KESB (KAZANÇ) BÖLÜMÜ
(Bu bölümde üç fasıl vardır.)
BİRİNCİ FASIL
HELAL KAZANCA TEŞVİK HARAMDAN SAKINDIRMA
İKİNCİ FASIL
MÜBAH KAZANÇ VE MÜBAH YİYECEKLER
KUR´AN´I YAZMA VE ÖGRETMENİN ÜCRETİ
İŞÇİLERİN RIZIKLARI
İKTA
HACAMAT YAPANIN ÜCRETİ
ÜÇÜNCÜ FASIL
MEKRUH KAZANÇLAR
KÖPEGİN FİATI
KEDİNİN FİATI
HACAMAT YAPANIN KAZANCININ MEKRUHLUGU
DAMIZLIK ERKEK HAYVANIN ÜCRETİ
KASÂME
MADEN
SULTANIN İHSANI
MÜTEBARİLER
MEKS
UMUMİ AÇIKLAMA
Kesb, kazanmak manasına mastardır. Kelime, mal gibi maddî kazançlar için kullanıldığı gibi, ilim gibi, hayır veya şer gibi mânevî kazançlar için de kullanılır. Kisb şeklinde de isti´mâl edilen kelime asıl itibariyle cem´etmek manasına gelir.
Sadedinde olduğumuz bölümde daha ziyade maddî kesb, maişetimiz için dünyevî kazanç kastedilmektedir. Dinimiz, ahirete öncelik verilmesini esas almış ise de (Duha 4), müntesiblerinden dünyayı ihmal etmemelerini de talep eder. Dünyanın ihmal edilmemesi, maddî kesbe yer verilmesi demektir. Dilimizde “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi âhiret için çalış” şeklinde şöhret yapan bir hadis, farklı şekillerde Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm´dan rivayet edilmiştir. Suyûtî´nin Câmiu´s-Sağîr´de kaydettiği bir veçhi şöyle “Hiç ölmeyeceğini zanneden kişi gibi (dünya için) çalış, yarın öleceğinden korkan kimse gibi de (dünyaya bağlanmaktan) kaçın.” Bu hadisten, “dünyaya karşı ulemânın verdiği cevaplardan biri şöyle: “Eğer insan ebedî yaşayacağını bilirse dünyaya hırsı azalır ve bilir ki, arzu ettiği dünyalık, onu talepteki hırs ve koşuşturmayı bir kenara bıraksa bile elinden kaçıcı değildir. Şöyle der: “Dünyalığımı bugün kaçırsam bile yarın elde ederim, nasıl olsa ben ebedî yaşayacağım.” Bu sebeple Resûlullah: “Dünyalık hususunda ebedî yaşayacağını zanneden kimsenin ameliyle amel et, dünya işleri için hırslı olma” buyurulmuştur.” Bu te´vile göre, hadis hoş bir metod ve tatlı bir lafızla dünyalık talebinde teenni ve hafifliğe teşvik etmiş olmaktadır. Hadis, diğer taraftan âhiret ameliyle ilgili olarak da, -hadisin zahirinde görüldüğü üzere- “yarın öleceğini zanneden kimsenin gayretiyle gayret göster” irşadında bulunmuş olmaktadır.
Ancak şunu da bilmemizde gerek var: Kur´ân-ı Kerîm, “Ailene namazı emret!” (Tâha 132) açıklığında bir emirle dünya işlerine teşvîke yer vermez. “Namaz kıl!”, “Oruç tut!”, “Zekat ver!”, “Ahiret dünyadan daha hayırlıdır” gibi pek çok irşatlarla ibadet hayatımızla ilgili açık emirlerde bulunduğu halde, insanları iş hayatına ve dünyevî kazanca teşvîk edici sarîh emirlerde bulunmaz. Fakat bu, Kur´ân´da o meselenin yer almadığı manasına da gelmez. Biz bu meselenin zihinlerde yanlış yer etmemesi için, kazançla ilgili olan bu bölüme girerken, çocuk terbiyesinde meslekî formasyon işinin Kur´ân´da nasıl ele alındığını aydınlatan bir tahlilimizi kaydediyoruz. Mevzu geldikçe ifade ettiğimiz üzere, bir kere daha ifade edelim: İslâm´a göre, bugünkü temel eğitim dediğimiz farz-ı ayn ilimler meyanında bir meslek öğretimi de yer alır. Aşağıdaki tahlilimiz, Kur´ân-ı Kerîm´in bu meseleye dolaylı bir üslubla yer verdiğini göstermekle kalmayacak, bunu dolaylı ele alışının sebeplerini de belirtecektir:[1]
MESLEK ÖGRETİMİ
Kur´ân-ı Kerîm, hayata hazırlama safhasında çocukların dinî terbiyeleri üzerinde hassasiyetle durmakta, bu meselenin ehemmiyetini kavramada hiçbir tereddüt ve muğlaklığa yer bırakmamak için oldukça teferruatlı meselelere temas edip açıklık getirmekte, birkısım tekrarlarla da meseleyi iyice te´kîd etmektedir.
Hayata hazırlık safhasının diğer mühim bir meselesi olan “meslekî formasyon” meselesinde ise, aynı açıklık ve ısrar görülmez. Buradaki teenni ve ibhâma (yâni mübhemliğe) bakarak, Kur´an-ı Kerîm´in meslek öğretimi işine ehemmiyet atfetmeyip ihmal ettiği neticesini çıkarmak çok acele verilmiş bir hüküm olur. Böyle bir hüküm bizi, dinimiz hakkında yanlış ve insafsız bir kanaata sevkeder.
Evet Kur´ân-ı Kerîm, çocukların meslekî formasyonlarını da ihmal etmez. Onların dünyevî istikballerinin de yeterince düşünülüp, bu maksadla bir kısım tedbirler alınmasının, çocuğa bu mes´elede de önderlik ve rehberlik edilmesinin gereğine irşad eden müteaddid ayetler mevcuttur. Ancak, bunlar dinî terbiye meselesinde olduğu kadar açık ve ısrarlı görülmezler, kısmen dolaylı ve mübhemdirler.
Meslek öğretimi meselesinin, dolaylı da olsa, hangi ayetlerde ele alındığı noktasına geçmeden önce, bu mevzuya niçin dolaylı ve mübhem olarak yer verildiğini belirtmemiz gerekiyor:
Önce, şu husus bilinmeli ki, Kur´ân-ı Kerîm, bizi ilgilendiren her şeye ehemmiyeti nisbetinde yer vermektedir. Bir kısım mes´elelere dolaylı bir işaretle, bir başkasına açık bir ayetle temas edip geçmişken, diğer bir kısım meselelere tekrarla, ısrarla yer vermiş, nazar-ı dikkatleri fazlaca çekmiş bulunmaktadır.
Burada akla şöyle bir sual gelebilir: “Ehemmiyetin ölçüsü nedir Bu herkese göre değişir, birisi için mühim olan, bir başkası için değildir!” Bu soruya şöyle cevap verebiliriz:
Ehemmiyetin ölçüsü elbette insanın, hususan günümüz insanının hevâsı ve bencil hükmü değildir. Burada ölçü, İlâhîdir. Yani, insanın yaratılışında Cenâb-ı Hakk´ın güttüğü maksadlardır. Kur´ân bu İlâhî maksad ve gayelerde rehber kitaptır.
Bu açıdan bakarsak, Kur´ân-ı Kerîm´in iki büyük dâirenin mühim meselelerini açıkladığını görürüz:
1- Rubûbiyet Dairesi: Yani Cenab-ı Hakk´a ait olan daire. İnsanlarca meçhul olan o daireyi Kur´ân´dan ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´den başka tanıtacak bir mârifet ve ilim kaynağı mevcut değildir. O dairenin, insanlarca bilinmesi gereken birkısım meseleleri, şuunâtı vardır. Cenâb-ı Hakk´ın isimleri, mebde´ ve meâd (yani başlangıcımız ve sonumuz), yaratılış, ceza, mükâfaat, cennet, cehennem, hesap, kitap, melâike gibi… Kur´ân bunlara yer verirken her birinin insanın yaratılış gâyesi açısından arzettiği ehemmiyet nisbetinde farklı sayılarda tekrar eder, açıklık getirir.
2- Ubudiyet Dairesi: Bu daire, kulluk dairesidir. İnsanların Allah´a karşı vazifelerini, birbirleriyle olan münasebetlerini ilgilendiren daire. Bu dairenin de pek çok meseleleri vardır. Bu meselelerden bazısı bazısına nazaran daha çok ehemmiyet taşımaktadır. Keza, bir kısmının ehemmiyeti açık olduğu, herkesçe görüldüğü halde, bazılarının ehemmiyeti görülmez ve kolay kolay anlaşılmaz. Hatta öyle meseleler vardır ki, insanın yaratılış gayesi açısından birinci derecede ehemmiyet arzetmesine rağmen, kendi kendine bunu idrak etmesi mümkün değildir. Şu halde Kur´an-ı Kerim, kulluk dairesinin mesele ve vazifelerine temas ederken İlahî zaviyeden ehemmiyetli olanlara insanlar tarafından ehemmiyeti kavranamayacak, ihmal edilecek durumda olanlara daha çok yer vermeli, tekrarla üzerinde durmalıdır. Aksine ehemmiyetini kavramada zorluk çekilmeyecek olan veya ister istemez idrak edilip anlaşılacak olan meselelere şöyle bir temas edip, bir işarette bulunup geçmelidir.
Bu noktada hemen şunu söyleyebiliriz: Ubudiyet dairesinin vazifelerinden olan namaz, oruç, zekat, hacc gibi ibadetler İlahî zaviyeden, insanın yaratılış gayeleri açısından birinci derecede ehemmiyet taşıdığı halde, insanlarca kavranıp gereğince takdir edilmesi mümkün değildir. Öyle ise Kur´an burada ısrar etmeli, tekrarla üzerinde durmalıdır. Nitekim öyle olduğunu gördük.
Halbuki, yine ubudiyet dairesinin meselelerinden biri olan meslekî formasyon, yani, dünyevî istikbalin kazanılması, yeni nesillerin bu maksadla hazırlanması meselesi, bizzat insanlarca ehemmiyet takdir edilen, öncelikle düşünülen bir husustur. İnsan aklıyla, tecrübesiyle, maddî hayatın tabii nizam ve akışıyla o mes’eleyi düşünür, anlar ve tedbirini alır. Binaenaleyh bu mevzuun Kur´an´da ana davalardan biri olarak değerlendirilip doğrudan ele alınmasına gerek yoktur. Tebeî bir nazarla, tâli bir mesele olarak ele alıp dolaylı şekilde yer vermek, temas edip geçmek yeterlidir ve gerçekten de öyle yapılmıştır.[2]
KUR´AN´DA MESLEKÎ İHZARİYELER:
Yukarıdaki kısa açıklamadan sonra şunu söyleyebiliriz: Meslek öğretimi meselesini sarih olarak ele almamış olan Kur´an-ı Kerim buna ihzariyeler tarzında yer vermiştir. Yani meslekî öğretim ve formasyonu netice verecek birçok hazırlayıcı (ihzarî) unsurlar, dinî emirler olarak Kuranî mesaja dercedilmiştir. Bunlar ferdî ve içtimâî hayatın gereği olarak herkesin ister istemez karşılaşacağı bazı maddî emrivakilerin yönlendirilmesi ile sağlanmıştır. Bir başka ifade ile Kur´an, maddî hayatın vazgeçilmez bir kısım meselelerine dinî bir yaklaşımla temas ederek bunların helal olan cihetini, Allah nezdinde makbul ve güzel olan tarz ve istikametini beyan etmiş, uhrevî mükâfaatı hatırlatarak gösterilen istikamette tayin edilen tarzda gidilmesini talep etmiştir. Bu taleplerin hakkıyla yerine getirilmesi, mü´mini, ister istemez bir maksada hazırlayacak ve bir hedefe sevkedecektir. “Meslekî formasyon” olarak tebellür ve tezahür eden bu “hedef”e, ferdi, dolaylı olarak hazırladığı için Kur´an´ da yer verilmiş olan bu tedbirî unsurlardan her birine -günlük lisanımıza kısmen yabancı da düşse- ihzariye veya “dispozisyon” diyebiliriz.
Şimdi ifası, mü´mini bir meslek sahibi olmaya ve bir meslek icra etmeye ve çocuğunu bir meslek üzere yetiştirmeye sevk ve mecbur eden bu Kur´anî ihzariyelerin mühim olanlarından birkaçını belirtmeye çalışacağız.
1) Rızık Helal ve Temiz olmalıdır: “Mü´min bir kimse her şeyden önce helal ve temiz olan şeyleri istihlak etmek zorundadır. Yediği veya kullandığı şeylerde maddî ve manevî bir kir bulunduğu takdirde yaptığı ibadetlerin kabul edilmeyeceğini Hz. Peygamber haber veriyor. Esasen Kur´an´ın ifadesine göre, ta Hz. Adem´den beri bütün peygamberlere -ve dolayısıyla insanlara- helal ve temiz şeylerin yenmesi emredilmiştir.
“Ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyin, faydalı iş işleyin. Doğrusu ben, yaptığınızı bilirim” (Mü´minûn 51)
Bir diğer ayette de şöyle buyrulur:
“Ey iman edenler! Sizi rızıklandırdığımızın temizlerinden yiyin. Yalnız Allah´a kulluk ediyorsanız, O´na şükredin” (Bakara 172).
2) Helal Rızık , Emek Eseridir: Kur´an-ı Kerim, yukarıda kaydettiğimiz misallerde olduğu üzere, birkısım ayetlerinde “helal ve “temiz” rızık yemeyi emrederken, diğer bazı ayetlerinde helal rızkın “ferdî” emekle elde edileceğini ifade etmiştir:
“İnsan için çalıştığından başkası yoktur” (Necm 39).
Bütün peygamberlerin (aleyhimüsselam) ellerinin emekleriyle geçindiğini ifade eden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de yukarıda kaydettiğimiz ayetleri açıklar mahiyette olmak üzere şöyle buyurur:
“Kişi, elinin emeğinden daha hayırlı bir şey asla yememiştir.” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ayrıca, helal rızık için çalışmayı, her Müslümanın “vacib”lerinden biri olarak ifade etmiştir.
Diğer taraftan İslam alimleri, “İlim taleb etmek her Müslümana farzdır” hadisinde ifade edilen “ilm”den muradın “haramhelal ilmi” olduğunu söyleyerek helal kazancın ve buna imkan veren meslek bilgisinin ehemmiyetini dile getirmişlerdir.
3) İnsanlar Birbirlerine Muhtaçtırlar: İnsanları diğer canlılardan ayıran hususiyetlerden biri de hemcinsine olan ihtiyacıdır. Hayvanlar da şüphesiz hemcinslerine ihtiyaç duyarlar ama bu, insanlarınki kadar çok yönlü ve zaruri değildir. Tabiatı icabı medenî bir hayat yaşamak zorunda olan insanın ihtiyaçları çoktur ve bunların hepsini tek başına kendisi karşılayamaz.
Başkalarına olan ihtiyaç, iktisadî hayatta, rızıkların farklılığı şeklinde kendini ortaya koyar. Çalışmanın ve iktisadî gelişmenin, binnetice medenî ve teknik terakkinin de sebep ve zenbereği olan bu ekonomik farklılık ve ihtiyaç durumudur ki, cemiyette işbölümünü ortaya çıkarmakta, kimini terzi, kimini ayakkabıcı, dülger, bakkal, taksici, pilot, amir, memur, patron, işçi, asker, komutan vs. yapmaktadır. Bakkal dükkanını işleten bakkal, mesleğini icra için müşterilerine hizmet ederken kazandığı parayla ayakkabıcı, terzi, taksici gibi pek çok meslek sahibini çalıştırmakta, istihdam etmektedir. Hz. Peygamber´in, “İnsanların efendisi insanlara hizmet sunandır” sözünün ışığında değerlendirecek olursak herkesin fevkinde yer alan devlet reisliği bile “herkese hizmet” sunan bir vazife olarak değerlendirilebilir.
