KIYAMET VE KIYAMETLE İLGİLİ MESELELER BÖLÜMÜ
(Bu bölümde dört bab vardır)
BİRİNCİ BAB
KIYAMET ALÂMETLERİ
(On fasıldır)
BİRİNCİ FASIL
HZ. İSA VE MEHDİ ALEYHİMA´S-SELAM
İKİNCİ FASIL
DECCAL
ÜÇÜNCÜ FASIL
İBNU SAYYAD
DÖRDÜNCÜ FASIL
KIYAMET ÖNCESİ FİTNELER
BEŞİNCİ FASIL
RESULULLAH´TAN SONRA KIYAMET YAKINDIR
ALTINCI FASIL
KIYAMETTEN ÖNCE BİR ATEŞ ÇIKACAK
YEDİNCİ FASIL
MUASIRLARIN ÖMRÜ
SEKİZİNCİ FASIL
YALANCILAR ÇIKACAK
DOKUZUNCU FASIL
GÜNEŞ BATIDAN DOGACAK
ONUNCU FASIL
KIYAMETİN BAŞKA ALÂMETLERİ
İKİNCİ BAB
KIYAMET AHVALİ
(Beş fasıldır)
BİRİNCİ FASIL
SÛRA ÜFLENMESİ VE NÜŞUR
İKİNCİ FASIL
HAŞR (TOPLANMA)
ÜÇÜNCÜ FASIL
HESAP VE KULLAR ARASINDA HÜKÜM
DÖRDÜNCÜ FASIL
KEVSER HAVUZU, MİZAN VE SIRAT KÖPRÜSÜ
BEŞİNCİ FASIL
ŞEFAAT
ÜÇÜNCÜ BAB
CENNET VE CEHENNEM
(İki fasıldır)
BİRİNCİ FASIL
CENNET VE CEHENNEMİN EVSAFI
CENNETİN EVSAFI
CEHENNEMİN EVSAFI
CENNET VE CEHENNEMİN MÜŞTEREK YÖNLERİ
İKİNCİ FASIL
CENNETLİKLER, CEHENNEMLİKLER
CENNETLİKLER
CEHENNEMLİKLER
MÜŞTEREK YÖNLERİ
DÖRDÜNCÜ BAB
ALLAH´IN GÖRÜLMESİ
UMUMİ AÇIKLAMA
İslam inancına göre, âlem mahluktur, sonradan yaratılmıştır. Sonradan meydana gelen herşey fanidir. Bu maddî âlem de günün birinde sona erecektir. Dinimiz bu büyük hadiseyi kıyamet olarak ifade eder. Bir başka ifadeyle kıyamet, dünyanın ölümüdür. Bütün semavî dinler, dünyanın ölümünden, kıyametten, bu büyük ölümden sonraki diriliş ve hesap gününden bahseder. Etnolojik araştırmalar iptidaî dinlerde dahi ahiret inancının varlığını ortaya çıkarmıştır. Bu açıdan, kıyamet inancının bütün insanlığı kuşatan beşerî kültürün müşterek ve temel unsurlarından biri olduğu söylenebilir.
Kıyamet inancı, İslam akidesinin altı ana umdesinden biri olan ahiret inancının bir parçasıdır. Ahiret hayatı kıyametla başlar. Bunu haşir, hesap, sırattan geçme, insanların cennetlik, cehennemlikler olarak ayrılması, cennetliklerin cennete, cehennemliklerin cehenneme gitmeleri ve bu suretle imtihansız ebedî bir hayatın başlaması gibi safhalar takip eder.
Bediüzzaman, kıyametle ilgili şöyle bir tasvirde bulunur: “Şu dünyanın sekeratını, ayat-ı Kur´aniyenin işaret ettiği surette tahayyül etmek istersen; bak şu kâinatın eczaları dakik, ulvî bir nizam ile birbirine bağlanmış. Hafi (gizli), nazik, latif bir rabıta ile tutunmuş ve o derece bir intizam içindedir ki; eğer ecram-ı ulviyeden (gök cisimlerinden) tek bir cirim, “kün (ol)” emrine veya “mihverinden çık!” hitabına mazhar olunca, şu dünya sekerata başlar. Yıldızlar çarpışacak, ecramlar dalgalanacak, nihayetsiz fezayı âlemde milyonlar gülleleri küreler gibi büyük topların müthiş sadaları gibi vaveylaya başlar. Birbirine çarpışarak, kıvılcımlar saçarak; dağlar uçuşarak, denizler yanarak, yeryüzü düzlenecek. İşte şu mevt ve sekerat ile Kadir-i Ezelî, kâinatı çalkalar, kâinatı tasfiye edip, cehennem ve cehennemin maddeleri bir tarafa, cennet ve cennetin mevaddı münasibleri (münasib maddeleri) başka tarafa çekilir, âlem-i ahiret tezahür eder.”
Bediüzzaman´a göre, kıyamet iç içe giren zıd maddelerin birbirinden ayrılmasını, birinin cenneti, diğerinin cehennemi teşkil edecek şekilde birbirinden saflaşıp uzaklaşmasını sağlayacak büyük hadisedir; kâinatın bu maksadla bir çalkalanmasıdır. Şöyle der: “Şu kâinatta dikkat edilse görünüyor ki, içinde iki unsur var ki, her tarafa uzamış, kök atmış; Hayırşer, güzelçirkin nef´ (fayda)-zarar, kemal- noksan, ziya- zulmet, hidayet- dalalet, nur- nar, iman- küfür, taat- isyan, havf- muhabbet gibi asarlarıyla, meyveleriyle şu kâinatta ezdad birbiriyle çarpışıyor. Daima tegayyür ve tebeddülata mazhar oluyor. Başka bir âlemin mahsulatının tezgahı hükmünde çarkları dönüyor. Elbette o iki unsurun birbirine zıd olan dalları ve neticeleri, ebede gidecek; temerküz edip birbirinden ayrılacak. O vakit cennet ve cehennem suretinde tezahür edecektir. Evet cennetcehennem , şeçere-i hilkatten (yaratılış ağacından) ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalın iki meyvesidir ve şu silsile-i kainatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuûnâtın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havzıdır ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhıdır ki, dest-i kudret (kudret eli) bir hareket-i şedide ile kâinatın çalkalandığı vakit, o iki havuz, münasib maddelerle dolacaktır.” [1]
BİRİNCİ BAB
KIYAMET ALAMETLERİ
BİRİNCİ FASIL
HZ. İSA VE MEHDİ HAKKINDADIR
UMUMİ AÇIKLAMA
Mehdi ve Deccal´le ilgili hadislere ve bizzat hadislerin açıklamasına geçmezden önce, birbiriyle alâkalı ve hatta birbirini tamamlayıcı mahiyette olan bu iki tabiri öncelikle açıklamada fayda umuyoruz. Deccal ve Mehdi tabirlerinin birbirinden ayrılmadığını ve hatta birbirini tamamladığını söylerken mübalağa etmiş değiliz. Birçok hadislerde bunlar beraber zikredilirler. Mehdi, Deccal sebebiyle vardır. Yani O, Deccal´in tahribatını telafi etmek için gelecektir. Hadislerde 30 kadar yalancı deccalin çıkacağı ifade edilir. Ancak Mehdi´nin sayıca çokluğundan söz edilmez. Fakat her asırda müceddid geleceği belirtilir. Diğer taraftan, bazı rivayetlerde Hz. İsa´nın müceddid ve Mehdi olduğu ifade edilir. Şu halde sadece iki değil, bazı durumlarda dört tabirin iç içe sokularak, meselenin muğlaklaştırıldığı görülür. İstikballe ilgili ihbarlarda Şari´in muttarid bir usulü, bu mübhemliktir. Böylece bu tabirlerde müşahhas bir şahıstan ziyade, mücerred bir mefhum, her asra, pekçok kimseye tatbik edilecek bir şahs-ı mânevî mahiyeti kazandırılmış olmaktadır.
Bu tabirleri şöyle açıklayacağız:
Müceddid İnancı: Bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Allah, bu ümmet için her yüz senenin başında, dini tecdid edip yenileyecek kimse(ler) gönderecektir” buyurmaktadır. Bu hadisin ihbarı mucibince, daha ilk asırdan itibaren müceddid beklenmiş, birinci asır müceddidi olarak Ömer İbnu Abdilaziz kabul edilmiş; çeşitli şahıslar müteakip asırların müceddidi bilinmiştir. Bunların isimlerini ve muhtelif münakaşaları burada vermek konumuzun dışına çıkmak olur. Ancak, müceddid mevzuunda Müslümanlarca beslenen telakkiyi, bir başka deyişle müceddide izafe edilen vasıfları az sonra ortaya koyarken anlamada yardımcı olmak üzere, Buhârî şarihlerinden Bedrü´l-Aynî´nin bir açıklamasını burada aynen vermede fayda mühalaza ediyoruz:
“…Nevevî Tehzîbü´l-Esma´da der ki: “Alimler, birinci asır müceddidi olarak Ömer (İbnu Abdilaziz)´i, ikinci asırda Şafii´yi, üçüncü asırda Ali İbnu Şureyh´i -Hafız İbnu Asakir üçüncü asır için Ebu´l-Hasanı´l-Eş´ari´yi teklif etmiştir- dördüncü asır için Ali İbnu Ebî Sehl eş-Şu´luki´yi, -bu asır için Bakillani´yi, Ebu Hamid el-İsferâyinî´yi de zikredenler olmuştur- beşinci asır için Gazâli´yi zikretmişlerdir.” Kirmânî de şunları söyler: “Müceddid mevzuunda yakin sözkonusu değildir. Bu sebeple, müceddid olarak Hanefîler için ikinci asırda Hasan İbnu Ziyad, üçüncü asırda Tahavi ve bunların emsalleri Malikîler için ikinci asırda Eşhab vs.; Hanbelîler için, üçüncü asırda Hallal, beşinci asırda er-Rağunî vs.; muhaddisler için ikinci asırda Yahya İbnu Main; üçüncü asırda Nesâî vs.; iktidar sahipleri için el-Me´mun, el-Muktedir, el-Kaadir; zahidler için, ikinci asırda Ma´rufu´l-Kerhî, üçüncü asırda eş-Şiblî vs. mevcuttur. Hadis-i şerifde dinde tashih (düzeltme, tecdid) yapacak kimseye delalet eden “men” (kimse, kimseler manasına gelir), müteaddide (yani sayıca çokluğa) muhtemel olması sebebiyle bu sayılan grupların hepsinden din hizmeti (tashihu´ddin) vakidir. Nitekim her asrın sonlarında dinin emrini ikame edip tashihte bulunanlar olmuştur.”
Bu iktibasın da yardımıyla Müslümanlar arasında müceddid hususunda şöyle bir telakkinin yerleştiği kesinlikle söylenebilir:
1- Müceddid, dine müteallik zahirî ve batınî ilimlerin alimidir, sünneti bid´atten temizler, ilmi yayar ve ilim ehline yardımcı olur. Bid´at ehline karşı kor, onları zelil kılar.
2- Her yüz senede gelecek mezkur müceddidin bir kişi olması gerekmez, aynı zamanda farklı yerlerde, çok sayıda müceddid gelebilir.
3- Her grup (kavm) kendi büyüğünü (imam) hadiste vaadedilen mezkur müceddid bilmiştir. Halbuki bu mana her taifenin, müfessir, muhaddis, fakih, nahivci, lügatçı vs. her sınıftan büyüklere şamildir.
4- Mezkur müceddid, asrında kesin olarak “müceddid” diye bilinemez, muasırları, onun izhar ettiği ahvalin karinesine dayanarak zann-ı galible müceddid olduğuna hükmederler.
5- Tecdidden maksad, Kitap ve sünnetin amelde ihmale uğrayan hükümlerinin ihyası, Kitap ve sünnetin muktezasının emredilmesi, bir de ortalığı saran, sünnete aykırı bid´aların yok edilmesidir.
Müslümanların vicdanında böyle bir müceddid telakkisi olduğu müddetçe, -ki kıyamete kadar devam edecektir- dine aykırı kötülüklerin arttığı devirlerde ilmi, ameli ve din uğrundaki gayretiyle iştihar edecek olan kimseler daima diğerlerince takip edilecekler, kendilerine tabi olanlar çıkacaktır. Uyanış ve dinî salabetini bu şahıslardan bilen etbaı, onları müceddid bilecektir. Bu durumda, bazı kimselerce birkısım ilim ve hamiyet sahiplerinin müceddid bilinmesi, din açısından normaldir; kınamak, hatakârlıkla itham etmek mümkün değildir. Tarihten vaki olan bu durumun bundan sonra da devam edeceği açıktır. Ancak hiç kimsenin de kesin bir dille: “Bu asrın müceddidi falancadır” demeye, bir başka iddiayı batıllıkla itham etmeye hakkı yoktur. Yukarıda yaptığımız iktibastan da anlaşılacağı üzere ciddi alimlerce müceddid olduğu ileri sürülen isimler arasında bile daima ihtilaflar olagelmiş, hatta bizzat sünnî alimler tarafından bazı Şiîlere bile müceddid denmiştir. Daha calib-i dikkat olanı, Celaleddinü´s-Süyûtî gibi son derece meşhur ve muteber bir alimin, her asrın müceddidini tadad ettiği bir kasidede, kendisini dokuzuncu hicrî asrın müceddidi ilan etmiş olmasıdır. Müceddidleri sadec Şafiî fakihlerine hasretmesi sebebiyle İbn-i Hacer´i tenkid eden Aliyü´l-Kârî, dinî ilimlerin her birinde bir eser vermiş olması sebebiyle Celaleddinü´s-Süyûtî´yi müceddid lakabına müstehak görür.
3) Mehdi İnancı: Gruplaşmalara psikolojik ortamı hazırlayan, dinden gelen diğer bir amil de Mehdi inancıdır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´den çok çeşitli vecihlerle gelen rivayetler, müceddidden başka, kıyamete yakın, içtimâî bozuklukların artması sonucu dinsizliğin siyasî hakimiyet kuracağı bir devirde Mehdi´nin çıkıp veya Hz. İsa´nın inip ehl-i imanın başına geçerek şer kuvvetlere karşı mücadele verip zafer kazanacağını haber veriyor. Bu Mehdi inancı da, birçok asırlarda, cemiyette şer ve fesadı artıran şahıslara karşı çıkıp mücadele eden bazı fertlerin etrafında halkın “Mehdi”dir diye toplanmalarına sebep olmuştur.
İstikbalde geleceği haber verilen bu şahıs da, çeşitli hadislerde farklı şekillerde tarif ve tavsif edilmektedir. Bir rivayette Mehdi´nin Al-i Beyt´ten yani Hz. Peygambar (aleyhissalâtu vesselâm)´in neslinden olacağı belirtilirken, bir başka rivayette Mehdi´nin yapacağı hizmetlerin hemen hemen tamamı Hz. İsa tarafından görüleceği belirtilmiş; bir diğerinde de “Mehdi´nin Hz. İsa´dan başkası olmadığı” söylenmiştir. Müceddid, mehdî, Hz. İsa´nın tekrar yeryüzüne inmesi gibi birbirinden ayrı olan mefhumların böylece bazı rivayetlerde iç içe girdiği müşahede edilmektedir. İbnu Hacer, bazıları tarafından, Hz. İsa´nın tıpkı “müceddid” meselesinde olduğu gibi, yeryüzünün belli bir bölgesinde belli bir tarihinde, Mehdi olarak belli bir şahıs beklemek isabetli olmamalıdır. Her devirde, farklı bölgelerde bu manayı taşıyan şahıslar bulunabilir. Bu söylediğimizi, Mehdi inancının Deccal inancıyla beraber oluşu daha da te´yid eder. Zira bizzat hadiste, hakiki Deccal´den önce yeryüzünde otuz kadar yalancı deccalin zuhur edeceği bildirilmiştir. Hatta Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bazan Deccal´den öyle bir tarzda söz ediyordu ki, kendi muasırları bile “devirlerinde Deccal´in fitnesine uğramaktan korkuyorlardı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle diyordu: “Hz. Nuh´tan sonra, ümmetini Deccal´e karşı inzar edip korkutmayan peygamber yoktur. Ben de sizi inzar ediyorum. Beni görüp sözlerimi duyan kimselerin bile Deccal´e ulaşmaları mümkündür.” Bazı rivayetlerde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, İbnu Sayyad adında bir Yahudinin deccal olabileceği ihtimali üzerinde durup, tahkik ettiği ve hatta ashabtan bir kısmının buna dayanarak onun deccalliğine hükmettiği kaydedilir. Resulullah´ın namazlarından sonra duasında “Deccal´in fitnesinden istiazede bulunması” da mevzumuz yönünden burada kayda değer bir husustur.
Şu halde Deccal´in fitnesini bertaraf etmek vazifesiyle gelecek olan Mehdi, Deccal´in zuhurundaki mübhemiyete tabidir ve çıkacağı yer ve zaman için kesin bir şey söylenemez. Durum böyle olunca, her devirde ve İslam âleminin her köşesinde şerir insanlara “Deccal”, dine şümullü bir şekilde hizmet edenlere de bir nevi “Mehdi” nazarıyla bakılması, din açısından mahzurlu olmamalıdır. Bu konudaki hadislerin mübhem ve teşbihli olarak gelmiş olması da esasen meselenin böyle anlaşılmasına imkan vermek içindir. Mezkur ibham, rivayetlerin zayıflığından değil, lisan-ı nübüvvetin i´cazındandır. Öyle ise, birkısım büyüklere Mehdi nazarıyla bakanlar “aldanmış olmakla”, “batıl itikada saplanmış olmakla” itham edilmemelidir. Yeter ki bunlar da, kanaatlarında, hadislerle tahdid edilen telakki ve ölçülerin dışına taşarak ifrata sapmasınlar, kendi Mehdilerine inanmayanları buna zorlamasınlar, bunu bir itham vesilesi yapmasınlar. [2]
ـ5004 ـ1ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: وَالّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَيُوشِكَنَّ أنْ يَنْزِلَ فيكُمُ ابْنُ مرْيَمَ حَكَماً مُقْسِطاً، فَيَكْسِرُ الصَّلِيبُ، وَيَقْتُلُ الْخِنْزِيرَ، وَيَضَعُ الْجِزْيَةَ، وَيَفِيضُ الْمَالُ حَتّى َ يَقْبَلَهُ أحَدٌ حَتّى تَكُونَ السَّجْدَةُ الْوَاحِدَةُ خَيْراً مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فيهَا. ثُمَّ يَقُولُ أبُو هُريْرَةَ: اِقْرَءُوا إنْ شِئْتُمْ: وَإنْ مِنْ أهْلِ الْكِتَابِ إَّ لَيُؤْمِنَنَّ بِِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ اŒية[. أخرجه الخمسة إ النسائي.»الْحَكَمُ« الذي يقضي بين الناس.و»المُقسِِطُ« العادل: ضد القاسط وهو الجائر.و»وضَعَ الْجِزْيَةِ« إسقاطها عن أهل الكتاب وإلزامهم ا“سم، و يقبل منهم غيره، فذلك معنى
1. (5004)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal´e yemin ederim! Meryem oğlu İsa´nın, aranıza (bu şeriatle hükmedecek) adaletli bir hakim olarak ineceği, istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap´tan) kaldıracağı vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı olur.”
Sonra Ebu Hureyre der ki: “Dilerseniz şu ayeti okuyun. (Mealen): “Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce O´nun (İsa´nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise İsa onlar aleyhine şahitlik edecektir” (Nisa 159). [Buhârî, Büyû 102, Mezalim 31, Enbiya 49; Müslim, İman 242, (155); Ebu Davud, Melahim 14, (4324); Tirmizî, Fiten 54, (2234).][3]
AÇIKLAMA:
1- İnancımıza göre Hz. İsa ölmemiş, semaya çekilmiştir. Cesed-i dünyevîsi ile semada yaşamaktadır. Hadiste de görüldüğü üzere, kıyamete yakın, yeryüzüne inecek, müsbet icraatları gerçekleştirecek: Deccal´in hasıl ettiği manevî tahribatı telafi edecektir. Onun gelmesiyle birlikte bolluğun, refahın artacağının ifade edilmesi, onun ıslahatı sadece manevî cihette olmayacak, maddî cihette de olacak, iktisadî düzelmeler, düzeltmeler de gerçekleştirecektir.
İstavrozların kırılması, Hıristiyanlığın iptal edilmesi, yeryüzünden kaldırılması demektir. Bugün insanlığın ızdırap kaynağı olan Batı´nın gerisinde kilisenin yer aldığı düşünülürse, kilisenin iptali, Batı´nın dize getirilmesi, egoizmden kurtarılması, gerçek insaniyete kavuşturulması demektir. Dünya siyaset ve ekonomisine hakim olan Batı´nın hakka gelmesi insanlığın sulh-u umumiye kavuşması demektir. Zira günümüzde, dünyanın neresinde olursa olsun, insanları huzursuz eden bütün içtimâî fitnelerin, kargaşaların gerisinde Batı´nın eli mevcuttur. Beşerî ızdırapların temelinde bu “Batılı el” yatmaktadır.
Haçın kırılmasının zımnında hınzır etinin tahrim edilmesi mevcuttur. Zira Hıristiyanlar hınzır yeme ruhsatını dinlerinden almaktadırlar. Din iptal edilince, diğer pek çok batıl inançları meyanında “domuz yeme” âdetleri de iptal olacak demektir. Dahası, bir rivayette “…adavetler, buğzlar, hasedler de mutlaka gidecektir” denmiş olması da dikkat çekicidir. Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında, asırlar değil, çağlar boyu süregelmiş olan düşmanlıkların kalkacağı da ifade edilmiş olmaktadır. Bütün bunlarda kördüğüm kilise idi. Onun Hz. İsa tarafından iptali, çok şeyin birden değişeceğine bir işarettir.
2- Cizyenin terkedilmesi, Hıristiyanların Müslüman olması demektir. Çünkü Müslümandan cizye alınmaz, zekat alınır. Şu halde dünyada tek din kalır, cizye verecek kimse bulunmaz demektir. Bu ibareden şu yoruma ulaşan da olmuştur: “Mal öyle çoğalır ki, cizye yoluyla alınan malın sarfı için bundan istifade edecek fakir kalmaz. İstiğna sebebiyle, cizye sarfedilmeden terkedilir.” İyaz der ki: “Cizyenin vaz´ı meselesinden murad, cizyenin kâfirlere takrir edilmesi de olabilir. Bütün kâfirlerden alınacak cizye ile de mezkur bolluk hasıl olabilir.”
Nevevî, İyaz´ın yorumuna katılmaz ve: “Hz. İsa, İslam´dan başka hiçbirdini kabul etmeyecektir” der. Nitekim Ahmed İbnu Hanbel´in meseleyle ilgili bir tahricinde “Dava bir olur” buyrulmuştur.
Yine Nevevî, Hz. İsa´nın cizyeyi kaldırmasıyla ilgili olarak der ki: “Bu şeriatte cizyenin meşruluğuna rağmen Hz. İsa´nın onu kaldırmasının manası, onun meşruiyeti Hz. İsa´nın inmesiyle kayıtlıdır” demektir. Sadedinde olduğumuz hadis buna delalet eder. Hz. İsa cizye hükmünü neshedici değildir. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm), bu sözüyle neshi beyan etmiş olmaktadır. İbnu Battal da: “Biz cizyeyi, mala olan ihtiyacımız sebebiyle Hz. İsa´nın inmesinden önce kabul ediyoruz, ama Hz. İsa´nın inmesinden sonra mala ihtiyacımız olmayacak. Çünkü onun zamanında mal pek bol olacak. O kadar ki, kimse mal kabul etmeyecek. Şu da muhtemeldir: Cizyenin Yahudi ve Hıristiyanlardan kabul edilişinin meşru olması, onların elindeki kitabın vahiy olma şüphesini taşıması ve zanlarınca kadim şeriatla ilgisi sebebiyledir. Hz. İsa aleyhisselam inince, kendisini şahsen görme hasıl olunca, delillerinin inkıtaı ve durumlarının iyice ortaya çıkması sebebiyle mezkur şüphe izale olur ve onlar puta tapan diğer müşrikler durumuna düşerler ve böylece, onlarla muamele, cizyelerini kabul etmeme şeklinde olması münasib olur.”
Bu yoruma bir kayd-ı ihtirazî koymak isteriz: Burada Hz. İsa indiği zaman onu herkes İsa olarak bilecek, tanıyacak gibi bir mana mevcuttur. Halbuki ahirzaman eşhasını herkesin kesin bir şekilde bilmesi mevzubahis değildir. O şahısların yakınları, manevî mertebesi yüksek olan hal sahipleri bilse de, başkaları bilemez. Aksi durum imtihan sırrına aykırı olur.
Hz. İsa´nın inmesiyle, arzın hazinelerinin ortaya çıkacağı, ancak “kıyametin yakınlığı sebebiyle” kimsenin iltifat etmeyeceği şeklindeki yorumlar da bu açıdan tatminkâr gelmiyor.
3- “Tek secdenin dünya ve içindekilerden hayırlı olması” o zaman, “sadakayı kimse kabul etmeyeceği için Allah´a en ziyade yaklaşma yolunun sadece ibadet ve namaz olacağı” şeklinde açıklanmıştır. Bazı alimler: “İnsanlar dünyadan öylesine nefret ederler ki, tek bir secde onlara dünya ve içindekilerden daha mahbub olur” şeklinde yorum getirmiştir.
İbnu´l-Cevzî der ki: “Ebu Hureyre, rivayetin sonunda ayet okumakla, o ayetle “tek secde dünya ve içindekilerden hayırlı olacak” sözü arasında münasebet kurduğuna işaret etmek istemiştir. Zira Ebu Hureyre bu suretle insanların düzeleceklerine ve imanlarının kuvvetine ve hayırlı amellere yönelmelerine işaret etmektedir. Öylesine bir düzelme ve kuvvetli bir imana ulaşacaklar ki, onlar tek secdeyi dünya ve içindekilere tercih edecektir. Secdeden maksat rek´attir.”
4- Ayet hususunda da değişik te´vil ve yorumlar yapılmıştır.
* Bu hadisten anlaşılacağı üzere, Ebu Hureyre (radıyallahu anh)´ye göre, “ona iman edecek” ibaresindeki zamirle, ölümünden önce ibaresindeki zamir Hz. İsa´ya bakar. Yani mana şöyle olur. “Hz. İsa ölmezden önce, Ehl-i Kitaptan herkes Hz. İsa´ya inanacaktır.” İbnu Abbas da bu te´vilde cezmetmiştir. Ondan gelen bir rivayette: “Hiçbir Yahudi ve Nasranî, İsa´ya iman etmeden ölmez.. Lakin ölüm anındaki imanın faydası yoktur” buyrulmuştur.
* Müfessirler de bu meselede farklı yorumlara gitmişlerdir. Bazısına göre, ona iman edeceklerdeki zamir Allah´a veya Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´e racidir. Ölümünden öcneki zamir de kitabîye -ve hatta Hz. İsa´ya- racidir. Bu durumda, Ehl-i Kitab´ın gerçek İslam inancına ererek ölecekleri anlaşılır. Yapılan bir te´vile göre: “Ne Yahudi, ne Hıristiyan, Hz. İsa´ya (doğru şekilde) iman etmeden ölmez.” Nevevî bu görüşü şöyle açıklar: “Buna göre ayetin manası şöyledir: “Ehl-i Kitaptan her ferd, ölüm gelip (ayet ve hadiste haber verilen) ruhun çıkmasından önce, sekerât anında hakikatları gözle gördükten sonra Hz. İsa´nın Allah´ın kulu, Allah´ın bir cariyesinin oğlu olduğuna inanacak. Ancak o halde bu iman, şu mealdeki ayette de ifade edildiği üzere ona fayda vermeyecektir: “Yoksa Allah katında makbul olan tevbe, ömürleri boyunca günahları işleyip de, nihayet herbiri ölüm gelip çattığında “Ben şimdi tevbe ettim” diyenlerin veya kâfir olarak ölenlerin tevbesi değildir. Öyleleri için biz acı bir azab hazırladık.” (Nisa 18) buyrulmuştur.”
Nevevî bu te´vili daha mâkul bulur. “Çünkü der, önceki te´vilde “Ehl-i Kitapla sadece Hz.İsa´nın inme zamanına hazır olan ehl-i kitap kastedilmiş olmaktadır. Kur´an´ın zahiri ise bütün Ehl-i Kitab´a şamildir: Hz İsa´nın inme zamanındakiler olsun, daha önce yaşayanlar olsun farketmez.”
* Bazı İslam alimleri: “Diğer peygamberler değil de Hz. İsa´nın inmesi, Yahudileri reddetme hikmetine dayanır. Çünkü onların iddiasına göre, Hz. İsa´yı öldürdüler. Allah ise onların yalanlarını beyan etti” demiştir.
* Şu da söylenmiştir: “Hz. İsa, Hz. Muhammed ve ümmetinin sıfatını görünce Allah´a dua edip, kendisini de bu ümmetten kılması talebinde bulunmuş, Allah da duasını kabul etmiştir. Böylece, onun hayatını, ahirzamanda bir müceddid olarak inme vaktine kadar ibka etmiştir. Günü gelince yeryüzüne inip, Deccal´ı öldürecektir. Onun inişi Deccal´ın zuhur zamanına tesadüf edecektir.”
İbnu Hacer önceki görüşü daha mâkul bulur.
* Hz. İsa inince, yeryüzünde ne kadar kalacak, ihtilaflıdır:
** Bazı rivayetlerde yedi yıl kalacaktır.
** Bazı rivayetlerde, indikten sonra evleneceği ve 19 yıl daha yaşayacağı ifade edilmiştir.
** Bir başka rivayette ise 40 yıl kalacağı söylenmiştir.
* Hz. İsa ile ilgili bir rivayet de şöyledir: “Hz. İsa, üzerinde kızıl toprak renginde iki elbise olduğu halde iner; salibi kırar, hınzırı öldürür, cizyeyi kaldırır, insanları İslam´a çağırır. Allah onun zamanında, İslam hariç bütün dinleri ortadan kaldırır. Yeryüzüne emniyet gelir. Aslanlar develerle otlar. Çocuklar yılanlarla oynar.”
* Hz. İsa´nın semaya çekilmesinden önce ölüp ölmediği hususunda da ihtilaf edilmiş ise de bu meselede esas olan, şu mealdeki ayettir: “O vakit Allah buyurdu ki: “Ey İsa! Seni, ecelin geldiğinde öldürecek olan benim. Seni ben semaya yükselteceğim. Yahudilerin suikastinden tertemiz kurtaracağım… (Al-i İmran 55).
* Hz. İsa semaya çekildiği zaman kaç yaşında olduğu da ihtilaflıdır; 33 denmiştir, 120 denmiştir.[4]
ـ5005 ـ2ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أمَّتِي يُقَاتِلُونَ عَلى الْحقِّ ظَاهِرينَ الى يَوْمِ الْقِيَامَةِ. فَيَنْزِلُ عِيسى ابْنُ مَرْيَمَ فَيَقُولُ أمِيرُهُمْ: تَعالَ صَلِّ لَنَا. فَيَقُولُ: َ. إنَّ بَعْضَكُمْ عَلى بَعْضٍ أُمَراءُ، تَكْرِمَةِ اللّهُ تَعالى لِهذِهِ ا‘مَّةِ[. أخرجه مسلم .
2. (5005)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücadeleye kıyamet gününe kadar devam edecektir. O zaman İsa İbnu Meryem de iner. Bu Müslümanların reisi: “Gel bize namaz kıldır!” der. Fakat Hz. İsa aleyhisselam: “Hayır! der, Allah´ın bu ümmete bir ikramı olarak siz birbirinize emîrsiniz!” [Müslim, İman 247.] [5]
AÇIKLAMA:
1- Önceki hadisin açıklamasında Hz. İsa ile ilgili gerekli malumatı dercettik.
2- Hadis, kıyamete kadar, yeryüzünde İslam´ın devam edeceğini, hem de açıktan açığa mücadele edecek bir güç ve kuvvete sahip olarak devam edeceğini ifade eder. Bu ifade İslam´a karşı olan güçlerin devam edeceğini de ifade eder. Ancak, İslam´ın kesin bir mağlubiyetle her tarafta sindirilmiş, gizlilik içinde, gayr-ı müessir, mahdud ferdler arasında devamı suretinde değil, muzafferâne, açıktan açığa mücadelesini yapabilen bir haşmet içerisinde devam edeceğini ihbar etmektedir. Bu ihbar-ı nebevî, mü´minlerin gelecek hakkında ye´si atmaları için yeterli bir müjdedir. Tarih boyu Müslümanlar çeşitli işkence, hakaret, muhaceret, mağlubiyet vs. zilletleri tatmışlarsa da, hiçbir zaman kesin bir yenilgiyle yok edilememişlerdir. Aleyhissalâtu vesselâm, bu halin kıyamete kadar devam edeceğini, yeryüzünün bazı bölgelerinde sindirilmiş olsalar bile, diğer bir kısım bölgelerinde tevhid bayrağının dalgalanacağını haber vermektedir.[6]
ـ5006 ـ3ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَسولَ اللّه # قالَ: لَوْ لَمْ يَبْقَ مِنَ الدُّنْيَا إَّ يَوْمٌ وَاحِدٌ لَطَوَّلَ اللّهُ ذلِكَ الْيَوْمَ حَتّى يَبْعَثَ فيهِ رَجًُ مِنِّي، أوْ قَالَ: منْ أهْلِ بَيْتِي، يُوَاطِئُ اسْمُهُ اسْمِي، وَاسْمُ أبِيهِ اِسْمُ أبِي، يَمْ‘ُ ا‘رْضَ قِسْطاً وَعَدًْ كَمَا مُلِئَتْ جُوْراً وَظُلْماً[. أخرجه أبو داود، واللفظ له، والترمذي .
3. (5006)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Dünyanın tek günlük ömrü bile kalmış olsa Allah o günü uzatıp, benden bir kimseyi o günde gönderecek.”
İbnu Mes´ud: “Resulullah yahut da şöyle buyurmuştu der: “…Ehl-i beytimden birisi, ki bu zatın ismi benim ismine uyar, babasının ismi de babamın ismine uyar. Bu zat, yeryüzünü, eskiden cevr ve zulümle dolu olmasının aksine- adalet ve hakkaniyetle doldurur.” [Ebu Davud, Mehdî 1, (4282); Tirmizî, Fiten 52, (2231, 2232).][7]
ـ5007 ـ4ـ وعن أم سلمة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ
#: الْمَهْدِيُّ مِنْ عِتْرَتِي مِنْ وَلَدِ فَاطِمَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه[. أخرجه أبو داود .
4. (5007)- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resululah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Mehdi benim zürriyetimden, kızım Fatıma´nın evladlarındandır.” [Ebu Davud, Mehdi 1, (4284).][8]
ـ5008 ـ5ـ وعن أبِي إسْحَاقَ قَالَ: ]قَالَ عليٌّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه، وَنَظَرَ الى ابْنِهِ الحَسَنِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه. فقَال: إنَّ ابْنِى هذَا سَيِّدٌ كَمَا سَمَّاهُ رَسُولُ اللّهِ #، وَسَيَخْرُجُ مِنْ صُلْبِهِ رَجُلٌ يُسَمِّى بِاسْمِ نَبِيّكُمْ، يُشْبِهُهُ في الْخُلْقِ وََ يُشْبِهُهُ في الْخَلْقِ ثُمَّ ذَكَرَ قِصَّةَ يَمْ‘ ا‘رْضَ عَدًْ[. أخرجه أبو داود .
5. (5008)- Ebu İshak anlatıyor: “Hz. Ali (radıyallahu anh) , oğlu Hasan (radıyallahu anh)´a baktı ve: “Bu oğlum, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın tesmiye buyurduğu üzere Seyyid´dir. Bunun sulbünden peygamberinizin adını taşıyan biri çıkacak. Ahlakı yönüyle peygamberinize benzeyecek; yaratılışı yönüyle ona benzemeyecek” dedi ve sonra da yeryüzünü adaletle dolduracağına dair gelen kıssayı anlattı.” [Ebu Davud, Mehdî 1, (4290).][9]
AÇIKLAMA:
1- Mehdi, ahirzamanda gelip, Müslümanların dinlerini tecdid edeceğine inanılan zata denir. Kelime olarak hidayet kökünden gelir. Allah´ın hidayetine ermiş manasını taşır, ancak hidayete erdirecek manasını da ifade eder.
Mehdi üzerinde çok sayıda hadis gelmiştir. Alimler bunu mütevatir kabul eder. Sadece İbnu Haldun bu hadislerin zayıf olduğu iddiasını ileri sürmüştür. Onun bu görüşünü İslam uleması kabul etmemiş “batıl”lıkla damgalamıştır. Ebu Davud şarihi Azimabadi´nin belirttiği üzere, Resulullah´tan beri, “Müslümanların kâffesi” ahirzamanda, Ehl-i Beyt´e mensup bir zatın çıkıp dini güçlendirebileceğine, adaleti hakim kılacağına, Müslümanların ona tabi olup İslam beldelerinde hakimiyet kuracağına, bu kimseye Mehdi deneceğine inanmıştır. Bu inanç meşhur olmuştur.
Deccal´in, Mehdi´nin çıkması ve bunlardan sonra kıyamet alâmeti olarak bazı hadisatın zuhuru sahih rivayetlerde gelmiştir. Bazı rivayetlere göre Mehdi´den sonra Hz. İsa inecektir. Bazılarına göre de, ikisi aynı zamanda çıkacak ve Hz. İsa Mehdi´ye yardımcı olacak, birlikte Deccal´i öldürecekler, Hz. İsa, Mehdi´nin arkasında namaz kılacaktır.
Zikri geçen ve mütevatir derecesine ulaştığı kabul edilen hadisler Ebu Davud, Tirmizî, İbnu Mace, Bezzar, Hakim, Taberânî, Ebu Ya´la el-Mevsılî gibi meşhur imamlar tarafından tahric edilmiştir. Bu hadisleri Hz. Ali, İbnu Abbas, İbnu Ömer, Talha, İbnu Mes´ud, Ebu Hureyre, Enes, Ebu Said el-Hudrî, Ümmü Habibe, Ümmü Seleme, Sevban, Kurre İbnu İyâs, Ali el-Hilâlî, Abdullah İbnu´l-Haris İbni´l-Cez´ radıyallahu anhüm ecmain gibi Ashab´ın en tanınmış kişileri rivayet etmiştir.
Bu rivayetlerin senetleri arasında zayıf olanları var ise de, hasen ve sahih olanları da var. Esasen tevatür derecesine ulaşan rivayetlerde zayıflar nazar-ı itibara alınmaz.
Günümüzde , daha ziyade batı menşeli telkinlerle olduğu anlaşılan bir fikir, İslam´da Mehdi inancının yokluğu iddiasını yaygınlaştırmaya çalışmaktadır. Dinî kaynaklara inemeyen veya kesif propagandanın tesiriyle sathî nazar eden birkısım insanlar tarafından benimsenen bu iddiaya göre, Mehdilik inancı İslam´da yoktur, sonradan girmiştir. Bunların en büyük dayanakları İbnu Haldun´dur. Fikirlerini isbatta kendilerince birkısım deliller de ileri sürmektedirler. Şöyle ki:
1) Kur´an-ı Kerim Mehdi´den bahsetmiyor.
2) Buhârî, Müslim gibi en muteber kaynaklarda Mehdi ile ilgili hadisler mevcut değildir.
3) Mehdi ile ilgili haberler haber-i vahiddir.
4) Bu inanç, her dinde görülen bir efsaneden ibarettir, bir kısım kötü niyetlilerin istismarına açık kapıdır vs.Şimdi bunları kısaca açıklayalım:[10]
1) Kur´an´da Mehdi Meselesi:
Kur´an-ı Kerim´de Mehdi´den bahsedilmiyor iddiası hem doğrudur, hem yanlış. Eğer bunu, Deccal meselesinde olduğu gibi, kelime olarak ararsak yoktur, bu bakımdan doğrudur. Ancak, Mehdi´yi mefhum olarak Kur´an´da ararsak, “yoktur!” demek, söz götürecek bir husustur.
Mehdi´yi mefhum olarak ele aldık mı, dindeki bozuklukları ıslah edici, cemiyete çöken zulmü, kötülükleri giderici, adaleti hakim kılıcı bir kurtarıcı şeklinde anlamak zorundayız. Yukarıda kaydedilen hadislerden anlaşılan budur.
Bu manada Kur´an-ı Kerim´de mîsak ayetleri var. Yani her peygamberin, kendisinden sonra gelecek bir kurtarıcıyı ümmetine haber verdiği, o kurtarıcı geldiği takdirde, ona uyacakları hususunda onlardan mîsak (kesin söz) aldığı bazı ayetlerde belirtilmiştir. İşte onlardan birinin meali: “Hani Allah, peygamberlerine, “ben size kitaptan ve hikmetten nasip verdim. Sizden sonra size verdiklerimi tasdik edici bir peygamber gelecek. Siz de muhakkak ona iman edip ona yardım edeceksiniz” buyurarak onlardan ahid almış ve sormuştu: “İkrar edip ahdimi kabul ettiniz mi ” Onlar: “İkrar ettik!” dediler. Allah buyurdu ki: “Öyle ise şahidlerden olun ve ümmetlerinize bunu böylece bildirin ben de sizinle birlikte bu ahdin şahidiyim. Bundan sonra kim bu ahidden yüz çevirirse, işte onlar, Allah´ın emrinden çıkmış fasıkların ta kendisidir” (Al-i İmran 81-82).
Alimler bu ayetten başka diğer bir kısım Kur´anî ve Nebevî nasslara dayanarak Hz. Adem´den itibaren bütün peygamberlerden, hem kendilerinden sonra gelecek peygamber ve hem de bizzat Hz. Muhammed hakkında mîsak alındığını belirtirler. Her peygamberden alınan mîsak hususunda kaydettiğimiz ayet sarih değil ise de, İbnu Abbas ve Hz. Ali (radıyallahu anhüm)´den kaydedilen şu beyan sarihtir:
“Allah, gönderdiği her peygamberden “Allah Muhammed´i kendisi hayatta iken gönderdiği takdirde ona inanacağına ve ona yardım edeceğine dair mîsak aldı.” Hadisin devamında “Cenab-ı Hakk´ın her peygambere ayrıca: “Ümmetlerinden “kendileri sağ iken Muhammed gönderildiği takdirde ona iman edip yardımcı olmaları hususunda da mîsak almalarını emrettiği” belirtilmektedir.
Nitekim İncil´de olsun Tevrat´ta olsun, onların maruz kaldığı bütün tahrifata rağmen Resulullah´ı haber veren pek çok ayet halen mevcuttur. Hüseyin-i Cisrî, Risale-i Hamidiye adlı te´lifinde bu ayetlerden 110 kadarını göstermiştir. Bu kitap, dilimize çevrilmiş ve basılmıştır. İncil ve Tevrat´taki ayetler umumiyetle bilinen, duyulan bir husustur, merak eden çabucak bulabilir. Bizce daha ilgi çekici olanı, semavî kitaplar deyince; hatıra gelmeyen, Zerdüştlerin, Brahmanların, Budistlerin mukaddes kitaplarında da Hz. Peygamber´den bahsedilmiş olmasıdır. Bizim inancımız o kitapların asıllarının semavî olduğunu kabule müsaittir. Hatta Fahr-ı Âlem´in onlarda zikri, asıllarının semavî olduğu hususunda bize yakin verir. Bu cümleden olarak, Osmanlıların son zamanlarında Asya devletlerini dolaşan meşhur seyyah Abdürreşid İbrahim´in hatıralarında görüyoruz ki, bir Budist rahip mukaddes kitaplarında Hz. Muhammed´in zikredildiğini ve Muhammed´in peygamberliğini inkâr etmenin mümkün olmadığını söylediğini nakleder. Muhammed Hamidullah´ın Resulullah Muhammed adlı kitabında bu meselenin o kitaplardan detaylı şekilde tahkikini görmekteyiz. Hz. Adem´den beri her peygamberin, ümmetini;
1- Kendinden sonra gelecek peygambere uyması.
2- Geldiği zaman Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´i tanıması hususlarında uyardığı, mîsak aldığı, hatta Fahr-ı Âlem´in belli başlı mümeyyiz vasıflarını öğrettiği hususunda ikna olabilmemiz için adı geçen kitaptan bazı pasajlar sunacağız.
Müellif, önce Hz. Adem ve onun oğlu Şit aleyhima´sselam´dan söz eder.
“Pek tabiidir ki biz Hz. Adem´in ve keza onun oğlu Şis (Şit) peygamberin sahip oldukları kitapların içindekilerini bilememekteyiz. Bize kadar gelen en eski bilgi, öyle anlaşılıyor ki İdris Peygamber hakkındadır. İslamî kaynaklar bu peygamberin yazıyı icad ettiğini söylemektedirler. Yahuda´nın bir mektubuna nazaran, durum şöyledir (İncil, Yahuda´nın Mektubu, 14 ve 15. cümleler):
“Adem´den sonra gelen İdris de şunları önceden haber vermiştir: “Bilin ki Rab on binlerce veli ile gelip herşey hakkında nihaî hükmünü verecektir: Allah´a karşı gelerek işledikleri günahkâr fiil ve hareketlerden, ona karşı sarfettikleri günahkâr, sert sözlerden dolayı günah işlemiş olanların hesabı görülecektir.”
Hıristiyan müfessirler, bu sözlerden “gelecek olan bir kimse varlığına dair bir ön haber (beşaret)” neticesi çıkarırlar. Ancak İdris Peygamber´in bu ön haberinin kalan kısmı maalesef tamamen kaybolmuştur; elimizde bulunmamaktadır.[11]
Mecusilikte İhbar
O sırada mevcut dinlerden Mecusilik belki de en eski bir dindi. Bu dine mensup olanlar Mekke´de hiç bulunmamakla beraber, Mekkeli kervanların sık sık uğradıkları Doğu ve Güney Arabistan´da çok sayıda mevcut idiler. Zerdüşt´ün kitabı olan Avesta, Zend dilinde idi ve fakat kaybolmuştu. Bunun daha sonra Pazend dilinde yapılmış olan tefsirleri dahi (ki bunun bazı parçaları bize kadar ulaşabilmiştir), iyice ihmal edilip terkedilmiş ve hatta bu din mensupları ile Mazdek´in ortaya attığı dinin mensupları arasında çıkan din harplerinde kaybolup gitmişti. Zerdüşt herhalde Tek Allah, yani Ahura Mazda inancını insanlara talim etmişti ve fakat Araplar onu ikicilik (dualizm)´in ve Khuvedhvagdas´ın (en yakın ve mahrem akrabalarla yapılan nikahın, yani kızkardeş, ana ve kızlarıyla bir erkeğin evlenmesinin yabancılarla yapılan evliliklere üstün tutulup sevap kabul edilmesi), kurucusu olarak bilirler. Bu tarz bir tatbikat, ister onun bizzat talim edip öğrettiği bir şey olsun ister olmasın 7. miladî asrın başında bu din, “ateşe tapma”, biri iyilik diğeri kötülük olmak üzere aralarında devamlı bir mücadele ve savaşın bulunduğu “iki tanrı inancı” şeklinde değişip dejenere olmuştu.[…]
Modern araştırmalar göstermiştir ki, Zerdüşt tek Allah´a inanmıştı. Meleklere, onun seçtiği kimselere İlahî vahyin gelebileceğine, cennete ve diğerlerine iman ediyordu. Zend Avesta´nın bugün elimizde bulunan parçalarında (Yasht 13, XXVIII. 129), putları kıracak olan Soeshyant (manası: Herkese, âlemlere rahmet) adında biri ile keza Astvat Ereat (manası: Halkı ayağa kaldıran)ın geleceğini önceden haber vermiştir.[12]
Brahmanizm´de İhbar
Daha evvelki diğer dinler gibi Brahmanizm´de de “ilerde gelecek beklenen bir kimse” inancı vardır. Mesela Asrava Veda adını taşıyan dinî kitaplarında, bu kimsenin ismi de verilmiştir: Naraşansah Astivişyat yani, “alkışlanacak olan, övülmeye layık kişi.” Onun bineceği araba çok süratli koşan develer tarafından cennete varana kadar koşturulacaktır vesaire… Vişnu Puran adlı kitabın 24. bölümünde denmektedir ki: Veda´lar (yani gerçek ilim kitapları) tarafından öğretilen hareket ve fiiller, hukuki müesseseler mevcudiyetlerini tam kaybedecekleri sırada bu karanlık çağların sona ermesi yaklaşacak ve Tanrı´nın son tenasuhu bir “cenkçi muharib” şeklinde tezahür (tecelli) edecekti. Bu “muharip”, Sambla Dîb (Kublu Ada)´de arif ve namlı bir aileden dünyaya gelecek, babasının adı Vişnuyasa (Allah´ın Kölesi Abdullah) anasınınki ise Somti (emin olunan kimse, Amine) olacaktır vs…
Brahmanizm´de Allah´ın yeryüzüne insan şeklinde ineceğine inanılır. Bunların Purana denen mukaddes kitapları vardır. Kur´an´da geçen Zübüru´l-evvelîn tabirini andıran bir mana taşır: Eski yazılar… Mezkur ayetin bu kitaba işaret etmiş olabileceği muhtemeldir: “Şüphesiz bu Kur´an´ı Âlemlerin Rabbi indirmiştir. İnsanları uyarman için onu, Ruhu´l-Emin (Cebrail) apaçık bir Arapça ile indirdi. Onun bahsi zübüru´l-evvelînde de vardır” (Şuara 196). [13]
Budizm´de İhbar
Calibi dikkattir ki Buda dahi dini tamamlayamadığını ifade etmektedir. Ona göre, maitreya (bir diğer okunuşa göre: Matteya) yani “herkese, âlemlere rahmet” (= Rahmeten li´l-Âlemin) gelip bu işi görecektir.” (Bk. Buda´nın Mukaddes Kitabı).[14]
Bütün Dinlerde “Gelecek Bir Kurtarıcı” İnancı
Mîsak ayetinde haber verilen, her peygamberin ümmetine gelecek bir peygamberi haber verme keyfiyeti, günümüzde ilmî araştırmalarla tahkik edilmiştir. Yeryüzünün tarihen birbiriyle irtibatı olmayan en ücra köşesindeki cemaatlerin kültürlerinde yapılan araştırmalar, aralarında müşterek inançların varlığını ortaya çıkarmıştır. Mesela Amerika yerlileri ile, Afrika veya Avustralya yerlileri arasında o kadar benzer kültür değerleri, inançlar, efsaneler tesbit edilmiştir ki, başta Alman etnolog Wilhelm Schmidt olmak üzere birçoklarını: “Bidayette insanlık tek bir cemiyetti. Bu cemiyet oldukça ileri bir kültür seviyesine ulaştıktan sonra, birkısım sebeplerle yeryüzüne dağıldılar. Bu müşterek unsurlar, o eski kültürün hatıralarıdır” manasında, Kur´an-ı Kerim´in tezine uygun ilmî bir nazariye ileri sürmeye itmiştir.”[15] Nitekim Kur´an´a göre insanlık Hz. Adem´den çoğalmıştır ve bidayette “Tek bir ümmet” hayatı yaşamıştır: كَانَ النَّاسُ اُمَّةً وَاحِدَةً (Bakara 213). Razi ve diğer İslam alimlerine göre bu birlik, Hz. Nuh´a kadar devam etmiştir.
Biz burada mevzuun dışına çıkmadan şunu hatırlatmak istiyoruz: İnsanlığın bu müşterek kültürü arasında yer alan değerlerden biri, “Bir kurtarıcı beklemek inancı”dır. Bu inanç sadece semavi menşei herkesçe bilinen Yahudi ve Hıristiyanlara mahsus değildir. Hemen hemen yeryüzündeki bütün “iptidaî” dinlerde de mevcuttur. Batılılar, Amerika´yı keşfettikleri zaman, bilhassa Brezilya yerlilerinde deniz yoluyla gelecek bir kurtarıcı inancı tesbit etmişlerdir. Sosyologların Cultes du Cargo (gemi akidesi) diye ıstılahlaştırdıkları bu inanç Malezya´da da görülmüştür.
Sözü uzatmaya hacet bırakmadan özetlemek gerekirse, dinler tarihi araştırıcıları eski Mısır medeniyetinden, Çin, Hint, İran, Amerika ve Afrika yerlilerine varıncaya kadar hemen hemen bütün kültürlerde adaleti ikame edecek bir halaskârın geleceği inancına rastlamışlardır.
Cihanşümul bu beşerî vak´ayı, biz bazı sığların yaptığı gibi İslam dininde mevcut olan Mehdiyi muntazar inancını, “diğer dinî efsanelerdekinin aynı olan asılsız bir efsane” olarak yorumlama vasıtası yapmaya kesinlikle karşıyız. Bilakis, bu cihanşümul vak´a, Kur´an-ı Kerim´de geçen ve yukarıda kaydettiğimiz mîsak hadisesinin te´yididir. Peygambere mazhar olan her cemaat, peygamberinden, kendisinden sonra gelecek bir kurtarıcı haberini almıştır. Kur´an-ı Kerim, peygambersiz ümmet bırakılmadığını, bütün cemaatlere peygamber gönderildiğini belirttiğine göre, yeryüzünün bütün cemiyetlerinde bir kurtarıcı, bir halaskâr bekleme inancının varlığından daha tabii bir şey olamaz.
Bediüzzaman´ın kaydedeceğimiz tahlilinde görüleceği üzere insanlık, yeis verici, kahredici, zalimane idareler, istilalar, sürgünler hengamında bir ümide muhtaçtır. Bu her devir insanının tabii bir ihtiyacıdır. O sayede kötü şartlara tahammül edebilir, sabredebilir, mukavemet gösterebilir. Bu ümid insanlık için, bir kısım insanî duyguların canlı kalabilmesi için gereklidir.
Bu sebeple, Muhammed ümmetine, Mehdi müjdelenmiştir. Yani ümmetin fesada uğradığı, dinin arzu ettiği adalet, mal, can, ırz emniyeti, hürriyet… gibi ideal şartların kaybolduğu; zulmün, haksızlık ve adaletsizliğin, dinsizlik ve sefahetin, istibdad ve istilanın hakim olduğu şartlarda, bunun devam etmeyeceği, bu şartların zaman içinde, bir Mehdi´nin zuhuru şeklinde tecelli edecek İlahî rahmetle sona ereceği ifade edilmiştir. İslam´da Mehdi inancı Deccal inancıyla beraber zikredilir. Deccal zulüm, adaletsizlik, dinsizlik gibi kötü şartların, içtimâî fesadın sembolüdür, cemiyette pek çok maddîmanevî tahriplere, ızdıraplara sebep olacaktır. Mehdi ise onun tahribini tamir edecek, zulmü kaldıracak, adaleti getirecek, dinsizlik, sefahet yerine gerçek İslam´ı ihya edecektir. Her ikisi ile ilgili hadisler manen mütevatir derecesine ulaşmıştır.
İslam ümmeti, Deccal ve Mehdi inançlarına dayanarak her asırda ortaya çıkan zalim ve despotları “Deccal” diye tavsif ederek onlardan uzak kalmayı, desteklememeyi, tamir için ortaya çıkan, dine, sünnete çağıran muttaki muslihleri de “Mehdi” bilerek etrafında toplanmayı, böylelerini desteklemeyi esas edinmiştir. Bu meseleye temas eden kitaplarda her asırda Mehdi bilinen insanların isimlerine rastlanır.
Bu inanç sayesinde, kötüler frenlenmiş, zalim ve despotlar -halk tarafından Deccal kabul edilerek, halkın bir Mehdi´nin etrafında toplanmasına meydan verme korkusuyla- büyük ölçüde hizaya gelmiş olmalıdırlar.
Batılı sömürgecilerin yazdıklarından, onların uykusunu kaçıran bir hususun, Batı hakimiyetine düşen “yerli kavimler”deki bu Mehdiyi muntazar inancı olduğu anlaşılmaktadır. Sosyologların kitaplarında, Afrika´daki milliyetçi ve anti emperyalist hareketlerin, daima Mehdi ilan edilen yerli liderler etrafında teşkilatlanıp geliştiğinden yakınılmaktadır. Bu maksatla yapılan bir tahlil yazısında, Sudan, Somali, Senegal, Nijerya, Kamerun vs. yerlerde 19. asırda ve bu asrın ilk yarısında Batılı sömürgecilere karşı zuhur eden mehdici hareketleri ve liderlerini tanıttıktan sonra müellif, yazısını şu uyarıyla tamamlar: “Bütün bu mülahazalar, bizi mehdilik hareketinin tropikal Afrika´da sona ermediğini düşünmeye sevkediyor. Gelecekte yeni mehdici hareketleri beklemeliyiz.”[16] Mehdi hareketlerindeki tahlilleriyle tanınmış bir diğer Batılı, bu hareketlerin Batılının getirdiği yeni şeylere karşı olmayıp, bu yenilikler vasıtasıyla kurulan sömürü sistemine karşı olduğunu belirtir ve şöyle bir sonuçla tahlilini noktalar: “Bu tahlilden elde edilecek bazı neticeler, yeni devletlerin yeni liderlerinin işine yarayabilir.”[17] Esasen yazının, Afrika´da Batı menfaatleri doğrultusunda hakimiyet icra eden yerli liderlere yol göstermek, onları uyanık olmaya sevketmek için kaleme alınmış olduğu, ilk satırlardan itibaren anlaşılmaktadır.
Elbette bu zihniyet, hakimiyetlerinin üzerinde Demokles´in kılıcı gibi sallanan bir inancın ciddi şekilde insanların kalplerinde yer etmesini istemeyecektir. O zihniyete alet olan kimselerden de, dünyanın her tarafında, aynı telden nameleriyle beynelmilel koroya refakat etmekten mehdilik inancını inkâr ve istihfaftan öte bir şey beklenmez.
Mehdi inancına bizde karşı çıkanların, muteber kitaplarda gelen bir meseleyi inkârla irtikab ettikleri hatanın ötesinde, kimlere alet oldukları da böylece anlaşılmış olmalıdır. Bu inancı şarlatanların istismarı da reddetmeye haklılık kazandırmaz. Suiniyet sahiplerinin her istismar ettiği şeyi veya kötüye kullanılan her şeyi reddetmeye kalksak, elde hiçbir şey kalmaz. Bir şeyin isbat veya nefyinde ölçü, dinimiz açısından kaynaklarımız olmalıdır. Kur´an ve makbul sünnette gelen hiçbir şeyi, suistimal edenler var diye reddetmeye hakkımız yoktur.[18]
Mehdi Ve Deccal, Şahs-I Manevî Midir
Hadislerde ahirzamanda çıkacak bu şahıslar öyle tasvir edilmiştir ki, hadislerin te´vilsiz, zahirî manalarını aynen kabul etmek zordur. Çünkü belirtilen evsafta normal insan bulmak mümkün değildir. Bediüzzaman, bu durumdan hareketle bu ahirzaman eşhasının, o büyük işleri çevirecek cemaatlerin lideri olacaklarını, cemaat kuvvetiyle yapılacak icraatların, hadislerde, onların temsilcisi durumunda olan “Deccal” ve “Mehdi”ye nisbet edilerek beyan edildiğini belirtir. Bediüzzaman´a has bu yorumda, ferd olarak Mehdi´yi veya Deccal´i inkâr mevzubahis değildir. Onlara izafe edilen icraatın onları bayraklaştırmış olan cemaatler, komiteler tarafından gerçekleştirileceği söylenmiş olmaktadır.
Bediüzzaman´ın seleflerinde rastlanmayan diğer bir yoruma göre, Mehdi ve Deccal´le ilgili ihtilaflı rivayetler arasında ihtilaf mevcut değildir. Bu durum, her asırda çıkacak o manadaki şahısların farklılıklar arzedecek vasıflarını beyandır. Bu vasıfları bir kişide aramak mümkün değildir. Eserlerinde farklı yerlerde bu meselelere yer verir. Onlardan birkaç iktibas yapacağız:
“Sual: Ahirzamanda Hazret-i Mehdi geleceğine ve fesada girmiş âlemi ıslah edeceğine dair müteaddit rivayat-ı sahiha var. Halbuki şu zaman, cemaat zamanıdır; şahıs zamanı değil! Şahıs ne kadar dahi ve hatta yüz dahi derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı manevîsini temsil etmezse; muhalif bir cemaatin şahs-ı manevîsine karşı mağlubdur. Şu zamanda -kuvvet-i velayeti ne kadar yüksek olursa olsun- böyle bir cemaat-i beşeriyenin ifsadat-ı azimesi içinde nasıl ıslah eder Eğer Mehdi´nin bütün işleri harika olsa, şu dünyadaki hikmet-i İlahiyyeye ve kavanin-i adetullah´a muhalif düşer. Bu Mehdi meselesinin sırrını anlamak istiyoruz
Elcevap: Cenab-ı Hak; kemal-i rahmetinden, Şeriat-ı İslamiyye´nin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, her bir fesad-ı ümmet zamanında, bir muslih veya bir müceddit veya bir halife-i zîşan veya bir kutb-u âzam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş; fesadı izale edip, milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmedî´yi (aleyhissalâtu vesselâm) muhafaza etmiş. Madem âdeti öyle cereyan ediyor; ahirzamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hakim, hem müdhi, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zat-ı nuranîyi gönderecek; ve o zat da, Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır. Cenab-ı Hak, bir dakika zarfında beyne´ssema ve´l-arz alemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin nümunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden Kadir-i Zülceal; Mehdi ile de, âlem-i İslam´ın zulümatını dağıtabilir. Ve vaadetmiştir, vaadini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiyye noktasında bakılsa, gayet kolaydır. Eğer daire-i esbab ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar mâkul ve vukua layıktır ki, “Eğer Muhbir-i Sadık´dan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir ve olacaktır” diye ehl-i tefekkür hükmeder. Şöyle ki:
اَللّهُمَّ صَلِّ عَلى سَيِّدِنَا مُحَمّدٍ وَعلى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلى اِبْرَاهِيمَ وَعلى آلِ اِبْرَاهِيمَ في الْعَالَمِينَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ
Felillahil hamd duası -umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua- bilmüşahede kabul olmuştur ki; Al-i Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm), Al-i İbrahim aleyhisselam gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve asarın mecmalarında o nuranî zatlar kumandanlık ediyorlar[19] (Haşiye) Ve öyle bir kesrettedirler ki; o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka vaziyetini alsalar, İslamiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! İşte o pek kesretli, o muktedir ordu, Al-i Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´dir ve Hazret-i Mehdi´nin en has ordusudur.
Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şeçere ile ve senedlerle ve an´ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Al-i Beyt´ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalpleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabiyle serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azime içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hadisat-ı azime vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azimedeki bir hamiyet-i aliyye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip, tarik-i hak ve hakikata sevkedecek. Böyle olmak ve böyle olmasını; bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, adetullahtan ve rahmet-i İlahiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.
İkinci işaret, yani Altıncı işaret: Hazret-i Mehdi´nin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid´akârânesini tamir edecek; sünnet-i seniyyeyi ihya edecek; yani âlem-i İslamiyette risalet-i Ahmediyye (s.a.s.) inkâr niyetiyle Şeriat-ı Ahmediyyeyi (s.a.s.) tahribe çalışan Süfyan komitesi, Hazret-i Mehdi cemiyetinin mucizekâr manevî kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak.
Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı Uluhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyyeyi zir ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa (aleyhissalâtu vesselâm)´nın din-i hakikisini İslamiyet´in hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaati namı altında ve “Müslüman İsevîler” ünvanına layık bir cemiyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsa aleyhisselam´ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtcak; beşeri, inkâr-ı Uluhiyetten kurtaracak..
Şu mühim sır pek uzundur. Başka yerlerde bir nebze bahsettiğimizden, burada bu kısa işaretle iktifa ediyoruz.
On yedinci Mesele: Rivayette var ki: “Deccal çıktığı gün bütün dünya işitir ve kırk günde dünyayı gezer ve harikulâde bir eşeği vardır.”
Allahu a´lem, bu rivayetler tamamen sahih olmak şartıyla te´villeri şudur: Bu rivayetler mu´cizane haber verir ki: “Deccal zamanında vasıta-i muhabere ve seyahat o derece terakki edecek ki, bir hâdise bir günde umum dünyada işitilecek. Radyo ile bağırır, şarkgarp işitir ve umum ceridelerinde okunacak. Ve bir adam kırk günde dünyayı devredecek ve yedi kıt´asını ve yetmiş hükümetini görecek ve gezecek” diye, zuhurundan on asır evvel telgraf, telefon, radyo, şimendifer, tayyareden mu´cizane haber verir. Hem Deccal, deccallık haysiyetiyle değil, belki gayet müstebid bir kral sıfatiyle işitilir. Ve gezmesi de, her yeri istila etmek için değil, belki fitneyi uyandırmak ve insanları baştan çıkarmak içindir. Ve bindiği merkebi ve himarı ise, ya şimendiferdir ki, bir kulağı ve bir başı cehennem gibi ateş ocağı, diğer kulağı yalancı cennet gibi güzelce tezyin ve tefriş edilmiş. Düşmanlarını ateşli başına, dostlarını ziyafetli başına gönderir. Veyahud onun eşeği, merkebi, dehşetli bir otomobildir veya tayyaredir veyahud.. (sükut lazım!)
On dokuzuncu Mesele: Rivayetlerde, ahirzamanın alâmetlerinden olan ve Al-i Beyt-i Nebevîden Hazret-i Mehdi´nin (radıyallahu anh) hakkında ayrı ayrı haberler var. Hatta birkısım ehl-i ilim ve ehl-i velayet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.
Allahu a´lem bissavab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir te´vili şudur ki: “Büyük Mehdi´nin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âleminde çok dairelerde icraatları olduğu gibi.. her bir asır me´yusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini te´yid edecek bir nevi Mehdi´ye veyahud Mehdi´nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan, rahmet-i İlahiye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi Al-i Beyt´ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş.Mesela: Siyaset âleminde Mehdi-i Abbasî ve diyanet âleminde Gavs-ı Âzam ve Şah-ı Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve on iki imam gibi Büyük Mehdi´nin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdi hakkında gelen rivayetlerde, -medar-ı nazar Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) olduğundan- (rivayetler) ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: “Eskide çıkmış.” Her ne ise. Bu mesele Risale-i Nur´da beyan edildiğinden, onu ona havale ile, burada bu kadar deriz ki:
Dünyada mütesanid hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, Al-i Beyt´in hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin.
Evet yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler manevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-ı Kur´aniye´nin mayası ile ve imanın nuriyle ve İslamiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden Al-i Beyt, elbette ahirzamanda şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniye´yi ve sünnet-i Ahmediye´yi (a.s.m.) ihya ile, ilan ile, icra ile başkumandanları olan “Büyük Mehdi”nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet mâkul olmakla beraber, gayet lazım ve zaruri ve hayat-ı ictimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.” [20]
İKİNCİ FASIL
DECCAL HAKKINDA
ـ5009 ـ1ـ عن الشعبي عن فاطمة بنت قيس رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # إنَّ تَمِيما الدَّارِيَّ كَانَ رَجًُ نَصْرَانِيّاً فَجَاءَ وَبَايَعَ وَأسْلَمَ وَحَدَّثَنِي حَدِيثاً وَافقَ الَّذِي كُنْتُ أُحَدِّثُكُمْ عَنِ الْمِسِيحِ الدَّجَّالِ. حَدَّثَنِي أنَّهُ رَكِبَ في سَفِينَةِ بَحْرِيَّةٍ مَعَ ثَثِينَ رَجًُ مِنْ لَخْمٍ وَجُذَامٍ فَلَعِبَ بِهِمُ الْمَوْجُ شَهْراً في الْبَحْرِ ثُمَّ أرْفَئُوا الى جَزِيرَةٍ في الْبَحْرِ حِينَ مَغْرِبِ الشَّمْسِ فَجَلَسُوا في أقْرُبِ السَّفِينَةِ، فَدَخَلُوا الْجَزِيرَةَ، فَلقِيَتْهُمْ دَابَّةٌ أهْلَبُ، كَثِيرَةُ الشَّعَرِ، َ يَدْرُونَ مَا قُبُلُهُ مِنْ دُبُرِهِ مِنْ كَثْرَةِ الْشَّعَرِ. فَقَالُوا: وَيْلَكِ مَا أنْتِ؟ فَقَالَتْ: أنَا الْجَسَّاسَةُ. قَالُوا: وَمَا الْجَسَّاسَةُ؟ قَالَتْ: أيُّهَا الْقَوْمُ انْطَلِقُوا الى هَذَا الدَّيْرِ فإنَّ فيهِ رَجًُ، وَهُوَ الى خَبَرِكُمْ بِا‘شْوَاقِ. قَالَ: لَمَّا سَمَّتْ لَنَا رَجًُ فَرَقْنَا مِنْهَا أنْ تَكُونَ شَيْطَانَةً. قَالَ: فَانْطَلَقْنَا سِرَاعاً حَتّى دَخَلْنَا الدَّيْرَ فإذَا فيهِ أعْظَمُ إنْسَانٍ رَأيْنَاهُ قَطُّ خَلْقاً وَأشَدُّهُ وَثَاقاً مَجْمُوعَةً يَدَاهُ الى عُنُقِهِ مَا بَيْنَ رُكْبَتَيْهِ الى كَعَبَيْهِ بِالْحَدِيدِ. قُلْنَا: وَيْلَكَ، مَا أنْتَ؟ قَالَ: قَدْ قَدَرْتُمْ عَلى خَبَري، فَأخْبَرُونِي مَا أنْتُمْ؟ قَالُوا نَحْنُ أُنَاسٌ مِنَ الْعَرَبِ كُنَّا فِي سَفِينَةٍ بَحْرِيّةٍ فَصَادَفْنَا الْبَحْرَ حِينَ اغْتَلَمَ فَلَعِبَ بِنَا الْمَوْجُ شَهْراً ثُمَّ أرْفَأنَا الى جَزِيرَتِكَ هذِهِ، فَجَلَسْنَا في أقُرُبِهَا فَدَخَلْنَا الْجَزِيرَةَ فَلَقِيَتْنَا دَابَّةٌ أهْلَبُ كَثِيرَةُ الشَّعَرِ َنَعْرِفُ قُبُلَهُ مِنْ دُبُرِهِ مِنْ كَثْرَةِ الشَّعَرِ. فَقُلْنَا: وَيْلَكِ مَا أنْتِ؟ قَالَتْ: أنا الْجَسَّاسَة، قلنا: وَمَا الْجَسَّاسَةُ؟ قَالَتْ:
اِعْمِدُوا الى هَذَا الرَّجُلُ في الدَّيْرِ فإنَّهُ الى خَبَرِكُمْ بِا‘شْوَاقِ فَاقْبَلْنَا إلَيْكَ سِرَاعاً وَفَزِعْنَا مِنْهَا وَلَمْ نَأمَنْ أنْ تَكُونَ شَيْطَانَةً. قَالَ: فأخْبِرُونِى عَنْ نَخْلِ بَيْسَان. قُلْنَا: عَنْ أىِّ شَأنِهَا تَسْتَخْبِرُ؟ قَالَ: أسْألْكُمْ عَنْ نَخْلِهَا، هَلْ يُثْمِرُ؟ قُلْنَا: نَعَم. قَالَ: أمَا إنّهَا يُوشِكَ أنْ َ تُثْمِرَ. قَالَ: فأخْبِرُونِي عَنْ بُحَيْرَةِ طَبَرِيّةَ، قُلْنَا: عَنْ أيّ شَأنِهَا تَسْتَخْبِرُ؟ قَال: أمَا إنّ مَاءَهَا يُوشِكُ أنْ يَذْهَبَ. قَالَ: أخْبِرُونِي عَنْ عَيْنِ زُغَرَ قَالُوا عَنْ أيّ شَأنِهَا تَسْتَخْبرُ؟ قَال: هَلْ في الْعَيْنِ مَاءٌ؟ هَلْ فِيهَا مَاءٌ؟ قُلْنَا: نَعَمْ، هِىَ كَثِيرَةُ الْمَاءِ، وَأهْلُهَا يَزْرَعُونَ مِنْ مَائِهَا. قَالَ: فَأخْبِرُونِي عَنْ نَبِىّ ا‘مِّيِّينَ، مَا فَعَلَ؟ قَالُوا: قَدْ خَرَجَ مِنْ مَكَّةَ وَنَزَلَ يَثْرِبَ. قَالَ: أقَاتَلَتْهُ الْعَرَبُ؟ قُلْنَا: نَعَم. قَالَ: كَيْفَ صَنَعَ بِهِمْ؟ فَأخْبَرْنَاهُ أنَّهُ قَدْ ظَهَرَ عَلى مَنْ يَلِيهِ مِنَ الْعَرَبِ وَأطَاعُوهُ. قَالَ: ذلِكَ خَيْرٌ لَهُمْ أنْ يُطِيعُوهُ. وإنِّى مُخَبِّرُكُمْ عَنِّي، أنَا الْمَسِيحُ الدَّجَّالُ، وإنّي أُوشِكُ أنْ يُؤذَنَ لِي في الْخُرُوجِ فَأخْرُجُ فَأسِيرُ في ا‘رْضِ فََ أدَعُ قَرْيَةً إَّ هَبَطَتُهَا في أرْبَعِينَ لَيْلَةً، غَيْرَ مَكَّةَ وَطَيْبَةَ فَهُمَا مُحَرَّمَتَانِ عَليّ كِلْتَاهُمَا، كُلَّمَا أرَدْتُ أنْ أدْخُلَ واحِدَةً مِنْهُمَا اسْتَقْبَلَنِي مَلَكٌ بِيَدِهِ السَّيْفُ صَلْتاً يَصُدُّونِى عَنْهَا، وَإنَّ عَلى كُلِّ نَقْبٍ مِنْ أنْقَابهَِا مََئِكَةً يَحْرُسُونَهَا. ثُمَّ قَالَ رَسُولُ اللّهِ #
وَطَعَنَ بِمِخْصَرَتِهِ في الْمَنْبَرِ: هذِهِ طَيْبَةُ هذِهِ طَيْبَةُ هذِهِ طَيْبَةُ، أَ هَلْ كُنْتُ حَدّثْتُكُمْ ذلِكَ؟ فقَالَ النَّاسُ: نَعَمْ. فقَالَ: إنَّهُ أعْجَبَنِي حَدِيثُ تَمِيمٍ الدَّارِيّ أنّّهُ وَافقَ الّذي كُنْتُ أُحَدِّثُكُمْ عَنْهُ وَعَنِ الْمَدِينَةِ وَعَنْ مَكَّةَ، أَ إنَّهُ في بَحْرِ الشَّامِ أوْ بَحْرِ الْيَمَنِ؛ َ. بَلْ مِنْ قِبَلِ الْمَشْرِقِ، مَا هُوَ مِنْ قِبَلِ الْمَشْرِقِ، مَاهُوَ قِبَلِ الْمَشْرِقِ، وَأوْمأَ بِيَدِهِ الى الْمَشْرِقِ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذي.سمى الدجال: »مسيحاً« ‘ن إحدى عينيه ممسوحة يبصر بها، وا‘عور يسمى مسيحاً. وأما المسيح عيسى عليه السم فإنما سمي مسيحاً ‘نه مسح ارض: أي قطعها، وقيل: ‘نه كان يمسح ذا العاهة فيبرأ، وقيل المسيح الصديق.وقوله: »أرْفِئُوا« يقول أرفأت السفينة إذا قربتها الى الشط وأدنيتها من البر، وذلك الموضع مرفأ.و»القَاربُ« سفينة صغيرة تكون الى جانب السفن البحرية يستعجلون بها حوائجهم من البر وتكون معها خوفاً من غرق المركب فيلجئون إليها.وأما »أقرُبُ« بضم الراء فلعله جمع قارب على غير قياس.قاله الخطابي و»ا‘هْلَبُ« الغليظ الشعر الخشن.و»اغتِمُ البحْر« اضطراب أمواجه واهتياجه.و»الجَسَّاسَةُ« فعالة، من التجسس، وهو الفحص عن بواطن امور، وأكثر ما يقال ذلك في الشر.و»النّقبُ« الطريق في الجبل وجمعه انقاب.و»المخصرَةُ« عصا أو قضيب أو سوط كانت تكون بيد الخطيب أو الملك إذا تكلم .
