara uğramak akıl kârı mıdır Muhakkak ki hiçbir sevabın yazılmadığı haller de mevcuttur. [540]
NAMAZIN SEKİZ ŞARTI BİRİNCİSİ: HADESTEN TAHÂRET
ـ1ـ عن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: َ يَقْبَلُ اللّهُ صََةً بِغَيْرِ طَهُورٍ، وََ صَدَقَةً مِنْ غُلُولٍ[. أخرجه مسلم والترمذي.»الطّهُورُ«: بفتح الطاء المهملة وبضمها المصدر، وكذا الْوُضوء والْوَضوء. »وَالْغُلُولُ«: الخيانة في الغنيمة والمسرقة منها .
1. (2665)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah temizlik olmayan namazı kabul etmez, hıyânetle kazanılan paradan verilen sadakayı da kabul etmez.”[541]
ـ2ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يَقْبَلُ اللّه صََةَ أحَدِكُمْ إذَا أحْدَثَ حَتَّى يَتَوَضّأَ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
2. (2666)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah, sizlerin namazını hades vâki olunca yeniden abdest almadıkça kabul etmez.”[542]
ـ3ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: َ صََةَ لِمَنْ َ وُضُوءَ لَهُ، وََ وُضُوءَ لِمَنْ لَمْ يَذْكُرِ اسْمَ اللّهِ عَلَيْهِ[. أخرجه أبو داود .
3. (2667)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Abdesti olmayanın namazı da yoktur. Üzerine besmele çekmeyenin abdesti yoktur.”[543]
AÇIKLAMA:
Bu hadis tek başına ele alındıkta, zâhiriyle besmele çekilmeden alınan abdestin sahih olmadığını ifade etmektedir. Zâhirîler ve İshâk İbnu Râhûye buna hükmetmişlerdir. Ancak ekseriyet burada nefyedilenin fazîlet ve kemâl olduğuna, dolayısıyla besmelesiz abdestin mükemmel bir abdest olmayacağına, sevabının az olacağına hükmetmiştir. Nitekim Resûlullah´tan şu hadis rivayet edilmiştir:
مَنْ تَوَضَّأَ وَذَكَرَ اِسْمَ اللّهِ عَلَيْهِ كَانَ طَهُورًا لِجَمِيعِ بَدَنِهِ وَمَنْ تَوَضَّأَ وَلَمْ يَذْكُرْ اِسْمَ اللّهِ عَلَيْهِ كَانَ طَهُورًا َِعْضَاءِ وُضُوءِهِ
“Kim besmele ile abdest alırsa, bu bütün bedenine (günahlardan) temizlik olur. Kim de besmele çekmeden abdest alırsa bu da ona, abdest uzuvlarının (maddî) temizliği olur.”
Bazı âlimler, besmeleyi niyetle te´vil etmiş, “Kalbin zikridir” demiştir. Bunlara göre: “Eşya zıddıyla bilinir. Öyle ise unutmanın mahalli kalb olduğuna binaen, onun zıddı olan zikrin mahalli de kalbtir. Kalbin zikri ise niyettir, azmetmedir.” Ebû Dâvud, bir rivayetinde er-Rebî´a´nın hadisle ilgili şu tefsirini kaydeder: “Bir kimse abdest alsa, gusletse, fakat ne namaz için abdeste, ne de cenâbetten temizlik için gusle niyat etmese, onun abdesti abdest, guslü de gusül olmaz hadis bunu demek ister, (abdest ve gusül için niyet şarttır).”
Her hâl u kârda abdest ve gusülde besmelenin hükmü, görüldüğü üzere ihtilaflıdır. Hanbelîler abdeste başlarken besmelenin vâcib olduğunu söyler, âmden terkedilirse abdest bâtıl olur, sehven ve cehlen terki abdesti ibtal etmez. Hanefîler “Başta besmele çekilmezse sevab az olur” derse de bunun sünnet olduğunu kabul eder.[544]
ـ4ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كانَ النّبىُّ # يَتَوَضّأ بِكُلِّ صََةٍ قِىلَ: كَيْفَ كُنْتُمْ تَصْنَعُونَ؟ قالَ: يُجْزِئُ أحَدَنَا الْوُضُوءُ مَا لَمْ يُحْدِثْ[. أخرجه الخمسة إ مسلماً .
4. (2668)- Hz. Enes (radıyallâhu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın her namaz için abdest aldığını söylemişti, kendisine:
“Siz nasıl yapıyordunuz ” diye soruldu. Şu cevabı verdi:
“Aldığımız abdest bozuluncaya kadar bize yetiyordu.”[545]
ـ5ـ وعن بريدة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رسولَ اللّهِ # صَلَّى يَوْمَ الْفَتْحِ الصَّلَوَاتِ كُلَّهَا بِوُضُوءٍ وَاحِدٍ، فقَالَ لَهُ عُمَرَ: فَعَلْتَ يَا رَسُولَ اللّهِ شَيْئاً لَمْ تَكُنْ تَفْعَلُهُ؟ قَالَ فَقَالَ: عَمْداً فَعَلْتُهُ يَا عُمَرُ[. أخرجه الخمسة إ البخارى.
5. (2669)- Büreyde (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fetih günü bütün namazları tek abdestle kıldı. Ömer İbnu´l-Hattâb (radıyallâhu anh) kendisine:
“Ey Allah´ın Resûlü, bugün şimdiye kadar hiç yapmadığın şeyi yapmış olmalısın ” demişti, şu cevapta bulundu:
“Ey Ömer, bunu bilerek yaptım.”[546]
ـ6ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ أحْدَثَ في صََتِهِ فَلْيَنْصَرِفْ، فَإنْ كَانَ في صََةِ جَمَاعَةٍ فَلْيَأْخُذ بِأَنْفِهِ وَلْيَنْصَرِفْ[. أخرجه أبو داود.وإنما أمره أن يأخذ بأنفه ليوهم القوم أن به رعافاً، وهو من نوع ا‘دب في ستر العورة وإخفاء القبيح .
6. (2670)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: Namaz kılarken kimin abdesti kozulacak olursa hemen namazdan çıksın. Eğer cemaatle kılınan bir namazda ise burnunu tutarak ayrılsın.”[547]
Burnunu tutmasını emretmesi, cemaate burnu kanamış zannını vermek içindir. Bu davranış, avretin örtülmesi ve kabîhin gizlenmesi hususunda bir nevî edebe riayettir.[548]
ـ7ـ وعن مالك: ]أنَّهُ بَلَغَهُ أنَّ ابنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: كانَ يَرْعُفُ في الصََّةِ فَيَخْرُجُ وَيَغْسِلُ الدَّمَ، ثُمَّ يَرْجِعُ فَيَبْنِى عَلى مَا قَدْ صَلّى[. وله في أخرى عن ابن المسيب فذكر مثله .
7. (2671)- İmam Mâlik merhuma ulaştığına göre, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) namazda iken burnu kanardı, o da çıkar burnunun kanını yıkar, geri döner ve önceki kıldığı namazını (kaldığı yerden) tamamlardı.”
Yine Muvatta´nın İbnu´l-Müseyyeb´den kaydettiği bunun aynısı olan bir başka rivayet daha vardır.”[549]
ـ8ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #:
إذَا أحْدَثَ الرَّجُلُ وَقَد جَلَسَ Œخِرِ صََتِهِ قَبْلَ أنْ يُسَلِّمَ فقَدْ جَازَتْ صََتُهُ[. أخرجه الترمذي.وقال: ليس إسناده بالقوى وقد اضطروا في إسناده .
8. (2672)- İbnu Amr İbnu´l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir kimse son rek´atte oturmuşken daha selam vermeden hades vâki olsa namazı caizdir.”[550]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen sekiz aded hadis, hadesten tahâretle ilgilidir. Hades, manevî kirlilik demektir. Abdesti bozan hallerden biriyle meydana gelir. Bu manevî kirden yani hadesten temizlenmedikçe bazı ibadetleri yapmak caiz olmaz. Bir Buhârî rivayetinde geldiği üzere, “Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) Resûlullah´tan: “Hades vâki olan kimse abdest almadıkça kıldığı namaz makbul olmaz” hadisini nakledince Hadramevtli bir zat: “Hades nedir ” diye sorar. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh): “Sesli veya sessiz yellenmedir” diye cevap verir. Ebû Hüreyre bu cevabıyla namaz sırasında vukûu en ziyade muhtemel olan sebeple hadesi tarif etmiş olmaktadır. Değilse, hadesin, bir kısmı icma ile bir kısmı ittifakla ve bir kısmı da ihtilafla sâbit olan başka sebepleri de vardır. Hades, dediğimiz hükmî kirlilikleri abdestsizlik, cünüblük, hayız ve nifas halleri olarak da tarif etmek mümkündür. Böyle bir tariften sonra, bunları meydana getiren her hali hadesin sebebi olarak belirlemiş oluruz. Sözgelimi arka ve ön yollardan bir şeyin çıkması, vücuddan kan çıkması, uyumak, ağız dolusu kusmak, hayız kanının gelmesi, doğum, kadına değmek veya temas etmek gibi, bunların her biri hadesin sebebidir.
Hadesin bir kısmı sadece abdest alarak giderilir: “Arka ve ön yollardan birşey gelmesi, kanama, uyuma, kusma, namazda gülme… gibi. Bir kısmı boy abdesti ile temizlenir: İhtilâm, kadına temas, hayız ve nifas hali gibi.
Neticeye gelmek gerekirse, dinimizin temel prensiplerinden biri, namaz ve sair bazı ibâdetlerin makbul olması için temizlik şartının konmuş olmasıdır. 2665, 2666, 2667 numaralı hadisler abdestsiz namazın makbul olmayacağını kesin bir üslubla ifade etmektedir.
2- Her namaz için ayrı bir abdest almak efdaldir. Resûlullah´ın mûtad olan âdeti ve sünnet budur (2667. hadis). Ancak, abdesti bozan bir hal vukû bulmadıkça abdest devam ediyor demektir ve abdest bozulmadığı müddetçe de müteakip namazları kılmak mümkündür. 2668 numaralı hadis ashâb´tan bir kısmınınböyle yaptığını gösterir. İbnu Mâce´de gelen bir rivayette bu hal, وَكُنَانَحْنُ نُصَلِّى الصَّلَوَاتِ كُلَّهَا بِوُضُوءٍ وَاحِدٍ “Biz bütün namazları tek abdestle kılardık.” diye daha açık ifade edilmiştir. Tahâvî, her vakti ayrı bir abdestle kılmak sadece Efendimize has bir vacip olabileceğini söylemiştir. 2669 numaralı hadis de Resûlullah´ın Mekke´nin fethedildiği gün sabah abdesti ile yatsı namazını da kıldığını haber vermektedir. Resûlullah´ın bir kere de olsa yaptığı bir şey meşrûdur, en azından benzer şartlarda, istisnâî durumlarda meşrûdur.
Resûlullah´ın her namaz için abdest almayı emrettiğine dair sahih rivayet dahi mevcut ise de bunun neshedilmiş olabileceği belirtilmiş ve böyle bir vecîbenin olmadığı hususunda icma hâsıl olmuştur.
3- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)´nin rivayet ettiği 2670 numaralı hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), namaz sırasında abdest bozulacak olursa, namazın derhal terkedilmesini emretmektedir. Hadis mutlak geldiği için, âlimler bu hadesin iradî, gayr-ı iradî veya bir zarûrete mebni, her ne sûretle vâki olursa olsun hükmün aynı olacağını belirtir.
Ayrıca bu hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu durumda takip edilecek mühim bir edep vaz´ediyor: “Burnu tutarak çıkmak…” Hatta burna bir de mendil konması, gayeyi daha iyi hâsıl eder. Çünkü Hattâbî gibi bazı şârihler burnu tutmanın, cemaate “burnu kanamış” zannını verme gayesine yönelik olduğunu belirtirler: “Bu hadis der, setrü´l-avret ve kabîh bir durumun gizlenmesinde edebe riayet dersi de vermektedir. Benzer hallerde bu çeşit tevriye´ye başvurmak günâh ve merdud olan riya ve yalan sınıfına girmez. Tam aksine bu, nezâkettir, hayanın kullanılmasıdır ve halkın su-i zan ve kuşkusundan sâlim kalma yollarına başvurmadır.”
4- 2671 numaralı hadis İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´dan verdiği örnekle namazın bir kısmını kılmışken, abdesti bozulan kimsenin namazını tamamlama şeklini aydınlatmaktadır: İbnu Abbâs abdest aldıktan sonra önceki kıldığı kısmın üzerine geri kalanı bina ediyor. Yani namazı bozulmakla kıldığı kısımlar iptal olmuyor. Sözgelimi dördüncü rek´atte namazdan ayrılmış ise, abdesti alıp dönünce tek rek´at kılarak namazını tamamlıyor, önceki üçü yenilemiyor. Muvatta´nın Abdullah İbnu Ömer´den kaydettiği bir başka örnekte “(bu sırada hiç) konuşmadı” ziyadesiyle önceki kılınan kısmın muteber olma şartını da beyan eder. Zürkânî: “Bu kimselerin ameli, onlar nazarında burnu kanaması abdest bozucu olmadığını, kanı yıkamak için çıkıp konuşmadığı ve namaz kılınan yere en yakın mekandan öte geçmediği takdirde önceki kıldığının üzerine tamamlayabileceğini ifade eder” der.
Bu mesele ilmihâl kitaplarında Lâhik adını taşıyan bahislerde teferruâtlı olarak açıklanır. Şöyle özetleyebiliriz: İmama uyan kimse, namaz sırasında uyku, gaflet, cemaatin çokluğundan dolayı bir zahmet veya vâki olan bir hades sebebiyle namazın tamamını veya bir kısmını imamla kılamazsa, bunu sonradan bazı kayıtlarla tamamlar. Bu durum başına gelen kimse muktedi gibidir. Öyle ise, kendisi tamamlayacağı kısımları imamın arkasında imiş gibi yaparak tamamlar, mesela Kur´ân okumaz.
Lâhik mümkünse, kaçırdığı kısımları kaza ederek, imama uyar. Kaza edemeyeceğini anlarsa imama uyar, imam selam verdikten sonra tamamlar.
Mesela bir muktedi, dördüncü rek´atte burnu kanasa, gider abdest tazeler, bu esnada namaza mâni bir söz ve davranıştan kaçınır. Dönüşte nerede yakalayabilirse imama uyar, rek´ate yetişemedi ise imam selam verdikten sonra kalkıp tamamlar. Eğer imama yetişemezse tek başına, kılamadığı dördüncü rek´ati imamın arkasında imiş gibi hiçbir şey okumadan kılıp selam verir. Bu hâdise ücüncü rek´atte vâki olsa, abdest alan lâhik, önce üçüncü rek´ati kırâatsiz olarak kılar ve imama uyar, onunla dördüncü rek´ati kılar. Ancak imama bu şekilde kavuşamamaktan korkarsa hemen imama uyar, eksik kısmı imam selam verdikten sonra kırâ-atsiz tamamlar. İmam sehiv secdesi yapsa imamla sehiv secdesi yapmaz, sehiv secdesini en sonda yapar.
Bu tarza uymayanlar namazlarını yeniden kılarlar.
5- Sadedinde olduğumuz hadislerin sonuncusu (2672), son rek´ati tamamlayıp oturduğumuz zaman selam vermezden önce hades vukûu halinde namazın mûteber olacağını ifade etmektedir.
Hadiste oturma müddeti belirtilmemiş ise de Hanefîler bunu, teşehhüd okuma müddeti ile kayıdlarlar. Daha az olursa câiz olmaz, çünkü teşehhüd miktarı oturmak farzdır. Selam aranmıyor, çünkü bu, namazın farzlarından değildir. İmam Şâfiî´ye göre bu durumda namaz iade edilir. Çünkü ona göre teşehhüd de, selam da farzdır.
Ahmed İbnu Hanbel´e göre teşehhüd okumadan selam verse namaz câizdir.[551]
NAMAZIN İKİNCİ ŞARTI: ELBİSE TEMİZLİGİ
ـ1ـ عن معاوية رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّهُ سَألَ أُخْتَهُ أُمَّ حَبِيبَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها زَوْجَ النَّبىِّ #: هَلْ كَانَ رسولُ اللّهِ يُصَلِّى في الثَّوْبِ الَّذِى كانَ يُجَامِعُهَا فِيهِ؟ فقَالَتْ: نَعَمْ، مَالَمْ يَرَ فِيهِ أَذىً[. أخرجه أبو داود والنسائى.والمراد »بِا‘ذَى« هنا الرطوبة من الجماع.
1. (2673)- Hz. Mu´âviye (radıyallâhu anh)´nin dediğine göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevce-i pâkleri Ümmü Habîbe´ye -ki kızkardeşidir- sormuştur:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), içerisinde kendisiyle temasta bulunduğu elbise sırtında olduğu halde namaz kılar mıydı ” Ümmü Habîbe (radıyallâhu anhâ) şu cevabı vermiştir:
“Evet, yeter ki elbisede bir ezâ (meni bulaşığı) görmemiş olsun!”[552]
AÇIKLAMA:
Burada ezâ ile gözle görülen pislik kastedilmiştir. Bazı âlimler bu hadise dayanarak meni, mezi, kadının fercinden hasıl olan rutubetin necis olduğuna hükmetmiştir. Zira Resûlullah ezâ ile bu söylenenlerin bulaşığını kastetmiş olmalıdır. Meninin necis olup olmadığı ihtilaflıdır. Şâfiî ve Ahmed temiz olduğunu söyler. Ebû Hanîfe ve Mâlik necis olduğunu söyler. Mâlik´e göre kurusu da yaşı da yıkanarak temizlenir. Ebû Hanîfe´ye göre yaşı su ile de temizlenebilir.[553]
ـ2ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كانَ رسولُ اللّهِ # َ يُصَلِّى في مََحِفِنَا[. أخرجه أصحاب السنن .
2. (2674)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bizim (kadınların) çamaşırları içerisinde namaz kılmazdı.”[554]
AÇIKLAMA:
Burada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in kadın çamaşırı içerisinde namaz kılmadığı belirtiliyor. Kadın çamaşırı diye tercüme ettiğimiz melâhif kelimesi rivayetlerde luhuf diye de gelmiştir. Bir rivayette şuur kelimesiyle beraber gelir, yani râvi şuur mu derdi luhuf mu derdi şekke düşer. Luhuf, “lihâf”ın cem´idir. Lihâf, milhafe, milhaf vücudu örten, vücuda giyilen her şey olarak açıklanır.[555] Şuur ise “şi´âr”ın cem´idir. Bu ise vücuda giyilen ilk çamaşırdır. Öyle ise lihâf da şi´âr da aynı ma´nâda yani iç çamaşırı manasında kullanılmış olmalıdır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadedinde olduğumuz rivayete göre namazda kadınların iç çamaşırlarını kullanmaktan sakınmıştır. Şârihler bunu: “Kadının iç çamaşırına hayız kanı bulaşmış olma ihtimaline binaen” diye açıklarlar. Namazda bütün giysilerin temiz olması şarttır. Halbuki kan bulaşığı temizliğe mânidir.[556]
ـ3ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]إنَّهُ كانَ يَعْرَقُ في الثَّوْبِ، وَهُوَ جُنُبٌ ثُمَّ يُصَلِّى فِيهِ[. أخرجه مالك .
3. (2675)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ)´in anlattığına göre, cünübken içinde terlediği elbise sırtında olduğu halde namaz kılardı.”[557]
AÇIKLAMA:
İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) burada cünüb kimsenin temiz olduğunu ifade etmektedir.
Terin temizliğine hükmetmeye ulemayı sevkeden delillerden biri, ehl-i kitap olan kadınla müslümanların evlenmelerinin caiz olmasıdır. Cumhur der ki: “Kadınların terinden onlarla beraber yatan kimse korunamaz. Eğer ehl-i kitap kadının teri necis olsaydı, kocasına namaz kılabilmesi için bu teri yıkaması emredilirdi. Halbuki bu meselede mü´min kadınla ehl-i kitap kadın arasında tefrik yapılmamıştır. Öyle ise diri olan insan-oğlu necîsu´l-ayn değildir. Çünkü, kadınla erkek arasında fark yoktur.”[558]
ـ4ـ وعن أبى سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]بَيْنَمَا رَسولُ اللّهِ # يُصَلِّى بِأصْحَابِهِ إذْ خَلَعَ نَعْلَيْهِ فَوَضَعَهُمَا عَنْ يَسَارِهِ، فَلَمَّا رَأى ذلِكَ الْقَوْمُ ألْقَوْا نِعَالَهُمْ، فَلَمَّا قَضى رسولُ اللّهِ # صََتَهُ قالَ: مَا حَمَلَكُمْ عَلى إلْقَائِكُمْ نِعَالَكُمْ. قالُوا: رَأيْنَاكَ ألْقَيْتَ نَعْلَيْكَ فَألْقَيْنَا نِعَالَنَا، فقَالَ: إنَّ جِبْرِيلَ عَلَيْهِ السََّمُ أتَانِى فَأخْبَرَنِى أنَّ فِيهِمَا قَذَراً أوْ أذىً، فإذَا جَاءَ أحدكمْ إلى المَسْجِدِ فَلْيَنْظُرْ، فإنْ رَأى في نَعْلَيْهِ قَذَراً، أوْ قالَ أذىً فَليَمْسَحْهُ وَلْيُصَلِّ فِيهِمَا[. أخرجه أبو داود .
4. (2676)- Ebû Saîd (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashâbiyle namaz kılarken âniden nalınlarını çıkarıp sol tarafına koydu. Bunu gören cemaat de derhal nalınlarını attılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazı tamamlayınca:
“Nalınlarınızı niye attınız ” diye sordu.
“Seni nalınlarını atarken gördük, biz de kendi nalınlarımızı attık!” cevabını verdiler.
“Cebrâil (aleyhisselâm) bana gelip pislik olduğunu haber verdi (onun için attım). Öyleyse sizler mescide gelirken dikkat edin, nalınlarınızda bir pislik (kazurat) -veya ezâ demişti- görürseniz onu silin; o, ayağınızda olduğu halde namazınızı kılın.”[559]
AÇIKLAMA:
1- Râvi burada kazr kelimesi ile ezâ kelimesini şekk içinde kullanır. Kazr dilimizde kazurat olarak kullandığımız pislik demektir. Ezâ aslında temiz bile olsa pis addedilen, istikrah duyulan şeydir. Ezâ´nın daha değişik ma´nâları, daha geniş kullanım sahaları vardır.
2- Hadis ayakkabı ile birlikte namaz kılınabileceğine delildir.
3- Hadis ayrıca ayakkabıda gözle görülen necâsetin silinip atılmasıyla ayakkabıyla namaz kılınabilecek tahâretin hâsıl olduğuna delâlet eder.
4- Hattâbî bu hadisten: “Bir kimse elbisesinde necâset olduğunu farketmeden namaz kılıp sonra farkedecek olsa, namazı sahihtir, iade gerekmez” hükmünü çıkarır.