Medenî hayatın devamı bu işbölümü olmaksızın düşünülemeyeceğinden, bazı mütefekkirler, çok haklı olarak, insanlık için, en büyük felaketin, ferdler arasındaki her çeşit farklılığın kaldırılıp mutlak eşitliğin sağlanacağı günde geleceğini söylemişlerdir.
Kur´an-ı Kerim, mevzumuz açısından son derece ehemmiyetli olan bir ayette, bu karşılıklı ihtiyaç durumuna parmak basarak, rızıkların farklı kılınmasındaki hikmeti belirtir: “İşbölümü ile birbirleri için çalışmak…”
“Rabbinin rahmetini onlar mı taksim edip paylaştırıyorlar. Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık” (Zuhruf 32).
Ayette geçen “iş gördürme” tabiri asıl mevzumuz olan “meslekî formasyon” meselesi açısından büyük ehemmiyet taşır. Zira, gördürülen işler belli bir mesleği ilgilendirir. İnsanların, birbirlerinin işini görebilmesi için o işlerde yetişmesi gerekir. Her işi bilen veya hiçbir işi bilmeyen insanlardan müteşekkil bir cemiyet düşünülemez. Vasıflı mahareti en az isteyen “amelelik” ve “hamallık” bile belli bir tecrübe ve formasyon ister.
Şu halde, birbirlerine iş gördürme esasına dayandırılan helal rızık temini için, yeni yetişen nesillerin “iş görebilir” vasıfta olması şarttır. Bu da meslekî formasyonu gerektirir.
4) Dünya İçin Talep Emri: “İslam dinini diğer pek çok din ve sistemden ayıran bir husus, dünya ve ahiret, madde ve mana, ruh ve beden muvazenesidir. Bunlardan biri, diğeri için feda edilmez. Her ne kadar ahiret düşüncesini zihinlerde daima canlı tutmak isterse de dünyanın ihmal edilmesini talep etmez. Bilakis dünyanın da unutulmaması, ihmal edilmemesi tenbih edilir. Kur´an-ı Kerim bazı ayetlerinde gerçekten ahireti hiç düşünmeden sadece dünyayı talep edenleri kınarken, diğer bazı ayetlerinde de hem dünya ve hem de ahireti talep edenleri takdir eder ve ayrıca “dünyadaki nasibini unutma” (Kasas 77) der.
Dünya ve ahireti beraberce talep etmeyi emreden ayetlerden biri de şudur:
“İnsanlardan: “Rabbimiz! Bize dünyada ver” diyenler vardır. Öylesine ahirette bir pay yoktur. “Rabbimiz! Bize dünyada iyiyi, ahirette de iyiyi ver, ateşin azabından koru” diyenler vardır. İşte onlara kazançlarından ötürü karşılık vardır..” (Bakara 200-202).
(Bunu tamamlayan) bir diğer ayet de mealen şöyle:
“Dünyayı isteyene -istediğimiz kimseye dilediğimiz miktarda- hemen veririz. Sonra ona cehennemi hazırlarız, yerilmiş ve kovulmuş olarak oraya girer. Ahireti isteyip, inanmış olarak onun için gerekli çalışmada bulunan kimselerin, işte onların çalışmaları meşkur (makbul) olur. Her birine, onlara da, bunlara da Rabbinin vergisinden birbiri ardınca veririz. Rabbinin vergisi kimseden men edilmiş değildir” (İsra 18-20).
5- Çocuğun Maddî İstikbalini Düşünme Fikri:
Meslekî formasyon meselesini aydınlatan ve garantileyen bir husus da budur. Kur´an-ı Kerim´de bu fikir pek açıktır. Ancak, Kur´an bu mevzuyu, yarınlarını samimi olarak düşünüp tedbir alacak hamiden mahrum olan yetimlerin ihmal ve istismarını önlemek maksadıyla, yetimlerle ilgili olarak teşrî etmiştir. Biz de bu kadarcık bir işaretle yetinip, meseleyi yetimlerle alâkalı bahse bırakıyoruz[3].[4]
MESLEK MEVZUUNDA YÜKSEK İDEAL:
Çocuğun maddî istikbali meselesinde dikkatimizi çeken Kur´anî bir orijinalite, meslek hususunda yüksek idealler vermiş olmasıdır. Daha önce de söylediğimiz gibi, Kur´an-ı Kerim´de çocuğun meslekî formasyonuyla doğrudan alâkalı ayetlere, emirlere rastlanmaz iken, bu konuyla zımnen de olsa ilgi kurabileceğimiz birkısım ayetlerde yüksek ideallerin sözkonusu edildiğini görmekteyiz.
Bu ayetlerden biri, daha önce de temas ettiğimiz ideal bir Müslümanın on beş kadar vasfının zikredildiği bir pasajda geçer. İşte burada kaydedilen ve bir mü´minde bulunması gereken ideal vasıflardan biri, arkadan gelecek zürriyetinin istikbali için Cenab-ı Hak´tan talepte bulunmaktır:
“Onlar: “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve çocuklarımızdan gözümüzün aydınlığı olacak insanlar ihsan et, bizi müttakilere önder yap” derler.” (Furkan-74)
Yine bu meseleyle irtibat kurabileceğimiz, eski peygamberlerle alâkalı bir kısım dualarda da aynı manayı bulmaktayız. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail, Ka´be´nin temellerini yükseltince şu duayı yaparlar:
“Rabbimiz! Yaptığımızı kabul buyur, şüphesiz ki sen, hem işitir, hem bilirsin. Rabbimiz! İkimizi sana teslim olanlardan kıl, soyumuzdan da sana teslim olanlardan bir ümmet yetiştir. Bize ibadet yollarımızı göster.. Rabbimiz! İçlerinden onlara senin ayetlerini okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten, onları her kötülükten arıtan bir peygamber gönder. Doğrusu güçlü ve hakim olan ancak sensin.” (Bakara 127-129).
Yine Hz. İbrahim, Cenab-ı Hakk´ın: “Seni insanlara önder kılacağım” hitabına karşı “Soyumdan da” (Bakara 124) talebinde bulunur.
Hz. İbrahim´in çocukları için yaptığı dua ile, yeni nesillere verilecek formasyon meselesi arasında kurulan irtibatın oldukça zayıf olacağına dair yapılacak bir itiraza hak vermekle birlikte, hemen kaydetmek isteriz ki, İslam fakihleri, çocukların meslekî tevcih ve formasyonu meselesinde, ayet-i kerimelerde ifade edilen espiriye uygun esas getirmişlerdir. Yani çocuğa öğretilecek meslek, çocuğun babasının icra etmekte olduğu -halkın telakkisi açısından- meslekten şerefçe daha düşük olmamalıdır. Sözgelimi, mesleği sarraflık olan bir kimse, çocuğunu, itibarca daha dûn olan terziliğe vermemelidir. Şafii fakirlerinden Maverdi (v. 450/1058), mevkii yüksek bir babanın çocuğunu, şu veya bu nokta-i nazardan zarar ve aşağılanma getirecek bir mesleğe vermemesi gerektiğini söyler. Hanefî fakihlerinden Üsrûşenî de (v. 632/1230), çocuğu, babasının mesleğinden daha düşük bir mesleğe vermemek gerektiğini ifade eder.
Burada belirtilmek istenen husus, halkın örfünde ve efkar-ı umumiyede mevcut olan değerlendirmelerin nazar-ı itibara alınması gereğidir. Mücerred din açısından şu veya bu mesleğin diğer bir mesleğe nazaran daha şerefli olduğunu söylemek mümkün değildir. Üstelik şu mesleğin şerefli, öbürünün şerefçe dûn olması gibi değerlendirmeler zamana, zemine, içtimâî muhite göre değişen izafi hükümlerdir.
Hanbelî alimlerden olan İbnu Kayyim (v. 751/1350) daha değişik bir görüşle, çocuğun göstereceği istidada göre meslek veya mektebe verilmesini teklif eder: “Eğer baba, çocukta iyi bir anlayış, sıhhatli bir idrak, kuvvetli bir hafıza ve yeterli bir kavrama keşfederse onu ilme teşvik etmelidir. Zira bu vasıflar, ilmi kolayca kabul için çocukta fıtrî bir kabiliyetin varlığına delildir. Bunun aksine, çocukta mesleklerden birine müteveccih bir heves ve kabiliyet görürse ve bu meslek de mübah ve insanlar için faydalı bir meslek ise, çocuğu o sahada yetiştirmesi gerekir.”
Hülasa, bütün İslam mezhepleri, büluğ çağından önce, çocuklara meslek öğretilmesinin lüzumunda ittifak etmekle kalmayıp, bu mesleğin çocuğun kabiliyet ve ailesinin içtimâî mevkiine uygun olmasını ve insanlara faydalı bulunmasını da şart koşarlar. Bu hükümlere giderken alimlerin, bir kısmını yukarıda kaydettiğimiz Kur´anî nasslardan istifade ettiği muhakkaktır. İslam dini, ayrıca çocuğa, büluğdan önce meslek öğretme vecibesinin nazariyatta kalmayıp, fiilen gerçekleşmesini sağlamak için, başkaca prensipler koymuş, mümkün mertebe bu hususu teminat altına almaya çalışmıştır. Ancak konunun teferruatına girmek bizi asıl maksadımızdan uzaklaştıracaktır[5].[6]
EN HAYIRLI MESLEK:
Çocuklara öğretilmesi gereken meslekler hususunda bazı temel bilgiler verdikten sonra, meseleye bir başka açıdan da ışık tutmak isteriz. Dinimize göre hangi meslek efdaldir Bu hususta İbnu Hacer´in bir tahkiki şöyle: “Maverdî der ki: “Temel kazanç yolları üçtür:
* Ziraat,
* Ticaret,
* San’at.
Şafii mezhebine göre, bunlardan en temizi ticarettir. Der ki: “Bana göre en temizi ziraattir. Çünkü tevekküle daha yakındır.” Nevevî, Buharî´de gelen “Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir taam yememiştir” hadisine dayanarak Maverdî´nin bu görüşünü tenkid eder ve: “Doğru olan şudur: En temiz kazanç el emeğiyle olandır.” Nevevî devamla der ki: “Eğer ziraatci ise, bu en temiz kazançtır. Çünkü bu da el emeğiyle hasıl olmaktadır. Bunda tevekkül de var, insan ve hayvanlara şamil faydalar vs. de var.”
Ben de derim ki (İbnu Hacer): “El amelinden olan ziraatin de üstünde cihad yoluyla kâfir malından elde edilen kazanç var. Bu Resulullah ve ashabının da kazanç yoludur. Bu, kazançların en eşrefidir. Çünkü bundan hem Allah kelamını yüceltip Allah düşmanlarının kelamını alçaltması var, hem de uhrevî menfaatler var.” Nevevî der ki: “Kim eliyle çalışmazsa onun hakkında ziraat, zikrettiğimiz sebeplerle daha faziletlidir.”
Ben de (İbnu Hacer) derim ki: “Burada kasdettiği husus, başkalarına şümûlü olan faydalardır. Ama şümullü faydalar ziraate münhasır değildir. Bilakis her bir el emeğinde şümullü faydalar vardır. Çünkü onda insanların ihtiyaç duyduğu şeylerin hazırlanması mevzubahistir. Gerçek şu ki, bunun muhtelif mertebeleri vardır; ahvale ve eşhasa göre değişir.”
El emeğinin üstünlüğü, kişiyi ataletten, lehviyattan koruyup, hayırlı işle meşgul etmesi, bu suretle nefsi kırması, başkasına muhtaç olup dilenme zilletinden kurtarması gibi sebeplerden ileri geldiği belirtilmiştir. [7]
BİRİNCİ FASIL
HELAL KAZANCA TEŞVİK, HARAMDAN SAKINDIRMA
ـ5161 ـ1ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَا أيُّهَا النّاسُ إنَّ اللّهَ تعالى طَيِّبٌ، َ يَقْبَلُ إَّ طَيِّباً. وإنّ اللّهَ تَعالى أمَرَ الْمُؤمِنِينَ بِمَا أمَرَ بِهِ الْمُرْسَلِينَ. فقَالَ تَعالى: يَا أيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحاً. وَقَالَ تَعالى: يَا أيُّهَا الّذِينَ آمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ. ثُمَّ ذكَرَ الرَّجُلَ يُطِيلُ السَّفَرَ أشْعَثَ أغْبَرَ، يَمُدُّ يَدَيْهِ الى السّمَاءِ: يَا رَبِّ، يَا رَبِّ، وَمَطْعَمُهُ حَرَامٌ، وَمَشْرَبُهُ حَرَامٌ، وَمَلْبَسُهُ حَرَامٌ، وغَذِيَ بِالْحَرَامِ فأنّى يُسْتَجَابَ لذلِكَ[. أخرجه مسلم والترمذي.»ا‘شْعَثُ« البعيد العهد بالدهن والغسل والنظافة وكذلك ا‘غبر .
1. (5161)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) şöyle hitap ettiler:
“Ey insanlar! Allah Teala hazretleri tayyibtir, tayyibten başka bir şey kabul etmez. Allah´ın mü´minlere emrettiği şeyler, peygambere emretmiş olduklarının aynısıdır. Nitekim Allah Teala hazretleri (peygamberlere):
“Ey Peygamberler, temiz olanlardan yiyin de salih amel işleyin” (Mü´minun 51) emretmiş, mü´minlere de:
“Ey iman edenler, size rızık olarak verdiklerimizin temizlerinden yiyin” (Bakara 172) diye emirde bulunmuştur.”
Sonra seferi uzatıp, saçı başı dağınık, toztoprak içinde kalan ve elini semaya kaldırıp: “Ey Rabbim, ey Rabbim” diye dua eden bir yolcuyu zikredip, dedi ki:
“Bu yolcunun yediği haram, içtiği haram, giydiği haramdır ve (netice itibariyle) haramla beslenmektedir. Peki böyle bir kimsenin duasına nasıl icabet edilir ” buyurdular.” [Müslim, Zekat 65, (1015); Timizî, Tefsir, Bakaar, (2992).[8]
AÇIKLAMA:
Tayyib, temiz demektir. Kadı İyaz Allah´ın Tayyib diye tavsifini, O´nun her çeşit noksan sıfatlardan münezzeh olmasıyla izah eder. Bu manada Allah´ın Kuddüs ismi de mevcuttur.
2- Hadis-i şerif, kişi haramla beslendiği takdirde cihad, sılayı rahim, hac, kesb-i rızık gibi maksadlarla, uzun, zahmetli yolculuklara bile katlansa amellerinin kabul edilmeyeceğini belirtmektedir.
3-Dua edecek olan kimse önce yeyip içtiğinin maddî manevî temizliğine dikkat edecektir. Aksi takdirde duanın kabul edilmeyeceği belirtilmiştir. Bu noktada, bütün ibadetlerin Allah katında bir nevi “dua” olarak yükseldiğini hatırlamamız gerekir. Öyle ise maddî ve manevî temizlik olmadı mı, ibadetlerimizin hiçbiri makbul olmayacaktır.[9]
ـ5162 ـ2ـ وعن خَوْلَةَ ا‘نْصَارِيّةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: إنَّ رِجَاً يَتَخَوَّضُونَ في مَال اللّهِ بِغَيْرِ حَقٍّ فَلَهُمُ النّارُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه البخاري والترمذي.»يتخَوَّضون« أي يأخذونه ويتملكونه كما يخوض انسان الماء يميناً وشماً .