1. (5009)- Şa´bî´nin, Fatıma Bintu Kays (radıyallahu anhâ)´dan nakline göre Fatıma şöyle anlatmıştır: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki “Temîmu´d-Dari Hıristiyan bir kimse idi. Gelip biat etti ve Müslüman oldu. O, benim Mesih Deccal´den anlattığıma uygun olan bir rivayette bulundu. Bana anlattığına göre, Temim, bir gemiye binip denize açılmıştır. Yanında Lahm ve Cüzam kabilelerinden otuz kişi vardı. (Hava şartları iyi olmadığı için) onlarla denizin dalgaları bir ay kadar oynadı. Sonunda güneşin battığı esnada denizde bir adaya yanaştılar. Geminin kayıklarına binerek adaya çıktılar. Derken karşılarına çok tüylü kıllı bir hayvan çıktı. Bunlar, tüylerinin çokluğundan hayvanın baş tarafı neresi, arka tarafı neresi anlayamadılar. (Şaşkın şaşkın):
“Sen necisin, neyin nesisin ” dediler. O cevap verdi:
“Ben cessâseyim!”
“Cessâse nedir ” denildi.
“Ey cemaat! Şu manastıra kadar gelin! İçinde bir adam var, o sizin haberinize müştaktır!” dedi. O, böylece bir adamdan söz edince, biz onun bir şeytan olmasından korktuk. Hemen koşarak manastıra girdik. İçeride bir adam vardı; hilkatçe gördüklerimizin en irisiydi ve elleri boynuna, dizlerinden topuklarına demirle sıkı şekilde bağlanmıştı.
“Vah sana! Kimsin sen ”
“Benim haberimi alabilmişsiniz. Şimdi siz kimsiniz, bana söyleyin!” dedi. Arkadaşlarım:
“Biz bir grup Arabız. Bir gemideydik, denizin coşkun bir anına rastladık. Dalgalar bizi bir ay oynatıp oyaladı. Sonra şu adaya yaklaştık, sandallara binip adaya çıktık. Tüylü ve çok kıllı bir hayvanla karşılaştık. Tüyünün çokluğundan başı ne taraf, arkası ne taraf anlayamadık. “Vah sana, nesin sen ” dedik.
“Ben cessâseyim!” dedi. Biz: “Cessâse de ne ” dedik.
“Manastırdaki şu adama gelin, o sizin haberinize pek müştaktır!” dedi. Biz de koşarak sana geldik. Biz onun bir şeytan olmadığından emin olmadığımız için korktuk” dedik. Adam:
“Bana Beysan hurmalığından haber verin!” dedi. Biz:
“Onun neyinden haber soruyorsun ” dedik.
“Ben onun ağacından soruyorum, meyve veriyor mu ” dedi.
“Evet!” dedik.
“Öyleyse meyve vermeme zamanı yakındır!” dedi.
“Bana Taberiya gölünden haber verin!” dedi.
“Onun nesinden haber istiyorsun ” dedik.
“Onun suyunun çekilmesi yakındır!” dedi.
“Bana Zuğer gözesinden haber verin!” dedi.
“Sen onun neyinden haber istiyorsun ” dedik.
“Gözede su var mıdır Orada su var mıdır ” dedi.
“Evet, onun çok suyu vardır! Sahipleri onun suyu ile ziraat yapıyorlar!” dedik.
“Ümmilerin peygamberlerinden bana haber verin. O ne yaptı ” dedi.
“O Mekke´den çıkıp Yesrib´e (Medine´ye) yerleşti” dedik.
“Araplar O´nunla mukatele etti mi ” dedi. Biz:
“Evet!” dedik.
“Onlara karşı ne yaptı ” dedi. Biz de, (onu ezmek için) peşine düşen Araplara galebe çaldığını, Arapların kendisine itaat ettiklerini haber verdik. (O da bize):
“Bu, onların itaat etmeleri, kendileri için daha hayırlıdır. Ben şimdi size kendimi tanıtayım: Ben Mesih Deccal´im. Çıkış için bana izin verilme zamanı yakındır. O zaman çıkıp yeryüzünde dolaşacağım. Kırk gün içinde uğramadığım karye (köy) kalmayacak. Mekke ile Taybe (Medine) hariç. Bu iki şehir bana haramdır. Onlardan birine her ne vakit girmek istersem, elinde yalın kılıç bir melek beni karşılar, benim oraya girmeme mani olur. Onların her bir geçidinde bir melek vardır, onları korur!” dedi.” Sonra Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) çubuğuyla minbere dürterek:
“Bu Taybe´dir! Bu Taybe´dir! Bu Taybe´dir! Ben bunu size anlattım değil mi ” buyurdular. Halk da: “Evet!” diye karşılık verdi. Bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm):
“Temîmi´d-Dâri´nin rivayetinin benim size ondan (Mesih Deccal´dan) Mekke ve Medine´den anlattığıma muvafık düşmesi hoşuma gitti. Bilesiniz o Şam denizinde veya Yemen denizindedir. Hayır doğu tarafındadır. Evet o doğu tarafında zuhur edecektir. O doğu tarafından zuhur edecektir!” buyurdu ve eliyle doğu tarafına işaret etti.” [Müslim, Fiten 119, (2942); Ebu Davud, Melahim 15, (4325, 4326); Tirmizî, Fiten 66, (2254).] [21]
AÇIKLAMA:
1- Deccal, kelime olarak örtmek manasına gelen bir asıldan gelir. Yalancıya deccal denmiştir. Çünkü batılıyla hakkı örter.
2- Bu hadis, rivayetin baş kısmından da anlaşılacağı üzere, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Temîmu´d-Dâri´den rivayet ettiği bir haberdir. Hadisçiler bunu, büyüklerin küçüklerden, şeyhlerin talebelerinden hadis rivayet etmelerinin cevazına delil olarak gösterirler. Buhâri´ nin: “Kişi, mâfevkinden olduğu gibi, emsalinden ve madunundan hadis rivayet etmedikçe ilimde kemale eremez” derken, bu örnekten mülhem almış olmalıdır.
3- Fatıma Bintu Kays, kocası İbnu Muğire tarafından üç talakla boşandığı için dul kalmış idi. Aleyhissalâtu vesselâm, iddetini âma olan İbnu Ümmi Mektum´un yanında geçirmesini emretmiştir. Hadisin Müslim´deki aslında bu husus genişçe anlatılır. Teysir, o kısmı hazfetmiş.
4- Hadiste geçen bazı yer isimleri var: Beysan hurmalığı diye çevirdiğimiz Nahlu Beysan, Şam´da bir yerin adıdır. Zügar gözesi (Ayn-u Zugar) da yine Şam yakınlarında bir yer adıdır. Taybe, Medine´nin isimlerindendir. Medine´ye cahiliye devrinde Yesrîb dendiğini, daha sonra peygamber şehri manasına Medinetu Resulullah´dan kısaltılarak Medine dendiğini daha önce belirtmiş idik. Taybe yerine, Tâbe de denir. Güzel koku demek olan tib´den gelir. Medine´nin toprağı güzel koktuğu için Tâbe denmiş olduğu söylenir. Taybe kelimesinin maddî manevî pisliklerden temiz, tahir manasını taşıdığı da söylenmiştir. Fahr-ı Âlem´e bidayette sinesinde yer verip müşriklere karşı himaye vermek, insanlığın saadet-i dareynine vesile, nur-u İlahî olan İslamiyetin tebliğ ve neşrine merkez ve mahal olan, getirdiği nurla sadece Müslümanların irşadını sağlamayıp, bütün zîşuuru feyizyâb eden halaskâr-ı ins u can levlâke lev lak´ın beden-i mübareklerini sinesinde muhafaza eden o belde-i tayyibe tavsifatın en güzeline, en temizlerine elyaktır. Hadiste Rabbülâlemin´in o temiz beldeyi mazisine mükâfaaten kıyamete kadar her çeşit şirk kirliliklerinden, Deccal´in şerrinden koruyacağını müjdelemektedir.
5- Hadisteki Şam kelimesi, daha ziyade Suriye bölgesinin ismidir. Tarsus, Maraş, Antakya gibi şehirlerimizin de Şam´a dahil olduğunu daha önce belirttik. Şam denizi ile Yemen denizi tabirlerinin, iki ayrı denizi değil, aynı denizin Yemen tarafını ve Şam tarafını ifade ettiği söylenmiştir. Bu, muhtemelen Kızıl Deniz´dir. Zira her iki diyarla da irtibatı var. [22]
ـ5010 ـ2ـ وعن أبي سعيد الخدري رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]حَدّثَنَا رَسُولُ اللّهِ # حَدِيثاً طَويً عَنِ الدَّجَّالِ، فَكَانَ فِيمَا حَدّثنَا بِهِ أنْ قَالَ: يأتي الدَّجَّالُ، وَهُوَ مُحَرّمٌ عَلَيْهِ أنْ يَدْخُلَ نِقَابَ الْمَدِينَةِ، فَيَنْتَهِي الى بَعْضِ السِّباخِ، فَيَخْرُجُ إلَيْهِ رَجُلٌ هُوَ يَوْمَئِذٍ خَيْرُ النَّاسِ فَيَقُولُ: أشْهَدُ أنَّكَ الدَّجَّالُ الّذِي حَدّثَنَا عَنْكَ رسُولُ اللّهِ # حَدِيثَهُ. فَيَقُولُ الدَّجَّالُ: أرَأيْتُمْ أنْ قَتَلْتُ هذا ثُمَّ أحْيَيْتُهُ، هَلْ تَشُكُّونَ في ا‘مْرِ؟ فَيَقُولونَ: َ. فَيَقْتُلُهُ ثُمَّ يُحْييهِ. فَيَقُولُ حِينَ يُحْييهِ: وَاللّهِ مَا كُنْتُ قَطُّ أشَدُّ بَصِيرَةً مِنِّي الْيَوْمَ، فَيَقُولُ الدَّجَّالُ: أقْتُلُهُ؟ وََ يُسَلَّطُ عَلَيْهِ[ أخرجه الشيخان .
2. (5010)- Ebu Saîdi´l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize Deccal üzerine uzun bir hadis rivayet etti. Bize anlattıkları meyanında şöyle de demişti:
“Deccal, Medine geçitlerine girmesi kendisine haram kılınmış olarak çıkacak. Derken (Medine civarındaki) bazı ekimsiz yerlere kadar gelir. O gün insanların en hayırlısı olan -veya en hayırlılarından- bir kimse onun karşısına çıkar ve:
“Sen Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bize haber verdiği Deccal´sin!” der. Deccâl de (kendi adamlarına):
“Ben şunu öldürüp sonra da diriltsem ne dersiniz Bu işte bu şüpheye düşer misiniz ” der. Oradakiler:
“Hayır!” derler. Deccal onu öldürür ve sonra diriltir. Dirilttiği zaman adam:
“Allah´a yemin olsun. Senin hakkında hiçbir vakit bugünkünden daha basiretli olmamıştım!” der. Deccal onu tekrar öldüreyim mi di(yerek öldürmek isteye)cek, fakat musallat edilmeyecek.” [Buharî, Fiten 27, Fedailu´l-Medine 9; Müslim, Fiten 112, (2938).][23]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin bazı vecihlerinde, ravilerce burada zikri geçen kimsenin Hızır aleyhisselam´ın olabileceği belirtilmiştir. Ancak İbnu´l-Arabî, bunu “delilsiz bir iddia” olarak vasıflar. Bazı rivayetlerde bu havarıkın sihir olduğu belirtilmiştir.
2- Deccal´in sorusu umumi olduğu takdirde, cevap verenlerin mü´ minler olabileceği muhtemeldir. Bu durumda onların, “Hayır!” cevabını şöyle anlamak gerekir; “Hayır! Sizin Deccal ve yalancı olduğunuz hususunda şüphemiz yoktur!” Bir rivayette Deccal´le o zat (Hızır) arasındaki mücadele açıklanmıştır. “Deccal´in emriyle adama bir kısım eziyetler yapılır; sırtına, karnına darbeler vurulur. Sonra Deccal: “Bana iman etmiyor musun ” diye sorar. Adam “sen yalancı Mesih´sin!” der. Sonra Deccal emir verir, tepeden aşağıya testereyle ikiye bölünür. Deccal iki parçanın arasında yürür ve “Kalk!” der. Adam tam olarak kalkar.” Bir başka rivayette Deccal, adamı ikiye böldükten sonra hempalarına: “Ben bunu diriltsem rabbiniz olduğuma inanacak mısınız ” diye sorar. Adamları: “E-vet!” derler. Deccal değneğini alıp her iki parçaya vurur, bunlar ayağa kalkarlar. Dostları bu hali görünce, onu tasdik ederler, sevgi izhar ederler ve onun, rableri olduğu hususunda kanaat sahibi olurlar.” Bu rivayet zayıftır. Deccal´in o zata muamelesi, rivayetlerde farklı şekilde anlatılır. Bir rivayette kılıçla biçtiği ifade edilmiştir. İbnu´l-Arabî, öldürülenin biri kılıçla, diğeri testere ile olmak üzere iki ayrı şahıs olduğunu söyleyerek rivayetler arasındaki farklılığı te´vil etmiştir. Ancak, bunların mecaz olabileceğini de gözönüne almak gerekir. Nitekim İbnu´l-Arabî der ki: “Deccal´in elinde zuhur eden harikulâde hadiseler: Yağmur yağması, ona uyanların bolluğa ermesi, inkâr edenlerin darlığa, kıtlığa düşmeleri, arzın hazinelerinin onu takip etmesi, beraberinde cennet ve ateşin bulunması, suların akması vs.. Bütün bunlar Allah tarafından vaz´ edilen bir mihnettir, şüpheye düşenlerin helak edilmesi, yakin sahiplerinin (muteyakkin) kurtarılması için bir deneme ve imtihandır. Bunların hepsi korkutucu bir emrdir. İşte bu sebeple Aleyhissalâtu vesselâm: “Deccal fitnesinden daha büyük bir fitne yoktur” buyurmuştur. Ümmetine teşrî maksadıyla namazlarında Deccal fitnesinden istiazede bulunurdu. Müslim´de geldiği üzere bir başka hadiste “Sizin için, Deccal´den başka birinden daha çok korkuyorum” denmiş olmasına gelince, Aleyhissalâtu vesselâm bu sözü, münhasıran Ashab-ı Kiram radıyallahu anhüm ecmain için söylemiş olmalıdır. Çünkü onlar hakkında korktuğu şey, onlara Deccal´den daha yakın olan bir şeydi. Yakında geleceği kesinlikle bilinen korkutucu bir şey, korku verme yönüyle, ilerde geleceği zannedilen korkutucu bir şeyden daha şiddetlidir. Daha şiddetli korku vericidir, hatta geleceği kesin değil, zannî olan bu ileriki tehlike çok daha büyük bile olsa.”
Şu halde, Deccal´in elinden zuhur edeceği ifade edilmiş olan harikulâde hadiseler bir kısım te´vil ve izaha muhtaç müteşabih ifadeler olarak anlaşılmalıdır. Söz gelimi, “Deccal´in çıkacağı zamanda teknik ve ilmin gelişmesi sebebiyle, yağmurun yağdırılması, yerden insanlığın menfaatine pek çok şeyin kolayca elde edilebilmesi, bütün bunlara imkan veren ilim, teknik ve maddî gücün büyük ölçüde Deccal´le sembolleştirilen şer cephesini tutanların elinde olacağı, zamanla o sırları, Mehdi sembolü ile ifade edilen hayır cephesinin ele geçirerek mahvolmaktan kendilerini koruyacakları” şeklinde yorumlanabilir. Ama unutmayalım: Resulullah´ın istikballe ilgili ihbarları hep teşbihlidir. Yorum yapılırken hissedilen, zannedilen manada cezmedilemez, ihtimal olarak ifade edilir, gerçeği ise Allah bilir.[24] … يَعْلَمُ الْغَيْبَ إّ اللّهُ وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ
ـ5011 ـ3ـ وعن حذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ مَعَ الدَّجَّالِ إذَا خَرَجَ مَاءً وَنَاراً، فأمَّا الّذِي يَرَى النَّاسُ أنَّهُ نَارٌ فَمَاءٌ عَذْبٌ، وَأمَّا الّذِى يَرى النَّاسُ أنّهُ مَاءٌ فَنَارٌ تَحْرِقُ، فَمَنْ أدْرَكَ ذلِكَ مِنْكُمْ فَلِيَقَعْ في الّذِى يَرى أنّهُ نَارٌ. فإنّهُ مَاءٌ بَاردٌ عَذْبٌ[. أخرجه الشيخان وأبو داود .
3. (5011)- Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Deccal çıktığı vakit beraberinde su ve ateş vardır. Ancak halkın ateş olarak gördüğü tatlı sudur; halkın su olarak gördüğü ise yakıcı bir ateştir. Sizden kim o güne ererse, halkın ateş olarak gördüğüne düş(meyi kabul et)sin. Çünkü o, tatlı soğuk sudur.” [Buhârî, Fiten 26, Enbiya 50; Müslim, Fiten 105, (2935); Ebu Davud, Melahim 14, (4315).][25]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Deccal´le ilgili haberlerin sembol ve teşbih ifade ettiğini, değerlendirmelerin izafî olduğunu anlamada daha açıktır. Çünkü, Deccal beraberinde ateş getirecek. Fakat bunun ateş olması beşerî bir değerlendirmedir; insanlara göre ateştir, İlahî ölçülere göre ise o ateş değil, tatlı sudur. Resulullah´ı dinleyen mü´minlerin o ateşi tercih etmesi gerekir. Çünkü insanlar nazarında tatlı olan “su”yu ise, Allah nazarında ateştir. Bu, Deccal´in, İslam tarafından reddedilen, nefisperestlerin hoşuna giden her çeşit sefahat, israfat, malayaniyat ve muharremat ve Allah´a isyanları tatbikata koyup, insanları buna zorla sevketmeye çalışacağının, uymayanların onun kahrına uğrayıp “ateş”ine atılacağının ifadesidir. Ateşi ise, insanların diri diri yakıldığı fırınlar, idamlar, hapishaneler, işten, aştan olmalar, aziller, tahkirler vs.´dir. Ama dini için, Allah rızası için bunlara katlanıp Deccal´in “tatlı suyu”na yani ikram, taltif ve terfiine, vereceği mevki, makam ve ünvana iltifat ve itibar etmeyenler, o dünya ateşinde yansalar da uhrevî ebedî lütfa, İlahî ikrama mazhar olacaklardır. Bu sebeple Resûl-i Ekrem o devre erecek Müslümanlara Deccal´in ateşinde yanmayı tercih etmelerini irşad buyurmaktadır.[26]
ـ5012 ـ4ـ وعن أبي سعيد الخدري رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّهُ سَألَ رَسُولَ اللّهِ # عَن الدَّجَّالِ. فَقَالَ: هُوَ يَومُهُ هذَا قَدْ أكَلَ الطَّعَامَ، أعْهَدُ إلَيْكُمْ فِيهِ عَهْداً لَمْ يَعْهَدْهُ نَبِىٌّ الى أُمَّتِهِ أَ إن عَيْنَهُ الْيُمْنَى مَمْسُوحَةٌ جَاحِظَةٌ َ حَدَقَةَ بِهَا كَأنَّهَا نُخَامَةٌ في حَائِطٍ وَعَيْنَهُ الْيُسْرَى كَأنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ. وَمَعَهُ مِثْلُ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ. فَنَارَهُ جَنَّةٌ وَمَاؤُهُ نَارٌ. أَ وَبَيْنَ يَدَيْهِ رَجَُنِ يُنْذِرَانِ أهْلَ الْقُرَى فإذَا خَرَجَا مِنَ الْقَرْيَةِ دَخَلَها أوَّلُ أصْحَابِ الدّجّالِ[. أخرجه رزين.»الجَاحِظَةُ« الناتئة العظيمة .
4. (5012)- Ebu Saîdi´l-Hudrî (radıyallahu anh)´nin anlattığına göre, Aleyhissalâtu vesselâm´a Deccal´den sormuştur. Aleyhissalâtu vesselâm da şu cevabı vermiştir:
“O (Deccal) çıktığı gün (aynen bir insan gibidir) yemek yer. Ben size, onun hakkında, benden önceki peygamberlerden hiçbirinin kendi ümmetine anlatmadığı hususları anlatacağım: Onun sağ gözü meshedilmiştir (görmez), pertlektir, göz hadakası yoktur, sanki hadakası çevrim içinde bir balgam gibidir. Sol gözü de inciden bir yıldız gibidir. Onun beraberinde sanki cennet ve ateşin birer misli vardır. Ancak hakikatta ateşi cennet, suyu da ateştir. Haberiniz olsun! Onun yanında iki kişi vardır; köy halkını inzar ederler. Bu ikisi köyden çıkınca Deccal´in ashabından ilki oraya girer.” [Rezin tahric etmiştir. Hadisin kaynağı yok ise de, hadiste yer alan mefhumların şahidleri Sahiheyn ve diğer kaynaklarda çoğunluk itibariyle gelmiştir. [27]
ـ5013 ـ5ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُول اللّهِ # يَوْمَ حَجَّةِ الْوَدَاعِ: اسْتَنْصَتِ النَّاسَ. فَحَمِدَ اللّهَ وَأثْنَى عَلَيْهِ، ثُمَّ ذَكَرَ الْمَسِيحَ الدَّجَّالَ فأطْنَبَ في ذِكْرِهِ. وَقَالَ: مَا بَعَثَ اللّهُ مِنْ نَبِيٍّ إَّ أنْذَرَهُ أُمَّتَهُ، أنْذَرَهُ نُوحٌ عَلَيْهِ السََّمُ أُمَّتَهُ، وَالنَّبِيُّونَ بَعْدَهُ، وَإنَّهُ يَخْرُجُ فِيكُمْ فَمَا خَفِيَ عَلَيْكُمْ مِنْ شَأنِهِ، فَلَيْسَ يَخْفَي عَلَيْكُمْ أنَّ رَبّكُمْ لَيْسَ بأعْوَرَ، وإنَّهُ أعْوَرُ الْعَيْنِ الْيُمْنَى كأنَّ عَيْنَهُ عِنَبَةٌ طَافِيَةٌ[. أخرجه الشيخان.»الطَّافِيَةُ« من العنب هِيَ الّتي قد خَرجت عن حدّ نبات اخواتها في العنقود ونتأت .
5. (5013)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda haccı sırasında (bir ara): “Halk susup dinlesin!” buyurdular. Sonra Allah´a hamd ve senada bulunup, arkadan Mesih ve Deccal´den uzun uzun söz ettiler ve buyurdular ki:
“Allah´ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla inzar etti. Nuh aleyhisselam ümmetini onunla inzar etti, ondan sonra gelen peygamberler de. O, sizin aranızda çıkacak. Onun hali sizden gizli kalmayacak. Rabbinizin tek gözlü olmadığı size kapalı değildir. O ise sağ gözü kör birisidir. Onun gözü, sanki (salkımdan) dışa fırlamış bir üzüm danesi gibidir. [İki gözünün arasında kefere yani kâfir yazılmış olacaktır. Bunu her Müslüman okuyacaktır].” [Buhârî, Fiten 27; Müslim, Fiten 100-103. (169)-(2933).] [28]
ÜÇÜNCÜ FASIL
İBNU SAYYAD HAKKINDA
ـ5014 ـ1ـ عن محمد بن المنكدر قال: ]كَانَ جَابِرُ بْنُ عَبْدِاللّهِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُمَا يَحْلِفُ بِاللّهِ أنَّ ابْنَ صَيّادٍ الدَّجَّالُ. فَقُلْتُ: أتَحْلِفُ بِاللّهِ؟ فقَالَ: إنّي سَمِعْتُ عُمَرَ بْن الْخَطَّابِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه يَحْلِفُ عَلى ذلِكَ عِنْدَ رَسُولِ اللّهِ # فََ يُنْكِرُهُ[. أخرجه الشيخان وأبو داود .
1. (5014)- Muhammed İbnu´l-Münkedir anlatıyor: “Cabir İbnu Abdillah (radıyallahu anhümâ), İbnu Sayyad´ın Deccal olduğu hususunda yemin ederdi. Ben:
“Sen Allah´a yemin de ediyorsun ha!” dedim. Bana şu cevabı verdi:
“(Nasıl etmeyeyim ) Ömer İbnu´l-Hattab (radıyallahu anh)´ın, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanında İbnu Sayyad´ın Deccal olduğu hususunda yemin ettiğini işittim. Buna rağmen Aleyhissalâtu vesselâm kendisini reddetmemişti.” [Buhârî, İ´tisam 23; Müslim, Fiten 94, (4929); Ebu Davud, Melâhim 16, (4331).][29]
ـ5015 ـ2ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]انْطَلَقَ عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه مَعَ النّبِيِّ # في رَهْطٍ مِنْ أصْحَابِهِ قِبَلَ ابْنِ صَيَّادٍ، فَوَجَدَهُ يَلْعَبُ مَعَ الْصِّبْيَانِ عِنْدَ أُطُمِ بَنِي مَغَالَةَ وَقَدْ قَارَبَ يَوْمَئِذٍ الْحُلْمَ. فَلَمْ يَشْعُرْ حَتّى ضَربَ # ظَهْرَهُ بِيَدِهِ. ثُمّ قَالَ: أتَشْهَدُ أنِّي رَسُولُ اللّهِ؟ فَنَظَرَ إلَيْهِ ابْنُ صَيّادٍ. فَقَالَ: أشْهَدُ أنّكَ رَسُولُ ا‘ُمِّيِّينَ. فَقَالَ ابْن صَيّادٍ لِرَسُولِ اللّهِ #: أتَشْهَدُ أنِّي رَسُولُ اللّهِ؟ فَرَفَضَهُ. ثُمَّ قَالَ: آمَنْتُ بِاللّهِ وَبِرُسُلِهِ. ثُمّ قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَاذَا تَرَى؟ قَالَ: يَأتِنِى صَادِقٌ وَكَاذِبٌ فَقَالَ #: خُلِّطَ عَلَيْكَ ا‘مْرُ. ثُمّ قَالَ لَهُ
#: إنِّي قَدْ خَبَأتُ لَكَ خَبِيئاً. فقَالَ ابْنُ صَيَّادٍ: هُوَ الدُّخُّ. فقَالَ #: اِخْسَأ، فَلَنْ تَعْدُو قَدْرَكَ. فقَالَ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ذَرْنِي يَا رَسُولَ اللّهِ أضْرِبْ عُنُقَهُ. فَقَالَ #: إنْ يَكُنْ هُوَ فَلَنْ تُسَلَّطَ عَلَيْهِ، وَإنْ لَمْ يَكُنْهُ فََ خَيْرَ لَكَ فِي قَتْلِهِ[. أخرجه الخمسة إ النسائي.وزاد الترمذي بعد قوله: »خَبأتُ لَكَ خَبِيئاً، وَخَبأ لَهُ: يَوْمَ تأتِي السَّمَاءُ بِدُخَانِ مُبين«.»ا‘طمُ« البناء المرتفع.وقوله »اخْسأ« خسأت الكلبُ: إذا طردته .
2. (5015)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Ömer İbnu´l-Hattab (radıyallahu anh), Ashab´tan bir grup içerisinde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte İbnu Sayyad´a doğru gittiler, Onu, Benî Megâle şatosunun yanında çocuklarla oynar buldular. O sıralarda büluğa yaklaşmış durumdaydı. İbnu Sayyad, Aleyhissalâtu vesselâm, eliyle sırtına vuruncaya kadar (onların geldiğini) hissetmedi. Aleyhissalâtu vesselâm, omuzuna vurup:
“Benim Allah´ın resulü olduğuma şehadet ediyor musun ” diye sordu. İbnu Sayyad ona bakıp:
“Şehadet ederim ki, sen ümmilerin peygamberisin!” dedi. İbnu Sayyad da Resulullah´a:
“Sen, benim Allah´ın resulü olduğuma şehadet eder misin ” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm onu reddetti ve:
“Ben Allah´a ve O´nun resullerine iman ettim!” buyurdu ve sonra sordu:
“Pekiyi, ne görüyorsun ”
“Bana bir doğru sözlü (sadık), bir de yalancı (kazib) gelmektedir” diye cevap verdi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm:
“Sana bu iş karıştırıldı! (Sıdkı kizb; kizbi sıdk ile karıştırıyorsun)” buyurdular. Sonra da Aleyhissalâtu vesselâm ona:
“Ben senin için (içimde) bir şey sakladım (bil bakalım!)” dedi. İbnu Sayyad:
“O dumandır!” diye cevap verdi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Sus, sen kendi kadrini hiçbir vakit aşamayacaksın!” buyurdular. Bunun üzerine Hz. Ömer (radıyallahu anh):
“Ey Allah´ın Resulü! Bana müsaade buyurun şunun boynunu vurayım!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da:
“Eğer (Deccal) bu ise, sen ona musallat edilecek değilsin, eğer bu Deccal değilse onu öldürmekte sana bir hayır yok!” buyurdular.” [Buharî, Cenaiz 80, Şehadat 3, Cihad 178, Edeb 97; Müslim, Fiten 85, 95, (2924, 2930); Ebu Davud, Mehahim 16, (4329); Tirmizî, Fiten 63, (2250), 56, (2236).]
Tirmizî, “Ben senin için (içimde) bir şey sakladım (bil bakalım!)” sözünden sonra şu ibareyi ilave etti: “Onun için (içinde) “O halde semanın ap aşikâr bir duman getireceği günü gözetle (Habibim)” (Duhan 10) ayetini gizlemişti.”[30]
ـ5016 ـ3ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]فُقِدَ ابْنُ صَيّادٍ يَوْمَ الْحَرَّةِ[. أخرجه أبو داود .
3. (5016)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “İbnu Sayyad, Harre Savaşı sırasında kaybedildi.” [Ebu Davud, Melahim 16, (4332).][31]
AÇIKLAMA:
1- Kaydedilen rivayetlerden de anlaşılacağı üzere İbnu Sayyad -ki bazı rivayetlerde İbnu Said diye de geçer- Aleyhissalâtu vesselâm´ın devrinde yaşamış bir Yahudidir. Yaşça küçüktür. Ancak Resulullah´tan sonra da yaşamıştır. Aleyhissalâtu vesselâm onun Deccal olmasından kuşkulanmış ve bunu tahkik etmek istemiştir. Resulullah´ın onun Deccal olduğuna dair kuşku ve araştırmaları, bazı sahabilerde “İbnu Sayyad, Deccal´dir” kanaatini hasıl etmiştir. Öyle ki, İbnu Sayyad, hakkında yaygınlık kazanan bu kuşkulu durumdan rahatsızlık duyarak, Mekke´ye giderken Ebu Said´e şikayetlenir: “Halk beni Deccal biliyor. Sen Aleyhissalâtu vesselâm´ın “Deccal´in çocuğu olmayacak” dediğini duymadın mı ” der. “Evet!” cevabını alınca: “Halbuki benim çocuğum var” der ve “Resulullah´ın “Deccal, Mekke´ye ve Medine´ye girmeyecek!” buyurduğunu işitmedin mi ” diye sorar. Ebu Said “Evet!” deyince “Ben Medine´de dünyaya geldim. İşte şimdi de Mekke´ye gidiyorum” der. Bazı rivayetler, İbnu Sayyad´ın bu sadedde; “Resulullah´ın “Deccal Yahudiden olacak, ben ise Müslümanım” dediğini de kaydeder.
2- İbnu Sayyad meselesi şarihleri çokça meşgul eden bir bahis olmuştur. İbnu Hacer, Kitabu´l-İ´tisam´da bu hususu etraflıca işler. Teferruata girmeyeceğiz. Bahsi daha veciz olarak işleyen Nevevî, ulemanın şöyle söylediğini kaydeder: “Onun kıssası müşkil, durumu ise müştebih (karmaşık)dir: Bu kimse meşhur olan Mesih Deccal midir, yoksa başkası mıdır Şurası muhakkak ki, deccallerden bir deccaldir.
Alimler şu hususu da belirtmişlerdir: Bu hususta gelen hadislerin zahirine göre Aleyhissalâtu vesselâm´a onun veya bir başkasının Deccal olduğuna dair vahiy gelmemiştir. Ama Resulullah´a Deccal´ın evsafı vahyen bildirilmiştir. İbnu Sayyad´da ise bu sıfatlarla ilgili bazı muhtemel karineler mevcuttu. Bu sebeple Aleyhissalâtu vesselâm, ne onun ne de başkasının Deccal olduğu hususunda kesin hükme gitmemiştir. Hz. Ömer´e: “Eğer o, Deccal olsaydı, sen onu öldürmeye asla muktedir olamayacaktın” demesi de bundandır. İbnu Sayyad´ın: “Ben Müslüman oldum, Deccal ise kâfirdir. Deccal´in çocuğu olmayacak, benim ise çocuğum olmuştur. Deccal Mekke ve Medine´ye girmeyecektir, ben ise Mekke´ye de Medine´ye de girdim” şeklindeki ihticacına gelince, bu sözlerinde onun Deccal olmayacağına delil yoktur. Zira Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Deccal´in fitnesi ve yeryüzüne çıkışı vaktindeki sıfatlarını haber vermiştir.”
3- Şato diye çevirdiğimiz kelimenin aslı ütümdür. Medine´deki, yüksek ve müstahkem binalara denmektedir. Umumiyetle dış duvarları sağlamdır. Eskiden kalma müstahkem yapılardır.
4- Benî Megâle´yi el-Kâdı şöyle açıklar: “Balat´ın nihayetinde Mescid-i Nebevi´yi karşına alarak durdun mu, sol tarafında kalanlar hep Benî Megâle´dir.”
5- Rivayette, İbnu Sayyad´ın nübüvvet iddiası mevzubahistir. Buna rağmen Aleyhissalâtu vesselâm onu cezalandırma cihetine gitmemiştir. Halbuki peygamberlik iddiası İslamiyet´i inkar manasına gelen bir suçtur; cezası ölümdür. Buna iki ayrı sebep zikredilmiştir:
* İbnu Sayyad, o sıralarda henüz çocuktu, cezaya ehil değildi.
* Yahudilerle Müslümanların sulh yaptıkları bir döneme rastlamıştır.
Bu sulhtan maksad, Resulullah´ın hicretten sonra Medine´deki Yahudi ve diğer müşrik kabilelerle Müslümanların arasındaki münasebetleri tanzim eden antlaşmadır. Bu antlaşma bir metin halinde yazılı olarak tesbit edilmiştir. Bir kısım müellifler buna “İslam´ın ilk anayasası” demiştir.
Hattâbî´ye göre, “İbnu Sayyad, bu antlaşma mucibince sulh yapılmış olan Yahudilerin bir ferdi idi. Onun kehanet nev´inden yaptığı bir kısım iddiaları Resulullah´a ulaşıyordu. Bu sebeple onun hakkında bir tahkik ve ankette bulunmak istemiş ve bunu yapmıştır: “Ona haber vermeden yaklaşmış, sarfettiği bazı sözleri bizzat işitip tahlil etmeye ehemmiyet vermiştir.
Nitekim bunda muvaffak olmuş, bizzat konuşmuş ve görmüş ki, batıl bir yoldadır ve sihirbazlardan bir sihirbaz veya bir kahin veya kendisine cinlerin veya şeytanların gelip, bazı kelamları lisanına koydukları bir tiptir.”
6- Aliyyu´l-Kârî, Resulullah, İbnu Sayyad´a: “Sana gelenler ne söylüyorlar ” şeklinde soru sormuş olmalıdır. Cevabın da: “Bana getirdikleri haber bazan doğrudur, bazan da yalandan ibarettir” şeklinde olması gerektiğini belirtir.
Keza “Sana bu iş karıştırıldı” ifadesinin altında: “Sana bazan doğru, bazan yanlış haber getirdikleri için sen kizbi sıdk, sıdkı da kizb zannedip bu zıtları birbirine karıştırır hale gelmişsin” manasının yattığını şarihler belirtir.
7- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), İbnu Sayyad´ın gaybı bilip bilmediğini isbat etmek için, içinden فَارْتَقِبْ يَوْمَ تَأتِي السَّمَاءُ بِدُخَانٍ مُبينٍ ayetini tutar ve ona: “Ne tuttum ” diye sorar. İbnu Sayyad “ed-Duh!” der. Bazı alimler ed-Duh kelimesinin ed-Duhan´dan gelme bir kelime olduğunu söylemiş ise de, el-Kâdı: “İbnu Sayyad ayetten sadece bu eksik kelimeyi söyleyebildi. Zaten kahinlerin adeti de budur. Zaten şeytan semaya haber hırsızlamak için çıkınca, Kur´an´ın haber verdiği şahab atılmazdan önce ne kapabildiyse onu getirebilmektedir” der.
8- Hz. Ömer´in “İbnu Seyyad Deccal´dir” şeklineki kesin iddiasına rağmen, Resulullah´ın sükût etmiş olmasını Beyhakî şöyle yorumlar: “Muhtemelen, Aleyhissalâtu vesselâm onun hakkında mütevakkıftı, yani “Deccal” veya “değil” diye hükme gitmekten geri duruyordu. Ama sonradan kendisine onun değil, başkasının Deccal olduğu hususunda İlahî açıklama gelmiştir. Temîm hadisesinde[32] olduğu üzere.” Nevevî, bu ifade ile Beyhakî´nin “İbnu Sayyad´ın değil, başkasının Deccal olduğu” görüşünü tercih etmiş bulunduğunu belirtir.
9- 5016 numaralı hadiste, İbnu Sayyad´ın Harra Savaşı´nda kaybolduğu belirtilir. Bu savaş, Hz. Muaviye´nin oğlu Yezid´in, Medinelilere karşı savaşıp galebe çaldığı savaştır. İbnu Sayyad´ın bu savaşta ölme hadisesi ihtilaflıdır. Çünkü, onun Medine´de öldüğü de rivayetlerde gelmiştir. Ancak bazı alimler “Harra Savaşı´nda kaybolma” ifadesinin Medine´de veya bir başka yerde de ölmüş olma manasını da muhtemil olduğunu belirterek, arada ihtilaf görmemiştir. [33]
DÖRDÜNCÜ FASIL
KIYAMET ÖNCESİ FİTNELER
ـ5017 ـ1ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى تُقَاتِلُوا قَوْماً نِعَالُهُمُ الشَّعَرُ؛ وََ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى تُقَاتِلُوا قَوْماً كأنَّ وُجُوهَهُمْ الْمِجَانُّ الْمُطْرَقَةُ صِغَارُ ا‘عْيُنِ ذُلْفُ ا‘نُوفِ[. أخرجه الخمسة.»المِجَانُّ« جمع مجنّ وهو الترس.و»المُطْرَقَةُ« التي ضوعف عليها العصب وألبسته شيئاً فوق شئ .
1. (5017)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ayakkabıları kıldan bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Siz, yüzleri kılıflı kalkanlar gibi, gözleri küçük, burunları yassı olan bir kavmle savaşmadıkça kıyamet kopmaz.” [Buharî, Cihad 95, 96, Menâkıb 25; Müslim, Fiten 62, (2912); Ebu Davud, Melahim 9, (4303, 4304); Tirmizî, Fiten 40, (2216); Nesâî, Cihad 42, (6, 45).][34]
AÇIKLAMA:
Burada, Müslümanların mutlaka savaşacakları bir kavmin fizyolojik tasviri yapılmakta, fakat ismi verilmemektedir. Bu tasvire göre, ayakkabıları, koyun yünü, keçi kılı veya deve yünü gibi şeylerden imal edilecektir. Yüzleri de kalkan gibi geniş ve burunları da yassı olacaktır.
Muhaddisler, bu kavmin Türkler olduğunda müttefiktirler. Buharî´ nin bu hadisi verdiği bablardan birinin adı; “Türklerle Savaş Babı”dır. Hadisin burada kaydedilen vechinde Türk kelimesi geçmezse de, Buharî´nin aynı babta kaydettiği müteakip hadiste Türk kelimesi de geçer: “Küçük gözlü, kırmızı yüzlü, yassı burunlu, yüzleri kılıflı kalkanlar gibi olan, (kıldan ma´mul elbise giyen ve kıl içerisinde yürüyen) Türk(ler)le savaşmadığınız müddetçe kıyamet kopmaz..”
Hadiste, yüzün kalkana benzetilmesi Beyzavî´ye göre yüzün geniş ve yuvarlak olmasındandır, kılıflı denmesi de sertliği ve etinin çokluğundandır.
Ayakkabılarının kıldan olmasından maksad, bazı şarihlerce, saçlarının ayakkabılarına değecek kadar uzun olmasıdır. Bazıları da: “Bundan maksad onların, ayakkabılarını örülmüş (keçeleşmiş) kıl ve yünden yapmalarıdır” demiştir. Bugün çobanların ve hatta köylülerin hâlâ kullandıkları ve keçeden yapılan “kepenk”in kastedilmiş olması da muhtemeldir. Ayakkabılarının da kıldan olması, geçmiş devirlerde giyilen ve kılı yolunmamış deriden yapılan çarığa işaret de olabilir. Çarığın iç kısmı, yerin sertliğini hafifletmek maksadıyla keçe ile beslenip takviye edilmesi de hadisi te´yid eden bir durumdur.[35]
İbnu Hacer bu hadisin şerhi sadedinde Türklerle ilgili olarak şu açıklamayı sunar: “Sahabe zamanında şu hadis meşhur idi: “Türkler sizi bıraktıkça, siz de onları bırakın (onlarla savaşmayın).” Taberâni bunu Hz. Muaviye rivayeti olarak kaydeder. Hz. Muaviye: “Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın böyle söylediğini işittim!” demiştir. Ebu Ya´la aynı hadisi bir başka vecihten olmak üzere Muaviye İbnu Hudeyc´ten rivayet eder. İbnu Hudeyc der ki: “Ben Hz. Muaviye´nin yanında idim. Ona amilinden Türklerle karşılaştıklarına ve onları hezimete uğrattıklarına dair bir mektup gelmişti. Hz. Muaviye bu habere öfkelendi. Sonra amiline: “Benden emir gelmedikçe onlarla savaşmayın, çünkü ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “Türkler, Arapları sürecek ve yavşan otunun bittiği yerlerde onlara yetişecek” dediğini işittim. Bu sebeple onlarla savaşmaktan hoşlanmıyorum.”
Müslümanlar Emevîler zamanında Türklerle savaştılar. Müslümanlarla onlar arasında büyük mesafe vardı, burası yavaş yavaş fethedilerek açıklık kapandı. Türklerden çok sayıda esir alındı. Türklerde büyük bir güç ve şiddet bulunduğu için melikler onlara sahip olma hususunda aralarında adeta yarış yaptılar. Öyle ki, Mu´tasım zamanına gelindiğinde askerlerin çoğunluğunu onlar teşkil etti. Zamanla Türkler Melik´e galebe çaldılar, oğlu Mütevekkil´i öldürdüler, sonra birer birer onun çocuklarını öldürdüler. Keza Samanîlerin melikleri de Türklerdendi. Böylece acem diyarlarına da galebe çaldılar. Bu diyarlara sonraları, Sebüktekin Hanedânı bunların peşine de Selçukîler hakim oldu. Hakimiyetleri Irak, Şam ve Rum diyarlarına kadar uzandı. Bunların etbaları Zengîler, onların etbaları da Eyyubîler olarak devam ettiler. Türk olan bunlar çoğalarak Mısır, Şam ve Hicaz diyarlarına hakim oldular. Bunlar hicrî beşinci yüzyılda Selçukîlere karşı hücuma geçip memleketi harap, insanları perişan ettiler. Derken Büyük Musibet (et-Tammetu´l-Kübra) Tatarlardan geldi: Hicrî altıncı yüzyıldan sonra Cengiz Han çıktı ve dünyayı ateşe verdi. Bilhassa Meşrık tarafları büyük ekseriyeti ile bu felakete maruz kaldı. Onların şerrinden nasibini almayan belde hemen hemen yoktu. Altı yüz elli altıda, Bağdat´ın harab edilip son Abbasî halifesi Mu´tasım´ın onların eliyle öldürülmesi vukua geldi. Bunların bekayası, topal manasına gelen Leng lakabıyla meşhur Timur adındaki kişi gelinceye kadar tahribata devam ettiler. Timur, Şam diyarına geçti, oraları talan etti. Şam nehrini yakıp harabeye çevirdi. Batı´da Rum, doğuda Hind diyarlarıyla bunlar arasındaki yerlere hakim oldu. Allah onu alıp, çocukları arasına tefrika sokuncaya kadar hakimiyeti uzadı. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şu sözünde haber verdiği hususların hepsi böyle zuhur etti. “Ümmetimin hakimiyetini ilk defa ortadan kaldıracak olan Benû Kantûra´dır.” Bu hadisi Taberâni, Hz. Muaviye rivayeti olarak kaydetmiştir. Benî Kantûra´dan murad Türklerdir.
Dendiğine göre, Kantûra, Hz. İbrahim aleyhisselam´ın bir cariyesinin adıdır. Bundan birkısım çocukları oldu. Bunlardan Türkler çoğaldı. Bu rivayeti kaydeden İbnu´l-Esir, makul bulmaz ve reddeder. Ancak şeyhimiz, el-Kamus´ta bunun doğruluğunda cezmeder (kesin kanaat beyan eder). Benî Kantûra´dan muradın Sudanlılar olduğuna dair başka görüş kaydeder.
Hadiste geçen “ümmetim” tabiriyle, Aleyhissalâtu vesselâm´ın ümmet-i nesebi kasdettiği, “ümmet-i davet”i kasdetmediğini belirten İbnu Hacer, Türkler hakkında bir başka babta başka bilgiler kaydettiğini ilave eder. İlgili babta şu açıklamalara yer verir: “Türklerin aslı hususunda ihtilaf edilmiştir. Hattâbî: “Onlar Benû Kantûra (Kantûra evladları)dır. Kantûra Hz. İbrahim´in cariyesi idi. Lügatçi Kürau´n-Neml: “Bunlar Deyledir” demiştir. Ancak, “Onlar Türklerden bir cinstir, Guzz da[36] öyle” denilerek bu görüş tenkid edilmiştir. Ebu Amr: “Türkler, Yafes´in zürriyetindendir. Bunlar birçok boylara ayrılır” demiştir. Vehb İbnu Münebbih der ki: “Onlar Ye´cüc ve Me´cüc´ün amca çocuklarıdır. Zülkarneyn, seddini inşa ettiği zaman, Ye cüc ve Me´cüc´den bir kısmı gaibdiler, onlar terkedildiler. Böylece kavimleriyle birlikte (seddin dahiline) giremediler. Bu sebeple (terk kökünden olmak üzere) onlara Türk denildi.” Türklerin Tübba neslinden oldukları da söylenmiştir. Keza Efrîdun İbnu Sam İbni Nuh zürriyetinden oldukları, keza Yafes´in kendi sulbünden oldukları, keza İbnu Kûmi İbni Ya´fes zürriyetinden oldukları da söylenmiştir.
Bir kısmı, tarihen varlığı bilinen, ırkî taassuba dayanan yorum ve efsane karışımı bu rivayetleri, eski kitaplarda mevcut olanlar hakkında bir bilgi vermiş olmak için aynen kaydettik. Sünnî İslam´ın, gerek Şia tehlikesine karşı dahilî ve gerekse Haçlılar başta olmak üzere dış düşmanlara karşı haricî tehlikelere karşı en az bin yıllık himayesini fiilen deruhte etmiş olan milletimiz hakkında Vehb İbnu Münebbih´ten kaydedilen efsane nevinden rivayetlerle yanlış bir kanaat hasıl olmaması için, asrımızın büyük müfessir ve yorumcusu Bediüzzaman´ın Kur´an hizmeti adına, milletimiz hakkındaki hasbî yorumunu aksettiren birkaç pasajını buraya kaydetmeyi gerekli buluyoruz:
“İşte ey ehl-i Kur´an olan şu vatanın evladları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir, Kur´ân-ı Hakîm´in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur´ân´ı ilan etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur´ân´a ve İslamiyet´e kal´a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehacümatı defettiniz. Ta (Meâlen): “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah´ı sever. Onlar mü´minlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler. Allah yolunda cihad ederler ve dil uzatanların kınamasından da korkmazlar…” (Mâide 54) âyetine güzel bir masaddak oldunuz…”
Bediüzzaman´a göre, “Türkler Fahr-i Kâinat (aleyhissalâtu vesselâm)´ın da övgüsüne mazhar olmuştur: “Türkler hakkında sena-i Peygamberî muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş hadis var. Fakat bu hadisin hakiki sureti ne olduğunu, yanımda kütüb-ü hadisiye bulunmadığından bilemiyorum. Fakat manası hakikat ve Türk milletinin sena-i Peygamberîye mazhar olduğu hakikattır. Bir nümunesi Sultan Fatih hakkındaki hadistir.”[37]
ـ5018 ـ2ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى تَنْزِلَ الرُّومُ بِا‘عْمَاقِ أوْ بِدَابِقَ! فَيَخْرُجُ إلَيْهِمْ جَيْشٌ مِنَ الْمَدِينَةِ مِنْ خِيَارِ أهْلِ ا‘رْضِ يَوْمَئِذٍ، فإذَا تَصَافُّوا. قَالَتِ الرُّومِ: خَلُّوا بَيْنَنَا وَبَيْنَ الَّذِينَ سُبُوا مِنَّا نَقْتَلُهُمْ. فَيَقُولُ الْمُسْلِمُونَ:
َ وَاللّهِ َ نُخَلِّي بَيْنَكُمْ وَبَيْنَ إخْوَانِنَا. فَيُقَاتِلُونَهُمْ فَيَنْهَزِمُ ثُلُثٌ َ يَتُوبُ اللّه عَليْهِمْ أبداً، وَيُقْتَلُ ثُلُثُهُمْ، أفْضَلُ الشُّهَداءِ عِنْدَ اللّهِ، وَيَفْتَتِحُ الثُّلُثُ فََ يُفْتَتَنُونَ أبداً. فَيَفْتَتِحُونَ قُسْطَنْطِينيَّةَ. فَبَيْنَمَاهُمْ يَقْتَسِمُونَ الْغَنَائِمَ، قَدْ عَلَّقُوا سُيُوفَهُمْ بِالزَّيْتُونِ. إذْ صَرَخَ فيهِمُ الشَّيْطَانُ: إنّ الْمَسِيحَ الدَّجَّالِ قَدْ خَلَفَكُمْ في أهَالِيكُمْ، فَيَخْرُجُونَ، وذلِكَ بَاطِلٌ، فإذَا جَاءُوا الشَّامَ خَرَجَ، فَبَيْنَمَاهُمْ يُعِدُّونَ لِلْقِتَالِ يُسَوُّونَ صُفُوفَهُمْ إذْ أُقِيمَتِ الصََّةُ فَيَنْزِلُ عِيسى ابْنُ مَرْيَمَ فأمَّهُمْ. فإذَا رَآهُ عَدُوُّ اللّهِ ذَابَ كَمَا يَذُوبُ الْمِلْحُ في الْمَاءِ، فَلَوْ تَرَكَهُ لَذَابَ حَتّى يَهْلِكَ، وَلَكِنْ يَقْتُلُهُ اللّهُ بِيَدِهِ حَتّى يُرِيَهُمْ دَمَهُ في حَرْبَتِهِ[. أخرجه مسلم.يقال »خَلَفَ الْقَوْمُ الْعَدُوَّ« إذا طرق أهلهم وهم غائبون عنهم .
2. (5018)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Rumlar, A´mak ve Dâbık nam mahallere inmedikçek kıyamet kopmaz. Onlara karşı Medine´den bir ordu çıkar. Bunlar o gün arz ehlinin en hayırlılarıdır. Bu ordunun askerleri savaşmak üzere saf saf düzen alınca, Rumlar:
“Bizden esir edilenlerle aramızdan çekilin de onları öldürelim!” derler. Müslümanlar da:
“Hayır! Vallahi sizinle, kardeşlerimizin arasından çekilmeyiz” derler. Bunun üzerine (Müslümanlar) onlarla harb eder. Bunlardan üçte biri inhizama uğrar. Allah ebediyen bunların tevbesini kabul etmez. Üçte biri katledilir, bunlar Allah indinde şehitlerin en faziletlileridir. Üçte biri de muzaffer olur. Bunlar ebediyen fitneye düşmezler. Bunlar İstanbul´u da fethederler. (Fetihten sonra) bunlar, kılıçlarını zeytin ağacına asmış ganimet taksim ederken, şeytan aralarında şöyle bir nida atar:
“Mesih Deccal, ailelerinizde sizin yerinizi aldı!”
Bunun üzerine, çıkarlar. Ancak bu haber batıldır. Şam´a geldiklerinde (Deccal) çıkar. Bunlar savaş için hazırlık yapıp safları tanzim ederken, namaz için ikamet okunur. Derken İsa İbnu Meryem iner ve onlara gitmek ister. Allah´ın düşmanı, Hz. İsa´yı görünce, tıpkı tuzun suda erimesi gibi, erir de erir. Eğer bırakacak olsa, (kendi kendine) helak oluncaya kadar eriyecekti. Ancak Allah onu kudret eliyle öldürür; öyle ki onlara, harbesindeki kanını gösterir.” [Müslim, Fiten 34, (2897).][38]
AÇIKLAMA:
1- A´mak ve Dâbık, Suriye´de Halep yakınlarında iki yerin adıdır.
2- Hadiste geçen سُبُوا kelimesi سَبَوْا şeklinde de rivayet edilmiştir. سُبُوا مِنَّا “Bizden esir edilenler” demektir. سَبَوْا مِنَّا ise: “Bizden esir aldılar” demektir. Nevevî her iki okunuşun da yerinde olduğunu belirtir. Çünkü Irak-Suriye-Mısır gibi fethedilen yerlerin ahalisi önce esir alınmıştır. Bu durum سُبُوا ile ifade edilmiş olmaktadır. Mağlup olarak İslam´a giren ahali, bilahare diyar-ı Rum´u fethederek oraları esir almışlardır.
3- Hadis, o devirde insanların en hayırlılarını teşkil edecek olan Medine ahalisinden çıkarılacak ordunun üçte birinin kaçıp bozguna uğrayacağını, böylece bunların Allah´ın af ve mağfiretinden mahrum kalacağını, üçte birinin sebat edip şehid olacağını, geriye kalanların da zafere ulaşacaklarını haber vermektedir.4- Hadiste İstanbul´un fethi mevzubahis edildiği için, ihbar vukua gelmiş olarak değerlendirilebilir. Ancak ganimet elde edilmesi, bu ganimetin paylaşılması sırasında silahların zeytin dalına asılması, Deccal´in çıkması gibi bir kısmı müteşabih unsurlar dikkat çekicidir. Silahların zeytin dalına asılması, sulh yoluyla düşülecek bir gaflet dönemini ifade edebilir. Bu dönemde Deccal´in çıkma ve ailelerde erkeklerin yerini alma şayiası mevzubahis olmaktadır. Deccal bir kişi olarak nasıl ailelerin herbirinde yer alabilir Bu, belki de Müslümanların, bolluktan gelen bir rehavet ve gafleti sebebiyle Deccal rejiminin terbiye işlerini ailelerde üzerine almasıdır. Ancak, bu hal onun kesin galebesi olmayacak, Allah´ın lütfu ile mü´minlerin namaz(la temsil ve teşbih edilen İslam´ın) etrafında tesis edecekleri birlikle Deccal fitnesi bertaraf edilecektir. Bu hali, Hz. İsa´nın inmesi ve Müslümanlara katılma arzusu tamamlamaktadır.
Şu halde hadis, kendisinden bazı mesajlar almaya açık bir mahiyettedir.[39]
ـ5019 ـ3ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: هَلْ سَمِعْتُمْ بِمَدِينَةٍ جَانِبٌ مِنْهَا في الْبَرِّ وَجَانِبٌ مِنْهَا في الْبَحْرِ؟
قالُوا: نَعَمْ. قَالَ: َ تَقومُ السَّاعَةُ حَتّى يَغْزُوَهَا سَبْعُونَ ألْفاً مِنْ بَنِى إسْحَاقَ، فإذَا جَاؤُهَا نَزَلُوا فَلَمْ يُقَاتِلُوا بسَِحِ، وَلَمْ يَرْمُوا بِسَهْمٍ، قَالُوا: َ إلَهَ إّ اللّهُ، وَاللّهُ أكْبَرُ، فَيَسْقُطُ أحَدُ جَانِبِيهَا الّذِى في الْبَحْرِ. ثُمَّ يَقُولُونَ الثَّانِيَةَ: َ إلهَ إّ اللّهُ، واللّهُ أكْبَرُ. فَيَسْقُط جَانِبُهَا اŒخَرُ ثُمَّ يَقُولُونَ: َ إلهَ إَّ اللّهُ، وَاللّهُ أكْبَرُ. فَتُفرَجُ لَهُمْ فَيَدْخَلُونَهَا، فَيَغْنَمُونَ فَبَيْنَاهُمْ يَقْتَسِمُونَ الْغَنَائِمَ إذْ جَاءَهُمْ الصَّرِيخُ؛ فقَالَ: إنَّ الدَّجَّالَ قَدْ خَرَجَ فَيَتْرُكُونَ كُلَّ شَىْءٍ وَيَرْجِعُونَ[. أخرجه مسلم .
3. (5019)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):
“Bir tarafı karada bir tarafı da denizde olan bir şehir işittiniz mi ” diye sordular. Oradakiler: “Evet!” deyince, şöyle buyurdular:
“İshakoğullarından yetmiş bin kişi bu şehre sefer tertiplemedikçe kıyamet kopmaz. Askerler şehre gelince konaklarlar. Ancak silahla savaşmazlar, tek bir ok dahi atmazlar. “Lailahe illallahu vallahu ekber!” derler. Bunun üzerine şehrin deniz tarafı düşer. Sonra askerleri ikinci kere, “Lailahe illallahu vallahu ekber” derler, şehrin diğer tarafı da düşer. Sonra tekrar “Lailahe illallahu vallahu ekber!” derler. Bu sefer onlara (kapılar) açılır. Oradan şehre girerler ve şehrin ganimetini toplarlar. Ganimetleri aralarında taksim ederlerken, yanlarına bir münadi gelip: “Deccal çıktı!” diye bağırır. Askerler her şeyi bırakıp geri dönerler” [Müslim, Fiten 78, (2920).][40]
AÇIKLAMA:
Burada kastedilen şehrin İstanbul olduğu, Benî İshak´la da Arapların kastedildiği belirtilmiştir. Rivayetlerin bazısında Benî İshak yerine Benî İsmail tabiri gelmiştir. Arapları kastedmede Benî İsmail tabiri daha fasihtir. Çünkü Araplar, Hz. İshak´tan ziyade Hz. İsmail´in ahfadıdır. Aliyyu´l-Kârî, bu tabirle Arap ve Arap olmayan başka Müslümanların kastedilmiş olacağını, ancak tağlib tarikiyle Arap dendiğini belirtir.[41]
ـ5020 ـ4ـ وعن ابْنِ عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ
#: لَتُقَاتِلُنَّ الْيَهُودَ فَلَتَقْتُلُنَّهُمْ حَتّى يَقُولَ الْحَجَرُ: يَا مُسْلِمُ هذا يَهُودِيُّ خَلْفِي تَعالَ فَاقْتُلْهُ[. أخرجه الشيخان والترمذي .
4. (5020)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Yahudilerle savaşacak ve onları öldüreceksiniz. Öyle ki taş dahi: “Ey Müslüman! İşte Yahudi, arkamda (saklandı), gel, öldür onu!” diyecek.” [Buharî, Cihad 94, Menakıb 25; Müslim, Fiten 79, (2921); Tirmizî, Fiten 56, (2237).][42]
ـ5021 ـ5ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى تَقْتَتِلَ فِئَتَانِ مِنَ الْمُسْلِمينَ فَيَكُونَ بَيْنَهُمَا مَقْتَلَةٌ عَظِيمَةٌ، دَعْوَاهُمَا وَاحِدَةٌ[. أخرجه الشيخان .
5. (5021)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Müslümanlardan iki grup aralarında savaşmadıkça kıyamet kopmaz. Bunlar aralarında büyük bir savaş yaparlar, fakat davaları birdir.” [Buharî, Fiten 24, Menakıb 25, İstitabe 8; Müslim, İman 248, (157), Fiten 17, (157).][43]
AÇIKLAMA:
İslam alimleri burada temas edilen iki grupla, Hz. Ali ve Hz. Muaviye (radıyallahu anhümâ)´nin gruplarını anlarlar. Her iki tarafın da “Müslüman” olarak tesmiyelerini ve “davalarının bir” olduğu tabirini değerlendiren şarihler: “Hadiste, bu gruplardan herbirini tekfir eden Haricîlere reddiye vardır” derler. Ancak bir başka hadiste “Ammar´ı baği bir grup öldürecek” ibaresini de gözönüne alarak, Hz. Ali´nin bu savaşta haklı (musib) olduğuna hükmederler. Çünkü Ammar´ı, Hz. Muaviye´nin adamları öldürmüştür.[44]
ـ5022 ـ6ـ وعن حذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: وَالّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ َ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى تَقْتُلُوا إمَامَكُمْ وَتَجْتَلِدُوا بِأسْيَافِكُمْ وَيَرِثَ دُنْيَاكُمْ شِرَارُكُمْ[. أخرجه الترمذي.
6. (5022)- Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Nefsim yed-i kudretinde olan Zat-ı Zülcelal´e yemin olsun! İmamınızı öldürmedikçe, kılıçlarınızı birbirinize kullanmadıkça, dünyanıza şerirleriniz varis olmadıkça kıyamet kopmaz.” [Tirmizî, Fiten 9, (2171).][45]
AÇIKLAMA:
Burada Müslümanların emr-i bi´lmaruf ve nehy-i ani´lmünkeri terketmenin sonucu olarak karşılaşacakları içtimâî bozukluk ifade edilmektedir:
* Sultanlarını öldürüp kargaşaya düşmek.
* İç kavgaya girişmek.
* Şerir kimselerin kahır ve zulümle, idarî mekanizmayı ele geçirmeleri ve zorbalıkla maddî kazançlar temin etmeleri.[46]
ـ5023 ـ7ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَقُومُ السّاعَةُ حَتّى يَكّثُرَ الْهَرْجُ. قَالُوا: وَمَا الْهَرْجُ؟ قَالَ: الْقتْلُ، القَتْلُ[. أخرجه الشيخان .
7. (5023)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Herc atmadıkça kıyamet kopmaz!” buyurmuşlardı. (Yanındakiler):
“Herc nedir ey Allah´ın Resulü ” diye sordular.
“Öldürmek! Öldürmek!” buyurdular.” [Müslim, Fiten 18, (157).][47]
ـ5024 ـ8ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَكُونَ بَيْنَ يَدَى السَّاعَةِ فِتَنٌ كَقِطَعِ اللَّيْلِ الْمُظْلِمِ، يُصْبِحُ الرَّجُلُ مُؤْمِناً وَيُمسِي كَافِراً. وَيُمْسِي مُؤْمِناً وَيُصْبِحُ كَافِراً، وَيَبِيعُ أقْوَامٌ دِينَهُمْ بِعَرَضٍ مِنَ الْدُّنْيَا[. أخرجه الترمذي.»قطع الليل« طائفة منه.
8. (5024)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet kopmazdan önce gece karanlığının parçaları gibi fitneler olacak. (O vakit) kişi mü´min olarak sabaha erer de kâfir olarak akşama kavuşur. Mü´min olarak akşama erer, kâfir olarak sabaha kavuşur. Birçok kimseler azıcık bir dünyalık mukabilinde dinlerini satarlar.” [Tirmizî, Fiten 30, (2196).] [48]
BEŞİNCİ FASIL
RESULULLAH´TAN SONRA KIYAMET YAKINDIR
ـ5025 ـ1ـ عن سهل بن سعد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: بُعِثْتُ أنَا وَالسَّاعَةَ كَهَاتَيْنِ، وَأشَارَ بِأصْبُعَيْهِ، السَّبَّابَةِ وَالّتِي تَلِيهَا[. أخرجه الشيخان .
1.(5025)- Sehl İbnu Sa´d (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Ben kıyamet şöyle yakın olduğu halde gönderildim!” buyurdular ve şehadet parmağıyla orta parmağını yanyana gösterdiler. ” [Buharî, Rikak 39, Tefsir, Nâziat 1, Talak 25; Müslim, Fiten 132, (2950).][49]
ـ5026 ـ2ـ وعن المستورد بن شدّاد الفِهْري رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # بُعِثْتُ في نَفْسِ السَّاعَةِ فَسَبَقْتُهَا كَمَا سَبَقَتْ هذِهِ لهذِهِ، ‘صْبُعَيْهِ السَّبَّابَةِ والْوُسْطَى[. أخرجه الترمذي .
2. (5026)- Müstevrid İbnu Seddad el-Fihrî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Ben kıyametin kopacağı aynı saatte gönderildim. Ancak, şunun şunu geçmesi gibi ben kıyamet saatini geçip biraz evvel geldim!” buyurdular ve orta parmağı ile şehadet parmağını gösterdiler.” [Tirmizî, Fiten 39, (2214).][50]
AÇIKLAMA:
1- Kadı İyaz, “Bu hadisten murad kıyametin kopma zamanının pek yakın olduğunu ifade etmektir” der.
2- Şehadet parmağıyla orta parmağı yanyana getirip “şu ikisi gibi” demiş olması, farklı yorumlara sebep olmuştur:
* Kıyas uzunluk yönüyle yapılmıştır; orta, biraz uzundur.
* İkisi arasında bir başka parmak olmadığı gibi, kıyamet´le O´nun arasında başka peygamber yoktur.
* Kıyamet hadisesinin pek yakın olduğu ifade edilmiştir.
* Peygamberliğin gelişi, kıyametin gelişine, orta parmağın uzunluğu nisbetinde az bir önceliğe sahiptir.
* Resulullah´ın daveti kıyamet anına kadar devam edecek, birbirinden ayrılmayacak, tıpkı o iki parmak birbirinden ayrılmadığı gibi.
3- Kurtubî, et-Tezkire´de şunları söyler: “Hadisin manası kıyamet hadisesinin yakınlığını ifade eder. Bu hadisle, “Kıyametin ne zaman kopacağını, sorulan, sorandan daha iyi bilmiyor” hadisi arasında münafat yoktur. Zira sadedinde olduğumuz hadisten murad Resulullah´la kıyamet arasında başka bir peygamberin olmadığını beyandır. Tıpkı şehadet parmağı ile orta parmak arasında bir başka parmak olmadığı gibi. Bu beyandan kıyametin vaktini bilme manası çıkmaz. Fakat hadisin siyakından kıyametin yakınlığı anlaşılır. Alâmetleri ise, şu ayette ifade edildiği üzere peşpeşe gelmektedir: “Hâlâ onlar o saatten ve onun kendilerine ansızın geleceğinden başkasını mı bekliyorlar İşte onun alâmetleri gelmiştir. Öyleyse bu, onlara geldiği vakit düşünüp ibret almaları kendilerine ne ifade verecek ” (Muhammed 18). Dahhak, ayette gelmeye başladığı haber verilmiş olan alâmetlerden birincisinin Nübüvvet-i Muhammediye´nin gönderilmesi olduğunu söylemiştir.
Ayetten de anlaşılacağı üzere, alâmetlerin daha önce gelmesi insanları ikaz ve irşaddır; gafletten tenbihtir, tevbeye teşvik, ahirete hazırlıktır. Kıyametin yakın olduğu hususunda Aleyhissalâtu vesselâm´ın pek sık olan hatırlatmaları da aynı maksada müteveccihtir. [51]
ALTINCI FASIL
KIYAMETTEN ÖNCE BİR ATEŞİN ÇIKMASI
ـ5027 ـ1ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى تَخْرُجَ نَارٌ مِنْ أرْضِ الْحِجَازِ تُضِئُ أعْنَاقَ ا“بِلِ بِبُصْرَى[. أخرجه الشيخان .
1. (5027)- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Hicaz bölgesinden bir ateş çıkmadıkça kıyamet kopmaz. Bu ateş Busra´daki develerin boyunlarını aydınlatacaktır.” [Buharî, Fiten 24; Müslim, Fiten 42, (2902).][52]
ـ5028 ـ2ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: تَخْرُجُ نَار مِنْ حَضْرَمَوْتَ، أوْ مِنْ بَحْرِ حَضْرَمَوْتَ قَبْلَ يَوْمِ الْقِيَامَةِ تَحْشُرُ النَّاسَ. قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّهِ فَمَا تَامُرُنَا؟ قَالَ: عَلَيْكُمْ بالشَّامِ[. أخرجه الترمذي .
2. (5028)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Kıyametten önce, Hadramevt´ten -veya Hadramevt denizinden- bir ateş çıkacak, insanları toplayacak” buyurmuşlardı. (Orada bulunanlar):
“Ey Allah´ın Resulü (o güne ulaşırsak) ne yapmamızı emredersiniz ” diye sordular.
“Size Şam(Ôı yani Suriye´ye gitmenizi) tavsiye ederim” buyurdular.” [Tirmizî, Fiten 42, (2218).][53]
AÇIKLAMA:
Kaydedilen bu iki hadis, kıyamet alâmetlerinden olarak Hicaz bölgesinden muazzam bir ateşin çıkacağını, bu ateşin çıkardığı aydınlığın Suriye´deki Busra şehrinden görüleceğini ifade ediyor. Hicaz bölgesinden çıkacak bu ateşle ilgili rivayetler farklı tariklerden, ziyade ve noksan ifadelerle gelmiştir. Hz. Ömer´den gelen bir rivayet şöyle: “Hicaz vadilerinden birinde Busra´daki develerin boyunlarını aydınlatacak bir ateş sel olup akmadıkça kıyamet kopmaz.”
Huzeyfe İbnu Esid (radıyallahu anh)´in rivayeti şöyle: “Rûman veya Rekûye´den çıkıp Busra´daki develerin boynunu aydınlatacak bir ateş zuhur etmedikçe kıyamet kopmaz.”
Şarihler, bu ateş hadislerinin şerhinde tam bir mutabakat sağlayamazlar:
İki ayrı ateş mevzubahis olabilir. Biri, insanların haşrini (toplanmasını) sağlayacak Kıyamet ateşidir; biri de 654 yılında Medine´de volkan patlamasını andıran gürültü ve zelzele ile ortaya çıkıp birkaç gün dehşet saçan bir ateştir. Bu ateş, müşahid müelliflerin ifadesiyle -ki müteakiben kaydedeceğiz- Busra dağlarından da görülmüştür.
Busra, bugünün Şam şehrine üç konak mesafede Havran da denen tarihî bir kasabanın adıdır.