5- Resûlullah´ın sözlerine uymak vacib olduğu gibi fiillerine uymak da vâcibtir. Zîra Ashâb, O´nun ayakkabısını çıkardığını görünce derhal ayakkabılarını çıkarıp atmışlardır.
6- Bir kimse tek başına namaz kılınca ayakkabısını çıkarırsa sol tarafına koymalıdır. Safta başkalarıyla namaz kılar, sağında solunda adamlar bulunursa ayakkabısını bacaklarının arasına koyar.
7- Amel-i yesir (azıcık amel) namazı bozmaz.[560]
NAMAZIN ÜÇÜNCÜ ŞARTI: SETRÜ´L-AVRET
ـ1ـ عن بهز بن حكيم عن أبيه عن جده رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ عَوْرَاتُنَا مَا نَأتِى مِنْهَا وَمَا نَذَرُ؟ قالَ: احْفَظْ عَوْرَتَكَ إَّ مِنْ زَوْجَتِكَ، أوْ مَا مَلَكَتْ يَمِينُكَ. قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ: فَالرَّجُلُ يَكُونُ مَعَ الرَّجُلِ؟ قالَ: إنِ اسْتَطَعْتَ أنْ َ يَرَاهَا أحَدٌ فافْعَلْ. قُلْتُ: الرَّجُلُ يَكُونُ خَالِياً؟
قالَ: فَاللّهُ أحَقُّ أنْ يُسْتَحْيَى مِنْهُ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
1. (2677)- Behz İbnu Hakîm (radıyallâhu anh) anlatıyor: “(Bir gün Hz. Peygamber´e sorarak) dedim ki:
“Ey Allah´ın Resûlü! Hangi avretimizi açıp, hangi avretimizi örtelim ”
“Zevcen ve sağ elinin sahip oldukları dışında herkese karşı avretini koru!” cevabını verdi. Ben tekrar:
“Ey Allah´ın Resûlü, erkekle olursa ” dedim,
“Gücün yeterse avretini kimseye gösterme!” dedi.
“Kişi tek başına olursa ” dedim.
“Kendisine karşı haya edilmeye Allah daha lâyıktır” dedi.”[561]
AÇIKLAMA:
1- Avret, en-Nihâye´de “Göründüğü takdirde istihyâ edilen (utanılan) her şey” diye tarif edilmiştir. Şer´i nokta-i nazardan örtülmesi gereken yani avret olan yerler hakkında da şu bilgi verilir: “Avret, erkeklerde göbekle dizkapağı arasındadır. Hür kadınlarda yüz, bileklere kadar eller hariç bütün bedendir, ayakları ihtilaflıdır. Câriyede erkekteki gibidir, hizmet sırasında açılan baş, boyun, kollar gibi yerler avret değildir. Avretin örtülmesi gerek namaz içinde ve gerekse dışında vâcibtir. Yalnız olma halinde bu meselede ihtilaf vardır.” Kadınlarda yüz ve eller hariç bütün bedenin avret olması sebebiyle kadınlara avret denmiştir. Dilimizdeki kadın ma´nâsına kullanılan avrat kelimesi, şu halde avret´den bozmadır.
2- Fakihler bu hadisten hareketle, hadiste belirtilen kimselerin dışındakilere avret mahallini açmanın haram olduğunu belirtirler. Haramlık sadece erkeğin avreti kadına karşı, kadınınki de erkeğe karşı değildir, söylenenler dışında kadının kadına, erkeğin erkeğe bakması haramdır. Ulema bu hususta icma eder.
Hadisin son fıkrası tek başına bile olsa çıplak durulmasını yasaklamakta, Allah´a karşı da haya duygusu içinde olunmasını emretmektedir.
Tesettürü emreden yegane hadis bu değildir. Müteakip rivayetler başka teferruâta yer verecekler. Esasen kadın olsun, erken olsun, her iki cinsi de gözlerini yabancı avret´e (haram edilen şeylere) bakmaktan Kur´ân âyetleri yasaklamıştır: “(Ey Muhammed), mü´min erkeklere söyle, gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler. Mahrem yerlerini korusunlar… mü´min kadınlara da söyle:
Gözlerini bakılması yasak olandan çevirsinler, iffetlerini korusunlar, süslerini, kendiliğinden görünen kısmı müstesnâ açmasınlar…” (Nûr 30-31). Âyette hem “gözü korumak” hem de “mahrem yerlerin (fercler) korunması” birlikte emredilmektedir.[562]
ـ2ـ وعن أبى سعيد الخدرىّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهُ #: َ يَنْظُرُ الرَّجُلُ إلى عَوْرَةِ الرَّجُلِ، وََ المَرأةُ إلى عَوْرَةِ، اَلْمَرْأةِ وََ يُفْضِى الرَّجُلُ إلى الرَّجُلِ في الثَّوْبِ الْوَاحِدِ، وََ تُفْضِى المَرأةِ إلى المَرأةِ في الثَّوْبِ الْوَاحِدِ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذي.والمراد بقوله »َ يُفْضِى« الخ: أى يلصق جسده بحسده .
2. (2678)- Ebû Saîd el´Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Bir erkek başka bir erkeğin avretine bakmasın, kadın da kadının avretine. Bir erkek aynı örtünün içinde bir başka erkeğe sokulmasın. Kadın da aynı örtünün içinde bir başka kadına sokulmasın.”[563]
ـ3ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: إيَّاكُمْ وَالتَّعَرِّى، فإنَّ مَعَكُمْ مَنْ َ يُفَارِقُكُمْ إَّ عِنْدَ الْغَائِطِ، وَحِينَ يُفْضِى الرَّجُلُ إلى أهْلِهِ، فَاسْتَحْيُوهُمْ وَأكْرِمُوهُمْ[. أخرجه الترمذي.»التَّعَرِّى« التجرّد من الثياب .
3. (2679)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Çıplaklıktan sakının! Zîra sizin yanınızda sadece helâya girdiğiniz zaman ve erkek hanımına sokulunca ayrılan melekler var. Onlardan utanın ve onlara karşı saygılı olun.”[564]
ـ4ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #: إذَا زَوَّجَ أحَدُكُمْ أمتَهُ، أوْ عَبْدَهُ، أوْ أجِيرَهُ فََ يَنْظُرَنَّ إلى عَوْرَتِهَا[. أخرجه أبو داود.
4. (2680)- Abdullah İbnu Amr İbni´l-Âs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Sizden biri câriyesini veya kölesini veya ücretlisini evlendirdi mi, artık onun avretine bakmasın.”[565]
AÇIKLAMA:
1- İkinci hadiste (2678) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadının kadınla, erkeğin erkekle aynı örtü altında birbirine sokulmasını yasaklamaktadır. Sokulmak diye tercüme ettiğimiz kelimenin hadisteki aslı efdâ´dır. Teysîr müellifi İbnu Deybe kelimeyi cesedin cesede değmesi diye açıklamış. Efdâ, yerine göre elle değmek, yerine göre mübâşeret de denen bedenin bedene değmesi ve hatta cima ma´nâsında da kullanılmıştır.
Hadisten: “Erkeğin erkekle aynı örtünün altında yatması, keza kadının da kadınla -aralarında bir hâil (perde engel) olsun olmasın- çıplak vaziyette yatmasının yasaklanmış olduğu” hükmü çıkarılmıştır. Tîbî: “İki erkeğin, çıplak olarak aynı örtü altında yatmaları câiz değildir, kadınlar için de hüküm aynıdır, bu yasağa riayet etmeyenler ta´zîr cezasına çarptırılırlar” der.
Nevevî, bu nehyin, “tahrim nehyi” olduğunu, yani “haram” ifade ettiğini belirtir, “şayet aralarında bir hâil yoksa” der. Nevevî devamla der ki: “Bu hadisle, başkasının avretine -vücudunun hangi noktasında olursa olsun- elle değmenin haram olduğuna delil var. Bu hususta ulema ittifak eder. Maalesef bu meselede umumi belva var, bilhassa hamamlarda gevşeklik gösterilmektedir. Hamama gidenlerin, gözünü, elini veya başka bir yerine gayrın avretinden koruması gerekir. Keza kendi avretini de oradaki hizmetçi ve benzeri yabancının göz, el vesairesinden koruması gerekir. Bu yasaklardan birini ihlal eden bir kimse görülünce o da azarlanmalıdır. Ulemamız demiştir ki: “Bu ihlâlle karşılaşan kimseden azarlama vazifesi, saygısız herifin söz dinlemeyeceğini zannetmesiyle üzerinden düşmez. Ancak kendinin veya bir başkasının hayatına mal olacak bir fitneden korkarsa o zaman azarlama vazifesi düşer.”
Kişi yalnız olduğu zaman bir ihtiyaca mebni avretini açabileceği söylenmiştir. Helâda, hamamda olduğu gibi.
2- 2679 numaralı hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) insandan nâdir birkaç hal dışında hiç ayrılmayan hafaza meleklerine (el-Kirâmu´l-Kâtibûn) karşı da tesettür emretmektedir. Hadiste onlara ikram (hürmet) tavsiye edilmektedir. Onlara hürmet, saygının gereklerini yerine getirmekle olur. Beşerî münâsebetlerde bunun bir gereği de örtünmektir. Âlimler mücâma´a, kazayı hâcet, temizlik gibi zaruri haller dışında yalnız başına bile olsa, kişiye çıplak vaziyette durmasının câiz olmayacağını belirtmişlerdir.[566]
ـ5ـ وعن عليّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ لِى النّبىُّ #: يَا عَلىُّ َ تُبْرِزْ فَخِذَكَ، وََ تَنْظُرْ إلى فَخِذِ حَىٍّ، وََ مَيِّتٍ[. أخرجه أبو داود .
5. (2681)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: “Ey Ali, dizini çıkarma, ne canlı, ne ölü, başkasının dizine de bakma” buyurdu.”[567]
ـ6ـ وعن ابن عباس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]عَدَّ رسولُ اللّهِ # الْفَخِذَ عَوْرَةً[. أخرجه الترمذي .
6. (2682)- İbnu Abbâs (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) uyluğu avret addetti.”[568]
AÇIKLAMA:
1- 2681 numaralı hadis avret meselesinde ölü ile canlı arasında fark olmadığını belirtiyor.
2- Bu hadis uyluk´a avret diyen cumhurun delillerindendir. Ebû Hanîfe de bu kavildedir. Yalnız halvet halinde kadınların -câriye dahil- avreti dizkapağı göbek arası, erkeğinki arka ve ön fercidir.[569]
ـ7ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #: َ يُصَلِّى أحَدُكُمْ في الثَّوْبِ الْوَاحِدِ لَيْسَ عَلى عَانِقِهِ، أوْ قالَ عَلى عَانِقَيْهِ، مِنْهُ شَىْءٌ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي .
7. (2683)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Omuzunuzu da örtmeyen -veya şöyle demişti bir parçası iki omuzunuzu da örtmeyen- tek parçadan müteşekkil kumaş içerisinde kimse namaz kılmasın.”[570]
ـ8ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رسولُ اللّه #: مَنْ صَلّى في ثَوْبٍ وَاحِدٍ فَلْيُخَالِفْ بَيْنَ طَرَفَيْهِ[. أخرجه البخارى وأبو داود.وعنده: ]فَلْيُخَالِفْ بِطَرَفَيْهِ عَلى عَاتِقِهِ[ .
8. (2684)- Yine Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim tek parçalı kumaş içerisinde namaz kılarsa onu iki omuzu arasında çaprazlasın.”[571]
Ebû Dâvud´un metninde: “(Kumaşın) iki ucuyla omuzunda çapraz yapsın” denmiştir. [572]
ـ9ـ وعنه أيضاً رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سُئِلَ رسولُ اللّهِ # عَنِ الصََّةِ في الثَّوْبِ الْوَاحِدِ فقَالَ: أوَلِكُلِّكُمْ ثَوْبَانِ[. أخرجه الستة إ الترمذي .
9. (2685)- Yine Ebû Hüreyre´nin rivayeti de şöyle gelmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a tek bir kumaş içinde kılınacak namazdan sorulmuştu şu cevabı verdi:
“Hepinizin iki parçası var mı “[573]
ـ10ـ وعن عمر بن أبى سلمة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ النّبىَّ #: صَلَّى في ثَوْبٍ وَاحِدٍ مُلْتَحِفاً بِهِ مُخَالِفاً بيْنَ طَرَفَيْهِ عَلى مَنْكِبَيْهِ[. أخرجه الستة إ الترمذي .
10. (2686)- Ömer İbnu Ebî Seleme (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tek parça kumaşa sarınmış olarak namaz kıldı. İki ucu omuzlardan çaprazlama geçmişti.”[574]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıda kaydedilen son dört hadis (2683-2686) tek parçalı giysi ile namaz kılma meselesi ile ilgilidir. Burada kaydedilen rivayetler bunun bazı kayıdlarla cevazını ifade etmektedir:
2- 2685 numarada kaydedilen Ebû Hüreyre hadisinde görüyoruz ki, bu hususta soru soran kimseye Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Hepinizin iki parçası varmı ” diye istifhâm-ı inkâri ile cevap veriyor. Bu cevapla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şunu söylemek istediği beyan edilmiştir: “Biliyorsunuz ki, setrü´l-avret farzdır, namaz da gereklidir. Hepiniz de ikişer elbiseye sahip değilsiniz. Öyleyse setrü´l-avret yerine getirildikten sonra tek parçalı elbise ile namazın caiz olacağını nasıl bilemezsiniz ”
Tahâvî bu hadisi şöyle yorumlar: “Hadisin ma´nâsı şudur: “Eğer tek parça elbise içerisinde namaz mekruh olsaydı, tek parçadan başka elbise bulamayana da mekruh olurdu.”
Şu halde muktedir olanla olamayan ayırımı yapılmadan mutlak ma´-nâda bir kerâhet mevzubahis olsaydı, İslâm zorluk getirmiş olacaktı. Halbuki dînimiz imkanları zorlamaz. Zorlaştırma yok, kolaylık esastır. Öyleyse, burada mesele tek elbise ile namazın caiz olup olmadığı noktasındadır, kerâheti hususunda değildir.
3- Diğer bazı hadisler (2683, 2684) ise tek parçalı kumaş içerisinde namaz kılacak olana bunu imkan nisbetinde omuzlardan itibaren bağlamayı tavsiye etmektedir. 2686 numaraları hadiste ise, Resûlullah´ın da tek parçalı kumaş içerisinde namaz kılmış olduğunu, ancak bunu omuzlarından çaprazlama bağladığını görmekteyiz.
Cumhur, tek parçalı kumaşın omuzdan bağlanma emrini istihbâba hamletmiştir. Öyleyse belden bağlamaya müteveccih nehiy de tenzihîdir, tahrimî değil. Ancak âlimler bu hususu yorumlamada ihtilaf ederler.
Ahmed İbnu Hanbel cumhurdan ayrılarak: “Omuzdan bağlamaya muktedir olan bunu yapmazsa namazı sahih olmaz” demiş, bunu namazın şartlarından biri yapmıştır. Mamafih yine Ahmed´den birçok meselede olduğu gibi bunda da farklı bir görüş daha rivayet edilmiştir: “Namazı sahihtir, ancak günahkâr olur.” Böylece bunu, müstakil bir şart yapmış olmaktadır.
4- Buhârî´nin Câbir İbnu Abdillah´tan kaydettiği bir hadis, tek parçalı giyeceğin omuz veya belden bağlanması hususunda bir açıklık getirmektedir:
… قَالَ فَإِنْ كَانَ وَاسِعًا فَالْتَحِفْ بِهِ وَإِنْ كَانَ ضَيِّقًا فَاتَّزِرْ بِهِ.
“Tek parçanız genişse omuzdan bürünün, darsa belden bağlayın.”
Hattâbî gibi bazı âlimler, tek parçalı elbiseye sarınmış vaziyette gördüğü Hz. Câbir´e Resûlullah´ı bu sözlerle müdahaleye sevkeden sebebin, onun kollarını bile hareket ettirmeyecek şekilde vücudunu dıştan sımsıkı sarmış -ki buna sammâ denmektedir[575] olmasını gösterirler. Ancak, Müslim´in bir rivayetinde de beyan edildiği üzere, Resûlullah´ın müdahalesi başka bir sebebe dayanmaktadır: Câbir´in kumaşı dar idi. Bunu omuzdan çaprazvari sarınca, setrü´l-avreti sağlayamamış, Hz. Câbir biraz eğilerek eksiği tamamlama zorunda kalmıştı.
Şu halde, omuzdan sarınmak esas ise de kumaş, darlığı, azlığı sebebiyle yeterince setrü´l avrete imkan tanımayacaksa bunu belden bağlayarak, örtünmesi gereken yerlere tam örtmek gerekmektedir.
5- Mevzûnun daha iyi anlaşılması için iki noktanın ek bilgi olarak bilinmesi gerekmektedir:
* Tek parça ile tesettür bahislerinde örtünmek, sarınmak, bağlamak, çaprazlamak gibi farklı kelimelerle ifade ettiğimiz “giyinme” şekilleri, hadis metinlerinde de farklı kelimelerle ifade edilmiştir. Bunlar yerine göre değişik ma´nâlara gelir ise de sadedinde olduğumuz bâbta aynı ma´nâda kullanılmıştır. Sözgelimi müştemil, müteveşşih, muhalif kelimelerinin Nevevî, aynı ma´nâyı taşıdıklarını belirtir. Yani bunlar müttezir´in aksine omuzdan itibaren örtünmeyi ifade ederler. Müttezir ise belden aşağıyı örten ma´nâsına gelir. Tercümede çaprazlama bağlama diye ifade ettiğimiz bağlama tarzını -ki böyle bağlayana muhâlif denmektedir- şârihler şöyle tarif ederler: “Sağ omuza atılmış olan kumaşın ucunu sol kolun altından geçirir, sol omuz üzerine atılmış olan diğer uç da sağ kolun altından geçirilir ve bu iki uç, göğüs üzerinde düğümlenir…”
Şevkânî bu meselede esasın, kumaşı sadece bele bağlayarak omuzları açık bırakmamak bilakis aynı kumaşı hem ridâ olarak bel-omuz arasını, hem de izar olarak beldiz arasını örtecek tarzda bağlamanın teşkil ettiğini belirtir.
* Mevzumuzu tamamlayacak son nokta şudur: İslâm bir musalli için normal olarak üç parçalı bir kiyafet derpîş eder:
* Serpuş; başörtüsü. Burada sünnete uyanı, sarıktır.
* Ridâ: Omuzdan bele kadar olan giyecektir.
* İzar: Belden aşağıyı örtecek giyecek. Bunun vücud hatlarını dışarı vurmayacak genişlikte olması esastır, sünnete uyan şalvardır.
İslam teferruâtta ısrar etmez, esas olan farz´ın yerine gelmesidir. Buna riayet edildikten sonra, millîmahallî gereklere, ferdî imkân ve zevklere göre teferruâta müsâmaha gösterir.
İslâm´ın kıyafet telakkisini Libas´la ilgili bölümün UMUMÎ AÇIKLAMA kısmında geniş şekilde tahlil edeceğiz.[576]
ـ11ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قال رسُولُ اللّهِ #: َ يَقْبَلُ اللّهُ صََةَ الحَائِضِ إَّ بِخِمَارٍ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
11. (2687)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah hayız görenin (kadının) namazını başörtüsüz kabul etmez.”[577]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen hâiz (hayız gören) kelimesiyle bülûğ yaşına ermiş kadın kastedilmiştir, hayız görmekte olan değil. Bu açıklamaya gerek duyulmuştur, çünkü hâiz kelimesi normalde namazdan menedilmiş olan hayız halindeki kadın için kullanılır. Aliyyü´l-Kârî´nin Mirkat´daki kaydına göre: “Daha doğrusu, bu kelime ile hayız görme tabiatında olanlar kastedilmiştir, tâ ki, kız çocukları da hükme dahil olsun. Zira kız çocuklarının kıldığı namazların muteber olması için başlarını örtmeleri şarttır.”
2- Hımâr, başı örten her şeydir. Cinsi, şekli, uzunluğu mühim değildir, yeterki şer´in derpîş ettiği örtünmeyi sağlasın.
“Avret” meselesinde hür ve köle ayırımı yapmayıp, ikisini aynı hükme tâbi tutan Ehl-i zâhir için bu hadis delil olmuştur, çünkü hüküm hiçbir kaydı şâmil olmaksızın mutlak gelmiştir. Ebû Hanîfe, Şâfiî vs. ulemanın da dahil olduğu cumhur, hür ile köle kadın arasında tefriki esas alır ve câriyenin avretini, erkeklerde olduğu üzere göbekle diz arası olarak belirlerler. İbnu Abdiberr el-İstizkâr´da belirttiği üzere İmam Mâlik: “Câriyenin avreti saç hariç hürre´ninki gibidir” der. Ancak Irakî Şerhu´t-Tirmizî´de: İmam Mâlik´ten meşhur olan rivayete göre, câriyenin avreti erkeklerin avreti gibidir demiştir.[578]
ـ12ـ وعن عبيد اللّه بن ا‘سود الخونى، وكان في حجر ميمونة رَضِيَ اللّهُ عَنْها زوج النبي # قال: ]كَانَتْ مَيْمُونَةُ تُصَلِّى في الدِّرْعِ الْوَاحِدِ وَالخِمَارِ لَيْسَ عَلَيْهَا إزَارٌ[. أخرجه مالك .
12. (2688)- Ubeydullah İbnu´l-Esved el-Havlânî -ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevce-i pâkleri Meymûne (radıyallahu anhâ)´nin terbiyesinde idi anlatıyor: “Meymûne (radıyallâhu anhâ) üzerinde izar olmaksızın tek entari (dır´) ile başörtüsü giyinmiş olduğu halde namaz kılardı.”[579]
AÇIKLAMA:
1- Mücâhid, kadınların normal olarak dört parça giysi içerisinde namaz kılması gerektiğini söylemiştir:
* Entari(dır´ = kadınlarda omuzdan bele kadar olan kısmı örten giysi).[580]
* Başörtüsü (hımâr).
* Cübbe (Milhafe = en üste giyilen şey).
* Etek (izar = Belden aşağıya giyilen şey).
Ancak bu ferdî bir görüştür. Cumhur kadınların en az iki parça giyerek namaz kılmasını vâcib olduğunu söyler: Entari ve başörtüsü, yeter ki entari topukları da örtecek kadar uzun olsun. Hatta, tepeden tırnağa kadar örtecek genişlikte tek bir parçanın içinde kılınacak namazın caiz olacağı belirtilmiştir, yeter ki şeriât-ı garrâmızın derpîş ettiği tesettür sağlanmış olsun.
Ancak çoğunluk, kadınlarda da normal namaz kıyafetinin üç parçadan ibaret olduğunu söylemiştir: “Başörtüsü (hımâr), entari (dır´), ve etek (izar).