2. (5162)- Havle el-Ensariyye (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim. Şöyle buyurmuşlardı:
“Bir kısım insan vardır, Allah´ın mülkünden haksız bir surette mal elde etmeye girişirler. Halbuki bu, kıyamet günü onlara bir ateştir, başka değil.” [Buhârî, Hums 7; Tirmizî, Zühd 41, (2375).][10]
ـ5163 ـ3ـ وعن النعمان بن بشير رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ الْحََلَ بَيِّنٌ وَإنَّ الْحَرامَ بَيِّنٌ، وَبيْنَهُمَا أُمُورٌ مُشْتَبِهَاتٌ َ يَعْلَمُهُنَّ كَثِيرٌ مِنَ النّاسِ، فَمَنِ اتّقى الشُّبُهَاتِ اسْتَبْرَأ لِدِينِهِ وَعِرْضِهِ، وَمَنْ وَقَعَ في الشُّبُهَاتِ وقَعَ في الْحَرَامِ، كَالرَّاعِي
يَرْعَى حَوْلَ الْحِمَى، يُوشِكُ أنْ يَقَعَ فيهِ. أَ وَإنَّ لِكُلِّ مَلِكٍ حِمَى، وإنَّ حِمَى اللّهِ مَحَارِمُهُ. أَ وإنَّ في الْجَسَدِ مُضْغَةً إذَا صَلَحَتْ صَلحَ الْجَسَدُ كُلُّهُ، وإذَا فَسَدَتْ فَسَدَ الْجَسَدُ كُلُّهُ، أَ وهِيَ الْقَلْبُ[. أخرجه الخمسة.»استَبرأ لدينهِ وِعرضهِ« أي طلب التبرّي من التهمة والخص منها.و»رَعى حَول الحمى« إذا طاف به ودار حوله.و»المُضْغَةُ« القطعة من اللحم بقدر اللقمة .
3. (5163)- Nu´man İbnu Beşir (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Şurası muhakkak ki, haramlar apaçık bellidir, helaller de apaçık bellidir. Bu ikisi arasında (haram veya helal olduğu) şüpheli olanlar vardır. İnsanlardan çoğu bunları bilmez. Bu durumda, kim şüpheli şeylerden kaçınırsa, dinini de, ırzını da tebrie etmiş olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse harama düşmüş olur, tıpkı koruluğun etrafında sürüsünü otlatan çoban gibi ki, her an koruluğa düşebilecek durumdadır. Haberiniz olsun, her melikin bir koruluğu vardır, Allah´ın koruluğu da haramlarıdır. Haberiniz olsun, cesette bir et parçası var ki, eğer o sağlıklı olursa cesedin tamamı sağlıklı olur, eğer o bozulursa, cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir.” [Buharî, İman 39, Büyû 2; Müslim, Müsakat 107, (1599); Ebu Davud, Büyû 3, (3329, 3330); Tirmizî, Büyû 1, (1205); Nesâî, Büyû 2, (7, 241).][11]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, dinimizde eşya hakkında üç hükmün mevcudiyetini haber veriyor:
1) Eğer bir şeyin yapılmasına hükmedilmiş, terkine vaid beyan edilmiş ise bu açık helaldir.
2) Bir şeyin terkine hükmedilmiş yapılmasına da vaid beyan edilmiş ise bu da açık haramdır.
3) Bir şey hakkında bunlardan birine hükmedilmemişse o da şüphelidir.
“Helal olan, apaçık bellidir” sözü “açıklanmasına ihtiyaç yoktur, herkes onu aynıyla, vasfıyla, zahir delillerle bilmede müşterektir” demektir. Üçüncü kısım, hakkındaki kapalılık sebebiyle şüphelidir, haram mı, helal mi olduğu bilinemez. Hadis-i şerifin beyanına göre durumu böyle şüpheli olandan kaçınmak gerekmektedir. Çünkü, nefsülemirde haram idiyse ondan kaçınmakla ona bulaşmaktan beri olmuş olur”. Helal idiyse, (ittika) kasıdla onu terketmiş olmaktadır (ki helalin terki zarar vermez). Zira, eşyada aslolan, haramlık ve mübahlık yönüyle muhtalit olmasıdır. Eşya hakkında “helal” veya “haram” hükümleri bazan beraberce reddedilir. Bunlardan biri öncelik kazanamazsa , o şey hakkındaki hüküm, üçüncü kısma girer.
2- Hadiste gelen “insanların çoğu bunları bilmez” ibaresi, “şüpheli şeylerin haram mı helal mi olduğunu bazı kimseler bilir” manasını ifade eder. Ancak bunlar sayıca azdır ki müçtehid dediğimiz alimleri kasteder. Öyle ise bunların şüphelilik hali, müçtehid olmayanlaradır. Ancak iki delilden birini tercih edememe durumunda onlara da şüphe arız olur.
3- Hadis, şüpheli şeylerden kaçınanların dinlerini noksanlıktan, ırzlarını ta´ndan berî kılacaklarını haber vermektedir. Hadis, kazanç ve yaşayışında şüpheli şeylerden kaçınmayan kimsenin kendini birkısım ta´nlara maruz kılacağını haber vermektedir. Böylece, dinî emirlere ve mürüvvetin gereklerine uymak gerektiği ifade edilmiş olmaktadır.
4- Şüpheli şeylerin hükmü hususunda alimler ihtilaf etmiştir.
* Bazısı: “Haram” demişse de bu merduddur.
* Bazısı: “Mekruh” demiştir.
* Bazısı: “Hüküm verilmez, tevakkuf edilir” demiştir.
5- Ulemanın şüpheliler hakkında ileri sürdüğü yorumlar dört kısımdır. Buna göre şüpheliler:
1) Delillerin tearuzuyla ortaya çıkar.
2) Ulemanın ihtilafıyla ortaya çıkar. Bu da önceki durumdan ileri gelir.
3) Bundan murad “mekruh”la kastedilen şeydir. Zira “mekruh” da “yapılan” veya “terkedilen” bir şeydir.
4) Bununla “mübah” murad edilmektedir.
5) İbnu Hacer, kişilere şartlara göre bu yorumlardan her birinin haklılığı olduğunu söyler.
6) Bazı alimler: “Mekruh, kulla haram arasında bulunan bir eşiktir, mekruha çokca yer veren, harama girmiş olur; mübah da, kulla mekruh arasındayer alan bir eşiktir, mübaha çokca yer veren mekruha girmiş olur” demiştir. Bu görüşü şu hadis desteklemektedir:
“Haramla aranızda helalden bir sütre (engel) koyun. Kim bunu yaparsa dinini ve ırzını tebrie etmiş olur. Kim de (arada bir sütre olmadan) oralarda dolaşırsa koruluk (yasak bölge) kenarında otlayan her an oraya düşecek durumda olan koyun gibidir.”
İbnu Hacer der ki: “Bunun manası şudur: Helalin işlenmesi, kişiyi mekruha veya harama atacak endişesinin bulunduğu hallerde, o helali işlemekten kaçınmak gerekir. Mesela temiz şeylerin fazla istihlaki böyledir. Zira fazla istihlak, kişiyi fazla kazanmaya muhtaç kılar. Bu ise kişiyi müstehak olmadığı şeyi almaya sevkedebilir veya fazla istihlak kişiyi gaflete, anlayış kıtlığına atabilir. Fazla istihlak hiçbir zarar vermese bile en azından ibadete mani oluşu meşguliyetleri artırır. Bu, herkesçe bilinen bir husustur.”
İbnu Hacer, mekruh şeylerden de kaçınmanın ehemmiyetini belirtme sadedinde der ki: “Şurası açıktır ki, mekruhu çok işleyen kişide yasak şeyleri yapma hususunda bir cür´et hasıl olur. Veya haram olmayan yasağı işleme alışkanlığı onu, aynı cinsteki haram olan veya bir şüphe bulunan yasağı işlemeye sevkeder. Bu ise, yasaklanan şeyi yapan kimsenin kalpteki vera nurunun eksikliği sebebiyle kalbinin kararmasını hasıl eden bir durumdur. Bu hal onu kolayca harama atar, kendisi iradî olarak haramı seçmemiş olsa bile. Nitekim, Buhârî´nin sadedinde olduğumuz hadisin Büyû bölümünde kaydettiği bir başka veçhinde Aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurmuştur: “…Kim günah şüphesi sezinlediği bir şeyi terkederse, o haramlığı apaçık olan şeyi daha çok terkedici olmuştur. Kim şüphelendiği şeyi yapmada cü´retkâr olursa haramlığı açık olan şeye düşmesi yakındır.”
Yeri gelmişken, (tevbe edilmeyen) küçük günahların sonunda, insan kalbi küfürle sonuçlanacak bir kararmaya nasıl ulaşır meselesinin gayet mukni bir tahlilini Bediüzzaman´dan, burada bir kere daha kaydedeceğiz. Merhum tahliline Hz. Eyyub aleyhisselam´ın meşhur kıssası vesilesiyle yer verir. Der ki: “Hz. Eyyub aleyhisselam´ın zahirî yara ve hastalıklarının mukabili, bizim batınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. İç dışa, dış içe bir çevrilsek, Hz. Eyyub´tan daha ziyade yaralı ve hastalıklı görüneceğiz. Çünkü, işlediğimiz her bir günah, kafamıza giren her bir şüphe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. Hz. Eyyub aleyhisselam´ın yaraları, kısacık hayat-ı dünyeviyesini tehdit ediyordu. Bizim manevî yaralarımız, pek uzun olan hayat-ı ebediyemizi tehdit ediyor. O münacaat-ı Eyyubiyye´ye, * hazretten bin defa daha ziyade muhtacız. Bahusus nasıl ki, o hazretin yaralarından neş´et eden kurtlar, kalb ve lisanına ilişmişler; öyle de bizleri günahlardan gelen yaralar ve yaralardan hasıl olan vesveseler, şüpheler neuzubillah[12] mahall-i iman olan batın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârâne uzaklaştırarak susturuyorlar. Evet günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra ta nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah istiğfar ile çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir manevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela: Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkar etme arzu ediyor. Hem mesela cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, cehennemin tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper almazsa, bütün ruhu ile cehennemin ademini arzu ettiğinden, küçük bir emare ve bir şüphe cehennemin inkârına cesaret veriyor. Hem mesela, farz namazını kılmayan ve vazife-i ubudiyeti yerine getirmeyen bir adam, küçük bir amirinden küçük bir vazifesizlik yüzünden aldığı tekdirden müteessir olan adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed´in mükerrer emirlerine karşı farzında yaptığı bir tenbellik, büyük bir sıkıntı veriyor ve o sıkıntıdan arzu ediyor ve manen diyor ki: “Keşki o vazife-i ubudiyet bulunmasa idi.” Ve bu arzudan bir manevî adavet-i İlahiyeyi işmam eden bir inkâr arzusu uyanır. Bir şüphe, vücud-u İlahiyeye dair kalbe gelse, kat´î bir delil gibi ona yapışmaya meyleder. Büyük bir helaket kapısı ona açılır. O bedbaht bilmiyor ki, inkar vasıtasıyla gayet cüz´î bir sıkıntı vazife-i ubudiyetten gelmeye mukabil, inkârdan milyonlar ile sıkıntıdan daha müthiş manevî sıkıntılara kendini hedef eder. Sineğin ısırmasından kaçıp, yılanın ısırmasını kabul eder. Ve hakeza… bu üç misale kıyas edilsin ki بَلْ رَانَ عَلى قُلُوبِهِمْ sırrı anlaşılsın.”[13]
7- Son olarak şunu kaydedelim: İslam uleması, sadedinde olduğumuz hadise çok ehemmiyet vermiş ve İslam´ın dayandığı dört temel rivayetten biri saymıştır. Bu dört esası ifade eden meşhur iki beyite Ebu Davud´dan naklen şarihler yer verir:
“Nezdimizde dinin esasları, mahlukatın en hayırlısı Muhammed Mustafa (aleyhissalâtu vesselâm)´nın sözlerine dayanan birkaç kelimedir: “Şüphelileri terket!”, “(Dünyalığa karşı) zahid ol!”, “Seni ilgilendirmeyen şeyleri (malayaniyatı) bırak”, “Ve niyetle amelde bulun!
“Şarihlerimiz ehemmiyetiyle mütenasip olarak hadis üzerine uzun tahliller yapmışlardır. Biz bu kadarla yetiniyoruz.[14]
ـ5164 ـ4ـ وعن سَلْمَانَ الْفارِسي وَابْن عَبّاس رَضِيَ اللّهُ عَنْهم قاَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: اَلْحََلُ مَا أحَلَّ اللّهُ في كِتَابِهِ، وَالْحَرَامُ مَا حَرَّمَ اللّهُ في كِتَابِهِ، ومَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ عَفْوٌ، فََ تَتَكَلَّفُوا السُّؤَالَ عَنْهُ[. أخرجه رزين .
4. (5164)- Selman el-Farisî ve İbnu Abbas (radıyallahu anhüm) anlatıyorlar: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Helal, Allah Teala hazretlerinin kitabında helal kıldığı şeydir. Haram da Allah Teala hazretlerinin kitabında haram kıldığı şeydir. Hakkında sükut ettiği şey ise affedilmiştir. Onun hakkında sual külfetine girmeyiniz.” Rezin tahric etmiştir. [Tirmizî, Libas 6, (1726); İbnu Mace, Et´ime 60, (3367).][15]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, haramların ve helallerin miktarını, neler olduğunu sadece Kur´an-ı Kerim´in beyanlarına bağlamaktadır. Bu husus Kur´an-ı Kerim´de ya açık bir surette ya da mücmel olarak gelmiştir. Ayette: “Allah´ın Resulü size her ne getirdi ise onu alın, her neden de yasakladı ise onu terkedin” (Haşr 7) buyrulmuştur.
Bu ayette Kur´an´da sarih olarak zikri geçmediği halde Resulullah tarafından beyan edilen haramlar da mücmel olarak ifade edilmektedir. Şevkânî Neylü´l-Evtar´da der ki: “Haram ve helali Kur´an´la tahdid eden bu ve benzeri ibarelerden murad, Kur´an-ı Kerim´in bütün hükümlere şamil olmasını ifadedir. Ancak bu şümûl, her meselede sarih olmaz. Ya bir âmm ifadeyle, ya bir işaretle, ya da galib durumu zikir suretiyle olur. Nitekim bir hadiste “Bana Kur´an ve onun misli kadar da başka şey verildi” buyrulmuştur.”
Bu hadise göre hakkında sükut edilen şeyler yani Allah´ın, helal veya haram olduğunu beyan etmediği şeyler vardır. Bunları unuttuğu için değil, kullara rahmet olsun diye meskut geçmiştir. Bu sükut edilenlerin “affedilen şeylerden olması” mübahlıklarını ifade eder, yenmesi mübah, kullanılması da mübahtır.
Hadis, eşyada aslolanın ibahe olduğunu da ifade etmektedir. Bu hususu şu ayet de te´yid etmektedir: “Allah, arzda olan her şeyi sizin için yaratandır” (Bakara 29).
Bazı alimler bu ayetten hareketle, tütün ve tönbeki gibi maddelerin mübah olduğuna hükmetmiştir. Ancak muhakkik alimler, “…zararsı olmak şartıyla” diyerek bazı kayıdlar ileri sürmüşlerdir. Bunlar: “uzun vadede veya kısa vadede zarar veren eşyalar asla ve asla helal olamaz” demişlerdir. Muhakkikler, sigara, tütün, tönbeki gibi maddelerin kullanılmasında hemen ve açık zararın olduğunu, dolayısiyle bunların helal addedilmemesi gerektiğini söylerler.[16]
ـ5165 ـ5ـ وعن الْمِقْدَامْ بن معدي كربْ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا أكَلَ أحَدٌ طَعَاماً قَطُّ خَيراً مِنْ أنْ يَأكُلَ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ، وَإنّ نَبِىَّ اللّهِ دَاوُدَ عَليْهِ السَّمُ كَانَ يأكُلُ مِنْ عَمَلِ يَدِهِ[. أخرجه البخاري .