Medine´de çıktığı belirtilen ateş mevzuuna devrin alimleri fazlaca ehemmiyet vererek bir kısmı bizzat müşahedesini, bir kısmı da işittiklerini olmak üzere bize aktarmışlardır. İbnu Hacer bu kaynaklardan iktibaslar yaparak hâdise hakkında geniş bilgi verir. Bazı özetlemeler yapacağız:
“Kurtubî (ki vefatı 671´dir) et-Tezkire nam eserinde der ki: “Hicaz´ın Medine yakınlarında bir ateş çıktı. Bu ateş hicrî 654 yılının Cemadiyelahir ayının üçünde çarşamba gününün gecesinde şiddetli bir zelzele ile başladı. Cuma günü kuşluk vaktine kadar devam etti. Zelzele o vakitler sükun buldu. (Bir volkan patlaması olan) ateş, Kureyza yurdunun Harre tarafındaki düzlükte muazzam bir cesamette zuhur etti.. Kırmızı ve mavi renkte ateşten bir nehir gibi akmaya başladı. Bu ateş tufanı, akarken gök gürültüsü gibi bir kısım sesler ve uğultular çıkarıyor, önüne gelen dağları ve kayaları eritip sürüklüyordu. Böylece akıntı er-Rekbü´l-Irakî mıntıkasına kadar geldi. Selin önünde sürüklenen cisimler orada dağ gibi büyük bir sed meydana getirdi. Ateş Medine yakınlarına kadar da gelmişti. (Ancak Cenab-ı Hak oranın hürmetine binaen daha da ilerlemesini durdurdu). Medine cihetinden esen serin bir rüzgâr, ateşi söndürdü. İnsanlar, bu ateşten tıpkı denizdeki galeyan gibi kaynamalara şahid oldu. Bir dostum: “Ben bu ateşin beş gün kadar yer ve göğe yükseldiğini müşahede ettim” dedi. Yine işittim ki, ateş Mekke´den ve Busra dağlarından da görülmüş.”
Nevevî der ki: “Bu ateşin çıkışı bütün Suriye ahalisi nezdinde tevatüren şüyû bulmuş.”
Ebu Şâmme -ki Şamlıdır ve 665 yılında vefat etmiştir- Zeylü´r-Ravzateyn adlı eserinde şu bilgiyi dermeyan eder: “Medine-i Münevvere´den 654 yılında Şa´ban ayının başlarında bazı mektuplar geldi. Bu mektuplarda Medine´de zuhur eden büyük bir hâdise anlatılıyordu. Bu hadise, Sahiheyn´de kaydedilmiş olan bir hadis-i şerifin ihbarını te´yid eder mahiyette idi.” Bu hadisi de kaydeden Ebu Şâmme devamla der ki: “Hâdiseye şahid olanlardan sözüne güvendiğim biri, ateşin saçtığı ışık altında Teymâda mektup yazabildiğini söyledi.” Bu mektuplarda Kurtubî´nin kaydettiği durumları andıran tasvirler var. Bu cümleden olarak, birinin yazdığına göre, Cemadiye´l-ahire ayının hafta başlarında Medine´nin doğusunda muazzam bir ateş zuhur etmişti ve ateşle Medine arasında yarım günlük mesafe vardı. Yerden patlayan ateş, bir vadi dolusu akmaya başlamış ve Uhud dağının hizasına kadar gelmiştir.
Bir diğer mektupta yazıldığına göre, “yer, Harre bölgesinde büyük bir ateş püskürtmüş, bu ateşin büyüklüğü Medine´deki Mescid-i Nebevî azametinde olmuştur ve bizzat Medine´den görülmüştür. Bundan hasıl olan ateş vadisinin boyu dört fersaha, genişliği dört mile ulaşmıştır. Bu vadide küçük çukurlar ve tepeler meydana gelmiştir.” Bir başka mektupta: “Ateşten öyle bir ziya çıktı ki bunu Mekke´den gördükleri, ateşte uğultular olduğu, tasvirinden aciz kalınan bir mahiyet arzettiği” yazılmıştır. Ebu Şâmme, “Halkın bununla ilgili olarak şiirler inşad ettiğini, bu halin aylarca devam edip sonunda söndüğünü” yazar.
İbnu Hacer, bu açıklamalardan sonra, hadiste geçen ateşin Medine yakınlarında zuhur ettiği belirtilen bu ateş olduğu kanaatini beyan eder. Kurtubî ve birçoklarının da bu kanaatte olduklarını belirtir. Sonra: “İnsanları haşredecek olan ateş bir başka ateştir” der.
Bundan sonra İbnu Hacer, cahiliye devrinde Hicaz bölgesinde, Halid İbnu Sinan zamanında yine Medine civarında çıkmış olan bir ateşten bahseder. Bu ateşle ilgili haber Ebu Ubeyde Ma´mer İbnu´l-Müsenna´nın Kitabu´l-Cemacim adlı eseri ile Hakim´in el-Müstedrek´inde anlatılmıştır.
Teferruatı efsane olan bu hâdise mevzumuzu ilgilendirmez. Ancak, o bölgenin zaman zaman bu çeşit hâdiselere sahne olduğu hususunda bir fikir verir ve kıyamete yakın da böyle bir hâdisenin çıkabileceği meselesinde kanaat hasıl eder. Ancak şu da var ki, hadiste zikredilen ateş, bir volkan patlaması şeklinde değil, bütün insanları ilgilendirip belli bir görüşte toplayacak farklı bir ateş şeklinde de tecelli edebilir.
Her halukârda, İslam uleması 654 yılında Medine civarında zuhur eden ateşte Resulullah´ın bir mucizesini görmüşlerdir. [54]
YEDİNCİ FASIL
MUASIRLARININ ÖMRÜ
ـ5029 ـ1ـ عن أبي الزبير عن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا مِنْ نَفْسٍ مَنْفُوسَةِ الْيَوْمَ تَأتِي عَلَيْهَا مِائَةُ سَنَةٍ وَهِىَ حَيَّةٌ يَوْمَئِذٍ، يَعْنِى نَقْصَ الْعُمُرِ[. أخرجه مسلم والترمذي .
1. (5029)- Ebu´z-Zübeyr, Hz. Cabir (radıyallahu anh)´den naklediyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bugün doğmuş (canlı olan) hiçbir nefis yoktur ki, yüz sene sonra ölmemiş olsun.” (Ravi der ki): “Bununla ömrün kısalması kastedilmiştir.” [Müslim, Fezâilu´s-Sahabe 218, (2538); Tirmizî, Fiten 64, (2251).][55]
AÇIKLAMA:
Hadis muhtelif vecihlerden gelmiştir. Farklı rivayetlerde, hadisi açıklayıcı ziyadeler mevcuttur. Hadis, o gün doğmuş bulunan bir çocuğun yüz yıldan fazla yaşamayacağını ifade eder. Şarihler daha sonra doğanların fazla yaşamasının hadisi nakzetmeyeceğine dikkat çekerler. Esasen istisnaî nadir ferdlerin oluşu da kahir ekseriyet için konan hükmü bozmaz. Bununla ümmetin ömrünün kısa olacağının beyan buyrulduğunu söyleyen şarih de çıkmıştır. Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın vefatından yüzlerce yıl sonra ortaya çıkıp, sahabelik iddiasından bulunanların iddialarını reddetmede ciddi bir delil olmuştur.”[56]
Hadisin Müslim´de gelen bir veçhinde, Aleyhissalâtu vesselâm´ın bu sözü, dar-ı bekaya irtihallerinden bir ay kadar önce söylemiş olduğu tasrih edilir.[57]
ـ5030 ـ2ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَألَ رَجُلٌ رَسُولَ اللّهِ #، مَتَى السَّاعَةُ؟ فَسَكَتَ هُنَيْهَةً، ثُمّ نَظَرَ الى غَُمٍ بَيْنَ يَدَيْهِ مِنْ أزْدِ شَنُوءَةَ:
فقَالَ: إنَّ عُمُرَ هذَا لَمْ يُدْرِكْهُ الْهَرَمُ حَتّى تَقُومَ سَاعَتُكُمْ. قَالَ أنسٌ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: وذلِكَ الْغَُمُ مِنْ أقْرَانِي يَوْمَئِذٍ[. أخرجه مسلم .
2. (5030)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a: “Kıyamet ne zaman kopacak ” diye sormuştu. Aleyhissalâtu vesselâm bir müddet sükuttan sonra yanında duran Ezd-i Şenûe kabilesine mensup bir çocuğa bakıp:
“Bu delikanlı pir-i fani olmadan önce kıyametiniz kopacaktır!” buyurdular.”
Hz. Enes (radıyallahu anh) der ki: “Çocuk o gün benim akranım idi.” [Müslim, Fiten 138, (2953).][58]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, Aleyhissalâtu vesselâm, herkesin ölümünü, kendisi için “kıyamet” olarak değerlendirmiş bulunmaktadır. Hadisi, dünyanın eceli olan kıyametten ziyade kendi ecelimiz olan şahsî kıyametimizle ilgilenmeye bir uyarı olarak değerlendirebiliriz. Dünyanın eceli ilm-i İlahîde mahfuzdur, Allah´tan başka kimse bilemez. Ama beşerî ecelimiz, şahsî kıyametimiz, zaman olarak kısmen bellidir. Yarın hususunda bir garanti olmadığına göre, şu veya bu şekilde her an gelebilir. Öyleyse “Kıyamet” hadisesinden insan nefsi bir dehşet alıyor, ibrete meylediyor ise, bu ibreti, her an gelmesi muhtemel olan ecelinden, kopması muhtemel olan şahsî kıyametinden almalıdır. Efendimiz, dünyanın kıyametinden sorulduğu halde şahsî kıyameti zikretmek suretiyle cevap vermekle dikkatleri buna çekmek gereğine uyan bir irşadda bulunmuş olmaktadır. [59]
SEKİZİNCİ FASIL
YALANCILARIN ZUHURU
ـ5031 ـ1ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى يَنْبَعِثَ دَجَّالُونَ كَذَّابُونَ قِريباً مِنْ ثََثِينَ، كُلُّهُمْ يَزْعَمُ أنَّهُ رَسُولُ اللّهِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
1. (5031)- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Otuz kadar yalancı deccaller çıkmadıkça kıyamet kopmaz. Bunlardan her biri Allah´ın elçisi olduğunu zanneder.” [Tirmizî, Fiten 43, (2219); Ebu Davud, Melahim 16 (4333, 4334, 4335).][60]
AÇIKLAMA:
1- Daha önce de açıkladığımız üzere دَجْلِ kelimesi Arapçada “telbis (=giydirme, örtme) manasına gelir. Kizb yani yalan manasına da kullanılır. Çünkü, kizb de gerçeğin örtülmesidir. Deccal bu durumda yalancı demektir. Peygamber olmadığı halde peygamberliğini iddia eden manasında. Bu manada, sapık mezheplerin kurucuları birer Deccal olmaktadır.
2- Yalancı deccallerin çıkacağını haber veren hadisler farklı vecihlerde gelmiştir. Bunların herbirinde, mevzuyu açıklayıcı bazı ziyade unsurlara rastlanmaktadır.
* Ahmed İbnu Hanbel´de Huzeyfe´den gelen bir rivayette, bu yalancıların 24 adet olacağı, bunlardan 4 tanesinin kadın olacağı, herbirinin kendisini resulullah zannedeceği belirtilmiştir.
* Yine Ahmed’de gelen bir rivayette: “…Ben peygamberlerin sonuncusuyum, benden sonra peygamber yoktur” ibaresi mevcuttur.
“ Ahmed’in bir diğer ziyadesi, bu yalancılardan sonuncusunun a’ver yani “bir gözü kör” olacağını belirtir.
* Taberâni´nin bir rivayetine göre yalancıların sayısı 70´dir.
İbnu Hacer de ki: “Muhtemeldir ki, onlardan peygamberlik iddia edenler 30 veya otuz civarındadır. Bu miktardan fazlası, sadece yalancıdır, batıla davette bulunur, fakat peygamberlik iddia etmez.” Buna örnek olarak Gulat-ı Rafizâ, Batıniyye, Ehl-i Vahdet, Hululiyye gibi ayet ve hadiste açık seçik beyan edilmeyen, aksine hadisin sarahatine muhalif olan meselelere inanmaya çağrıda bulunan dalalet fırkaları örnek gösterilmiştir.
Bu hususun doğruluğunu, Ahmed İbnu Hanbel´in kaydettiği bir rivayet te´yid eder. Mezkur rivayette, Hz. Ali, peygamberlik iddia etmemekle beraber Rafizîlikte ifrata kaçan Abdullah İbnu´l-Kevva´a: “Muhakkak ki sen Resulullah´ın haber verdiği yalancılardansın” demiştir.
Son devir müellifleri, İslam âleminin her tarafında Batılıların tahribiyle çıkmış olan din kisvesi altındaki Batıcı cereyanların liderlerini de Resulullah´ın haber verdiği bu deccaller (decâcile) zümresinden saymışlardır: Kadıyanilik, Bahailik vs. gibi. Bunlarda, ayete ve sünnete ters düşen iddialar mevcuttur. [61]
DOKUZUNCU FASIL
GÜNEŞİN BATIDAN DOGMASI
ـ5032 ـ1ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى تَطْلُعَ الشّمْسُ مِنْ مَغْرِبِهَا، فإذَا طَلَعَتْ وَرَآهَا النّاسُ آمَنُوا أجْمَعُونَ، وَذلِكَ حِينَ َ يَنْفَعُ نَفْساً إيمَانُهَا لَمْ تَكُنْ آمَنَتْ مِنْ قَبْلُ أوْ كَسَبَتْ في إيمَانُهَا خَيْراً[. أخرجه الشيخان وأبو داود .
1. (5032)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Güneş, battığı yerden doğmadıkça kıyamet kopmaz. Batıdan doğunca, insanlar görür ve hepsi de iman eder. Ancak, daha önce inanmamış veya imanın sevkiyle hayır kazanamamış olan hiç kimseye bu iman fayda sağlamaz.” [Buharî, Rikak 39, İstiska 27, Zekât 9; Müslim, İman 248, (157); Ebu Davud, Melahim 12, (4312).][62]
AÇIKLAMA:
1- Kıyametin büyük alâmetlerinden biri, güneşin batıdan doğmasıdır. “battığı yerden” demektir. Şu halde hadis, sarih bir şekilde kıyametten önce, güneşin battığı yerden doğacağını ifade etmektedir. Zamanımızda bu hadis bazılarınca bir teşbih olarak anlaşılarak “güneşin batıdan doğması ilmin, irfanın, medeniyetin Batı´dan (Avrupa´dan) gelmesi” şeklinde yorumlara tabi tutulmak istenmektedir. Bu bizce hiçbir gereği yokken hadisin zahirini terketmektir ve doğru değildir. Batıdan ilim ve irfan mı gelmiştir, küfür ve zulmet mi gelmektedir, bu, münakaşaya değer bir husustur. İnsanları yersiz te´vile sevkeden şey de, bir saat gibi dakik çalışan güneş sistemi içerisinde dünyanın, dönme istikametini tersine çevirmesinin imkânsızlığıdır. Halbuki emr-i İlahî gelince neler olmaz ki Bediüzzaman bu hususta şöyle der: “Amma güneşin mağribten tulûu (doğması) ise, bedahet derecesinde bir alâmet-i kıyamettir. Ve bedaheti için aklın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan bir hadise-i semaviye olduğundan tefsiri ve manası zahirdir, te´vile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu kadar var ki: “Allahu a´lem, o tulûunun sebeb-i zahirisi kürre-i arz kafasının aklı hükmünde olan Kur´an onun başından çıkmasıyla zemin divane olup, -izn-i İlahî ile başını başka seyyareye çarpmasiyle hareketinden geri dönüp- garbten şarka olan seyahatini, irade-i Rabbanî ile şarkdan garba tebdil etmekle güneş garbdan tulûa başlar. Evet arzı, şems ile; ferşi arş ile kuvvetli bağlayan hablullahi´lmetin olan Kur´an´ın kuvve-i cazibesi kopsa, kürre-i arz´ın ipi çözülür, başı boş serseri olup aksiyle (ve intizamsız hareketinden) güneş garpten çıkar. Hem müsademe neticesinde emr-i İlahî ile kıyamet kopar diye bir te´vili vardır.”
2- Tîbî, hadislerde kıyamet emareleri olarak zikredilen alâmetleri iki gruba ayırır:
1)- Kıyametin yaklaştığını haber verenler: Deccal´in çıkması, Hz. İsa´nın inmesi, Ye´cüc ve Me´cüc´ün zuhuru ve hasf.
2) Kıyametin husulünü haber veren alâmetler: Dumanın çıkması, güneşin battığı yerden doğması, dabbetu´l-arz´ın çıkması, insanları toplayan bir ateşin zuhuru. Şu halde güneşin batıdan doğması hadisesi kıyametin husulüne alâmettir. Bu hasıl olunca, kopmayacağı iddiası iptal olur. Kıyamet kesinlik kazanır. Bu sebepledir ki, ister istemez herkes inanacağından dolayı bu iman ihtiyarî olmaz, icbarî olur ve indallah makbul olmaz. Nitekim ayet-i kerimede bu muzdar durumlardaki imanın kabul edilmeyeceği ifade edilmiştir: “Artık, vaktaki o çetin azabımızı gördüler. “Allah´a, bir olarak inandık, O´na eş tutmakta olduğumuz şeyleri inkâr ettik” dediler. Fakat hışmımızı gördükleri zaman imanları faide verecek değildi. Allah´ın kulları hakkında cari olagelen âdeti (budur). İşte kâfirler burada hüsrana uğradı” (Mü´min 84-85).
İbnu Hacer, alâmetlerin evvellik sonralık sırası üzerine yapılan bazı münakaşaları kaydettikten sonra, Deccal´in çıkması, Hz. İsa´nın inmesi, Ye´cüc ve Me´cüc´ün zuhuru gibi hadiselerin, güneşin batıdan doğması hadisesine mukaddem olduğunu, bu hadisenin son hadiselerden olduğunu belirtir ve devamla der ki: “Deccal´in çıkması, büyük alâmetlerin ilkidir, arzın büyük kısmında ahvalin değiştiğini ilan eden bir vak´adır, bu Hz. İsa´nın vefatıyla sonuçlanır. Güneşin batıdan doğması ise, âlem-i ulvinin (semanın) ahvalinin değiştiğini ilan eden ilk büyük alâmettir, bu da kıyametin kopmasıyla sonuçlanır.
“Güneşin batıdan doğması ile kıyametin kopması arasında ne kadar zaman geçecek ” diye akla gelebilecek bir soruya cevap olabilecek farklı rivayetler var. İbnu Hacer bunlara da yer verir:
* Abdullah İbnu Ömer´den merfu bir rivayete göre: “Güneş batıdan doğduktan sonra insanlar yüz yirmi yıl daha yaşarlar.
“İbnu Hacer bu rivayetin ref´ini muallel addetmekten başka, buna muarız olan başka rivayetlerin varlığına dikkat çeker. Biri şöyle: “Kıyamet alâmetleri bir ipe dizilmiş tesbih taneleri gibidir. İp bir kere koptu mu hepsi peş peşe zuhur eder.” Bir başka rivayet şu ziyadeyi ihtiva eder:
“Güneş, battığı yerden doğunca İblis secdeye kapanır ve şöyle nida eder: “Allahım emret! Kimi dilersen ona secde edeyim…” Bir başka rivayette: “Kıyametten önce on alâmet vardır. Bunlar bir ipe dizilmiş tesbih gibidir. Bunlardan biri düştü mü diğerleri onu takip ederler” denmiştir.
* Ebu´l-Âliye´den gelen bir rivayette: “Kıyametin ilk alâmeti ile son alâmeti arasında altı aylık müddet vardır. Bunlar, tıpkı bir tesbihin taneleri gibi bu müddet içerisinde peş peşe geleceklerdir.”
İbnu Hacer, kaydedilen müddetle ilgili bu iki farklı rivayeti şöyle te´vil eder: “Eğer müddet, önceki hadiste olduğu üzere yüz yirmi yıl olsa bile, bu çok çabuk geçecek ve onun müddeti, daha evvelki yüz yirmi aylık bir zamanı kaplayacaktır. Nitekim bir Müslim hadisinde “Bir yıl, bir ay hükmüne inmedikçe kıyamet kopmaz” buyrulmuştur. Bir rivayette “bir günün de bir hurma dalının yanışı gibi” olduğu belirtilmiştir.
* Bir rivayette de şöyle gelmiştir: “Ye´cüc ve Me´cüc´den sonra çok geçmeden güneş battığı yerden doğar. İnsanlara bir münadi şöyle seslenir: “Ey iman edenler! Sizlerin yaptığı (hayır ve tevbe) kabul edildi. Ey kâfirler sizlere de tevbe kapısı kapandı, kalemler kurudu, defterler kaldırıldı.”
Bir başka rivayet şöyle: “Güneş batıdan doğduğu vakit, kalpler içinde önceden taşıdıkları üzere mühürlenir, hafaza melekleri artık çekilir. Meleklere hiçbir amel yazmamaları emredilir.”
Bir başka rivayet: “Amellerin mühürlendiği kıyamet alâmeti, güneşin battığı yerden doğmasıdır.”
Bu rivayetler sened itibariyle zayıf bile olsa birbirlerini te´yiden kuvvetlenirler. Hepsi de hükmen merfudurlar” (İbnu Hacer).
Hadisin şerhine geniş yer veren İbnu Hacer, mevzu üzerine varid olan ihtilaflı rivayetleri, bu rivayetlerden çıkarılan farklı hükümleri, felekiyat ulemasının ve hatta Mu´tezile ulemasından Zemahşerî´nin görüşlerini de derceder, gerekli tenkidleri ve te´lifleri yapar. Hepsini buraya aktarmayı gereksiz görüyoruz. Ancak mevzu ile ilgili farklı rivayetler sebebiyle yapılan bir açıklamayı kaydedeceğiz. Beyhakî´den kaydedeceğimiz bu açıklama, güneşin batıdan doğma hadisesinin Deccal´in zuhurundan evvel olma ihtimalini ifade eden rivayetlerden hasıl olacak müşkilleri bertaraf etme maksadına matuftur:
“Eğer, güneşin batıdan doğması, ilm-i İlahîde (diğer alâmetlerin zuhurundan) önce ise, (tevbe kapısının kapanmasından) murad, bu hadiseye şahid olan nesle karşı tevbenin kapanmasıdır. Bu nesil inkiraza uğrar, ve hâlâ kıyamet kopmaz, (güneşin batıdan doğmasıyla imana gelen nesilden bir kısmı zaman içinde kazandığı ülfetle “bu bir astronomik hadisedir, tesadüfen böyle olmuştur…” gibi mülahazalarla) tekrar küfre dönerse, gayba iman teklifi de geri gelir. Keza, Deccal kıssasında geçtiği üzere: “Deccal´i görünce, Hz. İsa´ya olan iman da, kişiye fayda etmez” hükmü de böyledir. Deccal´in inkırazından sonraki iman fayda eder. Ancak ilm-i İlahîde, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa´nın nüzulünden sonra ise, muhtemelen, Abdullah İbnu Amr hadisinde geçen alâmetlerden[63] murad, Deccal´in çıkması ve Hz. İsa´nın inmesi dışındaki alâmetlerdir. Zira, haberde, Hz. İsa´ya tekaddüm edeceğine dair bir nass (açık hüküm) mevcut değildir.”[64]
ـ5033 ـ2ـ وعن أبي ذَرٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]دَخَلْتُ الْمَسْجِدَ حِينَ غَابَتِ الشّمْسُ. فقَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَا أبَا ذَرٍّ، هَلْ تَدْرِي أيْنَ تَذْهَبُ هذِهِ؟ قُلْتُ: اللّهُ وَرَسُولُهُ أعْلَمُ. قَالَ إنَّهَا تَذْهَبُ حَتّى تَسْتَأذِنَ رَبَّهَا في السُجُودِ، فَيُؤذَنُ لَهَا وَكأنّهَا وَقَدْ قِيلَ لَهَا: اُطْلُعِِي مِنْ حَيْثُ جِئْتِ، فَتَطْلُعُ مِنْ مَغْرِبِهَا. ثُمّ قَرَأ: وذلِكَ مُسْتَقَرٌّ لَهَا، وَهِيَ قِرَاءَةُ ابْنُ مَسْعُودٍ[. أخرجه الشيخان والترمذي .
2. (5033)- Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Güneş battığı sırada “Kıyâmet alâmetlerinin ilki güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vaktinde insanlara Dabbetü´l-arzın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa diğerinin çıkması buna yakındır” (Müslim, Fiten 118). Mescid´e girmiştim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:
“Ey Ebu Zerr!” buyurdular. “Şu (güneş batınca) nereye gidiyor, biliyor musun ”
“Allah ve Resulü daha iyi bilir!” dedim.
“O, Rabbinden secde etmek için izin istemeye gider. Ona izin verilir ve sanki kendisine şöyle denir: “Git geldiğin yerden tekrar doğ.” O da battığı yerden doğar.”
Sonra (Ebu Zerr dedi ki: Aleyhissalâtu vesselâm şöyle kıraat etti: وذلكَ مُسْتَقَرٌّ لَهَا (Yasin 38). (Ebu Zerr ilaveten dedi ki: Bu İbnu Mes´ud kıraatidir.”[65]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis daha önce (3. cilt 96. sayfa) geçti. Kaynak ve açıklamalar için oraya bakılmalıdır.
2- Daha önceki metnin vechi, buradakine nazaran bütündür. Sadedinde olduğumuz metinde bazı eksiklikler mevzubahis. Bu sebeple önceki metni mealinden tam olarak kaydediyoruz:
“Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte mescidde idim. O sırada güneş batıyordu. Bana:
“Ey Ebu Zerr, biliyor musun, güneş nereye gidiyor ” diye sordu.
“Allah ve Resulü daha iyi bilir!” dedim. Bunun üzerine şu açıklamayı yaptı:
“Arşın altında secde etmeye gidiyor. (Secde için önce) izin ister. Kendisine izin verilir. Secde ettiği halde kendisinden bunun kabul edilmeyeceği zaman yakındır. O zaman da izin ister, fakat verilmez. Kendisine: “Geldiğin yere dön ve battığın yerden doğ!” denilir. İşte bunu şu ayet ifade etmektedir. (Mealen): “Güneş de (İlahî bir ayettir ki) müstekarrına (duracağı zamana) kadar cereyan etmektedir… (Yasin 38).
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) ilave etti:
“Bu (durma hadisesi) ne zamandır, bilir misiniz Bu, kişiye imanının fayda vermeyeceği, artık inançsız hale geldiği zamandır.”
3- Yasin suresinden kaydedilen ayet, biraz farklıdır. Ancak bu farklı şeklin İbnu Mes´ud kıraati olduğu tasrih edilir. İkrime, Ali İbnu´l-Hüseyin, eş-Şeyzerî (ani´l-Kisâî) gibi bir kısım alimler de ayeti böyle okumuşlardır. Ancak Hafs´ın Asım´dan yaptığı mütevatir kıraat وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا şeklindedir. [66]
ONUNCU FASIL
KIYAMETİN BAŞKA ALAMETLERİ
ـ5034 ـ1ـ عن أبي سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: وَالّذِي نَفْسِى بِيَدِهِ َ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى تُكَلِّمَ السِّبَاعُ ا“نْسَ، وَحتّى يُكَلِّمَ الرَّجُلَ عَذَبَةُ سَوْطِهِ وشِرَاكُ نَعْلِهِ وَتُخبِرَهُ فَخِذُهُ بِمَا أحْدَثَ أهْلُهُ بَعْدَهُ[. أخرجه الترمذي.»عَذبةُ السَّوْطِ« المعلق في طرفه .
1. (5034)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ruhumu kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal´e yemin olsun ki, vahşi hayvanlar insanlarla konuşmadıkça, kişiye kamçısının ucundaki meşin, ayakkabısının bağı konuşmadıkça, kendisinden sonra ehlinin ne yaptığını dizi haber vermedikçe kıyamet kopmaz.” [Tirmizî, Fiten 19, (2182).][67]
ـ5035 ـ2ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى تَضْطَرِبَ ألْيَاتُ نِسَاءِ دَوْسِ حَوْلَ ذِي الْخَلصَةِ، وَذُو الْخَلَصَةِ: طَاغِيَةُ دَوْسِ الّتِى كَانُوا يَعْبُدُونَ في الْجَاهِلِيّةِ[. أخرجه الشيخان.»ذُو الخَلَصَةِ« بيت أصنام كانت لدوس وخثعم ومن كان ببدهم من العرب، ومعنى تسميته بذلك أن عبادة خلصة، ومعنى ذلك أنهم يرتدون ويرجعون الى جاهليتهم في عبادة ا‘وثان فيرمل حوله نساء دوس طائفات به فترتجُّ أردافهن.
2. (5035)- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Devs kabilesinin kadınlarının kıçları, Zü´lhalasa putunun etrafında titremedikçe kıyamet kopmaz. Zü´lhalasa, Devslilerin cahiliye devrinde tapındıkları [Tebâle´deki] puttur.” [Buharî, Fiten 23; Müslim, Fiten 51, (2906).][68]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin bazı vecihlerinde Zü´lhalasa putunun yeri de zikredilmiştir: Tebâle, Burası, Taif´le Yemen arasında Yemen´e altı günlük mesafede bir karyedir. Ma´mer, rivayetinde: “Bugün orada kapalı bir bina mevcuttur” demiştir.
2- İbnu´t-Tîn, Devs kadınlarının kıçlarının titremesi tabiriyle ilgili olarak der ki: “Hadiste, Devs kadınlarının mezkur puta giderken hayvana bindiklerine delil vardır; “kıçlarının titremesi”nden murad budur.” Ancak İbnu Hacer bir başka mananın muhtemel olduğunu söyler: “Belki de onlar putun etrafında tavaf yaparlarken izdiham hasıl olur, sıkışma sebebiyle arkaları birbirlerine değer.” Bu manada olan bir diğer rivayet şöyle: “Benî Amir´in kadınlarının omuzları, Zü´lhalasa putunun etrafında birbirini itmedikçe kıyamet kopmaz.” Ebu Hureyre´den gelen bir diğer hadisde “Lat ve Uzza´ya tekrar tapılmadıkça kıyamet kopmaz” buyrulmuştur.
Şarihler, tekrar puta tapmaya başlanacağını haber veren bu hadisleri değerlendirirken derler ki: “Bu hadislerden maksad, yeryüzünden hakiki dinin tamamen silineceğini haber vermek değildir. Zira, İslam´ın kıyamet anına kadar devam edeceğini haber veren rivayetler vardır. Ancak zaman içinde din zaafa uğrayacak ve başlangıçta olduğu şekilde garib kalacak.”
Bunu ifade eden hadisleri daha önce kaydettik.[69]
ـ5036 ـ3ـ وعن حذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى يَكُونَ أسْعَدُ النَّاسِ بِالدُّنْيَا لُكَعَ بْنَ لُكَعٍ[. أخرجه الترمذي.»اللُّكَعُ« العبد أو اللئيم أو الوسخ القذر .
3. (5036)- Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İnsanların dünyaca en bahtiyarını adi oğlu adiler teşkil etmedikçe kıyamet kopmaz.” [Tirmizî, Fiten 37, (2210).][70]
AÇIKLAMA:
Lüka´ İbnu Lüka´ tabirini “adi oğlu adi” diye tercüme ettik. En adi veya ayak takımı diye tercümesi de caizdir. Bununla asaletsiz, ilimsiz, görgüsüz, mürüvvetsiz kimseleri anlamamız gerekecek. Hadiste mevzubahis edilen bahtiyarlık dünyevî bahtiyarlıktır. Mal, mülk, servet sahibi olmak, ünvan, makam sahibi olmak gibi. Kıyamete yakın içtimâî nizamın bozulması sonucu liyakatsiz kimseler, kayırmalarla, gayr-ı meşru kazançlarla birkısım imkanlara kavuşacaklardır. Hadis bu bozukluğu haber vermektedir.[71]
ـ5037 ـ4ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَقُومُ السَّاعَةُ عَلى أحَدٍ يَقولُ: اللّهُ اللّهُ[. أخرجه مسلم، وهذا لفظه، والترمذي .
4. (5037)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet Allah Allah diyen bir kimsenin üzerine kopmayacaktır.” [Müslim, İman 234, (148); Tirmizî, Fiten 35, (2208).][72]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin bir başka veçhinde: “Yeryüzünde Allah Allah diyen kaldıkça kıyamet kopmaz” buyrulmuştur. Buna göre, yeryüzünde Allah Allah diyen insan bulundukça kıyamet kopmayacaktır. Bir başka ifade ile, gün gelip yeryüzünde Allah Allah diyen insan kalmayacak. Bu sebeple de kıyamet kopacaktır; hadisin zahirinde bu mana çıkar. Halbuki az yukarıda da belirtildiği üzere, başka hadislerde kıyamete kadar yeryüzünde Allah´a ibadet edenlerin eksik olmayacağı ifade edilmiştir. Az ileride kaydedeceğimiz 5043 numaralı hadiste de “kıyametin insanların en şerirleri üzerine kopacağı” ifade edilmiştir.
Arada gözüken tearuz, alimlerce muhtelif şekillerde giderilmiştir. Birine göre: “Kıyametin kopmasından murad, kıyametin yaklaşmasıdır. Bir başka deyişle, Yemen cihetinden esip mü´minlerin ruhunu kabzedeceği belirtilen rüzgârın gelme zamanıdır. Bu rüzgârla Allah Allah diyen bütün mü´minlerin ruhu kabzedilecek, kıyamet de geri kalan şerirlerin tepesine kopacaktır. O dehşetli hadiseyi onlar gözleriyle görüp, fiilen yaşayacaklardır.”
Bu hadisle ilgili olarak asrın müceddidi Bediüzzaman merhum şu te´vili yapar: َ يَعْلَمُ الغَيْبَ إّ اللّه Bunun bir te´vili şu olmak gerektir ki: “Allah! Allah! Allah deyip zikreden tekkeler, zikirhaneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kaamet gibi şeairde ismullah yerine başka isim konulacak demektir. Yoksa umum insanlah küfre mutlaka düşecekler demek değildir. Çünkü Allah´ı inkâr etmek, kainatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki, ekser insanlardan dahi vukuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah´ı inkâr etmiyorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar…”
2- Hadiste geçen اللّهُ اللّهُ tabiri bazı rivayetlerde اللّهَ اللّهَ şeklinde nasb olarak gelmiştir. Bu durumda mana şöyle olur: “Allah´tan sakın diye emr-i bi´lmaruf´ta bulunan hiç kimse üzerine kıyamet kopmaz.” Böylece hadis emr-i bi´lma´rufa teşvik etmiş olmaktadır.[73]
ـ5038 ـ5ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]بَيْنَا رَسُولُ اللّهِ # يُحَدِّثُ الْقَوْمَ إذْ جَاءَهُ رَجُلٌ فقَالَ: مَتَى السَّاعَةُ؟ فَمَضى رَسُولَ اللّهِ # في حَدِيثِهِ حَتّى إذَا قَضَاهُ قَالَ: أيْنَ السَّائِلُ؟ قَال: هَا أنَا ذَا يَا رَسُولَ اللّهِ. قَالَ: إذَا ضُيِّعَتِ ا‘مَانَةُ فَانْتَظِر السَّاعَةَ. قَالَ: وَكَيْفَ إضَاعَتُهَا؟ قَالَ: إذَا وُسِّدَ ا‘مْرُ الى غَيْرِ أهْلِهِ فَانْتَظِرِ السَّاعَةَ[. أخرجه البخاري .
5. (5038)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), yanındaki cemaate konuşurken, bir adam gelerek: “(Ey Allah´ın Resulü!) Kıyamet ne zaman kopacak ” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm konuşmasına devam etti, sözlerini bitirdiği vakit:
“Sual sahibi nerede ” buyurdular: Adam:
“İşte buradayım ey Allah´ın Resulü!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Emanet zayi edildiği vakit kıyameti bekleyin!” buyurdular. Adam:
“Emanet nasıl zayi edilir ” diye sordu. Efendimiz:
“İş, ehil olmayana tevdi edildi mi kıyameti bekleyin!” buyurdular.” [Buharî, İlm 2, Rikak 35.][74]
AÇIKLAMA:
1- Ulemânın hadisten çıkardığı fevaidin bir kısmı ilim ve ilim edebiyle ilgili:
* Sual sormanın bir edebi vardır. Konuşması esnasında alime sual sormak edebe aykırıdır. Aleyhissalâtu vesselâm bu kabalığı, cevabı geciktirmek suretiyle te´dib etmiştir.
* Soranın sualine ilgi göstermek gerekir. Sual açık değilse cevap verilmez.
* Ders alma hakkı öncelik sırasına göredir. Önce sorana cevap sırasında sual sorulmamalı. Fetva ve diğer hükümler de bu esasa göre sıraya tabidir.
* Alimin verdiği cevap açık değilse, izah istenebilir.* İlim, sual ve cevaptır. Bu sebeple ulemâ “Güzel soru ilmin yarısıdır” demiştir.
* İmam Ahmed ve İmam Malik başta, ulema bu hadisin zahirinden hareketle: “Hutbe sırasında sorulan sorulara cevap vermeyiz” demişlerdir. Ancak mühim bir suale hutbe sırasında cevap vermenin müstehab olacağı da belirtilmiştir. Nitekim Müslim´de gelen bir rivayette, hutbe esnasında dinini öğrenmek üzere gelip sual soran kimseye Aleyhissalâtu vesselâm, -hutbeyi kesip- dinini öğretmiş, sonra hutbesine devam buyurmuştur.
2- Hadisten kıyamet hadisesiyle ilgili olarak çıkarılan fevaide gelince: Şârihler “iş” diye tercüme ettiğimiz el-emr kelimesiyle dine müte-allik işleri anlamışlardır: Hilafet, (halifelik, devlet başkanlığı), imaret (emîrlik yani memurluk, valilik, komutanlık vs.); kaza (mahkeme işleri, kadılık hizmetleri), ifta (dinî meselelere fetva verme işleri) vs.
Alimler, sayılan bu işlerin liyakatli olan kimselere verilmesi gerektiğini belirterek: “İmamları (devlet reislerini) Allah, kulların üzerine imam kılmış ve kullar hakkında hayırhah olmalarını farz bir vazife yapmıştır. Bu sebeple imamların mezkur vazifeleri diyanet sahibi kimselere vermesi gerekir, diyaneti olmayanları, işbaşına getirecek olurlarsa, kendilerine Allah´ın tevdi etmiş olduğu emaneti zayi etmiş olurlar” demişlerdir.
3- İbnu Hacer, emanetin zayi edilmesinin en büyük amili olarak “cehaletin galebesi ve ilmin kaldırılması”nı görür. Bu da kıyamet alâmetlerindendir. Öyleyse ilim ayakta olduğu müddetçe işler yolunda gidecek demektir. Nitekim bir hadiste Aleyhissalâtu vesselâm kıyamet alâmetleri meyanında: “İlmin, küçükler nezdinde aranması”nı zikreder:[75]
ـ5039 ـ6ـ وفي أخرى للشيخين: ]َ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى يَقُومَ رَجُلٌ مِنْ
قَحْطَانَ يَسُوقُ النَّاسُ بِعَصَاهُ[. »وُسِّدَ« أسند.ومعنى »يَسُوقُ النَّاسَ بِعَصَاهُ« استقامته وانقياد أمرهم إليه واتفاقهم عليه، ولم يرد العصا نفسها وإنما كنى بها عن ذلك .
6. (5039)- Sahiheyn´de gelen bir diğer rivayette: “Kahtan´dan, insanları değneğiyle idare eden bir adam çıkmadıkça kıyamet kopmaz” buyrulmuştur.” [Buharî, Fiten 23, Menakıb 7; Müslim, Fiten 60, (2910).][76]
AÇIKLAMA:
Kahtan´dan çıkacak olan bu şahsın mahiyeti ihtilaflıdır: Adil biri mi, zalim biri mi, belli değildir. İsmi de zikredilmemiştir. Hadisin verdiği zahirî manaya göre Kahtânî, zalim bir kimsedir. İnsanları koyun sürüsü gibi sopayla sevk ve idare edecektir. Bazı alimler de bu kimsenin Mehdi´yi müteakip gelerek onun yolunda devam edecek müsbet, adil bir kimse olduğunu ileri sürmüştür. Bazıları zalim mütegallibe olma ihtimalini, öbürüne nazaran daha kavi bulmuştur. Kurtubî: “Değnekle sevketme” tabiri, Kahtânî´nin halka zorla galebe çalmasından ve halkın da ona boyun eğmesinden kinayedir der ve devamla: “Belki hadiste sopanın kendisi murad değildir, ama onun halka sert ve merhametsiz davranacağına bir işarettir” demiştir.
Bazı alimler bu Kahtânî´nin bir diğer hadiste zikri geçen cahcah[77] olabileceğini, zira “cahcah”, bağıran manasına geldiği için, bunun, sopaya muvafık bir sıfat olduğunu söylemiştir.İbnu Hacer bu ihtimali, bazı karinelerin reddettiğini belirtir. Bu karineler şunlardır:
* Kahtânî´nin, mutlak bir şekilde Kahtan´dan olacağı ifade edilmiştir. Bu duruma göre hür bir kimsedir.
* Cahcah´ın ise mevâliden olacağı kaydı vardır. Ayrıca Mehdi´den sonra onun sireti üzere olacağı belirtilmiştir.
* İbnu Hacer´in kaydettiği delillerden birine göre, bir rivayette, Habeşlilerin Ka´be´yi kıyamete yakın yıkacakları, bunlar üzerine Kahtânî´nin yürüyüp onları helak edeceği belirtilmiştir.
* İbnu Hacer bir diğer karine olarak, bu hadisi Müslim´in kitabına alış tarzını gösterir ve “Müslim, Kahtânî hadisini, “iki ince bacaklı (zü´ssiveykateyn) Habeşlinin Ka´be´yi yıkacağını” haber veren hadisin ardından kaydetmiştir. Muhtemeldir ki, Müslim bununla Kahtânî´nin Habeşlilerin tahribini tamir etmek üzere ortaya çıkan müsbet bir kişi olduğuna işaret etmek istemiştir” der.
Bazı alimler, Kahtânî hadisinden, hilafetin Kureyş dışında birine geçmesinin caiz olduğu hükmünü de çıkarmıştır. Ancak İbnu´l-Arabî: “Bu, ahirzamanda çıkacak şerleri zikretmek suretiyle inzarda bulunma gayesini güder…” diyerek öyle bir hüküm çıkarılmayacağını belirtmiştir.[78]
ـ5040 ـ7ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى يَحْسِرَ الْفُرَاتُ عَنْ جَبَلٍ مِنْ ذَهَبٍ، يَقْتَتِلُ عَلَيْهِ النَّاسُ فَيُقْتَلُ مِنْ كُلِّ مِائَةٍ تِسْعَةٌ وَتِسْعُونَ. فَيَقُولُ كُلُّ رَجُلٌ مِنْهُمْ: لَعَلِّي أنْ أكُونَ أنَا أنْجُو[. أخرجه الخمسة إ النسائي.»يحسرُ« يكشف .
7. (5040)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Fırat nehri altın bir dağ üzerinden açılmadıkça kıyamet kopmaz. Onun üzerine insanlar savaşırlar. Yüz kişiden doksan dokuzu öldürülür. Onlardan her biri: “Herhalde savaşı ben kazanacağım” der.” [Buhârî, Fiten 24, Müslim, Fiten 29, (2894); Ebu Davud, Melahim 13, (4313, 4314); Tirmizî, Cennet 26, (2572, 2573).][79]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Buhârî´de gelen bir veçhinde: “…Kim o hadiseye hazır olursa, ondan hiçbir şey almasın” ibaresi ziyadedir. İbnu Hacer, “Ondan hiçbir şey almasın” ifadesinden hareketle, ortaya çıkacak bu altının dinar (şeklinde madrub para) altın kalıpları veya altın tozu şeklinde olabileceğini, hepsinin caiz olduğunu söyler.
2- Bir rivayette altından dağ, bir başka rivayette “altundan hazine (kenz)” ifadesi kullanılmıştır. Dağla çokluk kinaye edildiği belirtilmiştir.
3- İbnu´t-Tin bu hazineden almanın yasaklanmasını, “o hazinenin bütün Müslümanlara ait olmasındandır. Öyleyse kişi ondan sadece kendi hakkını alabilir”diye açıklar ve devamla: “Kim ondan alır, malını çoğaltırsa, faydasız olduğu için pişman olur, altundan bir dağ ortaya çıksa, altın değerini kaybedeceği için, bu istenmez” der. İbnu Hacer, bu yorumu muvafık bulmaz: “Onun söylediği, hadiste açık değil, açık olan husus şudur: Ondan alınması, fitne çıkacağı üzerine savaşılacağı için yasaklanmıştır” der. Şu ihtimale de yer verir: “Ondan almanın nehyedilişindeki hikmet, ona ihtiyacın kalmadığı veya pek az olduğu bir vakitte ortaya çıkmış olmasıdır.” İbnu Hacer, önceki ihtimalin galib olduğunu söyler ve buna, hadisin Müslim´de geçen ve Teysir´de esas alınmış olan (kaydettiğimiz) veçhini delil gösterir. Ayrıca Müslim´de geçen şu mealdeki rivayetle de bu görüşünü te´yid eder: “…Fırat nehrinin, altından bir dağ üzerinden açılacağı zaman yakındır. İnsanlar bunu işitince oraya yürürler. Nehrin yanındakiler: “Biz insanları bırakacak olursak, ondan alıp tamamını götürecekler” derler.” Resulullah devamla buyurdu ki: “Bunun üzerine onun için savaşa girişirler. Her yüz kişiden doksan dokuz tanesi öldürülür.” İbnu Hacer: “Bu da gösteriyor ki, İbnu Tîn´in tahayyül ettiği sebep batıldır. Yasağın sebebi, ondan almanın getireceği neticedir: Savaş…” Bu hadisenin toplanma (mahşer) için ateşin çıkması sırasında vukuuna da bir mani yoktur. Lakin bu, ondan almayı nehyetmek için bir sebep olamaz. İbnu Mace, Sevban´dan şu hadisi merfu olarak tahric etmiştir: “Hazinenizin yanında üç (grup) savaşır. Her biri de bir halife oğludur…” İbnu Mace hadisi Mehdi ile ilgili bir babta kaydetmiştir. Eğer burada geçen hazineden murad, sadedinde olduğumuz hadiste geçen hazine ise, bu durum, yani nehrin altında olması hadisesi, Mehdi´nin zuhuru zamanında meydana gelecektir. Bu ise, kesinlikle, Hz. İsa´nın inmesinden önce ve de ateşin çıkmasından öncedir.[80]
BÖYLE BİR SATIR ORJİNALDE YOK!
“Bugüne dek Fırat´ın başında dünya kadar katliamlar meydana geldi. Yakın tarihten başlayacak olursak, Fırat´a yakın yerde Irak ve İran katliamı oldu. 1958´de yine Fırat´a yakın bir yerde çok ciddî kıyım yapılarak Allah Resûlü´nün torunları katledildi.. gerçi onlar da Devlet-i Aliye´yi arkadan vurmuşlardı (men dakka dukka). Ancak, yukarıdaki hadisten, bu iki hadiseyi çıkarmak uygun olmasa gerek. Belki, daha sonra olması muhtemel bazı hadiselere işaret aramak daha uygun olur. Mesela: Fırat´ın suyu, altın değerinde olacak bir devreye, mecaz yoluyla bir işaret olabileceği gibi yapılacak barajlardan elde edilecek gelirlere de “altın” sözüyle işaret olabilir. Ayrıca, Fırat´ın suyu tamamen çekilerek, altında çok büyük altın ve petrol yataklarının çıkacağı da bildirilmiş olabilir. Ayrıca toprak çökmeleri neticesinde böyle bir maddenin de bulunması mümkündür. Fakat ne olursa olsun o bölgenin, İslam âleminin bünyesinde, bir dinamit gibi, potansiyel bir tehlike olduğunun anlatılmasında şüphe yoktur. Bunlar bugün zuhûr etmiş şeyler değil; ileride zuhur edecek hadiselerdir.. ve o günleri gören insanlar, Allah Resûlü´ne bir kere daha bütün kalpleriyle “sadakte: doğru söyledin” diyecek ve imanlarını yenileyeceklerdir.”(12)
ـ5041 ـ8ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى يَتَقَارَبَ الزَّمَانُ فَتَكُونُ السَّنَةُ كَالشَّهْرِ، وَالشَّهْرُ كَالْجُمْعَةِ، وَالْجُمْعَةُ كَالْيَوْمِ، وَالْيَوْمُ كالسَّاعَةِ، وَالسّاعَةُ كَالضَّرَمَةِ مِنَ النَّارِ[. أخرجه الترمذي.»الضَّرْمَةُ« بالضاء المعجمة: احتراق السعفة .
8. (5041)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Zaman yakınlaşmadıkça kıyamet kopmaz. Bu yakınlaşma öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay bir hafta gibi, hafta da bir gün gibi, gün saat gibi, saat de bir çıra tutuşması gibi (kısa) olur.” [Tirmizî, Zühd 24, (2333).][81]
AÇIKLAMA:
Türbüştî, “zamanın yakınlaşması” tabiri için şu açıklamayı yapar: “Bu, zamanın bereketinin azlığına ve her yerde faidesinin azalmasına hamledilir. Yahut da, insanların karşılaştıkları musibetlere ilgileri ve kalplerinin büyük fitnelerle meşguliyeti gibi sebeplerle gece ve gündüzlerinin nasıl geçtiğini idrak edememelerine hamledilir.”[82]
ـ5042 ـ9ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ اللّهَ تَعالى يَبْعَثُ رِيحاً مِنَ الْيَمَنِ ألْيَنَ مِنَ الْحَرِيرِ، فََ تَدَعُ أحَداً في قَلْبِهِ مِثْقَالُ حَبَّةٍ مِنْ إيمَانٍ إَّ قَبَضَتْهُ[. أخرجه مسلم .
9. (5042)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah Teala hazretleri ipekten daha yumuşak bir rüzgârı Yemen´den gönderir. Bu rüzgâr, kalbinde zerre mikter iman bulunan hiç kimseyi hariç tutmadan hepsinin ruhunu kabzeder.” [Müslim, İman 185, (117).][83]
ـ5043 ـ10ـ وعن ابنِ مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَقُومُ السّاعَةُ إَّ عَلى شِرَارِ النَّاسِ[. أخرجه مسلم .
10. (5043)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Kıyamet sadece şerir insanların üzerine kopacaktır!” buyurdular.” [Müslim, Fiten 131, (2949).][84]
AÇIKLAMA:
1- Son iki hadis, kıyametin tam kopmasından önce Yemen tarafından esecek bir rüzgârla bütün mü´minlerin vefat edeceğini, geriye kötü ve şerli insanların kalacağını, kıyametin de onların tepesine yıkılacağını belirtmektedir.
Bazı rivayetlerde kıyamete yakın, mü´minlerin ruhunu kabzedecek olan rüzgârın Şam cihetinden eseceği ifade edilmiştir. Bu iki farklı rivayeti İmam Nevevî şöyle iki ayrı nokta-i nazardan te´lif eder:
1) “Bu rüzgârların, biri Yemen, diğeri de Şam cihetinden olmak üzere iki tane olması mümkündür.
2) Mezkur rüzgâr, bu iki beldeden birinde başlar, diğerine ulaşır, oradan da her tarafa yayılır, bu da bir ihtimaldir.”
2- Rüzgârın ipekten yumuşak olmasını, bazı alimler, “Allah´ın, mü´ min kullarına bir ikram ve lütuf olarak ruhlarını zahmetsizce alacağı” şeklinde yorumlamış ise de, diğer bazıları “Mü´minlerin ruhlarının meşakkatle alınması, onların lehinedir. Böylece günahlarından tam temizlenmiş olarak ahirete intikal ederler” diyerek itiraz etmişler ve bu manayı te´yid eden rivayetler göstermişlerdir.[85]
ـ5044 ـ11ـ وعن ابن زُغْبِ ا‘يادي قال: ]نَزَلْتُ عَلى عَبْدِاللّهِ بنِ حَوَالَةَ ا‘زْدِيّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه. فقَالَ لي: بَعَثَنَا رَسُولُ اللّهِ # لِنَغْنَمَ عَلى أقْدَامِنَا فَرَجِعْنَا وَلَمْ نَغْنَمْ شَيْئاً، وَعَرَفَ الْجَهْدَ في وُجُوهِنَا فقَامَ فِينَا. فقالَ: اللّهُمّ فََ تَكِلْهُمْ اليّ فأضْعَفَ عَنْهُمْ، وََ تَكِلْهُمْ الى أنْفُسِهِمْ فَيَعْجِزُوا عنْهَا، وََ تُكِلْهُمْ الى النَّاسِ فَيَسْتَأثِرُوا عَلَيْهِمْ. ثُمَّ وَضَعَ يَدَهُ عَلى رأسِي، ثُمَّ قَالَ: يَا ابْنَ حَوَالَةَ إذَا رَأيْتَ الْخَِفَةَ نَزَلَتِ ا‘رْضَ الْمُقَدَّسَةَ فَقَدْ دَنَتِ الزَّزِلُ وَالبََبِلُ وَا‘مُورُ الْعِظَامُ، وَالسَّاعَةُ يَوْمَئِذٍ أقْرَبُ الى النَّاسِ مِنْ يَدِى هذِهِ مِنْ رَأسِكَ[. أخرجه أبو داود .
11. (5044)- İbnu Zuğb el-Eyâdî anlatıyor: “Abdullah İbnu Havale el-Ezdî (radıyallahu anh)´nin yanına indim. Bana:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizi, ganimet alalım diye yaya olarak gönderdi. Biz de döndük ve hiçbir ganimet elde edemedik. Yorgunluğumuzu yüzlerimizden anlayıp aramızda doğrularak:
“Ey Allah´ım, onları bana tevkil etme; ben onları üzerime almaktan acizim! Onları kendilerine de tevkil etme, bu işten kendileri de acizdirler. Onları diğer insanlara da tevkil etme kendilerini onlara tercih ederler!” buyurdular. Sonra elini başımın üstüne koydu ve:
“Ey İbnu Havâle! Hilafetin (Medine´den) Arz-ı Mukaddese´ye (Suriye´ye) indiğini görürsen, bil ki artık zelzeleler, kederler, büyük hadiseler yakındır. O gün kıyamet, insanlara, şu elimin, başına olan yakınlığından daha yakındır” buyurdu.” [Ebu Davud, Cihad 37, (2535).][86]
AÇIKLAMA:
1- Hilafetin Şam´a inmesi demek, hilafet merkezinin Medine´den Dımeşk´e yani bugünkü Şam-ı Şerif´e nakledilmesi demektir. Hilafetten maksad da hilafet-i nübüvvettir. Nitekim bu hâdise, Emevîler zamanında aynen vukua gelmiştir. İslam devletinin merkezi, Medine´den alınmış, Şam´a nakledilmiştir.
2- Hadisteki mana şudur: “İnsanların işlerini bana havale etme, ben îfa etmekten acizim, kendilerine de bırakma, şehvetlerinin ve şerlerinin çokluğu sebebiyle onlar da aciz kalırlar. Onları insanlara da havale etme; onlar da kendilerini bunlara tercih ederler ve emanet edilen bu işi yerine getiremezler. Onlar senin kullarındır, efendiler kölelerine nasıl muamele ederlerse sen de kullarına öyle muamele et!”[87]
ـ5045 ـ12ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]فَتْحُ الْقُسْطَنْطِينِيّةِ مَعَ قِيَامِ السّاعَةِ[. أخرجه الترمذي .
12. (5045)- Hz. Enes (radıyallahu anh) dedi ki: “İstanbul´un fethi kıyamet anında olacaktır.” [Tirmizî, Fiten 58, (2240).][88]
ـ5046 ـ13ـ وعن علي رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا فَعَلَتْ أُمَّتِي خَمْسَ عَشْرَةَ خَصْلَةً حَلَّ بِهَا الْبََءُ. قِيلَ: وَمَا هِيَ يَا رَسُولَ اللّهِ؟ قَالَ: إذَا كَانَ الْمُغْنَمُ دُوًَ، وَا‘مَانَةُ مَغْنَماً، وَالزَّكَاةُ مَغْرَماً، وَأطَاعَ الرَّجُلُ زَوْجَتَهُ، وَعَقَّ أُمَّهُ، وَبَرَّ صَدِيقَهُ، وَجَفا أبَاهُ، وَارْتَفَعَتِ ا‘صْوَاتُ في الْمَسَاجِدِ، وَكَانَ زَعِيمُ الْقَوْمِ أرْذَلَهُمْ، وَأُكْرِمَ الرَّجُلُ مَخَافَةَ شَرِّهِ، وَشُرِبَ الْخَمْرُ، وَلُبِسَ الْحَرِيرُ، وَاتُخِذَتِ الْقَيْنَاتُ وَالْمَعَازِفُ وَلَعَنَ آخِرُ هذِهِ ا‘مَّةِ أوَّلَهَا، فَلْيَرْتَقِبُوا عِنْدَ ذلِكَ رِيْحاً حَمْراءَ وَخَسَفاً أوْ مَسْخاً وَقَذْفاً[. أخرجه الترمذي .
ومعنى كون »المغنمِ دوً« أن يكون لقوم دون قوم.ومعنى كون »ا‘مانة مغنما« أن يرى المؤتمن أن الخيانة في ا‘مانة غنيمة وقد غنمها، ويرى رب المال.»الزّكاة مغرما« أي يرى إخراجها كالغرامة والخسارة.و»القيناتُ« جمع قينة، وهي المغنية .
13. (5046)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):”Ümmetim on beş şeyi yapmaya başlayınca ona büyük belanın gelmesi vacib olur!” buyurmuşlardı. (Yanındakiler): “Ey Allah´ın Resulü! Bunlar nelerdir ” diye sordular. Aleyhissalâtu vesselâm saydı:
* Ganimet (yani millî servet, fakir fukaraya uğramadan sadece zengin ve mevki sahibi kimseler arasında) tedavül eden bir meta haline gelirse.
* Emanet (edilen şeyleri emanet alan kimseler, sorumlu ve yetkililer, memurlar) ganimet (malı yerini tutup, yağmalayıp nefislerine helal) kıldıkları zaman.
* Zekat (ödemeyi ibadet bilmeyip bir angarya ve) ceza telakki ettikleri zaman.
* Kişi annesinin hukukuna riayet etmeyip, kadınına itaat ettiği;
* Babasından uzaklaşıp ahbabına yaklaştığı;
* Mescidlerde (rızayı İlahî gözetmeyen husumet, alışveriş, eğlence ve siyasata vs. müteallik) sesler yükseldiği zaman.
* Kavme, onların en alçağı (erzel) reis olduğu;
* (Devlet otoritesinin yetersizliği sebebiyle tedhiş ve zulümle insanları sindiren zorba) kişiye zararı dokunmasın diye hürmet ettiği;
* (Çeşitli adlarla imal edilen) içkiler (serbestçe) içildiği;
* İpek (haram bilinmeyip erkekler tarafından) giyildiği;
* (San´at, bale, konser gibi çeşitli adlar altında; bar, gazino, dansing ve salonlarda ve hatta televizyon ve filim gibi çeşitli vasıtalarla yaygın şekilde) şarkıcı kadınlar ve çalgı aletleri edinildiği;
* Bu ümmetin sonradan gelen nesilleri, önceden gelip geçenlere (çeşitli ithamlar ve bahanelerle) hakaret ettiği zaman artık kızıl rüzgârı, [zelzeleyi], yere batışı (hasfı) veya suret değiştirmeyi (meshi) [veya gökten taş yağmasını, (kazfi)] bekleyin.” [Tirmizî, Fiten 39, (2211).][89]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisi, ümmet umumiyetle, kızıl rüzgar hâdisi olarak bilir. Hadiste, Aleyhissalâtu vesselâm, kıyamete yakın İslam ümmetinin ictimâî hayatında hakim duruma gelecek pekçok içtimâî marazları nazar-ı dikkate arzetmektedir. Bu sayılanlardan herbiri hakikaten içtimâî bir hastalıktır. Beşeriyetin yaratılış hikmeti gereğince bu hastalıklara her devirde her yerde rastlanır. Ancak çerçevesi dar, gücü zayıftır. Fakat, anlaşılan o ki, kıyameti zaruri kılan bir hal olarak, bunlar, hem yaygınlık, alaniyet ve hem de fevkalâde kesafet kazanarak cemiyetin bünyesinde kökleşeceklerdir. Beşeriyeti bir bütün olarak bir uzva, bir hey´et-i içtimaiyeye benzetecek olursak, bu büyük beşerî uzviyet tıpkı münferid bir insan gibi, bünyesine yerleşen bu kadar ağır hastalıklara dayanarak, on beş çeşit hastalıkla, ağır hasta yatan tedavisiz bir beden gibi, ölüm ona daha hayırlı ve belki de bir kurtuluş olacaktır. Kıyamet bir bakıma onulmaz şekilde içtimâî marazlarla alude olmuş beşeriyetin ölümüdür. Anlaşılacağı üzere bu küllî ölümü, beşeriyet, şeriat-ı İlahiyeyi dinlemeyerek kendi eliyle hazırlamaktadır. Hadiste sayılan on beş marazın herbiri dinin yasak ettiği bir haramdır. Dikkat edersek insanlığın, kendi eliyle ördüğü teknik çerçevenin sağladığı kolaylık ve imkanların da yardımıyla, rîhu´lhamra vetiresinde her geçen gün daha da artan bir sür´atle yol aldığını görürüz.
2- Hadisin anlaşılması için, kapalı olan bazı tabirlerin yanına parantez içerisinde açıklayıcı ilavelerde bulunduk. Burada sonradan gelen nesillerin önceden gelenlere (yani halefin selefe) hakareti meselesi ile ilgili bir açıklamayı kaydedeceğiz. Tîbî der ki: “Bundan maksad, halefin (arkadan gelenlerin) selefi (Sahabe, Tabiin ve Etbau´ttabiin gibi Resulullah´ın senasına mazhar olan nesilleri) ta´n etmesi onlara birkısım kusurlar izafe etmesi, salih amellerde onlara ihtida etmemesidir. Bu davranışlar onlar hakkında lanet gibidir.” Aliyyu´l-Kârî te´vile kaçmaya gerek olmadan, selefe lanet eden zümrelerin varlığına dikkat çekerek “Bunlar kâfir veya mecnundur, ama lanet edici bir zümredir” der ve ilave eder: “Bu zümre sadece lanetle de yetinmeyip, selefi tekdir de ediyor. Bu cinayeti işlerken dayanakları fasid olan hevaları, kısır olan efkârlarıdır. Böyleleri mesela Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman radıyallahu anhüm ecmain´in, (Resulullah´tan sonra) hilafeti haksız olarak ele geçirdiğini, aslında hilafetin Hz. Ali´nin hakkı olduğunu iddia ederler. Gerçek şu ki, bu iddia batıldır ve bu hususta selef ve halef bütün ümmet icma etmiştir. Bu icmaya karşı çıkan münkirlerin iddialarının hiçbir değeri yoktur. Kur´an ve sünnette hilafetin Resulullah´tan sonra Hz. Ali´ye ait olduğuna dair hiçbir delil, hiçbir nass mevcut değildir.”[90]
ـ5047 ـ14ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أوَّلُ اŒياتِ خُروجاً طُلُوعُ الشَّمْسِ مِنْ مَغْرِبِهَا، وَخُُرُوجُ الدَّابَّةِ عَلى النَّاسِ ضُحى، فأيَّتُهُمَا كَانَتْ فَا‘خْرَى على أثَرِهَا[. أخرجه مسلم وأبو داود .
14. (5047)- İbnu Amr İbnu´l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Çıkış itibariyle, kıyamet alâmetlerinin ilki güneşin battığı yerden doğması, kuşluk vakti insanlara dabbetu´l-arzın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa, diğeri de onun hemen peşindedir.” [Müslim, Fiten 118, (2941); Ebu Davud, Melahim 12, (4310).][91]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, ilk çıkacak kıyamet alâmeti hususunda varid olmuştur. Dikkat edilirse zikredilen iki alâmetten hangisinin önce olacağında kesin bir ifade olmadığı anlaşılır. Ancak biri diğerinin izindedir; biri çıkınca diğeri hemen onu takip edecektir. İlk çıkacak alâmet hangisi olacak hususu ulema tarafından münakaşa edilmiştir. 5033 numaralı hadisin açıklamasında kısmen geçti.
2- Burada, hadiste geçen dabbetu´l-arzdan bahsetmek istiyoruz. Dabbetu´l-arz tabir olarak arz hayvanı demektir. Kur´an-ı Kerim (Neml 82)´de ve pek çok hadiste kıyamete yakın, kıyamet alâmetlerinden biri olarak dabbetü´l-arzın çıkacağından bahsedilmiştir. Şerh kitaplarında bununla ilgili çok farklı açıklama ve tasvirler mevcuttur. Bazılarını şöyle hülasa edebiliriz:
* Bununla cehalette hayvanlar menzilesinde olan eşrar murad olunmuştur.
* Bazıları: “Hadiste geçen, Cessase´dir” demiştir. (Cessase hadisi 5009 numarada geçti.)
* Hz. Ali: “Sakalı olan bir adamdır” demiştir.
* Bir hadiste: “Dabbetu´l-arz Musa´nın asası ve Süleyman´ın mührü beraberinde olarak çıkacak, mühür ile mü´minin yüzünü parlatacak, asa ile kâfirin burnunu kıracak, insanlar sofraya toplanacak, mü´min kâfir tanınacak” denir.
* Huzeyfe İbnu Esid´in bir eserine göre: “Dabbenin üç hurucu var: Birisinde bazı badiyelerden çıkar, sonra gizlenir; birisinde de umera kanlar dökerken bazı şehirlerden çıkar, yine gizlenir, sonra da insanlar mescidlerin en şereflisi, en büyüğü ve en faziletlisi nezdinde iken, arz kendilerini fırlatmaya başlar; derken halk kaçışır, mü´minlerden bir taife kalır, “bizi Allah´tan, hiçbir şey kurtaramaz” derler. Dabbe de onların üzerine çıkar, yüzlerini inciden yıldız gibi cilalandırır, sonra hareket eder. Artık ne takip eden yetişebilir, ne kaçan kurtulabilir. Bir adama varır, namaz kılıyordur. Vallahi sen ehl-i salat değilsin der yakalar, mü´minin yüzünü ağartır, kâfirin burnunu kırar, dedi. O zaman insanlar ne halde olur dedik, “Arazide komşular, emvalde şerikler, seferlerde arkadaşlar” dedi.
* Bazı alimler: “Dabbe, emr-i bi´lma´ruf nehy-i ani´lmünker terkedilince çıkar” demiştir.
* Bazı müfessirler onun Safa dağından çıkacak büyük bir hayvan olduğunu söylemiştir.
* Bazıları onun, birincisi Mehdî, ikincisi Hz. İsa´dan sonra, üçüncüsü de güneş batıdan doğduktan sonra olmak üzere üç kere çıkacağını söylemiştir.
* Dabbe hakkında Bediüzzaman şu açıklamayı yapar: “Kur´an´da, gayet mücmel bir işaret ve lisan-ı halinden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise ben şimdilik, başka meseleler gibi kat´î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim: َ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِّ اللّه “…Nasıl ki kavm-i Fir´avn´e “çekirge afatı ve bit belası” ve Ka´be tahribine çalışan kavm-i Ebrehe´ye “ebabil kuşları” musallat olmuşlar. Öyle de Süfyan´ın ve Deccallerin fitneleriyle bilerek, severek isyan ve tuğyana ve “Ye´cüc ve Me´cüc´ ün anarşistliği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küfrana düşen insanların akıllarını başlarına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat olacak, zir ü zeber edecek. Allah u a´lem, o dabbe bir nevidir. Çünkü gayet büyük bir tek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek, dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak, Belki اِّ دَابّةُ اَرْضِ تأكُلُ مِنْسآتَهُ ayetinin işaretiyle o hayvan dabbetü´l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki, insanların kemiklerini ağaç gibi kemirecek, insanın cisminde, dişinden tırnağına kadar yerleşecek. Mü´minler, iman bereketiyle ve sefahat ve su-i istimalden tecennübleriyle kurtulmasına işareten ayet iman hususunda o hayvanı konuşturmuş.”[92]
ـ5048 ـ15ـ وعن معاذ بن جبل رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ
اللّهِ #: عُمْرَانُ بَيْتُ المَقْدِسِ خَرَابُ يَثْرِبَ، وَخَرَابُ يَثْرِبَ خَرُوجُ الْمَلْحَمَةِ، وَالْمَلْحَمَةُ فَتْحُ الْقُسْطَنْطِينِيّةِ: وَفَتْحُ الْقُسْطَنْطِينِيّةُ خُرُوجُ الدَّجَّالِ. ثُمَّ ضَرَبَ بِيَدِهِ عَلى فَخِذِ الّذِى حَدَّثَهُ؛ ثُمّ قَالَ: إنّ هذَا الْحَقُّ كَمَا أنّكَ قَاعِدٌ ههُنَا، يَعْنِى مُعَاذَ بْنَ جَبَلٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه[. أخرجه أبو داود والترمذي .
15. (5048)- Hz. Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (birgün):
“Beytu´l Makdis´in imarı Yesrib´in harabıdır. Yesrib´in harabı melhamenin (savaşın) çıkmasıdır. Melhame İstanbul´un fethidir, İstanbul´un fethi Deccal´in çıkmasıdır!” buyurdular Sonra elini (Resulullah), konuşmakta olduğu kimsenin (yani Hz. Muaz´ın) dizine vurdular ve:
“Bu söylediğim kesinlikle hakikattir. Tıpkı senin burada oturman hak olduğu gibi” buyurdular.”
Hz. Muaz burada kendisini kasdetmektedir. (Yani Aleyhissalâtu vesselâm´ın konuştuğu ve dizine elini vurduğu kimse Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh)´dir.)” [Ebu Davud, Melahim 3, (4294).][93]
AÇIKLAMA:
Burada, birbiriyle irtibatlı olarak zuhura gelecek bazı hadiseler nazar-ı dikkate arzedilmektedir. Ebu Davud bu hadisi Emaratu´l-Melahim başlığı altında kaydeder. Buna göre, sayılan hadiseler melhame denen büyük savaşların çıkmasına alamettir; o da Deccal´in çıkmasına…
* Beytu´l-Makdis, Mescidu´l-Aksa denen Kudüs şehrindeki mukaddes mesciddir. Onun umranı, imandır. İmar da insanca, gelirce, malca çokluğa kavuşmasıyla gerçekleşir.
* Yesrib, Medine-i Münevvere´nin cahiliye devrindeki eski adıdır.
Hadisi bazı şarihler: “Mescid-i Aksa´nın imarı Medine´nin harabının sebebidir” diye anlamıştır. Ancak Aliyyu´l-Kârî, “sebeb”i kabul etmez, “Mescid-i Aksa´nın imarı, Medine´nin harab olma zamanına rastlar” şeklinde açıklama getirir.
Bazı şarihler, “Beytu´l-Makdis´in imarı”ndan, harab edildikten sonra yeniden imar edilmesini anlarlar. “Çünkü derler, ahirzamanda, o harab olur, kâfirler sonra imar ederler.” Bazı şarihler: “Umran, mükemmel şekilde imardır. Öyleyse, Beytu´l-Makdis, Medine´nin harabı zamanında normalin üstünde mükemmel bir imara mazhar olacaktır. Çünkü Beytu´l-Makdis´in harab olması mevzubahis değildir” demiştir.
* Hadiste geçen melhame yani büyük savaştan, Şam ile Rum arasında çıkacak büyük bir savaş anlaşılmış ise de, İbnu Melek “Şam´la Tatarların arasında geçen savaşın kastedildiğini” söyler. Aliyyu´l-Kârî: “Birinci görüş daha doğru” der.
Bazı alimler, bunlardan herbirinin, kendinden sonra vukua gelecek bir hadisenin alâmeti olduğunu belirtir.
Resulullah, Hz. Muaz´a, bu söylediklerinin yakin ifade ettiğini belirtmiştir. Gerçekten de hepsi çıkmıştır.[94]
ـ5049 ـ16ـ وعن عبداللّهِ بن بسر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: بَيْنَ الْمَلْحَمَةِ. وَفَتْحِ الْمَدِينَةِ سِتُّ سِنِينَ وَيَخْرُجُ الْمَسِيحُ الدَّجَّالُ في السَّابِعَةِ[. أخرجه أبو داود .
16. (5049)- Abdullah İbnu Büsr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Melhame ile Medine´nin fethi arasında altı yıl vardır. Yedinci yılda da Mesih Deccal çıkar.” [Ebu Davud, Melahim 4, (4296); İbnu Mace, Fiten 35, (4093).][95]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen Medine´den maksad İstanbul´dur. Çünkü Medine, kelime olarak şehir demektir. Kelime burada lügat manasında kullanılmış olmaktadır. Mamafih yine Ebu Davud´un bir rivayetinde “Büyük melhame, İstanbul´un fethi ve Deccal´in çıkması yedi ay içerisindedir” denilmektedir. Bu hadiste Medine yerine İstanbul zikredilmiştir.
İki hadis arasında dikkat çeken bir müşkil var: Birinde “yedi yıl” denirken, diğerinde “yedi ay” denmektedir. İbnu Kesir şöyle bir açıklama ile müşkili gidermeye çalışır: “Melhame´nin başı ile sonu arasında altı yıl vardır. Sonu ile İstanbul kastedilmiş olan Medine´nin fethi arasında bir yakınlık vardır. Öyle ki, bu Deccal´in çıkmasıyla birlikte yedi ay içerisinde olur.”
Aliyyu´l-Kârî, teâruzun halledilemez durumda olduğunu belirttikten sonra melhame-i kübra ile Deccal´in çıkması arasında yedi yıl olduğunu belirten hadisin, yedi ay olduğunu söyleyen hadisten daha sahih olduğunu -Ebu Davud´un kaydına dayanarak- cezmen ifade eder. [96]
İKİNCİ BAB
SÛR´A ÜFLENMESİ VE NEŞR
ـ5050 ـ1ـ عن أبي سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: كَيْفَ أنْعَمُ وَقَدِ الْتَقَمَ صَاحِبُ الْقَرْنِ الْقَرْنَ وَحَنَا جَبْهَتَهُ وَاضِعاً سَمْعَهُ يَنْتَظِرُ أنْ يُؤْمَرَ فَيَنْفُخَ. فَكأنَّ ذلِكَ ثَقُلَ عَلى أصْحَابِهِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهم، فقَالُوا: كَيْفَ نَفْعَلُ أوْ كَيْفَ نَقُولُ؟ قَالَ: قُولُوا: حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ، تَوَكَّلْنَا عَلى اللّهِ، وَرُبَّمَا قَال: عَلى اللّهِ تَوَكَّلْنَا[. أخرجه الترمذي .