2- Sadedinde olduğumuz rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevce-i pâkleri muhterem validemiz Meymûne (radıyallâhu anhâ)´ nin uzunca bir entari ve başörtüsü ile namaz kıldığını belirtmektedir. Böylece, “kadınların dört parça giyerek” veya “üç parça giyerek” namaz kılması gerekir” şeklindeki hükümlerin vecîbeyi değil, istihbâbı ifade ettiği görülmüş olmaktadır.[581]
ـ13ـ وعن محمد بن زيد بن قنفذ عن أمه: ]أنَّهَا سَألَتْ أُمّ سَلَمَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها مَاذَا تُصَلِّى فِيهِ المَرأةُ مِنَ الثِّىَابِ؟ فقَالَتْ: تُصَلِّى في الخِمَارِ وَالدِّرْعِ السَّابِغِ إذَا غَيَّبَ ظُهُورَ قَدَمَيْهَا[. أخرجه مالك وأبو داود .
13. (2689)- Muhammed İbnu Zeyd, İbnu Kunfuz´un annesinden yaptığı nakle göre, annesi Ümmü Seleme (radıyallâhu anhâ)´ye
“Kadın, hangi giysiler içerisinde namaz kılmalı ” diye sormuştur. O da:
“Başörtüsü ve ayağın üzerini örtecek kadar uzun entari içerisinde!” diye cevap vermiştir.”[582]
AÇIKLAMA:
1- Daha önceki hadisten fazla olarak burada kadın entarisi ile ilgili bir açıklamaya yer verilmiştir. Entarinin (yani dır´ın) ayağın sırtını örtecek kadar uzunlukta olması gerekmektedir. Bu kadar uzun entariye sâbiğ dendiği rivayette belirtilmiştir.
2- Bu rivayete göre, kadın, namazda ayaklarını da örtmelidir. Nitekim İmam Mâlik, Şâfiî, Ahmed hazretleri böyle hükmetmişlerdir. Ancak Ebû Hanîfe hazretleri kadınlarda ayağın sırtını avret kabul etmez, namazda açık olması namazın sıhhatine mâni değildir.
3- Namazda kadınların kapanması gereken yerleri hususunda âlimler arasında bazı ihtilaflar olmuştur. Bunu Hattâbî, Ebû Dâvud Şerhi´nde şöyle özetler:
“…Evzâî ve Şâfiî: “Eller ve yüz hariç her tarafını örter” demiştir.” Bu hüküm İbnu Abbâs ve Atâ´dan da mervîdir. Ebû Bekr İbnu Abdirrahmân İbni´l-Hâris İbni Hişâm der ki: “Kadının her tarafı avrettir, tırnakları bile.
“Mâlik İbnu Enes der ki: “Kadın namaz kılarken saçı veya ayaklarının sırtı açılacak olursa, vakti içinde namazı iade eder.”
Ashâb-ı Re´y (Hanefîler): “Kadın namaz kılarken başının dörtte biri veya üçte biri açılacak olursa veya uyluğunun dörtte veya üçte biri açılacak olursa, veya karnının dörtte biri veya üçte biri açılacak olursa namazı bozulur. Bu söylenen miktardan daha az bir kısım açılırsa bozulmaz. Bunu tahdidde, aralarında ihtilaf mevcuttur. Bazısı yarısı demiştir. Ancak tahdidi koyarken, ileri sürdükleri miktarı dayandırdıkları (rivayetten gelen) bir asıl bilmiyorum. Sadedinde olduğumuz hadiste “kadının bedeninden bir şey açılırsa kıldığı namaz sahih olmaz.” diyenlere delil vardır. Zira hadiste, “ayağın üzerini örtecek kadar uzun olursa…” denmektedir. Yani açık bir ifade ile kadının namazının câiz olması için, âzâlarından hiçbir şeyin görülmemesi şartı koşulmuş olmaktadır.”[583]
ـ14ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]صَلَّى رسولُ اللّهِ # في خَمِيصَةٍ لَهَا أعَْمٌ، فَنَظَرَ إلى أعَْمِهَا نَظْرَةً فقَالَ: اذْهَبُوا بِخَمِيصَتِى هذِهِ إلى أبِى جَهْمِ ابْنِ حُذَيْفَة وائتُونِى بِأنْبِجَانِيَّتِهِ، فإنَّهَا ألْهَتْنِى آنِفاً عَنْ صََتِى[. أخرجه الستة إ الترمذي.وفي رواية مالك وأبى داود: ]كُنْتُ أنْظُرُ إلَيْهَا وَأنَا في الصََّةِ فَأخَافَ أنْ تَفْتِنَنِى[.»ا‘نْبِجَانِيَّةُ«: كَساء له خمل، وقيل هو الغليظ من الصوف.ومعنى »ألْهَتْنِى«: شغلتنى.وقوله »آنفاً«: أى اŒن .
14. (2690)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), üzerinde çizgiler olan hamîsa kumaşı üzerinde namaz kılmıştı. (Namazdan sonra) çizgilere bir göz attı ve:
“Bu hamîsa´yı Ebû Cehm İbnu Huzeyfe´ye götürün, onun enbicâniye´sini getirin. Zîra bu beni az önce namazda meşgul etti” buyurdu.”[584]
Muvatta ve Ebû Dâvud´un bir rivayetinde (Resûlulah) şöyle buyurmuştur: “Ben namazda iken (dikkatimi çekti) ona baktım, bende fitne hasıl edeceğinden korktum.”[585]
AÇIKLAMA:
1- Hamîsa üzeri çizgili dört köşe bir kumaş, ibrişim veya yünden mamuldür.
2- Enbicâniyye: Sert, çizgisiz sade bir kumaş. Bu ismi, kumaşa, Suriye´deki Enbicân adındaki beldeye nisbeten vermişlerdir. Çünkü kumaş orada imal ediliyordu.
3- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kumaşı Ebû Cehm´e göndermesi, onun hediye etmiş olmasındandır. Hadisin Muvatta´daki rivayetinde bu husus belirtilmiştir. İbnu Battâl, Resûlullah´ın Ebû Cehm´den hamîsa´ya mukabil enbicâniyye kumaşı istemesini, hediyyesini beğenmeme sebebiyle iade ettiği zannına düşerek üzülmesini önlemek için yaptığını belirtir. Namazda meşgul edici bir kumaşı ona göndermesi, bunu ona muvafık bulduğu için değildir. Ebû Cehm´in bu kumaşı seccade olarak değil, başka maksadlarla kullanacağını bildiği içindir. Nitekim Utârid´in gönderdiği bir elbiseyi giymeyi mahzurlu bulduğu için Hz. Ömer´e göndermiş, sonra da “Ben onu sana giyesin diye göndermedim” açıklamasını yapmıştır.
4- HADİSTEN ÇIKARILAN FEVÂİD VE HÜKÜMLER
* Resûlullah namaz meselesine çok ehemmiyet vermiştir.
* Namazda zihni meşgul eden herşey mekruhtur.
* Sûretlerin ve görünen eşyaların sadece sıradan insanlara değil, temiz kalplere, yüce ve pâk ruhlara bile tesiri vardır.
* Çizgili kumaştan mamul elbise giyilebilir, içinde namaz kılınabilir.
* Kalbi tâat ve tefekkürden alıkoyacak dünyevî, gereksiz meşguliyetler terkedilmelidir.
* Mescidleri ve bilhassa kıble cihetini, zihni dağıtacak şekilde tezyin mekruhtur.
* Dostlar arasında hediyeleşmek meşrûdur.
* Namazda zihnin başka bir şeyle meşguliyeti, namaz sıhhatını kaldırmaz, çünkü çizgiler Resûlullah´ı meşgul etmiş, buna rağmen namazı iade etmemiştir.
* Zihni meşgul edip huşû ve huzûdan uzaklaştırıcı şeylere de fitne denebilir.[586]
ـ15ـ وعن عقبة بن عامر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أُهْدِىَ لِرسُولِ اللّهِ # فَرُّوجٌ مِنْ حَرِيرٍ فَلَبِسَهُ فَصَلَّى فِيهِ، ثُمَّ انْصَرَفَ فَنَزَعَهُ نَزَعاً شَدِيداً كَالْكَارِهِ لَهُ وَقالَ َ يَنْبَغِى هذَا لِلْمُتَّقِينَ[. أخرجه النسائى.»الفَرَّوجَ«: بالتخفيف القباء الذى له شق من خلفه .
15. (2691)- Ukbe İbnu Âmir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a ipekten mamul bir kaftan hediye edildi. Kaftanı giyip içinde namaz kıldı. Sonra namazdan ayrılıp hemen kaftanı şiddetle çıkarıp attı, sanki kaftandan gayr-ı memnundu:
“Bu, muttakîlere muvafık düşmüyor!” dedi.”[587]
AÇIKLAMA:
1- Ferrûc arkadan veya önden yırtmaçlı giyecek; kaftan diye tercüme ettik. Resûlullah´ın bunu bidayeten giymesi, hadisenin ipeğin tahriminden önceye ait olma ihtimalini doğurmuştur. Bununla beraber, tahrimden sonra olma ihtimaline binaen kumaşın saf ipek değil, ipek karışımı bir dokuma olabileceği söylenmiştir. Çünkü, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yasaktan sonra ipek giyeceği düşünülemez. Tahrimden önce olması halinde, çıkarıp atması, Efendimizin mizâcen ipekten hoşlanmadığını gösterir ki bu fıtrî istikrah, ilâhî yasaklamaya tam bir uyum ifade eder. Ancak tahrimden önceye ait olduğunu te´yid eden bir rivayet´i Müslim, Câbir (radıyallâhu anh)´den kaydeder: صَلِّى فِى قِبَاءٍ دِيبَاج ثُمِّ نَزَعَهُ وَقَالَ نَهَانِى عَنْهُ جِبْرِيلُ “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ipek bir kaftan içinde namaz kıldı, sonra çıkardı ve: “Cebrâil bundan beni menetti” dedi. Ayrıca: “Bu, muttakîlere muvafık düşmüyor” sözü de tahrimden önceye ait olduğuna delildir, çünkü ilâhî haram karşısında muttakî olanla olmayan arasında fark kalmaz, kimseye muvafık düşmez.
Muttakî ile müslümanın kastedilmesi de muhtemeldir. Bu durumda, nehiy sebebiyle çıkarmış olabilir ve bu hadise ipekle ilgili nehyin başlangıcını teşkil eder. Bu yorum takarrur ettiği takdirde “ipeklinin içinde namaz câizdir” diye verilen fetvanın hükmü kalkar.
Hadisenin tahrimden sonra olması halinde cumhura göre namaz câizdir, ancak tahrimen mekruhtur. İmam Mâlik “vaktinde iade edilmeli” demiştir.[588]
ـ16ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]صَلّى رَسُولُ اللّهِ # في ثوْبٍ وَبَعْضُهُ عَلىَّ[. أخرجه أبو داود.وله عن ميمونة رَضِيَ اللّهُ عَنْها مثله .
16. (2692)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) demiştir ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir ucu beni örtmekte olan bir kumaşın diğer ucuyla örtünerek, içinde namaz kıldı.”[589]
AÇIKLAMA:
Bu rivayeti açıklayıcı bir hadis Müslim´de kaydedilmiştir. Hz. Âişe orada şöyle anlatır: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) geceleyin, ben yanı başında hayızlı halde dururken namaz kılardı. Bu sırada üzerimde bir örtü bulunurdu ki bu örtünün bir ucu da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın üzerinde olurdu.”
Fukaha, bu hadiste hayızlının yanında namaz kılmanın câiz olduğuna, hayızlının elbisesinde kan veya necâset lekesi olmadığı takdirde bu elbisenin temiz olduğuna delil görmüştür.
Keza, hadisten, bir kumaşın bir kısmı birinin üstünde olduğu halde, diğer kısmını üzerinde taşıyan kimsenin namaz kılmasının câiz olduğu hükmü çıkarılmıştır.[590]
NAMAZIN DÖRDÜNCÜ ŞARTI: NAMAZ KILINAN YERLER
ـ1ـ عن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ جَدَّتَهُ مُلَيْكَةَ دَعَتْ رَسولَ اللّهِ # لِطَعَامٍ صَنَعَتْهُ فَأكَلَ مِنْهُ ثُمَّ قالَ: قُومُوا فَأُصَلِّىَ لَكُمْ. قالَ أنَسٌ: فَقُمْتُ إلى حَصِيرٍ لَنَا قَدِ اسْوَدَّ مِنْ طُولِ مَا لَبِسَ فَنَضَحْتُهُ بِمَاءٍ، فقَامَ عَلَيْهِ وَصَفَفْتُ أنَا وَالْيَتِيمُ وَرَاءَهُ وَالْعَجُوزُ مِنْ وَرَائِنَا فَصَلّى بِنَا رَكْعَتَيْنِ ثُمَّ انْصَرَفَ[. أخرجه الستة .
1. (2693)- Hz. Enes (radıyallâhu anh)´in anlattığına göre, büyükannesi Müleyke (radıyallâhu anhâ) hazırladığı bir yemeğe Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı davet etti. (Efendimiz şeref vererek) yemekten yediler. Sonra:
“Kalkın size namaz kıldırayım!” buyurdular. Enes (radıyallâhu anh) der ki:
“Ben uzun müddettir kullanılmaktan kararmış olan hasırımızı getirdim, üzerine su çiledim. Aleyhissalâtu vesselâm üzerinde namaza durdu. Ben ve yetim, arkasında saf yaptık, yaşlı (annem) de bizim arkamızda durdu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize iki rek´at (nafile namaz) kıldırıp, sonra ayrıldı.”[591]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Hacer´in hadisle ilgili uzunca bir açıklamasının neticesini kaydetmek isteriz: Burada Hz. Enes´in büyük annesi olarak gözüken Müleyke, annesi Ümmü Süleym´in adıdır. جَدَّتُهُ kelimesinin sonundaki zamirin mercii Enes değil, hadisin râvisi ve aynı zamanda Enes´in yeğeni olan İshâk´dır. (Enes´in anne bir kardeşi Abdullah´ın oğlu İshâk; İshâk İbnu Abdillah İbnu Ebî Talha. Ebû Talha, Ümmü Süleym´in ikinci kocası ve Enes´in babalığıdır.)[592]
2- Buhârî, hadisi önce hasır üzerinde namaz başlığı taşıyan bir bâbta kaydeder. Hadiste yer alan fıkhın çokluğu sebebiyle başka bâblarda da kaydeder. Müellifimiz İbnu Deybe de bu hadisi namaz kılınan yerlerle ilgili bir bâbta kaydederek, hasır üzerinde namaz kılınabileceğini belirtmiş olmaktadır. Hasır, hurma lifi ve benzeri şeylerden yapılan yaygıya denmektedir. Tabir dilimizde aynen mevcuttur. Humra denen bir başka yaygı daha var, o da hasır gibi hurma lifi ve benzeri şeylerden dokunmaktadır. Ancak, bu küçüktür, namaz kılan kimsenin daha ziyade secde mahalline, yüz ve elleri sıcak ve soğuğa karşı korumak maksadıyla konmaktadır. Eğer bu örgü insan boyunda ve daha büyük olursa ona hasır denmektedir. Hattâbî´nin ifadesiyle, bunların her ikisi de dilimizde seccâde dediğimiz şeyin bir nev´idir.
3- Hasır, hurma vs. üzerinde namaz kılınacağını te´yid eden rivayetlere sadedinde olduğumuz bâblarda yer verilmesi, seleften bazılarında görülmüş olan ferdî titizliklere karşı delil getirmek gayesini gütmelidir. Nitekim İbnu Battâl, Ömer İbnu Abdilaziz (rahimehullah)´in humra üzerine toprak yayıp onun üstüne secde ettiğini belirtmektedir. Onun bu davranışı, tevâzu ve huşûda mübâlağaya hamledilmiş ve hasır, humra gibi başka eşyaların -temiz olmaları kaydıyla- üzerinde namaz kılınabileceğine hükmedilmiştir. Urve İbnu Zübeyr ve başka bazılarının da yerden başka bir şey üzerine secde etmeyi mekruh addettikleri rivayet edilmiştir. Bu rivayetlere Mescid-i Nebevî´nin içerisine Resûlullah zamanında hiçbir sergi konmamış olması ilave edilince, herhangi bir yaygının üzerinde namaz kılınabileceği, yeryüzü cinsinden başka bir şey üzerine de secde edileceği hususunda Resûlullah´tan örneklerin rivayet edilme gereği anlaşılır.
4- Hasıra su çilenmesini âlimler onu yumuşatmak, sertliğini azaltmak için diye îzah ederler. “Temizlemek için” diyen de olmuşsa da muteber addedilmemiştir. Zîra “Hasır aslen temizdir, temizlenmeye muhtaç necâseti olsa su serpmekle temizlik hâsıl olmaz” denmiştir.
5- Enes´in beraberindeki yetimin Dümeyre olduğu kabul edilmiştir. Hüseyn İbnu Abdillah İbnu Dümeyre´nin dedesi.
6- HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI FEVÂİD
* Düğün için bile olsa hatta bir kadın bile yapsa davete icabet gerekir, yeter ki fitneden emin olunsun.
* Davet yemeğinden yenmelidir.
* Evlerde cemaatle nafile namaz kılınır.
* Resûlullah namazın fiillerini bizzat gösterip ev halkına öğretmek istemiş gibidir. Bu gereklidir, çünkü, kadınlar mescidde geri tarafta oldukları için bir kısım teferruâtı göremezler.
* Namaz kılınacak yerin temizlenmesi gerekir.
* Çocuk, büyüklerle yan yana saf yapabilir.
* Kadınlar, erkeklerin safının gerisinde yer alır.
* Kadın yalnız ise tek başına müstakil saf yapar.
* Gündüz nafilesi iki rek´at olabilir.
* Mümeyyiz çocuğun abdesti ve namazı sahihtir.
* Nafile namazda münferid kılmanın efdal olacağına dair gelen rivayetler; bunda ta´lim maksadı olmama durumuna mahsustur. Öğretme maksadı işin içine girerse cemaat halinde efdaldir, hususan Resûl-i Ekrem hakkında.[593]
ـ2ـ وعن ميمونة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كانَ رسُولُ اللّه # يُصَلِّى وَأنَا حِذَاءَهُ حَائِضٌ، وَرُبَّمَا أصَابَنِى ثَوْبُهُ إذَا سَجَدَ، وَكانَ يُصَلِّى عَلى الخُمْرَةِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي.»الخُمْرَةُ«: هى مايضع عليه الرجل وجهه في سجوده من حصير، أو نسيجه خوص ونحوه من الثياب، وقد يطلق على الكبير من نوعها.
2. (2694)- Hz. Meymûne (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ben hayızlı halde tam hizasında dururken, namaz kılardı. Secde ettiği vakit bazan elbisesi bana değerdi. Humra üzerinde namaz kılardı.”[594]
AÇIKLAMA:
1- Hadisle ilgili bazı açıklamalar önceki rivayetin açıklamasında geçmiştir, humra kelimesiyle ilgili olan gibi.
2- Bu rivayet öncelikle, hayızlı kadının yanında namaz kılınabileceğini, namaz kılarken elbisenin hayızlıya değmesinde herhangi bir kerâhet bulunmadığını belirtmektedir.[595]
ـ3ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا نُصَلِّى مَعَ النَّبىِّ # في شِدَّةِ الحَرِّ، فإذَا لَمْ يَسْتَطِعْ أحَدُنَا أنْ يُمَكِّنَ جَبْهَتَهُ مِنَ ا‘رْضِ بَسَطَ ثَوْبَهُ فَصَلَّى عَلَيْهِ[. أخرجه الخمسة .
3. (2695)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Biz çok sıcak günlerde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte namaz kılardık. Birimiz alnını sıcak sebebiyle yere koyamayacak olsa, giysisini serer onun üzerine secde ederdi.”[596]
AÇIKLAMA:
Hadis, sıcak veya soğuğa karşı namaz kılanla yer arasına bir hâil kullanılmasının cevazına delil olmaktadır.
Hattâbî hadisle ilgili şu açıklamayı sunar: Bu meselede ulema ihtilaf etmiştir. Fukaha´nın büyük ekseriyeti bunun câiz olduğuna hükmetmiştir.[597]
Şâfiî ise: “Elbisenin kenarına secde kifayet etmez, tıpkı sarığın kıvrımı üzerine yapılacak secdenin kifayet etmemesi gibi. Hz. Enes´in rivayetinde, giymediği bir şeyin yere serilmiş olması muhtemel gözükmektedir” demiştir.
Şu halde Şâfiî hazretleri, hadiste kastedilen giysinin “namaz kılan kimsenin üzerindeki elbise olmayıp, musalliden ayrı bir kumaş” olduğuna kânidir. Beyhakî, bu te´vili bir başka rivayetle te´yid eder. İsmâilî´nin kaydettiği bu rivayette: “…Birimiz çakılı eline alır, sağına bırakıp üzerine secde ederdi” denmektedir. Beyhakî bu rivayeti kaydettikten sonra: “Musalliye bitişik olan bir şeyin üzerine secde caiz olsaydı uzun zamana mal olan çakıl soğutma işine tevessüle ihtiyaç duyulmazdı” der. Beyhakî´nin bu açıklamasına: “Çakıl soğutan kişinin üzerindeki elbisede tesettürü sağladıktan sonra, bir de secdeye imkan sağlayacak fazlalık bulunmamış olabileceği ihtimali” ileri sürülerek cevap verilmiştir.
Hadisten, namaz sırasında az bir amelle huşûya riayet edilebileceği hükmü çıkarılmıştır. Çünkü, elbisenin ucuna secde etmeleri, yerin harareti sebebiyle ârız olacak teşvişi önlemek içindi. Hadisin zâhirinden anlaşılan budur.[598]
ـ4ـ وعن البراء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: صَلُّوا في مَرَابِضِ الْغَنَم فإنَّهَا مُبَارَكَةٌ، وََ تُصَلُّوا في عَطَنِ ا“بِلِ فَإنَّهَا مِنَ الشَّيَاطِينَ[. أخرجه أبو داود .
4. (2696)- Berâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Koyun ağıllarında namaz kılın. Zîra koyunlar mübârek (hayvanlar)dır. Deve damlarında namaz kılmayın, zîra onlar şeytanlardandır.”[599]
ـ5ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]نَهَى رَسولُ اللّهِ # عَنِ الصََّةِ في سَبْعَةِ مَوَاطِنَ: المَزْبَلَة، وَالمَجْزَرَةِ، وَالمَقْبَرَةِ، وَقَارِعَةِ الطَّرِيقِ، وَفي الحَمَّامِ، وَمَعَاطِن ا“بْلِ، وَفَوْقَ ظَهْرِ بَيْتِ اللّهِ الحَرَامِ[. أخرجه الترمذي .
5. (2697)- İbnu Ömer (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yedi yerde namaz kılmayı yasakladı: “Mezbele (çöplük), meczere (hayvan kesilen yer), makbere (mezarlık), yol geçeği, hammâm, deve damı, Beytullâhi´l-Haram´ın damının üstü.”[600]
AÇIKLAMA:
1- Mü´minler için yeryüzü baştan sona mescid kılınmıştır, dilediği yerde Rabbine ibâdet yapabilir. Bununla beraber Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hâiz olduğu bazı mahzurlar sebebiyle bir kısım yerlerde ibâdet yapmayı yasaklamıştır. Yukarıda kaydedilen iki hadiste bu yerler belirtilmektedir.