5. (5165)- Mikdâm İbnu Ma´dikerb (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“(Benî Adem´den) hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlı bir taamı asla yememiştir. Allah´ın peygamberi Dâvud aleyhisselâm elinin emeğini yerdi.” [Buhârî, Büyû 15.][17]
AÇIKLAMA:
Hadis bazı vecihlerinde: “Kişi elinin emeğinden daha helal bir taam yememiştir” şeklinde gelmiştir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), İslâm´ın el emeğine verdiği ehemmiyeti ifade zımnında muhtelif ifadelere yer vermiştir. Biri de şöyledir: “Kim işinden yorulmuş olarak geceyi geçirirse Allah´ın mağfiretine mazhar olarak gecelemiş demektir.” Bir başka hadiste “Kişinin yediği en temiz yemek kendi kesbindendir” denmiştir. Bir başka hadiste büyük peygamberlerin kazançlarıyla ilgili örnekler verilir:
“Hz. Davud zırhçı, Hz. Adem çiftçi, Hz. Nuh marangoz, Hz. İdris terzi, Hz. Musa çobandı (aleyhimüsselam).”
İbnu Hacer der ki: “Hadis, elle çalışmanın faziletini beyan etmekte ve şahsın bizzat mübâşeret ettiği işin, dolaylı olarak mübâşeret ettiğinden üstün olduğunu göstermektedir. Betahsis Hz. Davud aleyhisselam´ın zikrindeki hikmet, yeme işinde kendi el emeğiyle yetinmiş olmasıdır. Aslında o, böyle yapmaya mecbur değil idi. Çünkü o, Allah Teala hazretlerinin de belirttiği üzere (Sâd 26) yeryüzünün halifesi idi. (Bu sebeple başkaca helal gelirleri vardı.) Ama o, her şeye rağmen efdal olanı tercih edip elinin emeğiyle kazandığını yedi. Bu sebeple Aleyhissalâtu vesselâm, onun kıssasını, en hayırlı kazancın el emeğiyle elde edilen kazanç olduğu hususunda ihticac makamında zikretmiştir. Hadis ayrıca, kesbetme gayretinin tevekküle muhalif olmadığını, keza bir şeyi deliliyle birlikte zikretmenin dinleyici üzerinde daha müessir olduğunu takrir etmektedir.”[18]
ـ5166 ـ6ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَأتِي عَلى النَّاسِ زَمَانٌ َ يُبَالِي الْمَرْءُ مَا أَخَذَ مِنْهُ، أمِنَ الْحََلِ، أمْ مِنَ الْحَرَامِ[. أخرجه البخاري والنسائي.وزاد رزين: »َ تُجَابُ لَهُمْ دَعْوَةٌ« .
6. (5166)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
“Öyle devir gelecek ki, insanoğlu, aldığı şeyin helalden mi, haramdan mı olduğuna hiç aldırmayacak.” [Buhârî, Büyû 7, 23; Nesâî, Büyû´ 2, (7, 243).]
Rezîn şu ziyadede bulunmuştur: “Böylelerinin hiçbir duası kabul edilmez.”[19]
AÇIKLAMA:
Hadis, mü´mini kazanç hususunda dikkatli olmaya, haram bulaşıyor mu bulaşmıyor mu araştırmada bulunmaya sevketmektedir. Bilhassa Rezîn´in ilavesi dua ve ibadetlerimizin kabul edilmesinin, rızkımızın helal olmasına bağlandığını ifade etmektedir. Dikkatsizlik sebebiyle, haramla bulaşan rızkın istihlâki, kişiyi öbür dünyada müflisler zümresine dahil edebilecektir. Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm hakiki müflisi, dünyada parasını kaybeden olarak değil, burada her çeşit salih ameller yapmış olmasına rağmen, öbür dünyada şu veya bu sebeple, bu amellerinden, kendisine istifade edeceği hiçbir şey kalmadığı için cehennemi boylayan kimse olarak ifade buyurmuştur. Şu halde haramla beslenme de böyle bir neticeye götürecek sebeplerden biri olmaktadır. Rabbimiz muhafaza buyursun.
İbnu´t-Tîn der ki: “Resulullah aleyhissalâtu vesselâm bu hali, malın fitnesinden sakındırmak için zikretmiştir. Bu hadis Aleyhissalâtu vesselâm´ın peygamber olduğunu gösteren mucize ve delillerden biridir. Çünkü burada, kendi zamanında olmayan bir durumu haber vermektedir.” [20]
İKİNCİ FASIL
MÜBAH OLAN KAZANÇLAR VE TAAMLAR
ـ5167 ـ1ـ عن عَائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ أطْيَبَ مَا أكَلْتُمْ مِنْ كَسْبِكُمْ. وإنَّ أوَْدَكُمْ مِنْ كَسْبِكُمْ[. أخرجه أصحاب السنن .
1. (5167)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Muhakkak ki yediğinizin en temizi kendi kesbinizden olandır. Muhakkak ki evladlarınız da kendi kesbinizdendir.” [Ebu Davud, Büyû 79; Tirmizî, Ahkam, 22, (1358); Nesâî, Büyu 1, (7, 249); İbnu Mace, Ticarat 1, (2137 ), 64, (2290).][21]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, kişiye en temiz mal olarak, kendi gayretiyle kazandığını göstermektedir. Bu sanatla olmuş, ticaret veya ziraatle olmuş farketmez. Yeter ki meşru kazanç yollarından biriyle olsun.
2- Hadiste ifade edilen ikinci husus, evlad malının anne veya babaya helal olduğunun, adeta kendi malı durumunda olduğunun takriridir. Bu sadette başka rivayetler de gelmiştir: “Kişinin evladı en temiz kesbindendir. Onların mallarından afiyetle yiyin.” Bir diğer rivayette “Sen ve malın babana aitsiniz” buyrulur. Tirmizî, Ashab´ın: “Babanın eli, evladın malında serbesttir, dilediğini alır” dediğini kaydeder.
Hadislerde “evlad”ın kesb olarak ifadesi mecazdır. Ancak evlad ebeveyn sebebiyle, onların hizmetleriyle yetiştikleri için teşbih pek muvafıktır.
Hattâbî der ki: “Hadiste yer eden fıkıhtan biri şudur: “Anne ve babanın nafakası evlad üzerine vacibtir. Yeter ki, evlad ona malik olsun. Alimler, anne ve babalardan hangilerine nafaka vacibtir; onların sıfatı hususunda ihtilaf etmişlerdir.
* Şafii der ki: “Nafaka fakir ve sakat olan ebeveyn için vacibtir. Ebeveynin malı varsa veya bedeni, sıhhati yerinde ise ve sakatlığı yoksa evlad üzerine nafaka düşmez.”
* Diğer fakihler ise: “Valideynin nafakası evlad üzerine vaciptir” derler. Bunlardan birinin, Şafii haretleri gibi sakatlık şartını koştuğunu bilmiyorum.
* Şevkânî, bu babta gelen hadislerin tamamında şu hükmün çıkarılmasının sahih olduğunu belirtir: “Kişi evladının malında ortaktır, ondan yemesi caizdir; oğlu rıza gösterse de göstermese de farketmez. Keza israf ve tebzir olmamak kaydıyla, onda kendi malı gibi tasarruf etmesi de caizdir. Bahr´da şu hususta icma olduğu kaydedilmiştir: “Zengin evlada, fakir ebeveynin nafakası vacibtir.”[22]
ـ5168 ـ2ـ وعن سعد بن أبي وقّاص رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَامَتِ امْرأةٌ جَلِيلَةٌ كَأنَّهَا مِنْ نِسَاءِ مُضَرَ. فَقَالَتْ: يَا رَسُولَ اللّهِ إنَّا كلّ عَلى آبَائِنَا وَأبْنَائِنَا وَأزْوَاجِنَا، فَمَا يَحِلُّ لَنَا مِنْ أمْوَالِهِمْ؟ قَالَ: الرَّطْبُ، تأكُلْنَهُ وَتُهْدِينَهُ. قَالَ أبُو داود: الرَّطْبُ الْخُبْزُ وَالْبَقْلُ والرَّطْبُ[. أخرجه أبو داود .
2. (5168)- Sa´d İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: “Sanki Mudar kabilesine mensup uzun boylu bir kadın ayağa kalkıp:
“Ey Allah´ın Resûlü! Biz (kadın)lar babalarımız ve evladlarımız ve kocalarımız üzerine yüküz. Onların mallarında emirleri dışında, tasarrufu bize helal olan nedir ” diye sualde bulundu. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Size helal olan “taze”dir. Ondan hem yiyin, hem de hediye edin!” buyurdular.” Ebu Davud der ki: “Tazeden maksad ekmek, sebze ve taze meyve [gibi fazla kalınca bozulan yiyecekler]dir.” [Ebu Davud, Zekat 44, (1686).][23]
AÇIKLAMA:
Resulullah burada kadınların koca veya evlatlarının malları üzerindeki tasarruf yetkilerini belirtmektedir. Yetkilerinin ratb çerçevesinde olduğunu beyan buyuruyor. Ratb yaş veya taze manasına geldiği için, alimler bunu dayanıksız istihlak maddeleri olarak tefsir etmişlerdir. Ebu Davud, bunu taze hurma manasına gelen rutabla açıklamıştır. Ancak, kuru olmayan üzüm ve diğer taze meyvelerin hepsine şamil olduğu açıktır. Alimler daha ileri giderek, uzun müddet kaldığı takdirde bozulacak olan bütün yiyecek maddelerine teşmil ederler: Pişmiş yemekler, süt, taze meyve sebzeler vs. Kadınlar bunlar üzerinde kocalarından izin almadan tasarrufta bulunabilirler.
Ancak şu da var ki, örfen bunlarda kocanın peşin rızası kabul edilir. Dolayısiyle, zımnen bilgisi ve müsaadesi var demektir. Şarihler, bu maddeler hakkında kadının tasarrufuna razı olmadığını koca önceden belirttiği takdirde, kadın bunlardan da rastgele, izinsiz sarfedemez, derler.
Aliyyü´l-Kâri, Ebu Davud´un kaydettiği “Kadın kocasının malından, onun (sarih) emri olmadan infak ederse ecrin yarısı onundur” hadisiyle ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Kadın kendi nafaka hakkından fazlasını alıp tasaddukta bulunsa, aldığı fazlalığı kocasına borçlanır. Eğer kocası haberdar olunca, buna rıza gösterirse, kadına nafakasından tasadduku sebebiyle kocaya terettüp edecek ecrin yarısı terettüp eder, ecrin yarısı da kocaya gelir. Çünkü kadın kendi nafakasından fazlasını onun malından tasadduk etmiştir ve bu fazlalık kocanın hakkıdır.”
Bu hususta Nevevî hazretleri de şunu söyler: “Bil ki, mal üzerinde çalışana, yani hazinedar olsun, zevce ve köle olsun her birine, malda tasarruf hususunda mal sahibinin izni gerekir. Eğer mal sahibinin izni yoksa, bu sayılanlardan her üçüne de herhangi bir sevap mevzubahis olamaz. Dahası başkasının malını, izni olmadan tasarrufu sebebiyle vebal altında kalırlar.
İzin iki çeşittir: Biri nafaka ve sadaka hususunda sarih izindir, ikincisi, cari örften anlaşılan mefhum (ve mukadder) izindir. Bir dilenciye verilen bir parça sadaka vs. gibi. Bu örfte cari olduğu için, örfen koca ve mal sahibinin bu çeşit bağışlarda izni var kabul edilir. Dolayısıyla, aksini söylemedikçe bunlarda izin var kabul edilir. Eğer bu hususta tam bir örf yoksa ve kocanın rızası hususunda şekk hasıl olursa veya koca cimri biri ise ve halinden razı olmadığı anlaşılırsa veya şekke düşülürse, kadına ve başkasına sarih izin olmadan tasadduk caiz olmaz.”
Nevevî bu meyanda belirtir ki: “Kadın, örfçe müsamaha ile karşılanan miktardan fazlasını sarih izin olmadan tasadduk ederse yine sorumlu olur. Çünkü, örfçe müsamaha ile karşılanan miktar çok değildir, az bir miktardır. Öyleyse, bu herkesçe maruf miktarı tecavüz ederse bu caiz olmaz. Bu husus, bir başka hadiste “Kadın, evinin yiyeceğinden, fesad vermeyecek şekilde infak ederse, kadına infakı, kocasına da kesbi sebebiyle ücret vardır” ibaresiyle ifade edilmiştir. Yani infak, “fesad vermeyecek şekilde” olmalıdır. Bu ibarede Aleyhissalâtu vesselâm iki şeye dikkat çekmiş bulunmaktadır:
1) Kadın örfçe kabul edilen miktarın sınırını aşmamalıdır.
2) Bu tasadduku yiyecek nevinden olmalıdır. Çünkü, örfen ekserî insanlar arasında ve umumiyetle yiyecek nevinden şeylerde tasadduk caridir, gümüş ve altın paralarda cari değildir.”[24]
ـ5169 ـ3ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قَالَتْ هِنْدٌ اِمْرأةُ أبِى سُفْيَانَ: يَا رَسُولَ اللّهِ إنَّ أبا سُفْيَانَ رَجُلٌ شَحِيحٌ لَيْسَ يُعْطِىنِي مَا يَكْفِينِي وَوَلَدِي إَّ مَا أخَذْتُ مِنْهُ وَهُوَ َ يَعْلَمُ فَقَالَ: خُذِي مَا يَكْفِيكِ وَوَلَدِكِ بِالْمَعْرُوفِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي .
3. (5169)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ebu Süfyan´ın karısı Hind, (Bir gün gelerek) “Ey Allah´ın Resulü dedi. Ebu Süfyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuğuma yetecek miktarda (nafaka) vermiyor. Durumu idare için, onun bilmez tarafından, almam gerekiyor! (Ne yapayım )”
Aleyhissalâtu vesselâm:
“Örfe göre sana ve çocuğuna kifayet edecek miktarda al!” buyurdular” [Buharî, Büyu 95, Mezalim 1, Nafakat 5, 9, 14, Eyman 3, Ahkam 14, 180; Müslim, Akdiye 7, (1714); Ebu Davud, Büyû 81, (3532); Nesaî, Kudat 30, (8, 246).][25]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste Resulullah´ın “al” emri ibahe ifade eden bir emirdir. Vücub için değildir.
2- Hadiste, fetva istemek veya şikayet etmek gibi bir maksadla, kişinin hoşlanmayacağı bir vasfıyla zikrine cevaz var. İşte bu hal, gıybetin caiz olduğu yerlerden biridir.
3- Hadis, iki taraftan birini, öbürünün gıyabına dinlemenin caiz olduğunu gösterir. Hanefiler gaib üzerine hükmü kabul etmezken, Şafiiler bu hadise dayanarak kabul ederler. Nevevî, “Ebu Süfyan gaib değildi, gaib üzerine hüküm için, gaibin memlekette olmaması veya bulunamayacak şekilde görünmez olması şarttır. Bu, gaibe hüküm örneği olamaz, bu bir fetvadır” der. Nevevî´nin görüşünü takdirle karşılayan İbnu Hacer, bu rivayette Ebu Süfyan´ın o mecliste hazır olduğuna rastladığını kaydeder. Rivayete göre, Hind, biat ederken, “Çalmamak” maddesine gelince, “Ben Ebu Süfyan´ın malından almıştım” der. Ebu Süfyan da kalkıp: “Malımdan aldığın sana helal olsun!” der.