1. (5050)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Sûrun sahibi (İsrafil aleyhisselam), sûr denen borusunu ağzına dayamış, yüzünü çevirmiş, kulağını dikmiş, üfleme emrini beklerken ben nasıl tereffühle (dünya nimetlerinden) istifade edebilirim ” buyurmuşlardı. Bu, sanki ashabına çok ağır gelmişti:
“Peki biz ne yapalım -veya ne diyelim- ey Allah´ın Resûlü ” diye sordular. Onlara: “Hasbünallah ve ni´melvekil (Allah bize yeter, o ne güzel vekildir!), Allah´a tevekkül ettik. -belki de “tevekkülümüz Allah´adır!” demişti- deyiniz!” diye emir buyurdular.” [Tirmizî, Kıyamet 9, (2433).][97]
AÇIKLAMA:
el-Kâdı merhum, Resulullah´ın bu hadiste: “Kıyameti koparacak olan İsrafil, sûrunu ağzına dayamış, üfleme emri beklerken yani kıyamet bu kadar yaklaşmış iken, ben nasıl ferah bir yaşayışa girebilirim ” demek istediğini söyler. Kıyamet ve ölüm hadiselerinin anılmasında, hatırlanmasında insanlara bir ders, bir nasihat var. Resulullah bu dersi vermektedir.[98]
ـ5051 ـ2ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]سُئِلَ
رَسُولُ اللّهِ # عَنِ الصُّورِ، قَالَ قَرْنٌ يُنْفَخُ فيهِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
2. (5051)- İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a sûr´dan sorulmuştu:
“Bu, içine üflenen bir boynuzdur!” diye cevap verdi.” [Ebu Davud, Sünnet 24, (4742); Tirmizî, Kıyamet 9, (2432).][99]
AÇIKLAMA:
1- Rivayetin Tirmizî´deki veçhinde bu soruyu bir bedevinin sorduğu belirtilir.
2- Sûr hakkında Mücahid´den gelen bir açıklamaya göre, sûr boynuz gibi bir şeydir. Yemen lehçesinde sûr kelimesi, boynuz manasında bir tabirdir. Bazılarına göre, bu kelime suret kelimesinin cem´idir. Yani ölülerin suretleri; bunlara ruh üflenir. Ancak doğru olanı, önceki açıklamadır. Çünkü hadislerde bu bazan “boynuz” demek olan karn kelimesiyle ifade edilmiştir.
Alimler, ayetlerin tahlilinden, İsrafil´in sûra üç sefer üfleyeceğini istidlal etmişlerdir.
“Birincisi, nefha-i fezadır: Bunda göklerde ve yerde kim varsa, Allah Teala´nın dilediği zevattan başkası, hep dehşetinden sarsılacaktır. Neml suresinin 87. ayeti bu nefhayı haber verir.
İkincisi, nefha-i sa´kdır: Bunda Allah´ın dilediklerinden başka hepsi yıkılıp ölecektir. Zümer suresinin 68. ayeti bu nefhayı haber verir.
Üçüncüsü, nefha-i kıyamdır. Bu sûrun üflenmesiyle bütün insanlar dirilip kabirden kalkacak ve mahşer yerine hesap vermek üzere koşuşacaklardır. Yasin suresinin 51. ayeti bunu haber verir.[100]
ـ5052 ـ3ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # مَا بَيْنَ النَّفْخَتَيْنِ أرْبَعُونَ. قِيلَ أرْبَعُونَ يَوْماً؟. قَالَ أبُو هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أبَيْتُ. قِيلَ أرْبَعُونَ شَهْراً؟ قَالَ أبُو هريرة أبْيَتُ، قِيلَ أرْبَعُونَ سَنَةً. قَالَ: أبَيْتُ. ثُمّ يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاءِ
مَاءٌ فَيَنْبُتُونَ كَمَا يَنْبُتُ الْبَقْلُ، وَليْسَ شَىْءٌ مِنَ ا“نْسَانِ يَبْلَى إَّ عَظْمٌ وَاحِدٌ وَهُوَ عَجبُ الذَّنَبِ، وَمِنْهُ يُرْكَبُ الْخَلْقُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه الستة إ الترمذي.»عَجْبُ الذّنَبِ« هو العظم المستدير الذي يكون في أصل العجز وأصل الذنب .
3. (5052)- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“İki sur arasında kırk vardır!” buyurmuştur. Bunun üzerine oradakiler:
“Ey Ebu Hureyre! Kırk gün mü ” diye sordular. Fakat o: “Birşey diyemem!” cevabını verdi. Tekrar: “Kırk ay mı ” dediler. O yine: “Bir şey diyemem!” cevabını verdi. “Kırk yıl mı ” dediler. O yine: “Bir şey diyemem!” cevabını verdi ve (Resulullah´ın hadisine devam etti.)
“Sonra Allah semadan su indirecek ve insanlar yerden sebze biter gibi bitecekler. İnsanda bir kemik hariç hepsi çürür. Bu çürümeyen, acbu´zzeneb denen kuyruk sokumu kemiğidir. Kıyamet günü yeniden yaratılış bundan terkib edilecektir.” [Buhârî, Tefsir, Zümer 3, Amme 1; Müslim, Fiten 141, (2955); Muvatta, Cenaiz 48, (1, 239); Ebu Davud, Sünnet 24, (4743); Nesâî, Cenaiz 117, (4, 111).][101]
AÇIKLAMA:
1- İsrafil´in sûra kaç sefer üfleyeceği hususunda ihtilaf edilmiştir. Önceki hadisin açıklamasında “üç” diyenleri esas almış idik. İki ve hatta “dört” diyenler de olmuştur. İbnu Hacer “dört” diyenlerin görüşünü zayıf bulur.
2- Bu rivayet, iki üfleme arasında geçecek müddet hususunda bir fikir verir: Arada bir müddet var ama miktarı belli değil. Resulullah söylemiş olsa bile Hz. Ebu Hureyre şu veya bu sebepten dolayı yakalayamamış. Bazı rivayetlerde “kırk sene”, “kırk hafta” gibi kayıtlar gelmiş ise de İbnu Hacer onların zayıf olduğunu belirtir.
5055 numaralı hadiste iki ayrı sûr üfleyicisiyle ilgili açıklama kaydedilecektir.
3- Hadiste, insanın kuyruk sokumunda acbu´zzeneb denen bir kemik hariç tamamının çürüyeceği belirtilmiştir. Bazı rivayetlerde sual üzerine acbu´zzeneb hakkında bilgi verilmiştir. Bu, hardal danesi büyüklüğünde son derece küçük bir zerredir. Kıyamet günü insanın yeniden yaratılışı, çürümeyen bu kemikten başlatılacaktır. Günümüz ilmi bir DNA hücresine binlerce sayfalık ansiklopedideki bilginin depolanabileceğini ortaya koymuştur. Dolayısıyle her insanın şahsiyet-i müstakilesi ile ilgili temel bilgilerin, meşiet-i İlahî ile çürümeyecek olan bir hücrede depolanıp neş´eyi saniyenin (veya ikinci yaratılışın) bu hücreden itibaren olması gayet mâkuldur. Bazı alimler: “Burada Allah´tan başka kimsenin bilemediği bir sır var. Çünkü yoktan var eden Allah, ikinci sefer yaratışta, yaratılışı bina edeceği bir asl´a muhtaç değildir” demiştir.
4- Hadiste amm bir üslubla çürümenin her insana şamil olacağı ifade edilmiştir. Halbuki başka rivayetlerde peygamberin, şehidlerin çürümeyeceği ifade edilmiştir. Şarihler bunları hükümden istisna ederler.
5- Şunu da belirtelim: İnsanın tamamen çürüme hadisesinden acbu´zzenebi istisna kılan اَِّ “hariç” kelimesini, bazı alimler istisna manasına değil, atıf vavı olarak anlamışlar ve “acbu´zzeneb de çürür” demişlerdir. Müzenî´nin öne sürdüğü bu manayı el-Ferra ve el-Ahfeş mâkul bulmuşlardır. Ancak, İbnu Hacer: “Müzenî´nin teferrüd ettiği bu mana bazı rivayetlerde “Arz acbu´zzenebi ebediyyen yemez (çürütmez)” şeklinde gelen sarahat reddeder” der.[102]
ـ5053 ـ4ـ وعن كعب بن مالك رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # إنَّمَا نَسَمَةُ الْمُؤْمِنِ طَيْرٌ يَعْلِقُ في شَجَرِ الْجَنَّةِ حَتّى يُرْجِعَهُ اللّهُ الى جَسَدِهِ يَوْمَ يَبْعَثُهُ[. أخرجه مالك والنسائي.»النَّسَمةُ« الروح والنفس.و»يَعْلِقُ« بسكون العين: أي يأكل .
4. (5053)- Ka´b İbnu Malik (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Mü´minin ruhu, cennet ağacında beslenen bir kuş olur. Yeniden dirilme gününde Allah onu cesedine döndürünceye kadar orada beslenir.” [Muvatta, Cenaiz 49, (1, 240); Nesâz- Cenaiz 117 (4, 108); İbnu Mace, Zühd 32, (4271).][103]
AÇIKLAMA:
1- Rivayet, Nesaî´de şöyledir: “Mü´minin ruhu, cennet ağacında bir kuş olur. Allah kıyamet günü cesedine gönderinceye kadar orada kalır.”
2- Şarihler, başka rivayetlere dayanarak, cennete kuş olacak ruhun, mücahidlerin ve şehid olarak ölen mü´minlerin ruhları olduğunu tasrih ederler. Diğer ruhların ise, bazan semada, bazan mezarların avlularında bulunacaklarını belirtirler. Ebu Bekr İbnu´l-Arabî sadece şehidlerin kıyametten önce yeme ve diğer nimetlere mazhar olacağı, diğer ruhlara, kıyametten önce bunların verilmeyeceği hususunda ümmetin icmaını nakleder. Sadedinde olduğumuz hadisin de bazı tariklerinde şehid ruhlarının kastedildiği tasrih edilmiştir: “Şehidlerin ruhları yeşil kuşların içindedir. Dilediği yerde rızkını yer.”
3- Alimler, kuş olma hadisesi için: “Ruh, Allah´ın emriyle kuş şeklinde teşekkül ve temessül eder. Tıpkı meleğin, insan şeklinde temessül ettiği gibi” derler ve ilave ederler: “Muhtemelen, burada murad, bazı rivayetlerde geldiği üzere ruhun bir kuş bedenine girmesidir.” Suyûtî, Ebu Davud´a yaptığı haşiyede “Hadisi, “ruh, kuş olarak teşekkül eder” diye açıklarsak, burada kastedilen mana sadece “uçmaya muktedir olmaktaki” benzeyiştir, yaratılış yönüyle benzeme değildir. Çünkü insanın maddî şekli mahlukatın şekilleri arasında en üstünüdür” der.
Sindî, Suyûtî´nin mülahazasına şu ilavede bulunur. “Bu görüş, insan ruhunun kendine has bir şekli olması halinde doğrudur. Ama hakikat-ı halde insan ruhunun müstakil, hususî bir şekli yoksa ve şekilden mücerred ise ve Allah, bir hikmete binaen belli bir şekil almasını dilerse, ilk olarak kuş şeklini almasında aklın kabul etmeyeceği bir husus yoktur.”
Mevzuun ehemmiyetine binaen, Suyûtî´nin Nesâî Şerhi´nde yer verdiği açıklamalardan bazı pasajları iktibas edeceğiz:
“İbnu´l-Kayyim der ki: “Ruh´un kaldığı bir yerin (mak´ad) olduğunu söylemek, onların ne kabirde olduğuna, ne de kabrin havlusunda olduğuna delalet etmez. Bilakis ruhun bu yerle bir bağıntısının bulunduğuna delalet eder ve bu manada ona bir mekan izafesi sahih olur. Zira ruhun bir başka şe´ni (bizim tabi olduğumuz kayıtlarla mukayyed olmayan bir başka realitesi ve mahiyeti) vardır. Bundandır ki o, bedenle bağlı olduğu halde aynı zamanda Refik-i A´la´da bulunur. Öyle ki, bir Müslüman, (ölmüş) arkadaşına selam verdiği vakit, ruh o hususî yerinde olduğu halde bu selama mukabele eder. Nitekim Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) altı yüz kanadı olan Hz. Cebrail aleyhisselam´ı görmüştür. Bu esnada onun sadece iki kanadı ufku kapatmış ve dizini Resulullah´ın dizine dayayacak, ellerini dizinin üstüne koyacak şekilde ona yaklaşmıştır. Ruhla ilgili meseleleri anlamada zorluk çıkaran husus, şöyle bir yanılgıdır; ruhlar âlemi ile ilgili şuunatı, şehadet âleminin me´luf olan, alışılan şuunatı ile mukayese yapılır, orası da buraya göre değerlendirilir. Bu hatalı kıyasa göre, ruh bir yer işgal etti mi, onun bir başka mekanda bulunması mümkün olmaz. Bu açık bir yanılgıdır. Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm Mirac gecesinde Hz. Musa´yı Refik-i A´la´da olduğu halde, kabrinde namaz kılarken ve selam verenlere mukabele ederken görmüştür. Bu iki durum arasında bir zıtlık yoktur. Çünkü ruhun şe´ni bedenlerin şe´ninden ayrıdır. Bu durumu daha iyi anlamamız için bazıları güneşle misallendirmiştir: Güneş semada olduğu halde şuaları yerdedir. Gerçi burada benzetmede eksiklik var. Çünkü ışık güneşin zatı değil, arazıdır. Ruh ise, arazıyla değil, zatıyla yerdedir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, yine Mirac´ta peygamberleri semavatta görmesi de bu meselemize bir başka delildir. Zira Aleyhissalâtu vesselâm orada ruhları misalî cesedlerinde görmüştü. Bununla birlikte onlar kabirlerinde canlı olarak namaz kılıyorlardı. Diğer taraftan Aleyhissalâtu vesselâm´ın şu sözünü de hatırlayalım: “Kim, kabrimin yanında bana salat okursa onu işitirim; kim de uzaktan salat okursa, o bana ulaştırılır.” “Allah kabrime müvekkel bir melek koymuştur. Ona bütün mahlukatın kulaklarını vermiştir, kıyamete kadar bana salat okuyacak bir kimse yoktur ki, bu melek bana onu ismiyle, babasının ismiyle ulaştırmasın.” Şurası da muhakkak ki, Aleyhissalâtu vesselâm´ın ruh-u şerifleri makamların en yücesinde, diğer peygamberlerin ruhlarıyla birliktedir.
Dinimizde sabit olan bu haberlerle, şu husus kesinlik kazanmıştır: “Ruhun A´layı İlliyyin´de veya cennette veya semada bulunmasına rağmen, bedeniyle de irtibatta olup idrak etmeye, işitmeye, namaz kılmaya, okumaya devam etmesi arasında bir zıtlık yoktur; biri diğerine mani değildir. Bu meselede şaşkınlık ve anlama zorluğu şuradan gelir: Dünyevî şahidde, söylenenleri görecek maddî bir organ mevcut değildir, bunlar iman ve tefekkürle idrak edilebilir. Berzah ve ahiretle ilgili umûr, dünyada alışmış olduklarımızdan tamamen ayrıdır. Öylesine ayrı ki, şöyle denebiliyor: “Ruhta öyle bir hareket kabiliyeti, öyle bir intikal sür´ati var ki, kabirden semaya çıkışına kadar muhtaç olduğu müddet, göz açıp kapama anı gibi zamanın en küçük bir birimidir. Bu durumu uykuda olan bir ruh müşahade eder. Nitekim hadislerde geldiğine göre: “Uyuyan kimsenin ruhu yükselir, yedi kat semayı deler. Arş´ın önünde Allah´a secde eder, sonra cesedine geri döner ve bu seyahatı çok kısa bir zamanda gerçekleştirir.”
Vefatı, miladî 1505 olan Suyûti´nin özetle sunduğumuz bu açıklaması, günümüzde getirilen ilmî açıklamalara neredeyse ayniyle muvafık düşmektedir. Tamamen fizik kanunlarıyla yapılan açıklamalardan sonra verilen bir sonuç şöyle: “…Dünya adı verilen bu gezegen, bize göre insanlara ait zahirî âlemdir. Ama bu gezegende yaşayan ve farklı yaratılan cinler de bizimle dünyayı paylaşmaktadır. Onlar gene bu dünyamız üzerinde Kur´an-ı Kerimimizin gayb âlemi adını verdiği âlemde yaşamaktadırlar. Gayb âlemi, dünyadan başka bir yerde değildir. Farklı yaratılmamız sebebiyle cinler ve biz insanlar aynı koordinatlarda yaşadığımız halde fizik algılama sistemlerimizle birbirimizi farketmemekteyiz.
Görülmektedir ki, zahirî âlemin her noktası, aynı zamanda gayb âlemidir. Gayb âleminin her noktası da, aynı zamanda zahirî âlemdir. Öyleyse her nokta zahirî âlemde de gayb âleminde de aynı koordinatlara sahiptir ve her iki âlemde de vardır.”
Bu meselede Bediüzzaman şöyle der:
“İ´lem Eyyühe´l-Aziz: Âlem-i ziya, âlem-i hararet, âlem-i hava, âlem-i kehriba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esir, âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzaheme (sıkışıklık) ve yer darlığı yoktur. Bu âlemler, hepsi de, ihtilalsiz, müsademesiz küçük bir yerde içtima ederler. Kezalik bu geniş gaybî âlemlerin de bu küçük arzda içtimaları mümkündür. Evet hava, su insanın yürüyüşüne, cam ziyanın geçmesine, şuanın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mani yoktur.
Kezalik bu kesif âlemde ruhanîleri devrandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men edecek bir mani yoktur.”
Merhum´un, mevzuyu aydınlatacak bir başka açıklaması, şöyle:
“İ´lem-Eyyühe´l-Aziz: Vücud nev´inde tezahum yoktur. Yani, pekçok âlemler, haller, vücud sahnesinde içtima eder, birleşirler. Mesela: Gece zamanı duvarları camdan olan ve elektrik yanan bir odaya girdiğin vakit, âlem-i misale bir pencere hükmünde olan camlarda pek çok menzilleri, odaları göreceksin.
Saniyen: Odada otururken, kemal-i suhuletle o misalî odalarda her çeşit tebdil, tağyir, tasarruf edebilirsin.
Salisen, odadaki elektrik, elektrik misallerinin en uzağına en yakındır. Çünkü, o misalî misallerin kayyumu odur.
Rabian, bu maddî vücudun bir habbesi, bir parçası, o misali vücudun bir âlemini içine alabilir. Bu dört hüküm, Vacib (Allah) ile âlem-i mümkinat arasında da caridir. Çünkü mümkinatın vücudu Vacib´in nurundan bir gölge olduğu cihetle, vehmî bir mertebedir. Vacib´in emriyle vücud-u hariciyeye girer. Sâbit ve müstekarr kalır. Demek mümkinatın vücubu, bizzat hakiki bir vücud-u haricî olmadığı gibi, vehmî veya zail bir zıllı da değildir. Ancak Vacibu´l-Vücud´un (Allah´ın) icadıyle bir vücuttur.”
Bediüzzaman´ın bir başka tahliline göre, tasvirlerde yedinci kat semanın ötesinde yer aldığı ifade edilen ve zihinlerde, kevn dediğimiz maddî âlemi kuşatan uzak bir hudud gibi tebessüm eden arş dahi, kevn´ den hariç değildir.
“İ´lem-Eyyühe´l-Aziz: Her şeyin içine melekut, dışına da mülk denir. Bu itibarla insan ile kalb, birbirine hem zarf, hem mazruf olur. Çünkü insan, mülk cihetiyle kalbe zarf olur; melekut cihetiyle de mazruf olur.
Bu kaide arş ile kevn hakkında da tatbik edilir. Şöyle ki: Arş, Zahir, Batın, Evvel, Ahir isimlerinin halita ve karışığıdır. Bu halitada dahil olan ism-i Zahir itibariyle arş, mülk; kevn melekut olur. İsm-i Batın itibariyle arş melekut, kevn mülk olur. Demek arş´a ism-i Zahir nazarıyla bakılırsa, kendisi zarf, kevn de mazruf olur. İsm-i Batın gözüyle bakılırsa kendisi mazruf, kevn zarf olur ve keza ism-i evvel itibariyle وَكَانَ عَرْشُهُ عَلى الْمَاءِ ayetinin işaret ettiği kevnin bidayetini içine alıyor. Ve ism-i Ahir itibariyle, سَقْفُ الْجَنَّةِ عَرْش الرَّحْمنِ hadis-i şerifinin ima ettiği kevnin nihayetini içine alıyor.
Demek arş öyle bir halitadır ki, şu dört isimden aldığı hisseler ile kevn ve vücudun sağını solunu, üstünü ve altını ihata etmiş olur.”[104]
ـ5054 ـ5ـ وعن أبي رزين العُقَيْلِي قالَ: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ كَيْفَ يُعِيدُ اللّهُ الْخَلْقَ؟ وَمَا آيَةُ ذلِكَ؟ قَالَ: أمَا مَرَرْتَ بِوادِى قَوْمِكَ جَدْباً، ثُمَّ مَرَرْتَ بِهِ يَهْتَزُّ خَضِراً؟ قُلْتُ: نَعَمْ. قَالَ: فَتِلْكَ آيَةُ اللّهُ في خَلْقِهِ كَذلِكَ يُحْيِي اللّهُ الْمَوْتَى[. أخرجه رزين .
5. (5054)- Ebu Rezin el-Ukaylî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ey Allah´ın Resulü dedim, Allah, mahlukatı nasıl iade eder, (yeniden diriltir) Bunun dünyadaki örneği nedir ”
“Sen dedi, hiç kavminin üzerinde yaşadığı vadiden kurak mevsimde geçmedin mi Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil üğründüğü münbit mevsimde uğramadın mı ”
Ben “Elbette!” deyince:
“İşte bu, (yeniden) yaratmasına Allah´ın delilidir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!” buyurdular.” [Rezin tahric etmiştir. Bu hadis Ahmed İbnu Hanbel´in Müsned´inde biraz farklı lafızlarla rivayet edilmiştir (4, 11).][105]
AÇIKLAMA:
Ahirette yeniden diriltmeye, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın verdiği bu örnek, tamamen Kur´anî bir metoddur. Zira Kur´an-ı Kerim, dünyada cereyan eden ve gözle gördüğümüz hadiseleri zikrederek, ahiretteki ihyanın da böyle olacağını söyler.
“Allah, rüzgârları salıverip de bulutları harekete getirmekte olandır. Derken biz onu ölü bir toprağa sürüp, onunla yeri, ölümünün ardından canlandırmışızdır. İşte (ölülerin) dirilmesi de böyledir” (Fatır 9).[106]
ـ5055 ـ6ـ وعن ابن عبّاس رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]في قوله تعالى: فإذَا نُقِرَ في النَّاقُورِ. قَالَ: هُوَ الصُّورُ، والرَّاجِفَةُ النَّفْخَةُ ا‘ولى، والرَّادِفَةُ الثَّانِيَةُ[. أخرجه البخاري ترجمة .6.
6. (5055)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) “O boru öttürülünce” (Müddessir 8) ayeti ile ilgili olarak dedi ki: “Bu, sûrdur. Surede geçen racife, birinci nefha (üfleme), râdife de ikinci nefhadır.” [Buhârî, Rikak 43 (muallak olarak).][107]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Hacer bu hadisin açıklaması zımnında, sûru üfleyecek melekten bahsederken, sûru İsrafil aleyhisselam´ın üfleyeceği hususunda Ehl-i Sünnet ve´lcemaat´in icma´ına dair Halimi´nin kaydını naklettikten sonra, bazı rivayetlerde de iki sûr üfleyicisinden bahsedildiğine temas eder. Bu rivayetlerden birinde ” Her sabah, sûra müekkel iki melek, ona üfleme emrini beklerler.”
İbnu Hacer, bu manayı ifade eden hadislerden bazılarını kaydeder sonra da birinci üflemeyi bir başka meleğin, ikinci üflemeyi ise İsrafil´in yapacağını ifade eden Hz. Aişe´ye ait şu rivayeti kaydeder: “O melek, İsrafil´in kanat çırptığını görünce, sûra üfler. O, birinci üflemeyi yapar ki, bu nefha-i sa´k´dır. Sonra İsrafil ikinci üflemeyi yapar. İşte bu da nefha-i ba´s (yeniden dirilme=nefha-i kıyâm da denir).”[108]
2- Sadedinde olduğumuz hadis, Müddessir suresinde geçen nâkur ile Naziat suresinde geçen râcife ve râdife kelimeleri hakkında İbnu Abbas´ın yaptığı açıklamayı sunmaktadır. Buna göre, mezkur nâkurdan maksat, İsrafil´in kıyamet günü ölülerin dirilmesi için üfleyeceği sûr (boru)dur. Sûr´ dan Kur´an´da bir çok ayette bahsedilmiştir. En´am 6, Kehf 99, Taha 102, Mü´minun 101, Neml 87, Yasin 51, Zümer 68, Kaf 20, Hakka 13, Nebe´ 18.
3- Sûr kelimesini Hasan Basrî, suver şeklinde okumuştur. Suver, suretin cem´idir. Bu takdirde manayı şöyle te´vil etmiştir: “Üflemeden murad cesedleredir, ta ki ruhlar cesedlere dönsünler. Ebu Ubeyde “sureti, cemi olarak suver şeklinde okumanın da” caiz olduğunu, başka şahidlerle gösterir. Böyle olunca, iki kıraat da aynı manayı ifade etmiş olur. Ancak Ezherî, bu yorumun Ehl-i Sünnet´in kabul ettiği şekle muhalefet ettiği belirtilir.
İbnu Hacer bu ihtilafı kaydettikten sonra, Ebu´ş-Şeyh´in Kitabu´l-Azamet´inden Vehb İbnu Münebbih´in bir rivayetini kaydeder: “Allah sûru kristal cam berraklığındaki inciden yarattı. Sonra arş´a: “Sûru al ve (bir köşene) as!” dedi. Sonra, “Ol!” emretti ve İsrafil oluverdi. İsrafil´e sûru (boruyu) almasını emir buyurdu. İsrafil de (arşta asılı olan sûru) aldı, onda, yaratılmış her bir ruh, hayat sahibi her bir nefis için bir delik açtı. […] Sonra bütün ruhlar sûrda toplanır. Sonra Allah İsrafil´e emreder, o da sûra (cesedlere) üfler ve her bir ruh, cesedine girer.”
İbnu Hacer der ki: “Bu hadise göre, üfleme hadisesi, önce ruhların sûra -ki bu manada cesedler demektir- ulaşması için vukua gelir. Öyleyse burada üflemenin, boynuz olan “sûr”a izafesi hakikattır, cesedler olan “sûr”a izafesi mecazdır.[109]
ـ5056 ـ7ـ وعن أبي سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]ذَكَرَ رَسُولُ اللّهِ # صَاحِبَ الصُّورِ، وَقَالَ عَنْ يَمِينِهِ جِبْرِيلُ، وَعَنْ يَسَارِهِ مِيكَائِيلُ عَلَيْهِمْ السَّمُ[. أخرجه رزين .
7. (5056)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün bize) Sahib-i Sûr´u (İsrafil´i) zikretti ve dedi ki:
“Sağında Cibril, solunda da Mikail aleyhimusselam var.” Rezin tahric etmiştir. [Ebu Davud, Huruf ve´l-Kıraat 1, (3999).] [110]
İKİNCİ FASIL
HAŞR HAKKINDA
ـ5057 ـ1ـ عن سهيل بن سعدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُحْشَرُ النَّاسُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلى أرْضٍ بَيْضَاءَ عَفْراءَ كَقُرْصَةِ النَّقِيّ لَيْسَ فيهَا عَلَمٌ ‘حَدٍ[. أخرجه الشيخان .
1. (5057)- Süheyl İbnu Sa´d (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet günü insanlar beyaz, bembeyaz, has unun çöreği gibi bir yerde toplanacaklar. Orada hiç kimsenin bir işareti (evi, bağı vs.) olmayacak.” [Buhârî, Rikak 44; Müslim, Münafıkûn 28, (2790).][111]
AÇIKLAMA:
1- Burada mevkıf da denen haşir meydanı, yani kıyametin kopmasından ve ruhların cesedlere üflenmesinden sonra hesap vermek üzere insanların toplanacağı haşir meydanı tasvir edilmektedir: Burası beyaz, bembeyaz (veya kızıla çalan) bir beyaz renk taşıyacaktır. Afrâ kelimesi için “lekesiz beyaz”, “bembeyaz”, “kızıla çalan beyaz”, “şiddetli beyaz” gibi manalar verilmiştir. “Beyaz” dedikten sonra “kızıla çalan beyaz” manası değil, “bembeyaz” manası da uygun gözükmektedir. Nitekim has un da beyazdır.
2- Haşir meydanının ikinci vasfı, düz oluşudur. Orada dünyanın sathını andıran dağ, dere, ev, bağ, bahçe, ağaç vs. olmayacaktır. Maksad, yeryüzünün tamamen yok olduğunu ve mevkıfın tamamen başka bir hüviyette bir meydan olduğunu belirtmektir.
İbnu Ebî Cemre: “Bu ifadede, mevkıf sahasının, bu dünyadan çok daha büyük olduğuna da işaret vardır” der. İbnu Hacer de: “Bunda dünya arzının yok olup ortadan kalktığına, mevkıf arzının yeni olduğuna işaret vardır” der ve selefin bu meseleyle ilgili olarak “O gün ki arz başka bir arza, gökler de (başka göklere) tebdil olunacaktır…” (İbrahim 48) ayetinin te´vilinde ihtilaf ettiklerini belirtir. Buradaki tebdilin manası dünyanınzâtının ve sıfatlarının değişmesi midir, yoksa sadece sıfatlarının değişmesi midir İbnu Hacer, sadedinde olduğumuz hadisin birinci şıkkı te´yid ettiğini söyler. İbnu Mes´ud´dan bu ayetle ilgili olarak: “Arz öyle bir arza dönüşür ki, bu arz sanki gümüş gibi (saf ve tertemizdir), üzerinde haram kan dökülmemiş ve hiçbir günah işlenmemiştir.” Bu hadis mevkuf ise de merfu olarak da rivayet edilmiştir. Beyhakî bunu İbnu Mes´ud´un bir yorumu olarak anlayıp: “Mevkuf olması daha sahihtir” demiştir. Taberî, Hz. Enes´ten merfu olarak “Allah arzımızı, üzerinde günahların işlenmediği gümüşten bir arza tebdil eder” hadisini rivayet eder. Başka rivayetler de var. Hülasa, arzın kıyamet günü beyaz, temiz, günahsız bir arza çevrileceği manasını te´yid eden (Resulullah´tan) merfu rivayetler de mevcuttur.[112]
ـ5058 ـ2ـ وعن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّكُمْ مَُقُو اللّه تَعالى حُفَاةً عُرَاةً غُرًْ[ .
2. (5058)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Sizler Allah´a yalınayak, bedenleriniz çıplak ve kabuklu (sünnet edilmemiş) olarak haşr olunacaksınız!” buyurdular.”[113]
ـ5059 ـ3ـ وفي أخرى قال: ]قَامَ فِينَا رَسُولُ اللّهِ # بِمَوْعِظَةٍ. فقَال: يا أيُّهَا النَّاسُ إنَّكُمْ مَحْشُورُونَ الى اللّهِ تَعالى حُفَاةً عُرَاةً غُرًْ كَمَا بَدَأنَا أوَّلَ خَلْقٍ نُعِيدُهُ وَعْداً عَلَيْنَا إنَّا كُنَّا فَاعِلينَ. أَ وَإنَّ أوَّلَ الْخََئِقِ يُكْسَى يَوْمَ الْقِيَامَةِ إبْرَاهِيمُ عَلَيْهِ السََّمُ، أَ وَإنَّهُ سَيُجَاءُ بِرِجَالٍ مِنْ أُمَّتِى فَيُؤْخَذُ بِهِمْ ذَاتَ الشِّمَالِ فأقُولُ: يَا رَبِّ أصْحَابِى. فَيُقَالُ: إنَّكَ تَدْرِي مَا أحْدَثُوا بَعْدَكَ. فأقُولُ كَمَا قَالَ الْعَبْدُ الصَّالِحُ: وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَهِيداً مَا دُمْتُ فِيهِمْ ـ الى قَوْلِهِ ـ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ. قَال فَيُقَالُ لِي: إنَّهُمْ لَمْ يَزَالُوا مُرْتَدِّينَ عَلى أعْقَابِهِمْ مُنْذُ فَارَقْتَهُمْ[ .
زاد في رواية: ]فأقُولُ: سُحْقاً، سُحْقاً[. أخرجه الخمسة إ أبا داود.»غُرً« أي غير مختونين .
3. (5059)- Bir diğer rivayette İbnu Mes´ud şöyle demiştir: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) va´z etmek üzere aramızda doğruldu ve dedi ki:
“Ey insanlar! Sizler (kıyamet günü) Allah´ın yanında yalınayak, çıplak ve kabuklu olarak toplanacaksınız. [Sonra şu ayeti okudu:] “İlk yaratışa nasıl başladı isek, üzerimizde hak bir vaad olarak yine onu iade edeceğiz…” (Enbiya 104). Haberiniz olsun! Kıyamet günü mahlukattan ilk giydirilecek İbrahim aleyhisselam´dır. Haberiniz olsun, o gün ümmetimden bazı kimseler getirilir ve sol tarafa alınırlar. Bunun üzerine ben:
“Ey Rabbim! Bunlar ashabımdır!” derim. Bana:
“Sen bilmiyorsun, bunlar senden sonra neler yaptılar” denilir. Ben salih kul (İsa)´nın dediği gibi diyeceğim:
“Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat vakta ki sen beni (içlerinden) aldın, üstlerinde nigehban yalnız sen oldun. (Zaten) sen (her zaman) her şeye hakkıyla şahidsin. Eğer kendilerine azab edersen şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen mutlak galib ve yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da hakikaten sensin sen”(Maide 117-118).]
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devamla dedi ki:
“Bunun üzerine bana: “Onlar, sen aralarından ayrıldığın günden beri, dinden yüz çevirmeye hiç ara vermediler!” denilecek.
“Bir rivayette şu ziyade var: “Ben: “Rahmetten uzak olsunlar, rahmetten uzak olsunlar!” derim.” [Buhârî, Rikak 45, Enbiya 8, 44, Tefsir, Maide 14, 15, Tefsir, Enbiya 2; Müslim, Cennet 57, (2860); Tirmizî, Kıyamet 4, (3329); Nesâî, Cenaiz 118, (4, 114).][114]
AÇIKLAMA:
1- Haşr: Kurtubî, belki de kelimenin kullanışlarını esas alarak haşr hakkında şu açıklamayı yapar: (Biraz özetleyerek, kısaltarak alıyoruz.) “Haşr, toplanma manasına gelir. Dört çeşit haşir vardır. Bunlardan ikisi dünyada, ikisi de ahirettedir.
* Birinci haşr: Haşir suresinin ikinci ayetinde zikredilen haşirdir. (Mealen): “O, ehl-i kitaptan küfür edenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkarandır” (Haşr 2).
* İkinci haşr: Kıyamet alâmetleri zımnında zikri geçen haşirdir: Bir rivayette Aden´den çıkacak bir ateşin insanları mahşere (toplanma yeri) sevkedeceği belirtilir: تَخْرُجُ نَارٌ قَبْلَ يَوْمِ الْقِيَامَةِ مِنْ حَضْرَموْتَ فَتَسُوقُ النَّاسَ
“Bir başka rivayette ذلِكَ نَارٌ تَخْرُجُ مِنْ قَعْرِ عَدَنٍ تَرْحَلُ النَّاسُ الى الْمَحْشَرِ
Bir başka rivayette: اَمَّا اَوَّلُ اَشْرَاطِ السَّاعَةِ فَنَارٌ تَحْشُرُ النَّاسَ مِنَ الْمَشْرِقِ الى الْمَغْرِبِ
Farklı şekillerde çıkacağı belirtilen bu ateşle ilgili rivayetlerin te´lifi zor görünmektedir. İbnu Hacer şöyle bir te´lif teklif eder: “Muhtemelen bu ateş önce Aden taraflarında çıkacak. Sonra arzın her tarafına sirayet edecek. Hadiste geçen “İnsanları doğudan batıya haşredecek” ifadesi, haşrin hususi kalmayıp, her tarafta umumileşeceğini beyan kasdını güder. Belki önce şark ahalisi haşredilecek, ama sonradan garb ahalisinin haşri de olacaktır. Nitekim bütün fitneler doğudan başlar..”
* Üçüncü haşr: Ölülerin kabirlerinden haşridir. Bu yeniden dirilmeden (ba´s) sonra, Mevkıf denen hesap meydanında toplanmasıdır. Bu haşr şu ayette bahsedilen haşrdır. (Mealen): “…Onları da mahşerde toplamışızdır da içlerinden hiçbirini bırakmamışızdır” (Kehf 47).
* Dördüncü haşr; İnsanların cennet veya cehennemde toplanmasıdır.”
İbnu Hacer, bunlardan birinciye haşr denemeyeceğini, şer´an mutlak olarak haşr denince, kıyamet günü bütün mevcudatın toplanmasının kastedildiğini, halbuki birinci haşr olarak zikredilen hadisenin benzerlerinin tarihte sıkça vukua geldiğini, hiçbirine haşr denmediğini belirtir ve İbnu´z-Zübeyr´in halife olunca, Emevîlerin Medine´den Şam´a sürdüğünü ifade eder.
2- Hadiste kıyamet günü ilk elbise giyecek zatın İbrahim aleyhisselam olduğu belirtilir. Başka rivayetlerde, İbrahim´i Resulullah´ın takip edeceği belirtilmiştir. Hz. İbrahim´e tanınan bu öncelik, onun ateşe atılmış olması veya seravil (şalvar) ile ilk tesettürü onun vaz´ etmiş olmasıyla izah edilmiştir. Şarihler onun bu meselede efdaliyetinin, her yönden Resulullah´a efdaliyet ihraz edeceği manasına gelmediğini belirtirler.
3- Resulullah´tan sonra irtidat edenlerle ilgili muhtelif açıklamalar yapılmıştır.
1) Bunlar münafık ve mürtedlerdir. Abdest uzuvlarında ve alınlarında beyazlıkla diriltilirler. Aleyhissalâtu vesselâm bunlara bu alâmetleri sebebiyle nida eder. Ancak:
“Bunlar vaadine mazhar olanlardan değiller!” denilir. Bunlar senden sonra dini değiştirdiler. Yani izhar ettikleri İslam üzere ölmediler.”
2) “Bunlardan murad, Aleyhissalâtu vesselâm zamanında Müslüman olarak yaşayıp sonradan irtidat edenlerdir” denmiştir. Resulullah bunlara da, -üzerlerinde abdest nuru olmasa da- sağlığında onları Müslüman bildiği için nida eder. Ancak “Bunlar irtidat ettiler!” denilir.
3) “Bunlar, tevhid üzerine ölen büyük günah sahipleri ve kişiyi dinden çıkarmayan bid´alara düşen ehl-i bid´adır” denmiştir. Bunların alınlarında ve abdest uzuvlarında nur olması da mümkündür. Bunlar, Resulullah zamanında veya ondan sonra da yaşamış olabilirler. Bunları hususi alâmetleriyle tanımış olacaktır. İbnu Abdilberr der ki: “Dinde bid´at çıkaranların hepsi havuz´dan kovulacaktır; Haricîler, Rafizîler ve diğer ehl-i heva.” Devamla “Zalimlerin, haksızlıkda ileri gidenlerin, hakkı gizleyenlerin ve kebair işleyerek asi olanların” da bu hükme girdiklerini, bu sayılanların hepsinin, sadedinde olduğumuz hadiste haber verilen azaba maruz kalacaklarından korkulduğunu belirtir.
4- Hadiste, salih kul olarak işaret edilen zat, Hz İsa aleyhisselam´ dır. Çünkü salih kul´a nisbet edilerek söylenen söz ayet-i kerimedir ve Kur´an, onu Hz. İsa´nın bir yakarışı olarak sunmaktadır. Böylece Aleyhissalâtu vesselâm, ümmetinden günahkâr bir zümreyi, Hz. İsa´nın merhametkârâne ve şefkatkârâne olan üslubuyla Allah´a havale etmekte, Hz. Nuh´un helak ve ceza talep eden üslubuna (Nuh 26) yer vermemektedir.[115]
ـ5060 ـ4ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُحْشَرُ النَّاسُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ثََثَ أصْنَافٍ: صِنْفٌ مُشَاةٌ، وَصِنْفٌ رُكْبَانٌ، وَصِنْفٌ عَلى وُجُوهِهِمْ. قِيلَ يَا رَسُولَ اللّهِ، كَيْفَ يَمْشُونَ عَلى وُجُوهِهِمْ؟ قَالَ: الّذِي أمْشَاهُمْ عَلى أقْدَامِهِمْ قَادِرٌ أنْ يُمْشِيَهُمْ عَلى وُجُوهِهِمْ، أمَّا إنَّهُمْ يَتَّقُونَ بِوُجُوهِهِمْ كُلَّ حَدَبٍ وَشَوْكٍ[. أخرجه الترمذي.
4. (5060)- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet günü insanlar üç sınıf olarak haşrolunurlar:
* Yayalar sınıfı,
* Binekliler sınıfı,
* Yüzü üstü sürünenler sınıfı.”
Aleyhissalâtu vesselâm´a soruldu: “Ey Allah´ın Resulü! Bunlar yüzleri üzerine nasıl yürürler ” Şu cevabı verdiler:
“Onları ayakları üzerine yürüten Zat-ı Zülcelal, yüzleri üzerine yürütmeye de kadirdir. Ancak bilesiniz, bu yüzleri üstü yürüyenler, önlerine çıkan her engele, her dikene karşı kendilerini yüzleriyle korumaya çalışırlar.” [Tirmizî, Tefsir Benî İsrail (İsra), 3141).][116]
AÇIKLAMA:
Kıyamet günü, ebedî menzillerine gitmek üzere, herkes amel ve imanlarının derecesine göre farklı süratte yol alacaklardır. Aleyhissalâtu vesselâm bunları üç grupta ifade buyurmuştur: Yayalar, binekliler, yüzü üzeri sürünenler. İlk iki sınıf ehl-i imandır, üçüncüsü ise kâfirlerdir. Ehl-i iman da iki grupta ele alınmıştır:
Yayalar. Bunlar gidişte meşakkat çekecekler, ama sürünenlerinkinden çok hafif.
Bazı alimler, önce yayaların zikredilmiş olmasını, ehl-i imandan yayan yürüyecek olanların çoğunluğu teşkil etmeleriyle izah etmiştir.
En şerefli sınıf binekli olanlardır. Bunların da, dünyada bile bineklerin sürat ve konforca çeşitlilikleri gözönüne alınınca, kendi aralarında farklılıklar arzedeceği anlaşılır.
Yüz üstü sürünecek olanlarla ilgili şu ayeti de hatırlatabiliriz: “Biz onları kıyamet günü körler, dilsizler, sağırlar olarak yüzü koyun haşredeceğiz. Onların varacağı yer cehennemdir ki, ateşi yavaşladıkça biz onun alevini artırırız” (İsra 97).
el-Kâdi der ki: “Yüzleriyle korunurlar” ifadesi, onların ne kadar alçaltılıp hakir kılınacaklarını beyan eder. Allah eza veren şeylere karşı, onları, ellerine ve ayaklarına bedel yüzleriyle korunmaya mecbur kılacaktır. Hedefe gidişi ayağa bedel yüzleriyle yaptırması da, onların dünyada iken yüzlerini yaratıp şekillendiren Zat için secdeye koymamalarından dolayıdır.”[117]
ـ5061 ـ5ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # يُحْشَرُ النَّاسُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلى ثََثِ طَرَائِقَ، رَاغِبِينَ رَاهِبِينَ، وَاثْنَانِ عَلى بَعِيرٍ، وَثَثَةٌ عَلى بَعِيرٍ، وَأرْبَعَةٌ عَلى بَعِيرٍ، وَعَشْرَةٌ عَلى بَعِيرٍ. وَتَحْشُرُ بَقِيَّتَهُمُ النَّارُ، تَقِيلُ مَعَهُمْ حَيْثُ قَالُوا، وَتَبِيتُ مَعَهُمْ حَيْثُ بَاتُوا، وَتُصْبِحُ مَعَهُمْ حَيْثُ أصْبَحُوا، وَتَمْسِي مَعَهُمْ حَيْثُ أمْسَوْا[. أخرجه الشيخان والنسائي .
5. (5061)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İnsanlar kıyamet günü üç hal üzere haşrolunurlar:
1) İstekliler, korkanlar,
2) İki kişi bir deve üzerinde olanlar, üç kişi bir deve üzerinde olanlar, dört kişi bir deve üzerinde olanlar, on kişi bir deve üzerinde olanlar.
3) Geri kalanları, ateşe tapanlar. Cehennem, onların kaylûle yaptığı yerde onlarla kaylûle yapar, geceledikleri yerde onlarla birlikte geceler, onların sabahladıkları yerde onlarla sabahlar, onların akşamladıkları yerde onlarla beraber akşamlar.” [Buhârî, Rikak 48; Müslim, Cennet 59 (2861); Nesâî, Cenaiz 118, (4, 115, 116).][118]
AÇIKLAMA:
1- Haşr hakkında teferruatlı açıklamayı 5059 numaralı hadiste kaydettik.
2- Bu hadiste zikredilen haşir hangisidir 5059 numaralı hadisin açıklamasında Kurtubî´den kaydettiğimiz yoruma göre, nususta zikri geçen haşir dört idi. Bunlardan biri te´vil götürse de, üç haşirden bahsedilebileceği ve birisinin kıyamet kopmazdan önce, kıyametin kopmasına yakın meydana gelecek bir haşir olduğu belirtilmiş, rivayetler kaydedilmiş idi.
Sadedinde olduğumuz hadiste zikri geçen haşrin de işte bu haşir olduğu, çoğunlukla benimsenen görüştür.
Öyleyse hadis, Aden taraflarında çıkıp, dünyanın her tarafına sirayet edecek bir ateş sebebiyle insanların (Şam) tarafına toplanacaklarından ve bu toplanma, (bu göç, bu iltica) işine iştirak edenlerin üç kategoride mütalaa edileceğinden haber vermiş olmaktadır.
Birinci kategori: İstekliler, korkaklar. Hadis bunların neyi arzulayıp neyden korktuklarını açıklamıyor, müphem ve mutlak bırakıyor.
İkinci kategori: Bunlar kaçma sırasında meşakkattedirler. Bu meşakkat ve sıkıntı “bir deveye iki, üç…on kişi binecek” şeklinde ifade edilmiştir.
Üçüncü kategori: Kaçamayanlar. Bunları ateş yakalayacak. Bu hadisenin kıyametten önce vuku bulan bir vak´a olma ihtimali esas alınınca, kaçılan bu ateşin onları yakalayacağı söylenebilir. Yakalanmanın vakti yoktur; kimini sabah, kimini öğle, akşam… gece vs.Hattâbî, bu haşrin kıyametten önce vuku bulacağını söyler ve: “İnsanları diriler olarak Şam´a toplar” der.
Hattâbî, bu haşrin dünyada olacağını açıklama sadedinde şunları söyler: “Kabirlerden Mevkıf´a olacak haşir, bu suretle olmaz, bu uhrevî haşirde deveye binme, deveyi nöbetleşe kullanma şekli yoktur. Bu haşir, İbnu Abbas´tan gelen hadiste belirtildiği üzere “yalınayak, çıplak ve yaya” şekilde olacaktır.”
“Bir devede iki, üç..on kişi olacak” ibaresini Hattâbî: “Bir deveyi iki, üç… on kişi münavebe ile kullanacaklar demektir” diye açıklar. Yani yol esnasında çok sayıda insana tek binek düşecek biri binerken diğerleri yürüyecek.
İbnu Hacer, münavebe ile kullanmayı kesin bir üslubla reddetmese de, bir deveye aynı anda on kişiye kadar binilebileceğini, Allah´ın bu gücü o gün deveye verebileceğini söyler. Bu yorum bize deve kelimesini binek, binme aracı olarak anlamamıza imkan tanır. Bundan hareketle insanların (1990-1991 yılında çıkan Körfez hadisesinin sonunda Irak´ta yaşayan Kürtler ve Türkmenlerden iki milyona yakın insanın yurtlarını terkederek, bin bir müşkilatla eski coğrafî taksimatta Şam sayılan, bugün ise Suriye denen Güneydoğu Anadolu bölgesine hicret hadisesinde olduğu gibi) bu haşir sırasında canları pahasına pek müşkilatlı bir kaçışla Şam (yani Suriye) bölgesinde toplanacaklarını anlamamıza imkan verir.
Şunu da belirtelim ki, Halimî, bu haşrin kabirlerden Mevkıf´a gidiş haşri olduğuna meyletmiş, Gazalî ise bu hususta kesin kanaat beyan etmiştir. İsmailî: “Ebu Hureyre hadisinin zahiri, insanların “yalınayak, çıplak ve yaya” haşredileceklerini haber veren İbnu Abbas hadisine muhalif düşer” der. Şöyle bir te´lif teklif eder: “Haşirle “neşir” de[119] ifade edilir. Çünkü biri diğeriyle muttasıldır. Öyleyse haşir, insanların kabirlerden yalınayak, çıplak olarak çıkarılıp, Mevkif´e (hesap meydanına) sevkedilmeleridir. İşte bu sırada müttakiler deve üzerinde gelerek toplanırlar.”
Bazıları da iki hadisi şöyle te´lif eder: “İnsanlar kabirlerinden, İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) hadisinde ifade edilen evsafta çıkarılırlar, sonra halleri, buradan Mevkif´e gelinceye kadar, Ebu Hureyre hadisinde ifade edilen evsaf içinde farklı olur. Bu son te´vili te´yid eden bir rivayet Ebu Zerr´den, Ahmed İbnu Hanbel ve Nesâî tarafından tahric edilmiştir.
“Sadık ve masduk olan Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm) bana haber verdi ki: “Kıyamet günü insanlar, üç grup halinde haşredilecektir: Bir grup (Allah´ın nimetlerinden) yemekte oldukları ve elbiseler içinde ve binekler üzerinde bulundukları halde haşredilir. Bir grup yayadır, bir grup da melekler tarafından yüzleri üstü sürüklenirler.”
İyâz, bu görüşler içerisinde Hattâbî´nin görüşünü tercih eder ve bazı hadislerde “ateş onlarla birlikte kaylûle yapar, onlarla birlikte akşamlar, onlarla birlikte sabahlar” ifadesini delil göstererek: “Bu haller dünyaya ait hallerdir, (öyleyse, hadiste, kıyametten önceki haşir kastedilmiştir)” der.
Hadis üzerinde başka yorumlar da var:
Son olarak onu hatırlatalım. Hadisler ve ayetler, İlahî mucizeye mazhar oldukları ve her asra baktıkları için ulemanın istinbat ettiği bütün manaları kasdetmiş olabilir. Sadece birinde cezmedip diğerlerini reddetmek caiz olmaz.[120]
ـ5062 ـ5ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَعْرِقُ النَّاسُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ حَتّى يَذْهَبَ عَرَقُهُمْ في ا‘رْضِ سَبْعِينَ ذِراعاً، وَإنَّهُ يُلْجِمُهُمْ حَتّى يَبْلُغَ أذَانَهُمْ[. أخرجه الشيخان .
6. (5062)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“İnsanlar kıyamet günü öylesine ter akıtırlar ki, bu terler yerin içinde yetmiş zira´lık derinliğe kadar iner ve bu ter (yer üstünde de birikerek insanları konuşamaz hale getirmek üzere ağızlarına) gem vurur ve kulaklarına kadar ulaşır.” [Buhârî, Rikâk 47; Müslim, Cennet 61, (2863).][121]
AÇIKLAMA:
Kıyamet günü, hesap verme esnasındaki ahvalle ilgili olarak muhtelif hadisler gelmiştir. Bunların birkısmı ter hadisesi ile ilgilidir. Sadedinde olduğumuz hadis, insanların, hesap vermenin sıkıntısıyla yerin dibine yetmiş arşın inecek ve yerin üstünde de kulaklara kadar yükselip insanları konuşamaz hale getirecek bir derya teşkil edecek kadar çok terleyeceklerini ifade etmektedir.
Alimler, bu ter herkesin kendi teri midir, müşterek terleri midir ihtilaf ederler, İyâz: “Bundan kişinin müşahede ettiği korkunç haller nisbetinde salacağı terin kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, hem kendi, hem başkasının teri kastedilmiş olması da muhtemeldir. Böylece bir kısmına çok şiddetli, bir kısmına daha hafif sıkıntı verir. Bütün bunlar, insanların izdiham ve birbirlerine sıkışmasından terin yerin altına yetmiş arşın nüfuz etmesinden sonra, yer üstünde akıp birikmesinden meydana gelir. Tıpkı suyun toprak tarafından emilmesinden sonra bir vadide akması gibi” der.
İbnu Hacer, bu terleme hadisesini, bir başka hadisin yardımıyla daha bir tavzih eder. Hadis şudur: “Kıyamet günü güneş arza (bir mil kadar] yaklaşır. İnsanlar terlerler. Kimi vardır, teri ökçesine kadar yükselir, kimi vardır ayağının yarısına kadar yükselir; dizine kadar yükselenler, uyluğuna kadar yükselenler, böğrüne kadar yükselenler, omuzuna kadar ve hatta ağzına kadar -ve eliyle işaret eder- yükselenler, vardır. Ağzına kadar yükselen ter, sahibine gem vurmuş olur. Bazılarını ter tamamen bürür -ve bunu söylerken elini başının üzerine vurur.-” Bazı rivayetlere göre hesap gününün sıkıntısı o kadar şiddetlidir ki, insanlar: “Ey Rabbimiz, cehenneme giderek de olsa bizi bundan kurtar!” diye talepte bulunurlar. Müslim´in bir rivayetinde tere batmanın, kişinin ameliyle mütenasib olacağı belirtilmiştir. فَتَكُونُ النّاسُ عَلى مِقْدَارِ عَمَلِهِمْ في العَرَقِ.
Bir başka hadiste bu bekleme müddetinin kırk yıl olacağı; bir diğerinde bir günün yarısının, dünya zamanına göre ellibin yıl olacağı, ancak mü´mine bu günün, güneşin batma anı gibi hafif geleceği belirtilmiştir.
Beyhakî´nin bir hadisinde bu sıkıntılı halin kâfirlere mahsus olduğu tasrih edilmiştir. يَشْتَدُّ كَرْبُ ذلِكَ الْيَوْمِ حَتّى يُلْجَمَ الْكَافِرُ الْعَرَقُ قِيلَ لَهُ فَايْنَ الْمُؤمِنُونَ.
“O günün sıkıntısı kâfire çok şiddetlenir. Öyle ki ter onu gemler!” Denildi ki: “Ey Allah´ın Resulü mü´minler nerede olurlar ” Buyurdular ki: “Onlar altın kürsüler üzerindedirler, onlara bulutlar gölge yapar.” Bazı rivayetlerde de “amelleri gölge yapar”, bazı rivayetlerde de “güneşin, insanların başlarına iki yay boyu yaklaşacağı” ifade edilmiş ise de, (imanda kemal sahibi) mü´minlere bu hararetin zarar vermeyeceği belirtilmiştir.
Hülasa, hesap günü uzun bir müddettir, sıkıntısı azimdir. Ancak mü´ minler, amellerine göre o günün sıkıntısını az veya çok az bir derecede atlatacaklardır. İbnu Ebî Cemre: “Sadedinde olduğumuz hadis bu sıkıntının bütün insanlara şamil olacağını ifade ederse de; başka hadisler, bunun onlar çoğunluk da olsa birkısım insanlara mahsus olduğunu tasrih eder; peygamberler, şehidler ve Allah´ın diledikleri bundan istisna edilmiş, en şiddetli ter sıkıntısının da kâfirlere, sonra kebair ehline, sonra bunları takip edenlere olacağı, mü´minlerin kâfirlere nisbetle az oldukları belirtilmiştir.”
İbnu Ebî Cemre, bu hadislerden akla gelebilecek: “İnsanlar muhtelif bazda oldukları halde hepsi nasıl kulaklarına kadar tere banar, bu arada ter bir kısmının ayağını bürümez… ” gibi sorulara: “Bunlar uhrevî, gaybî ihbarlardır, aklî izahı yoktur, kuvvetli iman sahipleri tasdik eder…” manasında cevap verdikten sonra der ki: “Bu durumu haber vermenin maksadı dinleyenleri uyarmak, mü´minleri bu korkunç hallere düşmekten kişiyi koruyacak amellere teşvik etmek, günahlardan tevbeye sevketmek, kerim ve bağışlayıcı olan Rab Teala´ya iltica etmeye bu hallerden ve ateşten koruyup, rahmet ve cennetine dahil etmesini talep etmeye bir sevktir.”[122]
ÜÇÜNCÜ FASIL
HESAP VE KULLAR ARASINDA HÜKMÜN VERİLMESİ
ـ5063 ـ1ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # مَنْ كَانَتْ عِنْدَهُ مَظْلَمَةٌ ‘خِيهِ مِنْ عِرْضِهِ أوْ شَىْءٍ مِنْهُ فَلْيَتَحَلِّلْهُ مِنْهُ الْيَوْمَ مِنْ قَبْلِ أنْ َ يَكُونَ دِينارٌ وَ دِرْهَمٌ، إنْ كَانَ لَهُ عَمَلٌ صَالِحٌ أُخِذَ مِنْهُ بِقَدْرِ مَظْلَمَتِهِ، وإنْ لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَاتٌ أُخِذَ مِنْ سَيِّئَاتِ صَاحِبِهِ فَحُمِلَ عَلَيْهِ[. أخرجه البخاري والترمذي .
1. (5063)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebebiyle hak varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı [kıyamet (ve hesaplaşmanın olacağı)] gün gelmezden önce daha burada iken helalleşsin. Aksi takdirde o gün, salih bir ameli varsa, o zulmü nisbetinde kendinden alınır. Eğer hasenatı yoksa, arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir.” [Buhârî, Mezalim 10, Rikak 48; Tirmizî, Kıyamet 2, (2421).][123]
AÇIKLAMA:
Hadis, mü´minleri, mü´min kardeşine karşı haksızlık yapmamaya, şayet yapmış ise helalleşmeye tevşik etmektedir. Bu haksızlık, “ırz”la ifade edilen manevî varlığına karşı olabilir. “Başka bir şey” tabiriyle de “bütün çeşitleriyle mal”, “yaralama”, hatta “tokat”a varıncaya kadar her şey kastedilmiştir. Nitekim Tirmizî´nin rivayetinde “ırz ve mal nevinden…” denmiştir.
Müslim´de bu mana bir başka üslubla ifade edilmiştir: “Ümmetimden müflis olan o kimsedir ki: Kıyamet günü namazı, orucu ve zekatı olduğu halde gelir. Ancak birine küfretmiş, diğerinin kanını dökmüş, bir diğerinin de malını yemiştir. Hasenatı, buna, öbürüne, diğerine dağıtılır. Üzerindeki borçlar bitmeden hasenatı tükenmişse öbürlerinin günahlarından alınır, üzerine yüklenir ve böylece ateşe atılır.”
Bu hadis, “Bir günahkârın günahı diğerine yüklenmez” (En´am 164) ayetine muhalif düşmez. Zira bu kimse, kendi fiili ve zulmü sebebiyle cezalandırılmıştır. Çünkü hasenatı, Allah´ın kullar hakkındaki adaleti gereği, seyyiati mukabilinde alınmıştır.
Humeydî, Kitabu´l-Muvazene´de demiştir ki: “İnsanlar üç kısımdır:
* Hasenatı seyyiatına üstün gelenler.
* Seyyiatı, hasenatına üstün gelenler.
* Hasenatı ve seyyiatı müsavi olanlar.
Birinciler, Kur´an´ın nassı ile kurtuluşa ereceklerdir.
İkinciler, sevabından fazla olan günahı sebebiyle, nefhadan (İsrafil´ in sûra üflemesinden) ateşten çıkanların sonuncusuna kadar, şerrinin azlığı çokluğu nisbetinde azab edilecektir.
Üçüncüler, a´raftakilerdir (A´raf cennet ve cehennem arası bir yer).”
Bu görüşü bazı alimler: “Allah´ın azab etmeyi murad ettikleri” diye kayıtlaması, keza üçüncü kısım için de: “Üç görüşten en kuvvetli olanı” diye tasrih etmesi gerekirdi diye tenkit etmişlerdir.
Ayrıca Humeydî, “Seyyiatı hasenatına galebe çalanlar da iki kısımdır: “Azab çekip, şefaatle ateşten kurtulanlar, günahı affedilip, hiç azab çekmeyenler” demiştir.[124]
ـ5064 ـ2ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَتُؤَدُّنَّ الْحُقُوقَ الى أهْلِهَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ حَتّى يُقَادَ لِلشَّاةِ الْجَلْحَاءِ مِنَ الشَّاةِ الْقَرْنَاءِ، وَيَسْألَ الْحَجَرُ: لِمَ انْكَبَّ عَلى الْحَجَرِ؟ وَلِمَ نَكَأ الرَّجُلُ الرَّجُلَ؟ قَالَ: وَكُنَّا نَسْمَعُ أنّ الرَّجُلَ يَتَعَلّقُ بِالرَّجُلِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَهُوَ َ يَعْرِفُهُ. فَيَقُولُ: كُنْتَ تَرَانِي عَلى الْخطأِ وَعلى الْمُنْكَرِ وََ تَنْهَانِي[. أخرجه مسلم والترمذي الى قوله: القرناء وما بعده من زيادة رزين.»الجلحاء« التي قرن لها، ضد القرناء .
2. (5064)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet günü hak sahiplerine haklarını mutlaka eda edeceksiniz. Öyle ki kabış (boynuzsuz) koyun için, boynuzlu koyundan kısas alınacak, taşa (niye bir başka) taş üzerine yüklenip kaldığından; adamın adamı niye yaraladığından sorulacak.”
(Ebu Hureyre) der ki: “Biz şunu da işitirdik: “Kıyamet günü, kişiyi tanımadığı birisi yakalar ve der ki: “Sen beni hata ve münker işlerken görüyordun, fakat ondan men etmiyordun!” [Müslim, Birr 6, (2582); Tirmizî, Kıyamet 2, (2422).]
“Boynuzlu koyun…” tabirinden gerisi Rezin´in ziyadesidir.[125]
AÇIKLAMA:
Nevevî, hadisi açıklama sadedinde der ki: “Bu hadis, hayvanların da kıyamet günü haşredileceği ve tıpkı teklif ehli insanların, çocukların, delilerin ve kendilerine tebliğ ulaşmayanların iadesi (yeniden diriltilmesi) gibi, onların da iade edileceği hususunda bir açıklamadır. Bu hususta Kur´an ve sünnette deliller mevcuttur. Ayet-i kerimede Rabb Teala şöyle buyurmuştur: “Vahşi hayvanlar haşredildiği zaman” (Tekvir 5). Ayet ve hadiste gelen bir kelimenin zahirini esas almaya aklî veya şer´î bir mani yoksa onu zahirine hamletmek vacib olur. Alimler derler ki: “Kıyamet günü, yeniden diriltilme ve haşredilmek için mücazat, mükafaat veya sevab şart değildir. Boynuzlu keçinin kabış keçi için kısas olması, teklif kısası değil, mukabele kısasıdır.”[126]
ـ5065 ـ3ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ نُوقِشَ الْحِسَابَ عُذِّبَ. فَقُلْتُ: أليْسَ يَقُولُ اللّهُ تَعالى: فأمَّا مَنْ أوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَاباً يَسِيراً وَيَنْقَلِبُ الى أهْلِهِ مَسْرُوراً. فقَالَ: إنَّمَا ذلِكَ الْعَرْضُ وَلَيْسَ أحَدٌ يُحَاسَبُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إَّ هَلَكَ[. أخرجه الخمسة إ النسائي.»مُنَاقَشَةُ الْحِسابُ« تحقيقه وتدقيقه واستقصاء فيه .
3. (5065)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Ahirette kimin hesabı münakaşa edilirse, azaba maruz kalacak demektir!” buyurmuşlardı. Ben: “Nasıl olur Allah Teala hazretleri (mealen): “O vakit kimin kitabı sağ eline verilirse; kolay bir hesabla muhasebe edilecek ve ehline sevinçli olarak dönecek” (İnşikak 7-9) buyurmadı mı, (bu hesap münakaşası değil mi) ” dedim.
“Hayır! buyurdular, bu (münakaşa değil) arzdır. Kıyamet günü hesaba çekilen herkes mutlaka helak olmuş demektir!” [Buharî, İlim 35, Tefsir, İnşikak 1; Rikak 49; Müslim, Cennet 80, (2876); Ebu Davud, Cenaiz 3, (3093); Tirmizî, Kıyamet 6, (2428).][127]
AÇIKLAMA:
Burada geçen münakaşatü´lhesab tabiri, hesabın tahkik ve tedkikini ifade eder. Zemahşerî, Faik´te “hesap münakaşası”nı “hesapta zorluk çıkarmak, az çok hepsini ortaya dökmek, sayıya dahil etmek” şeklinde açıklar. Kişinin helak olması, burada “yapılan ince hesap sonucu, fazla gelen günahları sebebiyle azab çekmesi”dir.
Resulullah´ın arz diye ifade buyurduğu ayet-i kerime, inceden inceye yapılan bir hesabın sonucunu bildirmemiş olmakta, amelin arzını ifade etmektedir. Tîbî der ki: “Hadiste geçen “bu arzdır” ifadesinin manası şudur: “Ayette mezkur olan hesap, kulun eksikliklerine rağmen Allah´ın dünyadaki lütfunu ve bu eksikliklerin ahiretteki affını bilmesi için mü´minin amellerinin bir arzıdır.”
Resulullah, bu hadislerinde “hiçbir kimsenin ameliyle cennete gidemeyeceğini” ifade ettiğine göre, ebedî cennet, insanların dünyada yaptıkları amellerin neticesi değildir. Şu halde inceden inceye, amellerimiz üzerine yapılacak hesabın sonucu olarak cennete gitmek mevzubahis olamaz. Cennet, lutf-u İlahînin neticesidir. Allah´ın lütfu tecelli edenlerin kitapları sağından verilmiş olacaktır. Şüphesiz ki, İlahî rahmetin tecellisinde amel defterinin muhtevası müessirdir.[128]
ـ5066 ـ4ـ وعن حُرَيْث بن قبيصة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَدِمْتُ الْمَدِينَةَ فَقلْتُ اللّهُمَّ يَسِّرْ لي جَلِيساً صَالِحاً. فَجَلَسْتُ الى أبِي هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه. فَقُلْتُ: إنِّي سَألْتُ اللّهَ أنْ يَرْزُقَنِي جَلِيساً صَالِحاً، فَحَدِّثْنِي بِحَدِيثٍ سَمِعْتَهُ مِنْ رَسُولِ اللّهِ # لَعَلَّ اللّهَ تَعالى يَنْفَعُنِي بِهِ. فَقالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: إنَّ أوَّلَ مَا يُحَاسَبُ بِهِ الْعَبْدُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مِنْ عَمَلِهِ صََتُهُ، فإنَّ صَلَحَتْ فَقَدْ أفْلَحَ وَأنْجَحَ،
وإنْ فَسَدَتْ فَقَدْ خَابَ وَخَسِرَ، وإنْ انْتَقصَ مِنْ فَرِيضَتِهِ شَيْئاً. قَالَ الرَّبُّ تَبَارَكَ وَتعالى: أُنْظُرُوا هَلْ لِعَبْدِي مِنْ تَطَوُّعٍ؟ فَيُكَمَّلَ بِهَا مَا انْتَقَصَ مِنَ الْفَرِيضَةِ، ثُمَّ يَكُونُ سَائِرُ عَمَلِهِ عَلى ذلِكَ[. أخرجه الترمذي والنسائي .
4. (5066)- Hureys İbnu Kabîsa (radıyallahu anh) anlatıyor: “Medine´ ye geldim ve: “Ey Allahım! Bana salih bir arkadaş nasib et!” diye dua ettm. Derken Ebu Hureyre (radıyallahu anh)´nin yanına oturdum. Kendisine:
“Ben, Allah´a bana salih bir arkadaş nasip etmesi için dua ettim. Bana, Resulullah´tan işittiğim bir hadis söyle! Olur ki Allah Teala hazretleri ondan faydalanmamı nasib eder!” dedim. Bunun üzerine dedi ki: “Ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim:
“Kıyamet günü, kişi amelleri arasında önce namazın hesabını verecek. Bu hesap güzel olursa kurtuluşa erdi demektir. Bu hesap bozuk olursa, hüsrana düştü demektir. Eğer farzında eksiklik çıkarsa Rab Teala hazretleri: “Bakın, kulumun (defterinde yazılmış) nafilesi var mı ” buyurur. Böylece, farzın eksikleri nafile (namazları) ile tamamlanır. Sonra, bu tarzda olmak üzere diğer amelleri hesaptan geçirilir.” [Tirmizî, Salat 305, (413); Nesâî, Salat 9, (1232).][129]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, kişinin Allah´a karşı borçları arasında en mühiminin namaz olduğunu ifade etmektedir. Bu hadis, insanlar arasında kıyamet günü hesabı görülecek ilk şeyin kan olacağı hususunda hadise ters düşmez. Çünkü bu ikinci hadis, insanlar arasındaki hukuktan; öbürü ise Allah´a karşı olan hukuktan bahsetmektedir. Alimler bu iki hukuktan hangisi öncelik kazanır sorusu üzerinde de durmuş ve önceliğin Allah´a karşı olan hukuk olduğunu belirtmiştir. Deliller bunu göstermektedir.
2- Hadis, hesap sırasında farzlarda çıkacak eksikliklerin, kulun sünnet ve nafile nevinden kılmış bulunduğu namazlarla tamamlanacağını, onların da hesaba gireceğini belirtiyor, yeter ki kişinin amel defterinde bu nevden ibadetler yapılmış olsun.
3- Farzdaki eksiklik nedir sorusu farklı ihtimaller getirmiştir;
* Bir ihtimale göre, bununla farz namazların miktarca noksanlığı değil, farz namazlarda yerine getirilmesi gereken huşu, zikirler, dualar gibi farz sevabını artıran bazı sünnetler ve meşru heyetlerin noksanlığı kastedilmiş olabilir. Bu duruma göre, kişi bu sünnetleri farzda ihmal etmiş ve fakat tatavvu (nafile) namazlarda yerine getirmişse, burada oraya aktarma suretiyle oradaki eksiklik tamamlanılacak demektir.
* Keza: “Bu ifade ile, farz namazların farzları ve şartlarında ortaya çıkacak eksikliklerin kastedilmiş olması da muhtemeldir” denmiştir.
* Keza, “Bizzat farz namazlarının terki ile hasıl olan eksikliğin sünnetlerle telafi edileceği de kastedilmiş olabilir” denmiştir.
Öyleyse, hadiste, diğer farzlarda bu muhtevada yapılacak eksiklikler, nafilelerle ikmal edilecektir. Cenab-ı Hak vaadedince o yerine mutlaka gelir. Resul-i Ekrem´i de, O´nun namına haber verir. Kizbten, mübalağa ve mücazefeden uzak konuşur.[130]
ـ5067 ـ5ـ وعن يَحْيَى بِنْ سعيد قال: ]بَلَغَنِي أنَّ أوَّلَ مَا يُنْظَرُ فيهِ مِنْ عَمَلِ الْعَبْدِ الصَّةُ. فإنْ قُبِلَتْ مِنْهُ نُظِرَ فِيمَا بَقِى مِنْ عَمَلِهِ وإنْ لَمْ تُقْبَلْ لمْ يُنْظَرْ في شَىْءٍ مِنْ عَمَلِهِ[. أخرجه مالك .
5. (5067)- Yahya İbnu Said rahimehullah anlatıyor: “Bana ulaştığına göre, (kıyamet günü), kulun ilk bakılacak ameli namazdır. Eğer namazı kabul edilirse, geri kalan amellerine bakılır. Eğer namazı kabul edilmezse diğer amellerinin hiçbirine bakılmaz.” [Muvatta, Kasru´s-Salat 89, (1, 173).][131]
AÇIKLAMA için önceki hadisin açıklamasına bakılsın.[132]
ـ5068 ـ6ـ وعن ابن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أوَّلُ مَا يُقْضى بَيْنَ النَّاس يَوْمَ الْقِيَامَةِ في الدِّمَاءِ[. أخرجه الخمسة إ أبا داود .
6. (5068)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kıyamet günü, insanlar arasında hükmedilecek ilk şey kandır.” [Buhârî, Diyat 1, Rikak 48; Müslim, Kasame 28, (1678); Tirmizî, Diyat 8, (1396); Nesâî, Tahrim 2, (7, 83).][133]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, insanlarla ilgili hukukta ilk hesaba çekilecek meselenin “kan”la ilgili meseleler olduğunu ifade etmektedir. Bir önceki hadiste ise, ilk hesabın namazla ilgili olduğu belirtilmiştir. Zahirde bir zıtlık görülür ise de, aslında yoktur. Çünkü biri Allah hakkına ait meselelerde ilkle; diğeri ise kul hakkına ait meselelerde ilkle ilgilidir. Nitekim Nesâi´de gelen bir rivayet ikisini birlikte zikretmektedir:
“Kulun ilk hesaba çekileceği şey namazdır. İnsanlar arasında (cereyan edenlerden) ilk hesabı yapılacak şey de, kandır.