* Deve damları: Hadiste me´âtın (ma´tın´ın cem´i) diye geçer. Su kenarlarında develerin ıhıp yattıkları yerlere denir. Ancak hadiste deve damı diye çevirdiğimiz develer için hazırlanan ahırlar kastedilmiştir. Resûlullah deve ağılllarında namaz kılma yasağını develerin “şeytanlardan olma” sebebine bağlamıştır. Öyle anlaşılıyor ki; deve damları, izahı uzun kaçacak bazı mahzurlar taşımaktadır. Çünkü; Hz. Peygamber, bu çeşit durumlarda meseleyi şeytana nisbetle ifadeye dökerdi.
* Mezbele, çöplerin, pisliklerin atıldığı yerlerdir. Böylesi yerlerin pis olacağı mâlumdur. Halbuki ibâdet yapılacak makamın temiz olması gerekir.
* Meczere: Sığır, deve, koyun gibi hayvanların kesildiği yerlerdir. Buralar da kan ve fışkı pisliklerinden halî değildir.
* Makbere, insan cenazelerinin gömüldüğü yerlere denir. Dilimizde mezarlık da denir. Mezarlıkta namaz meselesinde âlimler ihtilaf eder. Ahmed İbnu Hanbel, “Mutlak olarak haramdır” der. Mezar açılmış olsun olmasın, mezarlığa bir şey serilsin serilmesin, kabir üzeri olsun, münferid ev gibi bir yer olsun, kâfir mezarlığı olsun müslüman mezarlığı olsun birdir, namaz haramdır. Zâhirîler de böyle hükmeder, Şâfiî, temiz bir yerde kılınacak namazın câiz olacağını söyler. Ebû Hanîfe, Evzâî, Sevrî, “kabristanda namaz mekruhtur” derler. İmam Mâlik´e göre kerâhetsiz caizdir.
* Yol geçeği diye tercüme ettiğimiz kâri´atu´ttarîk, yol ortası, daha doğrusu yol demektir. Yolda namaz kılanın kalbi, gelip geçenlerle meşgul olacağından huzur bulamaz, ayrıca gelip geçenlere de yolu daraltarak ezâ vermiş olur. Bu sebeple yolda kılınacak namaz mekruh kılınmıştır.
* Hammâm: Bu kelime hamîm´den gelir. Hamîm sıcak su demektir. Hammâm sıcak su ile yıkanılan yere denir ise de zamanla sıcak veya soğuk olsun su ile yıkanılan her yere ıtlak olunmuştur. Buralar pislikten halî olmayacağı için hadisin zâhirine göre, mutlak olarak namaz yasaklanmıştır. Ancak ulema çoğunluk olarak, başka karînelerden hareketle temizlik şartıyla hammâmda kılınacak namazın sıhhatine hükmeder, ancak “mekruhtur” der.
* Beytullâhi´l-Haram´ın damının üstü: Burada namaz kılanın önünde onu örten sâbit bir sütre yoksa namazı sahih olmaz, çünkü o, Beyt´e doğru değil, beyt´in üzerinde namaz kılmıştır. Şâfiî (rahimehullah), Ka´be´nin binasından üçte iki zirâ boyunda bir parçaya yönelenin kıldığı namazın sahih olduğuna hükmeder. Bu görüşe uyan bazı âlimler: Çünkü böyle birisi, bu durumda Allah korusun Ka´be´nin yıkılması halinde arsasına yönelmiş kimse durumundadır, der.
2- Sadedinde olduğumuz Berâ hadisinde: “Koyun ağıllarında namaz kılın” denmekte, sebep olarak koyunların mübârek oldukları gösterilmektedir. Bazı rivayetlerde koyunun bereket yani bereket sahibi olduğu ifade edilmiştir. Bazı şârihler, hadisi şöyle açıklamıştır: “Bunun ma´nâsı şudur: “Koyunda temerrüd yoktur, zayıf bir mahluktur. Cennet hayvanlarındandır. Onda sekîne vardır. Musalliyi rahatsız etmez, namazını da kesmez. Bereketli bir hayvandır, öyle ise onun kaldığı ağıllarda namaz kılın.”
Buradaki emir, vücûb ifade etmez, cevaz ve ruhsat ifade eder.[601]
ـ6ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ # لَعَنَ اللّهُ الْيَهُودَ والنَّصَارى اتَّخَذُوا قُبُورَ أنْبِيَائِهِمْ مَسَاجِدَ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي.زاد غير أبى داود في رواية عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: »وَلَوَْ ذلِكَ َبُرِزَ قَبْرُهُ« .
6. (2698)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dediler:
“Allah yahudilere ve hıristiyanlara lânet etsin. Peygamberlerinin kabirlerini mescide çevirdiler.”[602]
Ebû Dâvud´un dışındaki bir rivayette Hz. Âişe´den şu ziyadeye yer verilmiştir: “Eğer bu (endişe) olmasaydı, (Resûlullah´ın) kabri açıkta bulundurulacaktı. Ancak mescid ittihaz edilmesinden korkuldu.”[603]
AÇIKLAMA:
1- Burada yahudiler ve hıristiyanlar peygamberlerinin kabirlerini mescide çevirmekten dolayı lânetlenmektedirler. Lânet, Allah´ın rahmetinden uzak kalmalarını dilemektir. Hadisin bazı vecihlerinde beddua: “Kâtele…”, “Allah canlarını alsın…” diye ifade edilmiştir. Bu da aynı ma´-nâya gelir.
2- Hadisin bazı vecihlerinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadece yahudilere lânet etmiştir. Çünkü tarihte ilk defa onlar peygamberlerinin kabirlerini mescide çevirmişlerdir.
3- Hıristiyanların peygamberi olan Hz. İsa´nın göğe çekilmiş olması sebebiyle kabri bulunmadığı için, onların kabri mescide çevirmeleri mevzubahis olamayacağı belirtilerek hadiste müşkil olduğu ileri sürülmüştür. Ancak, hıristiyanlar, Tevrat´ı münzel bir kitap olarak benimseyip ona inandıkları için, onda zikri geçen peygamberleri, yahudi an´anesine tâbi olarak tebcîl etmişlerdir. Nitekim müslümanlar da Hz. Muhammed´den önce gelip geçen bütün peygamberleri benimser, ta´zim´de bulunur. Ne var ki, bizim onlara ta´zimimiz belli bir âdâb ve ölçüye tâbidir, onların peygamberler ve kabirleri hakkında düştükleri ifrad ve tefride yer vermeyiz.
4- Bu hadiste beyan edilen yasağın asıl sebebi, müslümanları, peygamberleri hakkında, önceki milletlerin düştüğü bir kısım aşırılıklardan korumaktır. Nevevî şu açıklamayı sunar: “Ulema der ki: “Efendimiz gerek kendi ve gerekse başkasının kabrini mescid ittihaz etmeyi yasaklamıştır. Çünkü, ta´zimde ifrat ve mübâlağaya düşülerek fitneye giriftâr olunmasından korkmuştur.” Bu durum, küfre bile götürebilirdi. Nitekim geçmiş ümmetlerde örneği çokça görülmüştür. Sahâbe-i Kiram (radıyallâhu anhüm) ve Tâbiîn, müslümanların sayıca artması üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın mescidini genişletme ihtiyacı hissettiği vakit, ilave edilen kısma Ümmühâtu´l- Mü´minîn hazerâtının (radıyallahu anhünne) hücreleri ve bu meyanda Resûlü Ekrem´in ve iki arkadaşı Hz. Ebû Bekr ve Ömer (radıyallâhu anhümâ)´in kabirlerini de ihtivâ eden Hz. Âişe´nin hücresi de dahil edildi. Bu kısım, Mescid´in içinde açıkta kaldığı takdirde avam ona karşı namaz kılabilir, yanlış iş yapabilirdi. İşte bu mahzurları önlemek için kabirlerin etrafına yüksek yuvarlak duvarlar inşa ettiler. Sonra da daha dıştan kuzeydeki köşelerinden itibaren başlayıp uçları birleşecek iki münharif duvar çektiler, böylece kimsenin bunları kıblegâh yapmasına imkan verilmemiş oldu. İşte bu ameleye kabri halkın kıblegâh yapma korkusundan tevessül edildiğini, hadis metninde yer alan Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)´nin: “Eğer bu endişe olmasaydı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kabri açıkta bırakılacaktı, fakat onun da mescide çevrilmesinden korkuldu” sözü göstermektedir.”[604]
ـ7ـ وعن عطاء بن يسار رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسولُ اللّهِ #: اللَّهُمَّ َ تَجْعَلْ قَبْرِى وَثَناً يُعْبَدُ، اشْتَدَّ غَضَبُ اللّهِ عَلى قَوْمٍ اتَّخَذُوا قُبُورَ أنْبِيَائِهِمْ مَسَاجِدَ[. أخرجه مالك .
7. (2699)- Atâ İbnu Yesâr (rahimehullah) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle duâ buyurdular: “Allahım, kabrimi ibâdet edilen bir put kılma” (ve devamla dedi ki): “Nebilerinin kabirlerini mescidler haline getiren bir kavme Allah´ın öfkesi artmıştır.”[605]
AÇIKLAMA:
Bu hadisten hareketle, İmam Mâlik mescidlerin içine cenâze defnini mekruh addetmiştir.
Âlimlerden bazıları: “Bu hadis peygamberlerin kabirleri üzerinde secde etmeyi yasaklamaktadır” derken, diğer bazıları da: “Peygamber kabirlerinin, ibâdette yönelinen bir kıble yapılması yasaklanmaktadır” demiştir. Zürkânî: “Bu davranış, kabirleri hakkında yasaklanırsa, diğer hatıraları hakkında daha açık bir yasak olacağı açıktır” der.
İmam Mâlik ve birçok başka âlimler, yahudi ve hıristiyanlara muhalefet için, Bey´atu´r-Rıdvan´ın icra edildiği ağacın yerini aramayı mekruh addetmişlerdir.
Kur´ân-ı Kerîm´de olsun, hadislerde olsun, dünyevî ve uhrevî kurtuluşumuz için daima, Resûlullah´ın getirdiği şeriata ve sünnete ittiba emredilmiştir. Her davranışında rıza-ı ilâhiyi aramak endişesinde olması gereken müslüman için bu irşad yeterlidir. Kendinden istenmeyen şeylere iltifat etmesi, istenip istenmediği meşkûk şeyler hususunda ihtiyatlı davranıp ifrata düşmemesi mü´minlik edebine girer.
Elbette Resûlullah´tan bize intikâl eden maddî hatıralar ve âsâr da nazarımızda muhteremdir, saygımızı eksik etmeyeceğiz. Fakat tâli olan, asl´ın yerini almamalıdır. Herşeye dindeki yerini vermeli, ifrattan ve tefritten kaçınmalıyız.[606]
اَللّهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقّاً وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ وَاِرَنا الْبَاطِلَ بَاطًِ وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ
ـ8ـ وعن علىّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نَهَانِى رَسولُ اللّهِ # أنْ أُصَلِّى في المَقْبَرَةِ، وَأنْ أُصَلِّى في أرْض بَابِلَ فإنَّهَا مَلْعُونَةٌ[. أخرجه أبو داود.قال الخطابى: في إسناد هذا الحديث مقال، و أعلم أحداً من العلماء حرّم الصة بأرض بابل، فإن صح فيكون على الخصوص لعلىّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه إنذاراً منه بما لقى من المحنة بالكوفة، وهى من أرض بابل .
8. (2700)- Hz. Ali (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), beni mezarlıkta namaz kılmaktan menetti. Beni Bâbil toprağında da namaz kılmaktan menetti (ve şöyle dedi:) “Zîra orası mel´ undur.”[607]
Hattâbî der ki: “Bu hadisin senedinde zayıflık olduğu söylenmiştir. Ben âlimlerden kimseyi bilmem ki Bâbil toprağında namaz kılmayı yasaklamış olsun. Hadis(in Resûlullah´a nisbeti) sahih ise, bu yasak sadece Hz. Ali´nin şahsıyla ilgilidir; böylece, onu Kûfe´de maruz kaldığı mihnete (sıkıntılı hadislere) karşı uyarmak istemiştir. (Malum olduğu üzere) Kûfe, Bâbil diyarındadır.”[608]
AÇIKLAMA:
1- Hadisle ilgili Hattâbî´nin mühim bir açıklamasını müellifimiz İbnu Deybe hadisin akabine hemen koymak ihtiyacını duymuştur. Biz de, açıklama kısmında kaydedebileceğimiz bu metni, müellifimizin tertibine uyarak, hadisin arkasından hemen kaydettik. İbnu Deybe´nin açıklamayı koyma ihtiyacı, kanaatimizce, hadiste dinimizin umumi bir prensibine ters düşen bir hükmün yer almasıdır. Şöyle ki İslâm dîni, temiz olmak kaydıyla yeryüzünün her tarafını mescid ilan etmiştir. Resûlullah: جُعِلَتْ لِىَ اَرْضُ مَسْجِداً وَطَهُوراً “Küre-i arz benim için mescid ve temiz kılındı.” buyurmuştur. Daha önceki hadislerde hammâm ve makbere gibi bazı noktaların istisnâ edilmesi, bu umumî hükmü zedelemez. Zira oralar, pis olmaları sebebiyle yasaklanmıştır. Halbuki sadedinde olduğumuz hadiste Bâbil diyarı´nın tamamı namazdan yasaklanmış olmaktadır. Mu´cemu´l-Büldân Bâbil denince Kûfe civarının ve hatta Irak diyarının kastedildiğini belirtir. Şu halde burası, mahdud bir nokta olmaktan ziyâde Tûfan´dan sonra Hz. Nûh´un ateş aramak üzere gemiden inip yerleştiği, ahfadının da köyler, şehirler kurarak imar edip, hâkimiyet kurduğu geniş bir sahadır. Sihirle meşguliyetleri şöhret bulan bu yerin Kur´ân´da zikri geçer.
Yani İbnu Deybe, bu geniş diyarda namaz kılmanın yasaklanmayacağını belirtmek ister. Nitekim Ashâb´ın sağlığında Bâbil diyarı fethedilmiş, pek çok sahâbî oralara cihad, tedris, ticâret, me´muriyet gibi çeşitli maksadlarla gitmiş, yerleşmiş ve namaz kılmıştır.
Hattâbî, İbnu Deybe´nin iktibas ettiği ve tercümesini kaydettiğimiz açıklamasını Ebû Dâvud, Şerhi´nde şöyle devam ettirir “…Bu hadise, ondan daha sahih olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şu sözü muâraza eder: “Küre-i arz bana mescid ve temiz kılındı.” Sadedinde olduğumuz rivayet -şayet sâbitse- şu ma´nâyı ifade etmektedir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Bâbil diyarını ikâmet etmek üzere vatan ve yerleşim yeri seçmeyi yasaklamış olmalıdır. Yani orada yerleşmesi halinde, oradaki namazı mevzubahis olacak(ına göre namazın yasaklanması orada ikâmetin yasaklanması olur.) Üstelik bu yasak sadece Hz. Ali hakkında vârid olmuştur. Nitekim hadis metninde نَهانِى “…beni yasakladı” demekte (ve herkese şâmil bir yasak olmadığını ifade etmekte)dir. Belki de bu, Resûlullah´tan kendisine (Hz. Ali´ye), Kûfe´de maruz kaldığı mihnet´e (fitnelere, belalara) karşı bir inzar (ve uyarı)dır. Kûfe ise, Bâbil toprağıdır. Hulefâ´-i Râşidîn´den hiç biri, O´ndan önce, Medîne´yi terkedip oraya intikal etmemişti.”
İbnu Ebî Şeybe´nin bir rivayetinde Hz. Ali (radıyallâhu anh)´nin Bâbil harabeleriyle karşılaşınca orayı geride bırakıncaya kadar namaz kılmadığı belirtilir. Ayrıca Hz. Ali´nin مَا كُنْتُ ُصَلّىَ في اَرْضٍ خَسَفَ اللّهُ بِهَا “Ben Allah´ın yere batırdığı bir yerde namaz kılmam” dediği ve bunu üç kere tekrar ettiği rivayet edilmiştir. Buradaki “yere batırma (hasf)”tan murad Cenâb-ı Hakk´ın Nahl sûresi´nde haber verdiği semavî musibettir: “Kendilerinden evvelkiler de fâsid planlar kurmuşlardı. Sonunda Allah, onların binalarını tâ temellerinden (yıkmayı) diledi de üstlerindeki tavan tepelerine göçdü…” (Nahl 26). Müfessirler bu âyette Bâbil´deki pek sağlam ve mu´azzam binalar kuran Nemrud İbnu Ken´ân´ın başına gelen belanın kastedildiğini belirtirler. Yapılan binalar beşbin zirâ yüksekliğine ulaştığı halde Cenâb-ı Hakk tepelerine yıkarak yerle bir etmiştir.[609]
ـ9ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]كانَ رَسولُ اللّهِ # يُسَبِّحُ عَلى ظَهْرِ رَاحِلَتِهِ حَيْثُ كانَ وَجْهُهُ وَيُومِى بِرَأسِهِ، وَكانَ ابنُ عُمَرَ يَفْعَلُهُ[. أخرجه الستة.زاد في أخرى لمسلم: »كانَ # يُسَبِّحُ عَلى ظَهْرِ الرَّاحِلَةِ وَيُوتِرُ عَلَيْهَا، غَيْرَ أنَّهُ َ يُصَلِّى عَلَيْهَا المَكْتُوبَةَ« .
9. (2701)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûllullah (aleyhissalâtu vesselâm) bineğinin üzerinde iken yönü hangi istikâmette olursa olsun tesbih ediyor, (nafile namaz kılıyor, rükû ve secde içinde) başıyla imada bulunuyordu. İbnu Ömer de böyle yapıyordu.”[610]
Müslim´de gelen diğer bir rivayette İbnu Ömer şu ziyadeyi yapar: “Aleyhissalâtu vesselâm, bineğin sırtında tesbihte (nafile namazda) bulunur ve vitir kılardı, fakat farz namaz kılmazdı.”[611]
ـ10ـ زاد أبو داود في أخرى: ]كانَ # إذَا أرَادَ أنْ يَتَطَوَّعَ اسْتَقْبَلَ الْقِبْلَةَ بِنَاقَتِهِ، ثُمَّ كَبَّرَ، ثُمَّ صَلّى حَيْثُ وَجَّهَهُ رِكَابُهُ[.»التَّسْبِيحُ«: هاهنا صة النافلة .
10. (2702)- Ebû Dâvud bir diğer rivayette şu ziyadeyi kaydeder: “Aleyhissalâtu vesselâm nafile namaz kılmak isteyince, devesini kıbleye çevirir, sonra iftitah tekbiri getir(erek) namaza başlar, sonra bineği nereye yöneltirse yöneltsin, namazını kılardı.”[612]
AÇIKLAMA:
1- Bu iki hadis, Resûlullah´ın yolculuk sırasında takip ettiği namaz âdâbından bazılarına yer vermektedir. Şöyle ki:
* Aleyhissalâtu vesselâm bineğin üzerinde nafile ve vitir namazlarını kılmıştır.
* Farz namazları kılmamıştır.
* Bu namazlara başlarken bineğini kıbleye çevirmiş ise de, iftitah tekbirinden sonra yolun durumuna göre, hayvan hangi istikamete dönerse dönsün, onun yürüyüş istikametine yönelmiş olarak namazını devam ettirmiş, yönün kıbleye gelmesi için herhangi bir gayrete girmemiştir.
* Binek üstündeki namazların rükû ve secdelerinde başıyla imayı esas almıştır.
* Hadis İbnu Ömer´in de böyle yaptığını haber verir.
2- Başla ima´dan maksad şudur: Namazda rükû´ya ve secdeye işaret etmek üzere başı eğmektir. Bu ayakta yapılabileceği gibi, oturarak da yapılabilir. Ulema bunun cevazında ittifak eder. Fakihler secdeye delâlet eden ima´da başın, rükû´ya delâlet eden imaya nazarın daha fazla eğilmesi gerektiğini belirtirler. Böylece bedel´in asl´a muvafık olacağını söylerler.
İma ile alakalı olarak şunu da belirtelim: Hastalık, korku gibi özür halinde yatarak da ima caiz görülmüştür, ancak bir şeye dayanarak ayakta yapılması mümkün olan bir ima, yatarak yapılamaz, caiz değildir.
3- İbnu Battâl, farz namazın özür hali olmadan hayvan üzerinde kılınamayacağı, hayvandan inmenin şart olduğu hususunda ulemanın icma ettiğini belirtir.
4- Sadedinde olduğumuz hadiste tesbih´le nafile namaz kastedilmiştir. Aslında tesbih sübhânallah demektir. Namazda bu kelimenin çokca zikri sebebiyle namaz tesbih olarak isimlendirilmiştir. Bu bir şeyin, onun bir kısmı ile isimlendirilmesine bir örnektir. Mamafih bu isimleme için şu yorum da yapılmıştır: “Musalli Allah Teâlâ´ya ibâdeti O´na tahsis etmek sûretiyle tenzih edici olduğu içindir, zaten “tesbih” tenzih demektir.”
Tesbih´le farzların değil nafile namazların kastedilmesi şer´i bir örftür.
5- Hayvan üzerinde kılınan nafile namaza başlarken kıbleye yönelme, bütün rivayetlerde gelmemiştir. Bu sebeple, ulema bunu bir vecibe olarak hükme bağlamamıştır. Sadece Ahmed İbnu Hanbel ve Ebû Sevr, Enes´ten gelen rivayet (2702) sebebiyle iftitah tekbiri sırasında kıbleye yönelmeyi müstehab addetmişlerdir.
6- Namazın kısaltılması câiz olmayan yolculuk sırasında hayvan üzerinde namaz kılmanın câiz olup olmadığı hususunda ulema ihtilaf etmiştir. Cumhur caiz olduğuna hükmetmiştir. İmam Mâlik, Sadece namazın kısaltıldığı yolculuklarda caiz olduğuna kânidir. Taberî: “Mâlik´e bu görüşünde uyan bir başkasını bilmem” der. [613]
ـ11ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسولُ اللّهِ #: جُعِلَتْ لى ا‘رْضُ مَسْجِداً وَطهُوراً، فَأيُّمَا رَجُلٍ مِنْ أُمَّتِى أدْرَكَتْهُ الصََّةُ صَلّى[. أخرجه النسائى .