4- Hüküm ve fetva sırasında hakim, yabancı kadının kelamını dinleyebilir. Kadının sesi avret diyenler, bu cevazı “zaruret için” diyerek te´vil etmiştir.
5- Nafakanın kabzı meselesinde kadının sözü muteberdir. Eğer erkeğin sözü muteber olsaydı ve infak ettiğini iddia etseydi, bu beyyine, yeterli miktarda nafaka verdiğini isbata kâfi gelirdi.
6- Kadının nafakası erkeğe vacibtir ve onun miktarı “yetecek kadar” olmalıdır. Ulemanın çoğu bu görüştedir. Cüveynî´nin nakline göre “Şafii de bu görüştedir. Ancak Şafiî´den meşhur olan görüşe göre, o bunu müdd´le miktara bağlamıştır. Şöyle ki:
* Zengin kocaya her gün iki müdd terettüp eder.
* Orta halliye bir buçuk müdd terettüp eder.
* Fakire bir müdd terettüp eder.
Nafakanın müddle miktara bağlanma işi, İmam Malik´ten de rivayet edilmiştir.
Nevevî, Müslim Şerhi´nde: “Bu hadis ashabımıza (Şafiîlere) hüccettir” demiştir.
Hanefilere göre, nafaka takdiri zevcenin haline bağlıdır. Hanefîlerden Hassaf, “Karı ve koca her ikisinin haline göre nafakayı takdir etmek gerekir” görüşünü benimsemiştir. Hidaye´de fetvanın bu görüşe göre verildiği belirtilir. Hüccet olarak sadedinde olduğumuz hadise (Hali vakti) geniş olan nafakayı genişliğine göre versin” (Talak 7) ayeti de ilave edilmiştir. Şafiîler, ayeti esas alarak, kocanın halini esas almanın gereğine hükmetmiştir. Bazı Hanefîler de bu görüştedir.
7- İhtiyaç olduğu takdirde evladın nafakası vacip olur. Şafiîler küçüklük ve sakatlığa itibar ederler.
8- Kadının hizmetçisinin nafakası da koca üzerinedir.
9- Başkasında hakkı olan kimse, bu hakkını almaktan aciz ise, onun malından, adamın izni olmadan, hakkı miktarınca alabilir. Bu hüküm, Şafii ve birkısım alimlere aittir. Buna mes´eletu´zzafer denilir. Onlar: “Hakkı hangi cins şeyde ise ondan başkasını alması caiz olmaz. Ancak hakkının cinsinden almak zor olursa, başka cinsten de hakkını alabilir” derler.
10- Kadın, çocuğuna ve terbiyesinde olanlara karşı vazifesini yerine getirmede söz sahibidir.
11- Şeriatçe tahdid konulmayan hususlarda örf esas alınır. [26]
ـ5170 ـ4ـ وعن الْقَاسِمِ بْنِ محمّد قال: ]قَالَ رَجُلٌ ‘بْنِ عبّاسَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: إنَّ لِي يَتِيماً وَلَهُ إبِلٌ، أفَأشْرَبُ مِنْ لَبَنِهَا؟ قَالَ: إنْ كُنْتَ تَبْغِي ضَالَّتَهَا، وَتَهْنأُ جَرْبَاهَا، وَتُلِيطُ حَوْضَهَا، وَتُسْقِيهَا يَوْمَ وِرْدِهَا فَاشْرَبْ غَيْرَ مُضِرٍّ بِنَسْلٍ وََ نَاهِكٍ في الْحَلْبِ[. أخرجه مالك.»تَبغِى ضالتها« أي تطلبها وتنشدها إذا ضلت.و»تهنأُ جرباها« أي تداويها بدواء الجرب، وهو القطران وما يضاف إليه.و»تُليطُ حوضها« أي تصلحه بالطين.و»النّاهكُ في الحلب« المستقصي المبالغ الذي يدع في الضرع من اللبن شيئاً .
4. (5170)- Kasım İbnu Muhammed rahimehullah anlatıyor: “Bir adam İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´a: “Yanımda bir devesi olan bir yetim var. Devesinin sütünden içebilir miyim ” diye sormuştu. İbnu Abbas şu cevabı verdi:
“Eğer deve kaybolunca arıyor, katran vesairesini sürerek tedavisini yapıyor, su yalağını onarıyor, sulama gününde suyunu içiriyorsan yavruya zarar vermeden ve memeyi tamamen kurutmadan içebilirsin.” [Muvatta, Sıfatu´n-Nebî 33, (2, 934).][27]
* KUR´AN´I YAZMA VE ÖGRETMENİN ÜCRETİ
ـ5171 ـ1ـ عن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أحَقُّ مَا أخَذْتُمْ عَلَيْهِ أجْراً كِتَابُ اللّهِ تعالى[. أخرجه البخاري في ترجمة .
1. (5171)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Üzerine ücret almada en haklı olduğunuz şey Kitabullah´tır.” [Buharî, İcare 16 (muallak olarak kaydetmiştir), Tıbb 34.][28]
AÇIKLAMA:
1- Hadisi, Resulullah, yılan sokmasına karşı Fatiha okuyarak rukye yapan ve tedavi eden Müslümanlara ücret verilen koyunların helal olup olmadığı sorulunca ifade buyurmuştur. Bunun kıssası daha önce geçti.
2- Hadiste Resulullah, verilen koyunların helal olduğunu beyan eder ve iyice ikna olsunlar diye “Bana da bir pay ayırın” manasında beyanda bulunur.
Cumhur, bu hadisten hareketle: “Kur´an-ı Kerim´i öğretme mukabilinde alınacak ücretin caiz ve helal olacağına” hükmetmiştir. Hanefîler buna muhalefet edip “talimde caiz değil, fakat rukyede ücret caizdir” demiştir. Onlara göre “Kur´an´ın öğretilmesi ibadettir. Ücreti Allah üzerinedir. Ancak bu hadis sebebiyle rukye ve tedavide ücret caizdir.” Bazı Hanefi alimler, bu hadisin, Kur´an öğretimine mukabil ücret almayı yasaklayan hadislerle neshedildiğini de söylemiştir. İbnu Hacer, bu görüşün, “Nesh iddiası, sabit bir karine olmadıkça kabul edilmez, ihtimalle nesh sabit olmaz” prensibi gösterilerek tenkid edildiğini, keza mezkur hadislerde mutlak bir yasaklama hususunda sarahat olmayıp, onların tevile kabil vakaları aksettirdiği, zira sadedinde olduğumuz nevden sahih hadislere de tevafuk ettiği; diğer taraftan ücreti yasaklayıcı hadislerin tek başlarına hüccet olmaya elverişli olmadıkları, dolayısıyla sahih hadislerle tearuzlarının söylenemeyeceği gibi hususlar gösterilerek tenkit edildiğini belirtir ve netice itibariyle, Kur´an öğretimi mukabilinde nikahı tecviz eden hadis de nazar-ı dikkate alınınca Kur´an öğretimi mukabilinde ücretin caiz olacağını söyler.[29]
ـ5172 ـ2ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّّهُ سُئِلَ عَنْ أُجْرَةِ كِتَابَةِ الْمُصْحَفِ. فقَالَ: َ بَأسَ، إنَّمَا هُمْ مُصَوِّرُونَ، وَإنَّهُمْ إنَّمَا يَأكُلُونَ مِنْ عَمَلِ أيْدِيهِمْ[. أخرجه رزين .
2. (5172)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´dan anlatıldığına göre, “Kendisine mushaf yazmanın ücreti hakkında sorulmuştu. Şu cevapta bulundu:
“Bunda bir beis yok. Onlar, bu işte, ressam durumundadırlar, ellerinin emeğini yemektedirler.” [Rezin tahric etmiştir.] [30]
* MEMURLARIN RIZIKLARI
ـ5173 ـ1ـ وعن عَائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالتْ: ]لَمَّا اسْتُخْلِفَ أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: لَقَدْ عَلِمَ قَوْمِي أنَّ حِرْفَتِي لَمْ تَكُنْ تَعْجِزُ عَنْ نَفَقَةِ أهْلِي. وَقَدْ شُغِلْتُ بِأمْرِ الْمُسْلِمين. فَسَيأكُلُ آلُ أبِي بَكْرٍ مِنْ هذَا الْمَالِ وَيَحْتَرِفُ لِلمُسْلِمِينَ فيهِ[. أخرجه البخاري .
1. (5173)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) halife seçildiği zaman:
“Kavmim biliyor ki, benim mesleğim ailemin nafakasını te´minden aciz değildir. Ancak şimdi Müslümanların işleriyle meşgulüm. Bu sebeple Ebu Bekr´in ailesi beytü´lmalden yiyecek, o da Müslümanlar için çalışacak” dedi.” [Buhârî, Büyû 15.][31]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Ebu Bekr, beytü´lmalden ailesinin nafakasını almanın özrünü beyan etmektedir. Demek istediği şudur: “Ben meslek sahibi bir insanım. Ailemin ihtiyaçlarını çalışarak te´min ettim. Yine de bu yolda yürümek azmindeyim. Ancak şimdi halife oldum. Müslümanların işiyle meşguliyet, meslek icra etmeme manidir. Bu sebeple ailemin nafakasını devlet hazinesinden almalıyım.” Hz. Ebu Bekr´in önceki mesleği ticaret idi. İbnu Sa´d´da Hz. Aişe´den gelen bir rivayete göre, Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), kendisini ölüme götüren hastalığa yakalandığı zaman: “Halife olduğum zamandan beri malımda meydana gelen fazlalığa bakın ve onu benden sonra kim halife olursa ona gönderin!” der. Hz. Aişe der ki: “Ölünce baktık çocuklarını taşıyan Nûbî (Habeşli) bir kölesi, bahçesini sulayan bir devesi vardı. Bunları Hz. Ömer´e gönderdik. Ömer (radıyallahu anh): “Allah´ın rahmeti Ebu Bekr´e olsun! Kendisinden sonrakini yordu” der. Bir başka rivayette şu ziyade gelmiştir: “…Köle, kılıç bileyici idi. Müslümanların kılıçlarını biler, Ebu Bekr ailesine hizmet yapardı.”
2- Hz. Ebu Bekr´in, nafakasını kastederek sadece “yiyecek”in beytü´lmalden alınmasını zikretmesi, nafakaya giren diğer ihtiyaçlar içinde yiyeceğin daha mühim olmasından ileri gelir. Yiyecek sadece mühim değil, miktarca da diğerlerinden fazladır.
3- Hadis, ammeye hizmetle meşgul olanların, hem kendi, hem ailelerinin nafakalarını beytü´lmalden almayı hak ettiklerini ifade etmektedir. İbnu´t-Tin der ki: “Hadiste, bir memurun fevkinde, kendisine malum bir ücret verecek makam olmadığı takdirde, üzerine çalıştığı maldan ihtiyacına yetecek miktarda almasına delil vardır.”
İbnu Hacer, Hz. Ebu Bekr kıssasında bu hükme delil olmadığını belirtir ve onun ücretinin belirlendiğini söyler. Şöyle ki: “İbnu Sa´d´da gelen bir rivayete göre “Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) halife seçilince ertesi sabah başında ticaret malı bir kısım esvab olduğu halde çarşıya gider. Hz. Ömer´le Ebu Ubeyde İbnu´l-Cerrah onu bu vaziyette görürler ve:
“Sen bunu nasıl yaparsın, sen Müslümanların işini üzerine almadın mı ” derler.
“İyi ama ailemi ne ile besleyeceğim ” der.
“Sana nafaka tahsis ederiz!” derler ve her gün için bir koyun tahsis ederler.”
Bu, bize devlet reisinin maaşı hususunda bir fikir verir.[32]
ـ5174 ـ2ـ وعن بريدة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنِ اسْتَعْمَلْنَاهُ عَلى عَمَلٍ وَرَزَقْنَاهُ رِزْقاً فمَاَ أخَذَ بَعْدَ ذلِكَ فَهُوَ غُلُولٌ[. أخرجه أبو داود .
2. (5174)- Hz. Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Biz kimi bir işe tayin eder, bir rızık tahsis edersek, bu tahsis edilenden maada aldığı gulüldür (devlet malından hırsızlıktır).” [Ebu Davud, Harac 10, (2943).][33]
ـ5175 ـ3ـ وعن الْمُسْتَوْرِد بن شدّاد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ كَانَ لَنَا عَامًِ فَلْيَكْتَسِبْ زَوْجَةً، فإنْ لَمْ يَكُنْ لَهُ خَادِمٌ فَلْيَكْتَسِبْ خَادِماً، وإنْ لَمْ يَكُنْ لَهُ مَسْكَنٌ فَلْيَكْسِبْ مَسْكَناً. قَالَ أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أُخْبِرْتُ أنَّ النّبِيَّ # قال: مَنِ اتَّخَذَ غَيْرَ ذلِكَ فَهُوَ غَالٌّ أوْ سَارِقٌ[. أخرجه أبو داود .
3. (5175)- Müstevrid İbnu Şeddad (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim bize memur olursa, kendine bir zevce edinsin. Hizmetçisi yoksa bir de hizmetçi edinsin. Meskeni yoksa bir mesken edinsin.”
Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) dedi ki:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle buyurdukları bana haber verildi:
“Kim bunun dışında bir şey edinirse, bu kimse haindir, hırsızdır.” [Ebu Davud, Harac 10, (2945).][34]
ـ5176 ـ4ـ وعن عبداللّهِ بن عَمْرُو السّعدي: ]أنَّهُ قَدِمَ عَلى عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه في خَِفَتِهِ، فقَالَ لَهُ عُمَرُ: ألَمْ أُحَدَّثْ أنَّكَ تَلِي مِنْ أعْمَالِ الْمُسْلمِينَ أعْمَاً فإذَا أُعْطِيتَ الْعُمَالَةَ كَرِهْتَهَا؟ فَقُلْتُ: بَلَى. فقَالَ عُمَرُ: مَا تُرِيدُ الى ذلِكَ؟ قُلْتُ: إنّ لِي أفْرَاساً وَأعْبُداً وَأنَا بِخَيْرٍ، وأُرِيدُ أنْ تَكُونَ عُمَالَتِى صَدَقَةً عَلى الْمُسلمِينَ. فقَالَ عُمَرُ: فََ تَفْعَلْ فَإنِّي كُنْتُ أرَدْتُ الّذِي أرَدْتَ، وَكَانَ رَسُولُ اللّهِ # يُعْطِينِي الْعَطَاءَ فَأقُولُ: أعْطِهِ أفْقَرَ إلَيْهِ مِنِّي. حَتّى أعْطانِي مَرَّةً مَاً، فَقُلْتُ: أعْطِهِ أفْقَرَ إلَيْهِ مِنّي. فَقَالَ النّبِي #: خُذْهُ فَتَمَوَّلْهُ وَتَصَدَّقْ بِهِ، فَمَا جَاءَكَ مِنْ هذَا الْمَالِ مِنْ غيْرِ مَسْألَةٍ وََ إشْرَافٍ فَخُذْهُ، وَمَا فََ تُتْبِعْهُ نَفْسَكَ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي.»ا“شراف« التطلع الى الشئ والرغبة فيه.وقوله »وَماَ فََ تُتْبِعْهُ نَفْسَكَ« أي وما يكون بهذه الصفة فاتركه .