“İbnu Hacer: “En mühim olanla başlamak, prensip olması sebebiyle, bu hadis, kan meselesinin ehemmiyetini nazarlarımıza arzediyor” der. Bazı alimler: “Kaza (hüküm) insanlara hastır, hayvanlarla ilgili olarak kaza yoktur” demiş ise de, İbnu Hacer, “Bunun hatalı olduğunu, hadisin insanlar arasındaki kazanın önceliğinden bahsettiğini; bu ifadede, mesela insanlar arasındaki hükümden sonra hayvanlar arasında da hüküm olacağının nefyedilmediğini” belirtir.
Yeri gelmişken kanın ehemmiyetini ifade eden bir başka hadis daha kaydetmek isteriz: “Dünyanın zevali, Allah indinde mü´min bir kulun (haksız yere) öldürülmesinden daha hafif kalır” veya “Mü´minin katli Allah indinde dünyanın zevalinden daha büyük (bir cürüm)dür.” Dünyanın zevalinde, pek çok mü´minin helaki de bulunması sebebiyle hadisin ifadesinde müşkillik bulunduğu ifade edilmiş ise de, daha önce de açıklandığı üzere, burada “Allah nazarında” tabiri meseleyi halleder: Hadislerde Allah nazarında sinek kadar değeri olmadığı belirtilen dünya, ehl-i hevanın dünyasıdır, dünyanın isyanlarla, cinayetler ve haksızlıklarla dolu olan yönüdür, nefs-i emmareleri tatmin eden yönüdür. Bu yönüyle dünyanın Allah nazarında sinek kanadı kadar değeri yoktur. Öyleyse hadiste, Cenab-ı Hakk´ın esmasının tecelligâhı veya abid kullarının ibadet edip, ahiret için ekim yaptıkları dünya maksud değildir.[134]
ـ5069 ـ7ـ وعن أبِى برزة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يَزُولُ قَدَمَا عِبْدٍ يَوْمَ الْقِيَامَةِ حَتّى يُسْألَ عَنْ أرْبَعٍ: عَنْ عُمُرِهِ فِيمَا أفْنَاهُ، وَعَنْ عِلْمِهِ مَا عَمِلَ بِهِ، وَعَنْ مَالِهِ مِنْ أيْنَ اكْتَسَبَهُ وَفيمَا أنْفَقَهُ، وَعَنْ جِسْمِهِ فيمَا أبَْهُ[. أخرجه الترمذي .
7. (5069)- Ebu Berze (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kıyamet günü, dört şeyden sual edilmedikçe, kulun ayakları [Rabbinin huzurundan] ayrılamaz:
* Ömrünü nerede harcadığından,
* Ne amelde bulunduğundan,
* Malını nerede kazandığından ve nereye harcadığından,
* Vücudunu nerede çürüttüğünden.” [Tirmizî, Kıyamet 1, (2419).][135]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, başka tariklerden de gelmiştir. Yine Tirmizî´de gelen bir başka veçhine göre “Kişiye beş şey sorulacaktır: “Ömrünü nerede tüketti, gençliğini nerede çürüttü, malını nerede kazandı, nereye harcadığı bildiği ile ne derece amel etti ” Bu rivayette, gençliğin ayrıca mevzubahis edilmesi, insan hayatı içerisinde onun ayrı bir ehemmiyet taşıdığını ifade eder. Ehemmiyetlidir, çünkü ibadet vs.yi yapmada güçkuvvet bulunan bir devredir. Bu devrede yapılan ibadetler daha kıymetlidir.
2- Yine Tirmizî´nin bir hadisi, kişinin Allah huzurunda tek başına hesap vereceğini daha açık olarak ifade eder:
“Sizden herbirinize mutlaka, arada herhangi bir tercüman bulunmadan Rabbisi, kıyamet günü konuşacaktır. Kişi sağına bakacak, hayatta göndermiş olduğu (salih) amelden başka bir şey göremeyecek. Sonra soluna bakacak, yine dünyada iken gönderdiği (kötü) amelden başka bir şey görmeyecek. Sonra karşısına bakacak, ateşin kendisini beklediğini görecek.” Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu noktada şu tavsiyede bulunur:
“Sizden her kim kendini ateşe karşı, bir yarım hurmayla da olsun, koruyabilirse onu yapsın.”[136]
ـ5070 ـ8ـ وعن أبِى سَعِيد وأبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قا: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُؤْتَى بِالْعَبْدِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ. فَيَقُولُ اللّهُ تَعالى لَهُ: ألَمْ أجْعَلْ لَكَ سَمْعاً وَبَصَراً وَماً وَوَلداً، وَسَخَّرْتُ لَكَ ا‘نْعَامَ وَالْحَرْثَ، وَتَرَكْتُكَ تَرْأسُ وَتَرْبَعُ؟ أكُنْتَ تَظُنُّ أنَّكَ كُنْتَ مَُقِيَّ يَوْمَكَ هذا؟
فَيَقُولُ َ، فَيَقُولُ لَهُ: الْيَوْمَ أنْسَاكَ كَمَا نَسِيتَنِي[. أخرجه الترمذي.وقال معنى قوله »أنْسَاكَ كَمَا نَسِيتَنِي« أتركك في العذاب.»التَّرَوُّسُ« التقدم على القوم بأن يصير رئيسهم، وتربع: أي تأخذ المرباع وهو ربع المغانم يأخذه رئيس الجيش لنفسه، وروي ترتع بتاءين من التنعم والرتع .
8. (5070)- Ebu Saîd ve Ebu Hureyre (radıyallahu anhümâ) anlatıyorlar: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kıyamet günü kul (hesap vermek üzere huzur-u İlahîye) getirilir. Allah Teala hazretleri:
“Ben sana kulak, göz, mal ve evlat vermedim mi Sana hayvanları ve ekimi musahhar kılmadım mı Seni bunlara baş olmak, onlardan istifade etmek üzere serbest bırakmadım mı Acaba, benimle bugünkü şu karşılaşmanı hiç düşündün mü ” diye soracak. Kul da: “Hayır” diyecek. Allah Teala hazretleri: “Öyleyse bugün ben de seni unutacağım, tıpkı senin (dünyada) beni unuttuğun gibi!” buyuracak.” [Tirmizî, Kıyamet 7, (2430).][137]
AÇIKLAMA:
Hadis, sayılan nimetlere mazhar olan bir kimsenin, nimetlere şükürle mukabele etmemesi halinde kıyamet günü, Cenab-ı Hakk´ın da onu nisyana (unutulmaya) mahkum edeceğini bildirmektedir. Allah´ın kulu unutması, onu azaba terketmesi, rahmetini tecelli ettirerek, azabtan kurtarmaması demektir.[138]
ـ5071 ـ9ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قَال: ]قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّهِ! هَلْ نَرَى رَبّنَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ؟ فَقَالَ: هَلْ تُضارُّونَ في رُؤْيَةِ الشّمْسِ في الظَّهِيرَةِ لَيْسَتْ في سَحَابَةٍ؟ قَالُوا: َ قَالَ: هَلْ تُضَارُونَ في رُؤْيَةِ الْقَمَرِ لَيْسَ في سَحَابَةٍ؟ قَالُوا: َ. قَالَ: وَالّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ َ تُضَارُّونَ في رُؤْيَةِ رَبِّكُمْ إَّ كَمَا تُضَارُّونَ في رُؤْيَةِ أحَدِهِمَا فَيَلْقَى الْعَبْدُ رَبَّهُ. فَيَقُولُ: أيْ قُلُ ألَمْ أُكْرِمُكَ وَأُسَوِّدْكَ وَأُزَوِّجْكَ وَأُسَخِّرْ لَكَ الْخَيْلَ وَاِبلَ وَأتْرُكُكَ تَرْأسُ وَتَرْبُعُ فَيَقُولُ: بَلى يَا رَبِّ فَيَقُولُ: أظَنَنْتَ اَنَّكَ مَُقِيَّ؟
فَيَقُولُ: َ. فَيَقُولُ إنّى أنْسَاكَ كَمَا نَسَيْتَنِي. ثُمَّ يَلْقَى الثَّانِي فَيَقُولُ لَهُ مِثْلَ ذلِكَ. ثُمَّ يَقُولُ لِلثَّالِثِ مِثْلَ مَا قَالَ لِ‘وَّلِ. فَيَقُولُ: بَلَى يَا رَبِّ. فَيَقُولُ: أظَنَنْتَ أنَّكَ مَُقِيَّ. فَيَقُولُ: أي رَبِّ آمَنْتُ بِكَ وَبِكِتَابِكَ وَرُسُلِكَ، وَصَلَّيْتُ وَصُمْتُ وَتَصَدَّقْتُ، وَيُثْنِي بِخَيْرِ مَا اسْتَطَاعَ. فَيَقُولُ: أههُنَا مَنْ يَشْهَدُ لَكَ؟ فَيَقُولُ: َ. فَيَقُولُ: اŒنَ يُبْعَثُ عَلَيْكَ شَاهِدٌ فَيَتَفَكَّرُ في نَفْسِهِ مَنْ ذَا الّذِى يََشْهَدُ عَليّ؟ فَيُخْتَمُ عَلى فيهِ. فَيُقَالُ لِفَخِذِهِ انْطِقي، فَتَنْطَقُ فَخِذُهُ وَلَحْمُهُ وِعِظَامُهُ بِعَمَلِهِ، وَذلِكَ لِيُعْذَرَ مِنْ نَفْسِهِ، وذلِكَ الْمُنَافِقُ الّذِي سَخِطَ اللّهُ تَعالى عَلَيهِ[. أخرجه مسلم.»الظّهيرةُ« شدة الحر وقت الظهر.وقوله » تضَارّونَ« بتخفيف الراء مع ضم أوله من الضير، وبتشديدها مع الفتح من المضارة، ومعناهما سواء: أي يضايق بعضكم بعضاً في رؤيته و ينازعه و يخالفه بل تكونون متفقين في رؤيته.»فُلُ« ترخيم فن.و»سَوّدتُ« الرجل: إذا جعلته سيداً في قومه .
9. (5071)- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “(Ashab, Resulullah´a): “Ey Allah´ın Reulü! Kıyamet günü Rabbimizi görecek miyiz ” diye sordular. Aleyhissalâtu vesselâm: “Bulutsuz bir günde, öğle vaktinde güneşi görme hususunda bir itişip kakışmanız olur mu ” diye sordu. Ashab: “Hayır!” deyince:
“Bulutsuz (dolunaylı) gecede ayı görmekte itişip kakışmanız olur mu ” diye tekrar sordu. Ashab yine: “Hayır!” deyince:
“Nefsim yed-i kudretinde olan Zat-ı Zülcelal´e yemin olsun, Rabbinizi görme hususunda da hiçbir itişip kakışmanız olmayacak. Tıpkı güneş ve ayı görmede itişip kakışmanız olmadığı gibi. Böylece kul, Rabbiyle karşı karşıya gelecek. Rabb Teala:
“Ey filan! Ben sana ikram etmedim mi Seni efendi yapmadım mı Sana zevce vermedim mi Atı, deveyi sana musahhar (hizmetçi) kılmadım mı Reislik yapmana, ganimet malından dörtte bir almana müsaade etmedim mi ” diye soracak. Kul:
“Evet ey Rabbim!” diyecek. Rab Teala:
“Benimle karşılaşacağını hiç düşünmedin mi ” diyecek. Kul bu soruya: “Hayır!” karşılığını verecek. Rab Teala da:
“Öyleyse şimdi de ben seni unutuyorum. Tıpkı (dünyada) sen beni unuttuğun gibi!” diyecek. Sonra ikinci kul Allah´ın karşısına çıkar. Rab Teala ona da aynı şeyleri söyler. Sonra üçüncüye de birinciye söylediklerinin aynısını söyler. Kul: “Evet! ey Rabbim!” der. Rab Teala da:
“Benimle karşılaşacağını hiç aklından geçirdin mi ” diye sorar. Kul:
“Ey Rabbim, sana, kitaplarına ve peygamberlerine inandım. Namaz kıldım, oruç tuttum, sadaka verdim!” der ve elinden geldiğince (Hak Teala hakkında) hayır senada bulunur. Rab Teala:
“Bu hususta lehine şehadet edecek biri var mı ” diye soracak. Kul:
“Hayır, yok!” diyecek. Rab Teala:
“Şimdi senin aleyhine bir şahit gönderilecek!” der. Kul kendi kendine: “Benim aleyhime şahidlik yapacak da kim ” diye içinden düşünür. Kulun ağzı mühürlenir. Uyluğuna: “Haydi konuş!” denir. Uyluğu , eti, kemiği konuşup, onun amelini haber verirler. Bu, onun kendisi için bir özür aramaması içindir. Bu kimse, Allah´ın gadabına uğrayan münafıktır.” [Müslim, Zühd 16, (2968).][139]
ـ5072 ـ10ـ وعن ابن المُسَيَّبْ وعطاء بن زيد الليثي عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ النَّاسَ قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّهِ هَلْ نَرَى رَبَّنَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ؟ فقَالَ: هَلْ تُمَارُونَ في رُؤْيَةِ الْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ لَيْسَ دُونَهُ سَحَابٌ؟ قَالُوا: َ يَارَسُولَ اللّهِ. قالَ: هَلْ تُمَارُونَ في رُؤْيَةِ الشَّمْسِ لَيْسَ دُونَهَا سَحابٌ؟ قَالُوا: َ. قَالَ: فإنَّكُمْ تَرَوْنَهُ كذلِكَ، يُحْشَرُ النَّاسُ يَوْمَ
الْقِيَامَةِ، فَيَقُولُ: مَنْ كَانَ يَعْبُدُ شَيْئاً فَلْيَتَّبِعْهُ. فَمِنْهُمْ مَنْ يَتَّبِعُ الشَّمْسَ. وَمِنْهُمْ مَنْ يَتّبِعُ الْقَمَرَ وَمِنْهُمْ مَنْ يَتّبِعُ الطّواغِيتَ. وَتَبْقى هذِهِ اُمَّةُ فيهَا مُنَافِقُوهَا، فَيأتِيهِمُ اللّهُ تَعالى. فَيَقُولُ أنَا رَبُّكُمْ. فَيَقُولُونَ هذَا مَكَانُنَا، حَتّى يَأتِيَنَا رَبُّنَا، فإذَا جَاءَ رَبُّنَا عَرَفْنَاهُ. فَيَأتِيهُمُ اللّهُ، فَيَقُولُ: أنَا رَبُّكُمْ، فَيَقُولُونَ: أنْتَ رَبُّنَا، فَيَدْعُوهُمْ، وَيُضْرَبُ الصِّرَاطُ بَيْنَ ظَهْرَانِيْ جَهَنَّمَ، فأكُونُ أوَّلَ مَنْ يَجُوزُ مِنَ الرُّسُلِ بِأُمَّتِهِ، وََ يَتَكَلّمُ يوْمَئِذٍ أحَدٌ إَّ الرُّسُلُ، وَكََمُ الرُّسُلُ يَوْمَئذٍ: اَللّّهُمَّ سَلِّمْ سَلِّمْ، وَفي جَهَنَّمَ كََلِيبُ مِثْلُ شَوْكِ السَّعْدَانِ. هَلْ رَأيْتُمْ شَوْكَ السَّعْدَانِ؟ قَالُوا: نَعَمْ. قَالَ: فإنَهَا مِثْلُ شَوْكِ السَّعْدَانِ، غَيْرَ أنَّهُ َ يَعْلَمُ قَدْرَ عِظَمِهَا إّ اللّهُ تَعالى، تَخْطَفُ النَّاسَ بِأعْمَالِهِمْ، فَمِنْهُمْ مَنْ يُوبَقُ بِعَمَلِهِ. وَمِنْهُمْ مَنْ يُخَرْدَلُ ثُمَّ يَنْجُو، حَتّى إذَا اَرادَ اللّهُ رَحْمَةَ مَنْ أرَادَ مِنْ أهْلِ النَّارِ أمَرَ الْمََئِكَةَ أنْ يُخْرِجُوا مِنَ النَّارِ مَنْ كَانَ يَعْبُدُ اللّهَ. فَيَعْرِفُونَهُمْ بِآثَارِ السُّجُودِ، وَحَرَّمَ اللّهُ تَعالى عَلى النَّارِ أنْ تَأكُلَ مَوْضِعَ السُّجُودِ، فَيَخْرُجُونَ، وَقَدِ امْتُحِشُوا، فَيُصَبُّ عَلَيْهِمْ مَاءُ الْحَيَاةِ، فَيَنْبُتُونَ تَحْتَهُ كَمَا تَنْبُتُ الْحِبَّةُ في حَمِيلِ السّيْلِ. ثُمَّ يَفْرُغُ اللّهُ مِنَ الْقَضَاءِ بَيْنَ الْعِبَادِ وَيَبْقى رَجُلٌ بَيْنَ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ، وَهُوَ آخَرُ أهْلِ النَّارِ دُخُوً الْجَنَّةَ؛ مُقْبًِ بِوَجْهِهِ قِبَلَ النَّارِ، فَيَقُولُ: يَا رَبِّ اصْرِفْ وَجْهِى عَنِ النَّارِ فَقَدْ قَشَبَنِي رِيحُهَا وَأحْرَقَنِي
ذَكَاهَا، فَيَدْعُو اللّهَ عَزَّ وَجَلَّ بِمَا شَاءَ أنْ يَدْعُوَهُ بِهِ ثُمَّ يَقُولُ اللّهُ: هَلْ عَسَيْتَ إنْ أُعْطِيتَ ذلِكَ أنْ تَسْألَ غَيْرَ ذلِكَ؟ فَيَقُولُ: َ، وَعِزَّتِكَ وَجََلِكَ، َ أسْألُكَ غَيْرَهُ، فَيُعْطِي اللّهَ مَا شَاءَ مِنْ عَهْدٍ وَمِيثَاقٍ أنْ َ يَسْألَهُ غَيْرَهُ، فَيَصْرِفُ وَجْهَهُ عَنِ النَّارِ. فإذَا أقْبَلَ بِوَجْهِهِ عَلى الْجَنَّةِ، وَرَأى بَهْجَتَهَا سَكَتَ مَا شَاءَ اللّهُ تَعالى أنْ يَسْكُتَ. ثُمَّ قَالَ: يَا رَبِّ قَدِّمْنِى عِنْدَ بَابِ الْجَنَّةِ. فَيَقُولُ اللّهُ تَعالى لَهُ: ألَسْتَ قَدْ أعْطَيْتَ الْعُهُودَ وَالْمَوَاثِيقَ أنْ تَسألَ غَيْرَ الّذِى كُنْتَ تَسألُ؟ وَيْحَكَ يا ابْنُ آدَمَ مَا أغْدَرَكَ! فَيَقُولُ: يَا رَبِّ، َ أكُونُ أشْقَى خَلْقِكَ، فَيَقُولُ: هَلْ عَسَيْتَ إنْ أُعَطِيتَ ذلِكَ أنْ تَسْألَ غَيْرَهُ؟ فَيَقُولُ: َ، وَعِزّتِكَ وَجََلِكَ َ أسْألُ غَيْرَهُ. وَرَبُّهُ يُعْذِرُهُ، ‘نَّهُ يَرَى مَاَ صَبْرَ لَهُ عَنْهُ. فَيُعْطِي رَبَّهُ مَا شَاءَ مِنْ عَهْدٍ وَمِيثَاقٍ فَيقَدِّمُهُ الى بَابِ الْجَنَّةِ. فإذَا بَلغَ بَابَهَا وَرأى زَهْرَتَها وَمَا فيهَا مِنَ النَّضْرَةِ وَالسُّرُورِ سَكَتَ مَا شَاءَ اللّهُ أنْ يَسْكُتَ. ثُمَّ يَقُول: يَا رَبِّ أدْخِلْنِي الْجَنَّةِ. فَيَقُولُ: وَيْحَكَ يَا ابْنَ آدَمَ مَا أغْدَرَكَ ألَيْسَ قَدْ أعْطَيْتَ الْعُهُودَ وَالْمَوَاثِيقَ أنْ َ تَسألَ غَيْرَ الّذِي قَدْ أُعْطِيتَ؟ فَيقُولُ: يَا رَبِّ َ تَجْعَلْنِي أشْْقى خَلْقِكَ، فَيضْحَكَ اللّهُ مِنْهُ. ثُمَّ يَأذَنُ لَهُ في دُخُولِ الْجَنَّةِ وَيَقُولُ لَهُ: تَمَنَّ! فَيَتَمَنَّى، حَتّى إذَا انْقَطَعَتْ أُمْنِيَّتُهُ. قَالَ اللّهُ تَعالى: تَمَنَّ كَذَا وَكذَا، يُذَكِّرُهُ رَبُّهُ، حَتّى إذَا انْتَهَتْ بِهِ ا‘مَانِيُّ. قَالَ اللّهُ تَعالى: لَكَ ذلِكَ وَمِثْلُهُ مَعَهُ. قَالَ أبُو سَعيدٍ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: لَكَ ذلِكَ وَعَشْرَةُ أمْثَالِهِ مَعَهُ[. أخرجه الشيخان والترمذي.»السّعدانُ« نبت ذو شوك معقف من مراعي ا“بل الجيدة.و»المُخردلُ« المرمّي المصروع؛ وقيل: المقطع، والمعنى أنه تقطعه كليب الصراط حتى يقعُ في النّار.و»ا‘متحَاشُ« احتراق.و»الحِبةُ« بكسر الحاء البذورات، وبفتحها كالحنطة والشعير .
و»حَميلُ السَّيْلِ« هو الزبد وما يلقيه على شاطئه.و»قَشبني ريحها« أي آذاني.و»القشبُ« الشم فكأنه قال: قد شمني ريحها.و»ذَكاها« مفتوح ا‘ول مقصور: اشتغالها ولهبها.و»زَهرَتُهَا« حسنها ونضارتها وبهجتها .
10. (5072)- İbnu´l-Müseyyeb, Atâ İbnu Zeyd el-Leysî, Ebu Hureyre (radıyallahu anh)´den naklen anlatıyor: “İnsanlar Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a: “Ey Allah´ın Resulü! Kıyamet günü Rabbimizi görecek miyiz ” diye sordular. O da: “Siz bulutsuz dolunay gecesinde ayı görmekten şüpheye düşer misiniz ” diye sordu. Onlar;
“Hayır! Ey Allah´ın Resulü!” diye cevap verdiler. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Bulutsuz bir günde güneşi görmekten şüphe eder misiniz ” diye tekrar sordu. Ashab yine: “Hayır!” cevabını verdiler. Bunun üzerine:
“Şunu bilin ki, siz Rabbinizi de böyle göreceksiniz. Kıyamet günü, insanlar haşrolunurlar. (Rab Teala):
“Kim (Benden başka) bir şeye tapıyor idiyse ona tabi olsun!” buyurur. Onlardan bir kısmı güneşe, bir kısmı aya, bir kısmı da putlara tabi olurlar. Orada, münafıklarıyla birlikte bu ümmet kalır. Allah onlara [tanımadıkları bir surette] yaklaşır.
“Ben sizin Rabbinizim!” buyurur. Oradakiler:
“[Senden Allah´a sığınırız]. Biz, Rabbimiz bize gelinceye kadar bu yerdeyiz! Rabbimiz gelince biz onu tanırız!” derler. Derken Rableri [onların tanıyacağı surette] gelir. “Ben Rabbinizim!” der. Onlar da:
“Sen Rabbimizsin!” derler. Rab Teala onları (cennete) davet eder. Cehennemin üzerine sırat kurulur. Peygamberler arasında, ümmetiyle sırattan ilk geçen ben olurum. O gün peygamberler dışında kimse konuşmaz. Peygamberlerin o günkü kelamı da:
“Allahümme sellim, Allahümme sellim (Ey Rabimiz selamet ver, ey Rabbimiz selamet ver!” olacak. Cehennemde, deve dikeninin[140] dikenleri gibi kancalar var. Deve dikeninin dikenlerini gördünüz mü ” diye sordu. Ashab: “Evet!” deyince Aleyhissalâtu vesselâm devam etti:
“İşte o kancalar, tıpkı deve dikeninin dikenleri gibidir. Ancak, onların büyüklüğü ne kadardır, Allah´tan başka kimse bilmez. İnsanları (kötü) amelleri sebebiyle kapar. İnsanların bir kısmı (kötü) ameli sebebiyle helak olur. Bir kısmı da ateşin içine yıkılır, sonra kurtulur. Allah, ateş ehlinden kurtarmak istediklerine rahmet etmeyi irade edince, ateş ehlinden Allah´a ibadet etmiş olanları, ateşten çıkarmaları için meleklere emreder. Melekler bu kimseleri, secde izleriyle tanırlar. Çünkü Allah Teala hazretleri secde mahallinin yakılmasını ateşe haram etmiştir.
Onlar böylece ateşten çıkarlar. Hepsi de ateşten kavrulmuş vaziyettedir. Üzerlerine hayat suyu dökülür. Selin getirdiği milli topraktan habbelerin (filiz açıp) bitmesi gibi, suyun değdiği yerler yeniden bitecek.
Rabb Teala, sonra, kullar arasındaki hükmünü tamamlayacak. Derken cennetle cehennem arasında bir kul kalacak. Bu, cennete girmede cehennemliklerin sonuncusudur. Yüzü cehenneme doğru ilerlerken:
“Ey Rabbim! Yüzümü ateş tarafından çevir! Kokusu beni perişan etti, alevi de beni kavurdu” diye yalvaracak. Allah Teala´ya, kendisine dua etmesini dilediği kadar duada bulunacak. Sonra Allah Teala hazretleri:
“Ben bu istediğini versem, bundan başkasını da ister misin ” diye soracak. Adam: “İzzet ve celaline yemin olsun hayır! Bundan başkasını istemem!” diyecek ve istemeyeceği hususunda Allah´a ahd u mîsakta bulunacak. (Allah), bunun üzerine yüzünü ateşten çevirecek. Adam yüzüyle cennete yönelince ve onun güzelliğini görünce, Allah´ın dilediği bir müddet susacak. Sonra (dayanamayıp): “Ey Rabbim! Beni cennetin kapısına yaklaştır!” diyecek. Allah Teala hazretleri:
“Sen bana istemiş olduğundan başka bir talepte bulunmayacağına dair ahd u mîsakta bulunmadın mı Ey ademoğlu yazık sana! Sen ne dönekmişsin!” diyecek. Adam:
“Ey Rabbim! Mahlukatın en bedbahtı ben olmayayım!” diyecek. Rab Teala: “Sana bu istediğin verilse, acaba başka bir şey istemeyecek misin ” der. Adam: “Hayır! İzzetine ve celaline yemin olsun hayır! Başka bir şey istemeyeceğim!” diyecek. Rabbi de onu mâzur addedecek. Çünkü o, sabredilemeyecek bir şeyler görmüştür. Adam, Rabbine, istediği ahd u misakta bulunur. (Rabbi de) onu cennetin kapısına yaklaştırır. Kapıya yaklaşıp onun güzelliğini ve içindeki taravet ve süruru görünce, Allah´ın dilediği kadar sesini keser. (Fakat daha fazla dayanamayıp atılır):
“Ey Rabbim! Beni cennete koy!” der. Rab Teala:
“Ey ademoğlu yazık sana! Sen ne dönekmişsin! Sana verilenlerin dışında bir şey istemeyeceğine dair bana ahd u mîsak vermedin mi ” diyecek. Adam: “Ey Rabbim! Beni mahlukatın en bedbahtı yapma!” diyecek. Allah onun bu haline gülecek. Sonra ona cennete girmesi için izin verecek ve:
“Dile (ne dilersen!)” diyecek. Adam dileyecek. Öyle ki, hiçbir arzusu kalmayacak. Allah yine de: “Şunları şunları da iste!” deyip, istemesi gereken şeyleri zikredecek. Böylece istenecek şeyler bitince Allah Teala hazretleri:
“Bütün bunlar, bir misliyle sana verilmiştir!” buyuracak.”
Ebu Saîd der ki: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Bütün bunlar, on misliyle birlikte sana verilmiştir!” dediğini işittim.” [Buhârî, Rikak 52, Ezan 129, Tevhid 24; Müslim, İman 299, (182); Tirmizî, Cennet 20, (2560).][141]
AÇIKLAMA:
Hesap gününün çeşitli ahvalini gözlerimizin önüne seren bu hadisten İslam alimleri birçok fevaid çıkarmışlardır. Mühimlerini kaydediyoruz:
* Kişinin, hakikatı anlaşılmayan şeylere muhatap olması caizdir.
* Bu çeşit meselelerin, kişinin anlayacağı bir üslubla ifade edilmesi de caizdir.
* Ahiret umuru, dünyadakilere sadece ismen benzer, hakikatleri ayrıdır.
* Kula teklif, cennet veya cehennemde kesin olarak yerini almadıkça devam etmektedir. Ancak Mevkıf´ta emre uymak iradî değil, ızdırârîdir.
* İmanın fazileti ifade edilmiştir. Çünkü, münafık, zahirî olarak bile imanı takınmış olduğu halde onun hürmeti, imanın verdiği nur sönünceye kadar devam etmiştir.
* Sırat köprüsü, incelik ve keskinliğe rağmen Hz. Adem´den kıyamete kadar gelen bütün yaratılanları istiab edecek genişliktedir.
* Ateş, büyüklüğüne ve şiddetine rağmen yakması emredilen hududu taşmamaktadır.
* İnsanoğlu cürmünün küçüklüğüne rağmen muhalefetten geri kalmıyor.
* Duanın fazileti ifade edilmekte, kişi zahirde liyakatli gözekmese bile, duasının kabul edileceğine kuvvetli bir ümit verilmektedir. Çünkü Allah´ın rahmeti pek geniştir.
* “Şefaat sadece günahkâr olanlar için vardır” diye hükmederek, başkalarının şefaat talep etmeyeceğini iddia edenlerin hilafına, şefaat talep etmenin caiz olduğu gözükmektedir. Nitekim bazı açıklamalarda sabit olduğu üzere:
** Sorgusuz sualsiz cennete girebilmek için de şefaatçi talebine gerek vardır.
** Kusurlu olduğunu itiraf eden akıl sahibi herkes, kusurlarının affını talep etmeye muhtaçtır. Acaba kemal iddia eden mü´min çıkar mı Çıksa, bu noksan sahibi olmanın delili olmaz mı
** Keza hiçbir kimse amelinin makbul olduğundan emin olamaz. Öyleyse sahib-i amel de amelinin kabul edilmesi için şefaate muhtaçtır. Öyleyse “Günahkâr olmayanlara şefaat talep etmesi gerekmez” diyen kimse için Allah´tan mağfiret ve rahmet de istenmemesi gerekir. Bu ise Resulullah ve seleften gelen duaların mahiyetine ters düşen bir durumdur. Zira herkes Allah´tan rahmet ve mağfiret talep etmiştir.
* Ahirette Allah´ı görmek kesindir. Ancak bunun mahiyetini Allah bilir, insanlar idrak edemez. Allah´ı görmek mü´minlere hastır. Münafıklar ve Ehl-i Kitap bundan mahrumdur.
* Bu ümmetten bir cemaat, ateşte azap çektikten sonra, şefaat ve rahmete mazhar olarak oradan çıkacaklardır. Bu hususta başka deliller de mevcuttur.
* Muvahhid olanların ta´zibi, mertebelerine göre farklı olacaktır. Bir kısmı ayaklarına kadar, bir kısmı bacaklarına kadar azaba maruz kalacaktır.
* Secde mahallerini ateş yakmayacaktır. Bunlar ölecekler, azapları da, yakılmaları ve cennete girmekten mahrum kalmaları suretiyle olacaktır. Kâfirler ise azabı tatmak için, ölmeyecekler; istirahat verecek bir hayat da yaşamayacaklar. Bir Ebu Hureyre rivayetinde bu hususta şu tasrih mevcuttur: “Mü´minler ateşe girince ölürler. Allah onları ateşten çıkarmak istedi mi, o saatte azap elemini değdirir.”
* Hadiste, insan fıtratında mevcut olan tamahkârlık kuvvesi ve matlubunu tahsilde başvurduğu hilesi de gözükmektedir: “Önce ateşten uzaklaştırılmayı, böylece cennet ehliyle az bir irtibat kurmayı talep eder, sonra onlara yaklaşmayı.” Hatta bir rivayette ağaç ağaç yaklaşma, sonra girme talep ettiği belirtilmiştir. Şu halde bu durum, insanı hayvanlardan üstün kılan fikir, akıl gibi vasıfların “yeniden dirilme”den sonra tekrar insana geri geleceğini ifade eder.[142]
ـ5073 ـ11ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُعْرَضُ النَّاسُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ثََثَ عَرَضَاتٍ، فأمَّا عَرْضَتَانِ، فَجِدَالٌ وَمَعاذِيرُ. فَعِنْدَ ذلِكَ تَطِيرُ الصُّحُفُ في ا‘يْدِي، فآخِذٌ بِيَمِينِهِ وَآخِذٌ بِشِمَالِهِ[. أخرجه الترمذي .
11. (5073)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet günü insanlar üç kere Allah´a arzedilirler: İlk iki arzedilmede cidal ve özür beyanı vardır. Ama üçüncü arzedilme esnasında ellerde sahifeler uçuşur, kimisi sağ eliyle, kimisi de sol eliyle alır.” [Tirmizî, Kıyamet 5, (2427).][143]
AÇIKLAMA:
1- Kâri´nin açıklamasına göre, insanlar birinci arz sırasında kendilerini müdafaa edecekler: “Bize peygamber gelmedi” diye Allah´a karşı vaziyet alacaklar.
İkinci arzda ise, gerçekleri itiraf edecekler. Ancak: “Bu günahları sehven, hataen ve cehaletle yaptım, kastım yoktu…” gibi özürleri ileri sürecekler.
Üçüncü arzda ise, herkesin amel defteri ortaya çıkarılacak, saklamaya te´vile imkan kalmayacak. Defterini sağ elinde tutanlar saadet ehlidir, sol elinde tutanlar ise şekavet ehlidir.
2- Tirmizî, hadisin bir veçhiyle zayıf olduğunu belirtir. Ancak rivayet daha makbul vecihlerden de gelmiştir.[144]
ـ5074 ـ12ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]وَسَألَهُ رَجُلٌ مَاذَا سَمِعْتَ في النَّجْوَى؟ فقالَ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: يُدْنَى الْمُؤْمِنُ مِنْ رَبِّهِ حَتّى يَضَعَ عَلَيْهِ كَنَفَهُ فَيُقِرِّرُهُ بِذُنُوبِهِ. فَيَقُولُ: أتَعْرِفُ ذَنْبَ كَذَا؟ أتَعْرِفُ ذَنْبَ كَذَا؟ فَيَقُولُ: أعْرِفُ رَبِّ، مَرَّتَيْنِ. فَيَقُولُ: سَتَرْتُهَا عَلَيْكَ في الدُّنْيَا، وَأغْفِرُهَا لَكَ الْيَوْمَ. ثُمَّ يُعْطَى
صَحِيفَةَ حَسَنَاتِهِ، وَأمَّا اŒخَرُونَ مِنَ الْكُفَّارِ وَالْمُنَافِقينَ فَيُنَادَى بِهِمْ عَلى رُؤُسِ الْخََئِق:ِ هؤَُءِ الّذِىنَ كَذَبُوا عَلى رَبِّهِمْ. أَ لعْنَةُ اللّهِ عَلى الظَّالِمِينَ[. أخرجه الشيخان .
12. (5074)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Bir adam bana: “(Kıyamet günü Allah´ın kişiye hususi) hitabı hakkında ne işittin ” diye sordu. Şu cevabı verdim:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Mü´min Rabbine yaklaştırılır. Öyle ki, (Allah onun) üzerine himayesini indirir ve günahlarını itiraf ettirir. Ona sorar: “Şu şu günahlarını biliyor musun ” Mü´min kul, iki kere:
“Evet ey Rabbim, biliyorum!” der. Rab Teala da:
“Dünyada iken bunları örterek seni teşhir etmemiştim. Bugün de onları senden affediyorum!” buyurur. Sonra ona hasenat defteri verilir. Amma, kâfirlere ve münafıklara gelince, bunlarla ilgili olarak, bütün mahlukatın huzurunda:
“Bunlar Allah namına yalan söylemişler (böylece büyük bir zulümde bulunmuşlardır). Haberiniz olsun! Allah´ın laneti zalimleredir” diye nida olunur” dediğini işittim.”[Buharî, Mezalim 2, Tefsir, Hud 4, Edeb 60, Tevhid 36; Müslim, Tevbe 52, (2768).][145]
AÇIKLAMA:
1- Daha önce de temas edildiği gibi (5069-5070) her kul Allah´ın karşısına çıkarılıp, birer birer hesaptan geçirilecektir. Bu muhasebede Allah mü´min kuluna bir rahmet olarak hususi şekilde hitap edecek, kusurlarını, başkaları duymayacak şekilde sayıp dökecektir. İşte bu hitap necva kelimesiyle ifade edilmiştir. Necva, fısıldamak, başbaşa konuşmak, gizli konuşmak gibi manalara gelir. Kirmanî: “Bu hitaba necva denmesi, kâfire olan hitabın aleni olması sebebiyledir” der.
2- Hadiste, kişinin gizli yaptığı günahları başkasına açmamasına bir telmih mevcuttur. Çünkü, Cenab-ı Hak dünyada gizli kalan günahları kıyamet günü affettiğini ifade etmektedir. Bu ifadenin manayı muhalifinden, alenî yapılan veya aleniyet kazanan günahların affı hususunda garanti olmadığı manası çıkar.
Şarihler bu sadedde gelen hadislere dayanarak, kıyamet günü âsi mü´minlerin iki kısım teşkil edeceğini söylemişlerdir.
Birinci kısım: Günahı kendisi ile Rabbi arasında kalanlar. İbnu Ömer hadisi, bunların da iki kısma ayrıldığını ifade eder:
* Günahı dünyada örtülenler, Allah kıyamet günü bu günahları onlara karşı örtecektir.
* Günahları aşikâr olanlar. Hadis bunların kıyamet günü öncekilerin hilafına muamele göreceğini ifade eder.
İkinci kısım: Günahı kendisi ile kullar arasında olanlar. Bunlar da iki kısımdır:
* Günahları, sevaplarına galebe çalanlar: Bunlar ateşe girerler, şefaatle tekrar çıkarlar.
* Günah ve sevapları eşit olanlar: Bunlar da aralarında kısaslaşmadan cennete giremezler.[146]
ـ5075 ـ13ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالتْ: ]جَاءَ رَجُلٌ فَقَالَ: يا رَسُولَ اللّهِ! إنَّ لِي مَمْلُوكِينِ يَكْذِبُونَنِي وَيخُونُونَنِي وَيَعْصُونَنِي فأشْتِمُهُمْ وَأضْرِبُهُمْ. فَكَيْفَ أنَا مِنْهُمْ؟ فقَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا كَانَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يُحْسَبُ مَا خَانُوكَ وَكَذّبُوكَ وَعَصَوْكَ وَعِقَابُكَ وَإيَّاهُمْ. فَإنْ كَانَ عِقَابُكَ إيّاهُمْ بِقَدْرِ ذُنُوبِهِمْ كَانَ كَفَاً، َ لَكَ وََ عَلَيْكَ، وَإنْ كَانَ عِقَابُكَ إيّاهُمْ دُونَ ذَنْبِهِمْ كَانَ فَضًْ لَكَ، وإنْ كَانَ عِقَابُكَ إيّاهُمْ فَوْقَ ذُنُوبِهِمْ اقْتَصَّ لَهُمْ مِنْكَ الْفَضْلَ. فَتَنَحّى الرَّجُلُ يَبْكِي. فَقَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أمَا تَقْرأ قَوْلَ اللّهِ عَزّ وَجَلّ؛ وَنَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ فََ تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئاً وإنْ كَانَ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ أتَيْنَا بِهَا وَكَفَى بِنَا حَاسِبينَ. فَقَالَ الرَّجُلُ: يَا رَسُولَ اللّهِ مَا أجِدُ لِي وَلِهؤَُءِ شَيْئاً خَيْراً مِنْ مُفَارَقَتِهِمْ. أُشْهِدُكَ أنَّهُمْ كُلَّهُمْ أحْرَارٌ[. أخرجه الترمذي .
13. (5075)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Bir adam gelerek: “Ey Allah´ın Resulü! Benim kölelerim var, bana yalan söylüyorlar ve bana ihanet ediyorlar, bana isyan ediyorlar. Ben de onlara şetmediyor ve dövüyorum. Onlar yüzünden (Allah yanında) durumum ne olacak ” diye sordu. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Kıyamet günü onlar, sana olan ihanetleri, isyanları ve yalanları sebebiyle muhasebe olacaktır. Senin onlara verdiğin ceza ise, eğer cezan onların günahları nisbetinde ise, başabaştır; ne lehine ne de aleyhine olur. Eğer onlara verdiğin ceza günahlarından az ise bu senin için bir fazilet olur. Eğer onlara verdiğin ceza günahlarından çok olursa, bu fazla kısım sebebiyle onlar lehine sana kısas yapılır” buyurdular. Bunun üzerine adam huzurdan çekildi, ağlamaya ve dövünmeye başladı. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm) dedi ki:
“Sen Allah´ın kitabını okumuyor musun (Bak ne diyor!) (Mealen): “Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa, onu getiririz (mizana koyarız). Hesapçılar olarak da biz yeteriz” (Enbiya 47). Adam tekrar:
“Allah´a yemin olsun, ey Allah´ın Resulü! Ben hem kendim ve hem de onlar için, ayrılmalarından daha hayırlı bir şey göremiyorum. Seni şahid kılıyorum, hepsi hürdür, (azat ettim)”dedi.” [Tirmizî, Tefsir, Enbiya, (3163).][147]
ـ5076 ـ14ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]ضحِكَ رَسُولُ اللّهِ # فقَالَ: هَلْ تَدْرُونَ مِمَّ أضْحَكُ؟ قُلْنَا: اللّهُ وَرَسُولُهُ أعْلَمُ. قَالَ: مِنْ مُخَاطَبَةِ الْْعَبْدِ رَبَّه. فَيَقُولُ: يَا رَبِّ ألَمْ تُجِرْنِي مِنَ الظُّلْمِ؟ فَيَقُولُ: بَلَى. فَيَقُولُ إنِّي َ أُجِيزُ الْيَوْمَ عَلى نَفْسِي شَاهِداً إَّ مِنِّي فَيَقُولُ: كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيباً، وَالْكِرَامِ الكَاتِبِينَ عَلَيْكَ شُهُوداً. قَالَ: فَيُخْتَمْ على فيهِ وَيُقَالُ ‘رْكَانِهِ: اِنْطِقِي. فَتَنْطِقُ بِعَمَلِهِ، ثُمَّ يُخَلِّى بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْكََمِ. فَيَقُولُ: بُعْداً لَكُنَّ وَسُحْقاً. فَعَنْكُنَّ كُنْتُ أُنَاضِلُ[. أخرجه مسلم.»أُنَاضِلُ«: أيْ أُجَادِلُ وأخاصم .
14. (5076)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) güldüler ve:
“Neye güldüğümü biliyor musunuz ” buyurdular. Biz:
“Allah ve Resulü daha iyi bilir!” dedik.
“Kulun Rabbine olan hitabından!” buyurdular ve şöyle devam ettiler:
“Kul şöyle der: “Ey Rabbim, sen beni zulümden korumadın mı “Rab Teala:
“Evet korudum” buyurur. Kul da:
“Fakat ben bugün, kendime, kendimden başka bir kimsenin şahid olmasını asla istemiyorum” der. Rab Teala:
“Bugün sana tek şahid olarak nefsin, çok şahid olarak da kiramen katibîn kâfidir” buyurur.” Resulullah devamla dedi ki:
“Ağzına mühür vurulur ve diğer organlarına: “Konuş!” denilir. Onlar adamın amelini haber verirler. Sonra konuşma hususunda serbest bırakılır. Adam organlarına: “Yazıklar olsun size! Buradan defolun! Ben sizin için mücadele etmiştim” der.” [Müslim, Zühd 17, (2969).][148]
ـ5077 ـ15ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ اللّهَ عَزَّ وَجلَّ سَيُخَلِّصُ رَجًُ مِنْ أُمَّتِي عَلى رُؤُسِ الْخََئِقِ فَيَنْشُرُ لَهُ تِسْعَةً وَتِسْعِينَ سِجًِّ، كُلُّ سِجلٍّ مُدَّ الْبَصَر. فَيَقُولُ: أتُنْكرُ مِنْ هذَا شَيْئاً؟ أظَلَمَكَ كَتَبَتِي الْحَافِظُونَ؟ فَيَقُولُ: َ يَا رَبِّ. فَيَقُولُ: أفَلَكَ عُذْرٌ: فَيَقُولُ: َ يَا رَبِّ. فَيَقُولُ اللّهُ عَزَّ وَجَلّ: بَلى إنَّ لَكَ عِنْدنَا حَسَنَةً وَإنَّهُ َ ظُلْمَ عَلَيْكَ الْيَوْمَ، فَتُخْرَجُ بِطَاقَةٌ فيهَا: أشْهَدُ أنْ َ إلهَ إَّ اللّهُ وَأشْهَدُ أنَّ مُحَمّداً رَسُولُ اللّهِ. ثُمَّ يَقُولُ: احْضُرْ وَزْنكَ. فَيَقُولُ: يَا رَبِّ مَا هذِهِ الْبِطَاقَةُ مَعَ هذِهِ السِّجَِتِ؟ فيَقُولُ: إنَّكَ لَنْ تُظْلَمَ، فَتُوضَعُ السِّجِّتُ في كِفَّةٍ، وَالْبِطَاقَةُ في كِفّةٍ، فَطَاشَتِ السِّجِّتُ وَثَقُلَتِ الْبِطَاقَةُ، وََ يَثْقُلُ مَعَ اسْمِ اللّهِ تَعالى شَىْءٌ[. أخرجه الترمذي.»السّجِلُ« الكتاب الكبير، والبطاقة: رقيعة صغيرة،
وهي ما تجعل في طيّ الثوب يكتب فيها ثمنه.و»الطيش« الخفة .
15. (5077)- İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Aziz ve celil olan Allah [kıyamet günü], ümmetimden bir adamı mahlukatın üstünden seçer ve onun için doksan dokuz büyük defter açar. Her defter, gözün alabildiği kadar büyüktür. Rab Teala adama sorar: “Bu defterde yazılı olanlardan bir şey inkar ediyor musun Muhafız katiplerim (olmadık şeyler yazarak sana) zulmetmişler mi ” Kul:
“Ey Rabbim! Hayır! (Hepsi doğrudur!)” der. Rab Teala sorar:
“(Bunları yapmada beyan edeceğin) bir özrün var mı ” Kul der:
“Hayır! Ey Rabbim!” Aziz ve celil olan Allah:
“Evet! Senin bizim yanımızda (makbul, büyük) bir de hasenen var. Bugün sana zulüm yapmayacağız!” buyurur. Hemen bir etiket çıkarılır. Üzerinde “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden resulallah (şehadet ederim ki Allah´tan başka ilah yoktur ve şehadet ederim ki Muhammed Allah´ın elçisidir)” yazılıdır.
Sonra, Rabb Teala der: “Ağırlığını (yani amellerinin ağırlığını) hazırla!” Kul sorar:
“Ey Rabbim! Bu defterlerin yanındaki bu etiket de ne ” Rabb Teala der: “Sana zulmedilmeyecek! Hemen defterler Mizan´ın bir kefesine konur, etiket de diğer kefesine. Tartılırlar. Sonunda defterler hafif kalır, etiket ağır basar. Esasen Allah´ın ismi yanında hiçbir şey ağır olamaz.” [Tirmizî, İman 17, (2641).][149]
ـ5078 ـ16ـ وعن أبِي مسعود البدري رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قِيلَ يَا رَسُولَ اللّهِ! أنُؤَاخَذُ بِمَا عَمِلْنَا في الْجَاهِلِيّةِ؟ فقَالَ #: مَنْ أحْسَنَ في ا“سَْمِ لَمْ يُؤَاخَذْ بِمَا عَمِلَ في الْجَاهِلِيّةِ. وَمَنْ أسَاءَ في ا“سَْمِ أُخِذَ بِا‘وَّلِ وَاŒخِرِ[. أخرجه الشيخان.
16. (5078)- Ebu Mes´ud el-Bedrî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ey Allah´ın Resulü dendi, biz cahiliye devrinde yaptıklarımızdan hesaba çekilecek miyiz ” Şu cevabı verdiler:
“Müslüman olduktan sonra iyi olana, cahiliye devrinde yaptıklarından sorulmayacaktır. Kötü amel işleyene, hem İslam´daki ameli hem de önceki ameli sebebiyle hesap sorulacaktır.” [Buhârî, İstitabe 1; Müslim, İman 189, (120).][150]
AÇIKLAMA:
Hadis, daha önceleri kâfir iken, sonradan Müslüman olan bir kişinin daha önceki hayatından suale maruz kalıp kalmama meselesine kayıdlı ve şartlı olarak cevap getirmektedir. İslam olduktan sonra amel-i salih sahibi ise sual yok, değilse var. Hattâbi der ki: “Bu hadisin zahiri, ümmetin icma ettiği “İslam, öncesini siler” hükmüne muhalefet eder. Allah Teala hazretleri: “Habibim, o küfredenlere söyle ki: Eğer (sana düşmanlıktan) vazgeçerlerse geçmiş (günahları) affedilecektir” (Enfal 38) buyurmuştur.”
Hattâbi devamla der ki: “Bu hadisin manası şöyle olmalıdır: “Kâfir Müslüman oldu mu geçmişinden muaheze olunmaz. İslam´da çok fazla günah işler ve Müslümanlığına devamla birlikte, aşırı, şiddetli masiyetlere girerse, İslam´da işlediği cinayeti sebebiyle muaheze olunur ve küfür sırasında yaptığı başına kakılır. Sanki şöyle denir: “Sen şu kötü işleri kâfirken yapmadın mı Müslümanlığın seni bunlardan men etmedi mi ”
İbnu Hacer, bu görüşü: “Önceki amelinden yapılacak evvelki muaheze, başa kakma suretiyle, sonraki günahların muahezesi, cezalandırma suretiyle olacaktır” diye özetledikten sonra der ki: “Evla olanı, başkasının görüşüdür. Hadiste geçen “isâe” (günah, kötülük) kelimesinden murad küfürdür, çünkü “küfür”, “isâe”nin nihayeti, günahların en şiddetlisidir. Adam irtidat eder ve küfrü üzerine de ölürse, sanki Müslüman olmamış gibidir ve hayatı boyunca yaptığı bütün amellerden muaheze olunur. Buhârî, bu hadisi “Büyük günahların en büyüğü şirktir” hadisinden hemen sona zikretmek suretiyle, bu söylediğimiz açıklamaya işaret etmiş olmaktadır.”[151]
ـ5079 ـ17ـ وعَنْ أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا مِنْ دَاعٍ دَعَا الى شَىْءٍ إَّ كَانَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مُوْقُوفاً َزِماً بِهِ َ يُفَارِقَهُ وَإنْ دَعَا رَجُلٌ رَجًُ ثُمَّ قَرَأ: وَقِفُوهُمْ إنَّهُمْ مَسْؤُلُونَ[. أخرجه الترمذي .
17. (5079)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bir kimseyi (küfür veya günah gibi) bir şeye çağıran hiç kimse yok ki kıyamet günü, o çağırdığı şeyle birlikte tevkif edilmemiş olsun. Mutlaka onunla ayrılmaz şekilde beraberdir. Bir adam bir adamı (bir şeye) davet etmiş olsa dahi!” Sonra şu ayeti okudu. (mealen): “Onları hapsedin, çünkü onlar mes´uldürler” (Saffat 24). [Tirmizî, Tefsir, Saffat, (3226).][152]
AÇIKLAMA:
Burada kişinin, propagandasını yaptığı şeyden sorumlu olduğu ifade edilmektedir. İnsanları, bir kişi bile olsa her neye davet etmişse ondan ayrılmayacak ise, kötülüğe çağıran kimse, kötülüklerin yer aldığı cehennemde olacak demektir. Ayetteki “mes´uldürler” ifadesini müfessirler, “akidelerinden, sözlerinden ve hareketlerinden” diye açmışlardır. [153]
DÖRDÜNCÜ FASIL
KEVSER HAVZI´NIN, MİZAN´IN VE SIRAT KÖPRÜSÜ´NÜN EVSAFI
ـ5080 ـ1ـ عن أبي ذرّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ! مَا آنِيَةُ الْحَوْضِ؟ قَالَ: وَالّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ Œنِيَتُهُ أكْثَرُ مِنْ عَدَدِ نُجُومِ السَّمَاءِ وَكَوَاكِبَهَا في اللَّيْلَةِ الْمُظْلِمَةِ الْمُصَحِيَةِ آنِيَةُ الْجَنَّةِ: مَنْ شَرِبَ مِنْهَا لَمْ يَظْمَأ، آخِرَ مَا عَلَيْهِ يَشخُبُ فيهِ مَيزَابَانِ مِنَ الْجَنَّةِ. عُرْضُهُ مِثْلَ طُولِ مَا بَيْنَ عَمَّانِ الى أيْلَةَ، وَمَاؤُهُ أشَدُّ بَيَاضاً مِنَ اللَّبَنِ، وَأحْلى مِنَ الْعَسَلِ[. أخرجه مسلم والترمذي.»يَشْخَبُ« أى يسيل ويجرى .
1. (5080)- Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ey Allah´ın Resulü dedim, Kevser havzının kapları nedir ” Şu cevabı lutfettiler:
“Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal´e yemin olsun, onun kapları açık ve karanlık bir gecede gökteki yıldızlardan daha çoktur. Cennetin kaplarından kim içerse artık ömrünün sonuna kadar hiç susamaz. Havzın cennetten çıkan iki oluğu gürül gürül akar. Genişliği uzunluğuna denktir. Bu da Amman´dan Eyle´ye olan mesafe kadardır. Suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır.” [Müslim, Fezail 36,l (2300); Tirmizî, Kıyamet 16, (2447).][154]
ـ5081 ـ2ـ وعن سَمُرَةِ بن جَندبٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ لِكُلِّ نَبِيٍّ حَوْضاً تَرِدُهُ أُمَّتُهُ، وإنَّهُمْ يَتَبَاهَوْنَ أيُّهُمْ أكْثَرُ وَارِدَةً، وَإنِّي أرْجُو أنْ أكُونَ أكْثَرَهُمْ وَارِدَةً[. أخرجه الترمذي .
2. (5081)- Semüre İbnu Cündeb (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Her peygamberin bir havzı vardır. Ümmeti oraya su almaya gelir. Peygamberlerin her biri, hangisinin suya geleni çok diye övünürler. Su almaya gelen ümmeti en çok olan peygamberin ben olacağımı ümid ediyorum.” [Tirmizî, Kıyamet 15, (2445).][155]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, ahirette her peygambere mahsus müstakil bir havz olacağını belirtmektedir. Ümmetleri, bu havzlara gelip suyundan içecektir. Her peygamber havza gelenlerinin çokluğu ile iftihar edecektir. Bundan maksad ümmetlerinin çokluğudur. Resulullah da ümmetinin sayıca çok olmasını arzu ve temenni etmekte, diğer peygamberlere karşı bu çoklukla iftihar etmeyi arzulamaktadır.
Sadedinde olduğumuz hadis Muhammed ümmetinin çokluğu hususunda Resulullah´ın ümidini ifade eder. Aliyyü´l-Kârî der ki: “Resul-ü Ekrem bu ümidini, ümmetinin cennette seksen saf tuttuğunu, diğer ümmetlerin ise sadece kırk saf teşkil ettiğini vahyen bilmezden önce ifade etmiş olmalıdır.”[156]
ـ5082 ـ3ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سُئِلَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا الْكَوْثَرُ؟ قَالَ: نَهْرٌ في الْجَنَّةِ أعْطَانِيهِ اللّهُ، أشَدُّ بَيَاضاً مِنَ اللَّبَنِ، وَأحْلَى مِنَ الْعَسَلِ، فيهِ طَيْرٌ أعْنَاقُهَا كَأعْنَاقِ الْجَزُورِ. فقَالَ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: إنَّ هذِهِ لَنَاعَمٌ. فقَالَ #: آكِلُهَا أنْعَمُ مِنْهَا[. أخرجه الترمذي .
3. (5082)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a “Kevser nedir ” diye sorulmuştu.
“Cennette bir nehirdir. Allah onu bana verdi. O, sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Onda (nehirde) bir kuş vardır, boynu deve boynuna benzer!” buyurdular. Hz. Ömer atılarak: “Öyleyse o müreffehtir!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da:
“Onu yiyen, ondan da müreffehtir!” buyurdular.” [Tirmizî, Kıyamet 15, (2445).][157]
AÇIKLAMA:
Bu hadis cennette, Kevser nehrinin civarında yaşayan bir kuş hakkında bilgi vermektedir. Boynu deve boynuna benzeyen bir kuş. Cennet ehli bu kuşun etinden yiyecektir. Hadisin Ahmed İbnu Hanbel´de gelen bir veçhi biraz daha teferruatlı. Meali şöyle: Aleyhissalâtu vesselâm: “Cennet kuşu, deveye benzer, cennetin ağaçlarından beslenir” demişti ki, Hz. Ebu Bekr atıldı:
“Ey Allah´ın Resulü! Bu kuşlar muhakkak müreffehtirler!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da:
“Ondan yiyenler daha da müreffehtirler. Ondan yiyenler daha da müreffehtirler, ondan yiyenler daha da müreffehtirler! Ben ümid ediyorum, sen ondan yiyenlerden olacaksın!” buyurdular.”[158]
ـ5083 ـ4ـ وعن جُندب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أنَا فَرطُكُمْ عَلى الْحَوْضِ[. أخرجه الشيخان .
4. (5083)- Hz. Cündüb (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ben havza ilk geleniniz olacağım!” [Buhârî, Rikak 53; Müslim, Fezail 25, (2289).][159]
ـ5084 ـ5ـ وعن ابنِ مسعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أنَا فَرْطُكُمْ عَلى الْحَوْضِ، وَلَيُرْفَعَنَّ اليّ رِجَالٌ مِنْكُمْ حَتّى إذَا أهْوَيْتُ إليْهِمْ ‘نَاوِلَهُمُ اخْتُلِجُوا دُونِي. فأقُولُ: أيْ رَبِّ أصْحَابِي. فَيُقَالُ: إنّكَ َ تَدْرِي مَا أحْدَثُوا بَعْدَكَ. فأقُولُ: سُحْقاً، سُحْقاً لِمَنْ بَدَّلَ بَعْدِي[. أخرجه الشيخان .
5. (5084)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ben havzın başına sizden önce geleceğim. Bana sizden bazı kimseler yükseltilip (gösterilecek). O kadar ki, eğilsem onları tutarım. Ama hemen geri çekilecekler.
“Ey Rabbim! bunlar benim ashabım!” derim. Ama bana:
“Senden sonra bunların ne bid´alar yaptıklarını sen bilmezsin!” denilir. Ben de:
“Dini benden sonra değiştirenler rahmetten uzak olsun, rahmetten uzak olsun!” derim.” [Buhârî, Rikak 53, Fiten 1; Müslim, Fezail 32, (2297).] [160]
ـ5085 ـ6ـ وفي أخرى لمسلم، عن أبي هريرة: ]تَرِدُ أُمَّتِي عَليّ الْحَوْضَ، وَأنَا أذُودُ النّاسَ عَنْهُ كَمَا يَذُودُ الرَّجُلُ اِبِلَ الرَّجلِ عَنْ إبِلِهِ. قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّهِ تَعْرِفُنَا؟ قَالَ: نَعَمْ، لَكُمْ سيمَا لَيْسَتْ ‘حَدٍ غَيْرِكُمْ، تَرِدُونَ عَليّ غُرّاً مُحَجَّلِينَ مِنْ آثَارِ الْوُضُوءِ، وَلَتَصُدَّنَّ عَنِّى طَائِفَةٌ مِنْكُمْ فََ يَصِلُونَ اليّ، فأقُولُ: يَا رَبِّ أصْحَابِي أصْحَابِي؟ فَيُجِيبُنِي مَلَكٌ، فَيَقُولُ: وَهَلْ تَدْرِي مَا أحْدَثُوا بَعْدَكَ؟[.وفي أخرى: ]وَإنَّ حَوْضِي أبْعَدُ مِنْ أيْلَةَ الى عَدَنَ، لَهوَ أشَدُّ بَيَاضاً مِنَ الثَّلْجِ وَأحْلَى مِنَ الْعَسَلِ وَŒنِيَتُهُ أكْثَرُ مِنْ عَدَدِ النُّجُومِ[.»الفرطُ« المتقدم على القوم الواردين الماء.»اخْتَلِجُوا« أي أخذوا بسرعة.و»سُحقاً« أي بعداً .
6. (5085)- Müslim´in bir diğer rivayetinde Ebu Hureyre´den şöyle rivayet edilmiştir: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ümmetim havzın başında yanıma gelecek. Ben, tıpkı devesinden başkasının devesini kovan bir kimse gibi, havzımdan (bazı) insanları kovarım!” Yanındakiler:
“Ey Allah´ın Resulü! Bizi tanıyacak mısınız ” dediler.
“Evet buyurdu. Sizin, başkasında olmayan bir alâmetiniz olacak. Sizler yanıma alın ve abdest uzuvlarında, abdestin eseri olan bir nurla geleceksiniz. Ancak sizden bir grup benden engellenecek, onlar bana ulaşamayacaklar. Ben: “Ey Rabbim onlar benim ashabım, onlar benim ashabım!” diyeceğim. Ama bir melek bana cevap verip:
“Senden sonra onlar ne bid´alar ortaya çıkardılar biliyor musun ” diyecek.” [Müslim, Taharet 37, (247).]
Bir diğer rivayette şöyle buyrulmuştur: “Havuzum Eyle ile Aden arasınaki mesafeden daha geniştir. Onun rengi kardan daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Onun maşrabaları yıldızlardan daha çoktur.” [161]
ـ5086 ـ7ـ وعن يزيد بن أرقم رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا أنْتُمْ جُزْءٌ مِنْ مِائَةِ ألْفِ جُزْءٍ مِمَّنْ يَرِدُ عَليّ الْحَوْضَ. قِيلَ: كَمْ كُنْتُمْ يَوْمَئِذٍ؟ قَالَ: سَبْعَمِائَةِ أوْ ثَمَانْمِائَةٍ[. أخرجه أبو داود .
7. (5086)- Yezid İbnu Erkam (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Siz (ashabım), havzın başında yanıma gelenlerin yüz bin cüzünden sadece bir cüzünü teşkil edeceksiniz!” Yezid´e: “O gün siz ne kadardınız ” diye soruldu da: “Yedi yüz veya sekiz yüz kadardık!” diye cevap verdi.” [Ebu Davud, Sünnet 26, (4746).][162]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Ebu Davud´daki aslında şu ziyade var: “Biz (bir seferde) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la beraber idik. Bir yerde mola verdik. (Bu sırada) buyurdular ki: “…Kaydedilen bu ziyade, Yezid İbnu Erkam´ın “Kaç kişi idiniz ” sorusuna verdiği cevaptaki isabetlilik hususunda kanaat verir. Aksi takdirde: “O sıralarda bütün Müslümanların sayısı ne kadardı ” gibi bir muhtevada anlamak gerekir ki, buna verilen cevap daha az yakin hasıl eder.
Ancak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın burada rakamın hakikatını değil de, kesrette mübalağa kasdetmiş olması da muhtemeldir.
2- Son yedi hadis, ahiretteki havuzla ilgili farklı bilgiler sunmaktadır. Havuz, Kevser havzı diye de adlandırılır. Kur´an-ı Kerim´de Kevser suresinde bahsedilen kevserle de bu havzın kastedildiği kabul edilmiştir. Kevser, mütevatir denecek kadar çok sayıda sahabe tarafından zikredilmiş gaybî bir hakikattır, inanılması şarttır. Bazı tahkiklerde kevserle ilgili rivayette bulunan sahabilerin sayısı elliden fazladır.
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Kevser sebebiyle de diğer peygamberlere bir üstünlüğe sahip olacaktır. Rivayetler, cennetteki kevserin, cennet kapılarının yanında ve el´an mahluk olduğunu ifade eder. Yukarıda kevser, sırattan önce mi sonra mı diye beyan edilen ihtilafı belirtmiştik. Makbul görüşe göre iki adet kevser mevcuttur. Biri cennetin içindedir, diğeri sırattan öncedir ve mahşer yerindedir.
5081 numaralı hadis, her peygamberin bir kevseri olduğunu belirtiyor. Ancak onlar Resulullah´ın kevseri kadar büyük değildir.
Kevser, sırattan sonra ümmetin bir toplanma yeridir. Resulü Ekrem´le bir buluşma, görüşme yeridir. Resulullah, oraya kadar gelebilen bir kısım kimselerin oradan kovulacağını belirtmiştir (5085. hadis). Bu kovulanlar kimlerdir, bu hususta ihtilaf vardır. Bunlara: “Münafıklar ve mürtedler” diyen olmuş. “Resulullah zamanında mü´min olup da sonradan irtidat edenler” diyen olmuştur. Ancak Hattâbî: “Ashab-ı Kiram´dan irtidat eden yoktur, irtidat edenler çöl Araplarıdır” demiştir. Bazıları: “Bunlar, mü´min olarak ölen büyük günah sahipleri ile bid´atları küfür derecesine ulaşmayan ehl-i bid´attır” demiştir.
Bunların cehenneme gitmeleri kat´î değildir. Günahları, kusurları sebebiyle havzın yanından kovulmuş olsalar da, Allah´ın rahmetine mazhar olarak cennete girmeleri de muhtemeldir.
İbnu Abdilberr: “Havuzdan kovulacaklar zümresini, Haricîler, Rafizîler ve diğer ehl-i bid´a ile dinde bid´a çıkaranlar, zulümde ileri gidenler, haksız yere mal yiyenler, günah-ı kebireyi alenî işleyenler teşkil edecek” der.
Bunların havza kadar yaklaşmalarının, kıldıkları namazların tesiriyle, abdest uzuvları ve alınlarında zuhur eden nur ve parlaklık sayesinde olduğu belirtilmiştir.[163]
ـ5087 ـ8ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قُلْتُ: أشْفِعْ لِي يَا رَسُولَ اللّهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ. قَالَ: أنَا فَاعِلٌ إنْ شَاءَ اللّهُ. قُلْتُ: فَأيْنَ أطْلُبُكَ؟ قَالَ: اطْلُبْنِي أوَّلَ مَا تَطْلُبُنِي عَلى الصِّرَاطِ. قُلْتُ: فإنْ لَمْ ألْقَكَ؟ قَالَ: فَاطْلُبْنِي عِنْدَ الْمِيزَانِ. قُلْتُ: فإنْ لَمْ ألقَكَ؟ قَالَ: فَاطْلُبْنِي عِنْدَ الْحَوْضِ، فإنِّي َ أُخْطِئُ هذِهِ الثََّثَةَ الْمَوَاطِنَ[. أخرجه الترمذي .
8. (5087)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “(Bir gün), ey Allah´ın Resulü! Kıyamet günü bana şefaat edin!” dedim.
“İnşaallah yapacağım!” buyurdular. Ben tekrar:
“Sizi nerede arayıp bulayım ” dedim.
“Beni ilk aradığın zaman sırat üzerinde ara!” buyurdular.
“Size (orada) rastlayamazsam ” dedim.
“Mizan´ın yanında beni ara!” buyurdular.
“Orada da size rastlayamazsam ” dedim.
“Öyeyse beni havzın yanında ara! Zira ben üç mevkinin dışına çıkmam!” buyurdular.” [Tirmizî, Kıyamet 10, (2435).][164]
AÇIKLAMA:
1- Başka hadislerde beyan edildiği üzere, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bütün ümmetine şamil olmak üzere umumi bir şefaati vardır. Hz. Enes (radıyallahu anh), burada hususi bir şefaat talep etmiş olmalıdır.
2- Tîbî, burada Hz. Enes´in şunu sormayı kasdetmiş olacağını tahmin eder: “Hangi kritik mevkilerde ben sizin şefaatinize en ziyade muhtaç durumda olacağım ” Soru bu olunca Aleyhissalâtu vesselâm´ın cevabı şu manayı ifade eder: “Sen benim şefaatime en ziyade şu mevkilerde muhtaç olacaksın: Sırat üzerinde, mizanın yanında ve havzın başında.” Tîbî´nin bu yorumuna hayran kalmamak mümkün değil. Gerçekten uhrevi´ maceranın belli başlı kritik ve hatarlı yerleri buralardır. Önceki rivayette de geçtiği üzere havzın başından kovulmak var, hem de hayvanların kovulurcasına kovulmak… Nitekim, müteakip rivayette (aleyhissalâtu vesselâm), bu üç yerin hassasiyetine dikkat çekmiştir. Hz. Aişe sorar: “Kıyamet günü ehlinizi hatırlayacak mısınız ” Aleyhissalâtu vesselâm: “Üç yer var ki oralarda kimse kimseyi hatırlayamaz.” buyurur.
Hz. Aişe hadisi ile Enes hadisi arasındaki tearuzu bazı alimler şöyle te´lif ederler: “Resulullah, Hz. Aişe´ye, “Resulullah´ın zevceleri olmaları sebebiyle hususi ilgiye mazhar olacağız” diye aşırı güvenle ibadet ve tazarruda noksanlık göstermesinler diye böyle cevap vermiş, ye´se düşürmemek için de Hz. Enes´e öyle cevap vermiştir.” Başka yorumlar da var.
3- Hadis, ahirette önce sırat, sonra mizan, sonra da havzın geldiğini ifade etmektedir. Ancak bazı rivayetlerden havzın sırattan önce olduğu anlaşılmaktadır. Bu müşkili Kurtubî: “Resulullah´ın havzı ikidir: Biri mevkıfta sırattan önce, diğeri de cennetin içindedir, her ikisine de Kevser denir” diyerek te´lif eder. Ancak İbnu Hacer bu görüşe katılmaz.[165]
ـ5088 ـ9ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]ذَكَرْتُ النَّارَ فَبَكَيْتُ. فقَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا يَبْكِيكِ؟ قُلْتُ: ذَكَرْتُ النَّارَ فَبَكَيْتُ. فَهَلْ تَذْكُرونَ أهْلِيكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ؟ قَالَ: أمَّا في ثَثَةِ مَوَاطِنَ فََ يَذْكُرُ أحَدٌ أحَداً: عِنْدَ الْمِيزَانِ، حَتّى يَعْلَمَ أيَخِفُّ مِيزَانُهُ أمْ يَثْقُلَ،
وَعِنْدَ تَطَايُرِ الصُّحُفِ، حَتّى يَعْلَمَ أيْنَ يَقَعُ كِتَابُهُ، في يَمِينِهِ أم في شِمَالِهِ أمْ وَرَاءَ ظَهْرِهِ. وَعِنْدَ الصّرَاطِ إذَا وُضِعَ بَيْنَ ظَهْرَانَيْ جَهَنَّمَ، حَتّى يَجُوزَ[. أخرجه أبو داود .
9. (5088)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ateşi hatırlayıp ağladım. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Niye ağlıyorsun ” diye sordu.
“Cehennemi hatırladım da onun için ağladım! Siz, kıyamet günü, ailenizi hatırlayacak mısınız ” dedim.
“Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz: Mizan yanında; tartısı ağır mı geldi hafif mi öğreninceye kadar, sahifelerin uçuştuğu zaman; kendi defterini nereye düşecek, öğreninceye kadar: Sağına mı soluna mı; yoksa arkasına mı Sıratın yanında; cehennemin iki yakası ortasına kurulunca; bunu geçinceye kadar.” [Ebu Davud, Sünen 28, (4755).][166]
AÇIKLAMA:
Gaybî olan hakikatlerden biri mizandır. Ahirete imanın bir cüz´üdür. Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat, bi´l-icma “Mizan haktır” demiştir. Hadislerden başka, Kur´an´la da sabittir. Ayet-i kerimede: ونَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ. “Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazileri koyacağız. Artık hiçbir kimse hiçbir şeyle haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) bir hardal tanesi kadar bile olsa onu getiririz (mizana koyarız). Hesapçılar olarak da biz yeteriz” (Enbiya 47).
Mizan, kıyamet günü kurulur. Kulların amellerinin yazılmış olduğu defterler mizanda tartılır. Bu mizanın iki kefesi vardır; biri hasenatın tartılması için, diğeri de seyyiatın. Hasan Basrî´den gelen bir rivayete göre mizanın bir de dili vardır. [167]
BEŞİNCİ FASIL
ŞEFAAT HAKKINDADIR
UMUMİ AÇIKLAMA:
Şefaat, en-Nihaye´ye göre, lügat olarak insanların arasında cereyan eden cürüm ve zünubun affını taleb etmektir. Bu talebi, yani şefaatte bulunmayı kabul edene şâfî, şefi´ ve müşeffi´ denir. Dilimizde kısaca şefaatci deriz. Şefaati kabul edilene de müşeffa denir.
Hadislerde dünya ve ahiret işleri için şefaat meselesi sıkça geçer. Kelimenin burada anlaşılan manası dışında başka kullanışları da var. Ancak mevzumuzun dışında kalır. Şefaatle ilgili açıklamalar, başka vesilelerle daha önce de geçti. Bu kısımda şefaatle ilgili hadislerin açıklaması zımnında da bazı teferruata yer vereceğiz.