11. (2703)- Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: “Küre-i arz bana bir mescid ve temiz kılındı. Ümmetimden her kim bir namaz vaktine ulaştımı nerede olursa namazını kılsın.”[614]
ـ12ـ وعن إبراهيم بن يزيد التيمى قال: ]كُنْتُ أقْرَأُ عَلى أبِى الْقُرآنَ في السُّدَّةِ، فإذَا قَرَأْتُ السَّجْدَةَ سَجَدَ، فقُلْتُ: يَا أبَتِ لِمَ تَسْجُدُ في الطَّرِيق؟ فقَالَ: إنِّى سَمِعْتُ أبَا ذَرٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ يَقُولُ: سَأَلْتُ رَسولَ اللّهِ # عَنْ أوَّلِ مَسْجِدٍ وُضِعَ عَلى ا‘رْضِ، فقَالَ: المَسْجِدُ الحَرَامُ، فقُلْتُ: ثُمَّ أىُّ؟ قالَ: المَسْجِدُ ا‘قْصى. قُلْتُ: كُمْ كَانَ بَيْنَهُمَا؟ قالَ: أرْبَعُونَ عَاماً، ثُمَّ ا‘رضُ لَكَ مَسْجِدٌ، فَحَيْثُمَا أدْرَكَتْكَ الصََّةُ فَصَلَّ، فإنَّ الْفَضْلَ فِيهِ[. أخرجه الشيخان والنسائى .
12. (2704)- İbrahim İbnu Yezîd et-Teymî (rahimehullah) anlatıyor: “Babamdan mescidin avlusunun kenarında Kur´an öğreniyordum. Bu sırada secde âyeti okumuşsam babam hemen secdeye kapanıyordu. Kendisine:
“Babacığım yolda niye secde ediyorsun ” diye sordum… Dedi ki: “Ben Ebû Zerr (radıyallahu anh)´in şöyle söylediğini işittim: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a yeryüzünde inşa edilen ilk mescidin hangisi olduğunu sordum: “Mescid-i Haram” olduğunu söyledi. Ben: “Sonra hangisi ” dedim, “Mescid-i Aksa!” diye cevap verdi. Ben: “İkisi arasında kaç yıl fark var ” dedim. “Kırk yıl!” dedi ve ilave etti: “Arz sana (baştan ayağa) bir mesciddir, öyleyse nerede namaz vaktine ulaşırsan namazını (orada) kıl, çünkü fazîlet ondadır (namaz vaktinin girdiği ilk andadır).”[615]
AÇIKLAMA:
Bu hadis bir kısım meselelere dikkat çekmektedir:
1- Namaz, daha önceki hadislerde belirtilen hammâm, kabristan, deve damı gibi bazı istisnâî yerler hariç her yerde kılınabilir, yol da namaz kılınabilecek yerlere dahildir, yeter ki temiz olsun. Başkalarını rahatsız etme durumunda mekruh olduğunu daha önce belirttik (2697 hadis).
2- Muallimle talebe, öğrenme, öğretme sırasında secde âyetlerini okuyacak olurlarsa ilk defa okuyunca secde etmeleri gerekir, müteakip tekrarlarda gerekmez. Bazı âlimler böyle durumda okunan secde âyetleri için hiç secde gerekmeyeceğini söylemiştir.
3-Yeryüzünde ilk inşa edilen mescid Ka´be olmaktadır. Bu hadis şu âyeti tefsir eder: إنّ اَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِى بِبَكَّةَ “Şurası muhakkak ki, insanlar için yapılan ilk beyt (ev) Mekke´dekidir (Ka´be)” (Âl-i İmrân 96). Bu âyette, ilk yapılan evle Mekke´deki Ka´be´ye ima olunur ise de, Ka´be olduğu sarahatle söylenmez. Şu halde sadedinde olduğumuz hadis, âyette zikredilen “ev”den maksadın Mekke´deki mescid olduğunu tasrih eder. Yani ilk inşa edilen mabed Ka´be olmaktadır.
Burada akla şöyle bir soru gelebilir: “Acaba âyet-i kerîme, Ka´be´nin aynı zamanda ilk inşa edilen bina olduğunu da imâ etmiyor mu Bir başka deyişle barınak ma´nâsında beyt (ev) inşâatı Ka´be´den sonra başlamış olamaz mı ” Bunun cevabını, İshâk İbnu Râhûye, İbnu Ebî Hatim ve başkalarının Hz. Ali´den sahih senetle kaydettikleri şu rivayette görmekteyiz: كَانَتِ الْبُيُوتُ قَبْلَهُ وَلَكِنّهُ كَانَ اَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِعِبَادَةِ اللّهِ “Ka´be´den önce de evler vardı. Lâkin, Allah´a ibâdet için ilk yapılan o oldu.”
4- Hadiste, ilk yapılan mescid´in Ka´be olduğu, ikinci yapılan mescidin de Mescidü´l-Aksâ olduğu, bu ikisi arasında zaman olarak kırk yıl fark bulunduğu beyan edilmektedir.
Bazı âlimler -ve bu meyanda İbnu´l-Cevzi- Ka´be´yî Hz. İbrahim (aleyhisselâm)´in inşa ettiğini belirten nâssla (Bakara 127), Mescid-i Aksâ´yı da Hz. Süleyman´ın inşa ettiğini belirten nâssları tarihi açıdan, sadedinde olduğumuz hadisle değerlendirip ortaya çıkan bir müşkile dikkat çeker: “Hz. İbrahim´le, Hz. Süleyman arasında bin yıldan fazla bir zaman farkı olduğu halde hadiste kırk yıl gösterilmektedir.
Bu müşkil, İbnu Hacer´in kaydettiği üzere şöyle cevaplandırılmıştır: “Nâsslarda Ka´be´nin ilk inşa olduğuna ve temelinin atılışına dikkat çekilmiş ise de ne Hz. İbrahim´in Ka´be´yi ilk inşa eden kimse olduğu, ne de Hz. Süleyman´ın Beytu´l-Makdis´i ilk inşa eden kimse olduğu söylenmemiştir. Bilakis, Ka´be´yi ilk defa Hz. Âdem´in inşa ettiğine, sonra onun çocuklarının yeryüzüne dağıldığına dair rivayetler gelmiştir. Öyleyse, bunlardan bazılarınn Beytu´l-Makdis´i yapmış olmaları mümkündür. Sonra Hz. İbrahim, -Kur´ân´ın nâssı ile- Ka´be´yi bina etmiştir.” Kurtubî de aynı izaha katılarak: “Hadis Hz. İbrahim ve Hz. Süleyman (aleyhisselâm)´ın adı geçen iki mescidi inşa ettikleri zaman bunları ilk defa inşa ettiklerini ifade etmez. Öyle ise bunların yaptıkları, önceden başkaları tarafından temeli atılmış olan binayı bir yenilemekten ibarettir” der.
Hattâbî de buna yakın bir görüş dermeyan eder: “…Mescid-i Aksâ´nın inşasını ilk yapanların, Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman´dan önce yaşamış bazı evliyâullah olması muhtemeldir. Bilâhare Hz. Dâvud ve Hz. Süleyman da onu bazı ilavelerle genişletmiş olmalılar. Bundan dolayı da onun inşası bunlara izafe edilmiştir.” İbnu Hacer bu görüşün haklılığına dikkat çeker ve te´yid zımnında, Mescid-i Aksâ´yı Hz. Âdem (aleyhisselâm)´ in inşa ettiğine, meleklerin inşa ettiğine, Hz. Nuh (aleyhisselâm)´un oğlu Sâm´ın, Hz. Ya´kûb (aleyhisselâm)´un inşa ettiğine dair rivayetler gördüğünü belirtir. Der ki: “Hz. Âdem veya meleklerin inşa etmiş olmaları halinde diğerlerinin inşası bir yenilemeden ibarettir, tıpkı, Ka´be´de olduğu gibi. Son iki ihtimalin (Sâm ve Ya´kûb´un inşa etmiş olması) doğru olmaları halinde, İbrahim ve Ya´kûb´dan vâki olan asıldır ve te´sisdir, Dâvud´dan vâki olan da bunun yenilenmesidir. Dâvud´un yenileme işi de bir başlama olup, onu Hz. Süleyman ikmâl etmiştir”[616]
Bu görüşü de kaydeden İbnu Hacer, mesele üzerinde İbnu´l-Cevzî´nin tahminini daha makûl görür ve der ki: “Onun görüşüne şehadet eden ve: “Her iki mescidi de inşa eden bâni Hz. Âdem´dir” diye hükmeden kimseyi te´yid eden rivayeti buldum. İbnu Hişâm, Kitâbu´t-Tîcân´da der ki: “Hz. Âdem (aleyhisselâm) Ka´be´yi inşa edince Cenâb-ı Hakk Beytu´l-Makdis´e gitmesini ve onu da inşa etmesini emretti. O da gidip onu yaptı ve içinde ibâdet etti. Ka´be´yi Hz. Âdem´in inşa etmiş olması meşhurdur.” İbnu Hacer bundan sonra Ka´be´nin Hz. Âdem zamanında Allah tarafından indirildiğini ifade eden bir başka rivayet kaydeder. Katâde´den gelen bu rivayeti de kaydediyoruz: “Allah, Hz. Âdem´in yeryüzüne inmesiyle birlikte Beyt´i de vaz´etti. Hz. Âdem meleklerin seslerini ve tesbihlerini kaydetmişti. Allah Teâlâ kendisine:
“Ey Âdem ben, tıpkı arşımın etrafında tavaf edildiği gibi etrafında tavaf edilecek bir Beyt indirdim, ona sen de git!” dedi. Âdem Hind´e indirilmiş idi. Mekke´ye müteveccihen yola çıktı. Kendisinin adımları -taraf-ı ilâhîden- uzatıldı. Çabucak beyt´e ulaştı ve onu tavaf etti. “Denir ki: Kabe´ye müteveccihen namaz kılınca Allah kendisine Beytu´l-Makdis´e teveccüh etmesini emretti. (Derhal gelip) orada bir mescid edindi. Zürriyetinden bazılarının kıblesi olması için, içinde namaz kıldı…”
5- Mescidü´l-Aksâ, uzak mescid demektir. Bununla bugün Kudüs şehrindeki Beytu´l-Makdis de denen meşhur Mescid-i Aksâ kastedilir. Buna Aksâ, yani uzak denmesi farklı sebeplerle izah edilmiştir:
* Bir görüşe göre, Ka´be ile onun arasındaki mesafenin uzaklığı sebebiyle bu ismi almıştır.
* Bir başka görüşe göre, onun ötesinde ibâdet mahalli olmayışından böyle denmiştir.
* Bazıları onun her çeşit pisliklerden ve kirlerden uzaklığı sebebiyle bu adı aldığını söylemiştir. Nitekim Makdis pisliklerden temizlenmiş (pâk) demektir.[617]
ـ13ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رَسولُ اللّهِ #: اجْعَلُوا في بُيُوتِكُمْ مِنْ صََتِكُمْ، وََ تَتَّخِذُوهَا قُبُوراً[. أخرجه الخمسة .
13. (2705)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
“Namazlarınızdan bir kısmını evlerinizde kılın, sakın onları kabirlere çevirmeyin!”[618]
ـ14ـ ولمسلم عن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ # إذَا قَضى أحَدُكُمْ الصََّةَ في المَسْجِدِ فَلْيَجْعَلْ لِبَيْتِهِ نَصِيباً مِنْ صََتِهِ، فإنَّ اللّهَ جَاعِلٌ في بَيْتِهِ مِنْ صََتِهِ خَيْراً[ .
14. (2706)- Müslim´in Hz. Câbir (radıyallâhu anh)´den kaydettiği bir rivayette Aleyhissalâtu vesselâm şöyle emretmiştir:
“Sizden kim namazını mescidde kılarsa namazından bir pay da evi için ayırsın. Zîra Allah, evinde kılacağı namaz için dahi bir hayır takdir etmiştir.”[619]
ـ15ـ وعن معاذ بن جبل رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ النَّبىُّ # يَسْتَحِبُّ الصََّةَ في الحِيطَانِ: يَعْنِى الْبَسَاتِينَ[. أخرجه الترمذي.
15. (2707)- Mu´âz İbnu Cebel (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bağ ve bahçelerde namaz kılmayı da müstehab (sevimli ve hoş) addederdi.”[620]
AÇIKLAMA:
1- Son üç hadis, mescidler dışında da namaz kılmanın meşruiyyetini ve hatta gerekliliğini belirtmektedir. İlk iki rivayet bilhassa evlerde namaz kılmaya ısrarla teşvik ederken, son rivayet, iş yerlerinde de namazın müstehab olduğunu tebârüz ettirmektedir. Bağ ve bahçe tabirini işyeri olarak anlıyoruz, zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında bağ ve bahçelerin günlük iktisâdî hayattaki ağırlığını bugün, başka meşguliyetler almıştır. Hatta bağbahçe meşguliyetleri gün geçtikçe daha az sayıda insanların günlük hayatlarını doldurmaktadır.
2- Irakî, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bağ ve bahçelerde kılınacak namazları istihbâb etmesinde bazı ma´nâlar bulur. Ezcümle:
* Buralarda halktan uzak kalmayı kastetmiş olabilir. Ebû Bekr İbnu´l-Arabî bu ihtimale cezmeder.
* Bağ ve bahçenin meyvelerine namazın bereketinden bereket sirâyetini kastetmiş olabilir. Zîra namaz rızkı celbedicidir.
* Üzerinde namaz kılınması, ziyaret edilen şeyi tekrim´dir.
* Namaz, inilen veya terkedilen her menzilin tahiyyesidir (selamı).
Bu te´villerin ekserisini “iş yerleri”ne tatbik etmek mümkündür.
3- Resûlullah 2705 numaralı hadiste evlerde namaz kılmamayı onları kabirlere çevirmek olarak değerlendirmektedir. Çünkü bulunduğu yerde namaz kılmayanlar ölülerdir.
4- Kurtubî evde kılınacak namazla nafile namazın kastedildiğini söylemiştir. Görüşüne delil olarak 2706 numarada kaydedilen Hz. Câbir hadisini zikreder. Der ki: “Sizden her kim namazını mescidde kılarsa…” ifadesinde, farzını mescid de kılan kimse ev için de bir pay ayırmaya davet edilince bu payın nafileden olacağı açıktır.”
5- Ancak başka bazı âlimler hadiste: “Farzlarınızdan bir kısmını evlerinizde kılın, tâ ki kadın, çocuk gibi mescide çıkmayanlar size uysunlar” dendiğini ileri sürmüşlerdir. İbnu Hacer, bu ma´nânın da muhtemel olduğunu kabul etmekle birlikte Kurtubî´nin istinbatını râcih bulur.
6- Buhârî bu hadisi (2705), kabristanda namaz kılmanın mekruhluğu adını taşıyan bir bâbta zikretmekle, hadisten bir başka hüküm çıkarmış olmaktadır: Kabirlerde namaz kılmanın mekruh olması…
7- İbnu´t-Tîn der ki: “Bir cemaat, bu hadisten hareketle, evlerde namaz kılmanın mendubiyetine hükmetmiştir, zîra ölüler namaz kılmazlar. Sanki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmaktadır: “Sakın evleri mesabesinde olan kabirlerinde namaz kılmayan ölüler gibi olmayın.” İbnu´t-Tîn Buhârî´nin istinbatını uzak bularak: “Kabristanda namazın caiz olup olmaması ayrı bir konudur, bu hadiste o meseleye temas edilmemektedir” der ve bazı münâkaşalar kaydeder.
8- Biz hadisin Buhârî tarafından yapılan yorumu üzerine ulemanın red ve kabul sadedindeki münâkaşasına bu kısa işaretten sonra bazı âlimlerin şu mânayı da anladıklarını kaydetmek isteriz:”Hadisten murâd şudur: “Evlerinizi içinde namaz kılınmayan, sadece uyunulan bir yer kılmayın. Zira uyku ölümün kardeşidir, ölü de hiç namaz kılmaz.”
9- Türbüştî bu istanbatların hepsine katılır ve kendisi bir yeni ma´nâ ilave eder: “Hadisten şunun kastedilmesi muhtemeldir: “Kim evinde namaz kılmazsa, kendini ölü, evini de kabir kılmış olur.” Bu tevili beğenen İbnu Hacer, te´yiden şu hadisi zikreder: “İçinde Allah zikredilen evle, zikredilmeyen evin misali, diri ile ölünün misali gibidir.”
10- Hadisten, ölüleri evlere defnetme yasağı istinbat edenler de olmuş ise de, Hz. Peygamberin hayatı boyunca yaşadığı evine gömüldüğü söylenerek bu istinbatın zayıflığına dikkat çekilmiştir. Fakat Kirmânî: اَنّ اَنْبِيَاءَ يُدْفَنُونَ حَيْثُ يَمُوتُونَ “Peygamberler öldükleri yere gömülürler.” مَا قُبِضَ نَبِىٌّ اَِّ دُفِنَ حَيْثُ يُقْبَضُ “Her peygamber mutlaka öldüğü yere defnedilmiştir” gibi hadisleri delil göstererek, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in evine gömülmüş olmasını hasâisten sayar ve ümmete örnek olmayacağına dikkat çeker.[621]
NAMAZIN BEŞİNCİ ŞARTI: NAMAZDA KONUŞMAMAK
ـ1ـ عن زيد بن أرقم رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا نَتَكَلَّمُ في الصََّةِ يُكَلِّمُ الرَّجُلُ مِنَّا صَاحِبَهُ، وَهُوَ إلى جَنْبِهِ، حَتَّى نَزَلَتْ: وَقُومُوا للّهِ قَانِتِينَ، فأُمِرْنَا بِالسُّكُوتِ، وَنُهِينَا عَنِ الكََمِ[. أخرجه الخمسة .
1. (2708)- Zeyd İbnu Erkam (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz, namaz kılarken konuşurduk. Öyle ki herkes kendi yanındakine birşeyler söyleyebilirdi. Derken şu âyet nâzil oldu: وقُومُوا للّهِ قَانِتِىنَ “Allah´ın divanına tam huşû ve tâatle durun” (Bakara 238). Böylece sükût etmekle emrolunduk ve konuşmaktan menedildik.”[622]
AÇIKLAMA:
1- İslam dîni, yirmiüç vahiy yılı esnasında kemâlini bulmuş bir dîndir. Birçok meseleleri, belli bir tedric vetîresinden sonra nihâî şeklini almıştır. Gelen ahkâmın, insanlar tarafından yavaş yavaş daha içtenlikle benimsenmesinde, eski alışkanlıklardan birden bire değil peyder pey ve fakat daha emin şekilde uzaklaşılmasında bu vetîrenin büyük rolü olmuştur. Sadedinde olduğumuz hadis, bu tedrîcî tekâmülün namazda da câri olduğunu ifade etmektedir: İlk yıllarda namaz sırasında her musallî, yanındaki arkadaşı ile konuşabilmektedir. Sonradan huşû âyeti´nin nüzûlüyle bu ruhsat neshedilmiştir. Âyetin hangi yılda nâzil olduğu belli değildir. Ulema bu nesh hadisesinin Mekke´de mi, Medîne´de mi vâki olduğunda ihtilaf etmiştir. Ancak, ittifak edilen husus mezkûr âyetin Medîne´de nâzil olduğudur. Bu durumda neshin de hicretten sonra vukûa gelmesi icâb eder. Müteakiben göreceğimiz İbnu Mes´ud rivayeti de mevzû ile alakalı olmakla beraber, İbnu Mes´ud´un Habeşistan´dan dönüş meselesi de mevzûun zorlaşmasına sebep olmuştur. Çünkü, onun, biri hicretten önce diğeri hicretten sonra olmak üzere iki ayrı Habeşistan dönüşü mevzûbahistir. Birinci dönüş, Habeşistan´a ilk muhâcir kafilesinin gitmesinden sonra, müşriklerin müslüman olduklarına dair orada şâyi olan bir yanlış haber üzerine meydana gelir. Muhâcirlerin pek çoğu Mekke´ye döner, ancak, gerçek duydukları gibi değildir, evvelkinden şiddetli bir işkenceye maruz kalırlar. Bunun üzerine daha kalabalık bir kafıle tekrar Habeşistan yolunu tutar. İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) her iki kafilede de yer alanlardandır.
Şu halde müteakip hadiste, İbnu Mes´ud´un bahsettiği “dönüş”ün hangisi olduğu sarih değildir. Bazı âlimler, birinci dönüş olduğunu kabul ederken, bazıları ikinci dönüş olduğunu ileri sürmüştür. Bunları te´yid eden rivayetlerden bazıları, İbnu Mes´ud´un Habeşistan´dan, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Bedir´e çıkma hazırlığı içerisinde iken döndüğünü belirtmektedir. Müstedrek´in kaydettiği bir İbnu Mes´ud rivayeti بَعَثَنَا رَسُولُ اللّهِ عَلَيْهِ الصَّةُ وَالسَّمُ الى النَّجَاشِي ثَمَانِينَ رَجًُ “Resûlullah bizi Necâşî´ye seksen kişi olarak gönderdi…” diye başlar ve şu ibare ile sona erer: فَتَعَجَّلَ عَبْدُاللّهِ بْنُ مَسْعُودٍ فَشَهِدَ بَدْراً “…Abdullah İbnu Mes´ud (dönüşte) acele davrandı ve Bedir gazvesinde hazır bulundu.”
Bu hususu te´yid eden başka rivayetler de var, ancak teferruâta girmeyeceğiz. Şu halde bazı âlimler bu rivayetleri esas alarak İbnu Mes´ud´ un Resûlullah´la mülakatını hicretten sonra Medîne´de kabul etmişlerdir.
2- Şârihler, bidâyette, namaz esnasındaki konuşmaların mâlâyânî dünyevî konuşma olmayıp selam alıp verme gibi, namaza sonradan katılanın kaç rek´at kılındığını sorması gibi gerekli şeyler olduğunu belirtirler.
3- Âlimler namazdaki konuşmanın hükmü üzerinde bazı teferruâta yer verirler.
* Namazda konuşmanın haram olduğunu bilen bir kimseden, namazın maslahatına müteallik olmayan veya bir müslüman kurtarmaya müteallik olmayan kasdî bir kelâmın namazı bozacağında ulema icma eder.
* Hata ve cehalet sebebiyle vâki olan kelamda ihtilaf edilmiştir:
* Cumhur´a göre az miktardaki kelam namazı bozmaz.
* Hanefîler mutlak olarak namaz bozar diye hükmetmişlerdir. Yani namaza münâfi söz iki harften de ibaret olsa söyleyenin işiteceği kadar telaffuz edildi mi namaz bozulur. Bu hususta kast, sehiv, unutma, uyuklama, hata halleri musâvidir.
* Bir kimsenin dilinden kasıdsız olarak çıkan veya imama ârız olan bir hatayı haber verme gibi namazın ıslahı kasdına yönelik bir müdahalede bulunma, felakete düşecek bir müslümanı tehlikeden kurtarma veya imamın tıkanıklığını açma gibi maksatlarla müdahale veya kendisine uğrayan kimseye namazda olduğunu bildirmek için sübhanallah dese veya verilen selama mukâbele etse veya anne babasından birinin çağırmasına cevap verse veya konuşmaya icbâr edilse veya “Kölemi Allah için azad ettim” demesi gibi Allah´a yakınlık kazandıran bir kelamda bulunsa… verilecek hüküm hususunda ihtilaf edilmiştir. Fıkıh kitapları geniş olarak yer verirler. Şu kadarını söyleyebiliriz: Ah, of gibi enînler, ağlamalar uhrevî korkudan gelmezse namazı bozar, aksıran kimseye yerhamukallah, rahimekallah demesi, namazı bozar, kendi aksırmasına yerhamukallah demesi bozmaz. Şeytanın uhrevî vesvesesine Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah demesi namazı bozmaz, dünyevî vesveseye derse bozar. Kur´ân ve sünnette gelen duâları okuması namazı bozmaz, diğerleri bozar. Selam alıp vermek de bozar.