4. (5176)- Abdullah İbnu Amr es-Sa´di´nin anlattığına göre, “hilafeti sırasında Hz. Ömer´ın yanına geldi. Hz. Ömer kendisine:
“Bana haber verildiğine göre, sen Müslümanların işlerinden bir kısmını üzerine almışsın ve sana maaş verilince almaktan kaçınmışsın (doğru mu) ” diye sordu. Ben de: “Evet!” dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer: “Bundan maksadın ne ” dedi. Ben de:
“Benim atlarım var, kölelerim var (halim vaktim iyidir), hayır üzereyim. Ben maaşımın Müslümanlara sadaka olmasını istiyorum” dedim. Hz. Ömer:
“Hayır! Böyle yapma! Çünkü (bir ara ben de senin gibi düşünmüş), senin arzu ettiğin şeyi arzu etmiştim. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana ihsanda bulunuyordu. Ben de:
“Bu parayı ona benden daha çok muhtaç olan birine ver!” diyordum. Hatta bir seferinde (aleyhissalâtu vesselâm)yine bana mal vermişti. Ben yine:
“Bunu, onu benden daha çok muhtaç olan kimseye ver!” demiştim. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Onu al, kendi malın yap, sonra tasadduk et! Bu maldan, sen talep etmeden, bekler vaziyeti almadan, gelen olursa onu al. Böyle olmayana gönlünü bağlama!” buyurdular.” [Buhârî, Ahkâm 17; Müslim, Zekat 111, (1045); Nesâî, Zekat 94, (5, 103).][35]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisten, ulema memur maaşları ve hediye almakla ilgili olarak pek çok ahkam çıkarmıştır. Mühimlerini kaydediyoruz:
* Amme adına hizmet veren kimselerin hizmetlerine mukabil ücret almaları caizdir. Hadisteki “al!” emrini alimler vücub değil, nedb olarak anlamışlardır. Müstağni kimse ücret almayabilir. Ancak alıp, kendine mal ettikten sonra bağışlarsa bu efdaldir. Çünkü, kişi kendi zimmet ve tasarrufuna geçen mala karşı daha çok ilgi ve hırs duyar, eline geçmemiş olan mala karşı hırsı zayıftır. Öyle ise kendine mal ettikten sonra yapılan bağış, nefsin hissiyatını da kıracağından efdal kabul edilmiştir. Esasen Resulullah da bunu böyle takrir buyurmuştur.* Kalben muntazır olmadan, istemeden gelen malı almak, almamaktan hayırlıdır. Ulema, çoğunlukla büyüklerden bu suretle gelen malı almanın edeb olduğunu, reddetmenin edebe aykırı olduğunu söylemiştir. Nevevî, bu hususu şöyle özetler: “Kendisine mal bağışı yapılan bir kimsenin o malı kabul etmesinin hükmü nedir, vacib mi değil mi münakaşa edilmiştir. Sahih ve meşhur görüşe göre, “Sultan dışında kalanların ihsanını kabul etmek müstehabtır. Sultanın malı çoğunluğu itibariyle helal ise, onun kabulü mübahtır. Ekserisi haram ise kabul etmek de haramdır” demiştir…
Taberî´nin nakline göre bazı alimler, “Hediyeyi veren sultan veya salih veya fasık bir kimse olsun verilen şeyi kabul etmek mendubtur; yeter ki hediye, hediye vermesi caiz olan bir kimseden gelsin” demiştir.
“Hediye vermesi caiz olan” kaydı, bir kısım kimselerin hediye vermesinin caiz olmadığını ifade eder. Nitekim memur, hizmet sunduğu insanlardan hediye alacak olursa bu rüşvet olur. Taberî, Ashab´tan hediye kabul edenlerden örnekler verir: “Hz. Ebu Hureyre, Hz. Aişe, Ebu´d-Derda, İbnu Ömer, İbnu Abbas, Hz. Ali radıyallahu anhüm ecmain. Keza tabiinden Alkame, Esved, Nehai, Hasan Basri, Şa´bi de hediye kabul edenlerdendir.
Bunların görüşleri üç noktada özetlenebilir:
1) Hediye vermesi caiz olan kimseden olmak şartıyla, kazancı helal yoldan olan kimsenin hediyesini reddetmek caiz olmaz.
2) Haramdan kazanıldığı malum olan kimsenin hediyesini kabul etmek haramdır.
3) Nereden kazandığı belli olmayan kimselerin hediyeleri hakkında araştırma yapılmaz.
Şunu da belirtelim ki, bazı alimler sadedinde olduğumuz hadisten, sultandan başkasının hediyesini kabul etmeye teşvik çıkarırken, bazıları sultanın hediyesini de kabule teşvik çıkarmıştır. İkrime´nin daha ileri gidip, “Biz hediyeyi yalnızca umeradan kabul ederiz” dediği rivayet edilmiştir.
2- Alimler, malına haram karışan kimseden borç alma, davetine icabet etme gibi durumları da değerlendirmişlerdir. Bazıları bunu mekruh addederken, bazıları caiz görmüştür. Rivayete göre İbnu Mes´ud´a bir adam gelerek harama helale dikkat etmeyen, faiz yemekten bile çekinmeyen bir komşusunu mevzubahis ederek ondan ödünç para alıp alamayacağını, davetine icabet edip edemeyeceğini sorar. İbnu Mes´ud, ödünç alabileceğini, yemeğini yiyebileceğini söyledikten sonra, “Günahının kendine ait” olduğunu belirtir. Abdullah İbnu Ömer de soru üzerine faiz yiyen kimsenin yemeğini yemekte bir beis olmadığını söylemiştir. Mekhul ve Zührî de bu görüştedir.
İbrahim Nehai ve diğer bazıları da kazancına haram karışan kimsenin yemeğinin yenilmesini caiz bulmamışlardır. Takva yolunda gidenler ihtiyatı esas alarak, malına haram karışanların yemeğini yememişlerdir.
3- Hadisten çıkarılan bir diğer hükme göre, devlet başkanı, yardım hususunda en fakiri aramak mecburiyetinde değildir. Maslahat gereği daha muhtacı varken, ihtiyacı az olana ihsanda bulunabilir. [36]
* İKTA´
ـ5177 ـ1ـ عن وائِلْ بن حُجْر رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # أقْطَعَهُ أرْضاً مِنْ حَضْرَمَوْتَ. وَكَانَ مُعَاوِيَةُ أمِيراً بِهَا إذْ ذَاكَ. فَكَتَبَ إلَيْهِ أعْطِيهِ إيّاهَا[. أخرجه أبو داود والترمذي .
1. (5177)- Vail İbnu Hucr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hadramevt´te bulunan bir araziyi ikta´ etti. O sırada Hz. Muaviye orada emîr idi. Kendisine o araziyi bana vermesi için yazdı.” [Ebu Davud, Harac 36, (3058, 3059); Tirmizî, Ahkam 39, (1381).][37]
AÇIKLAMA:
İkta´, kesmek manasına gelen قطع kökünden gelir. Bir araziden bir parçayı kesmektir. Yani belli bir mevat arazinin ihya ve tasarruf hakkını, devlet reisinin muayyen bir kimseye tahsis etmesidir. Kadı İyaz´ın açıklamasında, ikta´ edilen arazinin devlet arazisinden (malullah) olacağı bu tahsisin imar edilmek üzere temlik veya gelirinden belli bir müddet istifade etmesi için sınırlı bir tahsis olduğu belirtilir. İmam bu tahsisi ehil gördüğü ve dilediği kimseye yapar. Sadedinde olduğumuz rivayet, Hadramevt´teki bir arazinin Vail İbnu Hucr´a verildiğini ifade etmektedir. Arazinin verilmesi emrini Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), yazılı olarak oradaki emîrine (ki Hz. Muaviye´dir) bildirir.
Başka rivayetlerde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın tuz madeni, hurma bahçesi gibi başka şeyleri de ikta´ kıldığını görmekteyiz.[38]
ـ5178 ـ2ـ وعن كثير بن عبداللّه بن عمرُو بن عَوْفِ الْمُزَنِي عن أبيه عن جدّه رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ #: أقطعَ بَِلَ بْنَ الْحَارِثِ الْمُزَنّي مَعَادِنَ الْقَبَلِيّةِ جَلْسِيّهَا وَغَوَرِيّهَا، وَحَيْثُ يَصْلَحُ الزَّرْعُ مِنْ قَدْسِ وَلَمْ يُعْطِهِ حَقّ مُسْلِمٍ، وَكَتَبَ لَهُ: بِسْمِ اللّهِ الرّحْمنِ الرَّحِيمِ، هذَا مَا أعْطى مُحَمّدٌ رَسُولُ اللّهِ # بَِلَ بْنَ الْحَارِثِ، أعْطَاهُ مُعَادِنَ الْقَبَلِيّةِ جَلْسِيّهَا وَغَوْرِيّهَا[.زاد في رواية: ]وَذَاتَ النُّصُبِ،
وَحَيْثُ يَصْلُحُ الزَّرْعُ مِنْ قُدْسٍ وَلَمْ يُعْطِهِ حَقَّ مُسْلِمٍ. وَكَتَبَ أُبَيُّ بْنُ كَعْبٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه[. أخرجه مالك وأبو داود.»الجَلسىُّ« بالجيم منسوب الى الجلس، وهي أرض نجد، ويقال لكل مرتفع من ا‘رض جلس.و»الغَوْرُ« ما انهبط من ا‘رض، وأراد أنه أقطعه جميع تلك ا‘رض نجدها وغورها .
2. (5178)- Kesir İbnu Abdillah İbnu Amr İbni Avf el-Müzenî, babasından, o da ceddi (radıyallahu anh)´tan anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Bilal İbnu Haris el-Müzenî´ye Kabaliyye madenlerini, yüksekte olanları ve alçakta olanlarıyla, (Necid´de bulunan) Kuds dağında ekine elverişli olan yerlerle birlikte ikta´ kıldı. Ancak ona hiçbir Müslümanın hakkını vermedi. (Bu ikta´ beratını) ona şöyle yazdı: “Bismillahirrahmanirrahim. Bu Allah´ın Resulü Muhammed´in Bilal İbnu´l-Haris´e verdiği(nin beratı)dır. Ona, el-Kabaliyye mıntıkasının, alçak ve yüksek (yerlerinin) madenlerini vermiştir.”
Bir rivayette şu ziyade var: “(Medine´ye dört beridlik mesafede yer alan Zatu´n-Nusub ve (Necd´de yer alan) Kuds mevkiinin ekime elverişli olan kısmını da verdi. Hiçbir Müslümanın hakkını vermedi. (Bu berat metnini Resulullah´ın emriyle, katibi) Übey İbnu Ka´b yazdı.” [Ebu Davud, Harac 36, (3062, 3063); Muvatta, Zekat 8, (1, 248).][39]
AÇIKLAMA:
Hadisin Muvatta´daki veçhinde şöyle denmiştir: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Bilal İbnu´l-Haris´e el-Kabaliyye madenlerini ikta´ kıldı. Burası Fer´ nahiyesindedir. Bu madenlerden, bugüne kadar sadece zekat alınmıştır.”
Alçak yerlerin, yüksek yerlerin de ikta´ edildiğini ifade eden kaydını, şarihler “arazinin her tarafını” manasında anlamışlardır.[40]
ـ5179 ـ3ـ وعن ابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]أقْطعَ رَسُولُ اللّهِ # اَلزُّبَيْرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه حُضْرَ فَرَسِهِ. فأجْرَى فَرَسَهُ حَتّى قَامَ. ثُمّ رَمَى بِسَوْطِهِ. فقَالَ #: أعْطوهُ حَيْثُ بَلَغَ سَوْطُهُ[. أخرجه أبو داود.»حُضْرُ الْفَرَس« عدوه.
3. (5179)- İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Zübeyr (radıyallahu anh)´e atının koştuğu yer(e kadar olan mesafeyi) ikta´ kıldı. (Şöyle ki): “Zübeyr atı (mecali kesilip) duruncaya kadar koşturdu. At durunca Zübeyr kamçısını attı. (Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):) “Kamçısının ulaştığı yere kadar (o mıntıkayı) ona verin” emrettiler.” [Ebu Davud, harac 36, (3072).][41]
ـ5180 ـ4ـ وعن عَمْرُو بن حُرَيْث رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]خَطَّ لي رَسُولُ اللّهِ # دَاراً بِالْمَدِينَةِ بِقَوْسٍ، وَقَالَ: أزِيدُكَ أزِيدُكَ؟[. أخرجه أبو داود .
4. (5180)- Amr İbnu Hureys (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine´de yayını ile bir ev planı çizdi ve:
“Sana daha da artırayım mı, artırayım mı ” diye sordu.” [Ebu Davud, Harac 36 , (3060).][42]
* HACCAM´IN KESBİ
ـ5181 ـ1ـ عن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]اِحْتَجَمَ رَسُولُ اللّهِ #: وَأعْطى الْحَجَّامَ أجْرَهُ، وَلَوْ كَانَ سُحْتاً لَمْ يُعْطِهِ. وَكَلّمَ سَيّدَهُ فَخَفَّفَ عَنْهُ مِنْ ضَرِيبَتِهِ[. أخرجه الشّيخان وأبو داود.»الضَّريبةُ« الخراج الذي يقرر على إنسان يؤديه في كل يوم أو شهر أو سنة .
1. (5181)- İbnu Abbas (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hacamat oldu ve haccama ücretini verdi. Eğer bu (hacamat ücreti) haram olsaydı vermezdi. Ayrıca efendisine konuştu, o da vergisini hafifletti.” [Buharî, İcare 18, Büyû´ 39, Tıbb 9; Müslim, Müsakat 66 (1202); Ebu Davud, Büyû 39, (3423).][43]
AÇIKLAMA:
1- Kan alma işini yapan kimse, bu hizmetine mukabil ücret alabilir mi, alamaz mı bu mesele ulema arasında ihtilaf edilmiştir. Sadedinde olduğumuz hadise göre, ücret almada bir beis yoktur. Olsaydı Resulullah kan aldırdığı zata ücret ödemezdi.
Bu meselenin münakaşa edilmiş olması, konu üzerinde yasak ifade eden rivayetlerin de varlığından ileri gelir. Cumhur, bu meselede ruhsat ifade eden rivayetleri esas almıştır. Dolayısıyla hadisten tedavi maksadıyla kan aldırmanın caiz, bu hizmeti îfa eden doktora da ücret vermenin mübah olduğu hükmü çıkarılmıştır.
2- Hadis ayrıca kölenin efendisine günlük veya aylık veya yıllık bir vergi ödemek suretiyle serbest çalışabileceğini de göstermektedir.[44]
ـ5182 ـ2ـ وعن رجلٍ من المهاجرين من أصحاب النّبيّ # قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # اَلْمُسْلِمُونَ شُرَكَاءُ في ثَثٍ: اَلْمَاءِ، وَالْكَ“ِ، وَالنّارِ[. أخرجه أبو داود .
2. (5182)- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın muhacir ashabından bir adamın anlattığına göre, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular:
“Müslümanlar üç şeyde ortaktırlar: Su, ot ve ateş.” [Ebu Davud, Büyû 62, (3477).][45]
AÇIKLAMA:
Hattâbi hadisi şöyle açıklar: “Arzın mevat (işlenmemiş) kısmında biten ot, kimseye ait değildir. Herkes orada hayvanını otlatabilir. Öyle yerleri kimse sahiplenip, başkasına yasak koyamaz. Ancak bir kimsenin mülkünde olan bir arazinin otu ise, o kimseye aittir. Onun izni olmadan üstünde başkası tasarrufta bulunamaz.
Ateşe iştirakten murad, lamba yakma ve aydınlanma talebinde, istek yerine getirilir, mani olunamaz demektir. Aksi takdirde ateş isteyene ateşinden verme şeklinde bir iştirak mecburiyeti mevcut değildir. Çünkü bu hal eksiltmek hasıl eder. Öyleyse ateş sahibi ateşinden vermeyebilir.