* Resulullah dünyevî işlerde şefaatte bulunmayı tavsiye ve teşvik eder. Sadece hududa giren cürümlerin affı, tahfifi gibi hususlarda şefaat yasaklanmıştır. Bunun dışındaki her çeşit meselede -yeter ki başkasının hukukunu zayi etmeye müncer olmasın- şefaat teşvik edilmiştir.
* Uhrevî şefaat meselesinde Ehl-i Sünnet icma eder. Bazı dalalet fırkaları uhrevî şefaati inkâr etmiştir. Ahirette şefaatin hak olduğunda ihtilaf yoksa da, bazı teferruatta Ehl-i Sünnet de ihtilaf etmiştir. Kadı İyaz der ki: “Ehl-i Sünnete göre, şefaat aklen caiz, şu ayetlerin sarahatine göre de rivayeten vacibtir: “O gün Rahman´ın izin verip sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez” (Tâ-Ha 109). Keza: “Onlar, Allah´ın razı olduğu kimseden başkasına şefaat edemezler…” (Enbiya 28). Başka ayetler de var.” Bu hususta Sadık Zat (aleyhissalâtu vesselâm)´ın haberi de çoktur. Öyle ki, miktarı tevatür derecesine ulaşmıştır. Ahirette Aleyhissalâtu vesselâm´ın günahkâr mü´minlere şefaat edeceği hususunda selef, halef ve daha sonra gelen Ehl-i Sünnet icma etmiştir.
Günahkârların cehennemde ebedî kalacağı itikadında olan Haricîlerle bir kısım Mu´tezile mensupları şefaati reddederler. Delilleri şu ayettir: “Şefaat edeceklerin şefaati onlara bir fayda vermez” (Müddessir 48). Keza: “Onları o yakın gün ile korkut ki, yürekleri ağızlarına gelir ve dehşetle yutkunur dururlar. Artık zalimler için ne bir samimi dost vardır ne de sözü dinlenir bir şefaatci” (Mü´min 18). Bu ayetler kâfirler hakkındadır.
Bunların şefaatle ilgili hadisleri “ahirette derecelerin artmasına mütealliktir” şeklindeki te´villerine gelince, bu te´vil batıldır. Hadislerin elfazı onların görüşlerinin batıl olduğu ve ateş vacib olanların cehennemden çıkarılacakları hususunda sarihtir. Ancak şunu da belirtelim ki, şefaat beş kısımdır:
1) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a mahsus olan: Bu şefaat, Mevkıf´ın korkusundan teskin ve hesabın tâcili ile ilgilidir.
2) Bir grup insanın hesapsız olarak cennete girmesiyle ilgili olanı. Müslim´de gelen bir rivayet bunun da Peygamberimiz Aleyhissalâtu vesselâm´a has olduğunu belirtmektedir.
3) Ateş vacib olan bir kısım insanlara Resulullah ve Allah´ın dilediği başka kimselerin yapacağı şefaat.
4) Günahkârlardan ateşe girenler hakkındaki şefaat. Bunların cehennemden Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)´in, meleklerin ve mü´min kardeşlerinin şefaatiyle çıkacakları hususunda pek çok hadis gelmiştir. Nitekim şu hadiste ifade edildiği üzere Lailaheillallah diyen herkesi Allah ateşten çıkaracaktır. “Cehennemde sadece kâfirler kalır.”
5) Cennet ehlinin, cennetteki derecesinin artmasını sağlayacak şefaat.[168]
ـ5089 ـ1ـ عَنْ أبِي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لِكُلِّ نَبِىٍّ دَعْوَةٌ مُسْتَجَابَةٌ، فَتَعَجَّلَ كُلُّ نَبِيّ دَعْوَتَهُ، وإنِّي اخْتَبَأتُ دَعْوَتِي شَفَاعَةً ‘ُمَّتِي يَوْمَ الْقِيَامَةِ، فَهِيَ نَائِلَةٌ إنْ شَاءَ اللّهُ تَعالى: مَنْ مَاتَ مِنْ أُمَّتِي َ يُشْرِكُ بِاللّهِ شَيْئاً[. أخرجه الثثة والترمذي .
1. (5089)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Her peygamberin müstecab (Allah´ın kabul edeceği) bir duası vardır. Her peygamber o duayı yapmada acele etti. Ben ise bu duamı kıyamet gününde, ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım (kullanmayı ahirete bıraktım). Ona inşaallah, ümmetimin şirk koşmadan ölenleri nail olacaktır.” [Buhârî, Da´avat 1, Tevhid 31; Müslim, İman 334, (198); Muvatta, Kur´an 26, (1, 212); Tirmizî, Daavat 141, (3597).][169]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadise göre “her peygamberin müstecab olan sadece bir duası var olduğu” manası çıkmaktadır. Halbuki, başta Resulullah olmak üzere bütün peygamberlerin nice duaları makbul olmuştur. Ortada bir müşkil gözükmekte ise de, alimler: “Burada kastedilen kabul edileceği kesin olan duadır, diğer dualarında esas olan kabulü hususunda ümiddir, “kesinlik” yoktur” diyerek cevap vermişlerdir.
“Her peygamberin müstecab bir duası vardır” ibaresini, alimler farklı yorumlara tabi tutmuştur:
* Bazısı: “En efdal duasıdır, başka duaları da var” demiştir.
* Bazısı: “Herbirinin ümmeti hakkında müstecab umumi bir duası vardır; ya helak olmaları, ya da kurtuluşa ermeleri için. Hususi dualara gelince, bunların bir kısmı müstecabtır, bir kısmı değildir” demiştir.
* Bazısı: “Her bir peygamberin bir duası vardır, onu şahsı veya dünyası için kullanır. Tıpkı Hz. Nuh aleyhisselam´ın: “Ey Rabbim, kâfirlerden yeryüzünde tek bir kişi bırakma” (Nuh 26) diye yaptığı dua, Hz. Zekeriya aleyhisselam´ın: “(Rabbim) sen yüce katından bana bir veli bağışla!” (Meryem 5) diye yaptığı dua ve Hz. Süleyman aleyhisselam´ın “Benden sonra kimseye nasib olmayacak bir mülkü bana ihsan et!” (Sad 35) diye yaptığı gibi” demiştir.
2- Hadis, bütün duaların -peygamberler bile yapmış olsa- istendiği şekilde kabul edilmeyeceğini gösteriyor. Ancak her duaya bir cevap olacağını daha önce belirtmiştik.
Resulullah, ümmetinden (yani ümmet-i da´vetten, ümmet-i icabetten değil) bir kısmına beddua ettiği vakit, “Kullarımın tedbir ve idaresinden senin elinde bir şey yoktur ve sen onların inkârlarından mes´ul değilsin. Allah dilerse onlara tevbe nasib eder, dilerse zalim oldukları için azab verir” (Al-i İmran 128) ayeti nazil olmuş ve bundan Resulullah´ı menetmiştir.[170]
3- İbnu Battal der ki: “Bu hadiste, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın diğer peygamberlere olan bir üstünlüğü beyan edilmektedir: “Makbul duada, ümmetini kendisine ve ehl-i beytine tercih etmektedir. Keza diğer birkısım peygamberler kavimlerinin helaki için bu duayı kullanırken, Aleyhissalâtu vesselâm helak-ı ümmet için de bunu kullanmamıştır.” İbnu´l-Cevzî de şu yorumu ilave eder: “Bu, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hüsn-i tasarrufunun ve kesret-i kereminin de bir ifadesidir. Çünkü duayı en uygun yerde kullandı. Şöyle ki: Ümmetini kendine tercih etti; isabetli karar vermesinin de bir ifadesidir, çünkü duasını, ümmetinden, bu duaya en çok muhtaç olanlara yani günahkârlara ayırdı. Gerçekten günahkârlar ona, muti olanlardan daha ziyade muhtaçtır.”
Nevevî de şöyle der: “Bu hadis, Aleyhissalâtu vesselâm´ın ümmetine karşı duyduğu kemal mertebesindeki şefkat ve re´fetini, ümmetin menfaatine olan hususlarda itina ve dikkatini göstermektedir. Ümmetine olan bu şefaati ve yakın ilgisi sebebiyle, müstecab duasını, ümmetin en mühim ihtiyaç anına sakladı.”
4- Hadiste geçen “Şefaatim ümmetimden şirk koşmadan ölenlere ulaşacaktır” ibaresinden, Ehl-i Sünnet “Kebairde ısrar bile etmiş olsa, mü´min olarak ölen, cehennemde ebedî kalmayacaktır” hükmüne bir delil bulmuştur.[171]
ـ5090 ـ2ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: شَفَاعَتِي ‘هْلِ الْكَبَائِرِ مِنْ أُمَّتِي[. أخرجه أبو داود والترمذي.وزاد الترمذي قال جابر: ]مَنْ لَمْ يكُنْ مِنْ أهْلِ الْكَبَائِرِ فَمَالَهُ وَلِلشَّفَاعَةِ[ .
2. (5090)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.” [Tirmizî, Kıyamet 12, (2437); Ebu Davud, Sünnet 23, (4739); İbnu Mace, Zühd 37, (4310).]
Tirmizî, şu ziyadeyi kaydeder: “Hz. Cabir (radıyallahu anh) dedi ki: “Kebair (büyük günah) ehli olmayanın şefaate ne ihtiyacı var!”[172]
AÇIKLAMA:
Hadis, kebair işlemiş olması sebebiyle kendisine cehennem gereken kimseye şefaat sebebiyle ateşe girmeyeceğini, Lailahe illallah Muhammederrasulullah diyenlerden günahı sebebiyle ateşe girenlerin yine şefaat sayesinde cehennemden çıkarılacaklarını ifade etmektedir. Hadisi Tîbî: “Helak olanları kurtaracak olan şefaatim büyük günah işleyenlere hastır” diye anlamıştır. Şefaatle ilgili bazı teferruatı umumî açıklamada kaydettik.[173]
ـ5091 ـ3ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا كَانَ يَوْمُ الْقِيَامَةِ مَاجَ النَّاسُ بَعْضُهُمْ الى بَعْضٍ، فَيَأتُونَ آدَمَ عَلَيْهِ السَّمُ، فَيَقُولُونَ: اشْفَعْ لِذُرِّيَّتكَ. فَيَقُولُ: لَسْتُ لَهَا وَلكِنْ عََلَيْكُمْ بِإبَْرَاهِيمَ عَليْهِ السَّمُ، فإنَّهُ خَلِيلُ اللّهِ، فيَأتُونَ إبْرَاهِيمَ، فَيَقُولُ لَسْتُ لَهَا، وَلَكِنْ عَلَيْكُمْ بِمُوسى، فإنَّهُ كَلِيمُ اللّهِ تعالى. فيُؤْتَى مُوسى عَليْهِ السَّمُ: فَيَقُولُ: لَسْتُ لَهَا، وَلَكِنْ عَلَيْكُمْ بِعِيسى، فإنَّهُ رُوحُ اللّهِ تعَالى وَكَلِمَتُهُ فَيُؤْتى عِيسى عَليْهِ السَّمُ. فَيَقُولُ: لَسْتُ لَهَا، وَلَكِنْ عَلَيْكُمْ بِمُحَمّدٍ #. فَيَأتُونِي، فأقُولُ: أنَا لَهَا. فأنْطَلِقُ، فأسْتَأذِنُ عَلى رَبِّي، فَيُؤذَنَ لِي فأقُومُ بَيْنَ يَدَيْهِ، فأحْمَدُهُ بِمُحَامِدَ َ أقْدِرُ عَليْهَا اŒنَ، يُلْهِمُنِيهَا اللّهُ. ثُمَّ أخِرُّ لِرَبِّي سَاجِداً، فَيَقُولُ: يَا مُحَمّدُ! ارْفَعْ رَأسَكَ، وَقُلْ يُسْمَعْ لَكَ، وَسَلْ تُعْطَهُ، وَاشْفَعْ تُشَفَّعْ فأقُولُ: يَا رَبِّ أُمَّتِي أُمَّتِي. فَيَقُولُ انْطَلِقْ فَمَنْ كَانَ في قَلْبِهِ مِثْقَالُ حَبَّةٍ مِنْ بُرَّةٍ أوْ شَعِيرَةٍ مِنْ إيمَانٍ فأخْرِجْهُ مِنْهَا. فَانْطَلِق فَأفْعَلُ. ثُمَّ أرْجِعُ الى رَبّيّ فأحْمدُهُ بِتِلْكَ الْمَحَامِدِ ثُمَّ أخِرُّ لَهُ سَاجِداً فَيُقَالُ لِي مِثْلُ ا‘ولى. فأقُولُ: يَا رَبِّ أُمَّتِي أمَّتِي. فَيُقَالُ لِى انْطَلِقْ، فَمَنْ كَانَ في قَلْبِهِ مِثْقَالُ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ مِن إيمَانٍ فأخْرِجْهُ مِنْهَا. فأنْطَلِقُ، فأفْعَلُ. ثُمَّ أعُودُ الى رَبِّي، فأفْعَلُ كَمَا فَعَلْتُ. فَيُقَالُ لِي: ارْفَعْ
رَأسَكَ مِثْلَ ا‘ولى، فأقُولُ: يَا رَبِّ أُمَّتي أُمَّتِي. فَيُقَالُ: انْطَلِقْ، فَمَنْ كَانَ في قَلْبِهِ أدْنَى مِنْ مِثْقَالِ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ مِنْ إيمَانٍ فأخْرِجْهُ مِنَ النَّارِ. فأنْطَلِقُ فأفْعَلُ ثُمَّ أرجِعُ الى رَبِّي في الرَّابِعَةِ، فأحْمَدُهُ بِتِلْكَ الْمَحَامِدِ. ثُمَّ أخِرُّ لَهُ سَاجِداً. فَيُقَالُ لِي: يَا مُحَمَّدُ ارْفَعْ رأسَكَ، وَقُلْ يُسْمَعْ لَكَ، وَسَلْ تُعْطَهُ، وَاشْفَعْ تُشَفَّعْ؛ فأقُولُ: يَا رَبِّ ائذَنْ لِى فِيمَنْ قَالَ: َ إلَهَ إَّ اللّهُ. قَالَ: لَيْسَ ذلِكَ لَكَ، أوْ قَالَ لَيْسَ ذلِكَ إلَيْكَ، وَلَكِنْ وَعِزَّتِي وَجََلِي وَكِبْرِيَائِي وَعَظْمَتِي ‘خْرِجَنَّ مِنْهَا مَنْ قَالَ: َ إلَهَ إَّ اللّهُ[. أخرجه الشيخان .
3. (5091)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet gününde, insanlar birbirlerine girecekler. Hz. Adem aleyhisselam´a gelip: “Evlatlarına şefaat et!” diye talepte bulunacaklar. O ise:
“Benim şefaat yetkim yok. Siz İbrahim aleyhisselam´a gidin! Çünkü o Halilullah´tır” diyecek. İnsanlar Hz. İbrahim´e gidecekler. Ancak o da:
“Ben yetkili değilim! Ancak Hz. İsa´ya gidin. Çünkü o Ruhullah´tır ve O´nun kelamıdır!” diyecek. Bunun üzerine O´na gidecekler. O da:
“Ben buna yetkili değilim. Lakin Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´e gidin!” diyecek. Böylece bana gelecekler. Ben onlara:
“Ben şefaate yetkiliyim!” diyeceğim. Gidip Rabbimin huzuruna çıkmak için izin talep edeceğim. Bana izin verilecek. Önünde durup, Allah´ın ilham edeceği ve şu anda muktedir olamayacağım hamdlerle Allah´a medh u senada bulunacak, sonra da Rabbime secdeye kapanacağım. Rabb Teala:
“Ey Muhammed! Başını kaldır! Dilediğini söyle, söylediğine kulak verilecek. Ne arzu ediyorsan iste, talebin yerine gelecektir! Şefaatte bulun, şefaatin kabul edilecektir!” buyuracak. Ben de:
“Ey Rabbim! Ümmetimi, ümmetimi istiyorum!” diyeceğim. Rab Teala: “(Çabuk onların yanına) git! Kimlerin kalbinde buğday veya arpa denesi kadar iman varsa onları ateşten çıkar!” diyecek. Ben de gidip bunu yapacağım! Sonra Rabbime dönüp, önceki hamd u senalarla hamd ve senalarda bulunacağım, secdeye kapanacağım. Bana, öncekinin aynısı söylenecek. Ben de: “Ey Rabbim! Ümmetim! Ümmetim!” diyeceğim. Bana yine:
“Var, kimlerin kalbinde hardal danesi kadar iman varsa onları da ateşten çıkar!” denilecek. Ben derhal gidip bunu da yapacak ve Rabbimin yanına döneceğim. Önceki yaptığım gibi yapacağım. Bana, evvelki gibi:
“Başını kaldır!” denilecek. Ben de kaldırıp:
“Ey Rabbim! Ümmetim! Ümmetim!” diyeceğim. Bana yine:
“Var, kalbinde hardal danesinden daha az miktarda imanı olanları da ateşten çıkar!” denilecek. Ben gidip bunu da yapacağım. Sonra dördüncü sefer Rabbime dönecek, o hamdlerle hamd u senada bulunacağım, sonra secdeye kapanacağım. Bana: “Ey Muhammed! Başını kaldır ve (dilediğini) söyle, sana kulak verilecektir! Dile, talebin verilecektir! Şefaat et, şefaatin kabul edilecektir!” denilecek. Ben de: “Ey Rabbim! Bana Lailahe illallah diyenlere şefaat etmem için izin ver!” diyeceğim. Rabb Teala:
“Bu hususta yetkin yok! -veya: Bu hususta sana izin yok!- Lakin izzetim, celalim, kibriyam ve azametim hakkı için lailahe illallah diyenleri de ateşten çıkaracağım!” buyuracak.” [Buhârî, Tevhid 36, 19, 37, Tefsir, Bakara 1, Rikak 51; Müslim, İman 322, (193).][174]
ـ5092 ـ4ـ وفي رواية لَهُمَا وللترمذي عن أبِي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]كُنَّا مَعَ النَّبِىِّ # في دَعْوَةٍ فَرُفِعَ إلَيْهِ الذِّرَاعُ، وَكَانَتْ تُعْجِبُهُ، فَنَهَشَ مِنْهَا نَهْشَةً؛ وَقَالَ: أنَا سَيِّدٌ وَلَدِ آدَمَ يوْمَ الْقِيَامَةِ. هَلْ تَدْرُونَ لِمَ ذَاكَ؟ يَجْمَعُ اللّهُ ا‘وَّلِىنَ وَاŒخِرِينَ في صَعِيدٍ وَاحِدٍ، فَيَنْظُرُهُمُ النَّاظِرُ، وَيَسْمَعُهُمُ الدَّاعِي، وَتَدْنُو مِنْهُمُ الشَّمْسُ، فَيَبْلُغُ النَّاسَ مِنَ الغَمِّ وَالْكَرَّبِ مَا َ يُطِىقُونَ وََ يَحْتَمِلُونَ. فَيَقُولُ النَّاسُ: أَ تَرَوْنَ الى مَا أنْتُمْ فيهِ؟ أَ تَنْظُرُونَ مَنْ يَشْفَعُ لَكُمْ؟ فَيَقُولُ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ: أبُوكُمْ آدَمُ فَيَأتُونَهُ فَيَقُولُونَ: يَا آدَمُ أنْتَ أبُو الْبَشَرِ، خَلَقَكَ اللّهُ بِيَدِهِ، وَنَفَخَ فِيكَ مِنْ رُوحِهِ، وَأسْجَدَ لَكَ مََئِكَتَهُ، وَأسْكَنَكَ الْجَنَّةَ. أَ تَشْفَعُ لَنَا الى رَبِّكَ،
أَ تَرَى مَا نَحْنُ فيهِ وَمَا بَلغْنَا؟ فَيَقُولُ آدَمُ عَلَيْهِ السَّمُ: إنَّ رَبِّي قَدْ غَضِبَ الْيَوْمَ غَضَباً لَمْ يَغْضَبْ قَبْلَهُ مِثْلَهُ، وَلَنْ يَغْضَبَ بَعْدَهُ مِثْلَهُ، وَإنَّهُ نَهَانِي عَنِ الشَّجَرَةِ فَعَصَيْتُ. نَفْسِي، نَفْسِي، نَفْسِي، اِذْهَبُوا الى غَيْرِي، اِذْهَبُوا الى نُوحٍ عَلَيْهِ السَّمُ. فَيأتُونَ نُوحاً عَلَيْهِ السَّمُ، فَيَقُولُونَ: يَا نُوحُ، أنْتَ نُوحٌ أوَّلُ الرُّسُلِ الى أهْلِ ا‘رْضِ، وَقَدْ سَمَّاكَ اللّهُ عَبْداً شَكُوراً، أَ تَرَى الى مَا نَحْنُ فيهِ؟ أَ تَرَى الى مَا بَلَغَنَا؟ أَ تَشْفَعُ لَنَا الى رِبِّكَ؟ فَيِقُولُ: إنْ رَبِّي قَدْ غَضِبَ الْيَوْمَ غَضَباً لَمْ يَغْضَبْ قَبْلَهُ مِثْلَهُ وَلَنْ يَغْضَبْ بَعْدَهُ مِثْلَهُ، وإنِّي قَدْ كَانَتْ لِي دَعْوَةٌ دَعَوْتُ بِهَا عَلى قَوْمِي. نَفْسِي، نَفْسِي ، نَفْسِي، اِذْهَبُوا الى غَيْرِي، إذْهَبُوا الى ابْرَاهِيمَ. فَيأتُونَ إبْرَاهِيمَ عَلَيْهِ السَّمُ، فَيَقُولُونَ: يَا إبْرَاهِيمُ أنْتَ نَبِىُّ اللّهِ وَخَلِيلُهُ مِنْ أهْلِ ا‘رْضِ. اِشْفَعْ لَنَا الى رَبِّكَ، أ َتَرَى الى مَا نَحْنُ فيهِ؟ فَيُقُولُ لَهُمْ: إنّ رَبِّي قَدْ غضِبَ الْيَوْمَ غَضَباً لَمْ يَغْضَبْ قَبْلَهُ مِثْلَهُ، وَلَنْ يَغْضَبَ بَعْدَهُ مِثْلَهُ، وإنِّي قَدْ كُنْتُ كَذَبْتُ ثَثَ كَذَبَاتٍ، فَذَكَرهَا. نَفْسِي، نَفْسِي، نَفْسِي. اِذْهَبُوا الى غَيْرِي، اِذْهَبُوا الى مُوسى. فَيَأتُونَ مُوسى، فَيَقُولُونَ: يَا مُوسى، أنْتَ رَسُولُ اللّهِ، فَضَّلَكَ اللّهُ بِرِسَاَتِهِ وَبِكَمِهِ عَلى النَّاسِ. اِشْفَعْ لَنَا الى رَبِّكَ، أَ تَرى الى مَا نَحْنُ فيهِ؟ فَيَقُولُ: إنَّ رَبِّي قَدْ غَضَبَ الْيَوْمَ غَضَباً لَمْ يَغْضَبْ قَبْلَهُ مِثْلَهُ وَلَنْ يَغْضَبَ بَعْدَهُ مِثْلَهُ، وإنِّى قََدْ قَتَلْتُ نَفْساً لَمْ أُوْمَرْ بِقَتْلِهَا. نَفْسِي، نَفْسي، نَفْسِي، إذْهَبُوا الى غَيْرِي؛ اِذْهَبُوا الى عِيسى، فَيَأتُونَ عِيسى فَيَقُولُونَ: يَا عِيسى! أنْتَ رَسُولُ اللّهِ
وَكَلِمَتُهُ ألْقَاهَا الى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُ، وَكَلّمْتَ النَّاسَ في الْمَهْدِ. اِشْفَعْ لَنَا الى رَبِّكَ، أَ تَرى الى مَا نَحْنُ فيهِ؟ فَيَقُولُ عِيسى: إنَّ رَبِّي قَدْ غَضَبِ الْيَوْمَ غَضَباً لَمْ يَغْضَبْ قَبْلَهُ مِثْلَهُ، ولَنْ يَغْضَبَ بَعْدَهُ مِثْلَهُ، وَلَمْ يَذْكُرْ ذَنْباً. نَفْسِي، نَفْسي، نَفْسِي؛ اِذْهَبُوا الى غَيْرِى، اِذْهَبُوا الى مُحَمّدٍ # فَيَأتُونَ مُحَمّداً #؛ وَفي رواية: فَيَأتُونِى فَيَقُولُونَ: يَا مُحَمّدُ: أنْتَ رَسُولُ اللّهِ وَخَاتَمُ ا‘نْبِيَاءِ، وَقَدْ غَفَرَ اللّهُ لَكَ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأخَّرَ؛ اِشْفَعْ لَنَا الى رَبِّكَ، أَ تَرَى الى مَا نَحْنُ فيهِ؟ فَأنْطَلِقُ الى تَحْتِ الْعَرْشِ، فأقَعُ سَاجِداً لِرَبِّي، ثُمَّ يَفْتَحُ اللّهُ علىّ مِنْ مَحَامِدِهِ وَحُسْنِ الثِّنَاءِ عَلَيْهِ شَيْئاً لَمْ يَفْتَحْهُ عَلى أحَدٍ قَبْلِي، ثُمَّ يُقَالُ: يَا مُحَمّدُ، اِرْفَعْ رَأسَكَ، وَسَلْ تُعْطَه، وَاشْفَعْ تُشَفَّعْ. فأرْفعُ رَأسِى، فأقُولُ: أُمَّتِِى يَا رَبِّ، أُمَّتِي يَا رَبِّ أُمَّتِي يَا رَبِّ فَيُقَالُ: يَا مُحَمّدُ، أدْخِلْ مِنْ أُمَّتِكَ مَنْ َ حِسَابَ عَلَيْهِ مِنَ الْبَابِ ا‘يْمَنِ مِنْ أبْوَابِ الْجنّةِ، وَهُمْ شُركَاءُ النَّاسِ فِيمَا سِوَى ذلِكَ مِنَ ا‘بْوَابِ. ثُمَّ قَالَ: وَالّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ إنَّ مَا بَيْنَ الْمِصْرَاعَيْنِ مِنْ مَصَارِيعِ الْجَنَّةِ كَمَا بَيْنَ مَكَّةَ وَهجَرَ، أوْ كَمَا بَيْنَ مَكَّةَ وَبُصْرَى[.وزاد في رواية، في قصة ابراهيم: ]وَذَكَرَ قَوْلُهُ في الْكَوْكَبِ: هذَا رَبِّي، وَقَوْلُهُ Œلِهَتِهِمْ: بَلْ فََعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هذَا. وَقَوْلَهُ: إنِّي سَقِيمٌ[.قلت: ذكر البارزي في تجريده حديث أنس وحديث أبي هريرة هذين في الشفاعة باختصار جداً، وقد أثبتهما بكمالهما حرصاً على الفائدة واللّه اعلم.»ا“لهام« ضرب من الوحي الذي يلقيه اللّه في قلوب عباده الصالحين.و»النّهشُ« أخذ اللحم بمقدم اسنان.
4. (5092)- Yine Sahiheyn ve Tirmizî´nin Ebu Hureyre´den kaydettikleri bir rivayet şöyledir: “Biz bir davette Resulullah ile beraberdik. Ona sofrada hayvanın ön budu(ndan bir parça) ikram edildi. Bud hoşuna giderdi. Ondan bir parça ısırdı ve:
“Ben kıyamet günü ademoğlunun efendisiyim! Acaba bunun neden olduğunu biliyor musunuz (Açıklayayım): “Allah o gün, öncekileri ve sonrakileri tek bir düzlükle toplar. Bakan onlara bakar, çağıran onları işitir. Güneş onlara yaklaşır. Gam ve sıkıntı, insanların tahammül edemeyecekleri ve takat getiremeyecekleri dereceye ulaşır. Öyle ki insanlar:
“İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musunuz, sizlere şefaat edecek birini görmüyor musunuz ” demeye başlarlar. Birbirlerine:
“Babanız Adem var!” derler ve ona gelerek: “Ey Adem! Sen insanların babasısın. Allah seni kendi eliyle yarattı, kendi ruhundan sana üfledi. [Bütün isimleri sana öğretti]. Meleklerine senin önünde secde ettirdi. Seni cennete yerleştirdi. [Allah katında itibarın, makamın var.] Rabbin nezdinde bizim için şefaatte bulunmaz mısın Bizim şu halimizi, başımıza şu geleni görmüyor musun ” derler. Adem aleyhisselam da:
“Bugün Rabbim çok öfkelidir, daha önce bu kadar öfkelenmedi. Bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecek. (Esasen şefaate benim yüzüm yok, çünkü, cennette iken, Allah) beni o ağaca yaklaşmaktan men etmişti. Ben, bu yasağa asi oldum. [Ben cennette iken işlediğim günah sebebiyle cennetten çıkarıldım. Bugün günahlarım affedilirse bu bana yeter]. Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin. Nuh aleyhisselam´a gidin!” diyecek. İnsanlar Nuh aleyhisselam´a gelecekler:
“Ey Nuh! sen yeryüzü ahalisine gönderilen resullerin ilkisin. Allah seni çok şükreden bir kul (abden şekûrâ) diye isimlendirdi. İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun Başımıza gelenleri görmüyor musun Rabbin nezdinde bizim için şefaatte bulunmaz mısın ” diyecekler. Nuh aleyhisselam da şöyle diyecek:
“Bugün Rabbim çok öfkelidir. Daha önce hiç bu kadar öfkelenmedi, bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecek! Benim bir dua hakkım vardı. Ben onu kavmimin aleyhine (beddua olarak) yaptım. Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin. İbrahim aleyhisselam´a gidin!” diyecek. İnsanlar İbrahim aleyhisselam´a gelecekler:
“Ey İbrahim! Sen Allah´ın peygamberi ve arz ahalisi içinde yegâne Halilisin. Bize Rabbin nezdinde şefaat et! İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun ” diyecekler. İbrahim aleyhisselam onlara:
“Rabbim bugün çok öfkeli. Bundan önce bu kadar öfkelenmemişti, bundan sonra da bu kadar öfkelenmeyecek. (Şefaat etmeye kendimde yüz de bulamıyorum. Çünkü ben) üç kere yalan söyledim!” deyip, bu yalanlarını birer birer sayacak. Sonra sözlerine şöyle devam edecek:
“Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin! Musa aleyhisselam´a gidin!” İnsanlar, Hz. Musa aleyhisselam´a gelecekler ve:
“Ey Musa! Sen Allah´ın peygamberisin. Allah seni, risaletiyle ve hususi kelamıyla insanlardan üstün kıldı. Bize Allah nezdinde şefaatte bulun! İçinde bulunduğumuz hali görmüyor musun ” diyecekler. Hz. Musa da:
“Bugün Rabbim çok öfkelidir. Daha önce böylesine öfkelenmedi, bundan sonra da böylesine öfkelenmeyecek. (Esasen Rabbim nezdinde şefaate yüzüm de yok. Çünkü) ben, öldürülmesi ile emrolunmadığım bir cana kıydım. […Bugün ben mağfirete mazhar olursam bu bana yeterlidir.] Nefsim! Nefsim! Nefsim! Benden başkasına gidin! Hz. İsa aleyhisselam´a gidin!” diyecek. İnsanlar Hz. İsa´ya gelecekler ve:
“Ey İsa, sen Allah´ın peygamberisin ve Meryem´e attığı bir kelamısın ve kendinden bir ruhsun. Üstelik sen beşikte iken insanlara konuşmuştun. Rabbin nezdinde bize şefaat et! İçinde bulunduğumuz şu hali görmüyor musun ” diyecekler! Hz. İsa aleyhisselam da:
“Bugün Rabbim çok öfkeli. Daha önce bu kadar öfkelenmedi, bundan böyle de hiç bu kadar öfkelenmeyecek!” diyecek. -Hz. İsa şahsıyla ilgili bir günah zikretmeksizin- ( Bir başka rivayette): [“Beni, Allah´tan ayrı bir ilah edindiler. Bugün bana mağfiret edilirse bu bana yeter.”] Nefsim! Nefsim Nefsim! Benden başkasına gidin! Muhammed aleyhissalatı vesselam´a gidin!” diyecek. İnsanlar Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´e gelecekler, bir diğer rivayette: “Bana gelirler!” denmiştir- ve:
“Ey Muhammed! Sen Allah´ın peygamberisin, bütün peygamberlerin sonuncususun. Allah senin geçmiş, gelecek bütün günahlarını mağfiret buyurdu. Bize Rabbin nezdinde şefaatte bulun. Şu içinde bulunduğumuz hali görmüyor musun ” diyecekler. Bunun üzerine ben Arş´ın altına gideceğim. Rabbim için secdeye kapanacağım. Derken Allah, benden önce hiç kimseye açmadığı medh u senaları benim için açacak [Ben onlarla Rabbime medh u senalarda bulunacağım]. Sonra:
“Ey Muhammed başını kaldır ve iste! (İstediğin) sana verilecek! Şefaat talep et! Şefaatin yerine getirilecek!” denilecek. Ben de başımı kaldıracağım ve: “Ey Rabbim ümmetim! Ey Rabbim ümmetim! Ey Rabbim ümmetim!” diyeceğim. Bunun üzerine:
“Ey Muhammed! Ümmetinden, üzerinde hesap olmayanları cennet kapılarından sağdaki kapıdan içeri al! Esasen onlar diğer kapılarda da insanlara ortaktırlar!” denilecek.”
Resulullah sonra şöyle buyurdular:
“Nefsim kudret elinde olan Zat-ı Zülcelal´e yemin olsun. Cennet kapısının kanatlarından iki kanadının arasındaki mesafe Mekke ile Hacer arasındaki veya Mekke ile Busra arasındaki mesafe kadardır.” [Buhârî, Enbiya 3, 8, Tefsir, Benî İsrail 5; Müslim, İman 327, (194); Tirmizî, Kıyamet 11, (2436).]
Hz. İbrahim aleyhisselam´ın kıssasıyla ilgili bir rivayette şu ziyade var: [Hz. İbrahim, (insanlar, şefaat etmesi için kendine geldikleri zaman, Allah´a şefaat talebinde bulunmasına mani olan üç günahı olarak yıldızlar hakkında sarfettiği “İşte bu Rabbim” (En´am 76) sözünü, atalarının putları hakkında sarfettiği “Belki de bu (putları kırma) işini onların en büyüğü yapmıştır” (Enbiya 63) sözünü ve bir de: “Ben gerçekten hastayım” (Saffat 89) sözünü zikretti.”[175]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste Resulullah: “Kıyamet günü ben ademoğlunun efendisiyim” buyurmaktadır. Bunu şarihler, başka rivayetlere dayanarak: “Bütün peygamberler, Aleyhissalâtu vesselâm´ın sancağı altında olacaklar. Çünkü O, makam-ı mahmud üzere haşrolacaktır” diye açıklarlar.
2- Peygamberlerin “günah” olarak beyan ettikleri özürler, aslında günah değildir. Bu hatalarından hepsi mağfiret-i İlahiyeye mazhar olmuşlardır. Kendilerini günahkâr olarak tarif etmeleri tevazu içindir. Beyzâvî: “..Allah´tan en çok korkan, Allah´a makam itibariyle en ziyade yakın olan ve Allah´ın mağfiretine en ziyade erendir” der. O sözleriyle esas beyan etmek istedikleri husus, kendilerine kıyamet günü şefaat etme yetkisinin tanınmamış olmasıdır. O yetki, rivayette de sarih olarak görüldüğü üzere makam-ı mahmud ve liva-i hamd sahibi, Fahr-i Âlem Muhammed Mustafa (aleyhissalâtu vesselâm)´ya tanınmıştır. Makam-ı mahmud, herkesin hamd ile tebcil edeceği muazzam makam demektir. Hamdin hakikatıyla ilgili olan mutlak yakınlık (kurb-i mutlak) makamı ki hadis-i şeriflerde bunun, livau´lhamd altındaki şefaat-i kübra makamı olduğu ifade edilmiştir.
3- Başka rivayetlerde, gelen bazı ziyadeleri köşeli parantez arasında göstererek birkısım gerekli açıklamaları metin içinde yapmış durumdayız. Bu açıklamaların ortaya koyduğu bir husus, önceki peygamberlerin ittifakla: “Bugün günahım affedilir, mağfirete mazhar olabilirsem bu bana yeter” demiş olmasıdır. Böylece Mevkıf´ın korkunç ahvali içerisinde, peygamberler dahil herkesin kendi nefsinin derdine düşeceği anlaşılmaktadır. Bu durumdan sadece Resul-i Ekrem müstesnadır. O, Cenab-ı Hakk´ın kendisine tanıdığı “dua hakkı”nı ümmetinin affı için kullanacaktır. Aleyhi efdalu´ssalavat ve ekmeli´tteslimat.
4- Resulullah´ın geçmiş ve gelecek günahlarının affedildiğini ifade eden ayet (Feth 2) müfessirlerce farklı anlamalara sebep olmuştur: Affedilen bu “geçmiş” ve “gelecek” günahlar nelerdir, bunlardan ne kastedilmiştir
* Bazıları: “Mütekaddim olanlar peygamberlikten öncekilerdir; müteahhir olanlar ismettir (yani korunmasıdır)” demiştir.
* Bazıları: “Sehiv ve te´ville vaki olanlardır” demiştir.
* Bazıları: “Mütekaddim olanlar Hz. Adem´in günahıdır, müteahhir olanlar ümmetinin günahıdır” demiştir.
* Bazıları: “Hata yapılacak olsa mağfurdur” demiştir.
Başka te´viller de yapılmıştır. Sadedinde olduğumuz makamda, dördüncü te´vilin uygun olduğu belirtilmiştir.
5- Hadiste, Hz. Nuh´a: “Sen yeryüzü ahalisine gönderilen resullerin ilkisin” denmektedir. Halbuki Hz. Adem ilk peygamberdir. Bu müşkile şu açıklama yapılmıştır:
* Hz. Adem zamanında yeryüzünde ahali yoktu. O tek başına geldi. İnsanlar onun evlatları olarak çoğaldı. Halbuki Hz. Nuh gelince yeryüzünde insanlar vardı.
* Diğer bir açıklama şöyle: Hz. Adem´in peygamberliği, evlatlarına karşı “çocukların terbiyesi” şeklinde idi.
* Şu da muhtemel görülmüştür: “Hz. Nuh, kendi çocuklarına ve değişik bölgelere dağılmış olan diğer cemaatlere gönderilmiştir. Hz. Adem ise, tek bir beldede toplu halde bulunan kendi çocuklarına gönderilmiştir.”
Hz. Nuh´un çok şükreden bir kul olarak tesmiyesi, bu manadaki bir ayete işarettir (İsra 3).
Abdurrezzak´ta gelen bir rivayet onun bu vasfının nasıl olduğunu açıklar:
“Nuh aleyhisselam helaya gidince şöyle derdi: “Lezzetiyle beni rızıklandıran, bende kuvvetini ibka edip, benden ezasını gideren Allah´a hamd olsun.”[176]
ـ5093 ـ5ـ وعن يزيد بن صهيب الفقير قال: ]كُنْتُ قَدْ شَغَفَنِي رَأىٌ مِنْ رَأىِ الْخَوَارِجِ. فَخَرَجْنَا في عِصَابَةٍ ذَوِي عَدَدٍ نُرِيدُ أنْ نَحُجَّ ثُمَّ نَخْرُجَ عَلى النَّاسِ. فَمَرَرْنَا عَلى الْمَدِينَةِ، فإذَا جَابِرُ بْنَ عَبْدِاللّهِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما يُحَدِّثُ النَّاسَ، وإذَا هُوَ قَدْ ذَكَر الْجَهَنَّمِيين. فَقُلْتُ: يَا صَاحِبَ رَسُولَ اللّهِ، مَا هذَا الّذِى تُحَدِّثُونَهُ؟ وَاللّهُ تَعالى يَقُولُ: إنَّكَ مَنْ تُدْخِلِ النَّارَ فَقَدْ أخْزَيْتَهُ؛ وَكُلَّمَا أرَادُوا أنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا أُعِيدُوا فيهَا. فَمَا هذَا الَّذِي تَقُولُ؟ فقَالَ: أتَقْرأُ الْقُرآنَ؟ قُلْتُ: نَعَمْ. قالَ: فاقْرَأْ مَا قَبْلَهُ، إنَّهُ لَفِِى الْكُفَّارِ. ثُمَّ قَالَ: فَهَلْ سَمِعْتَ بِمَقَامِ مُحَمّدٍ # الّذِى يَبْعَثُهُ اللّهُ تَعالى فيهِ؟ قُلْتُ: نَعَمْ. قَالَ: فإنَّهُ مَقَامُ مُحَمّدٍ # المَحْمُودُ الّذِى يُخْرِجُ اللّهُ تَعالى بِهِ مَنْ يُخْرِجُ مِنَ النّارِ. ثُمَّ وَصَفَ وَضْعَ الصِّرَاطِ وَمَرَّ النَّاسِ عَلَيْهِ. قَالَ فَقُلْنَا: أتَرَوْنَ هذَا الشَّيْخَ يَكْذِبُ عَلى رَسُولِ اللّهِ #؟ فَرَجَعْنَا. فََ واللّهِ مَا خَرَجَ مِنَّا غَيْرُ رَجُلٍ وَاحِدٍ[. أخرجه مسلم.»شغفني« أي دخل شغاف قلبى، وهو غفه .
5. (5093)- Yezid İbnu Süheyb el-Fakir anlatıyor: “Haricîlerin görüşlerinden biri içime işlemişti, haccetmek, sonra da (propaganda yapmak üzere) insanların karşısına çıkmak arzusuya, kalabalık bir grup içerisinde yola çıktık. Medine´ye uğradık. Orada Cabir İbnu Abdillah (radıyallahu anh), insanlara hadis rivayet ediyordu. Bir ara cehennemlikleri zikretti. Ben: “Ey Resulullah´ın arkadaşı! Sen ne konuşuyorsun Halbuki Allah Teala hazretleri: “(Ey Rabbim!) Ateşe kimi atarsan mutlaka onu rezilrüsvay edersin” (Al-i imran 192); “Ateşten her çıkmak isteyişlerinde oraya geri çevrilirler” (Secde 20) buyurmaktadır” dedim. Hz. Cabir:
“Sen Kur´an´ı okuyor musun ” dedi. Ben de:
“Evet!” dedim.
“Öyleyse onun evvelini oku! Çünkü o, küffar hakkındadır!” dedi ve sonra ilave etti:
“Sen, Allah´ın Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´i dirilteceği makam-ı mahmudu işittin mi ”
“Evet!” dedim. Dedi ki:
“O, Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´e mahsus mahmud makamdır. Allah Teala hazretleri o makamın hatırına, cehennemden çıkaracaklarını çıkarır!”
(Hz. Cabir) sonra, sırat köprüsünün konuluşunu ve üzerinden insanların geçişini tavsif etti. Biz:
“Bu ihtiyarın, Aleyhissalâtu vesselâm hakkında yalan söyleyeceğini mi zannedersiniz ” dedik ve Haricîlikten rücû ettik. Hayır! Vallahi bizden bir kişiden başka, Haricîlikte kalan olmadı.” [Müslim, İman 320, (191).][177]
AÇIKLAMA:
Rivayet, ravimiz Yezid el-Fakir´in bir müddet Haricîlerin temel akidelerini benimsediğini göstermektedir. Bu akide de büyük günah işleyenlerin ebedî olarak cehennemde kalacaklarıdır. Bu batıl inancı benimseyen bir grupla hacca giden Yezid, hacc esnasında Medine´ye uğrar ve orada yüce sahabi Hz. Cabir (radıyallahu anh)´le karşılaşıp, onu dinleme şerefine erer. Hz. Cabir, ebedî cehennemde kalacakları ifade eden ayetin kâfirler hakkında nazil olduğu hususunda Yezid ve arkadaşlarını ikna eder. Böylece o gruptan bir kişi hariç hepsi Haricî fikirleri terkederler.[178]
ـ5094 ـ6ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُؤْتَى بِأنْعَمِ أهْلِ الدُّنْيَا مِنْ أهْلِ النَّارِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَيُصْبَغُ في النّارِ صِبْغَةً. ثُمَّ يُقَالُ: يَا ابْنَ آدَمَ، هَلْ رَأيْتَ نَعِيماً قَطُّ؟ هَلْ مَرَّ بِكَ خَيْرٌ قَط؟ فَيَقُولُ: َ، وَاللّهِ يَا رَبِّ. وَيُؤتَى بِأشَدِّ النّاسِ بُؤْساً في الدُّنْيَا مِنْ أهْلِ الْجَنَّةِ فَيُصْبَغُ في الْجَنَّةِ صَبْغَةٌ، فَيُقَالُ لَهُ: يَا ابْنَ آدَمَ، هَلْ رَأيْتَ بُؤْساً قَطُّ؟ هَلْ مَرَّ بِكَ مِنْ شِدَّةٍ قَطُّ؟ فَيَقُولُ: َ وَاللّهِ يَا
رَبِّ، مَا مَرَّ بِي بُؤْسٌ قَطُّ. وََ رَأيْتُ شِدَّةً[. أخرجه مسلم.قوله »يصبغ« أي يغمس كأنه يدخل إليها إدخالة واحدة .
6. (5094)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet günü, cehennemliklerin, dünyada en müreffeh olanı getirilerek ateşe bir kere batırılacak. Sonra:
“Ey ademoğlu, denilecek. (Cehennemde) hiç nimet gördün mü Sana hiç hayır uğradı mı ”
“Hayır! Ey Rabbim, vallahi hayır!” diyecek. Sonra cennetliklerden dünyada en fakir olan getirilecek. O da cennete bir sokulup, çıkarılacak ve kendisine:
“Ey ademoğlu (cennette) hiç fakirlik gördün mü, hiç sıkıntı çektin mi ” denilecek. O da:
“Hayır! Vallahi ya Rabbi! Başımdan hiç fakirlik geçmedi, hiçbir sıkıntı çekmedim” diyecek.” [Müslim, Münafıkûn 55, (2807).][179]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, dünyadaki azab ve nimetin ahirette tamamen sona erdiğini ifade ediyor. Öyle ki: Dünyada en büyük nimete kavuşmuş olan kimse, cehennemde bu nimetlerin hiçbir fayda vermediğini görüyor. Cennetlik kimse de, dünyada çektiği en ağır sıkıntılardan hiçbir şey kalmadığını görüyor. Bu kimsenin cennete daldırılması, belki de cennetin Kevser´ine sokulup çıkarılmasıdır.[180]
ـ5095 ـ7ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #، يَقُولُ اللّهُ تَعالى ‘هْوَنِ أهْلِ النّارِ عَذَاباً: لَوْ كَانَتْ لَكَ الدُّنْيَا كُلُّهَا أكُنْتَ مُفْتَدِياً بِهَا؟ فَيَقُولُ: نَعَمْ. فَيَقُولُ: قَدْ أرَدْتُ مِنْكَ أيْسَرَ مِنْ هذَا وَأنْتَ في صُلْبِ آدَمَ، أنْ َتُشْرِكُ بِي شَيْئاً وََ أُدْخِلُكَ النّارَ وَأُدْخِلُكَ الْجَنَّةَ. فأبَيْتَ إَّ الشِّرْكَ[. أخرجه الشيخان .
7. (5095)- Yine Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah Teala hazretleri azabı en hafif olan cehennemliğe:
“Eğer dünya her şeyiyle senin olsaydı, şu azabdan kurtulmaya bedel, fidye olarak verir miydin ” diye soracak. Adam: “Evet!” diyecek. Rabb Teala bunun üzerine:
“Sen daha Hz. Adem´in sulbünde iken ben senden bundan daha hafifini istemiş: “Bana hiçbir şeyi ortak kılma da seni ateşe sokmayayım, cennete koyayım” demiştim. Sen buna yanaşmadın, şirke girdin” buyuracak.” [Buhârî, Rikak 51, 49, Enbiya 1; Müslim, Münafikûn 51, (2805).][181]
ـ5096 ـ8ـ وعن ابْنِ عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا صَارَ أهْلُ الْجَنَّةِ الى الْجَنَّةِ وَأهْلُ النّارِ الى النّارِ، جِئَ بِالْمَوْتِ حَتّى يُجْعَلَ بَيْنَ الْجَنَّةِ وَالنّارِ، فَيُذْبَحُ. ثُمَّ يُنَادِى مُنَادٍ: يَا أهْلَ الْجَنَّةِ خُلُودٌ فََ مَوْتَ، وَيَا أهْلَ النَّارِ خُلُودٌ فََ مَوْتَ. فَيَزْدَادُ أهْلُ الْجَنَّةِ فَرَحاً الى فَرَحِهِمْ. وَأهْلُ النّارِ حُزْناً إلى حُزْنِهِمْ[. أخرجه الشيخان واللفظ لهما، والترمذي بمعناه.ومعنى »ذبح الموت« اليأس من مفارقة الحالتين في الجنة والنار والخلود فيهما .
8. (5096)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennetlikler cennette, cehennemlikler de cehennemde oldukları zaman ölüm getirilir. Cennetle cehennemin arasına konup orada kesilir. Sonra bir münadi nida eder:
“Ey ehl-i cennet! Artık ebediyet var, ölüm yok! Ey ehl-i nar! Artık ebediyet var, ölüm yok! Cennetliklerin sürûru bununla daha da artar. Cehennemliklerin de hüznü artar.” [Buhârî, Rikak 50, 51; Müslim, Cennet 43, (2850).][182]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, ahiret hayatında ölümün olmayacağı, ebediyetin varlığını beyan maksadıyla ölümün bir koyun gibi kesildiği ifade edilmektedir. İbnu´l-Arabî der ki: “Bu hadis aklın sarih hükmüne muhalefeti sebebiyle müşkil bulunmuştur. Çünkü ölüm bir arazdır, araz cisme tahavvül edemez (dönüşemez), öyleyse nasıl kesilebilir Bu sebeple bir grup, bu hadisin sıhhatini inkâra teşebbüs etti. Bir fırka da te´vil etti. Te´vil edenler: “Bu bir temsildir, gerçek bir kesim mevzubahis değildir” dediler. Bir grup alim de: “Bilakis, hadis gerçek bir kesimi ifade etmektedir, kesilen de ölümün mütevellisidir, herkes de bunu tanır. Çünkü, ruhlarını kabzeden işte bu mütevellidir” demiştir.
Bu açıklama, İbnu Hacer´in belirttiği üzere, müteahhir ulemadan çoğunu tatmin etmiştir. Çünkü buradaki mütevelli ile ölüm meleğini (melek´ülmevt) anlamışlardır. Nitekim Secde suresinde “meleku´lmevt”ten bahsedilmektedir. (11. ayet). Hadis şahid kılınarak: “Ahirette ölüm meleği yaşamaya devam edecek olsa, cennet ehlinin hayatı ızdıraba düşerdi” denmiştir. Sadedinde olduğumuz hadis, onun ölümü ile cennet ehlininin sevincinin, cehennem ehlinin de üzüntüsünün artacağını haber vermektedir.
İbnu Hacer, birkısım zayıf hadislerde “ölüm meleğinin de öleceği, hatta “en son ölen mahlukun o olacağı”nın ifade edildiğini belirttikten ve bu hadislerin ihticac etmeye elverişli olmayacak kadar zayıf olduğuna dikkat çektikten sonra, hadiste bir teşbihte bulunulduğuna dair yoruma geçer. Mazirî der ki: “Ölüm bize göre arazlardan bir arazdır. Mu´tezile nezdinde ise mana değildir. Bu iki mezhebe göre ölümün koç veya cisim olması sahih değildir. Öyleyse bununla temsil ve teşbih murad edilmiştir. Allah Teala hazretleri bu cismi yaratır, sonra onu keser, sonra onu bir misal yapar. Çünkü ölüm cennet ehline arız olmaz.”
Kurtubî et-Tezkire´de: “Ölüm bir manadır. Manalar cevhere kalbolmaz. Allah amellerin sevabından onları temsil eden mümessiller (eşhas) yaratır. Ölüm de böyle (Allah ölümü temsil eden) bir koç yaratır, onu ölüm diye tesmiye buyurur. Onu cennetliklerin ve cehennemliklerin kalbine “bu ölümdür” diye atar. Böylece onun kesilmesi, her iki yerde de (cennet ve cehennem) ebediyete delil olur.”
Bazı alimler ise: “Allah´ın arazlardan bir cesed inşa etmesine, onu bir madde kılmasına hiçbir mani yoktur” demiş ve hadislerden buna delil getirmişlerdir. Sahih-i Müslim´de geçen: “Bakara ve Al-i İmran surelerini okuyun, çünkü bu iki sure kıyamet günü iki bulut şeklinde gelirler” hadisi, kaydettikleri örneklerden biridir.
Cehennemliklerin cehennemdeki durumları ve devamları hususunda muhtelif fırkalardan sayısı yediye ulaşan farklı görüşler ileri sürülmüş ise de, Ehl-i Sünnet ulemasının benimsediği esah görüş şudur: “Cehennem ehli cehennemde ebedî kalıcıdır, onlar için belli bir müddet yoktur. Onların bu kalışları ölümsüzdür, faydalı bir hayat da mevzubahis değildir, rahat da olmayacaklardır. Nitekim ayet-i kerime şöyle buyurur: “İnkâr edenler için ise cehennem ateşi vardır. Öldürülmezler ki kurtulsunlar; azapları da hiç eksilmez. Bütün kâfirleri biz işte böyle cezalandırırız” (Fatır 36), Bir diğer ayet şöyle: “Ne zaman cehennemin ızdırabından kurtulmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler ve kendilerine: “Tadın yakıcı ateş azabını” denir” (Hacc 22). [183]
ÜÇÜNCÜ BAB:
CENNET VE CEHENNEM
BİRİNCİ FASIL:
CENNET VE CEHENNEMİN SIFATLARI
* CENNETİN EVSAFI
ـ5097 ـ1ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: قَالَ اللّهُ تَعالى: أعْدَدْتُ لِعِبَادِي الصّالِحِينَ، مَاَ عَيْنٌ رَأتْ، وََ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وََ خَطَرَ عَلى قَلْبِ بَشَر. قَال أبُو هُريْرَةَ اِقْرَءُوا إنْ شِئْتُمْ: )فََ تَعْلَمُ نَفْسٌ مَا أُخْفِىَ لَهُمْ مِنْ قُرَّةِ أعْيُنٍ([. أخرجه الشيخان والترمذي .
1. (5097)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah Teala hazretleri ferman etti ki: “Ben Azimu´ş-Şan, salih kullarım için gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hayal ve hatırından hiç geçmeyen nimetler hazırladım.” Ebu Hureyre ilaveten dedi ki:
“Dilerseniz şu ayet-i kerimeyi okuyun, (Mealen): “Yaptıklarına karşılık Allah katında onlar için göz aydınlığı olacak ne mükâfaatların saklandığını kimse bilemez” (Secde 17). [Buhârî, Bed´ül-Halk 8, Tefsir Secde 1, Tevhid 35; Müslim, Cennet 2, (2824); Tirmizî, Tefsir, (3195).][184]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Rabb Teala´nın cennette salih kulları için hazırladığı nimetlerin yüceliğini ifade etmektedir: Öyle nimetler ki, tarifi mümkün değildir. Çünkü insanoğlu ne görmüş, ne işitmiş ne tadmış, ne de hayal edebilmiştir. Cennet ve nimetlerinin bundan daha yüce, gerçeğine daha yakın bir tarifi düşünülemez. Gerçi başka nasslarda, cennet nimetlerinin sadece ismen dünyadakilere benzeyeceği ifade edilmişse de, bu benzerlik isimden öteye geçmemektedir, mahiyetinin idraki mümkün değildir.
İbnu Mes´ud´un rivayetinde “Onu mukarreb (Allah´a yakın) melekler de bilemez, peygamberler de” ziyadesi de mevcuttur. Hadiste geçen “beşer” kelimesini esas alan bazı şarihler: “Meleklerin kalbine gelebilir” ihtimalini ileri sürmüş ise de, bilhassa İbnu Mes´ud´dan gelen ziyadenin sarahatine dayanan ulema, ona da itibar etmemiş, nefyin âmm olmasını esas almıştır: Sadece insanın değil, meleklerin kalbine de cennet nimetleri hütûr etmez, tahayyül edilemezler.[185]
ـ5098 ـ2ـ وزاد البخاري في أخرى، عن سهل بن سعد: وَذكر مثله. ثمّ قال: ]وَقَالَ مُحَمّدُ بْن كَعْبٍ: إنَّهُمْ أخْفَوْا للّهِ عَمًَ فأخْفَى لَهُمْ ثَواباً. فَلَوْا قَدِمُو عَلَيْهِ أقَرَّ تِلْكَ ا‘عْيُنِ[ .
2. (5098)- Buhârî, bir diğer rivayetinde şu ziyadeyi kaydeder: “Sehl İbnu Sa´d anlatıyor -deyip, hadisin aynısını kaydettikten sonra- der ki: “Muhammed İbnu Ka´b dedi ki: “Onlar Allah için ameli gizli tuttular. Allah da onların sevabını gizli tuttu. Kullar yanına gelince onları nimete boğacak.”
Hadis, bu muhtevada olarak Buhârî´de mevcut değildir. Hakim´in el-Müstedrek´inde mevcuttur (, 413-414).][186]
ـ5099 ـ3ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّهِ # مِمَّ خُلِقَ الْخَلْقُ؟ قَالَ: مِنَ الْمَاءِ. قُلْتُ: اَلْجَنَّةُ مَا بِنَاؤُهَا؟ قَالَ: لَبِنَةُ فِضَّةٍ وَلَبِنَةُ ذَهَبٍ. وَمِطُهَا الْمِسْكُ ا‘ذْفَرُ، وَحَصْبَاؤُهَا اَللُّؤْلُؤُ وَالْيَاقُوتُ، وَتُرَابُهَا الزَّعْفَرَانُ، مَنْ يَدْخُلُهَا يَنْعَمُ وَ يَبْأسُ، وَيَخْلُدُ وَ يَمُوتُ، وََ تَبْلى ثِيَابُهُمْ، وََ يَفْنَى شَبَابُهُمْ: ثُمَّ قَالَ: ثَثَةٌ تُرد دَعْوَتُهُم: ا“مَامُ الْعَادِلُ، وَالصَّائِمُ حِينَ يُفْطَرُ وَدَعْوَةُ الْمَظْلُومِ يَرْفَعُهَا اللّهُ فَوْقَ الْغَمَامِ، وَتُفَتَّحُ لَهَا أبْوَابُ السَّمَاءِ. وَيَقُولُ اللّهُ: وَعِزَّتِي ‘نْصَرَنَّكَ وَلَوْ بَعْدَ حِينٍ[. أخرجه الترمذي.»المطُ« الطين الذي يجعل فوق سافي البناء يملط به الحائط. أي يصلح .
و»بَئِسَ يَبْأسُ« إذا افْتَقَرَ واشتدت حاجته .
3. (5099)- Yine Sehl İbnu Sa´d (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ey Allah´ın Resulü! dedim, insanlar neden yaratıldı ”
“Sudan!” buyurdular.
“Ya cennet dedim, o neden inşa edildi ”
“Gümüş tuğladan ve altın tuğladan! Harcı da kokulu misk. Cennetin çakılları inci ve yakuttan, toprağı da za´ferandır. Ona giren nimete mazhar olur, eziyet görmez, ebediyet kazanır, ölümle karşılaşmaz. Elbisesi eskimez, gençliği kaybolmaz.
“Aleyhissalâtu vesselâm sözlerine şöyle devam buyurdular: “Üç kişi vardır duaları reddedilmez (mutlaka kabul edilir):
* Adil imam (devlet başkanı).
* İftarını yaptığı zaman oruçlu.
* Zulme uğrayanın duası.Allah, (mazlumun) duasını bulutların fevkine çıkarır ve onlara sema kapıları açılır ve Allah Teala hazretleri:
“İzzetime yemin olsun! Vakti uzasa da, duanı mutlaka kabul edeceğim!” buyurur.” [Tirmizî Cennet 2, (2528).][187]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah bu hadislerinde üç büyük ameli nazar-ı dikkatimize arzetmektedir: Adalet, oruç ve zulme karşı sabır. İlk ikisi ibadettir, üçüncüsü zulmün ne kadar büyük bir cinayet olduğunu ifade eder. “Mazlum” hadiste mutlak geldiği için, alimler tarafından “her kim olursa olsun” açıklaması yapılmıştır. Yani zulme uğrayan kâfir de olsa, facir de olsa, münafık da olsa duası makbuldür. Onun küfrü, fıskı, nifakı başkasının ona zulüm ve haksız muamelede bulunmasına meşruiyet kazandırmaz. Bu teferruat hadislerde de gelmiştir, daha önce başka vecihlerle kaydettik.
2- Hadiste geçen يَرْ فَعُهَا فَوْقَ الْغَمَامِ -ki “Allah, (mazlumun) duasını..” diye tercüme ettik- ibare iki surette anlaşılmaya müsaiddir:
1) Burada bulutların fevkine çıkan ve er veya geç Allah´ın kabulüne mazhar olacak olan dua “mazlum”un duasıdır.
2) Bu dua, hadiste sayılan üç grup kimsenin dualarıdır: Adil imam, iftar sırasındaki oruçlu ve mazlum.
Aliyyü´l-Kârî: “İki vechin de doğru olduğunu” kabul eder. “Sadece mazlum hakkında olabilir. Çünkü, zulmün kötülüğünü tesbit için mübalağa münasiptir. Diğerleri de buna vav-ı atıfla birleştirilmiştir” manasında açıklamada bulunur. Mazlumla ilgili yaptığı açıklama şöyle: “Hakkında mübalağa edilmiştir. Çünkü ona ulaşan zulüm ateşi onu öylesine yakar ki, bundan kırıklık ve tazarru ile dua çıkar, bundan da ızdırar hali hasıl olur. Allah lisan-ı ızdırar ile yapılacak duayı mutlaka kabul edeceğini şu ayette haber vermektedir. (Mealen):”…Muzdar (çaresiz) kalmış kimse dua ettiğinde ona cevap veren ve sıkıntısını gideren… Allah” (Neml 62).
3- Hadiste, açıklanması gereken son bir husus, “vakti uzasa da” diye tercüme ettiğimiz بَعْدَ حِينٍ tabiridir. Cenab-ı Hak dualara cevap vereceğini vaad etmektedir. Aleyhissalâtu vesselâm bunu haber vermektedir. Ancak, ne Kur´anî kaynak ne de hadisler “anında, aynıyla” diye bir kayıt getirmezler. Çünkü Cenab-ı Hak, “hakim”dir, herşeyi hikmetle yapar. Dolayısiyle duaların kabulünde de takip edeceği bir hikmet vardır. Anında yerine getirebileceği gibi, on sene, yirmi sene, kırk sene sonra da yerine getirebilir; imhâl eder, fakat ihmal etmez. Öyleyse mana şöyledir: “Ey mazlum! Ben senin çiğnenen hakkını zayi etmeyeceğim. Uzun zaman geçse de duanı geri çevirmeyeceğim. Çünkü ben Halim´im, kulları cezalandırmada acele etmem. Belki tevbe ederler; mazlumlara da haklarını vererek gönüllerini alarak razı ederler, zulüm ve günahtan vazgeçerler diye mühlet tanırım.”
Hadis, böylece, Allah´ın zalime mühlet tanısa da onu asla ihmal etmeyeceğine de işarette bulunmuş olmaktadır.[188]
ـ5100 ـ4ـ وعن أبي موسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: جَنَّتَانِ مِنْ فِضَّةٍ، آنِيتُهُمَا وَمَا فيهَا؛ وَجَنَّتَانِ مِنْ ذَهَبٍ، آنِيَتُهُمَا وَمَا فِيهِمَا؛ وَمَا بَيْنَ الْقَوْمِ وَبَيْنَ أنْ يَنْظُرُوا الى رَبِّهِمْ إّ رِدَاءُ الْكِبْرِيَاءِ عَلى وَجْهِهِ في جَنَّةِ عَدْنٍ[. أخرجه الشيخان والترمذي .
4. (5100)- Hz. Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Gümüşten iki cennet vardır. Kapları ve içinde bulunan diğer şeyleri de gümüştendir. Altından iki cennet vardır, kapları ve içlerinde bulunan diğer eşyaları da hep altındandır. Adn cennetinde, cennetliklerle Rablerini görmeleri arasında Allah´ın veçhindeki ridau´lkibriyadan (büyüklük perdesinden) başka bir şey yoktur.” [Buhârî, Tefsir, Rahman 1, 2, Bedu´l-Halk 8, Tevhid 24; Müslim, İman 180, (296); Tirmizî, Cennet 3, (2530).][189]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisin bir başka vechinde rivayetin evveli şöyle başlar: “Firdevs cennetleri dörttür: İkisi altından, ikisi de gümüşten..” Başka rivayetlerde, altından olan iki cennetin mukarrebun´a yani Allah´a yakınlık kesbeden büyüklere, gümüşten olan diğer ikisinin de sağcılara, yani defteri sağından verileceklere mahsus olduğu belirtilmiştir.
Bu hadis, cennetin gümüş ve altın tuğlalardan -hatta bir kat altın, bir kat gümüş tuğladan- bina edildiğini ifade eden rivayetlere muarız düşer. Ancak alimler, başka rivayetlerdeki karineleri değerlendirerek: “Birincisi, her bir cennette kapkaçak vs. nevinden bulunanların sıfatını, ikincisi de bütün cennetleri ihata eden duvarların sıfatını beyan etmektedir” diyerek hadisleri te´lif ederler. Bu te´vili te´yid eden delillerinden biri şu rivayettir: “Allah Teala hazretleri cennetin duvarını bir (sıra) altından, bir (sıra) gümüşten tuğla ile inşa etmiştir.”
2- Hadiste Allah´ın görülmesi meselesine de yer verilmiştir. Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat uleması, kıyamet gününde, Cenab-ı Hakk´ın, insanlara en büyük lütfu olarak, Vech-i İlahîsini göstereceği hususunda icma etmiştir. Mazirî, “perde” kelimesinin kullanılışı ile ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Araplara, onların anlayacağı bir üslubla, anlayacağı tabirlere yer vererek hitabederdi. Bu sebeple, manevî meseleleri, anlayışlarına yaklaştırmak için hissî tabirata dökerdi. Burda da öyle yapmış, görmeye mani olan esbabın ortadan kalkacağını, görmenin muhakkak surette vukua geleceğini ifade etmek için bu ifadeye yer vermiştir.” Kadı İyaz da şöyle demiştir: “Arap, istiareye sıkça başvurur. İstiare, Arapların icaz ve fesahatında en yüksek edebî sanatı teşkil eder. Ayet-i kerimede geçen “Tevazu kanadı” (İsra 24) tabiri bunun bir örneğidir. Aleyhissalâtu vesselâm´ın kelamında “ridau´lkibriya (büyüklük perdesi) tabirine yer vermesi de bu manada bir kullanıştır. Bunu anlamayan şaşırır. Kelamı, zahiri üzerine anlamak isteyen, Allah´a cisim izafe eder. Meselede vuzuh elde edemeyen kimse, bu rivayetin zahirinin gerektirdiği manadan Allah´ın münezzeh olduğunu bildiği takdirde, ya ravileri tekzib eder, ya da şöyle (basit) bir te´vile kaçar: “Allah´ın İlahî saltanatının büyüklüğü, kibriyası, azameti, heybeti ve celali için, keza aciz olan beşerî basarların idrak manilerini ifade için ridau´lkibriya tabiri bir istiare yapılmıştır, (oysa Allah), insanların basarlarını ve kalplerini güçlendirmek dilerse, onlardan heybetinin hicabını, azametinin manilerini kaldırır.
“Kirmâni der ki: “Bu hadis müteşabihattandır. Bunun karşısında kişi ya: “Bundan muradı Allah bilir” deyip tefvize gidecek veya te´vilde bulunacak. Te´vil eden: “Veche´den murad Zattır, rida, Zat´ın mahlukata benzemekten münezzeh olan lazım sıfatlarından bir sıfattır” diyecek. Sonra te´vilci, hadisin zahiri: “Allah´ın rü´yeti vaki değil demeyi gerektirir” diyerek müşkilatlı bulur ve: “Bunun mefhum ve manası, nazar yakınlığını beyandır, çünkü ridau´lkibriya rü´yete mani olmaz, gözlerden manilerin izalesini, muradın izalesi ile ifade etti” diyerek cevaplar.”
İbnu Hacer bu açaklamadan şu neticeyi çıkarır: “Ridau´l-Kibriya rü´yete manidir. Sanki hadiste mahzuf bir ibare var. Onun takdiri اِّ رِدَاءُ الْكِبْرِيَاءِ ibaresinden sonra olmalıdır. Çünkü, Allah onu ref etmek suretiyle insanlara nimette bulunmakta ve insanlar Allah´ı görmeye muvaffak olabilmektedir. Sanki burada murad şudur: Mü´minler cennetteki yerlerine yerleşince, celal sahibi Allah´tan duydukları heybet olmasaydı, onlarla rü´yet arasında herhangi bir mani olmayacaktı. Onlara ikramda bulunmak dileyince, Allah onları re´fetiyle kuşatıp onlara Allah´a nazar etme takatı vermek suretiyle lütufta bulunur. “Sonra İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzel iyilik, bir de ziyade vardır” (Yunus 26) ayetinin tefsirinde geçen Süheyb hadisinde, Ebu Musa hadisinde geçen rıdau´lkibriyadan muradın, Süheyb hadisinde zikri geçen hicab olduğuna delalet eden karineyi buldum ve Allah Teala hazretleri´nin cennet ehline bir ikram olarak onlar için bunu açacağını anladım. Mezkur hadis Müslim, Tirmizî, Nesâî, İbnu Huzeyme ve İbnu Hibban´da geçmektedir. Müslim´in metni şöyle:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Cennet ehli, cennete girince, Allah Teala hazretleri sorar:
“Size ilave bir nimette bulunmamı diler misiniz ” Cennet ahalisi:
“Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi Bizi cennete koymadın mı (daha ne isteyeceğiz) ” derler. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) der ki: “Bunun üzerine onlara hicab açılır. Cennet ahalisine bundan daha hoş bir şey verilmemiştir.”
Aleyhissalâtu vesselâm sonra şu ayeti tilavet buyurdu. (Mealen): “İyi iş, güzel amel yapanlara daha güzel iyilik, bi de ziyade vardır” (Yunus 26).
Kurtubî der ki: “Rida bir istiaredir, onunla azamet kinaye edilmiştir. Nitekim şu hadiste de böyledir: “Kibriya ridamdır, azamet de izarımdır.”[190] Kurtubî devamla der ki: “Burada hislerle algılanan elbise kastedilmiyor. Ancak izar ve rida Arap muhataplar nazarında birbirinden ayrılmaz oldukları için, azamet ve kibriyayı bu ikisiyle ifade etti.” İbnu Hacer der ki: “Sadedinde olduğumuz hadisin manası, Allah´ın izzet ve istiğnasının muktezası hiç kimsenin onu görmemesi olduğu halde, Allah´ın mü´minlere karş rahmeti, nimetinin bir kemali olarak Veçh-i İlahîsini onlara göstermesini gerektirmektedir. Mani zail olunca, insanlara, kibriyasının gereğiyle amel etmekte ve sanki Teala hazretleri, onlarla aradaki engel olan perdeyi kaldırmaktadır.” Taberî´nin nakline göre Hz. Ali (radıyallahu anh) de “Orada onların dilediği herşey bulunur. Üstelik katımızda bundan fazla da vardır” (Kaf 35) ayetindeki “fazla”dan maksadın Allah´ın veçhini görmek, هُوَ النَّظَرُ الى وَجْهِ اللّهِ olduğunu söylemiştir.
İbnu Battal der ki: “Bu hadiste, Allah´a cisim izafe etmeye çalışan Mücessime fırkası için mekan izafesine bir yol yoktur. Çünkü Allah Teala hazretlerine cisim izafe etmenin veya bir mekanda bulunmasını gerektiren bir halin muhal olduğu hususunda deliller sabittir. Bu durumda ridayı, insanların Allah´ı görmesine mani gözlerdeki afet olarak te´vil etmek gerekir. İşte bu afetin izalesi, insanların Allah´ı görme sırasında Rab Teala´nın icra edeceği bir fiildir. İnsanlar, bu mani mevcut olduğu müddetçe O´nu göremezler. Öyleyse görme fiili varsa, bu mani izale olmuş demektir. Bunu rida olarak tesmiye etmiştir. Çünkü o, yüzü görmekten alıkoyan rida menzilesindedir. Ancak ona rida denmesi mecazdır.”[191]
ـ5101 ـ5ـ وفي رواية لَهُمْ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: في الْجَنَّةِ خَيْمَةٌ مِنْ لُؤْلُؤَةٍ مُجَوَّفَةٍ. وَفي رواية: عَرْضُهَا سِتُّونَ مِيً: في كُلّ زَاويَةٍ مِنْهَا أهْلٌ َ يَرَوْنَ اŒخَرِينَ، يَطُوفُ عَليْهِمُ الْمُؤْمِنُ[ .