* Namazda el, göz, baş işaretiyle selama mukâbele edilse, sorulan veya istenilen bir şey için baş ile, göz ile veya kaş ile işarette bulunulsa namaz bozulmaz. Ancak musalliye yapılan “ileri git”, “yer ver” gibi emirlere musalli uyarak hareket etse namazı bozulur. Fakat ihtiyaç hâsıl olduğunu görerek, kendi kendisine geri çekilse, yer verse namaz bozulmaz. Peşinde namaz kıldığı değil de bir başka imamın yanlışını düzeltse, tıkanıklığını açsa namazı bozulur. Keza bir musalli aynı namazda olmayan bir başkasının irşadıyla hatasını düzeltse, tıkanıklığını giderse namazı bozulur. [623]
ـ2ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا نُسَلِّمُ عَلى النَّبىِّ # في الصََّةِ فَيَرُدُّ عَلَيْنَا، فَلَمَّا رَجَعْنَا مِنْ عِنْدِ النَّجَاشِىِّ سَلَّمْنَا عَلَيْهِ فَلَمْ يَرُدَّ عَلَيْنَا، فَقُلْنَا يَا رَسُولَ اللّهِ: كُنَّا نُسلمُ عَلَيْكَ في الصََّةِ فَتَرُدَّ عَلَيْنَا؟ فقَالَ: إنَّ في الصََّةِ شُغًْ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي .
2. (2709)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a selam verirdik, O da bize mukâbele ederdi. Necâşî´ nin yanından döndüğümüz zaman O´na yine (namazda) selam vermiştik, bize mukabeleten selam vermedi.
“Ey Allah´ın Resûlü, dedik, biz sana vaktiyle namazda selam verirdik, sen de selamımızı alırdın (şimdi niye almıyorsun) ” dedik. Bizi şöyle cevapladı:
“Namazda meşguliyet var!”[624]
AÇIKLAMA: için önceki hadisin açıklamasına bakın..
ـ3ـ وعن معاوية بن الحكم السلمى رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]بَيْنَا أنَا أُصَلِّى مَعَ رَسولِ اللّهِ # إذْ عَطَسَ رَجُلٌ مِنَ الْقَوْمِ. فَقُلْتُ: يَرْحَمُكَ اللّهُ فَرَمانِى الْقَوْمُ بِأبْصَارِهِمْ. فَقُلْتُ: وَاثُكْلُ أُمَّيَاهُ، مَا شَأنُكُمْ تَنْظُرُونَ إلىَّ، فَجَعَلُوا يَضْرِبُونَ بِأيْدِيهِمْ عَلى أفْخَاذِهِمْ يُصَمِّتُونَنِى، فَلَمَّا قَضى # الصََّةَ، بِأبِى هُوَ وَأُمِّى مَا رَأيْتُ مُعَلِّماً قَبْلَهُ، وََ بَعْدَهُ أحْسَنَ تَعْلِيماً مِنْهُ، فَوَاللّهِ مَا كَهَرَنِى، وََ ضَرَبَنِى، وََ شَتَمَنِى، وَلكِنْ قالَ: إنَّ هذِهِ الصََّةَ َ يَصْلُحُ فِيهَا شَىْءٌ مِنْ كََمِ النَّاسِ، إنَّمَا هِىَ التَّسْبِيحُ وَالتَّكْبِيرُ، وَقِرَاءَةُ الْقُرآنِ، فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ: إنِّى حَدِيثُ عَهْدٍ بِجَاهِلِيَّةٍ، وَقَدْ جَاءَنَا اللّهُ تَعالى بِا“سَْمِ، وَإنَّ مِنَّا رِجَاً يَأتُونَ الْكُهَّانَ؟ قالَ: فََ تَأتِهِمْ. قُلْتُ: وَمِنَّا رِجَالٌ يَتَطَيَّرُونَ؟ قالَ: ذَاكَ شَىْءٌ يَجِدُونَهُ في صُدُورِهِمْ فََ يَصُدُّهُمْ. قُلْتُ: وَمِنَّا رِجَالٌ يَخُطُّونَ؟ قَالَ: كانَ نَبىٌّ مِنَ ا‘نْبِيَاءِ يَخُطُّ، فَمَنْ وَافقَ خَطَّهُ فَذَاكَ. قُلْتُ: وَإنَّهُ كَانَ لِى جَارِيَةٌ تَرْعَى غَنَماً قِبَلَ أُحُدٍ وَالجَوانِيَّةِ، فَاطَّلَعْتُ ذَاتَ يَوْمٍ فَإذَا الذِّئْبُ قَدْ ذَهَبَ بِشَاةٍ مِنْ غَنَمِهَا، وَأنَا رَجُلٌ مِنْ بَنِى آدَمَ آسَفُ كَمَا يَأسَفُونَ، فَصَكَكْتُهَا صَكَّةً. قالَ: فَعَظَّمَ رَسُولُ اللّهِ # ذَلِكَ عَلى، فَقلْتُ: أفََ أعْتِقُهَا؟ قَالَ: ائْتِنِى بِهَا، فَأتَيْتُهُ بِهَا، فقَالَ لَهَا: أيْنَ اللّهُ؟ قَالَتْ: في السَّمَاءِ. قالَ: مَنْ أنَا؟ قالَتْ: أنْتَ رَسُولُ اللّهِ. قالَ: أعْتِقْهَا فإنَّهَا مُؤمِنَةٌ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى.»الكَهْرُ«: الزبر والنهر.»وَالتَّطَيُّرُ«: التشَاؤُم بالشئ.»وَالخَط«: هو الذى يفعله المنجم في الرمل بأصابعه ويحكم عليه ويخرج به الضمير .
»وَا‘سَفُ«: الغضب.»وَالصَّكُّ«: الضرب واللطم .
3. (2710)- Mu´âviye İbnu´l-Hakem es-Sülemî (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte namaz kılıyordum. Derken cemaatten bir şahıs hapşırdı. Ben:
“Yerhamükallah” dedim. Cemaattakiler bana bed bed baktılar. Bunun üzerine (kızıp):
“Vay başıma gelen, niye bana böyle bakıyorsunuz ” dedim. Bu sefer ellerini dizlerine vurarak beni susturmak istediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazı bitirince (bana iyi davrandı), annem babam O´na fedâ olsun, ben O´ndan, ne önce ne de sonra, ondan daha iyi öğreten bir muallim görmedim. Allah´a yemin olsun O beni ne azarladı, ne dövdü, ne de betimi yıktı; sadece:
“Namazda insan kelamından (dünyevî) bir söz münasib değildir, ona uygun olan söz, tesbîh, tekbîr ve Kur´an kırâatıdır!” dedi. ben:
“Ey Allah´ın Resûlü, dedim, ben cahiliyeden daha yeni çıkmış birisiyim. Allah bize İslam´ı lutfetti ama bizde öyleleri var ki, hâlâ kâhinlere geliyorlar, (bu hususta ne tavsiye edersiniz )”dedim.
“Sen onlara gitme!” buyurdu. Ben tekrar:
“Bizde (kuşun uçuşuna vs´ye bakarak) uğursuzluk çıkaranlar da var ” dedim. Cevaben:
“Bu (uğursuzluk zannı) kalplerinde mevcut olan bir (kuruntu)dur. Sakın onları (gayelerine gitmekten) alıkoymasın!” dedi. Ben:
“Bizde, kuma hatlar çizerek fala bakanlar da var ” dedim. Şu açıklamayı yaptı:
“Peygamberlerden biri de (kuma) çizgi çizerdi. Kim çizgisini onun çizgisine uygun düşürürse isabet eder!” buyurdu. Ben:
“Benim bir câriyem vardı. Uhud ve Cevâniyye taraflarında koyun otlatırdı. Bir gün öğrendim ki[625] bir kurt peyda olmuş ve sürüden bir koyun götürmüş. Ben bir insanoğluyum, herkes gibi bende öfkelenirim. (Bu hadise yüzünden kızıp) câriyeye bir tokat aşkettim. (Râvi der ki: Bu sözümü işitince) Resûlullah tokadımı fazla buldu, (yakıştıramadı).
“O halde onu âzad etmiyeyim mi ” dedim.
“Bana bir getir hele!” dedi. Ben de câriyeyi ona getirdim. Ona:
“Allah nerde ” diye sordu. Câriye:
“Semâda!” diye cevap verdi. Bu sefer:
“Ben kimim “diye sordu. O da:
“Sen Resûlullah´sın” diye cevap verdi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
“Onu âzad et, çünkü mü´mine´dir”buyurdu.”[626]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis de bidâyette namazda konuşulduğunu aksettirmektedir. Râvi Hz. Muâviye, konuşma yasağının geldiğinden habersiz olduğu için hapşırana yerhamukallah demiştir. Cemaat, bu davranışın uygunsuzluğunu bakışlarıyla ihsâs etmiş, bu durumdan rahatsız olan Muâviye (radıyallâhu anh) birden kızıp bazı gereksiz sözler sarfetmiştir. Cemaat bu sefer ellerini dizlerine vurarak aksülamel gösterip susmasını işâret etmişlerdir.
Hemen kaydedelim ki, namaz esnasında meşrû olan bir îkâz “sübhânallah!” denilerek yapılmalıdır, elleri vurarak değil. Âlimler buradaki el vurma hadisesini, bu vak´ânın, mezkur edebin teşriînden önceye ait olmasıyla izah ederler. Zîra Resûlullah namazda ikaz edebini: “Erkekler sübhânallah! diyerek, kadınlar da el çırparak yapmalıdır!” diyerek teşrî buyurmuştur.
2- Hadiseyi rivâyet eden sahâbîye, en ziyade te´sir eden ve kalbini fetheden husus, namazdan sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın onu ikaz tarzı olmuştur. O belki de, hatası sebebiyle en azından bir azarlama ile karşılama endişesi içinde idi. Fahr-i Kainat´ın tatlı ve müşfik ikazı bedeviyi mest etmiş olmalı ki: “Ondan ne önce, nede sonra onun kadar iyi öğreten bir muallim görmedim” demiştir.
Resûlullah´ın bu davranışı Mu´âviye İbnu´l-Hakem (radıyallâhu anh)´e bazı husûsî meraklarını sorma cesareti veriyor. Uğursuzluk (tetayyur), kâhine başvurma ve kum üzerine çizgi çekerek fala bakma (remil atma da denir) ile ilgili sorularını sorar ve cevaplar alır:
* Resûlullah kâhin´e gitmeyi yasaklamıştır. Kâhin, gizli şeyleri bildiğini iddia eden kimsedir. Tîbî der ki: “Kâhin´le arrâf arasında fark vardır. Kâhin, gelecekte olacak şeyler hakkında bilgi iddiasında bulunur. Arrâf ise, çalınan şeyler ve yitiklerin yeri vs. hakkında bilgi iddiasında bulunur.” Âlimler: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kâhine gitmeyi yasaklamıştır, çünkü onlar gâibden haber verirler. Bazen söyledikleri tesâdüfen gerçek çıkar, bunlar sebebiyle insanların fitneye düşmesinden ve (gaybı kimsenin bilemeyeceğine dair şer´î hüküm gibi) bir kısım dînî meselelerde îtikadlarının bozulacağından korkulur” demişlerdir. Dinimiz, kâhine gitmeyi, kâhinin sözüne inanmayı kesinlikle yasaklamıştır. Ayrıca kâhine verilecek ücreti de haram kılmıştır. Bu hususta müslüman ulemasının icmaı vardır. Mevzu üzerine vârid olan sahih hadislerden bir kaçını kaydediyoruz:
“Kim bir arrâfa bir şey sorarsa namazı kırk gün kabul edilmez.”
“Kim bir arrâf´a ve bir kâhine gider ve onun söylediğini tasdik ederse Muhammed´e ineni inkâr etmiş olur.”
* Sadedinde olduğumuz hadis uğursuzluk addetmeyi de yasaklar. Hadiste tetayyur diye ifade edilir. Tetayyur, kuş ma´nâsına gelen tuyûr kelimesinden gelir. Eski Araplar kuşun hareketinden şu veya bu cihete uçmasından bir kısım ma´nâlar çıkarırlardı. Gerek hayır (tefâül=uğur) ve gerek şer ma´nâsı (teşâüm=uğursuzluk) çıkarılmış olsun hepsine tetayyur veya tıyara[627] dendiğini İbnu´l-Esîr, en-Nihâye´de belirtir. Araplar, cahiliye döneminde kuş ve ceylan gibi av hayvanlarından ma´nâ çıkarırlardı. Bunlardan bevârih (kişinin sağ tarafından sol tarafına geçenler) onların uğursuzluk getireceğine, sevânih olanların (yani sol taraftan sağ tarafa doğru geçenlerin) uğur getireceğine inanırlardı. Böylece bevârihle karşılaşan gitmek (veya yapmak üzere) çıktığı işinden vazgeçer, hedefine gitmezdi. Şeriatımız bunu kesinlikle yasaklamıştır. Sadedinde olduğumuz hadiste geçen Resûlullah´ın “Bu (uğursuzluk zannı) kalplerinde mevcut bir (kuruntu)dur, sakın onları (gayelerine gitmekten) alıkoymasın” sözü, açıkladığımız bu vak´âya parmak basar.
Yeri gelişken hemen belirtelim ki Fahr-i Kâinât Efendimiz, vahy-i ilâhiye mazhariyetin pek bâriz bir delili olarak, bu cümlede, bütün insanlığa şâmil belki de fıtrî diyebileceğimiz beşerî bir zaafı dile getirmektedir: Uğursuzluk duygusu hârici bir hakikata dayanmaktan ziyade kalplerde bulunan bir vehimdir, kişi imanının müdahalesi ile iradî olarak onunla mücadele etmezse, insanda galebe çalabilecek, hükmünü icrâ edebilecektir. Bir başka hadis bu duygunun, insanlığın tamamına şâmil bir zaaf olduğunu daha açık bir üslubla belirtir:
“Üç şey vardır, hiç kimse onlardan kurtulamaz:
“Uğursuzluk, hased, zan. Denildi ki: “Pekiyi ne yapalım ” Dedi ki: “Uğursuzluk içinden geçince (aldırma, planladığın, kararlaştırdığın işini) icra et. Hased edince (bu duygunun peşine düşüp gereğini) yapma. Zanna düşünce de tahkîk etme ve kalkma (peşine düşme).”
Kehânetle meşguliyet gibi, uğursuzluk inancının da, medenî seviyesi ne olursa olsun bütün insan cemiyetlerinde, her sınıf halkta rastlanan cihanşümûl hurâfelerden olduğu bilinen bir hususdur. Münâvi, buna bütün semâvî kitaplarda yer verilip yasaklandığını kaydeder. Hiçbir etnolojik çalışmaya dayanmayan Resûlullah´ın o devirde bunun cihanşümullüğünü belirtmesi, O´nun mûcizelerinden bir mûcizedir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hâricî bir hakikata dayanmaksızın, insanların kalbinde bir vehim olarak bulunan bu duygunun ne bir hayrın celbine, ne de bir şerrin def´ine hiçbir tesiri bulunmadığını açık olarak ifade etmiş ve kalbe gelen bu vehmi hakikat rengiyle boyayarak, inanıp sonrada mucibiyle amelden kesinlikle menetmiştir. Şu hadis, tetayyuru şirk îlân etmektedir: “Tıyara şirk´tir. Ancak bizden kimse yoktur ki (ona uğursuzluk duygusu ârız olup, kalbine bazı şeylerden nefret hâkim olmasın). Ancak Cenâb-ı Hakk bu duyguyu tevekkülle giderir.”
Dikkat edersek, hadiste اَِّ diye istisnâ edatı konmuş, istisnâ edilen şeyi muhatabın zihnine bırakmıştır. Âlimler bunu اَِّ وَقَدْ يَعْتَرِيهِ التَطَيُّرُ وَتَسْبَقُ الى قَلْبِهِ التَّطَيَّرُ diye tamamlamışlardır. Biz âlimlerin bu tamamlayıcı ilavelerini tercümede parantez içerisinde gösterdik. Şunu da belirtelimki Tirmizî´ nin kaydına göre Süleymân İbnu Harb hadisin اَِّ dan sonra gelen kısmının İbnu Mes´ud´a ait bir derc olduğunu söylemiştir. Ancak, İbnu´l-Kattân bu iddiayı “Derc iddiası bir delil ile kabul edilir” diyerek reddetmiştir.
Uğursuzluk inancıyla amel etmenin (tıyare), bu hadiste şirk ilan edilmesinin izahı açıktır: Her çeşit hayr ve şerrin Allah´ın meşiet ve yaratmasıyla olduğuna inanmak, İslâm akîdesinin temel prensiplerinden biri olan tevhidin gereği olduğu halde, tetayyur inancıyla kişi, bunu, önüne çıkacak bir hayvana veya uçan kuşa vs´ye izafe etmiş olmakta, Allah´ı aradan çıkarmaktadır. Elbette bu, şirktir.
Hadisin sonunda çare de gösterilmektedir: Bu nevî fıtrî olan bu duygu kimin içinden geçecek olursa, herşeyin Allah´ın takdîr ve yaratmasıyla olduğunu düşünüp, O´nun takdirine tevekkül ederek işine devam edecektir, içine şeytanın attığı bu uğursuzluk düşüncesiyle yolundan, kararından geri dönmeyecektir. Bir başka ifade ile, içinden ihtiyarsız olarak geçen bu düşünceyi ameline aksettirmeyecek. Bu takdirde o düşünce ona zarar vermez, Allah´ın mağfiretine mazhar olur.
Nevevî der ki: “Âlimler demiştir ki: “Tıyare, (ihtiyarınız dışında) kalbinizde zorunlu olarak hissettiğiniz bir duygudur. Bu duygu sebebiyle kusur işlemiş sayılmaz, ayıplanmazsınız. Zîra bu, irade ile kazanılan bir hal değildir. Buna ilâhî teklif (sorumluluk) da terettüp etmez. Yeter ki, onun sebebiyle, kendinizi yapacağınız işlerden, tasarruflardan alıkoymayın. Bu inanç amelinize tesir ederse, bu sizin iktibasınız olur ve buna sorumluluk terettüp eder. İşte Resûlullah´ın yasaklaması buraya yani uğursuzluk duygusunun gereği ile amel etmeye, onun sebebiyle yapılacak işlerden vazgeçmeye girer.”
Şu halde hadisteki nehiy, zâhiren,kalbe gelen vehme karşı gibi olsa da aslında, vehme değil, vehim mûcibince amele taalluk etmektedir.
* Çizgi ile fal´a gelince, İbnu´l-Arâbî´nin açıklamasına göre, kişi arrâf´a gelir. Arrâf´ın önünde bir oğlan vardır. Arrâf, kişinin müracaatı üzerine, oğlan çocuğuna bazı tılsımlı sözlerle emrederek kum üzerine çok sayıda çizgiler çizmesini söyler. Sonra da bu çizgilerin ikişer ikişer silinmesini emreder. Eğer en sona kalan çizgi çiftse kurtuluş ve başarıya delildir. Tek çizgi kalmış ise bu da kayba ve ye´se delildir.
Geçmiş peygamberlerden birinin bu sûretle fala bakması, onun bu çizgileri vasıta yaparak, ferasetiyle, merak edilen hususu bilmesini ifade eder. Bu peygamberin İdris veya Danyal (aleyhimasselâm) olduğu söylenmiştir.
Hadiste: “Kim çizgisini o peygamberin çizgisine muvafık düşürürse, bu takdirde isabet eder, yani tıpkı o peygamber gibi o da ferasetiyle hâli bilir” denmek istenmiştir.
Hadisten, remil falına fetva var gibi bir yanılgıya düşmek mümkündür, sathî bir bakış, hadisin zâhirinden böyle bir ma´nâya ulaşabilir. Ancak im´ân-ı nazar dediğimiz dikkatli bakış, remil falınında yasak olduğunu gösterir. Şöyle ki: “Hadiste cevaz, muhal olan bir şeye bağlanmaktadır. Yani: “Kim çizgisini o peygamberin çizgisine uygun kılabilirse…” sözünde ortaya konan şart, muhaldir. Çünkü hiç kimse, çizgisinin -hadiste isabetlilik için şart kılınmış olan- o uygunluğa sahip olduğunu bilemez. Bu şartla isabetlilik şansı olduğuna ve o şart da meçhul olduğuna göre, onunla iştigal yasaktır. Kadı İyâz´ın belirttiği üzere, bütün ulema bu hususta ittifak eder. Nevevî, bahsi şöyle özetler: Âlimler bu ibarenin ma´nâsında ihtilaf eder. Sahîh olan şudur: Hadisin ma´nâsı: “Kim çizgisini uygun düşürürse bu ona mübahtır, ancak, uygun düştüğünü bilme imkanımız yoktur, öyleyse mübah değildir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), “kim çizgisini ona uygun düşürürse mübahtır” demiş fakat: “Uygun düşüremezse haramdır” dememiştir. Tâ ki biri çıkıp da bu yasağın, çizgiye yer veren o peygambere de şâmil olduğu vehmine düşmesin. Böylece Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), remil falıyla meşgul olmayı bize yasaklarken, o peygamberin hürmetini korumuş oldu. Şu halde, hadis, remil falının o peygamber hakkında yasak olmadığını ifade eder ve: “Ona uygunluğu bilebilirseniz size de mübahtır, ancak siz onu bilemezsiniz” demek ister.
Âlimler, remil falı´nın mezkûr peygambere mübah kılınmış olsa bile, bizim şeriatımızda neshedilerek yasaklandığını da ifade ederler.