Su hakkında da hüküm böyledir. Emekle, masrafla temin edilen su istisna edilerek, nehir suyu gibi tabiatta kendiliğinden mevcut olan su, herkesin müşterek malıdır, istifade edilebilir” denmiştir.
Mamafih bazı alimler, hadisi, ıtlakı üzere anlamayı esas alıp: “Bu üç şeyde kesin mülkiyet olamaz, satışları caiz değildir” demiştir. Ancak fukaha arasında meşhur görüşe göre, müşterek ottan murad hiç kimseye ait olmayan mübah ottur, sudan murad da yağmur, göze ve kimseye ait olmayan nehir suyudur. Ateşten murad da, mübah odunlardan elde edilip yakılmak suretiyle elde edilen ateştir. Değilse, kişi kabına aldığı suyu satabilir, diğerleri için de hüküm böyledir.[46]
ـ5183 ـ3ـ وعن أسمرِ بن مُضَرّسْ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ سَبَقَ مَالَمْ يَسْبِقْ إلَيْهِ مُسْلِمٌ فَهُوَ لَهُ. قَالَ: فَخَرَجَ النّاسُ يَتَعادَوْنَ يَتَخَاطَّوْنَ[. أخرجه أبو داود .
3. (5183)- Esmer İbnu Mudarris (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bir Müslümanın henüz ulaşmadığı (ot, odun, su, gibi) bir şeye önce ulaşan kimse ona sahip olur.” Bunun üzerine halk çıkıp, (mübah şeyleri sahiplenmek maksadıyla) birbirleriyle hızlıca işaretleme yarışına girdiler.” [Ebu Davud, İmaret 36, (3071).][47]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), herkese mübah olan emvale sahiplenmenin kaidesini koymuştur. “Kim önce ulaşırsa onundur.” Söz gelimi birinin ele geçirdiği bir mübah maddeye bir başkası gelip “bunda benim de hissem var” diyemeyecektir. Rivayetin Ebu Davud´daki aslından anlaşılacağı üzere, Aleyhissalâtu vesselâm, bu beyanı, bir sefer sırasında yapmıştır. Beyan üzerine herkes işe yarayan mübah şey(ler) üzerine işaret koyma yarışına girerler.
Hadiste geçen يتَخَاطَّوْنَ (işaret koyma yarışı) kelimesi خط (hatt) kökünden gelir. Dilimize de girdiği üzere, “hatt”, çizgi yazı manasına gelmektedir. Kelimeden anlaşılacağı üzere çizgiler atarak işaretleme yarışı mevzubahistir.
2- Hadiste işaretlenen şeylerin ne olduğu sarih değildir. Hâdise bir sefer sırasında cereyan ettiğine göre, o şartlarda işe yarayacak mübah eşyalar olmalıdır. Bunlar arasında boş arazi bile bulunabilir. Nitekim daha önce (105-106. hadisler) geçtiği üzere, mevat araziyi kim önce ihya ederse ona sahip olur. [48]
ÜÇÜNCÜ FASIL
MEKRUH KAZANÇLAR
ـ5184 ـ1ـ عن أبي مسعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نَهى رَسُولُ اللّهِ # عَن ثَمَنِ الْكَلْبِ، وَمَهْرِ الْبَغِيِّ، وَحُلْوَانِ الْكَاهِنِ[. أخرجه الستة.»البَغِىُّ« الزانية، ومهرها أجرها.و»حُلْوَانُ الْكَاهن« ما يعطى من الهدية ليخبرهم عما يسألونه عنه .
1. (5184)- Ebu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) köpeğin semenini, fahişenin mehrini ve kahinin ücretini yasakladı.” [Buharî, Büyû 113, İcare 20, Talak 51, Tıb 46; Müslim, Müsakat 39, 1567; Muvatta, Büyû 68, (2, 656); Tirmizî, Büyû 46, (1276); Nesâî, Büyû 91, (7, 309); Ebu Davud, Büyû 68, (4381).][49]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet birkısım kazanç yollarını yasaklamaktadır:
1) Köpeğin semeni. Semen; herhangi bir ticarî eşyaya biçilen fiyata mukabil ödenen paradır, fiyat da diyebiliriz. Köpeğin satışına cevaz veren başka rivayetler de bulunduğu için, fukaha bu meselede ihtilaf etmiştir. Hanefiler umumiyetle cevazına hükmederken, diğer mezhepler birkısım sıkı kayıtlarla tecviz ve tahrim ederler. Köpeğin alınıp satılması bahsini az ileride biraz açacağız.
2) Fahişe mehri demek, zina mukabilinde alınan ücret demektir. Zina dinimizde zaten haramdır. Bunu bir ticaret vasıtası yapmanın meşru olmayacağı açık ise de, Aleyhissalâtu vesselâm te´kiden, fuhuş mukabili alınacak paranın haram olduğunu muhtelif beyanlarda tekrar etmiştir. İslam uleması fuhuş mukabilinde alınacak paranın haramlığı hususunda ihtilaf etmez. Bu hadis, bir bakıma umumhane çalıştıranlara, bu çeşit işlere alet ve vasıta olanlara da kazançlarının mahiyeti hususunda ışık tutmaktadır.
3) Hadis, üçüncü olarak kahine verilecek ücrete temas etmekte, bunu da fahişelik mukabili alınan paraya denk tutmaktadır. Kehanet ve kahine müracaat haram edildiğine göre, bu maksadla verilen ve alınan ücretin de haram olacağı açıktır. Bu sebeple ulema bu meselede ihtilaf etmemiş, elbirlik haram demiştir.[50]
ـ5185 ـ2ـ وعن أبي جُحَيْفَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نَهى رَسُولُ اللّهِ # عَنْ ثَمَنِ الدّمِ، وَثَمَنِ الْكَلْبِ، وَكَسْبِ الْبَغِيِّ، وَلَعَنَ الْوَاشِمَةَ وَالْمُسْتَوْشِمَةَ، وَآكِلَ الرِّبَا، وَمُوكِلَهُ والْمُصَوِّرِينَ[. أخرجه البخاري.»الوَشْمُ«: تغريز الجلد با“برة وحشو موضع الغرز بكحل او نيلة، والواشمة التي يفعل بها ذلك بطلبها .
2. (5185)- Ebu Cuheyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kan mukabilinde alınan semenden, köpek semeninden, fuhuş kazancından men etti. Dövme yapanı, dövme yaptıranı, faiz yiyeni, faiz yedireni ve musavvirleri lanetledi.” [Buhârî, Büyû 113, 25, Talak Libas 86, 96; Ebu Davud, Büyû 65, (3483).][51]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, önceki hadiste geçenlere bazı ziyadeler yapılmıştır.
1) Kan semeni: İbnu Hacer, bundan maksadın ne olduğu hususunda ihtilaf edildiğini belirtir. Bazı alimler “Hacamat yapana verilen ücret” demiştir. Bazıları da, “Zahiri üzeredir. Yani kan´a verilen fiyattır” demiştir. Zahiri esas alınınca, tıpkı meytenin (leşin), domuzun alışverişi haram olduğu gibi, “kan”ın alışverişi de haramdır. Bu hususta ulema icma etmiştir. İnsanın hiçbir uzvu ticaret metaı olamaz, alınıp satılamaz. Bağış, satış demek değildir.
2) Dövme yapan ve yaptıranın tel´ini. Dövme, iğne ile deri altında yara açıp, o yaraya kına ve benzeri madde koyarak sabit bir renk elde etme ameliyesidir. Dinimiz, insanın tabii yaratılışını gereksiz yere bozan müdahaleleri tecviz etmez. Bu sebeple dövme yasaklanmıştır.
3) Faiz, Kur´an-ı Kerim´in üzerinde ısrarla durduğu belli başlı haramlardan biridir. Almak, vermek faiz akdine katiplik, şahitlik yapmak vs. hepsi haramdır. Faizle ilgili açıklamalar ticaretle ilgili bölümde geçtiği için burada tekrar etmeyeceğiz (1. cilt, s. 523 ve devamı).
4) Musavvirlerle ilgili açıklamalar daha önce mükerreren geçmiştir, tekrar etmeyeceğiz (mesela en son 5121 numaralı hadisin şerhinde de yer verildi). [52]
ـ5186 ـ3ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نَهى رَسُولُ اللّهِ # عَنْ كَسْبِ ا“مَاءِ[. أخرجه البخاري وأبو داود.وزاد أبو داود في رواية أخرى، عن رافع بن خديج: ]حَتّى يَعْلَمَ مِنْ أيْنَ هُوَ[ .
3. (5186)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) cariyenin kesbini nehyetti.” [Buharî, İcare 20, Talak 51; Ebu Davud, Büyû 40, (3425).]
Ebu Davud, Râfî İbnu Hadiç´ten yaptığı rivayette şu ziyadeyi kaydeder: “..Kazancın nereden olduğunu bilinceye kadar…”[53]
AÇIKLAMA:
Hadis, “cariyenin kesbi” derken, köle kadının kazanç için çalışmasını kasdediyor gibidir. Ancak ulema, ibarenin bu manaya gelmediğini belirtir. Öyle ise hadis: “Cariyenin zina yoluyla kazancını” yasaklamaktadır. Hattâbî, cariyenin normal ve temiz işlerde çalışarak para kazanmasının meşruiyetini açıklama sadedinde der ki: “Medine ve Mekke ahalisinin hizmetlerini görmek üzere birtakım cariyeler vardı. Efendileri bunlara (aylık veya yıllık) vergiler takdir ederdi. Bu cariyeler hamur yoğurup ekmek yaparlar, tarla sularlar ve diğer sanatları icra ederler, kazandıkları paradan efendilerine vergilerini öderlerdi. Onlar bu borçluluk hali içinde iş hayatına böylesine girince, onların hepsinin olmasa bile bir kısmının fücura düşeceğinden ve sefahetle para kazanmaya tevessül edeceklerinden korkulurdu. Bu sebeple Aleyhissalâtu vesselâm onların kesbinden sarf-ı nazar edilmesini emir buyurdular. Cariyelerin bilhassa belli bir işleri olmaması halinde çalıştırılmaları daha mekruh ve yasak daha şiddetlidir.” Hattâbî´nin temas ettiği son kayıt, Ebu Davud´dan kaydedilen ziyadeye binaendir. Zira “cariyenin belli bir işi olmadığı halde, para getirip vergisini ödemesi, bunu nereden kazandığı hususunda ciddi bir kaygı sebebidir: Zinadan kazanmış olmaya ” diye. Bu hususu, Ebu Davud´un Rifâa İbnu Râfi´den kaydettiği şu hadis daha da tavzih eder: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) cariyenin eliyle olmayan kesbini yasakladı. Elle yapacağı eğirme, yün ditme gibi olanları yapabilir.” Her şeye rağmen bazı alimlerin şöyle dediğini de kaydetmek isteriz: “Yasaktan murad, cariyenin her çeşit amelidir. Bu yasak sedd-i zerayi (kötülük kapısını kapama) nevindendir. Çünkü, cariye çalışmaya mecbur edildiği takdirde ferci ile kazanmayacağından emin olunamaz. Öyleyse nehyin manası, cariyeye, hergün ödeyeceği muayyen bir haraç koymayı yasaklamaktadır.”[54]
ـ5187 ـ4ـ وعن عثمان رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]َ تُكَلِّفُوا الصِّبْيَانَ الْكَسْبَ، فإنَّكُمْ مَتى كَلَّفْتُمُوهُمُ الْكَسْبَ سَرَقُوا وََ تُكَلفُوا ا‘مَةَ غَيْرَ ذَاتِ الصَّنْعَةِ الْكَسْبَ، فَإنَّكُمْ مَتى كَلَّفْتُمُوهَا كَسَبَتْ بِفَرْجِهَا، وَعِفُّوا إذَا أعَفَّكُمُ اللّهُ، وَعَلَيْكُمْ مِنَ الْمَطَاعِمِ بِمَا طَابَ مِنْهَا[. أخرجه مالك .
4. (5187)- Hz. Osman (radıyallahu anh) anlatıyor: “Çocukları kesbe mecbur etmeyin. Siz onları kesbe mecbur ettiğiniz zaman hırsızlık yaparlar. San´at sahibi olmayan cariyeleri de kesbe zorlamayın. Zira siz onları kesbe zorladığınız takdirde ferçleriyle kazanırlar. Onların getireceği paraya karşı istiğna gösterin ki, Allah da sizi müstağni kılsın. Size temiz olan yiyecekler yaraşır.” [Muvatta, İsti´zan 42, (2, 981).][55]
AÇIKLAMA:
Bu rivayette, Hz. Osman, bir önceki hadiste, cariyelerin kazanca zorlanması ile ilgili olarak gelen Nebevî irşadatın bir nevi gerekçesini belirtmekte, ayrıca çocukların kazanca zorlanmamasını da istemektedir. Çocukların çalıştırılması meselesi teferruat isteyen bir konudur. Bu meseleyi müteakiben ayrıca kaydedeceğiz. Ancak, hadiste gelen yasağı izah sadedinde şu kadarını özetle belirtmemiz gerekmektedir: Çocukların çalıştırılmalarının birçok yönden mahzuru var. Herşeyden önce alması gereken temel formasyondan geri kalır. Çünkü İslam, çocukluk dönemini hayata hazırlık, büluğdan sonra üzerine terettüp edecek mesuliyetlerle ilgili zaruri bilgi ve becerileri kazanma dönemi olarak belirlemiş, bu maksatla onu herçeşit mesuliyetin dışında tutmuş, nafakasını ebeveyn, yoksa yakınları, yoksa cemiyet ve devlet üzerine vecibe kılmıştır. Hayatî formasyonları almak gibi ciddi meşguliyetler dururken çalışmak da niye Başka meşguliyetler ne arar
Çocuk, çalıştırılacak olursa, bünyesinin üstüne çıkan ağır işlere de zorlanabilir. Bu ise, onun sıhhatli gelişmesine sed çekebilir, birkısım marazî haller hasıl edebilir. Ayrıca iş çevresinde yaşıtlarının dışında bir kısım kötü huylar, zararlı alışkanlıklar kazanabilir. Hz. Osman, bu mahzurlardan herkesçe kolay bir şekilde anlaşılabilecek olanı nazara veriyor: Hırsızlık…[56]
ÇOCUKLARIN ÇALIŞTIRILMA VE İSTİHDAMLARI MESELESİ
Çocuk terbiyesinde ehemmiyetli bir yer tutması haysiyetiyle, bu mevzuya giren bir tahlili aynen iktibas ediyoruz:[57]
ÇOCUGUN İSTİHDAMI
Fransa ilk defa 1874 tarihinde, seyyar mesleklerde istihdam edilen çocukların himayesi ile alâkalı çıkarılan bir kanunda 16 yaşından küçük çocukların ip cambazlığı, soytarılık, şarlatanlık, havyan teşhiri gibi “tehlikeli” işlerde çalıştırılmasını yasaklamış ise de, çocuğun çalıştırılması meselesinin daha etraflı olarak beynelmilel bir mahiyette 1919 yılında ele alındığına şahit olmaktayız. Bu tarihte, iş meselelerini tanzim etmek maksadıyla yapılan “Washington İş Konferansı”nda “14 yaşından küçük çocukların işe alınmaması, 15 yaşından küçük olanların geceleyin sınaî müesseselerde çalıştırılmaması reşit ve baliğ olanların (14-18 yaş arasındakiler) haftada 48 saatten fazla çalıştırılmamaları” gibi kararlar alınır.