5. (5101)- Yine aynı kaynaklarda şu rivayet gelmiştir: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennette, mü´min için, içi boş tek bir inciden bir çadır vardır. -Bir rivayette- genişliği altmış mildir. Her köşesinde bir refikası bulunur, hiçbiri diğerini görmez, mü´min bunların herbirini dolaşır.” [Buhârî, Bed´ü´l-Halk 8, Tefsir, Rahman 1, 2, Tevhid 24; Müslim, Cennet 23, (2838); Tirmizî, Cennet 3, (2530).][192]
AÇIKLAMA
Mü´mine cennette hazırlanan bu çadırın bazı rivayetlerde yüksekliğinin altmış mil olduğu ifade edilmiştir. Demek ki, hem yüksekliği hem de genişliği altmış mil olacaktır. Her köşesinde bir zevcenin yer alacağı belirtilmiş olmasından, bazı alimler, ahirette huri menşeli olsun, dünya menşeli olsun, eşlerin sayıca çok olacağı hükmünü çıkarmıştır. Köşelerde oturan eşlerin birbirlerini görememeleri, mesafenin uzaklığındandır. Bazı rivayetlerde, tek bir inciden mâmul bu çadırın yetmiş kapısı olduğu tasrih edilmiştir.
Çadır diye tercüme ettiğimiz hayme´nin ağaçtan mâmul dört köşeli ev manasına geldiği de söylenmiştir. Böylece mü´minin uhrevî çadırında dört hanımının olacağı anlaşılabilir. Onları dolaşmaktan mananın, cima´dan kinaye olduğu belirtilmiştir.[193]
ـ5102 ـ6ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: في الْجَنَّةِ مِائَةُ دَرََجَةٍ، مَابَيْنَ كُلِّ دَرَجَتَيْنِ مِائَةُ عَامٍ[. أخرجه الترمذي .
6. (5102)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennette yüz derece vardır. Her iki derece arasında yüz yıl(lık yürüme mesafesi) vardır.” [Tirmizî, Cennet 4, (2531).][194]
ـ5103 ـ7ـ وعن عُبادة بن الصّامت رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: في الْجَنَّةِ مِائَةُ دَرَجَةٍ، مَا بَيْنَ كُلِّ دَرَجَةٍ وَدَرَجَةٍ كَمَا بَيْنَ السَّماءِ وَا‘رْضِ. وَالْفِرْدَوْسُ أعَْهَا. وَمِنْهَا تُفَجَّرُ أنْهَارُ الْجَنَّةِ ا‘رْبَعَةُ، وَمِنْ فَوْقِهَا يَكُونُ الْعَرْشُ. فإذَا سَألْتُمُ اللّهَ فَاسْألُوهُ الْفِرْدَوْسَ[. أخرجه الترمذي .
7. (5103)- Ubade İbnu´s-Samit (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennette yüz derece vardır. Her bir derecenin diğer derece ile arası, sema ile arz arası kadar geniştir. Firdevs bunların en yukarıda olanıdır. Cennetin dört nehri buradan çıkar. Bunun üstünde Arş vardır. Allah´tan cennet istediğiniz vakit Firdevs´i isteyin.” [Tirmizî, Cennet 4, (2533).][195]
ـ5104 ـ8ـ وعن ابي سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ في الْجَنَّة مِائَةَ دَرَجَةٍ لَوْ أنَّ الْعَالَمِينَ اجْتمَعُوا في إحْدَاهُنَّ لَوَسِعَتْهُمْ[. أخرجه الترمذي .
8. (5104)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennette yüz derece vardır. Bütün âlemler bunlardan birinin içinde toplansalar, hepsini de kuşatır, istiab eder.” [Tirmizî Cennet 4, (2534).][196]
ـ5105 ـ9ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ في الْجَنَّةِ شَجَرَةً يَسِيرُ الرَّاكِبُ في ظِلِّهَا مِائَةَ عَامٍ َيَقْطَعُهَا؛ وَاقْرءُوا إنْ شِئْتُمْ: وِظِلٍّ مَمْدُودٍ[. أخرجه الترمذي .
9. (5105)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennette bir ağaç vardır ki, binekli bir kimse yüz yıl gölgesinde yürüse onu katedemez. İsterseniz şu ayeti okuyun: وَظِلٍّ مَمْدُودٍ وَمَاءٍ مَسْكُوبٍ “Daimî gölgededirler, çağlayıp duran su başlarındadırlar” (Vakıa 30-31) [Tirmizî, Tefsir, Vakıa, (3289, Cennet 1, (2525).][197]
ـ5106 ـ10ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا في الْجَنَّةِ شَجَرَةٌ إَّ وَسَاقُهَا مِنْ ذَهَبٍ[. أخرجه الترمذي .
10. (5106)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Cennette hiçbir ağaç yoktur ki gövdesi, altından olmasın.” [Tirmizî, Cennet 1, (2527).][198]
AÇIKLAMA:
Kaydettiğimiz bu beş hadis, cennetle ilgili bazı tavsif ve tariflerde bulunmaktadır. Şöyle ki:
1- Cennet tek dereceli değildir. Başlıca yüz derecesi vardır. Her dereceninmesafesi diğer dereceye kadar çok fazladır. Demek ki derece içerisinde de tali tabakalar, mertebeler vardır. Cennetlikler, ameline uygun bir derecede yerini alacaktır. Nitekim bazı alimler yüz derece tabiriyle çokluğun kastedildiğini belirtirler. Cehennem de böyledir, küfürdeki şiddetine göre her bir kâfir bir derekede yerini alacaktır. Ayet-i kerime münafıkların atşeşin en aşağı tabakasında yer alacaklarını ifade eder. “Şüphesiz ki münafıklar cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar…” (Nisa 145).
Dereceler arasındaki mesafeler hadislerde farklıdır. Bazısında beşyüz yürüme yılı, bazısında daha az, daha çok denmiştir. Münavî, arada tearuz olmadığını söyler ve yürümelerin farklı süratlerde vuku bulduğuna dikkat çeker.
2- Firdevs: Her çeşit bitkiyi cem´eden bahçe, bostan manasına gelir. Ancak “Üzüm asmalarının bulunduğu bahçedir” denmiştir. Kelimenin Rumca, Kıptice ve hatta Süryanice olduğu iddia edilmiştir.
Buradan çıkan dört ana nehirden maksad, başka rivayetlerde açıklanmıştır: Biri su, biri süt, biri hamr, biri bal nehridir.
Firdevs cenneti hepsinin yukarısında, hepsinden üstün olduğu için Allah´tan öncelikle bunun taleb edilmesi tavsiye edilmiştir. Şu halde mü´min Allah´tan bir şey isterken en yüceyi, en büyüğü, en fazlayı istemelidir. Onun rahmetine sınır olmadığı için Allah´tan isterken kanaatkâr olmak, mütevazi davranmak fazilet değildir.
3- Cennetteki ağacın Tûba ağacı olduğu söylenmiştir. Ancak gölge kelimesinin, örfî manası anlaşılmamalıdır. Çünkü dilimizde gölge deyince güneş sıcaklığına karşı hasıl edilen korunma hatıra gelir. Halbuki ahirette güneş olmayacaktır. Öyleyse gölgeden maksad, ağacın hasıl ettiği nimetler ve rahatlık olmalıdır. Yani cennetin neresine gidilse cennetî saadetin dışına çıkılmayacak demektir. Zıll=gölge kelimesi Arapçada “himaye” manasına da kullanılır. Onun zıllinde demek, onun kanatları, himayesi altında demektir.
4- Cennetteki her ağacın gövdesinin altından olmasına gelince, bu ibare oradaki ağacın me´lufumuz olan dünyevî ağaçlar gibi olmadığını beyan eder. Altın, çürümeyen bir maddedir. Öyleyse cennet ağacının altından olması, onun ebedi, çürümez bir mahiyette olacağının ifadesidir. Bir hadis şöyledir: “Cennette bir ağaç vardır, gövdeleri altından, dalları zeberced incidendir. Rüzgâr estikçe bunlar birbirine çarparak öyle bir name çıkarırlar ki hiçbir kulak böylesine tatlı bir ses işitmemiştir.” İbnu Abbas´ın bir rivayetinde: “Cennet hurmalarının gövdeleri yeşil zümrüttendir. Dallarının sapı kızıl altından, yaprakları da cennet ehlinin kisvesindendir. Ceketleri ve hulleleri bundan yapılır. Onun meyvesi ise, küp ve kovalar gibi iri, sütten beyaz, baldan tatlı, kaymaktan daha yumuşaktır, onlarda çürük yoktur” denmiştir.
Cennet ehlinin bu ağaç altında sohbet edip dünya hatıralarını tazeleyecekleri; eğlence arzu ettikleri zaman, Allah´ın göndereceği bir rüzgârla ağacın kımıldayıp, dünyadaki her çeşit eğlenceyi ortaya koyacağı ifade edilmiştir.[199]
ـ5107 ـ11ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَقابُ قَوْسٍ في الْجَنَّةِ خَيْرٌ مِمَّا طَلعَتْ عَلَيْهِ الشَّمْسُ أوْ تَغْرُبُ[. أخرجه الشيخان.وزاد الترمذي عن أنس، في أخرى: ]وَلَقَابُ قَوْسِ أحَدِكُمْ، أوْ مَوْضِعُ قَدِّهِ في الْجَنَّةِ خَيْرٌ مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فيهَا، وَلوْ أنَّ امْرأةً مِنْ أهْلِ الْجَنَّةِ اطّلَعَتْ الى أهْلِ ا‘رْضِ ‘ضَاءَتِ قَوسِ الدّنْيَا وَمَا فيهَا، وَلَمَ‘َتْ مَا بَيْنَهُمَا رِيحاً، وَلَنَصِيفُهَا يَعْنِي الْخِمَارَ خَيْرٌ مِنَ الدّنْيَا وَمَا فيهَا[.»قَاب القوس وقده« قدره .
11. (5107)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennette, yay kadar bir yer, güneşin üzerine doğduğu veya battığı şeyden (dünyadan) daha hayırlıdır.” [Buhârî, Bed´ül-Halk 8, Tefsir, Vakı´a 1; Müslim Cennet 6, (2826); Tirmizî, Cennet 1, (2525).]
Tirmizî, Hz. Enes´ten şu ziyadede bulunmuştur: “Sizden birinizin yayı kadar veya kamçısı kadar cennetteki bir yer, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır. Cennet ehlinden bir kadın, arz ehline görünecek olsa, dünya ve içindekileri aydınlatır, arzla sema arasını güzel koku ile doldururdu, onun başörtüsü dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.”[200]
AÇIKLAMA:
1- Daha önce de açıkladığımız üzere, cennette bir yay kadar bir yerin koca dünyadan hayırlı olması, mübalağalı bir ifade değildir. Çünkü cennet ebedî olduğu için, orada ebedî olan az bir nur, burada geçici olan güneşe bedel olabilir. Dünya ise, bir yay veya kamçı ile kıyas götürmeyecek derecede büyük ise de fanidir, geçicidir, ebedî olan, o azıcık varlığa mukabil gelemez.
2- Kader olarak manalandırdığımız (kab) kelimesi yayda kirişin takıldığı “uç”la okun fırlatıldığı orta kısma kadar olan kısım manasına da gelir, yani bir yayın yarısı. Bu durumda mana: “Birinizin yayının yarısı cennette dünya ve içindekilerden daha hayırlı…” şeklinde olur. Önceki mana asıl olmakla birlikte, bu da hakikate uygundur.[201]
ـ5108 ـ12ـ وعن سَعْدِ بن أبي وقّاص رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَوْ أنَّ مَا يُقِلُّ ظُفْرٌ مِمَّا في الْجَنَّةِ بَدَا لَتَزَخْرَفَتْ لَهُ خَوَافِقُ السّمَواتِ وَا‘رْضِ، وَلَوْ أنَّ رَجًُ مِنْ أهْلِ الْجَنَّةِ اطَّلَعَ فَبَدَا سِوَارُهُ لَطَمَسَ ضَوْءَ الشَّمْسِ كَمَا تَطْمِسُ الشّمْسُ ضَوْءَ النُّجُومِ[. أخرجه الترمذي.»الزَّخْرفة« الزينة. »والزُّخرف« الذهب.»وخَوَافِقُ السّماءِ« جوانبها ا‘ربعة وهي جهات الرياح ا‘ربع .
12. (5108)- Sa´d İbnu Ebi Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Cennette olan şeyden bir tırnağın azalttığı miktar, semavat ve dünya arasında dört ciheti de tezyin etmiş olarak görünürdü. Eğer cennet ehlinden bir adam dünya ehline zuhur etse ve bilezikleri görünse o(nun şavkı) güneşin ziyasını bastırırdı, tıpkı güneşin, yıldızların ziyasını bastırması gibi.” [Tirmizî, Cennet 7, (2541).][202]
ـ5109 ـ13ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: رُفِعْتُ الى سِدْرَةِ الْمُنْتَهى فإذَا أرْبَعَةُ أنْهَارٍ: نَهْرَانِ ظَاهِرَانِ وَنَهْرَانِ بَاطِنَانِ: فأمَّا الظّاهِرَانِ فَالنِّيلُ وَالْفُراتُ، وَأمَّا الْبَاطِنَانِ فَنَهْرَانِ في الْجَنَّةِ[. أخرجه البخاري .
13. (5109)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Sidretü´l-Münteha´ya çıkarıldım. Orada dört nehir gördüm: İki nehir zâhirdi, iki nehir de bâtın. Zâhir olan iki nehir Nil ve Fırat nehirleriydi. Bâtın olanlar da cennetin iki nehri idi.” [Buhârî, Eşribe 12; Müslim, İman 264, (164).][203]
ـ5110 ـ14ـ وعن بريدة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَألَ رَجُلٌ رَسُولَ اللّهِ # فقَالَ: هَلْ في الْجَنَّةِ خَيْلٌ؟ قَالَ: إنِ اللّهُ أدْخَلَكَ الْجَنَّةَ فََ تَشَاءُ أنْ تُحْمَلَ فيهَا عَلى فَرَسٍ مِنْ يَاقُوتَةٍ حَمْرَاءَ تَطِيرُ بِكَ في الْجَنَّةِ حَيْثُ شِئْتَ إَّ كَانَ. فقَالَ آخَرُ: هَلْ في الْجَنَّةِ مِنْ إبِلٍ؟ قَالَ: فَلَمْ يَقُلْ لَهُ مَا قَالَ لِصَاحِبِهِ. فقَالَ: إنْ يُدْخِلْكَ اللّهُ الْجَنَّةَ يَكُنْ لَكَ فيهَا مَا اشْتَهَتْ نَفْسُكَ وَلَذَّتْ عَيْنُكَ[. أخرجه الترمذي .
14. (5110)- Hz. Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a: “Cennette at var mı ” diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm da:
“Allah Teala hazretleri seni cennete koyduğu takdirde, kızıl yakuttan bir at üzerinde orada dolaşmak isteyecek olsan, o seni istediğin her yere uçuracaktır” buyurdular. Bunun üzerine diğer biri de:
“Cennette deve var mı ” diye sordu. Ama buna Aleyhissalâtu vesselâm öncekine söylediği gibi söylemedi. Şöyle buyurdular:
“Eğer Allah seni cennete koyarsa, orada canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı şey bulunacaktır.” [Tirmizî, Cennet 11, (2546).][204]
AÇIKLAMA:
Hadisin ibaresi netice itibariyle değişmeyecek farklı bir üslubla tercümeye de elverişlidir. Ancak, esas söylenmek istenen, cennette, binme arzusu duyulduğu takdirde her tarafa götürecek vasıtaların bulunduğudur. Yine Tirmizî´nin bir başka rivayeti bu hususu daha sarih bir üslubla ifade etmiştir: “Bir bedevi gelerek: “Ey Allah´ın Resulü! Ben atı severim, cennette at var mı ” diye sordu. Resulullah şu cevabı verdi:
“Cennete konduğun takdirde, iki kanadı olan yakuttan bir at sana getirilir. Sen ona bindirilirsin. O seni istediğin yere uçurur.”
Sadedinde olduğumuz hadisin sonunda yer alan “canının her çektiği, gözünün her hoşlandığı” ibaresi şu ayete işaret etmektedir: “…Orada canların çekeceği, gözlerin zevk alacağı her şey vardır…” (Zuhruf 71.)
Dikkat edilirse, Resulullah, açık bir şekilde cennette “at” veya “deve vardır” veya “yoktur!” demiyor. Ama her arzu edilecek şeyin var olduğuna dikkat çekiyor. Binme ihtiyacı duyulduğu takdirde bunun cennetî atlarla yerine getirileceğini belirtiyor. Cennetteki atlar, dünyevî atlar gibi değildir.[205]
ـ5111 ـ15ـ وعن عليٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ في الْجَنَّةِ لَمُجْتَمَعاً لِلحُورِ الْعِينِ يُغَنِّينَ بأصْوَاتٍ لَمْ يَسْمَعِ الْخََئِقُ بِمِثْلَهَا، يَقُلْنَ: نَحْنُ الْخَالِدَاتُ فََ نَبِيدُ. وَنَحْنُ النَاعِمَاتُ فََ نَبْأسُ، وَنَحْنُ الرَّاضِيَاتُ فََ نَسْخَطُ طُوبَى لِمَنْ كَانَ لَنا وَكُنّا لَهُ[. أخرجه الترمذي.»الحُورُ« جمع حوراء، وهي شديدة بياض العين الشديدة سوادها.و»العَيناءُ« واحدة العين وهي واسعة العين.وقوله: »نَبيدُ« أي نهلك ونتلف .
15. (5111)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennette siyah gözlülerin (hurilerin) toplanma yerleri vardır. Orada, benzerini mahlukatın hiç işitmediği güzel bir sesle şarkı okurlar ve şöyle söylerler:
“Bizler ebedîleriz, hiç ölmeyiz!
Bizler nimetlere mazharız, fakr bilmeyiz!
Rabbimizdan razıyız, mükedder olmayız!
Kendisinin olduğumuz beylerimize ne mutlu!” [Tirmizî, Cennet 24, (2567).][206]
AÇIKLAMA:
Dilimizde huri veya huri kızı denen cennet kızları tabiri Kur´anî bir tabirdir. Kur´an´da birçok kereler zikri geçer ve cennet ehline bunlardan nikah edileceği belirtilir, güzellikleri tasvir edilir. (Duhan 54, Tur 20, Rahman 72, Vakı´a 22). Hûr, lügat olarak, havra´nın cem´idir. Havra, gözünün beyazı çok beyaz, siyahı da çok siyah manasına gelir. Kısaca siyah gözlü, ceylan gözlü gibi tercümelere mazhardır.
Sadedinde olduğumuz hadis, hurilerin cennette dünyada işitilmemiş olan fevkalâde güzel namelerle şarkı okuyacaklarını belirtmektedir. Böylece cennet ehlinin, Allah´ın bir başka nev´e giren nimetlerinden kulağa hitap eden nimetlerini de, cennete layık bir üstünlükle tadacağını haber vermektedir.[207]
ـ5112 ـ16ـ وعن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ في الْجَنَّةِ لَسْوقاً يَأتُونَهَا كُلَّ جُمْعَةٍ فَتَهُبُّ رِيحُ الشِّمَالِ فَتَحْثُو في ثِيَابِهِمْ وَوُجُوهِهِمْ فَيَزْدَادُونَ حُسْناً وَجَمَاً فَيَرْجِعُونَ الى أهْلِيهِمْ وَقَدْ إزْدَادُوا حُسْناً وَجَمَاً. فَيَقُولُ أهْلُوهُمْ: واللّهِ لَقَدِ ازْدَدْتُمْ بَعْدَنَا حُسْناً وَجَمَاً. فَيَقُولُون: وَأنْتُمْ واللّهِ لَقَدِ ازْدَدْتُمْ بَعْدَنَا حُسْناً وَجَمَاً[. أخرجه مسلم .
16. (5112)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennet ehlinin bir çarşısı vardır. Her cuma oraya gelirler. Derken kuzey rüzgârı eser, elbiselerini ve yüzlerini okşar. Bunun tesiriyle hüsün ve cemalleri artar. Böylece ailelerine, daha da güzelleşmiş olarak dönerler. Hanımları:
“Vallahi, bizden ayrıldıktan sonra sizin cemal ve güzelliğiniz artmış!” derler. Erkekler de:
“Sizler de, Allah´a kasem olsun, bizden sonra çok daha güzelleşmişsiniz!” derler.” [Müslim, Cennet 13, (2833).][208]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, yeryüzünde insanların zevk aldıkları toplantı ve içtimaların ahirette de olacağını ihbar etmektedir. Çarşı diye tercüme ettiğimiz şuh kelimesi, insanların daha çok alışveriş için biraraya geldikleri, eşdostun karşılaştıkları yerdir. Çarşı, karşılaşmaya, selamlaşmaya, görüşmeye vesile olduğu için, rivayetlede, alışveriş gayesi olmadan da, bilhassa cuma namazından sonra çarşının şöyle bir dolaşılmasının sünnet kılındığı görülür. Böylece beşerî bir ihtiyaç olan ünsiyet sağlanmış olur. Şu halde bu meşru zevk ahirette de vardır. Ancak oranın zevki derece ve mertebe itibariyle çok farklıdır. Güzellik, ziyadeleşmede aile efradı arasında karşılıklı muhabbetlerin daha da artmasına vesile olmaktadır. Müteakip hadiste de belirtileceği üzere, ahirette dünyadaki gibi alışveriş ihtiyacı olmadığına göre, oranın çarşısı, alışveriş yapılan yer manasında anlaşılmamalı, ünsiyetin temin edildiği toplanma yerleri manasında anlaşılmalıdır.
Resulullah´ın, kuzey rüzgârı tabirini kullanması, o rüzgârın yağmur ve serinlik getirmesindendir. Sıcak iklimde bu evsaftaki rüzgâr en ziyade sevilen ve arzu edilen rüzgârdır.
el-Mebarik´de şöyle denilmiştir: “Çarşıya her hafta cennetlikler toplanır, melekler onları kuşatır, onlara gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, insan kalbine hiç doğmamış nimetler getirirler. Onlar bu nimetlerden istedikleri kadar, para ödemeden alırlar. Bu da cennette tadılan lezzetlerden biridir.”
Yani, çarşıdan eve bir şeyler alarak gelme lezzeti. Bunun dahi cennette olduğu anlaşılmaktadır.[209]
ـ5113 ـ17ـ وعن عليّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ في الْجَنَّةِ لَسُوقاً مَا فيهَا شِرَاءٌ وََبَيْعٌ إَّ الصُّورَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنّسَاءِ. فإذَا اشْتَهى الرَّجُلُ صُورَةً دَخَلَ فيهَا[. أخرجه الترمذي .
17. (5113)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Cennette bir çarşı vardır. Ancak orada ne alış, ne de satış vardır. Sadece erkek ve kadın suretleri vardır. Erkek bunlardan bir suret arzu ederse o surete girer.” [Tirmizî, Cenet 15, (2553).][210]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, cennetteki çarşı hakkında daha detaylı bilgi sunmaktadır. Orada alışveriş mevzubahis değildir. Ancak kadın ve erkek suretleri mevcuttur. Erkek bu suretlerden dilediğine girmekte (yani bürünmektedir).
2- Şarihler hadisin iki manaya muhtemel olduğunu belirtirler:
* Birinci manaya göre çarşıya güzel suretler arzedilmektedir. Kişi bunlardan hangisini arzular ve temenni ederse, Allah Teala hazretleri Kudret-i Sübhaniyesi ile o kimseyi, arzuladığı surete sokmaktadır.
* İkinci manaya göre suretten murad zinettir. Kişi o çarşıda bu zinetle süslenir, onu takınır, kendisine arzu edip seçeceği zinet, takım, taç vs.yi giyinir. Arapçada falancanın güzel bir sureti var )لِفَُنٍ صُورَةٌ حَسَنَةٌ( demek, hoş bir görünümü var demektir. Bir başka ifade ile, hadis: “Çarşıda bulunan şeylerden her ne arzu ederse kendisine verilir” manasını ifade eder. Öyleyse o çarşıya girmekten murad, orada tezeyyün etmek, süslenmektir.
Her iki manada da zat değil, sıfat değişikliği, dış görünüş değişmesi mevzubahis olmaktadır.[211]
* CEHENNEMİN EVSAFI
ـ5114 ـ1ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # نَارُكُمُ الّتِى تُقِدُونَ جُزْءٌ مِنْ سَبْعِينَ جُزْءاً مِنْ نَارِ جَهَنَّمَ. قَالُوا: وَاللّهِ إنْ كَانَتْ لَكَافِيةً. قَالَ: فإنَّهَا فُضِّلَتْ عَلَيْهَا بِتِسْعَةٍ وَسِتِّينَ جُزْءً كُلُّهَا مِثْلُ حَرِّهَا[. أخرجه الثثة والترمذي .
1. (5114)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Yaktığınız ateş var ya, bu cehennem ateşinin yetmiş cüzünden bir cüzdür!” buyurmuştu. (Yanındakiler):
“Zaten bu ateş, vallahi (asileri cezalandırmaya ahirette) yeterliydi” dediler. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Cehennem ateşi öbürüne altmış dokuz kat üstün kılındı. Her bir kat´ın harareti, bunun mislindedir.” [Buhârî, Bed´ü´l-Halk 10; Müslim, Cennet 29, (2843); Muvatta, Cehennem 1, (2, 994); Tirmizî, Cehennem 7, (2592).][212]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste ahiretteki cehennem ateşinin, derece ve şiddet itibariyle, dünyadaki ateşin yetmiş katı olduğu ifade edilmektedir. Ashab, kâfir ve asileri cezalandırmak için dünyadaki ateşin de yeterli olacağını söylemesi üzerine, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Allah´ın azabının ne kadar şiddetli olduğunu belirtmek üzere te´kiden, cehennem ateşinin dünyadaki ateşe nisbetle altmış dokuz kat olduğunu, her bir katın aynen dünyadakine eşit bir şiddete sahip bulunduğunu beyan ediyor.
Allah´ın azabının şiddeti, ayet ve hadislerde tekrarla nazara verilmiş ve bunun “ateş”le olacağı ifade edilmiştir. Mesela: “Onlar ateşe karşı ne de sabırlıdırlar!” (Bakara 175); “…Öyle bir ateşten sakının ki, onun yakıtı insanlarla o taştır” (Bakara 24) buyrulmuştur.
Öyleyse, dünya ateşini, Cenab-ı Hak, ahiretteki ateşin şiddetini haber vermek üzere onun yetmiş cüz´ünden bir cüz olarak halketmiş olmaktadır.
Şarihler, hadisteki maksadlardan birinin Allah´tan sadır olan azabın, kullardan, zalim insanlardan sadır olmakta bulunan azabtan çok daha şiddetli olacağına dikkat çekmek olduğunu belirtirler.
Bu hadis de, “Allah´tan korkulmaz, Allah sevilir” diyenlerin, bu çeşit sözleriyle dinî bir hakikatı ortaya koymayıp keyfî bir muğalata (demagoji) yaptıklarını ortaya koymaktadır. Evet Rabbimizi, rahmetiyle severken, celalinden, azabından ve adaletinden de korkarız; kulluk edebi bunu gerektirir. Kur´an ve hadis de bunu ders verir. “Allah´tan korkulmaz..” sözü küfrün değilse cehlin eseridir, dinde delili, dayanağı yoktur.[213]
ـ5115 ـ2ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أُوقِدَ عَلى النَّارِ ألْفُ سَنَةٍ حَتّى احْمَرَّتْ. ثُمَّ أُوقِدَ عَلَيْهَا ألْفُ سَنَةٍ حَتّى ابْيَضَّتْ. ثُمَّ اُوقِدَ عَلَيْهَا ألْفُ سَنَةٍ حَتّى اسْوَدَّتْ. فَهِىَ سَوْدَاءٌ مُظْلِمَةٌ[. أخرجه مالك والترمذي، وهذا لفظه .
2. (5115)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cehennem ateşi bin yıl yakıldı. Öyle ki kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yakıldı, öyle ki beyazlaştı. Sonra bin yıl daha yakıldı. Şimdi o siyah ve karanlıktır.” [Tirmizî, Cehennem 8, (2594); Muvatta, Cehennem 2, (2, 994). Metin Tirmizî´ye aittir.][214]
AÇIKLAMA:
Muvatta´nın rivayetinde, cehennemin hal-i hazır siyahlığı zifte benzetilir.[215]
ـ5116 ـ3ـ وعن الخدْري رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لِسُرَادِقِ النَّارِ أرْبَعُ جُدُرٍ كُثْفُ كُلِّ جِدَارٍ مَسِيرَةُ أرْبَعِينَ سَنَةً[. أخرجه الترمذي.»الجِدَارُ« الحائط.
3. (5116)- Ebu Saidi´l-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cehennemi kuşatan surun dört (ayrı) duvarı vardır. Her duvarın kalınlığı kırk yıllık yürüme mesafesi kadardır.” [Tirmizî, Cehenmem 4, (2587).][216]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, cehennemi çevreleyen surun genişliği hakkında bilgi vermektedir. Sur, iç içe dört duvardan müteşekkildir, her duvarın kalınlığı kırk yıllık yürüme mesafesi kadardır. Hadiste, duvarlar arasındaki mesafe belirtilmemiştir. Dört ayrı duvar olduğuna göre, bitişik olmadığı, aralarında az veya çok bir mesafe, bir açıklık olacağı anlaşılmaktadır.
2- Hadis, şu ayete işaret etmektedir: “Biz zalimlere öyle bir ateş hazırladık ki, (etrafını saran) duvar(lar), çepe çevre kendilerini kuşatmıştır” (Kehf 29). “Sur” veya “duvar” diye çevirdiğimiz süradık kelimesini İbnu Abbas´ın, ateşten duvar diye açıkladığı rivayet edilmiştir.
3- Hadisin Tirmizî´deki devamında şöyle denir: “Eğer, cehennemliklerin (içinde yüzdükleri) irinden, dünyaya bir kovacık dökülecek olsa, bütün arz ahalisi(ne bu koku siner ve bu sebeple herkes) pis kokardı.”[217]
ـ5117 ـ4ـ وعن الحسن البصري قال: قالَ عُتْبَةُ بْن غَزْوَانْ رَضِيَ اللّهُ عَنْه على مِنْبَرِ الْبَصْرَةِ: إنَّ النّبيّ # قَالَ: ]إنَّ الصَّخْرَةَ الْعَظِيمَةَ لَتُلْقى مِنْ شَفِيرِ جَهَنَّمَ فَتَهْوِى سَبْعِينَ عاماً مَا تُفْضِى الى قَرَارِهَا، وَكَان عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه يَقُولُ: أكْثِرُوا ذِكْرَ النّارِ فاِنَّ حَرَّهَا شَديدٌ، وَقَعْرُهَا بَعِيدٌ، وَمَقَامِعُهَا حَديدٌ[. أخرجه الترمذي .
4. (5117)- Hasan Basri rahimehullah anlatıyor: “Utbe İbnu Gazvan (radıyallahu anh), Basra´da minberde (hutbe esnasında) dedi ki:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şöyle buyurmuşlardı: “Cehennemin kıyısından büyük bir taş bırakıldı. Bu taş yetmiş yıl aşağı doğru düştü de henüz dibe ulaşmadı.”
(Utbe İbnu Gazvan, devamla) der ki: “Hz. Ömer (radıyallahu anh): “Ateşi çok zikredip hatırlayın. Zira onun harareti pek şiddetlidir; derinliği çok fazladır, çengelleri demirdendir” buyurdu.” [Tirmizî, Cehennem 2, (2578).] [218]
AÇIKLAMA:
Hadis, cehennemin derinliğine bir nihayet olmadığını belirtmektedir. Şarihler, “yetmiş” rakamının çokluk ifade ettiğini, miktar ifade etmediğini belirtirler.
Cehennem ateşini sıkça hatırlamada, nefsi kötülüklerden frenleyen bir ibret bulunduğu için Hz. Ömer onun sıkca tahattur edilmesini tavsiye etmiştir.[219]
ـ5118 ـ5ـ وعن أبي سعيد الخدري رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: وَيْلُ وَادٍ في جَهَنَّمَ يَهْوى فيهِ الْكَافِرُ أرْبَعِينَ خَرِيفاً قَبْلَ أنْ يَبْلُغَ قَعْرَهُ[. أخرجه الترمذي .
5. (5118)- Ebu Said el-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Veyl, cehennemde bir vadidir. Kâfir orada, kırk yıl batar da dibine ulaşamaz.” [Tirmizî, Tefsir, Enbiya, (3164).][220]
AÇIKLAMA:
Veyl kelimesi, asıl itibariyle azab manasındadır. Araplar felaket temennisi için “falancaya veyl (azab) olsun!” diye sıkça kullanırlar. Dilimize “yazıklar olsun!”, “vay haline!” gibi tabirlerle çeviririz. Sadedinde olduğumuz hadis, veyl kelimesinin cehennemde muayyen bir azab vadisinin ismi olduğunu belirtmektedir. Öyle bir vadi ki, cehennemlikler satıhtan aşağı doğru düşüşe geçseler, kırk yılda dibe ulaşmayacaklardır, öylesine derin bir vadidir. Şu halde “falancaya veyl (azab) olsun!” tabirinde “falanca, cehennemin Veyl vadisinin azabına uğrasın!” manası da vardır.[221]
ـ5119 ـ6ـ وعن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَوْ أنَّ قَطْرَةً مِنَ الزَّقُّومِ قُطِرَتْ في الدُّنْيَا ‘فْسَدَتْ عَلى أهْلِ الدُّنْيَا مَعَايِشَهُمْ. فَكَيْفَ بِمَنْ يَكُونُ طَعَامَهُمْ وَشَرابَهُمْ[. أخرجه الترمذي .
6. (5119)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Eğer zakkumdan, dünyaya tek damla damlatılacak olsa, bu dünya ehlinin yiyeceklerini ifsad ederdi. Öyleyse, yiyecek ve içeceği zakkumdan cehennemliğin hali ne olur (anlayın)!” [Tirmizî, Cehennem 4, (2588).][222]
AÇIKLAMA:
Zakkum: Ayet-i kerimede cehennemden çıkan bir ağaç olarak tavsif edilir (Saffat 62-66). Alimler, zakkum ağacını: “Cehennem ehline mahsus pek acı bir ağaç” diye tarif ederler. Zakkum cehennemliklerin yiyeceğidir. Cehennemlikler onun üzerine kaynar su içeceklerdir (Vakıa 52-55). Sadedinde olduğumuz hadis, zakkumun, son derece pis kokulu olduğunu belirtmektedir.[223]
ـ5120 ـ7ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: اشْتَكَتِ النّارُ الى رَبِّهَا. فقَالَتْ: يَا رَبِّ أكَلَ بَعْضِي بَعْضاً، فأذِنَ لَهَا بِنَفَسَيْنِ. نَفَسٍ في الشِّتَاءِ وَنَفسٍ في الصَّيْفِ، فَهُوَ أشَدُّ مَا تَجِدونَ مِِنَ الْحَرِّ، وَأشَدُّ مَا تَجِدُونَ مِنَ الزَّمْهَرِيرِ[. أخرجه الشيخان والترمذي .
7. (5120)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cehennem, Rabbine şikayet ederek: “Ey Rabbim! Bir parçam diğer bir parçamı yemektedir” dedi. Bunun üzerine, Allah Teala hazretleri ona, iki nefes almaya izin verdi; Bir nefes kışta, bir nefes de yazda. (Yazdaki nefesi) sizin rastladığınız en şiddetli sıcaktır. (Kıştaki nefesi de) sizin rastladığınız en şiddetli (soğuk olan) zemherirdir.” [Buhârî, Bed´ülhalk 10; Müslim, Mesacid 185, (617); Tirmizî, Cehennem 9, (2595).][224]
ـ5121 ـ8ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَخْرُجُ عُنُقٌ مِنَ النَّارِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ لَهُ عَيْنَانِ تُبْصِرَانِ وَأُذُنَانِ تَسْمَعَانِ وَلِسَانٌ يَنْطِقُ، يَقُولُ: إنِّى وُكِّلْتُ بِثَثَةٍ: بِمَنْ دَعَا مَعَ اللّهِ إلهاً آخَرَ، وَبِكُلِّ جبّارٍٍ عَنِيدٍ، وَبِالْمُصَوِّرِينَ[. أخرجه الترمذي.»العُنقُ« الطائفة من الناس، والمراد به طائفة من النار كالعنق.و»الجبارُ« القهار المتكبر .
و»العَنيدُ« الجائرُ عنِ الْحَقِّ كالمعاند له .
8. (5121)- Yine Ebu Hureyre anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet günü, ateşten bir parça, boyun şeklinde uzanır .Bunun, gören iki gözü, işiten iki kulağı, konuşan iki dili vardır. Der ki: “Ben üç takım (insanı cezalandırmak) için vazifelendirildim: Allah´la birlikte bir başka ilaha dua eden kimse, bile bile zulmeden cebbar, tasvirciler.” [Tirmizî, Cehennem 1, (2577).][225]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen musavvirîn tabiri resim ve heykel yapanlar demektir. İslam´da tasvir meselesi teferruatlı bir mevzudur; daha önce de temas ettik. Bu hususta İbnu´l-Arabî´nin bir özetlemesi şöyle: “Suretler hususunda söylenenler şöyle hülasa edilebilir: Eğer (gölge yapacak şekilde) cüssesi varsa, bi´l-icma haramdır. (Satıh üzerine) işlenmişse (gölgesiz ise) dört görüş vardır;
1) Mutlak cevaz.
2- Mutlak yasak.
3- Tafsil; yani tam bir canlı resmi ise haramdır; başı kopmuş şekilde olur da, tam olmazsa caizdir. Bu görüş en doğru görüştür.
4) Eğer hakir tutulan bir tarzda kullanılıyor ise caizdir, (hürmet ifade edecek tarzda) yükseğe asılmışsa caiz değildir. Bu icmaya çocukların bebekleri dahil değildir.”
Ülemâ çoğunlukla üçüncü görüşü benimsemiştir.
Her görüşün dayandığı bir rivayet mevcuttur.
Bu meselede Bediüzzaman şöyle der: “Sanemperestliği şiddetle Kur´ an menettiği gibi, sanemperestliğin bir nevi, taklidi olan suretperestliği de men eder. Medeniyet ise, suretleri kendi mehasininden sayıp Kur´an´a muaraza etmek istemiş. Halbuki, gölgeli gölgesiz suretler ya bir zülm-ü mütehaccir (taşlaşmış zulüm) veya bir riyayı mütecessid (cesed giymiş riya) veya bir heves-i mütecessim (cisimleşmiş heves)dir ki, beşeri zulme ve riyaya ve hevaya, hevesi kamçılayıp teşvik eder. Hususan suretperestlik, ahlakı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlakı tahrib eder. Öyle de, ölmüş kadınların suretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan suretlerine hevesperverane bakmak, derinden derine hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrib eder.”
Bu bahse 2173 numaralı hadisi açıklarken de yer verdik ve orada Bediüzzaman´ın bu görüşüne bir yorum ekledik (7. cilt s. 67.)[226]
ـ5122 ـ9ـ وعن ابنِ مسعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُؤْتَى بِجَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ لَهَا سَبْعُونَ ألْفَ زِمَامٍ، مَعَ كُلِّ زِمَامٍ سَبْعُونَ ألْفَ مَلَكٍ يَجِرُّونَهَا[. أخرجه مسلم والترمذي .
9. (5122)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet günü cehennem, yetmiş bin yuları olduğu halde getirilir. Her yularında, onu çeken yetmiş bin melek vardır.” [Müslim, Cennet 29, (2842); Tirmizî, Cehennem 1, (2576).][227]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, cehennemin, kıyamet günü, yaratıldığı yerden Mevkif´e getirileceği ifade edilmektedir. Bu mana şu ayette de gelmiştir. (Mealen): “O gün cehennem de getirilmiştir…” (Fecr 23). “Cehennemin Mevkif´e getirilmesi, orada toplanan insanlara gösterilerek onların korkutulması gayesine mebni olabilir” denmiştir.
2- 5120 numarada geçen hadisi esas alan alimler, cehennemin el´an yaratılmış olduğunu kabul ederler. Bu hadis, zahiri esas alındığı takdirde cehennemin taşınabilecek mahiyette, müstakil bir ünite, bir varlık olduğunu ifade etmektedir. Mazirî, hadisin zahirini esas almak gerektiğini söyler ve: “Bunu hakikatı üzere hamletmeye hiçbir mani yoktur” der. Esasen, nassların zahirini kabule açık bir mani olmadıkça te´vil caiz değildir.[228]
ـ5123 ـ10ـ وعن مُجاهد قال: ]قَالَ لى ابْنِ عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: أتَدْرِى مَا سعَةُ جَهَنَّمَ؟ قُلْتُ: َ. قَال: أجَلْ، وَاللّهِ مَا تَدْري. حَدَّثَتْنِي عَائِشَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالَتْ: سَألْتُ رَسُولَ اللّهِ # عَنْ قَوْلهِ تعالى: وَا‘رْضُ جَمِيعاً قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسّمَوَاتُ مَطْوِيّاتٌ
بِيَمِينِهِ. قَالَتْ، قُلْتُ: أيْنَ يَكُونُ النّاسُ؟ قَالَ: عَلى جِسْرٍ جَهَنَّمَ[. أخرجه الترمذي رحمه اللّه تعالى .
10. (5123)- Mücahid anlatıyor: “İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) bana: “Cehennemin genişliği ne kadardır, biliyor musun ” diye sordu. Ben: “Hayır!” deyince: “Doğru, Allah´a yemin olsun, bilemezsin!” dedi ve ilave etti: “Bana Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) dedi ki: Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a: وارضُ جَميعاً قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسّمواتُ مَطْوِيّاتٌ بِيمِينِهِ
“Kıyamet günü arz toptan O´nun bir kabzasıdır (tam tasarrufundadır). Gökler de O´nun sağ eliyle dürülmüşlerdir” (Zümer 67) ayetinden sormuş ve:
“Bu sırada insanlar nerede olurlar [ey Allah´ın Resulü]” demiştim. Aleyhissalâtu vesselâm: “Cehennem köprüsünde!” cevabını verdi.” [Tirmizî, Tefsir, Zümer, (3242).][229]
* CENNET VE CEHENNEMİN MÜŞTEREK YÖNLERİ
ـ5124 ـ1ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَمَّا خَلَقَ اللّهُ تعالى الْجَنَّةَ قَالَ لِجِبْرِيلَ عَلَيْهِ السَّمُ: اِذْهَبْ فَانْظُرْ إلَيْهَا. فَذَهَبَ، فَنَظَرَ إلَيْهَا. فقَالَ: وَعِزَّتِكَ َ يَسْمَعُ بِهَا أحَدٌ إّ دَخَلَهَا. فَحَفَّهَا بِالْمَكَارِهِ. ثُمَّ قَالَ اِذْهَبْ فَانْظُرْ إلَيْهَا، فَذهَبَ، فَنَظَر إلَيْهَا. فقَال: وَعِزَّتِكَ لَقَدْ خَشِيْتُ أنْ َ يَدْخُلَهَا أحَدٌ وَلَمّا خَلَقَ النّارَ قَالَ لِجِبْرِيلَ: اِذْهَبْ فَانْظُرْ إلَيْهَا. فَذَهَبَ، فَنَظَرَ إلَيْهَا. فقَالَ: وَعِزَّتِكَ َ يَسْمَعُ بِهَا أحَدٌ فَيَدْخُلُهَا. فَحَفَّهَا بِالشَّهَوَاتِ. ثُمَّ قَالَ: اِذْهَبْ، فَانْظُرْ إلَيْهَا. فَذَهَبَ، فَنَظَرَ إلَيْهَا. فَلَمّا رَجَعَ. قَالَ: وَعِزَّتِكَ لَقَدْ خَشِيْتُ أنْ َ يَبْقى أحَدٌ إَّ دَخَلهَا[. أخرجه اصحاب السنن وصححه الترمذي .
1. (5124)- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah Teala hazretleri cenneti yarattığı zaman Cibril aleyhisselam´a:
“Git ona bir bak!” buyurdular. O da gidip cennete baktı ve: “[Ey Rabbim!] Senin izzetine yemin olsun, onu işitip de ona girmeyen kalmayacak, herkes ona girecek!” dedi. (Allah Teala hazretleri) cennetin etrafını mekruhlarla çevirdi. Sonra: “Hele git ona bir daha bak!” buyurdu. Cebrail gidip ona bir daha baktı. Sonra da:
“Korkarım, ona hiç kimse girmeyecek!” dedi. Cehennemi yaratınca, Cebrail´e:
“Git, bir de, şuna bak!” buyurdu. O da gidip ona baktı ve:
“İzzetine yemin olsun, işitenlerden kimse ona girmeyecektir!” dedi. Allah Teala hazretleri de onun etrafını şehvetlerle kuşattı. Sonra da:
“Git ona bir kere daha bak!” dedi. O da gidip ona baktı. Döndüğü zaman:
“İzzetine yemin olsun, tek bir kişi kalmayıp herkesin ona gireceğinden korkuyorm!” dedi.” [Ebu Davud, Sünnet 25, (4744); Tirmizî, Cennet 21, (2563); Nesâî, Eyman 3, (7, 3).][230]
AÇIKLAMA:
Hadis, cennetin cazib fakat kazanılmasının kolay olmadığını, cehennemin de çok kötü fakat oraya şiddetle çeken cazibeler bulunduğunu belirtmektedir. Hz. Cebrail, birinci görüşlerinde onları zatî evsaflarıyla değerlendirir: “Cennet o kadar güzel ki, herkes oraya girer, yani onu kazanma iştiyakı izhar eder, kazanılması için gerekli gayreti gösterir” demek istemiştir. Keza “cehennemin çirkinliği, kötülüğü karşısında herkes oraya girmemek için elinden geleni yapar” demek istemiştir.
Ama ikinci defa, yani cenneti kazanmak için nefsin hoşlanmadığı nice mekarihin aşılması gerektiğini, cennetin etrafını bunların sardığını görünce, bu hoş olmayan engelleri aşacak kimseler çıkmayacak endişesine düşer, zira cennetin etrafında ibadet için meşakkatler, sabır, tevekkül, kötülüklerden içtinab, zekat, sadaka vermek, cihad etmek, kulluk yolunda açsusuz ve uykusuz kalmak, yanılmak, nefse hakim olmak vs. gibi meşakkatli teklifler, nefsanî arzulara muhalefet ve şehvetlerin kırılması var. İnsan nefsi bunları sevmez. Cennetin etrafı da hep bunlarla sarılı. Keza cehennemin etrafında da nefsin hoşuna giden, pek cazip şeyler var: Serbestlik, sorumsuzluk, eğlence, israf, dedikodu, fuhuş, yalan, gıybet.. vs. Bunların cazibesine kapılmamak her insanın işi değil.
İşte cennet ve cehennemi çeviren şeyler sebebiyle Cebrail aleyhisselam, buralara gidecek insanların miktarı hususunda endişelenir.
Şarihler, bu hadisi Resulullah´ın bedî sözlerinden biri kabul ederler. Cennetin nefsin hoşuna gitmeyen amellerle kazanılabileceği; keza cehennemden korunmak için de mutlaka şehevî arzulardan, nefsin meylettiği şeylerden kaçınmak gerektiği çok güzel bir teşbihle ifade edilmiş olmaktadır.
Hadis, cenneti kazanma ve cehennemden kaçınmanın yollarını en veciz bir şekilde belirtmekte, mü´minleri bu mühim meselede uyarmaktadır.[231]
ـ5125 ـ2ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ وَحُفَّتِ النّارُ بِالشّهَواتِ[. أخرجه مسلم والترمذي.وللشيخين عن أبي هريرة مثله، وقال: »حُجبت، بدل حُفّت في الموضعين« .
2. (5125)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennetin etrafı mekarihle (nefsin hoşlanmadığı şeylerle) sarılmıştır. Cehennemin etrafı da şehevî (nefsin arzuladığı, cazip) şeylerle sarılmıştır.”
Sahiheyn´de, Ebu Hureyre´den bu rivayet aynen gelmiştir. Ancak iki yerde حُفَّتْ (= sarılmış) kelimesine bedel حُجِبَتْ (= örtülmüş) kelimesi kullanılmıştır.[232]
ـ5126 ـ3ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَزَالُ جَهَنَّمَ يُلْقى فيهَا وَتَقُولُ: هَلْ مِنْ مَزِيدٍ؟ حَتّى يَضَعَ رَبُّ الْعِزَّةِ فيهَا قَدَمَهُ فَيَزْوَى بَعْضُهَا الى بَعْضٍ. فَتَقُولُ: قَطِ قَطِ بِعِزَّتِكَ وَكَرِمِكَ. وََ يَزَالُ في الْجَنَّةِ فَضْلٌ حَتّى يَنْشِئَ اللّهُ لَهَا خَلْقاً فَيُسْكِنُهُمْ فَضْلَ الْجَنَّةِ[. أخرجه الشيخان والترمذي.»وَقَدمُ رَبِّ العزةِ« كناية عن أهل النار الذين قدمهم اللّه لها من شرار خلقه
كما أن المؤمنين قدمه الذين قدمهم الى الجنة.وقوله »فيُزْوَى« أي يضمّ ويجمع .
3. (5126)- Yine Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cehennem, içerisine asiler atıldıkça: “Daha var mı ” demekten geri durmaz. Bu hal, Rabbu´l-İzze´nin cehennemin üzerine ayağını koyup, iki yakasını dürüp birleştirmesine kadar devam eder. İşte o zaman cehennem:
“Yeter, yeter. İzzet ve keremine yemin olsun yeter!” der. Cennette fazlalık devam eder. Allah, ona mahsus yeni bir halk yaratır ve bunları cennetin fazla kısmına yerleştirir.” [Buhârî, Tefsir, Kaf 1, Eyman 12, Tevhid 7; Müslim, Cennet 37, (2848); Tirmizî, Tefsir, Kâf (3268).][233]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, müteşabih hadislerdendir. Zahiri üzere alınması mümkün değildir. Çünkü Allah´a ayak nisbet etmektedir. Halbuki Allah hiçbir şeye benzemez. Ona hakiki manada ne el, ne de ayak nisbet edilemez. Mükerrer seferler geçtiği üzere, selef uleması bu çeşit hadisleri kabul edip, “Bundan murad ne ise onu Allah bilir” diyerek te´vile gitmemiştir. Bunlara muvaffıza denir. Ancak müteahhir ulema, bu çeşit hadislerde kastedilebilecek mana üzerinde durarak, hadisleri te´vil cihetine gider. Bunlara müevvile denir. Bazı tevilcilere göre “ayak”tan kastedilen şey, mütekaddimdir (yani önde olan, evvel gelen). Böylece hadis “Allah cehennemin üzerine cehennemliklerden bir kısmını koyar” diye anlaşılmalıdır. Kademle, “bir mahluk ismi kastedilmiş”, “yer ismi kastedilmiştir” “ayak koymak, yeter artık demektir” gibi değişik yorumlar yapılmıştır.
2- Hadis, Ehl-i Sünnetin “sevab amele bağlı değildir” hükmüne delildir. Çünkü cennette yaratılanların hiç ameli olmadığı halde, onlara cennet lutfedilecektir. Ehl-i Sünet küçükken ölen çocuklar ve hatta deliler hakkında da böyle hükmeder. Amelleri olmadığı halde Hak Teala, onlara sevap verip cennete koyacaktır.
3- Hadis cennetin çok geniş olduğuna, orada, yeni yaratılacaklara da yetecek yer olacağına delildir. Başka hadislerde her ferde dünya genişliğinde cennet verileceği, on misli kadar da ziyadesi ihsan edileceği belirtilmiştir. [234]
İKİNCİ FASIL:
CENNETLİKLER VE CEHENNEMLİKLER
* CENNETLİKLER
ـ5127 ـ1ـ عن سهل بن سعد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ أهْلَ الْجَنَّةِ لَيَتَرَاءَوْنَ أهْلَ الْغُرفِ كَمَا تَتَراءَوْنَ الْكَوْكَبَ في السّمَاءِ[. أخرجه الشيخان .
1. (5127)- Sehl İbnu Sa´d (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennet ehli, gurfelerde kalanları seyrederler, tıpkı gökteki yıldızları seyretmeniz gibi.” [Buharî, Rikak 51; Müslim, Cennet 10, (2830).][235]
ـ5128 ـ2ـ وعن ابى سعيد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ أهْلَ الْجَنّةِ لَيَتَراءَوْنَ أهْلَ الْغُرَفِ كَمَا تَترَاءَوْنَ الْكَوْكَبَ الدُّرِّىَّ الْغَابِرَ في ا‘فُقِ مِنَ الْمَشْرِقِ الى الْمَغْرِبِ لِتَفَاضْلِ مَا بَيْنَهُمْ. قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّهِ، تِلْكَ مَنَازِلُ ا‘نْبِيَاءِ َ يَبْلُغُهَا غَيْرُهُمْ. قَالَ: بَلى وَالّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ، رِجَالٌ آمَنُوا بِاللّهِ وَصَدّقُوا الْمُرسَلِينَ[. أخرجه الشيخان .
2. (5128)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennet ehli gurfelerde kalanları (ehl-i guraf) görürler. Tıpkı, ufukta doğudan batıya giden inci gibi parlak yıldızları gördüğünüz gibi. Aralarındaki fazilet farkı, (gurfe ehlini) böyle yukarıda gösterir.”
Bunun üzerine Ashab: “Ey Allah´ın Resulü! Bu söylediğiniz, peygamberlerin makamı olmalı, başkaları oraya ulaşamamalı!” dedi. Ancak Aleyhissalâtu vesselâm:
“Hayır! Ruhumu kudret elinde tutan Zat´a yemin olsun! Gurfelerde kalanlar (peygamberler değiller), Allah´a inanıp peygamberleri tasdik eden kimselerdir” buyurdular. ” [Buhârî, Bed´u´l-Halk 8; Müslim, Cennet 11, (2831).][236]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, cennet ehlinin derece itibariyle birbirlerinden farklı olduğunu ifade etmektedir. Öyle ki derecesi üstün olanların yüce menzilleri vardır. Bunlar, tıpkı bize göre yıldızlar gibi yukarıda ve parlak görüleceklerdir.
2- Guraf, gurfenin cem´idir. Gurfe ise oda demektir. Ancak, Kur´an-ı Kerim ve hadislerde bir kısım cennetliklerin mazhar olacağı bir lütfu, hususi bir mertebeyi ifade eder. Furkan (75. ayet) Zümer (20. ayet) ve Ankebut (58. ayet) surelerinde kendilerine gurfe verileceklerin vasıfları belirtilir.
3- Hadis, bu mertebeye Allah´a iman edip, peygamberleri tasdik edenlerin ulaşacağını ifade etmektedir. Ancak şarihler, bakşa rivayetlerin sarahatine dayanarak, bu iki vasfı taşıyan herkesin o mertebeyi elde edeceği manasına gelmediğini belirtirler. Nitekim bir Tirmizî rivayetinde Resulullah “Cennette gurfeler vardır. Dışları içlerinden, içleri de dışlarından görünür” buyurur. Bir bedevi bunların kimlere ait olduğunu sorunca (aleyhissalâtu vesselâm): “Bunlar, tatlı sözlü olan, oruca devam eden ve herkes uyurken gece namaz kılan kimseler içindir” buyururlar. Bazı şarihler, o menzillere mezkur vasıflardaki kimselerin ulaşacaklarını, peygamberlerin makamlarının ise daha üstün olacağını söylemiştir. Bazıları da bu vasıfları taşıyan kimselerin peygamberlerin mertebelerine ulaşacaklarını anlamışlardır.
İbnu Hacer, gurfelerin bu ümmete mahsus olma ihtimali üzerinde durur ve ilave eder: “Bu ümmet dışında olanlar muvahhidlerdir.” İkinci bir ihtimale daha dikkat çeker: “Gurfelerde kalacak olanlar, cennete ilk safhada girecek olanlardır. Bunlar, şefaate uğrayarak ikinci safhada gireceklerden farklı olmalıdırlar.” Bunların Muhammed ümmeti olduğu iddiasını, sadedinde olduğumuz rivayetle delillendirir. Der ki: “Hadiste, onlar Allah´a inanıp (bütün) peygamberleri tasdik edenlerdir” denilmektedir. İşte bu vasıf Muhammed ümmetine hastır. Çünkü (bütün) peygamberleri tasdik hadisesi, sadece bu ümmette tahakkuk etmiştir. Halbuki önceki ümmetler, kendilerinden sonra gelenleri tasdik hususunda bunlara yetişememiştir. Gerçi, onlardan da kendilerinden sonra gelecek olanları tasdik edenler olmuşsa da, arada fark var. Zira biri vâki olanı, diğeri vukûa gelecek olanı tasdik etme durumundadır.” [237]
ـ5129 ـ3ـ وعن أبِي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ أوَّلَ زُمْرَةٍ يَدْخُلُونَ الجَنَّةَ عَلى صُورَةِ الْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ. ثُمَّ الّذِينَ يَلُونَهُمْ عَلى أشَدِّ كَوْكَبِ دُرِّيٍّ في السّمَاءِ إضاءَةً، َ يَبُولُونَ وََ يَتَغَوَّطُونَ وََ يَتْفُلُونَ وََ يَمْتَخِطُونَ. أمْشَاطُهُمُ الذّهَبُ، وَرَشْحُهُمْ الْمِسْكُ، وَمَجَامِرُهُمُ ا‘لُوَّةُ ا‘لَنْجُوجُ: عُودُ الطِّيبِ. أزْوَاجُهُمُ الْحُورُ الْعِينُ عَلى خَلْقِ رَجُلٍ وَاحِدٍ على صُورةِ أبيهم آدَمَ سِتُّونَ ذِرَاعاً في السّماءِ[. أخرجه الشيخان والترمذي.»ا‘لُوَّةُ. وا‘لنْجوج« من أسماء العود الذي يتبخر به. ومن أسمائه الكباء .
3. (5129)- Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennete ilk girecek zümre, dolunay gecesindeki ay suretindedir. Onu takip eden zümre, parlaklık yönüyle gökteki en büyük yıldız gibidir. Cennetlikler bevletmezler, büyük abdest de bozmazlar, tükürmezler, sümkürmezler de. Tarakları altındandır, terleri misktir. Buhurdanları öd ağacından, zevceleri kara gözlü hurilerden olacak. Onlar ataları Âdem´in yaratılışı üzere, altmış zira´ boyunda tek bir adam suretinde olacaklar.” [Buhârî, Bed´ü´l-Halk 8, Enbiya 1; Müslim, Cennet 15, (2834); Tirmizî, Cennet 7, (2540).][238]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, Aleyhissalâtu vesselâm ahiret hayatıyla ilgili bâzı teferruata ışık tutmaktadır. Oradaki hayat, mahiyet itibariyle dünyevî hayattan farklılıklar arzetmektedir. Burada tâbi olduğumuz kanunlar çerçevesinde orayı aklen izah etmemiz oldukça zorlaşıyor. Ahirette de yeme içme var, fakat fuzilat, kazurat yok! Bu nasıl olur, aklen bunu nasıl kabul edebiliriz Gerçi dünyamızda da nebatî hayatta bunun bir örneği müşâhede edilebilir; ağaçlar da yer içer, fakat kazurat bırakmazlar. Nesâî´de gelen bir rivayet mevzumuza biraz daha ışık tutar:
“Ehl-i kitaptan bir adam gelerek:
“Ey Ebu´l-Kâsım, inancınıza göre cennet ehli yer ve içer, öyle değil mi ” der. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Evet, buyurur, cennette herkese yüz adamın yeme, içme ve cima kuvveti verilir.” Soru sahibi:
“Ama yiyen ve içen kimse kazayı hâcet etmek zorundadır. Halbuki cennette eza (=pislik) yok!” diyerek tavzîh ister. Aleyhissalâtu vesselâm da:
“Orada kazayı hâcet ter şeklinde vukûa gelir. İnsanların derilerinden misk reşhaları (sızıntıları) gibi atılır!” buyururlar.”
İbnu´l-Cevzî der ki: “Cennet ehlinin gıdaları son derece letâfet ve itidâle sahip olduğu için, onlarda kazuratı gerektiren eza ve fazlalık bulunmaz. Aksine bu nevi gıdalardan kokuların en hoşu, en güzeli hâsıl olur.”
Buhârî´nin bir rivayetinde cennet ehli hakkında daha farklı, daha tamamlayıcı bilgiler verilmiştir. Ziyadeleri kaydediyoruz: “.Kalpleri, tek bir kimsenin kalbi gibidir. Aralarında ihtilaf, husumet yoktur. Her bir erkeğe iki zevce vardır. Bunlardan her birinin bacağının iligi, güzelliği sebebiyle, etinin gerisinde görülür. Sabah ve akşam Allah´ı tesbih ederler… kapları altın ve gümüştendir.”
Buradaki kalp birliği, temizlikte birliktir, hiçbirinde dünyevî kir, kötü ahlak kalmamıştır demektir. Cennetliklerin tesbîhi bir vecibe değildir. Müslim´de gelen ve müteakiben kaydedeceğimiz bir ziyâde bunun mahiyetini açar. “Cennetliklere, tıpkı nefes ilham olunduğu gibi, tesbîh ve tahmîd ilham olunur.” Maksad bu tesbîh ve tahmîdlerde bu zahmetin, külfetin olmadığını, teneffüslerinin bir nevi tesbih kabul edildiğini beyandır. Şarihler: “Ahirette kalp, ma´rifet-i İlahiye ile dolunca, her an onun zikrinde olur” derler.
Ahiretteki akşam ve sabahın da dünyadaki akşam ve sabahlara benzemediği belirtilmiştir. Zayıf olduğu belirtilen bir rivayete göre, Arş´ın altında asılı bir perde vardır. Bu, açılınca sabaha alâmet olmakta, katlanınca da akşama alâmet olmaktadır.
Cennetliklerle ilgili tamamlayıcı teferruat müteakip rivayetlerde gelecek.[239]
ـ5130 ـ4ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أنَّ أهْلَ الْجَنَّةِ يَأكُلُونَ فيهَا وَيَشْرَبُونَ وََ يَتْفُلُونَ وََ يَبُولُونَ وََ يَتَغَوَّطُونَ وََ يَمْتَخِطُون. قيلَ فَمَا بَالُ الطَّعَامِ؟ قَالَ: جُشَاءٌ كَرَشْحِ
الْمِسْكِ، يُلْهَمُونَ التّسْبِيحَ وَالتّحِميدَ كَمَا تُلْهَمُونَ النّفسَ[. أخرجه مسلم وأبو داود .
4. (5130)- Hz. Câbir radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Cennet ehli cennette yerler ve içerler. Ancak tükürmezler, küçük ve büyük abdest bozmazlar, sümkürmezler de!” buyurmuştu. Ashab:
“Peki yedikleri ne olur ” diye sordular. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Geğirmek ve misk sızıntısı gibi ter! Onlara tıpkı nefes ilham olunduğu gibi tesbîh ve tahmîd ilham olunur.” [Müslim, Cennet 18, (3835); Ebu Dâvud, Sünnet 23, (4741).][240]
AÇIKLAMA önceki hadiste geçti.[241]
ـ5131 ـ5ـ وعن الْخُدْري رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَال رسُولُ اللّهِ #: مَنْ مَاتَ مِنْ أهْلِ الْجَنَّةِ مِنْ صَغِيرٍ أوْ كَبِيرٍ يَدْخُلُونَ الْجَنّةَ بَنِي ثَثِينَ َ يَزِيدُونَ عَلَيْهَا أبَداً وَكذلِكَ أهْلُ النّارِ[. أخرجه الترمذي .
5. (5131)- Ebu Saîd el-Hudrî radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bir kimse cennetlik olarak ölünce, büyük veya küçük, yaşı ne olursa olsun, otuş yaşında bir kimse olarak cennete girer ve artık bu yaş ebediyen değişmez. Cehennemlikler için de durum böyledir.” [Tirmizî, Cennet 23, (2565).][242]
ـ5132 ـ6ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أهْلُ الْجَنَّةِ جُرْدٌ مَرْدٌ كُحَّلٌ َ يَفْنَى شَبَابُهُمْ وََ تَبْلَى ثِيَابُهُمْ[. أخرجه الترمذي.وزاد في رواية: »عَلَيْهِمُ تِّيجَانُ، وإنّ لُؤْلُؤَةً مِنْهَا لَتُضِئُ مَا بَيْنَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ«.»الْجُرْدُ« جمع أجرد، وهو الذي شعر عليه.و»الكحيلُ« هو الذي ترى أجفانه كأنها مكحولة من غير كحل.
6. (5132)- Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennet ehlinin vücudu kılsız, yüzü sakalsız, gözleri sürmelidir, gençlikleri zail olmaz, elbiseleri eskimez.” [Tirmizî, Cennet 8, (2542).]
Tirmizî´nin, bir rivayetinde şu ziyâde var: “Cennetliklerin başlarında taçlar vardır. Taçtaki tek bir inci, meşrık ile mağrib arasını aydınlatır.”[243]
ـ5133 ـ7ـ وعن أبي رزين الْعُقَيْلِي رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّه #: َ يَكُونُ ‘هْلِ الْجَنَّةِ وَلَدٌ[. أخرجه الترمذي.وزاد في رواية عن الخدري »إنِ اشْتَهِىَ الْوَلَدَ كَانَ حَمْلهُ وَوَضَعُهُ وَسُنّه في ساعةٍ واحدةٍ قال بَعْضُهُم: ولكِن يُشْتَهى« .
7. (5133)- Ebu Rezîn el-Ukaylî radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennet ehlinin çocuğu olmaz, (orada doğum yoktur).” [Tirmizî, Cennet 23, (2566).][244]
ـ5134 ـ8ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُعْطَى الْمُؤْمِنُ في الْجَنَّةِ قُوَّةَ كَذَا وَكَذَا مِنَ الْجِمَاعِ. قِيلَ: يَا رَسُولَ اللّهِ أوَ يُطِيقُ ذلِكَ؟ قَالَ: يُعْطى قُوَّةَ مِائَةٍ[. أخرجه الترمذي .
8. (5134)- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Mü´mine cennette şu şu kadar (kadınla) cima gücü verilir!” buyurmuşlardı. Kendisine:
“Ey Allah´ın Resûlü! Buna tâkat getirebilir mi ” diye soruldu.
“Yüz (kişinin) gücü verilir! (Böyle olunca takat getirir!)” buyurdular.” [Tirmizî, Cennet 6, (2539).][245]
ـ5135 ـ9ـ وعن الْخدري رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: تَكُونُ ا‘رْضُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ خُبْزَةً وَاحِدَةً يَتَكَفّاهَا الْجَبَّارُ بِيَدِهِ كَمَا يَتَكَفّى أحَدُكُمْ خُبْزَتَهُ في السُّفَرِ نُزُوً ‘هْلِ الْجَنَّةِ. فأتَى رَجُلٌ مِنَ الْيَهُودِ، فقَالَ: بَارَكَ الرَّحْمنُ عَلَيْكَ يَا أبَا الْقَاسِمِ. أَ أُخْبِرُكَ
بِنُزُولِ أهْلِ الْجَنَّةِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ؟ قَالَ: بَلى. قَالَ: تَكُونُ ا‘رْضُ خُبْزَةً وَاحِدَةً كَمَا قَالَ رَسُولُ اللّهِ # فَنَظَرَ النّبِىُّ # إلَيْنَا. ثُمَّ ضَحِكَ حَتّى بَدَتْ نَوَاجِذُهُ. ثُمَّ قَالَ: أَ أُخْبِرُكَ بِإدامِهِمْ؟ قَالَ: بَلى. قَالَ: بامٌ وَنُونٌ. قَالَ: وَمَا هذَا قَالَ: ثَوْرٌ وَنُونٌ، يَأكُلُ مِنْ زَائِدَةِ كَبِدِهِمَا سَبْعُونَ ألْفاً[. أخرجه الشيخان.»يتكفّاها« أي يقلبها ويميلها.»الجبّارُ« من أسماء اللّه تعالى.و»النُّزُولُ« ما يعدّ للضيف من طعام وشراب.و»النّواجِذُ« ا‘نياب.و»بَاَمُ« الثور كما فسره في متن الحديث، ولعل اللفظة عبرانية.و»النُّون« الحوت وهو عربي .
9. (5135)- el-Hudrî radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet günü arz, tek bir çörek olacak. Cebbar (olan Allah Teâla hazretleri), onu, cennetliklere azık olarak elinde çevirecektir, tıpkı sizin sefer sırasında çöreğinizi çevirdiğiniz gibi!” Bu sırada bir Yahudi gelerek:
“Ey Ebu´l-Kâsım! Rahmân (olan) Allah seni mübarek kılsın! Kıyamet günü cennet ehlinin (iştah açıcı) ikramı ne olacak haber vereyim mi ” dedi. Efendimiz:
“Söyle bakalım!” buyurdular. Adam, tıpkı Aleyhissâlatu vesselâm´ın söylediği gibi:
“Arz, tek bir çörek olur!” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize baktılar. Sonra azı dişleri görününceye kadar tebessüm buyurdular ve:
“Peki cennet ehlinin katıklarını sana haber vereyim mi ” dediler. Adam: “Buyurun!” dedi. Aleyhissalatu vesselâm:
“Bâlâm ve nûn!” buyurdular. Adam:
“Bu nedir ” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Öküz ve balıktır. Bunların ciğerlerinin kenarından yetmiş bin kişi yer” buyurdular.” [Buhârî, Rikâk 44; Müslim, Münâfikûn 30, (2792).][246]
AÇIKLAMA:
1- Hadisteki arzdan maksat, dünya arzıdır.
2- Nüzl, şarihlerin umumiyetle benimsedikleri manaya göre, misafirlere yemekten önce ikram edilen şey, bir nevi iştah açıcı çerez demektir.
3- Hadisin manası üzerinde âlimler ihtilaf eder. Teferruata girmeden İbnu Hacer´in te´vilini kaydediyoruz: “Hadisten şu mana elde edilmektedir: “Mü´minler (hesap verme zamanında), Mevkıf´da uzun müddet beklerken açlık cezası çekmezler. Allah Teâla hazretleri, kudretiyle arzın mahiyetini değiştirir, yenebilecek bir hale getirir de, onlar, ayaklarının altından, yeni bir muamele ve külfete hacet kalmadan yerler. Bu yeme hâdisesi, cennete gidecekler için cennete girmezden önce hâsıl olacaktır.”
4- Resûlullah, Yahudinin ihbarına gülmüştür. Çünkü vahye dayanarak kendi söylediklerini, Yahudi, kitaplarından öğrendiği bilgiye dayanarak aynen söylemekle, kendisini te´yid etmiş, Aleyhissalâtu vesselâm da bu muvafakattan memnuniyet duymuş ve bu hissini gülerek izhar etmiştir.
5- Hadiste, cennetliklerin katığı olarak zikredilen nûn, balık olarak tefsîr edilmiştir. Bâlâm kelimesi farklı izahlara tâbi tutulmuştur. Bunun İbrânice olabileceği de söylenmiştir. Çoğunluk, bununla öküzün kastedildiğini kabul etmiştir.
6- Öküz ve balığın ciğerinden yiyeceklerin sayısı yetmiş bin olarak ifade edilmiştir. Şârihler bu yetmiş bin, cennete sorgusuz sualsiz gireceği belirtilen yetmiş bin olma ihtimalinden bahsettikleri gibi, bu rakamla hasr değil, çokluğun kastedilmiş olma ihtimalini de belirtirler. Hadiste geçen zâidetu´lkebîd, karaciğerin bir kısmının adıdır. Şârihler hayvanın en lezzetli kısmı olduğunu belirtirler.[247]
ـ5136 ـ10ـ وعن الخدري رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَال رَسُولُ اللّهِ #: أدْنَى أهْلِ الْجَنَّةِ مَنْزِلَةً الّذى لَهُ ثَمَانُونَ ألْفَ خَادِمٍ، وَاثْنَانِ وَسَبْعُونَ زَوْجَةً؛ وَتُنْصَبُ لَهُ قُبَّةٌ مِن لُؤْلُو وَزَبْرجَدٍ وَيَاقُوتٍ كَمَا بَيْنَ الْجَابِيَةِ الى صَنْعَاءَ[. أخرجه الترمذي.
10. (5136)- el-Hudrî radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennet ehlinden derecesi en düşük olanın seksen bin hizmetçisi, yetmiş iki zevcesi vardır. Onun için inciden, zebercedden ve yakuttan bir çadır kurulur. Bu çadır, Câbiye´den San´a´ya kadar uzanan bir büyüklüktedir.” [Tirmizî, Cennet 23, (2565).][248]
AÇIKLAMA:
1- Cennette, mertebece en düşük mü´mine verilebilecek hizmetçi ve zevcelerle ilgili rakamın hasr olabileceği gibi, kesretten kinaye olabileceği de belirtilmiştir. Zevce olarak zikredilenler hûrilerdir, dünyevî zevceler bunun dışındadır.
2- Cennetliğin çadırı kubbe ile ifade edilmiştir. Kubbe kelimesi, bu çadırın yuvarlak olacağını belirtir. Câbiye, Suriye´de bir kasabadır. San´a da Yemen´de bir şehir adıdır. İkisinin arasında bir aylık mesafe mevcuttur. Böylece, çadırın büyüklüğü ifade edilmiş olmaktadır.
Hadis şu manayı zihne vermektedir: “Cennetliğin en düşük mertebelisi böylesine büyük nimetlere mazhar olursa, en yukarı mertebelerde olanlar nasıl nimetlere mazhar olacaklar
“Hadiste yüce mertebelere tâlib olmaya teşvik vardır.[249]
ـ5137 ـ11ـ وعن ابنِ عُمرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ أدْنَى أهْلِ الْجَنَّةِ مَنْزِلَةً لِمَنْ يَنْظُرُ الى جِنَانِهِ وَأزْوَاجِهِ وَخَدَمِهِ وَنِعَمِهِ وَسُرُرِهِ مَسِيرَةَ ألْفِ عَامٍ. وَأكْرَمُهُمْ على اللّهِ مَنْ يَنْظُرُ الى وَجهِهِ غُدْوَةً وَعَشِيَّةَ. ثُمَّ قَرَأ #: وُجُوهٌ يَوْمَئِذٍ نَاظِرَةٌ الى رَبِّنَا نَاضِرَةٌ[. أخرجه الترمذي .