* Hadisin câriye ile alakalı kısmına gelince câriyeyi, müslüman olmasını şart kılan bazı kefâret borçlarına mukâbil âzad etmesi gerekmektedir. Bu sebeple câriyenin müslüman olup olmadığının tesbiti gerekmektedir. Bu maksadla Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, câriyenin müslüman olup olmadığını kabaca öğrenmek için bazı sualler sorduğunu görmekteyiz. Sorulan suallere alınan cevapların sonunda câriyenin mü´mine olduğuna hükmediliyor. Bir kimsenin îmanına hükmetmede ölçü olması sebebiyle bu sorular ve bilhassa alınan cevaplar son derece ehemmiyetlidir. Bu meselede Resûlullah´ın teferruâta hiç inmeyip, çok kaba hatlar üzerinde durduğunu görmekteyiz. Hattâbî, Mâlik de şu açıklamayı yapar: “Resûlullah´ın: “Onu âzad et, çünkü o mü´minedir” sözü şayân-ı dikkattir, zira Efendimize câriye´den, onun imanına delâlet zımnında, suallerine aldığı cevaplardan maâda hiçbir şey zâhir olmamıştır. Resûlullah : “Allah nerede ” demiş; o: “Gökte!” diye cevap vermiştir, keza: “Ben kimim ” diye sormuş, “Resûlullah´sın!” diye cevaplamıştır. Bu sualler imanın emarelerine ve mü´minin şiârına mütealliktir, imanın aslına ve hakikatına müteveccih değildir. Sözgelimi bize bir kâfir gelip küfürden İslâm´a geçmek istese, bu esnada O, imanı, bu câriyenin söyledikleri miktarınca vasfeylese, bu kadarıyla müslüman olamaz. Müslüman olması için Allah´tan başka ilah olmadığına, Muhammed´in Allah´ın Resûlü olduğuna şehadette bulunması ve daha önce yaşamakta olduğu dininden de teberrî etmesi gerekir. Bu hal şuna benzer: Bir evde bir kadınla bir erkek beraber görülür. Erkeğe: “Bu kadın da kim ” denince: “Karımdır” der, kadın da onu te´yid ederse, bize de onları tasdik etmek düşer. Artık durumlarını karıştırmaz, nikah için gerekli olan şartları araştırmayız. Ancak bu ikisi bize yabancı iki kişi olarak gelip, aralarında nikâhlanmak isteseler o vakit biz onlardan, evlenme akdi için gerekli olan ve velilerinin getirilmesi şahidlerin hazırlanması, mehrin beyânı gibi şartları talep ederiz. İşte kâfir de böyledir, kendisine İslâm arz edilince “ben müslümanım”demesi ile iktifa edilmez, imanı kemâliyle ve şartlarıyla tavsif etmesi istenir. Öyleyse îman ve küfür yönüyle halini bilmediğimiz birisi bize gelerek: “Ben müslümanım” diyecek olsa onu, dediği şekilde kabul ediniz. Keza üzerinde kılık kıyâfet, görünüş vesairesiyle müslümanların emaresini gördüğümüz birisi için de müslüman olduğuna hükmeder, bize aksi zâhir oluncaya kadar öyle bilmeye devam ederiz.
Bu hadisle ilgili olarak Nevevî de şu durumu dermeyan eder: “Bu, sıfat hadislerindendir. Bu hadisler hakkında iki görüş vardır:
1- Ma´nâsına hiç girmeden -Allah´ın hiçbir benzeri olmadığına, O´nun mahlukâta ait vasıflardan münezzeh olduğuna itikad ile birlikte- îman etmek.
2- Hadîse, olduğu gibi değil, (iman esaslarına) uygun şekilde te´vil ederek iman etmek. Kim bu şekilde söylerse sadedinde olduğumuz hadis hakkında şunu demiş olur: “Bundan murad câriyeyi imtihandır. Bu câriye tevhid akidesinde midir, yaratıcı, tedbir edici, faal olan tek bir Allah´a olan itikadı ikrâr ediyor mu Bu ilah, duâ eden kimsenin, semâya yöneldiği zaman müracaat ettiği ilah mıdır; Bu yöneliş, O´nun için namaz kılan kimsenin de Ka´beye yönelmesi mahiyetinde midir Aslında bu yöneliş, O´nun münhasıran semâda olmasından ileri gelmez, aynen Ka´be cihetine yönelmesi de münhasıran o cihette bulunmasından ileri gelmediği gibi. Böyle yapılması, semanın duâ edenlerin kıblesi olmasındandır, tıpkı Kabe´nin de musallilerin kıblesi olması gibi.”
Kadı İyâz da şunları söylemiştir: “Fakih, muhaddis, mütekellim, mütefekkir, mukallid, hangi ihtisasa mensup olursa olsun bütün müslümanlar şunu söylemekte müttefiktirler: “Semâda olandan eminmisiniz ” (Mülk 16) âyetinde olduğu üzere Allah´ın semada olduğunu zikretme sadedinde vârid olan bütün nasslar zâhir ma´nâsı üzere değildirler, bunları, hepsi te´vil ederek anlamıştır. Sözgelimi muhaddislerden, fakihlerden, mütekellimlerden her kim, tahdîd ve keyfiyet beyan etmeksizin üst (fevk) cihetinden varlığından söz etmişse “semânın içinde )في السّمآءِ( ibâresini, semanın üstünde )على السّمآءِ( şeklinde te´vil etmiştir.
Kim de Allah hakkında hadd´i nefyedip, cihetin müstahîlliğine (akla aykırılığına) hükmetmişse onu (cihet´i) muktezâsına göre farklı te´villere tâbi tutmuştur.” Sindî´nin kaydettiği te´vil şöyle: “Allah nerede “nin ma´nâsı hakkında âlimler şöyle demiştir: “Allah´a yönelenler hangi cihete yönelirler ” Semâ´da sözü de şu ma´nâyı ifade eder: “(Allah´a yönelenler) semâ cihetine yönelirler.” Bu sorudan maksad câriye´nin Allah´ın varlığını itiraf etmesidir, Allah hakkında cihet´in varlığını isbat etmek değildir.”[628]
ـ4ـ وعن أبى الدرداء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قامَ رسولُ اللّهِ # يُصَلِّى فَسَمِعْنَاهُ يَقُولُ: أعُوذُ بِاللّهِ مِنْكَ، ثُمَّ قَالَ: ألْعَنُكَ بِلَعْنَةِ اللّهِ ثََثاً، وبَسَطَ يَدَهُ كَأنَّهُ يَتَنَاوَلُ شَيْئاً، فَلَمَّا فَرَغَ مِنَ الصََّةِ قُلْنَا يَا رَسولَ اللّهِ: سَمِعْنَاكَ تَقُولُ شَيْئاً لَمْ نَسْمَعْكَ تَقُولُهُ قَبْلَ ذَلِكَ: وَرَأيْنَاكَ بَسَطْتَ يَدَكَ؟ قَالَ: إنَّ عَدُوَّ اللّهِ إبْلِيسَ جَاءَ بِشِهَابٍ مِنْ نَارٍ لِيَجْعَلَهُ في وَجْهِى، فَقُلْتُ: أعُوذُ بِاللّهِ مِنْكَ ثََثَ مَرَّاتٍ، ثُمَّ قُلْتُ: ألْعَنُكَ بِلَعنَةِ اللّهِ التَّامَّةِ، فَلَمْ يَسْتَأخِرْ ثََثَ مَرَّاتٍ، فَأرَدْتُ أنْ أخُذَهُ، فَوَاللّهِ لَوَْ دَعْوَة أخى سُلَيْمَانَ ‘صْبَحَ مُوثَقاً يَلْعَبُ بِهِ وِلْدَانُ أهْلِ المَدِينَةِ[. أخرجه مسلم والنسائى .
»أرادَ بِدَعْوَةِ سُلَيْمَانَ قَوْلهُ، رَبِّ هَبْ لِى مُلْكاً. اŒية، وَمِنْ جُمْلَةِ مُلْكِهِ تَسْخِيرُ الجِنِّ لَهُ وَانْقِيَادِهِمْ« .
4. (2711)- Ebû´d-Derdâ (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaza kalktı.Şunu okuduğunu işittik: “Senden Allah´a sığınırım.” Sonra da üç kere: “Seni Allah´ın lânetiyle lânetliyorum” dedi ve sanki birşey yakalıyormuşcasına elini uzattı. Namazı bitirince:
“Ey Allah´ın Resûlü! dedik, senden bugün daha önce hiç söylemediğin bir şey işittik. Ayrıca ellerini de açtığını gördük Şu cevabı verdi:
“Allah´ın düşmanı olan iblis, yüzüme koymak için ateşten bir alev getirdi. Bende ona, üç kere: “Eûzu billâhi”dedim. Sonra da: “Seni Allah´ın eksiksiz lânetiyle lânetliyorum”dedim, geri çekilmedi, üç kere tekrarladım. Sonunda onu yakalamak istedim. Vallâhi kardeşim Süleymân´ın duası olmasa idi, bağlı olarak sabaha erecek ve Medine´nin çocukları onunla oynayacaklardı.”[629]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, Hz. Süleymân (aleyhisselâm)´ın bir duasına atıf yapılmaktadır. Bu duâ Sâd sûresinin 35. âyetidir (meâlen): “Süleymân: “Rabbim beni bağışla, bana, benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümrânlık ver… dedi.” Âyette geçen hükümranlık´ta cinlerin teshir ve inkıyadları (boyun eğmeleri) de mevcuttur.
2- Hadisle ilgili olarak Nevevi hazretlerinin kaydettiği bazı açıklamalar şöyle:
* (Hadiste Resûlullah´ın elini uzatmış olmasından hareketle) “namazda az amel namazı bozmaz” hükmü çıkarılmıştır.
* Cinler mevcuttur ve bazı insanlar onları görebilir. Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk´ın: “Ey Âdemoğulları… O da (şeytan) ve kabîlesinden olanlar da sizi, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerlerden muhakkak görürler…” (A´râf 27) buyurması gâlip durumu ifade eder. Zira, onların görülmesi muhal olsa idi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onun görülmesi üzerine söylediklerini söylemezdi. Hadiste, gündüz onu herkesin görmesi, Medîneli çocukların onunla oynaması için, şeytanı bağlamak istediğini söylemiştir. Ancak Kadı İyâz şöyle söyleyenler de olduğunu kaydeder: “Âyet-i kerîmenin zâhirine göre, cin ve şeytanları, onların hilkatleri üzere ve aslî sûretleri ile görmek sadece Peygamberler (aleyhimüsselâm) ve hârikulâde mûcizelere mazhar olan kimselere mümkündür, onun dışındakilere mümkün değildir, insanlar onları rivâyetlerde de geldiği üzere aslî sûretlerinden başka bir sûrette görebilirler.” Nevevî bu söze şöyle cevap verir: “Bunlar delili olmayan mücerred iddialardır, sahîh bir dayanağı da yoksa merduddur.”
Şunu da kaydedelim ki, İslâm âlimleri cinlerin muhtelif şekillere girebileceğini; insan, yılan, kuş, akrep, deve, sığır, at vs. sûretlerini alabileceğini kabul ederler. Hadislerde bunu te´yid eden örnekler gelmiştir.
* Cinlerin mahiyeti hakkında İmam Ebû Abdillah el-Mâzirî der ki: “Cin, ruhânî, latif cisimlerdir, bağlanabilecek bir sûrette olup, bağlandıktan sonra eski hâline dönemeyecekleri, öyle ki, onlarla oynamak imkanının hâsıl olacağı bir kıvamda olmaları ihtimal dahilindedir…”
* Kadı İyâz, “Resûlullah´ın: “…Kardeşim Süleymân´ın duâsı olmasaydı…” sözünden şunu anlamıştır: “Bunun ma´nâsı şudur: “Cinlere tasarruf Hz. Süleymân´a has bir imtiyazdır. Bu sebeple Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu bağlamaktan imtina etti. Bu imtina, söylenen sebeple bağlamaya muktedir olamayışından ileri gelebileceği gibi, Hz. Süleymân´a karşı duyduğu tevâzu ve teeddübten de ileri gelebilir.”
* Hadiste (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “Vallâhi kardeşim Süleymân´ ın…” diye ettiği yeminden hareketle, kişinin, yemin taleb edilmemiş olduğu halde, haber verdiği şeyin ehemmiyetini artırmak, ona saygıyı celbetmek, sıhhati hususunda mübâlağa yapıp dikkatleri çekmek için yemin etmesinin câiz olduğuna hükmedilmiştir.
* İslâm âlimleri mûteber delillere dayanarak namazda muhatap sigasıyla yapılacak dua ve bedduâların namazı bozacağına hükmetmiştir. Şöyle ki, sözgelimi hapşırana namazda يَرْحَمُكَ اللّهُ “Allah “sana” rahmet kılsın demek namazı bozar, halbuki muhatap sigasıyla yapılmayan duâ namazı bozmaz. يَرْحَمُ اللّهُ Allah rahmet kılsın duâsında olduğu gibi. Bu hadiste ise Peygamberimiz şeytana muhatap sigasıyla beddua etmektedir: “Seni ……. lânetliyorum.”
Aradaki müşkil şöyle söylenerek halledilmiştir. “Bu hadis, namazda kelâmın haram kılınmasından önceye ait olabilir.”[630]
NAMAZIN ALTINCI ŞARTI BAŞKA MEŞGULİYETLERİ TERK
ـ1ـ عن معيقيب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سُئِلَ رَسُولُ اللّهِ # عَنْ تَسْوِيَةِ التُّرَابِ حَيْثُ يَسْجُدُ المُصَلِّى[ .
1. (2712)- Mu´aykîb (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a, musalli´nin secde edeceği yerdeki toprağın düzlenmesinden sual edildi…”[631]
ـ2ـ وفي رواية الترمذي: ]عَنْ مَسْحِ الحَصى في الصََّةِ، فقَالَ: إنْ كُنْتَ وََبُدَّ فاعًِ فَوَاحِدَةً[. أخرجه الخمسة .
2. (2713)- Tirmizî´nin bir rivâyetinde hadis şöyledir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a namazda çakıllara dokunup (düzlemekten) sorulmuştu, şu cevabı verdi:
“Mutlaka yapmak zorunda isen bâri bir kere yap!”[632]
ـ3ـ وفي رواية ل‘ربعة عن أبى ذر: ]إذَا قامَ أحَدُكُمْ إلى الصََّةِ فََ يَمَسَّ الحَصى فإنَّ الرَّحْمَةَ تُوَاجِهُهُ[ .
3. (2714)- Ebû Zerr (radıyallâhu anh)´den Dört İmam´ın kaydettiği bir rivâyette şöyle buyrulmuştur: “Sizden kim namaza durursa, sakın çakıllara değmesin. Zîra rahmet, ona karşıdan gelir.”[633]
ـ4ـ وعن أبى ذر رَضِيَ اللّهُ عَنْه أيضاً قال: ]قال رَسولُ اللّهِ #: َ يَزَالُ اللّهُ مُقْبًِ عَلى الْعَبْدِ وَهُوَ في صََتِهِ مَالَمْ يَلْتَفِتْ: فَإذَا الْتَفَتَ انْصَرَفَ عَنْهُ[. أخرجه أبو داود والنسائى .
4. (2715)- Hz. Ebû Zerr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah, kula namazda sağa sola iltifat etmedikçe rahmetiyle yaklaşmaya devam eder. İltifat etti mi ondan yüz çevirir.”[634]
ـ5ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]سَألْتُ النّبىَّ # عَنْ التِفَاتِ في الصََّةِ؟ فقَالَ: هُوَ اخْتَِسٌ يَخْتَلِسُهُ الشَّيْطَانُ مِنْ صََةِ الْعَبْدِ[. أخرجه
الشيخان والنسائى.»اخْتَِسُ«: ا‘خذ بسرعة .
5. (2716)- Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah´a namazda sağa sola bakmak (iltifat) hususunda sordum. Şu cevabı verdi:
“Bu bir kapıp kaçırmadır. Şeytan kulun namazından kapar kaçırır.”[635]
ـ6ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا بَالُ أقْوَامٍ يَرفَعُونَ أبْصَارَهُمْ إلى السَّمَاءِ في الصََّةِ؟ فَاشتَدَّ قَوْلُهُ في ذَلِكَ، ثُمَّ قالَ: ليَنْتَهُنَّ عَنْ ذَلِكَ، أوْ لَتُخْطَفَنَّ أبْصَارُهُمْ[. أخرجه البخارى وأبو داود والنسائى .
6. (2717)- Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “İnsanlara ne oluyor da namaz kılarken gözlerini semâya kaldırıyorlar ” dedi ve bu hususta sert sözler söyledi. Sonra konuşmasını şöyle tamamladı:
“Ya bundan vazgeçerler ya da gözleri çıkarılır.”[636]
ـ7ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: يَا بُنَىَّ إيَّاكَ وَالْتِفَاتَ في الصََّةِ، فإنَّهُ هَلَكَةٌ، فإنْ كانَ َ بُدَّ فَفِى التَّطَوُّعِ َ في الْفَرِيضَةِ[. أخرجه الترمذي.
7. (2718)- Yine Hz. Enes anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana şöyle nasihat etti: “Ey oğulcuğum, namazda sağa sola bakmaktan sakın. Zîra o helak olmaktır. Eğer mutlaka yapacaksan bâri nafilelerde olsun, farzlarda değil.”[637]
AÇIKLAMA:
Yukarıda kaydedilen hadisler, namaz kılan kimsenin, namaza başladıktan sonra selam verinceye kadar namazla ilgisi olmayan hareketlerden sakınmasını tembihlemektedir. Mevzumuzun “Başka Meşguliyetleri Terk” şeklindeki başlığından da anlaşılacağı üzere, burada kaydedilen bütün hadisler namazdan olmayan bütün bedenî hareketleri, vücut azalarımızdan herhangi biriyle yapılacak davranışları yasaklamayı hedeflerlerse de başlıca iki husûsun üzerine ehemmiyetle ve tekrarla durulduğunu görmekteyiz:
1- Secde edeceğimiz yerdeki toprak, çakıl vesairenin rahatsızlık vermemesi, alnımıza batmaması gibi mülâhazalarla düzenlenmesi, ellenmesi vs. Bundan ashâb sual ettiği gibi, sual sorulmadan da Efendimiz temas etmiştir. Bundan kaçınmak gerekir, mutlaka mecbur kalınsa, bir kere ile yetinilmelidir.
En doğrusu, musalli, daha namaza durmadan gerekli düzeltmeleri yapmalı, namaz sırasında secde mahallini düzeltme ihtiyacı duymamalıdır.
Hadislerde umumiyetle çakıl ve topraktan söz edilmesi, Resûlullah devrinde mescidin (çakıllı) toprakla kaplı olmasındandır. Âlimler, yerden alna yapışacak kum, çerçöp, toz vs. her şeyin aynı hükme dahil olduğunu belirtirler. Nevevî, namazda çakıla dokunmanın kerâhetinde ulemânın ittifak ettiğini söylemişse de, Hattâbî, İmâm Mâlik´in bunda bir beis görmediğini ve hatta bizzat yaptığını kaydetmiştir. İbnu Hacer bu husustaki haberin İmam Mâlik´e ulaşmamış olabileceğini not eder.
Zâhirîlerden bazıları bu meselede ifrât ederek, nehiy beyan eden hadisin (2713) zâhirini esas alıp, çakıla birden fazla değmenin haram olduğunu söylemişlerdir.
İbnu Hacer der ki: “Görünen o ki, buradaki kerâhetin sebebi namazda huşûnun korunma emridir, ya da namazda amel-i kesîrden kaçınma emridir.” Bununla beraber Ebû Zerr hadisi (2714 numaralı hadis), buradaki sebebin musalli ile ona karşıdan gelmekte olan rahmet arasına bir engel koymamak olduğunu ifade eder. İbnu Ebî Şeybe´nin rivâyeti, bir başka sebebi nazarlara arzetmektedir: “(Efendimiz buyurdular ki): “Secde ettiğin zaman çakıllara dokunma, zîra her bir çakıl, üzerine secde edilmesini sever.”
Âlimler secde edilen yer kadar, secde eden alnı da hükme dahil ederler. Kadı İyâz der ki: “Selef, namazda iken selâm vermezden önce alnın meshedilip (silinmesini)
mekruh addetmiştir.”
2- Namaz sırasında iltifat: Kaydettiğimiz hadislerde ısrarla üzerinde durulan ikinci husus iltifattır. Bu, bakışlarımızı, namazda bakılması meşrû olan yerlerin dışına kaydırmaktır. İltifat lügat olarak, “yüzünü sağa sola çevirmek” demektir.
Zâhirîler namazda iltifat için dahi, zaruretten gelmediği takdirde haram hükmünü vermişlerdir. Ancak ehl-i sünnet ulemâsı mekruhluğunda icma etmiş ve çoğunluk da tenzîhî olduğuna meyletmiştir.
İltifat´ın mekruh kılınma sebebi, huşûnun noksanlaşması veya bedenden bir kısmının kıbleye yönelmeyi terki´dir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), musallinin sağa sola bakmakla kaybettiği sevabı, bir şeytan ihtilâsı olarak tavsif etmiştir. İhtilâs, göz göre göre kapıp kaçmadır. Sözgelimi bir satıcının malını, gafletine getirip görmez tarafından kaçıran kimseye hırsız denir; ama satıcı gördüğü halde bir açıkgözün, malı alıp âniden fırlayıp gitmesi ihtilâs´tır ve bu kimseye hırsız değil, muhtelis denir. “İhtilâs”ı kapıpkaçırma diye tercüme ettik.
Resûlullah, musalliyi şeytanın namazla ilgisi olmayan bir şeyle iltifat sûretiyle meşgul etmesini ihtilâs´a benzetmiş olmaktadır. Çünkü, musalli, Allah´ın huzurunda olduğunu bile bile sağa sola bakmış olmakla bu zarara maruz kalmıştır. Bu davranış şeytana izafe edilmiştir, çünkü onda Allah´a müteveccih olunduğu düşüncesine bir inkıta ve kopukluk ârız olmaktadır. Tîbî der ki: “Namazdaki iltifat, ihtilâs olarak isimlendirilmiştir, bundan maksad bu davranışın çirkinliğini, muhtelis örneğiyle tasvir etmektir. Zîra Rabb Teâlâ, musalliye rahmetiyle gelirken, şeytan onu gözetlemekte ve onun bazı kaçırmalarını dört gözle beklemektedir. Musalli, sağa sola bakındı mı şeytan fırsatı ganimet bilmekte ve o hali yağmalamaktadır.”
Bazı âlimler 2690 numaradaki Hz. Âişe hadisinde belirtildiği üzere, namazda dikkat çekici şekiller ihtiva eden elbise sebebiyle, huzur bozulmuşsa -alemli elbise omuzda bile olsa- buna ihtilâs´a yakın bir amel telakki etmiştir. Nitekim Resûlullah mezkûr hadiste, “beni namaz dışı şeyle meşgul ediyor” diyerek öfkeyle alemli elbiseyi çıkarıp atmıştır.
2717 numaralı hadiste namaz kılanın gözlerini semâya kaldırması yasaklanmaktadır. Bunun kerâhetinde icma edilmiştir. Namaz dışında, duâ ederken kaldırmada ihtilaf edilmiştir. Şureyh ve bazıları duâda da mekruh addetmiş ise de, ekseriyet: “Nasıl ki Ka´be namaz kıblesidir, öyle de semâ dahi dua kıblesidir” diyerek bunu câiz görmüşlerdir.
Kadı İyâz: “Namazda gözü semâya kaldırmada bir nevî kıbleden yüz çevirme,
namaz hey´etinden uzaklaşma vardır” demiştir. İbnu Hazm yasaklamadaki şiddetten hareketle namazda semâya bakmanın namazı iptal edeceğine hükmetmiştir. Ehl-i sünnet uleması buna katılmaz.