11. (5137)- İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennet ehlinin mertebece en düşük olanı o kimsedir ki: “Bahçelerine, zevcelerine, nimetlerine, hizmetçilerine, koltuklarına bakar. Bunlar bin yıllık yürüme mesafesini doldururlar.
Cennetliklerin Allah nezdinde en kıymetli olanları ise, Vech-i İlâhîye sabah ve akşam nazar ederler.”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sonra şu âyeti okudu. (Meâlen): “Yüzler vardır, o gün ter ü tâzedir, Rablerini görecektir” (Kıyamet 22-23). [Tirmizî, Cennet 17, (2556), Tefsîr, Kıyamet (3327).][250]
ـ5138 ـ12ـ وعن الْمُغِيرةَ بْنِ شُعْبَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: سَألَ مُوسى عَليْهِ السَّمُ رَبَّهُ تَعالى: مَا أدْنى أهْلِ الْجَنَّةِ مَنْزِلَةً؟ قَالَ: هُوَ رَجُلٌ يَجِئُ بَعْدَ مَا أُدْخِلَ أهْلُ الْجَنَّةِ الْجَنَّةَ، فَيُقَالُ لَهُ: اَدْخِلِ الْجَنَّةَ. فَيَقُولُ: أي رَبِّ وَكَيْفَ وَقَدْ نَزَلَ النّاسُ مَنَازِلَهُمْ وَأخَذُوا أخَذَاتِهِمْ. فَيُقَالُ: أمَا تَرْضى أنْ يَكُونَ لَكَ مِثْلُ مُلْكِ مَلِكٍ مِنْ مُلُوكِ الدُّنْيَا؟ فَيَقُولُ: رَبِّ رَضِيتُ. فَيَقُولُ: لَكَ ذلِكَ وَمِثْلُهُ وَمِثْلُهُ وَمِثْلُهُ وَمِثْلُهُ. فَيَقولُ في الْخَامِسَةِ: رَضِيتُ رَبِّ فَيَقُولُ: هذَا لَكَ وَعَشْرَةُ أمْثَالِهِ، وَلَكَ مَا اشْتَهَتْ نَفْسُكَ وَلَذَّتْ عَيْنُكَ. فَيَقُولُ: رَبِّ رَضِيتُ. فَقَالَ: فأعَْهُمْ مَنْزِلَةً؟ قَالَ: أُولئِكَ الّذِينَ أرَدْتُ، غَرَسْتُ كَرَامَتَهُمْ بِيَدِيَّ وَخَتَمْتُ عَلَيْهَا فَلَمْ تَرَ عَيْنٌ وَلَمْ تَسْمَعْ أُذُنٌ وَلَمْ يَخْطُرْ عَلى قَلْبِ بَشَرٍ[. أخرجه مسلم والترمذي.قوله )أخَذُوا أخَذاتِهِمْ( أي نزلوا منازلهم المختصة بهم .
12. (5138)- Muğîre İbnu Şu´be radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Hz. Musa aleyhisselâm Rabbine sordu:
“Derece itibariyle cennet ehlinin en düşüğü nasıldır “Rab Teâla buyurdu: “O, cennet ehli cennete dahil edildikten sonra gelecek olan bir adamdır ki kendisine:
“Cennete gir!” denilir. Adam:
“Ey Rabbim nasıl gireyim. Herkes yerlerine yerleşti, mekanlarını tuttu!” der. Ona şöyle denilir:
“Sana dünya meliklerinden birinin mülkü kadar mülk verilmesine razı mısın ”
“Rabbim, razıyım!” der. Rab Teala:
“Sana bu verilmiştir. Onun misli, onun misli, onun misli, onun misli de.
“Adam beşincide:
“Ey Rabbim razı oldum (yeter)!” der. Rab Teala:
“Bu sana verildi, on misli daha verildi. Ayrıca gönlün her ne isterse, gözün neden zevk alırsa, sana hep verilmiştir!” buyurur. Adam:
“Rabbim razı oldum (yeter)” der. (Hz. Musa sormaya devam eder):
“Ya derecesi en üstün olan (nasıldır) ”
“İşte irade ettiklerim bunlardı. Onların keramet fidanlarını kendi elimde diktim ve üzerlerine mühür vurdum. Onlara hazırladığımı, ne bir göz görmüş ne bir kulak işitmiştir, hiçbir beşer kalbine de hutur etmemiştir.” [Müslim, İman 312, (189); Tirmizî, Tefsir Secde, (3196).][251]
ـ5139 ـ13ـ وعن أبي سعيد الخدري رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ: يَقُولُ اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ ‘هْلِ الْجَنَّةِ: يَا أهْلَ الْجَنَّةِ؟ فَيَقُولُونَ: لَبَّيْكَ رَبَّنَا وَسَعْدَيْكَ وَالْخَيْرُ في يَدَيْكَ. فَيَقُولُ: هَلْ رَضِيتُمْ؟ فَيَقُولُونَ: وَمَالَنَا نَرْضَى يَا رَبَّنَا، وَقَدْ أْعطَيْتَنَا مَالَمْ تُعْطِ أحَداً مِنْ خَلْقِكَ. فَيَقُولُ: أَ أُعْطِيكُمْ أفْضَلَ مِنْ ذلِكَ؟ فَيَقُولُونَ: وَأيُّ شَيْءٍ أفْضَلُ مِنْ ذلِكَ؟ فَيَقُولُ: أُحِلُّ عَلَيْكُمْ رِضْوَانِِي فََ أسْخَطُ عَلَيْكُمْ بَعْدَهُ أبَداً[. أخرجه الشيخان والترمذي .
13. (5139)- Ebu Said el-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah Teala hazretleri cennet ehline:
“Ey cennet ahalisi!” diye seslenir. Onlar:
“Ey Rabbimiz buyur! Emrine amadeyiz! Hayır senin elindedir!” derler. Rab Teala:
“Razı oldunuz mu ” diye sorar. Onlar:
“Ey Rabimiz! Razı olmamak ne haddimize! Sen bize mahlukatından bir başkasına vermediğin nimetler verdin!” Rab Teala:
“Ben sizlere bundan daha fazlasını vereyim mi ” der. Onlar:
“Bu verdiklerinden daha üstün ne olabilir ” derler. Rab Teala:
“Size rızamı helal kıldım. Artık, size ebediyyen gadab etmeyeceğim!” buyururlar.” [Buhârî, Rikak 51, Tevhid 38; Müslim, Cennet 9, (2829); Tirmizî, Cennet 18, (2558).][252]
ـ5140 ـ14ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: عُرِضَ عَليّ أوَّلُ ثَثَةٍ يَدْخُلُونَ الْجنَّةَ: شَهِيدٌ، وَعَفِيفٌ مُتَعَفِّفٌ، وَعَبْدٌ أحْسَنَ عِبَادَةَ اللّهِ وَنَصَحَ لِمَوالِيهِ[. أخرجه الترمذي .
14. (5140)- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bana cennete giren ilk üç kişi arzedildi. Bunlardan biri şehid, biri iffetli olan (ve azla yetinerek) iffetini koruyan, biri de Allah´a ibadetini güzel yapan ve efendilerine hayırhah olan bir köle idi.” [Tirmizî, Fezailu´l-Cihad 13, (1642).][253]
ـ5141 ـ15ـ وعن حارثة بن وهْب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أَ أخْبِرُكُمْ بِأهْلِ الْجَنَّةِ؟ قَالُوا: بَلى يَا رَسُولَ اللّهِ. قَالَ: كُلُّ ضَعِيف مُتَضَعِّفٍ لَو أقْسَمَ عَلى اللّهِ ‘بَرَّهُ، أَ أخْبِرُكُمْ بِأهْلِ النَّارِ؟ كُلُّ عُتُلٍّ جَوَّاظٍ مُسْتَكْبِرِ[. أخرجه الشيخان .
15. (5141)- Harise İbnu Vehb (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Size cennet ehlini haber vereyim mi ” buyurdular. Ashab:
“Evet ey Allah´ın Resulü!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Her bir biçare addedilen zayıf kimsedir. Bu kimse, bir hususta Allah´a yemin etse, Allah onun dilediğini yerine getirerek tebrie eder ve hanis kılmaz” buyurdu ve tekrar sordu:
“Size cehennem ehlini haber vereyim mi ” Bunlar kaba, cimri ve kibirli kimselerdir.” [Buhârî, Tefsir, Nun 1, Edeb 61, Eyman 9; Müslim, Cennet 46, (2853); Tirmizî, Cehennem 13, (2608).][254]
ـ5142 ـ16ـ و‘بي داوُدَ مِنْ روايةِ حارِثة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ الْجَوَّاظُ وََ الْجَعْظَرِيُّ[.قالَ و»الجَوَّاظ« الغليظ الفظ.قُلتُ: »الْجَوَّاظُ« الجموع المنوع. وقيل السمين المختال في مشيته، وقيل القصير البطين.و»الْجَعْظَرِيُّ« الفظ الغليظ، واللّه أعلم .
16. (5142)- Ebu Davud´da Harise (radıyallahu anh)´den gelen bir rivayette Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:
“Cennete ne zengin cimri, ne de kaba merhametsiz girer.” [Ebu Davud, Edeb 8, (4801).][255]
AÇIKLAMA:
Cennete giremeyecekleri belirtilen şahıslarla ilgili kelimelerin ifade ettikleri manalarda alimler ihtilaf etmiştir:
Utüll: Katı, batıl sebeple düşmanlığı ileri götüren demektir.
Cevvaz: Katı kalpli, çok biriktirip harcamaktan, hayır yapmaktan kaçınan; çok şişman, yürürken kibirlenen, kısa boylu, ağır, merhametsiz, facir, çok yiyen gibi manalara geldiği söylenmiştir.
Ca´zerî: “Kaba, kibirli, elinde olmayanla övünen gibi manalara gelmektedir.
Yapılan açıklamalardan, bu kelimelerin birbirine yakın manalarda, kötü huyları ifade etmek için kullanıldığı anlaşılmaktadır.[256]
* CEHENNEMLİKLER
ـ5143 ـ1ـ عن النّعمان بن بشير رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أهْوَنُ أهْلِ النّارِ عَذَاباً مَنْ لَهُ نَعَْنِ وَشِراكَانِ مِنْ نَارٍ يَغْلِي مِنْهُمَا دِمَاغُهُ كَما يَغْلِي الْمِرْجَلُ، مَا يَرى أنّ أحَداً أشَدّ مِنْهُ عَذَاباً وَإنّهُ ‘هْوَنُهُمْ عَذَاباً[. أخرجه الشيخان والترمذي.
1. (5143)- Nu´man İbnu Beşir (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cehennemliklerin azab cihetiyle en hafif olanı, ayağında ateşten bir nalın ve nalın bağı olan kimsedir ki, ayağındakiler sebebiyle, tıpkı tencerenin kaynaması gibi, başında dimağı kaynar. Öyle tahammülfersa bir azab duyar ki, azabca insanların en hafifi olduğu halde, kendinden şiddetli azab çeken olmadığını zanneder.” [Buhârî, Rikak 8, Müslim, İman 363,l (213); Tirmizî, Cehennem 12, (2607).][257]
ـ5144 ـ2ـ وعن سَمُرَةَ بن جُنْدَبٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنّ مِنْهُمْ مَنْ تَأخُذُهُ النّارُ الى كَعْبََيْهِ، وَمنْهُمْ مَنْ تَأخُذُهُ الى رُكْبَتَيْهِ، وَمِنْهُمْ مَنْ تَأخُذُهُ الى حُجْزَتِهِ، وَمِنْهُمْ مَنْ تَأخُذُهُ الى تَرْقُوَتِهِ[. أخرجه مسلم .
2. (5144)- Semüre İbnu Cündeb (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“(Cehennemlikler derece derecedir.) Bir kısmı vardır, ateş onları topuğuna kadar yakalar, bir kısmı vardır, dizlerine kadar yakalar, bir kısmı vardır kemere kadar yakalar, bir kısmı vardır köprücük kemiğine kadar yakalar.” [Müslim, Cennet 33, (2845).][258]
ـ5145 ـ3ـ وعن أبي الدّرْدَاءِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُلْقى عَلى أهْلِ النّارِ الْجُوعُ، فَيَعْدِلُ مَاهُمْ فيهِ مِنَ الْعَذَابِ، فَيَسْتَغِيثُونَ، فَيُغَاثُونَ بِطَعَامٍ مِنْ ضَرِيعٍ َ يُسمِنُ وََ يُغنِى مِنْ جُوعٍ فَيَسْتَغِيثُونَ بِالطَّعَامِ، فَيُغَاثُونَ بِطَعَامٍ ذي غُصَّةٍ. فَيَذكُرُونَ أنَّهُمْ كَانُوا يُجِيزُونَ الْغُصَصَ في الدُّنْيَا بِالشَّرَابِ. فيَسْتَغِيثُونَ بِالشَّرَابِ. فَيُدْفَعُ إلَيْهِمُ الْحَمِيمُ بِكََلِيبِ الْحَدِيدِ. فَإذَا أُدْنِىَ مِنْ وُجُوهِهِمْ شَوى وُجُوهَهُمْ فَإذَا دَخَلَ بُطُونَهُمْ قَطَعَ مَا في بُطُونِهِمْ فَيَقُولُونَ: اُدْعُوا خََزَنَةَ جَهَنَّمَ عَسَاهُمْ يُخَفِّفُونَ
عَنَّا فَيَدْعُونَهُمْ فَيَقُولُونَ: ألَمْ تَكُ تَأتِيكُمْ رُسُلُكُمْ بِالْبَيِّنَاتِ؟ قَالُوا: بَلى. قَالُوا: فَادْعُوا وََمَا دُعَاءُ الْكَافِرينَ إَّ في ضََلٍ. فَيَقُولُونَ: اُدْعُ مَالِكاً، فَيَقُولُونَ: يَا مَالِكُ لِيَقْضِ عَلَيْنَا رَبُّكَ. فَيُجِيبُهُمْ: إنَّكُمْ مَاكِثُونَ. قَالَ ا‘عْمَش رَحِمَهُ اللّهُ نُبِّئْتُ اَنَّ بَيْنَ دُعَائِهِمْ مَالِكاً وَإجَابَتِهِ مِقْدَارَ ألْفِ عَامٍ فَيَقُولُونَ: اُدْعُوا رَبَّكُمْ، فََ أحَدَ خَيْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ، فَيَقُولُونَ: رَبَّنَا غلَبَتْ عَلَيْنَا شِقْوَتُنَا وَكُنَّا قَوْماً ضَالِّينَ. رَبَّنَا أخْرِجْنَا مِنْهَا فإنْ عُدْنَا فإنَّا ظَالِمُونَ. قَالَ فَيُجِيبُهُمْ: اِخْسَئُوا فِيهَا وََ تُكَلّمُون. قَال: فَعِنْدَ ذلِكَ يَئِسُوا مِنْ كُلِّ خَيْرٍ، فَيأخُذُونَ في الزَّفيرِ وَالشَّهِيقِ وَيَدْعُونَ بِالْوَيْلِ وَالثُّبُورِ[. أخرجه الترمذي.وزاد رزين: ]فَيُقَالُ لَهُمْ: َ تَدْعُوا الْيَوْمَ ثُبُوراً وَاحِداً وَادْعُوا ثُبُوراً كَثِيراً[.»الضَّريعُ« نبت بالحجاز له شوك.و»الحميمُ« الماء المتناهي الحرارة.و»الزَّفيرُ« إدخال النفس الى الجوف مع صوت.و»الثبورُ« الهك .
3. (5145)- Ebu´d-Derda (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cehennem ehline açlık musallat edilir. Bu, içinde bulundukları azaba eşit dereceye ulaşır. Açlığa karşı yardım talep ederler. Onlara besleyici olmayan ve açlığı gidermeyen dari´ (denen dikenli bir ot) verilir. Tekrar yiyecek isterler, bu sefer de boğazda tıkanıp kalan bir yiyecekle imdat edilir. (Bu da boğazlarında takılır kalır, ne ileri geçer, en de geri gelir). Derken dünyada iken, bu durumda, bir içecekle takılan lokmaları kaydırdıklarını hatırlarlar ve bir içecek talep ederler. Kendilerine demir kancalar bulunan kaplarda kaynar sular verilir. Bu kaplar, yüzlerine yaklaştırılınca, yüzlerini dağlayıp atar. Su karınlarına girince içlerini param parça eder. Bu sefer de:
“Cehennemin bekçilerini çağırın, ola ki azabımızı biraz hafifletir!” derler. Onları çağırırlar. Onlar gelince:
“Size peygamberleriniz bu halleri açıklayan haberleri getirmemiş miydi ” derler. Onlar:
“Evet getirmişti (ama dinlemedik)” derler. Bunun üzerine, bekçiler:
“Siz isteyin durun! Kâfirlerin istekleri (burada) boşadır!” derler” (Gâfir 50). Cehennemlikler bekçilerden ümidi kesince:
“(Cehenneme müvekkel melek) Malik´i çağırın!” derler. (Malik gelince):
“Ey Malik (söyle de) Rabbin bizim hakkımızda ölüme hükmetsin!” derler. Malik de onlara:
“Hayır! (Siz burada canlı olarak ebedî) kalıcılarsınız!” diye cevap verecek” (Zuhruf 77).
(Hadisin ravilerinden) A´meş rahimehullah der ki: “Bana bildirildi ki, cehennemliklerin Malik´e yalvarmaları ile Malik´in onlara verdiği cevap arasında bin yıllık zaman geçecektir. Cehennemlikler, bu sefer aralarında:
“Rabbinize dua edin sizin için O´ndan daha hayırlı kimse yok!” diyecekler ve elbirlik şöyle yakaracaklar:
“Ey Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galebe çalmıştı, biz gerçekten sapıtmış kimselerdik. Ey Rabbimiz bizi bundan çıkar. Eğer (yine) küfre dönersek artık hiç şüphesiz ki zalimlerden oluruz” (Mü´minun 106-107). Rab Teala, onlara: “Cehennemin içine yıkılıp gidin! Bana bir şey söylemeyin!” diyecek” (Mü´minun 108).
Resulullah devamla dedi ki: “Bu cevap üzerine, cehennem ehli her çeşit hayırdan ümidlerini keserler; hıçkırmaya, nedamet etmeye, dövünüp yırtınmaya başlarlar.” [Tirmizî, Cehennem 5, (2589).][259]
ـ5146 ـ4ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ الْحَمِيمَ لَيُصَبُّ عَلى رُُؤُوسِهِمْ فَيَنْفُذُ حَتّى يَخْلُصَ الى جُوفِهِ فَيَسْلِتُ مَا في جَوْفِهِ حَتّى يَمْرُقَ مِنْ قَدَمَيْهِ، وَهُوَ الصَّهْرُ ثُمَّ يُعَادُ كَمَا كَانَ[. أخرجه الترمذي .
وقوله: »فَيَنْفُذُ« أي يخرق ويجوز.وقوله: »فَيَسلتُ ما في جَوْفِهِ« أي يستأصله.»حَتّى يَمْرُقَ« أي ينْفذ ويخرج.»والصَّهرُ« ا“ذابة .
4. (5146)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cehennemliklerin tepelerine kaynar su dökülür. Bu su, vücudlarının içine nüfuz eder, öyle ki karınlarına kadar ulaşır; içlerinde ne var ne yok, söker atar ve ayaklarını delip, geçer. Bu hâdise, “Bununla karınlarının içinde ne varsa hepsi ve derileri eritilecektir” (Hacc 20) ayetinde zikri geçen) eritme (es-Sahru) hâdisesidir. Sonra (eriyen cesedleri) eski haline iade edilir.” [Tirmizî, Cehennem 4, (2585).][260]
ـ5147 ـ5ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: ضِرْسُ الْكَافِرِ مِثْلُ أُحُدٍ، وَغَلِظُ جِلْدِهِ مَسِيرَةُ ثَثٍ[. أخرجه مسلم والترمذي .
5. (5147)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kâfirin cehennemdeki bir azı dişi Uhud dağı kadardır. Derisinin kalınlığı da üç gecelik yol mesafesidir.” [Müslim, Cennet 44, (2851); Tirmizî, Cehennem 3, (2580, 2581, 2582).][261]
AÇIKLAMA:
Tirmizî´nin rivayetinde, deri kalınlığı kırk iki zira´ olarak ifade edilmiştir. Farklılık, “Her kâfirin derisinin eşit kalınlıkta olmayacağı” şeklinde te´vil edilebilir. Yine Tirmizî´deki rivayetlerde bazı farklı bilgiler gelmiştir: “Kafirin uyluğu Beyza dağı kadardır. Oturduğu yer de üç gecelik mesafe, Medine´den Rebeze´ye kadar. -Bir diğer rivayette:- Medine´den Mekke´ye kadar ki uzaklıktır.” Burada da “her kâfirin oturduğu yer aynı büyüklükte olmayacak” diye te´vil edilebilir.[262]
ـ5148 ـ6ـ وعن ابنِ عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ
#: إنَّ الْكَافِرَ لَيَسْحَبُ لِسَانَهُ في النّارِ الْفَرْسَخَ وَالْفَرْسَخَيْنِ يَتَواطَّؤُهُ النّاسُ[. أخرجه الترمذي .
6. (5148)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kâfir, bir iki fersah uzunluğundaki dilini kıyamet günü yerde sürür, (Mevkıf´te) insanlar onun üzerine basarlar.” [Tirmizî, Cehennem 3, (2583).][263]
ـ5149 ـ7ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ أوَّلَ مَنْ يُدْعَى يَوْمَ الْقِيَامَةِ آدَمُ. فيَقُولُ: يَا آدَمُ. فَيَقُولُ: لَبَّيْكَ وَسَعْدَيْكَ. فَيَقُولُ: أخْرِجْ بَعْثَ جَهَنَّمَ مِنْ ذُرِّيَّتِكَ. فَيَقُولُ: يَا رَبِّ: كَمْ أخْرِجُ؟ فَيَقُولُ: أُخْرِجْ مِنْ كُلِّ مِائَةٍ تِسْعَةً وَتِسْعِينَ. قِيلَ: فَمَا يَبْقى مِنَّا يَا رَسُولَ اللّهِ؟ قَالَ: إنَّ أُمَّتِي في اُمَمِ كَالشَّعْرَةِ الْبيْضَاءِ في الثَّوْرِ ا‘سْوَدِ[. أخرجه البخاري .
7. (5149)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet günü ilk çağırılacak olan, Hz. Adem´dir. Hak Teala hazretleri:
“Ey Âdem!” der. Hz. Âdem:
“Buyur ey Rabbim, emrindeyim!” der. Rabb Teala:
“Zürriyetinden cehenneme gidecekleri ayır!” emreder. Adem:
“Ey Rabbim ne miktarını ayırayım ” diye sorar. Rabb Teala:
“Her yüzden doksan dokuzunu!” ferman buyurur.”
(Ashab bu esnada atılıp): “Ey Allah´ın Resulü! Bizden geriye ne kaldı ” derler. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Benim ümmetim, diğer ümmetler yanında siyah öküzün başındaki beyaz tüy gibi (az)dır!” buyurdular.” [Buhârî, Rikak 45.][264]
ـ5150 ـ8ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ
إبْرَاهِيمَ يَرى أبَاهُ آزَرَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلَيْهِ الْغَبْرَةُ وَالْقَتَرَةُ. فَيَقُولُ لَهُ إبْرَاهِيمُ: ألَمْ أقُلْ لَكَ َ تُعْصِنِي. فَيَقُولُ لَهُ أبُوهُ: فَاليَوْمَ َ أعْصِيكَ. فَيَقُولُ إبْرَاهِيمُ: يَا رَبِّ ألَمْ تَعِدْنِي أنَّكَ َ تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ، فأىَّ خِزْيٍ أخْزَى مِن أبِي ا‘بْعَدِ. فَيَقُولُ اللّهُ: إنِّي حَرَّمْتُ الْجَنَّةَ عَلى الْكَافِرينَ. ثُمَّ يُقَالُ: يا إبْرَاهيمُ: مَا تَحْتَ رِجْلَيْكَ؟ فَيَنْظُرُ فإذَا هُوَ بِذيخٍ مُلْتَطِخٍ، فَيُؤْخَذُ بِقَوائِمِهِ، فَيُلْقَى في النَّارِ[. أخرجه البخاري.»القتَرةُ« غبرة معها سواد.و»الذِّيخُ« ذكر الضباع .
8. (5150)- Yine Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Hz. İbrahim aleyhisselam, kıyamet günü, babası Azer´i [yüzü] üzerinde bir siyahlık ve toz toprak olduğu halde görür. Babasına:
“Ben sana dünyada iken, “Bana asi olma!” demedim mi ” der. Babası ona:
“İşte bugün ben artık sana asi olmayacağım!” der. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam:
“Ey Rabbim! Sen yeniden diriltme gününde beni rüsvay etmeyeceğini vaadetmiştin. Rahmetten uzak babamın halinden daha rüsvay edici başka ne var ” diye yakarır. Allah Teala hazretleri:
“Ben cenneti kâfirlere haram kıldım!” cevabında bulunur. Sonra şöyle nida edilir:
“Ey İbrahim, ayaklarının altında ne var, biliyor musun ” İbrahim yere bakar ve kana bulanmış bir sırtlan görür. Derhal ayaklarından tutulup ateşe atılır. (İşte bu, İbrahim´in babasıdır, o çirkin surete sokulmuştur).” [Buhârî, Enbiya 8, Tefsir, Şuara 1.][265]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste, ahirette kâfir olarak ölenlere rahmet edilmeyeceği, kişi kâfir olarak öldüğü takdirde en yüce makama bile sahip olsa oğlunun hiçbir fayda sağlayamayacağı ifade edilmektedir. Halilullah olan Hz. İbrahim, babasına yardımcı olmak isteyecek, ancak babası kâfir olarak öldüğü için şefaati kabul edilmeyecektir.
2- Azer´in sırtlan suretine çevrilmesi iki sebebe dayandırılarak izah edilmiştir:
1) Ahmaklığı sebebiyledir. Çünkü sırtlan uyanık olması gereken şeylerde gafletiyle bilinir ve hayvanların en ahmağı addedilir. Azer de oğlunun uyarılarına rağmen ahmaklık edip, eliyle yonttuğu putlara uluhiyet izafe etmekten vazgeçmemiştir.
2) Azer´in o pis ve çirkin surete çevrilmesi, Hz. İbrahim´in ondan teberri etmesini sağlamak içindir. Tabii görünüşüyle ateşe atılsa, Hz. İbrahim üzülecek idi. Böyle olunca nefsi ondan nefret etmiştir.[266]
* CENNETLİKLERİN VE CEHENNEMLİKLERİN MÜŞTEREKEN ZİKREDİLDİGİ HADİSLER
ـ5151 ـ1ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: تَحَاجَّتِ الْجَنَّةُ والنّارُ: فَقَالَتِ النَّارِ: أُوثِرْتُ بِالْمُتَكَبِّرينَ وَالْمُتَجَبِّرِينَ، وَقَالَتِ الْجَنَّةُ: فَمَا لِي َ يَدْخُلُنِي إَّ ضُعَفَاءُ النّاسِ وَسَقَطُهُمْ؟ فقَالَ اللّهُ تَعالى لِلْجَنَّةِ: أنْتِ رَحْمَتِي أرْحَمُ بِكِ مَنْ أشَاءُ مِنْ عِبَادِي، وقَالَ لِلنّارِ: أنْتِ عَذَابِي أُعَذِّبُ بِكِ مَنْ أشَاءُ مِنْ عِبَادِي، وَلِكُلِّ وَاحِدَةٍ مِنْكُمَا مِلْؤُهَا. فأمَّا النّارُ فََ تَمْتَلِئُ حَتّى يَضَعَ اللّهُ تَبَارَكَ وَتعالى فيهَا رِجْلَهُ. فَتَقُولُ: قَطِ قَطِ. فَهُنَالِكَ تَمْتَلئُ وَيُزْوَى بَعْضُهَا الى بَعْضٍ وََ يَظْلِمُ اللّهُ تعالى مِنْ خَلْقِهِ أحَداً. وَاَمَّا الْجَنَّةُ فإنَّ اللّهَ يُنْشِئُ لَهَا خَلْقاً[. أخرجه الشيخان والترمذي.»السقط« في ا‘صل المزدرى به. ومنه السقط: الردئ من المتاع .
1. (5151)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennet ve cehennem, aralarında (ihtilaf ederek Allah nezdinde ) dava açtılar. Cehennem:
“Ben, mütekebbirler (dünyada büyüklük taslayanlar) ve mütecebbirler (zorbalık yapanlar) için tercih edildim!” diye dövündü. Cennet ise:
“[Ey Rabbim!] Bana niçin sadece zayıflar ve (insanlar nazarında) düşük olanlar, (hakir görülenler) girer ” dedi. Allah Teala hazretleri önce cennete hitap etti:
“Sen benim rahmetimsin. Kullarımdan dilediklerime rahmetimi seninle ulaştıracağım!” Sonra da cehenneme hitap etti:
“Sen de benim azabımsın. Kullarımdan dilediğimi seninle azablandıracağım!” (Her ikisine yönelerek):
“İkiniz(in de vazifesi var! İkiniz de) dolacaksınız!” buyurdu. Ancak cehennem, bir türlü dolmak bilmedi. Allah Teala da ayağını üzerine bastı. Derken cehennem:
“Yeter! yeter!” diye inledi. Bu suretle dolmuş olan cehennemin ağzı birbirine kavuştu. Allah mahlukatından hiçbir ferde asla zulmetmez.
Cennete gelince, Allah yeni mahlukat yaratarak onu dolduracaktır.” [Buhârî, Tefsir, Kaf 1, Tevhid 25; Müslim, Cennet 35, (2846); Tirmizî, Cennet 22, (2564).][267]
AÇIKLAMA:
Burada idrak ve şuurdan uzak bilinen cennet ve cehennemin konuşması, iddialaşması vs. mevzubahistir. Alimler, hadisi izahta farklı görüşler ileri sürmüştür. Bir kısmı zahirî mananın te´vil edilmesi gereğini kabul eder. Nevevî der ki: “Bu hadis zahiri üzeredir, te´vil gerekmez. Allah, cennet ve cehenneme temyiz ve idrak yaratmıştır. Dolayısıyle münakaşa ve mübaheseye muktedirler.” İbnu Battal, Mühelleb´in: “Bu münakaşanın gerçekten vukuu caizdir, Allah onlarda hayat, fehim ve konuşma yaratmış olabilir. Allah Teala hazretleri herşeye kadirdir” dediğini kaydeder.
Bazı şarihler, mecaz olmasının caiz olduğunu söyler ve Mülk suresinde cehennemin sözü olarak geçen “Daha var mı ” ifadesinin de böyle olduğunu belirtir. Bu ihtilafta cehennemin, kendisine gelenlerle övündüğünü görmekteyiz. Zannetmiştir ki, dünyadaki büyüklerin içine atılması, Allah nezdinde, kendisine cennetten daha iyi bir durum kazandırmaktadır. Cennet de kendisine hep Allah´a dost olanların konması sebebiyle Allah nezdinde cehennemden daha iyi bir mevkie sahip olduğu zannındadır. Ancak Allah Teala hazretleri, onlara, içinde iskan edilenler sebebiyle birinin diğerine bir üstünlükleri olmadığını belirtmektedir.
Cennet ve cehennemin bir cüz´üne, Allah´ın konuşma hassası vererek onları konuşturabileceğini kabul edip, hadisin zahire göre anlaşılmasını esas alan müfessirlerden bazıları “Ahiret yurdu hayatın ta kendisidir” (Ankebut 64) ayetini de delil getirirler. Bunlara göre “Ahirette her ne varsa canlıdır. Cennet ve cehennem de canlıdır, öyleyse konuşmaları sahihtir.”
Lisan-ı halin de muhtemel olduğu söylenmişse de çoğunluk nezdinde, Nevevî´nin belirttiği mülahaza evladır.[268]
ـ5152 ـ2ـ وعن أبي سعيدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أمَّا أهْلُ النّارِ الّذِينَ هُمْ أهْلُهَا فإنَّهُمْ َ يَمُوتُونَ فيهَا وََ يَحْيَوْنَ وَلَكِنْ نَاسٌ أصَابَتْهُمُ النّارُ بِذُنُوبِهِمْ فأمََاتَتْهُمْ إمَاتَةً. حَتّى إذَا كَانُوا فَحْماً أُذِنَ في الشَّفَاعَةِ، فَجئَ بِهِمْ ضَبَائِرَ ضَبَائِرَ، فَبُثُوا عَلى أنْهَارِ الْجَنَّةِ. ثُمَّ قِيلَ: يَاأهْلَ الْجَنَّةِ، أفيضُوا عَلَيْهِمْ مِنَ الْمَاءِ. فَيَنْبُتُونَ نَبَاتَ الْحِبّةِ في حَمِيلِ السَّيْلِ[. أخرجه مسلم .
2. (5152)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Hakkıyla cehennemlik olan cehennemlikler var ya, onlar cehennemde ne ölürler ne de yaşarlar. Lakin günahları -yahut hataları denmiştir- sebebiyle ateşe duçar olan birkısım kimseler vardır ki, ateş onları tamamen öldürür. Yanıp kömür olduktan sonra, kendilerine şefaat edilme izni verilir. Böylece grup grup getirilirler ve cennet nehirlerine dağıtılırlar. Sonra:
“Ey cennet ehli! Bunların üzerlerine su dökün” denilir. Bunlar, sel yatağında biten bir ot gibi yeniden biterler.” [Müslim, İman 306, (185).][269]
ـ5153 ـ3ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُخَلَّصُ الْمُؤْمِنُونَ مِنَ النّار، فَيُحْبَسُونَ على قَنْطَرَةٍ بَيْنَ الْجَنَّةِ
وَالنّارِ، فَيُقْتَصُّ لِبَعْضِهِمْ مِنْ بعْضٍ مَظَالِمَ كَانَتْ بَيْنَهُمْ في الدُّنْيَا، حَتّى إذَا هُذِّبُوا وَنُقُّوا أُذِنَ لَهُمْ في دُخُولِ الْجَنَّةِ. فَوَالّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ ‘حَدُهُمْ أهْدَى بِمَنْزِلِهِ في الْجَنَّةِ مِنْهُ بِمَنْزلِهِ كَانَ في الدُّنْيَا[. أخرجه البخاري .
3. (5153)- Yine Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Mü´minler cehennemden kurtarılıp, cennetle cehennem arasındaki köprüde bir müddet hapsedilirler. Bu sırada, aralarında dünyada geçmiş olan haksızlıklar kısas edilir. Böylece günahlardan temizlenip paklandıktan sonra cennete girmelerine izin verilir. Nefsimi kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal´e yemin olsun, onlardan herbiri, cennetteki evini, dünyadaki evinden daha iyi bilir.” [Buhârî, Mezalim 1, Rikak 48.][270]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste, imanla kabre giren herkesin, günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gireceği belirtilmektedir. Ancak, cehennemliklerin birbirlerine karşı işlemiş oldukları zulümler de son defa kısas edilip, günahtan eser kalmadıktan sonra, “şefaat”le cennete alınacaklardır. Hadis, günah kiri bulunan kimsenin cennete giremeyeceğini ifade eden “Üzerinde kul hakkı bulunan hiç kimse cennete giremez” hadisini te´yid eder.
2- Hadisten hareketle bazı alimler “Cennetle cehennem arasında da bir köprü olmalı” diyerek cehennem üzerindeki köprüden ayrı ikinci bir köprünün daha varlığını iddia etmiştir. Ancak umumiyetle, bunun malum köprünün uzantısı olacağı kabul edilmiştir.
3- Hadiste mevzubahis edilen temizlenme hadisesi, birbirlerine karşı hakları olan kimsenin günahını verip sevabını alma şeklinde bir ödeşmedir. Mevzubahis olan temizlenme bu suretle cereyan edecektir. Üzerinde ödenmemiş kul hakkı bulunan kimse, ona kendi sevabından verecek ve şahsî derecesini düşürecektir Öbürü de sevabını almakla derecesini yüceltecektir, alacak sevabı kalmamışsa, bunun günahından ona yüklenecektir.[271]
ـ5154 ـ4ـ وعن عِمْرَانِ بْنِ حُصَيْن رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَخْرُجُ قَوْمٌ مِنَ النّارِ بِشَفَاعَةِ مُحَمّدٍ # فَيَدْخُلُونَ
الْجَنَّةَ، يُسَمَّوْنَ الْجَهَنّمِيِّينَ[. أخرجه البخاري وأبو داود والترمذي .
4. (5154)- İmran İbnu Husayn (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´in şefaati ile, birkısım insanlar cehennemden çıkacak, cennete girecektir. Bunlara cehennemlikler denecektir.” [Buhârî, Rikak 513, Ebu Davud, Sünnet 23, (4740); Tirmizî, Cehennem 10, (2603).][272]
ـ5155 ـ5ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ رَجلَيْنِ مِمَّنْ يَدْخُلُ النّارَ يَشْتَدُّ صِيَاحُهُمَا فيهَا، فَيَقُولُ اللّهُ تَعالى: أخْرِجُوهُمَا. ثُمَّ يَقُولُ: ‘يِّ شَىْءٍ صِيَاحُكَما؟ فَيَقُونِ: فَعَلْنَا ذلِكَ لِتَرْحَمَنا. فَيقُولُ: إنَّ رَحْمَتِي لَكُمَا أنْ تَنْطَلِقَا فَتُلْقِيَا أنْفُسَكما في النّارِ. فَيَنْطَلِقَانِ. فَيُلْقِي أحَدُهُمَا نَفْسَهُ، فَيَجْعَلُهَا اللّهُ عَلَيْهِ بَرْداً وَسَماً. وَيَقُومُ اŒخَرُ فََ يُلْقِي نَفْسَهُ. فَيَقُولُ اللّهُ تَعالى: مَا مَنَعَك أنْ تُلْقي نَفْسَكَ كَمَا ألْقى صَاحِبُك؟ فَيَقُولُ: يَا رَبِّ إنِّي ‘رْجُو أنْ َ تُعِيدُنِي فيهَا بَعْدَ أنْ أخْرَجْتَنِي مِنْهَا. فَيَقُولُ اللّهُ تَبَارَكَ وَتَعالى: لَكَ رَجَاؤُكَ. فَيُدْخََنِ الْجَنَّةَ مَعاً بِرَحْمَةِ اللّهِ تَعالى[. أخرجه الترمذي .
5. (5155)- Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cehenneme giren iki kişinin oradaki bağırtıları şiddetlenecek. Allah Teala hazretleri: “Çıkarın bunları!” buyuracak. Onlara:
“Niçin bağırıyorsunuz ” diye soracak. Onlar:
“Bize merhamet edesin diye böyle yaptık!” diyecekler. Rab Teala:
“Benim size rahmetim, gidip kendinizi ateşe atmanız şeklindedir!” buyuracak. Onlar gidecekler. Biri kendisini ateşe atacak. Allah da ateşi ona soğuk ve selametli kılacak. Diğeri kalkar fakat kendini ateşe atamaz. Allah Teala hazretleri:
“Arkadaşının attığı gibi, seni de kendini atmaktan alıkoyan nedir ” diye sorar. Adam:
“Ey Rabbim, beni ondan çıkardıktan sonra oraya bir kere daha göndermeyeceğini ümid ediyorum!” der. Allah Teala hazretleri:
“Haydi ümidini verdim!” der. İkisi de Allah´ın rahmetiyle cennete sokulurlar.” [Tirmizî, Cehennem 10, (2602).][273]
ـ5156 ـ6ـ وعن ابْنِ مَسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: آخِرُ مَنْ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ رَجُلٌ، فَهُوَ يَمْشِي مَرَّةً، وَتَسْفَعُهُ النَّارُ مَرَّةً، فإذَا جَاوَزَهَا الْتَفَتَ إلَيْهَا، فقَال: تَبَارَكَ اللّهُ الّذِي نَجَّانِي مِنْكِ. لَقَدْ أعْطَانِى اللّهُ تَعالى شَيْئاً مَا أعْطَاهُ أحَداً مِنَ ا‘وَّلِىنَ وَاŒخَرِينَ. فَتُرْفَعُ لَهُ شَجَرَة. فَيَقُولُ: يَا رَبِّ أدْنِنِي مِنْ هذهِ الشَّجَرَةِ ‘سْتَظِلَّ بِهَا وَأشْرَبَ مِنْ مَائِهَا. فَيَقُولُ اللّهُ يَاابْن آدَمَ لَعَلِّي إنْ أعْطَيْتُكَهَا تَسْألُنِي غَيْرَهَا؟ فَيَقُولُ: يَا رَبِّ أسْأَلُكَ غَيْرَهَا، وَيُعَاهِدُهُ أنْ َ يَسألَهُ غَيْرَهَا. وَرَبُّهُ يَعْذُرُهُ، ‘نَّهُ يَرى مَا َ صَبْرَ لَهُ عَلَيْهِ. فَيُدْنِيهِ مِنْهَا فَيَسْتَظِلُّ بِظِلِّهَا وَيَشْرَبُ مِنْ مَائِهَا. ثُمَّ تُرْفَعُ لَهُ شَجَرَةٌ هِيَ أحْسَنُ مِنَ ا‘ولى. فَيَقُولُ: يَا رَبِّ أدْنِنِي مِنْ هذِهِ ‘سْتَظِلَّ بِظِلِّهَا وَأشْرَبَ مِنْ مَائِهَا، َ أسْألُكَ غَيْرَهَا. فَيَقُولُ: يَا ابْنَ آدَمَ ألَمْ تُعَاهِدُنِي أنْ َ تَسْألَنِي غَيْرَهَا؟ لَعَلِّي إنْ أدْنَيْتُكَ مِنْهَا تَسْألُنى غَيْرَهَا؟ فَيُعَاهِدُهُ أنْ َ يَسْألَهُ غَيْرَهَا، وَرَبُّهُ يَعْذِرُهُ ‘نَّهُ يَرى مَا َ صَبْرَ لَهُ عَلَيْهِ فَيُدْنِيهِ مِنْهَا، فَيَسْتَظِلُّ بِظِلِّهَا وَيَشْرَبُ مِنْ مَائِهَا. ثُمَّ تُرْفَعُ لَهُ شَجَرَةٌ عِنْدَ بَابِ الْجَنَّةِ هِىَ أحْسَنُ مِنْ ا‘ولَتَيْنِ. فَيقُولُ: يَا رَبِّ أدْنِنِي مِنْ هذهِ ‘سْتَظِلَّ بِظِلِّهَا وَأشْرَبَ مِنْ مَائِهَا َ أسْألُكَ غَيْرَهَا. فَيَقُولُ: يَا ابْنَ آدَمَ، ألَم تُعَاهِدْنِى أنْ َ تَسْألنِي غَيْرَهَا؟ قَالَ: بَلى يَا رَبِّ، َ أسْألُكَ غَيْرَهَا. وَربُّهُ يَعْذُرُهُ ‘نَّهُ يَرى مَاَ صَبْرَ لَهُ عَلَيْهِ فَيُدْنِىهِ مِنْهَا. فإذَا أُدْنِيَ مِنْهَا سَمِعَ أصْوَاتَ أهْلِ الْجَنَّةِ، فَيَقُولُ: أيْ رَبِّ أدْخِلْنِي الْجَنَّةَ.
فَيَقُولُ: يَا ابْنَ آدَمَ مَا يُصَرِّينِي مِنْكَ؟ ايُرْضِيكَ أنْ أُعْطِيكَ قَدْرَ الدُّنْيَا وَمِثْلَهَا مَعَهَا. فَيَقُولُ: يَا رَبِّ أتَسْتَهْزِئُ بِى، وَأنْتَ رَبُّ الْعَالَمِينَ. فَضَحِكَ ابْنُ مَسْعُودٍ. فقَالَ: أَ تَسْألُونِي مِمَّ ضَحِكْتُ؟ فَقيلَ: مِمَّ تَضْحَكُ؟ فقَالَ: هكذَا ضَحِكَ رَسُولُ اللّهِ #. فَقِيلَ مِمَّ تَضْحَكُ؟ فقالَ مِنْ ضَحِكِ رَبِّ الْعَالَمِينَ حِينَ قَالَ: أتَسْتَهْزِئُ بِي وَأنْتَ رَبُّ الْعَالَمِينَ. فَيَقُولُ: إنِّي َ أسْتَهْزِئُ بِكَ وَلكِنِّي عَلى مَا أشَاءُ قَادِرٌ[. أخرجه مسلم.قوله »مَا يُصرِّينِي مِنْكَ« أي ما الذي يرضيك ويقطع مسألتك، من التصرية، وهى الجمع والقطع. ومنه المصراة التي جمع لبنها وقطع حلبه .
6. (5156)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennete en son giren kimse, bazan yürür, bazan ağlar. Ateş de arada sırada onu yalar geçer. Cehennemi tamamen geçince dönüp ona bir nazar eder ve:
“Senden beni kurtaran Allah münezzehdir! Allah Teala hazretleri, bana evvelîn ve ahirînden hiç kimseye vermediği şeyi verdi!” der. Derken ona bir ağaç gösterilir.
“Ya Rabbi! der, beni şu ağaca yaklaştır da altında gölgeleneyim, suyundan içeyim.” Allah Teala hazretleri:
“Ey ademoğlu! Dilediğini versem benden başka bir şey istemezsin değil mi ” der. Adam:
“Ey Rabbim, ondan başka bir şey istemeyeceğim!” der ve başka bir şey istemeyeceğine dair söz verir. Rabbi de onun özrünü kabul eder. Çünkü o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Onu ağaca yaklaştırır. Adamcağız, onun gölgesinde gölgelenir, suyundan içer. Sonra adama, evvelkinden daha güzel bir ağaç daha gösterilir. Dayanamayıp:
“Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır, gölgesinde gölgeleneyim, suyundan içeyim, artık senden başka bir şey istemeyeceğim!” der. Allah Teala:
“Ey ademoğlu! Bana öncekinden başkasını istememeye söz vermemiş miydin Ben seni yaklaştıracak olsam başka şeyler isteyeceksin!” der. Adam, başka şey istemeyeceği hususunda söz verir. Rabbi de onu mazur görür. Çünkü o, sabredemeyeceği şeyi görmüştür. Adamı ona yaklaştırır. Adam onun gölgesinde gölgelenir, suyundan içer.
Sonra ona cennetin kapısının yanında bir ağaç yükseltilir. Bu ağaç diğer ikisinden daha güzeldir. Adam yine:
“Ey Rabbim! Beni şuna yaklaştır da gölgesinde gölgeleneyim, suyundan içeyim, senden başka bir şey istemiyorum!” der. Rab Teala:
“Ey ademoğlu! Sen, ondan başka bir şey istemeyeceğine dair bana söz vermemiş miydin ” der. Adam:”Evet, Rabbim! Senden, başka bir şey istemeyeceğim!” der. Rabbi onu mazur görür. Çünkü o, sabredemeyeceği bir şey görmüştür. Onu bu ağaca yaklaştırır. Adam ona yaklaştırılınca cennet ehlinin seslerini işitir. (Dayanamayıp):
“Ey Rabbim! Beni cennete sok!” der. Rab Teala:
“Ey ademoğlu! Beni senden kurtaracak şey nedir! Dünya kadarını ve beraberinde mislini versem razı olur musun!” der. Adam:
“Ey Rabbim! Benimle istihza mı ediyorsun Sen ki Âlemlerin Rabbisin!” der.”
İbnu Mes´ud bu noktada güldü ve:
“Niye güldüğümü sormuyor musunuz ” dedi.
“Niye güldün söyle!” dediler.
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) da böyle gülmüştü. “Niye güldünüz ” diye soruldu da:
“Rabbülalemin´in, adamın “Sen ki Âlemlerin Rabbisin, benimle istihza mı ediyorsun ” demesine gülmesine gülüyorum!” dedi.
Allah Teala hazretleri:
“Ben seninle istihza etmiyorum. Lakin ben, Azimüşşan dilediğimi yapmaya kadirim!” buyurdular.” [Müslim, İman 310, (187).] [274]
DÖRDÜNCÜ BAB:
RÜ´YETULLAH (ALLAH´IN GÖRÜLMESİ)
ـ5157 ـ1ـ عَنْ جرير بنِ عَبْدُاللّهِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نظَرَ رَسُولُ اللّهِ # الى الْقَمَرِ لَيْلَةَ الْبَدْرِ. فقَالَ: إنَّكُمْ سَتَرَوْنَ رَبَّكُمْ عَيَاناً كَمَا تَرَوْنَ هذَا الْقَمَرَ َ تُضَامُونَ في رُؤْيَتِهِ. فإنِ اسْتَطَعْتُمْ أنْ َ تُغْلَبُوا عَلى صََةٍ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا فَافْعَلُوا. ثُمَّ قَرأ: وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشّمْسِ وَقَبْلَ الْغُروبِ[. أخرجه الخمسة إ النسائي .
1. (5157)- Cerir İbnu Abdillah (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir dolunay gecesi, aya baktı ve:
“Siz şu ayı gördüğünüz gibi, Rabbinizi de böyle perdesiz göreceksiniz ve O´nu görmede bir sıkışıklığa düşmeyeceksiniz (herkes rahatça görecek). Artık, güneşin doğma ve batmasından önce hiç bir namaz hususunda size galebe çalınmamasına gücünüz yeterse bunu yapın (namazları vaktinde kılın, vaktini geçirmeyin).”
Cerir der ki: “Resulullah, sonra şu ayeti okudu: “Rabbini güneşin doğmasından ve batmasından önce hamd ile tesbih et!” (Taha 130). [Buhârî, Mevakitu´s-Salat 6, 26, Tefsir, Kaf 1, Tevhid 24; Müslim, Mesacid 211, (633); Ebu Davud, Sünnet 20, (4729); Tirmizî, Cennet 16, (2554).][275]
AÇIKLAMA:
1- Sadedinde olduğumuz hadis, kıyamet günü mü´minlerin, Allah Teala´yı gözleriyle göreceklerini ifade ediyor. Rü´yetullah meselesi, ulema arasında derin tahlillere ve münakaşalara mevzu olmuş kelamî bir meseledir. Şu kadarını söyleyelim: Ehl-i Sünnet uleması ahirette Allah´ı mü´minlerin göreceği hususunda müttefiktir. Bu meselede, pek çok hadisten başka, Kur´an-ı Kerim´den de delil gösterilmiştir. “O gün yüzler vardır ter ü tazedir, Rablerini görecektir” (Kıyamet 22-23). Haricîler, Mu´tezile ve Mürcie´denbazıları “Görme işi, görülen şeyin mahluk olmasını bir mekan işgal etmesini gerektirir” mülahazasıyla rü´yetullahı inkar etmişler, mezkur ayette geçen (görecek) kelimesini (bekleyecek) diye te´vil etmişlerdir. Kendi görüşlerine delil olarak: “O´nu gözler idrak edemez” (En´am 103) ayetiyle, Hz. Musa hakkında söylenmiş olan “Sen beni göremeyeceksin” (A´raf 143) ayetlerini zikretmişlerdir. Ancak Ehl-i Sünnet, bu ayetlerin dünyadaki görmeyi nefyettiğini söyleyerek, onların iddiasına itibar etmemiştir.
2- Hadiste geçen (sıkışıklığa düşmeyeceksiniz) tabiri, rivayetlerde farklı imlalarla gelmiştir. Hepsi, görme olacağını ifade etmede bütünleştiler. Sözgelimi hilalin görülmesi rahat değildir, bazıları zorlanır, belli noktalarda görüldüğü için tezahum ve sıkışıklık mevzubahis olabilir. Halbuki dolunay görülmesi herkes tarafından, zahmetsizce vukua gelir, birbirlerini itmeye de gerek kalmaz. İşte kıyamette Rab Teala´nın görülmesi bu çeşitten bir görülmedir.[276]
ـ5158 ـ2ـ وعن صُهيب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا دَخَلَ أهْلُ الْجَنَّةِ الْجَنَّةَ يَقُولُ اللّهُ تَعالى: تُرِيدُونَ شَيْئاً أزِيدُكُمْ؟ فَيَقُولُونَ: ألَمْ تُبَيِّضْ وُجُوهَنَا، ألَمْ تُدْخِلْنَا الْجَنَّةَ، ألَمْ تُنْجِنَا مِنَ النّارِ؟ قَالَ: فَيُكْشَفُ الْحِجَابُ. فَمَا أُعْطُوا شَيْئاً أحَبَّ إليْهِمْ مِنَ النَّظَرِ الى رَبِّهِمْ تَبَارَكَ وَتعالى. ثُمَّ تَ هذِهِ اŒيَةَ: لِلَّذِينَ أحْسَنُوا الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ[. أخرجه مسلم والترمذي .
2. (5158)- Hz. Süheyb (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennetlikler cennete girince Allah Teala hazretleri:
“Bir şey daha istiyorsanız söyleyin, onu da ilaveten vereyim!” buyurur. Cennetlikler:
“Sen bizim yüzlerimizi ak etmedin mi Sen bizi cennete koymadın mı Sen bizi cehennemden kurtarmadın mı (daha ne isteyeceğiz )” derler. Derken perde açılır. Onlara, yüce Rablerine bakmaktan daha sevimli bir şey verilmemiştir.”
Süheyb der ki: “Resulullah bu sözlerinden sonra şu ayeti tilavet buyurdular.
(Mealen): “İyi iş, güzel amel yapanlara, daha güzel iyilik bir de ziyade vardır” (Yunus 26). [Müslim, İman 297, (181); Tirmizî, Cennet 16, (2555).][277]
ـ5159 ـ3ـ وعن أبِِى ذَرٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَألْتُ رَسُولَ اللّهِ #: هَلْ رَأيْتَ رَبّكَ تَعالى؟ قَالَ: نُورٌ، أنّي أرَاهُ[. أخرجه مسلم والترمذي .
3. (5159)- Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a: “Sen Rab Teala´nı hiç gördün mü ” diye sordum.
“Nurdur, ben O´nu nasıl görürüm” buyurdular. ” [Müslim, İman 291, (178); Tirmizî, Tefsir, Necm, (3278).][278]
AÇIKLAMA:
Nevevî, bu hadisin manasını şöyle tavzih eder: “Bunun manası: “O´nun hicabı (perdesi) nurdur, O´nu ben nasıl görebilirim ” demektir. İmam Ebu Abdillah el-Mazirî de: “…manası: “Nur, görmede bana mani oluyor, tıpkı herkes için olduğu gibi: Işık gözü kamaştırır, bakanla, araya girdiği eşyanın bakan tarafından görülmesine mani olur” demektir.”
Müslim´in bir rivayetinde, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ebu Zerr´in “Rabbini gördün mü ” sorusuna verdiği cevap “Bir nur gördüm” şeklindedir. Bunu şarihler: “Ben, nur gördüm o kadar, başka bir şey görmedim” şeklinde tavzih ederler.
İki rivayet zahirde zıt gibi görünür ise de, aslında böyle bir zıddiyet yoktur. Aynı manada birleşirler. Çünkü birincide kastedilen, gözün görmekten aciz kalacağı baskın nurdur. Resulullah bunu göremediğini ifade buyurmaktadır. İkinci nur, birinci perde olan, görülebilecek bir nurdur. Resulullah bu perde nuru görmüştür. Nitekim gece karanlığında bakılınca karşıdan bize ışık tutulsa ışığı görürüz, ancak gerisini göremeyiz.
Allah´ın nura nisbetini ifade eden nassları te´vil ederek anlamaya çalışan bir kısım alimler, “Allah semavat ve arzın nurudur” ayeti ile, Allah´ı nur olarak ifade eden diğer hadisleri “Allah nurun halıkıdır” şeklinde bir te´vile tabi tutarlar. Bunlara göre Allah´a nur demek, teşbih olmaktadır. Zira, nur, bir nevi cisimdir. Halbuki Allah “Onun bir benzeri yoktur.”
Mevzu, müteakip hadiste daha da açıklığa kavuşacak.[279]
ـ5160 ـ4ـ وعن مسروق قال: ]قُلْتُ لِعَائِشَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها. يَاأُمَّتَاهُ: هَل رَأى مُحَمّدٌ # رَبَّهُ؟ فَقَالتْ: لَقَدْ قَفَّ شَعْرِي مِمّا قلْتَ. أيْنَ أنْتَ مِنْ ثَثٍ، مَنْ حَدّثَكَهُنَّ فَقَدْ كَذَبَ. مَنْ حَدّثَكَ أنَّ مُحَمّداً رأى رَبَّهُ فَقَدْ كَذَبَ. ثُمَّ قَرَأتْ: َ تُدْرِكُهُ ا‘بْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ ا‘بْصَارَ. وَمَنْ حَدّثَكَ أنَّهُ يَعْلَمُ مَا في غَدٍ فَقَدْ كَذَبَ. ثُمَّ قَرَأتْ: وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ مَاذَا تَكسِبُ غَداً؛ وَمَنْ حَدّثَكَ أنَّهُ كَتَمَ شَيْئاً مِنَ الْوَحْيِ فَقَدْ كَذبَ. ثُمَّ قَرأتْ: يَا أيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغَ مَا أُنْزِلَ إلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ اŒيةَ: وَلَكِنَّهُ رَأى جِبْرِيلَ في صُورَتِهِ مَرَّتَيْنِ[. أخرجه الشيخان والترمذي .
4. (5160)- Mesruk rahimehullah anlatıyor: “Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´ye dedim ki: “Ey anneciğim! Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm) Rabbini gördü mü ” Bu soru üzerine:
“Söylediğin sözden tüylerim ürperdi. Senin üç hatalı sözden haberin yok mu Kim onları sana söylerse yalan söylemiş olur. Şöyle ki: Kim sana: “Muhammed Rabbini gördü” derse yalan söylemiş olur.
(Hz. Aişe bu noktada, sözüne delil olarak) şu ayeti okudu. (Mealen): “Onu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder” (En´am 103).
Devamla dedi ki: “Kim sana derse ki Muhammed yarın olacak şeyi bilir, yalan söylemiştir. Zira ayet-i kerimede (mealen): “Hiçbir nefis yarın ne kesbedeceğini bilemez” (Lokman 34) buyrulmuştur. Kim sana Muhammed´in vahiyden bir şey gizlediğini söylerse o da yalan söylemiştir. Çünkü ayet-i kerimede (mealen): “Ey Peygamber! Sana Rabbinden her indirileni tebliğ et. Şayet bunu yapmazsan Allah´ın risaletini tebliğ etmiş olmazsın” (Maide 67) buyrulmuştur. Lakin Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Cibril´i (suret-i asliyesinde) iki sefer görmüştür.” [Buhârî, Tefsir, Maide 7, (Bed´ül-Halk 6, Tefsir, Necm 1, Tevhid 4; Müslim İman, 287, (177); Tirmizî, Tefsir, En´am (3070).][280]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, bazı tariklerinde şöyle başlar: “Mesruk der ki: “Ben Hz. Aişe´nin yanında dayanmış duruyordum. Bana: “Ey Ebu Mesruk! Üç söz vardır, kim onlardan birini söylerse, Allah´a en büyük iftirayı yapmış olur…” dedi.
Hz. Aişe Allah hakkında en büyük iftira olarak tavsif ettiği sözleri yukarıda kaydettiğimiz üzere teker teker sayar ve onların butlanını gösteren ayetleri zikreder.
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´nin cedelî üslubundan, bu üç iddianın, daha onun zamanında piyasada tedavül ettiğini ve meselelerin münakaşa edilmeye başlandığını anlamaktayız. Hadisin Teysir´e intikal eden veçhinde yok ise de, başka vecihlerinde bu meselelerden bazısına, Mesruk´un, mukabil ayet okuyarak itiraz ettiğini görmekteyiz. Mesela, Hz. Aişe´nin: “O´nu gözler idrak edemez, O ise gözleri idrak eder” ayetiyle delillendirdiği, “Allah´ın görülemeyeceği” fikrine karşı şöyle der:
“Ey mü´minlerin annesi! Bana mühlet tanı, beni fazla sıkıştırma. Allah Teala hazretleri: “Yemin olsun ki, peygamber onu apaçık ufukta gördü” (Tekvir 23); “Yemin olsun ki, onu başka bir inişte de gördü” (Necm 13) buyurmadı mı ” dedim. Hz. Aişe de: “Bu ümmetten, o meseleyi Resulullah´a ilk soran ben oldum. Aleyhissalâtu vesselâm: “O Cibril´dir. Ben onu bu iki defadan başka halkedildiği şekilde görmedim. Onu, semadan inerken vücudunun büyüklüğü arz ile sema arasını kaplamış olarak gördüm” buyurdular” der.
Hz. İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´dan gelen bazı rivayetler de meselenin o zaman ciddi şekilde münakaşa edildiğini gösterir. Bir rivayette İbnu Ömer´in, Abdullah İbnu Abbas´a adam göndererek “Muhammed Rabbini gördü mü ” diye sordurduğunu, İbnu Abbas´ın da: “Evet!” diye cevap verdiğini, bir başka rivayette İbnu Abbas´ın: “(Ateşte yanmayan) hulle ile Hz. İbrahim´in, kelam (Allah´la konuşma) ile Hz. Musa´ nın, rü´yet (Allah´ı görmek) ile de Hz. Muhammed´in mümtaz kılınmasına hayret mi ediyorsunuz [Allah Teala hazretleri] İbrahim´i hulle ile, Musa´yı kelamla, Muhammed´i de rü´yetle seçkin kıldı” dediğini görmekteyiz.
İbnu Abbâs, bu ifadelerinde “görme” hadisesini mutlak bırakmıştır. Yani bu ifadelerde Resûlullah´ın Cenab-ı Hakk´ı “gözleriyle” gördüğü manası da mevcuttur. Halbuki, yine İbnu Abbas´tan bize nakledilen bazı rivayetlerde bu görme hâdisesi “gözle” değil “kalble” vuku bulmuştur. Nitekim Müslim´in bir rivayetinde “Onun gördüğünü kalb yalan çıkarmadı.. Andolsun ki onu diğer bir defa da Sidretü´l-Müntehâ´nınyanında gördü” (Necm 11-14) âyeti hakkında şöyle demiştir: “O, Rabbini kalbiyle iki sefer görmüştür.” Bir başka tarikte “O´nu kalbiyle gördü” demiş, bir başka rivayette “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Rabbini gözüyle görmedi, bilakis kalbiyle gördü” diye ısrar etmiştir.
Alimler, bu meselede Hz. Aişe´nin nefyi ile İbnu Abbas´ın isbatını şöyle te´lîf ederler: “Nefiy gözle görmekle ilgilidir, isbat ise kalble görmekle ilgilidir.” Ve derler ki: “Kalble rü´yetten maksad, kalbin hakiki görmesidir. Sadece ilim husulü değildir. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm, Allah´ı her an bilmekte idi. Öyleyse, rü´yeti isbattan maksad, Allah´ı kalbi ile görmesidir. Ona hâsıl olan rü´yet, kalpte yaratılmış olan rü´yettir, tıpkı diğer insanlara gözde yaratılan rü´yet gibi. Rü´yet (görme) hâdisesi ise, her ne kadar âdeten gözde yaratılması câri ise de, hadd-i zâtında, aklen husûsi bir şarta bağlı değildir.”
İbnu Hacer, mevzuyu, önceki hadisin şerhi zımnında kaydettiğimiz rivayetleri de zikrederek tahlile şöyle devam eder: “İbnu Huzeyme kuvvetli bir senetle Hz. Enes´ten: “Muhammed Rabbini gördü” rivayetini kaydeder. Müslim´de Ebu Zerr rivayeti olarak, onun Resûlullah´a bu hususta sorduğu, Resûlullah´ın: “Nurdur, nasıl görebilirim ” dediği kaydedilmiştir. Ahmed´de yine Ebu Zerr´den: “Bir nur gördüm” cevabını aldığını, İbnu Huzeyme´de Ebu Zerr´in: “Allah´ı kalbiyle gördü, gözüyle görmedi” dediği kaydedilmiştir. Böylece, Ebu Zerr´in Nur´u zikirdeki gayesi açıklık kazanmaktadır: “Nur, Resûlullah´ın, Allah´ı gözüyle görmesine mâni olmuştur.”
İbnu Hacer devamla der ki: “Kurtubî, el-Müfhim´de, “Bu meselede tevakkuf etmek gerekir” diyenlerin görüşünü tercih eder. Bu görüşü birkısım muhakkiklere nisbet eder ve: “Bu babta kesin bir delil yok” diyerek mezkur görüşü takviye eder ve devamla der ki: “Her iki görüş sahiplerinin istidlalde kullandıkları deliller zahirde müteârızdırlar ve te´vile kâbildirler. Mesele ise, amelî meselelerden değil ki, zannî delillerle iktifa edilsin. Bu mesele akideye girmektedir. Akide hususunda katî delillerle istidlâl edilir. İbnu Huzeyme, Kitâbu´t-Tevhîd´de rü´yetin isbatını tercih etmiş, bu hususta istidlal için sözü uzatmıştır. Onu burada zikretmeyeceğiz. İbnu Abbâs´tan vârid olan görüşü, “rü´yet iki sefer vaki oldu, biri kalbiyle” diye te´vil eder. Bu hususta kaydettiğim seni iknaya yeterlidir.”
İbnu Hacer, Ahmed İbnu Hanbel´in de rü´yeti isbat edenlerden olduğuna dair rivayet geldiğini kaydeder, ancak bunun bir rivayet hatası olduğuna dair yapılan açıklamaları da kaydeder.
Rü´yetin sübutuna meyleden Nevevî der ki: “Hz. Aişe, rü´yeti merfu bir hadise dayanarak reddetmiyor, eğer nezdinde bu hususta bir rivayet olsaydı onu zikrederdi. İstinbatını, ayetin zâhirinden zikrettiği manaya dayandırmıştır. Halbuki bu meselede sahâbeden birkısmı kendisine muhalefet etmiştir. Usul kâidesine göre, sahâbeden biri bir hükme varır, diğer bir sahâbe de ona muhalefet ederse, onun bu sözü kesin, bağlayıcı bir hüccet olmaz.”
İbnu Hacer, Nevevî´nin bu sözünü kaydettikten sonra, bunu nasıl söylediğine hayretini ifade eder ve Hz. Aişe´nin, Müslim´de gelen ve biri şu açıklamamızın baş tarafında kaydettiğimiz rivayet[281] olmak üzere kaydettiği birkaç rivayetle, Hz. Aişe´nin bu meselede Resûlullah´ın açıklamasına dayandığını belirtir.
Hadiste mevzu edilen bu husus, Resûlullah´ın Cebrail aleyhisselâm´ı fıtrî ve aslî hüviyetiyle iki sefer görmesidir. Bunun biri yeryüzünde vukûa gelmiştir. Vahyin bidayetlerinde, yukarı ufukta, arz ve sema arasını dolduran bir azamette görmüştür. İkincisi ise, Mîraç sırasında, Sidretü´l-Münteha´nın yanında vukûa gelmiştir.[282]
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/264-265.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/266-269.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/270-271.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/271-274.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/274.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/275.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/275.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/276.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/276.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/276-277.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/277-279.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/279-280.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/280.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/281.
[15] Bu mevzu Peygamberimizin Hadislerinde Medeniyet Kültür ve Teknik adlı eserlerimizde daha geniş işlenmiştir (s. 96-104).
[16] A. Le Grip, Mehdisme en Afrique Noire, L´Afrique et L´Asie, 1952, Nu. 18.
[17] R. Bastide, Messiannisme et developement economique et social, Cahier Intemation aux de Sociologie, 1961, Nu: XXX!.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/281-283.
[19] Haşiye: Hatta onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed-üs Sünûsî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zat, yüzbinden fazla müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi bir başka seyyid, yüzbinler adamlara emirlik ediyor.. Ve hâkeza… Bu seyyidler kabilesinin efradlarında böyle zâhiri kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Seyyid Ebülhasen-i Şâzelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi mânevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/283-287.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/290-292.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/293.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/294.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/294-296.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/296.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/296-297.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/297.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/298.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/299.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/300-301.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/301.
[32] Temim hadîsi 5009 numarada geçti. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/301-304.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/305.
[35] Tasvir ettiğimiz şekilde çarık ayakkabılar 1950´li yılların ortalarına kadar giyilirdi. Çarığın alt kısmını ve etrafını besleyen keçe vs.´ye de dolak denirdi.
[36] Guzz´un Oğuz demek olduğu açıktır.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/305-308.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/309-310.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/310.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/311.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/311.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/312.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/312.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/312.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/313.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/313.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/313.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/314.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/315.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/315.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/315-316.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/317.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/317.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/317-319.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/320.
[56] Bu şarlatanlardan bazılarını birinci ciltte tanıttık (s. 520-521).
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/320.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/321.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/321.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/322.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/322-323.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/324.
[63] Burada zikri geçen Abdullah İbnu Amr hadisi şöyledir: اَوَّلُ آياتِ طُلُوع الشَّمْسِ مِنْ مَغْرِبهَا وَخُرُوجُ الدَّابَةِ عَلى النَّاسِ ضُحىً فأيُّهُمَا خَرَجَتْ قَبْلَ أخْرى فأخرى مِنْهَا غَرِيبٌ
“Kıyâmet alâmetlerinin ilki güneşin battığı yerden doğması ve kuşluk vaktinde insanlara Dabbetü´l-arzın çıkmasıdır. Bunlardan hangisi önce çıkarsa diğerinin çıkması buna yakındır” (Müslim, Fiten 118).
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/324-327.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/327-328.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/328.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/329.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/330.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/330.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/330-331.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/331.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/331.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/331-332.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/332.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/332-333.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/334.
[77] O hadis şudur: “Cahcâh denilen bir adam melik olmadıkça günlerle geceler gitmez.”
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/334-335.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/335.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/335-336.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/336-337.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/337.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/337.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/337.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/337-338.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/338-339.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/339.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/339.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/339-341.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/341-342.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/342.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/342-343.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/344.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/344-345.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/345.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/345-346.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/347.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/347.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/348.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/348.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/349.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/349-350.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/350.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/350-354.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/354-355.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/355.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/355.
[108] Bu açıklama 5051 numaralı hadisteki açıklamaya nazaran tabir itibariyle farklı ise de esasta aynıdırlar.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/355-356.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/356.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/357.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/357-358.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/358.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/359.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/359-361.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/362.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/362-363.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/363.
[119] Neşir; hesap vermek üzere amel defterlerinin ortaya çıkarılmasıdır.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/363-365.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/365.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/366-367.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/368.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/368-369.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/369-370.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/370.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/370-371.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/371.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/372.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/372-373.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/373.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/373.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/373.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/373-374.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/374-375.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/375.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/376.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/376.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/377-378.
[140] Sa´dân: Develerin otladığı kırlarda biten dikenli bir bitkidir. Bitkinin her tarafından dikenler çıkar (Ahterî). Halkımız bu bitkiye deve dikeni der.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/381-383.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/383-385.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/385.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/385.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/386.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/386-387.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/387-388.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/388-389.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/390.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/391.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/391.
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/392.
[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/392.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/393.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/393-394.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/394.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/394.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/394-395.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/395.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/395.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/396.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/397.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/397-398.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/398-399.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/399.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/400.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/400.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/401-402.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/402-403.
[170] Resûlullah Uhud savaşında yaralanınca: “Peygamberlerini yaralayan bir kavme Allah nasıl felâh verir ..” diye bedduada bulunmuştu. Bunun üzerine kaydettiğimiz âyet nâzil oldu. Ayet-i kerimenin ifade ettiği üzere, bilahare, o savaşa katılan niceleri İslâm´a girmiş ve İslâm´ın inkişafında fevkalade hizmetler vermiştir. Hâlid İbnu Velîd radıyallahu anh gibi.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/403-404.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/404.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/405.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/406-407.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/410-412.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/412-414.
[177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/414-415.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/415.
[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/416.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/416.
[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/416-417.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/417.
[183] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/417-418.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/419.
[185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/419-420.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/420.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/421.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/421-422.
[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/422-423.
[190] Rida: Bele kadar giyilen (gömlek), izâr, belden aşağı giyilen elbisedir.
[191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/423-425.
[192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/425-426.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/426.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/426.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/426-427.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/427.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/427.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/427.
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/427-429.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/429.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/429-430.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/430.
[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/430-431.
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/431.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/431-432.
[206] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/432.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/432-433.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/433.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/433-434.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/434.
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/434-435.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/435.
[213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/435-436.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/436.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/436.
[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/437.
[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/437.
[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/437.
[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/438.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/438.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/438.
[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/438-439.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/439.
[224] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/439.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/440.
[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/440-441.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/441.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/441.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/442.
[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/442-443.
[231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/443-444.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/444.
[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/445.
[234] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/445.
[235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/446.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/446-447.
[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/447.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/448.
[239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/448-449.
[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/450.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/450.
[242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/450.
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/451.
[244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/451.
[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/451.
[246] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/452-453.
[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/453.
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/454.
[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/454.
[250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/454-455.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/455-456.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/456-457.
[253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/457.
[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/457-458.
[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/458.
[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/458.
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/459.
[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/459.
[259] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/460-461.
[260] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/462.
[261] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/462.
[262] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/462.
[263] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/463.
[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/463.
[265] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/464.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/464-465.
[267] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/465-466.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/466-467.
[269] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/467.
[270] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/468.
[271] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/468.
[272] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/469.
[273] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/469-470.
[274] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/471-472.
[275] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/473.
[276] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/473-474.
[277] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/474-475.
[278] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/475.
[279] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/475.
[280] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/476.
[281] Mezkur rivayette, Hz. Aişe, sorusu üzerine Mesrûk´a: “Bu ümmetten, o meseleyi Resûlullah´a ilk soran ben oldum. Aleyhissalâtü vasselâm : “O, Cibril´dir!..” buyurdular” demiştir.
[282] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/476-479.