İbnu Ebî Şeybe´nin bir rivâyeti, bidâyette müslümanların namazda iken sağa sola baktıklarını, bu âyetin nâzil olması üzerine vazgeçtiklerini belirtir: “Mü´minler namazlarında sağa sola bakarlardı. Bu hal, “Mü´ minler saadete ermişlerdir, onlar namazda huşû içindedirler..” (Mü´minûn 1-2) âyeti nâzil oluncaya kadar devam etti. Bunun üzerine namaza başlayınca önlerine baktılar. Artık, herkes gözlerinin secde mahallinden dışarı kaymamasına dikkat ediyordu.”
2718 numaralı hadiste iltifat, “helâk olmak” diye tasvir edilmiştir. Helâk olmayı bazı âlimler üçe ayırmıştır.
1- Yanındaki bir şeyi kaybetmek. Artık o başkasının yanında olduğu halde, sahibi için helâk olmuştur.
2- Bir şeyin istihâleye uğrayarak yani bir başka şeye dönüşerek helâk olması.
3- Bir canlının ölmesi, onun helâkıdır.
Şu halde Resûlullah namazda sağa sola bakmayı (iltifatı) helâk olarak tavsif etmektedir. Çünkü bu, şeytana uymaktır, dolayısıyla, zarara (helâke) sebebtir. İltifatla namaz kemal mertebesinden istihâleye uğrayarak Hz. Âişe hadisinde (2716) ifade edilen ihtilâs´a dönüşür.
Nafilede iltifata göz yumulması, nafilelerin kolaylık esasına dayanmasındandır. Nitekim ayakta kılmaya kâdir olan kimsenin dahi oturarak kılmasına müsaade edilmiştir, bunun gibi nafilede iltifata da cevaz verilmiş olmaktadır. Halbuki, farzda her ikisi de yasaktır.[638]
ـ8ـ وعن سهل بن الحنظلية رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]ثُوِّبَ باِلصُّبْحِ فَجَعَلَ رسولُ اللّهِ # يُصَلِّى وَهُوَ يَلْتَفِتُ إلى الشِّعْبِ، وَكانَ أرْسَلَ فَارِساً إلى الشِّعْبِ مِنَ اللَّيْلِ يَحْرُسُ[. أخرجه أبو داود .
8. (2719)- Sehl İbnu´l-Hanzaliyye (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Sabah namazı için ikâmet okundu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namaza başladı. Namazda Şi´b istikametine bakıyordu. Geceden Şib´a korunması için bir atlı göndermişti.”[639]
AÇIKLAMA:
Şî´b: Dağ yolu, geçit mânasına gelir. Hadis namazda iltifata cevaz verir. Bazı rivâyetlerde Resûlullah´ın namazda başını geri bükmeden sağa sola çevirdiği ifade edilmiştir. Buhârî´nin bir rivâyetinde ise başını hiç çevirmeksizin gözlerinin ucuyla sağa sola baktığı ifade edilir. Bunlara dayanarak bir kısım âlimler, başı bükmedikçe namazda sağa sola bakmanın zarar vermeyeceğine hükmetmiştir. Atâ, Mâlik, Ebû Hanîfe ve Ashâbı, Evzâî, Ehl-i Kûfe hep bu görüştedirler.
Hâzimî, söz konusu Şî´b´in kıble istikâmetinde bulunmasının muhtemel olduğunu belirterek, Resûlullah´ın oraya başını çevirmeden bakmış olacağını tebârüz ettirir.
Bazı âlimler, bu hadiste ifade edilen iltifat ruhsatının az yukarıda kaydettiğimiz Mü´minûn sûresinin ilk âyetlerinde ifade edilen huşû emri ile neshedilmiş olduğunu söylerler.[640]
ـ9ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]خَرَجَ رَسولُ اللّهِ # يُصَلِّى في مَسْجِدِ قُبَاءَ فَجَاءَ ا‘نْصَارُ يُسَلِّمُونَ عََلَيْهِ وَهُوَ يُصَلِّى، فقُلْتُ لِبِلٍ: كَيْفَ رَأيْتَهُ يَرُدُّ عَلَيْهِمْ حينَ كَانُوا يُسَلِّمُونَ عَلَيْهِ وَهُوَ يُصَلِّى؟ قالَ: هكذَا، وَبَسَطَ كَفَّهُ وَجَعَلَ بَطْنَهُ أسْفَلَ، وَظهْرَهُ إلي فَوْقُ[. أخرجه أصحاب السنن .
9. (2720)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mescid-i Kubâ´ya namaz kılmaya gitti. Ensar (radıyallahu anhüm) gelip, namaz kılarken kendisine selam verdiler. Ben Bilâl´e sordum:
“Namaz kılarken onların selamına nasıl mukabele ettiğini gördün ” Bana bizzat göstererek:
“Şöyle!”dedi ve avucunu açıp iç kısmını aşağıya, sırtını yukarıya getirdi.”[641]
AÇIKLAMA:
1- Kubâ, Mescid-i Nebevî´ye iki-üç mil mesafede bir köyün adıdır. Günümüzde Medîne ile arası kapanmış ve tamamen Medîne´nin bir mahallesi haline gelmiş durumdadır.
2- Azîmâbadî, Avnu´l-Ma´bud´da, namaz esnasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kendisine verilen selama yaptığı mukabele ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Bil ki, bu hadiste selama mukabele olarak avucun tamamıyla işaret verilmesi mevzubahistir, Câbir (radıyallâhu anh)´in hadisinde el ile, İbnu Ömer´in Süheyb´den yaptığı rivâyette parmak ile selama mukabele ettiği mevzubahistir. Beyhakî´de gelen İbnu Mes´ud hadisinde: “Başı ile ima etti” denir. Yine Beyhakî´nin bir başka rivâyetinde de: “Başıyla mukabele etti” denir.
Bu farklı rivâyetlerin arası şöyle cem edilir: “Aleyhissalâtu vesselâm efendimiz bir seferinde şöyle, bir seferinde böyle yapmıştır. Dolayısıyla hepsi de câizdir. Allâhu a´lem.”[642]
ـ10ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #: التَّسْبِيحُ لِلرِّجَالِ وَالتَّصْفِيقُ لِلنِّسَاءِ[. أخرجه الخمسة .
10. (2721)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Tesbîh erkeklere, el çırpma kadınlara mahsustur.”[643]
AÇIKLAMA:
1- Tesbîhten maksad sübhânallah demektir. Tasfîk de elleri birbirine vurmaktır. Arapçada alkış da tasfîk kelimesiyle ifade edilir. Ancak burada tasfîk´i “alkış”la tercüme etmek uygun olmaz. Zira hadisteki tasfîk, uyarı maksadıyla başvurulan ellerle ses çıkarma davranışıdır ki elleri birbirine vurarak yapılır. Dilimizde buna el çırpma deriz. Tasfîk bazı rivâyetlerde tasfîh imlasıyla gelmiştir. Umumiyetle aynı ma´nâda oldukları kabul edilmiştir. Şer´î ıstılah olarak namaz kılan kimsenin meşrû olan bir uyarıda bulunmak için başvurduğu çaredir. Sözgelimi musalli, imamına yanıldığını haber vermek istese, erkekse sübhânallah der, kadınsa el çırpar. Keza yine musalli namaz dışında birisine bir mesaj vermek, mesela bir tehlikeyi haber vermek durumunda olsa, ayni şeyi yapar.
2- Hadis, namaz esnasında musallinin herhangi bir uyarıda bulunmak zorunda kalması halinde başvurması gereken çareyi göstermektedir. Buna göre erkek musalli sübhânallah diyecektir, kadın musalliye de sağ elinin içini sol elinin sırtına vuracaktır. Oyun ve eğlencede yapıldığı üzere avuçların içlerini birbirine vurmak câiz görülmemiştir. Böyle yapıldığı takdirde namazın bozulacağına hükmedilmiştir. Kadınların tesbîhten men edilmesi, namazda mutlak sûrette seslerini kısmakla emredilmiş oldukları içindir. Çünkü sesleri avrettir, fitneden korkulur. Erkekler de el çırpmadan men edilmiştir. Çünkü bu, kadınların işidir. İmam Mâlik ve bazıları: “El çırpma kadınlara mahsustur” ibâresi için, “Bu namaz haricinde kadınların işidir” demektir ve kötülemek maksadıyla beyan buyrulmuştur, binaenaleyh namazda el çırpmak ne erkeğe ne kadına uygun olmaz” demiş ise de bu hususta vârid olan daha sarîh rivâyet gösterilerek bu görüş reddedilmiştir. Kurtubî: “Namazda el çırpmanın kadınlar hakkındaki meşruiyyeti hem rivâyeten hem de aklen sahihtir” diye hükmeder.[644]
ـ11ـ وعن عبداللّه بن الشخير رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]صَلَّيْتُ مَعَ رَسُولِ اللّهِ # فَرَأَيْتُهُ تَنَخَّعَ فَدَلَكَهَا بِنَعْلِهِ اليسرى[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى .
11. (2722)- Abdullah İbnu´ş-Şıhhîr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte namaz kıldım. Namazda onu öksürerek boğazını temizleyip (yere attığını ve) sol ayağıyla sürttüğünü gördüm.”[645]
ـ12ـ وعند أبى داود: ]فَبَزَقَ تَحْتَ قَدَمِهِ الْيُسْرَى وَذَلِكَ بِنَعْلِهِ[ .
12. (2723)- Ebû Dâvud´un rivâyetinde şöyle gelmiştir: “…Sol ayağının altına tükürdü, ayakkabısıyla sürttü.”[646]
ـ13ـ وله في أخرى عن أبى نضرة: ]بَزَقَ في ثَوْبِهِ وَحَكَّ بَعْضَهُ بِبَعْضٍ[.»تَنَخَّعَ ا“نْسَانُ«: إذَا رمى نَخاعته وهى النخامة التى تخرج من أصل الحلق .
13. (2724)- Ebû Dâvud´un Ebû Nadra´dan kaydettiği bir rivâyette: “Elbisesine tükürdü, kıvrımları arasında ovaladı” denmiştir.[647]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Mescide tükürmek günahtır, kefâreti de tükrüğün kapatılmasıdır” buyurmuş ve mabedlere tükürmeyi yasaklamıştır. İbnu Hacer, bu yasağa muhatap olmak için mescidin içinde olmanın şart olmadığını, dışardaki kişiye de yasağın şâmil olduğunu belirtir. “Çünkü der, “mescid”, yasaklanan tükürme fiilinin zarfıdır, öyleyse hariçte olan birisi mescide tükürecek olsa yasak ona da şâmil olur.”
Bu günahı işleyene, kefâret olarak onu “örtmek” veya “ortadan kaldırmak” suretiyle bertaraf etmesi gerekir.
2- Mescide tükürme meselesini sadece yukarıda kaydedilen hadislerin zâhirine bakarak değerlendirmek eksik veya fazla bir kanaate götürebilir. Her şeyden önce, hadislerin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ ın şartlarında değerlendirilmesi gerekir.
a) Herşeyden önce o devirde mescidler çakıl ve toprakla kaplı idi. Hasır, halı, kilim gibi sergi mevcut değildi; beton, taş döşeme gibi bir kaplama da yoktur.
b) Tükürme ruhsatı bir kısım hadislerde “defnetme” şartıyla verilmiştir. Defnetme emrini yorumlayan İbnu Ebî Cemre der ki: “Resûlullah “tükürmenin kefâreti tükrüğün örtülmesidir” demiyor. Çünkü örtmenin zararları devam eder. Çünkü, bir başkasının, üzerine oturarak rahatsız olmayacağından emin olunamaz. Ama defnetmek öyle değildir. Çünkü, defin deyince yerin altına derinlere gömmek anlaşılır.”
c) Gömmenin mahiyeti nedir Bunu âlimler farklı anlarlar. Cumhura göre: “Tükrüğün mescidin toprağına veya kum, çakıl gibi örtüsünün derinliklerine gömmektir, bu yapılamıyorsa dışarı çıkarmaktır. Şâyet mescidlerin zemini toprak değil de hasır vs. ise, mala hürmeten tükürmek caiz değildir.” Şu halde, gömme kaydını bilhassa günümüzün mescid şartlarında değerlendirecek olursak, hadislerde gelen cevazın zamanımızda kalkmış olduğunu söyleyebiliriz. Bu kadar kesin hükmetmede Müslim´de gelen şu hadis de bize yardımcı olmuştur: “Ümmetimin kötü amelleri arasında defnedilmeden mescide bırakılmış tükrüğü de gördüm.”
d) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), devrinin şartlarında tükürmeyi câiz kılan gerekleri belirtirken, tükrükle ilgili mühim bir hükmü de dile getirmiş olmaktadır: İnsan tükrüğü esas itibariyle temizdir. Onun bir şeye, mesela elbiseye bulaşması, ibâdete mâni olacak kirlenme hâsıl etmez. Nitekim 2724 numaralı hadiste, elbise kıvrımlarına tükürme hâdisesi bu hususu tesbit eder.
e) Hadislerde tükürme zorunda kalacak kimseye “defnetme” şartıyla yere, sürterek yoketme kaydıyla sol ayağın altına ve hatta elbise kıvrımına tükürme ruhsatlarını sayarken, mendilden söz edilmemesi, o devirde mendil taşıma âdetinin olmadığını gösterir. Aksi takdirde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ümmetine kolay olanı tavsiye ederdi.
f) Şunu da belirtelim: Âlimler, mezkûr hadislerle mescidde tükürme fiilinin yasak olmadığının ifade edildiğini belirtirler. Yasaklanan husus, başkasını rahatsız edecek şekilde tükürmektir, açıkta bırakmaktır. Öyle ise hastalar, tükürme ihtiyacı içinde olanlar, başkasına eza vermeyecek şekilde -söz gelimi mendiline, beraberinde taşıyacağı hokkasına- tükürebilir, bu memnu değildir.
Bazı âlimler, “tükürme cevazını” özür sahiplerine tükürmek için dışarı çıkamıyacaklara; “yasaklamayı”da özrü olmayanlara hamletmişlerdir. Bu nokta-i nazardan bakınca elbise kıvrımına, sol ayağın altına tükürme örneklerinin, -gömme imkânı tanımayan mescidlerde bulunan mendilsiz özür sahiplerine- başkalarına asgarî derecede rahatsız edecek tükürme tarzlarına irşadlar teşkîl ettiklerini görürüz.[648]
ـ14ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]جِئْتُ يَوْماً مِنْ خَارِجٍ، وَرَسُولُ اللّه # يُصلِّى في الْبَيْتِ وَالْبَابُ عَلَيْهِ مُغْلَقٌ، فَاسْتَفْتَحْتُ فَتَقَدَّمَ وَفَتَحَ لِى، ثُمَّ رَجَعَ الْقَهْقَرَى إلى مُصََّهُ، وَوَصَفَتْ أنَّ الْبَابَ كانَ في الْقِبْلَةِ[. أخرجه أصحاب السنن .
14. (2725)- Hz. Âişe, (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Bir gün dışardan geldim. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) odada namaz kılıyordu, kapı da üzerine kapalı idi. Açmasını istedim, ilerleyip bana açtı. Sonra gerisin geriye namazgâhına döndü.”
Hz. Âişe kapının kıble cihetinde olduğunu belirtti.”[649]
AÇIKLAMA:
1- Burada, nafile namazı kılmakta olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın namazdan çıkmadan Hz. Âişe´ye kapı açması söz konusudur. Hemen belirtelim ki, Nesâî´nin rivâyetinden bu namazın nafile namaz olduğu tasrîh edilmiştir.
2- Ulemâ, bu hadis üzerine farklı yorumlarda bulunmuştur:
* Kapı kıble cihetinde ise, namaz sırasında, gelip geçene karşı sütre olması için kapatılması efdaldir.
* İbnu Raslân, kapıyı açmak üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bir veya iki adımlık veya fasılalı olarak daha fazla adımlık bir yürüyüşle kapıyı açmış olacağını, aksi takdirde amel-i kesîr olup namazı bozacağını söylemiştir. Şevkânî, bu kayıtlamaların mezhep görüşüne binâen yapıldığını (rivâyette kayıtlara götürecek hiç bir delil olmaması sebebiyle) iddianın fâsid olduğunu söyler.
* Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ), kapının kıble cihetinde olduğunu söylemek ve Hz. Peygamber´in kapıyı açmak için gelince yönünü hiç değiştirmediğini, keza arka arka giderek namazgâhına döndüğünü belirtmek sûretiyle yönünü kıble cihetinden çevirmediğini ifâde etmiş olmaktadır. Bu tasvirleri, bazı âlimler, bu hareketlerin amel-i kesîr olacak şekilde peş peşe olmadığı, dolayısıyla namazın bozulmasına müncer olmadığı şeklinde değerlendirirler. Ancak Aliyyu´l-Kârî: “Atılan adım iki bile olsa, kapıyı açıp dönme buna inzimâm edince yine de namazı bozan amel-i kesîr mevzubahis olur ve müşkilat devam eder” der ve “En doğrusu, bu hareketlerin peş peşe olmadığını söylemektir” diye hükme bağlar.
İbnu Melek daha değişik bir görüş ileri sürerek: “Resûlullah´ın kapıya gelişi, kapıyı açışı, sonra namazgâhına dönüşü, amel-i kesîr peşpeşe olunca namazı bozmayacağına delildir´ der. Ancak Aliyyu´l-Kârî, Hanefî mezhebince bu görüşe itimad edilmeyeceğini belirtir. Zîra, mezhebimizce amel-i kesîr yani aynı rekât içerisinde yapılan üç hareket namazı bozar. İbnu Melek´in hükmü hadisin zâhirine uygundur. Bu sebeple, bazı âlimler mutlak olarak reddetmeyip: “Nafilelerde hîn-i hâcette yapılan amel-i kesîr, namazı bozmaz” diye kayıtlayarak kabûlünü uygun bulmuşlardır.[650]
ـ15ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: اقْتُلُوا ا‘سْوَدَيْنِ في الصََّةِ الحَيَّةَ والْعَقْرَبَ[. أخرجه أصحاب السنن .
15. (2726)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Namazda iki siyahı yani yılan ve akrebi öldürün” buyurdu.”[651]
AÇIKLAMA:
1- Yılan ve akrebe iki siyah denmesi, tağlib tarîkiyledir. Aslında sadece yılana siyah (esved) denmektedir.
2- Hattâbî der ki: “Burada az amelin (amel-i yesîr) namazda câiz olduğuna ve bir fiilin aynı hal içerisinde peş peşe iki kere yapılması, namazı bozmayacağına delildir. Zîra yılan bir veya iki darbe ile öldürülebilir. Ancak amel peş peşe olur ve amel-i kesîr hududuna girerse (üçlerse) o zaman namaz bozulur. Ancak yılanı öldürme emri bir veya iki vuruşla kayıtlı değildir, mutlaktır.”
3- Hadiste geçen yılana, öldürülmesi mubah olan bütün zararlılar dahildir: Eşek arıları, çiyanlar vs. gibi. Yılan ve akrebin namazda öldürülmesini, İbrahim Nehâî hâriç bütün ulemâ tecviz etmiştir.[652]
ـ16ـ وعن أم سلمة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]رَأى النَّبىُّ # غَُماً لَنَا يُقَال لَهُ أفْلَحُ إذَا سَجَدَ نَفَخَ فقَالَ: يَا أفْلَحُ تَرِّبْ وَجْهَكَ[. أخرجه الترمذي .
16. (2727)- Ümmü Seleme (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizim Eflah adındaki kölemizin, secde sırasında (ağzıyla) üfürdüğünü görmüştü: “Ey Eflâh, yüzünü toprakla!” dedi.[653]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kölesini, secdeye giderken secde edeceği yerdeki toztoprağı-alnına bulaşmasın diye- üfürürken görmüş ve böyle yapmaması için müdâhalede bulunmuştur. “Yüzünü toprakla!” emri ile, “Alnını yere değdir, yer üzerine normal şekilde koy, üflemek sûretiyle onu alnını koyacağın yerden uzaklaştırma” demek istemiştir. Zîra bu, tevâzuya daha muvafıktır. Zîra âzâların en efdali olan alna toprağın yapışması tevâzuun nihâî derecesidir.
2- Üflemeyi, İbnu Abbâs kelam addederek namazda mekruh olduğuna hükmetmiştir. Ancak, çoğunlukla âlimler: “Kelam, mahreçlere dayanan harflerden teşekkül eder. Üflemede harf yoktur” diyerek bu görüşe katılmamışlardır. Bunu ifade eden rivâyetlerin zayıflığına da dikkat çekilmiştir. Her hâl u kârda, namazda üflemek mekruh olsa da namazı bozmaz, çünkü Resûlullah, Eflah´a namazını iade etmesini emretmiştir. İbnu Hacer, “Yüzünü toprakla!” sözünden, toprak üzerine secde etmenin müstehab olduğu hükmünün çıkarıldığını belirtir.”[654]
ـ17ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نَهى رَسولُ اللّهِ # عَنِ السَّدْلِ في الصََّةِ، وَأنْ يُغَطِّىَ الرَّجُلُ فاهُ[. أخرجه أبو داود والترمذي.»السَّدْلُ« المنهى عنه في الصة أن يلتحف الرجل بثوبه، ويدخل يديه من داخله فيركع ويسجد وهو كذلك، وكانت اليهود تفعله، فنهى عنه.قوله »وَأنْ يُغَطِّىَ الرَّجُلُ فَاهُ«: يعنى التلثم بالعمامة على الفم، وكانت العرب تفعله، فنهوا عنه في الصة، فإن تثاءب المصلى فليغط فاه، فقد جاء فيه حديث .
17. (2728)- Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) namazda sedl´i, (sarınmayı) ve erkeğin ağzını örtmesini yasakladı.”[655]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste yasaklanan sedl, vücûdun kollar da içeride kalacak şekilde giysi ile sarılması; kıyâm, rükû ve sücûdda da böyle kalınmasıdır. Bunu yahudiler yaptığı için müslümanlara yasaklanmıştır.
Bazı âlimler sedl´i izarın ortasını başa koyup iki ucunu -omuzlara koymadan ve önde bağlamadan- sarkıtmak diye tarif etmiştir. Hattâbî “Sedl´i” “Yere değecek kadar elbisenin salınmasıdır” diye tarif eder. Bu ma´nâda sedl´e namazda cevaz verilmiş, namaz dışında verilmemiştir. Çünkü namazda sâbit olduğu halde namaz dışında dolaşır; elbiseyi yeri değdirerek dolaşmak, kibir alâmetidir. Sevrî namazda, Şâfiî ise hem namazda hem namaz dışında bunu mekruh addetmiştir. Irakî, sedl´i “saçın sarkıtılması” diye tarif etmiştir. Başka tarifler de yapılmıştır.
Şevkânî, sedl´i bütün bu ma´nâlarda anlayıp hadisi o ma´nâların hepsine hamletmenin câiz olacağını belirtir ve “müşterek”i, bütün ma´nâlarına hamletmek kavî bir görüştür” der.
Ağzın örtülmesine gelince, Hattâbî der ki: “Arapların, sarıklarıyla ağızlarını sarma âdetleri vardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu namazda yasakladı. Efendimiz, musalliye esneme ârız olduğu takdirde ağzını kapamaya cevaz vermiş, onun dışında kapamayı yasaklamıştır.”[656]