Ancak şunu hemen kaydedelim ki, bu konferansın toplanmasına, çocukları korumaya matuf insanî duygulardan ziyade, iktisadî endişeler amil olmuştur. Zira o zamana kadar, küçük çocuklarla kadınlar, erkeklere nazaran daha az yevmiye ile daha çok çalıştırılmakta idi. Bu durum istihsalde maliyeti çokça düşürüyor ve rekabet imkanlarını azaltıyordu. Devletler arası ticarî münasebetlerin artması nisbetinde bu meselenin ehemmiyeti de artmıştı. Devletle fert arasındaki iş münasebetlerini tanzim eden iç hukuk, devletler arası bazı ihtilaflara yol açmakta idi. Milletlerin bu meselede karşılıklı olarak anlaşmaları zaruri idi. İşte kaynağında sadece iktisadî endişe yatan bu zaruret, sözkonusu konferansı ortaya çıkardı ve çocukların lehine olan -sonradan Türkiye´nin de katıldığı- bazı kararların alınmasına müncer oldu.
İstihdam meselesinde de, çocuğu himaye işini ele almada, öncülüğü İslamiyet yapar. İslam´ın büluğ çağına kadar, çocuğa tanıdığı temel haklardan biri “yeme, giyme ve mesken” ihtiyaçlarını içine alan “nafaka”dır. Binaenaleyh, büluğ yaşına kadar, çocuk kimsesiz bile olsa, “nafaka” meselesinin halli için çalışmak durumunda ve mecburiyetinde değildir. Çocuk bu devre içerisinde hayata hazırlanma çalışmalarına tabi tutulmalıdır; hayatî, dinî, ahlakî, meslekî bilgiler, alışkanlık ve maharetler kazanma faaliyetleri. Biz bu faaliyetlere daha önce, günümüzün tabiriyle “temel eğitim” faaliyetleri demiştik.
Çocuğun büluğ çağından önce, “hayata hazırlayıcı” faaliyetler dışında, gerek baba ve gerekse velisi tarafından istihdam ve istismar edilmesini önlemek için İslam hukukçuları Kur´an ve sünnetin nasslarından çok vazıh prensipler çıkarıp, kesin kayıtlar koyarlar. Şöyle ki:
1) Evladın malı, babaya “kişinin en temiz malı, kazandığı maldır, veledi de kendi kazancındandır” hadis-i şerifi ile helal kılınmışsa da, fakihler bu hükmü, “insan için kendi çalıştığından başkası yoktur” ayetine dayanarak “evladın büluğdan sonraki malı” ile kayıtlamışlardır. Estrûşenî´nin “bütün meşayihin müşterek görüşleri” olarak sunduğu umumi prensibe göre, “çocuğun büluğdan önceki hasenatı (malı, kazancı vs.) sadece çocuk içindir, ebeveyninin hakkı yoktur” kaydı bulunmaktadır.
2- Baba veya dede veya bunların tayin edeceği vasilerin, çocuk üzerinde karşılıksız istihdam (hizmetlenme) hakkı vardır. Fakat, bu istihdam “tehzib veya riyazet” yani yetiştirici, terbiye edici, hayata hazırlayıcı mahiyette olmalıdır. Çocuğun yetişmesine katkısı olmayan sırf velinin menfaatine olan istihdam caiz değildir. Karşılıksız istihdam caiz olunca, ücretli istihdamın da evleviyetle mümkün olacağı fikrinden hareketle “baba veya dede veya hakim tarafından çocuğun ücretle herhangi bir işe verilebileceği” kabul edilmiştir.
3- Çocuğun çalışmasından elde edilecek ücret, çocuğun şahsî malıdır. Çocuğun malı ise, normal şartlarda sadece kendi ihtiyaçları için harcanabilir. Anne veya baba, çocuk için harcadıktan sonra artanı, büluğa erdikten sonra çocuğa teslim etmek üzere, diğer malları meyanında biriktirirler. Şayet baba, mübezzir (müsrif) ise, hakim bunu da elinden alır. Çocuğun malından babanın (veya annenin) istifadesi sıkı kayıtlara bağlanmıştır. Çocuğun istismarının hukukî ve vicdanî yollardan nasıl önlendiğini anlayabilmek için bu kayıtları da belirtmemizde zaruret var.
Baba çocuğun malına muhtaç ise, bakılır:
a) Eğer baba, bu sırada meskun bir mahalde ise ve fakirliği sebebiyle bu ihtiyaç hasıl oldu ise o maldan yer.
b) Eğer çölde ise ve aslında zengin olmakla beraber, yanında yiyecek bir şeyin yokluğu sebebiyle ihtiyaç hasıl oldu ise, değerini ödemek kaydıyla yer.
Büluğa ermemiş çocuğun malı anne veya babanın malına karışmış bile olsa, müşterek kullanımlarda anne veya baba, istifadede kendi hisselerini tecavüz edemezler, aksi halde haram işlemiş olurlar.
Bu söylediklerimizi vuzuha kavuşturan bir fetvada aynen şöyle denir:
“Bir çocuk mal kazanır ve bunu annesine verirse, annenin bunu, çocuk için infak ederken çocukla birlikte bir iki lokmayı aşmamak kaydıyla bundan yemesi caizdir. Anne aciz ise, çocuk da her ikisinin nafakasını karşılayacak şekilde çalışmaya muktedir ise, annenin bu durumda çocuğun malında hakkı vardır, ondan yiyebilir. Eğer anne çocuğun malına muhtaç değil ise ve kendi malı çocuğun malı ile karışmış ise, bu şekilde satın alınan yiyecek maddesinin, kendi hissesi nisbetinde yiyebilir, fazla yiyecek olursa caiz değildir, yetim malı yemiş olur.”
Bir başka fetvada “evi veya malı olduğu halde kira ödemeden çocuğun evinde oturan kadının da günahkâr olacağı” belirtilir.
Çocuğu çalıştırma meselesinde hassasiyeti ileri götüren “bazıları”nın daha enteresan görüşleri var. Bunlardan biri aynen şöyle:
Baba veya anne küçük çocuğuna havuzdan eve su taşıması için emrederek eline bir kap verse, o çocuk da getirse, bazıları kaptaki suyun “çocuğun mülkü” durumuna geçtiğini ve zaruret olmadıkça bu sudan içmenin babaya helal olmadığını, zira (hava, su, kırda biten ot ve ağaç gibi kimsenin mülkiyetinde olmayıp, herkesin istifade edebileceği ve ıstılahta) a´yanu´lmübaha denen eşyada çocuğun istihdamı batıldır.
4- Çocuk büluğa erince, babası onu, istihdam etse veya gelirini ailenin nafakasını harcamak üzere ücretli olarak iş verse, bu baba için mübah olur.
Çocuğu Kimler İşe Verebilir
Çocuk üzerinde istihdam hakkı olmayanlar, onu ücretli olarak bir işe de koyamazlar. “Yetiştirici” işlerde istihdam hakkının sadece baba, dede ve bunların tayin edeceği vasilere ait olduğunu yukarıda belirtmiştik. Şu halde bunlar dışında kalan kimselerin -akrabalıkları ne kadar yakın olursa olsun- istihdam hakkı olmadığı gibi, ücretle işe koyma hakları da mevcut değildir. Çocuğun hidanesi bu çeşit velilerin yanında ise, temyiz yaşından sonra terbiyelerinin tam olabilmesi için, istihdama velayetleri olan baba veya sair velilerine iadeleri gerekir.
Ancak bunlardan hiçbiri yoksa, anne tarafından “mahrem” bir akraba -velayetü´lhacr kendisine verilmiş olma halinde- çocuğu “yetiştirici” olan bir işe verebilir ve ücretini çocuk için kullanmak veya muhafaza etmek gayesiyle alabilir. Estrûşenî der ki: “Baba, dede ve bunların tayin edeceği vasiden başka hiç kimse çouğun malını tasarruf hakkına sahip değildir. Öyle ki, bunlar dışında çocuğun velayetü´lhacrini elinde tutan bir kimse, çocuğa mal bağışlanacak olsa, çocuk namına kabul eder, fakat söylediğimiz sebepten dolayı, bundan çocuk için harcayamaz. Sadece İmam-ı Muhammed, te´hirinde çocuğa zarar gelecek ise, vasinin zaruret miktarınca harcamasını istihsan eder. Baba, dede ve bunların tayin edeceği vasiler, çocuğun köle, hayvan, akar ve sair emvalini kiraya verebilecekleri halde; çocuğun hacrini elinde tutan diğer vasiler kiraya veremezler. Zira onların, çocuğun malı üzerinde tasarruf hakları yoktur.”
Çocuğun malını tasarruf hususunda konulan bu kayıtlar, çocuğun menfaatini korumak, onun istismarını önlemek gibi âli gayeler güder.
Ganimetten Hak Verilmez
Çocuğu koruyucu prensiplerden biri de büluğdan önce askere alınmamaları, harplere iştirak ettirilmeleridir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) çocukların harbe katılmalarını kesinlikle yasaklar. Hatta rivayetler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, ordu yola çıktıktan bir müddet sonra askerleri teker teker kontrol ve teftiş ederek, büluğa ermeyen çocuk karışmış ise geri çevirdiğini belirtir.
Elde edilecek ganimet sebebiyle, birçoklarınca iktisadî yönden de cazip bir ameliye olan askerî seferlere ve savaşlara çocukların bu endişe ile velileri tarafından sevkini tamamen önlemek gayesine de matuf olmak üzere, çocuklara ganimetten pay ayrılması da kesinlikle yasaklanmıştır.
Hülasa etmek gerekirse, yukarıda belirtmeye çalıştığımız hususlar (yani, çocuğun malının anne ve babaya haram olması, çalıştığı takdirde elde edilen ücretin sadece kendisi için harcanabilmesi, istihdam hakkının -yetiştirici işlerde olmak kaydıyla- çocuğa en ziyade şefkat duyma durumunda olan ve onun yetişme mesuliyeti uhdesinde bulunan baba, dede veya bunların tayin edeceği veliye ait olması, baba, dede veya velinin de sadece yetiştirici işlerde ücretsiz istihdama hak sahibi kılınmaları ve onlara su, ot, odun gibi istifadesi herkese helal (ayan-ı mübaha) şeylerin celbinde istihdamlarının batıl addedilmeleri, harp ganimetinden çocuğa hisse ayrılmaması) çocuğun hayata hazırlanma devresi olan büluğ öncesi devrede onun bu gayeye matuf olmayan meşguliyetlerle istismar edilmesinden koruyarak, hayata hazırlanmasını, bir meslek öğrenmesini, tahsil yapmasını garantilemeyi gaye edinir. Nitekim meslek öğretimi bütün İslam mezheplerinin ittifakiyle veli ve devlet üzerine dinî bir vecibe kılınmıştır.[58]
BİR PADİŞAH FERMANI
Dinimizin çocuklar için getirdiği, bülûğdan önce temel formasyonu alma hakkının ihlal edildiği devirler olmuştur. Ancak, bundan sorumlu olan devlet başkanı duruma müdahale etmiştir. Bunun en güzel örneğini 1825 yılında II. Mahmud´un bütün vilayet, sancak ve kazalara ta´mim ettiği bir ferman teşkil eder. O, bu fermanda 5-6 yaşındaki çocukların “mektepten alınarak çıraklığa verilmesini” yasaklar. Şöyle der:”
Dinî vecibeleri öğretmek ve seçeceği mesleğin bilgilerine sahip kılmak, babaların evlatlarına karşı ilk vazifesidir. Ne yazık ki, bir zamandan beri birçok ana ve baba bu temel vazifeyi unutarak çocuklarını daha beş-altı yaşında, kazanç hırsı ile zanaat sahiplerinin yanına çırak veriyorlar veya başıboş bırakıyorlar. Çocukluk çağında cahil kalanlar ise, ergenlik çağlarında hem kendileri için, hem de memleket için dert oluyorlar. Bu, iki dünyada cezayı mucib bir ihmaldir.
Sizlere emir ve irade ediyorum ki, bu ferman elinize değdiği anda, bölgenizde altı yaşını bitirmiş ne kadar çocuk varsa bunları tesbit ediniz, mevcut mahalle mektepleri yetmiyorsa bina ve hoca bularak mektepsiz çocuk bırakmayınız. Mektep çağında olduğu halde bu çocukları yanlarına alıp çalıştıranların şiddetle cezalandırılacaklarını ilan ediniz. Anasız ve babasız olanlarla, okumaya gücü olmayanların tahsilini, devletimin temin edeceğini ilan ediniz.”
Bu ferman, 1854´te Abdülmecid, 1873´de Abdilaziz tarafından tekrarlanır.
Ferman, temel eğitim meselesinde İslam´ın görüşünü ifade ettiği gibi, 19. asırda bunun aksamış olduğunu, çocuğun maddî kaygılarla istismar edildiğini de gösterir.[59]
ـ5188 ـ5ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كَانَ ‘بِى بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه غَُمٌ يُخَرّجُ لَهُ الْخَرَاجَ، وَكَانَ أبُو بَكْرٍ يَأكُلُ مِنْ خَرَاجِهِ، فجَاءَ يَوْماً بِشَىْءٍ فأكَلَ مِنْهُ أبُو بَكْرٍ. فقَالَ لَهُ الْغُمُ: تَدْرِي مَا هذَا؟ فقَال: مَا هُوَ؟ قَالَ: كُنْتُ تَكَهَّنْتُ “نْسَانٍ في الْجَاهِلِيّةِ، وَمَا أُحْسِنُ الْكَهَانَةَ إّ أنّي خَدَعْتُهُ فَلَقِيَنِي فأعْطَانِي بِذلِكَ هذَا الّذِي أكَلْتَ منْهُ. فأدْخَلَ أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه يَدَهُ في فيهِ فقَاءَ كُلَّ شَىْءٍ في بَطْنِهِ[. أخرجه البخاري .
5. (5188)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)´in bir kölesi vardı. Bu köle çalışıp kendisine belli bir haraç ödüyordu. Hz. Ebu Bekr onun kazancından yiyordu. Bir gün yine bir şeyler getirdi. Ebu Bekr (radıyallahu anh) bundan da yedi. Ancak kölesi:
“Bu yediğin nedir, biliyor musun ” dedi. Hz. Ebu Bekir:
“Neymiş o ” deyince köle açıkladı:
“Ben cahiliye devrinde kâhinlik yapardım. Aslında bu işin ehli de değildim. Bu sebeple (kafadan atıp bir) adam aldatmıştım. (Bugün yolda) bana rastladı ve (kâhinliğimden kalma eski) bir borcunu ödedi. Yediğiniz işte bu idi!”
Bunun üzerine Ebu Bekr elini boğazına atıp, midesinde her ne varsa kusup çıkardı.” [Buharî, Menakıbu´l-Ensar, 26.][60]
AÇIKLAMA:
Haraç: Burada kölenin, efendisine, kazancından vermeyi vaadettiği vergidir. Bu, köle ile efendi arasında karşılıklı olarak tesbit edilen bir miktardır. Günlük, haftalık veya aylık gibi muayyen periyodlara göre ödenirdi.
Rivayetin bir başka veçhinde, Hz. Ebu Bekr´in her gün, bunu neden nasıl kazandığını sorduktan sonra yediği; bir gün, gece vakti ödemeyi yaptığı, bu defasında sormadan yiyip, bilahare sorunca, yukarıda kaydedilen cevabı aldığı, bunun üzerine kustuğu, vs. belirtilmiştir.[61]
* KÖPEGİN SEMENİ
ـ5189 ـ1ـ عن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]نَهى رَسُولُ اللّهِ # عَنْ ثَمَنِ الْكَلْبِ، وَإنْ جَاءَ يَطْلُبُ ثَمَنَ الْكَلْبِ فَامْ‘ كَفَّهُ تُرَاباً[. أخرجه أبو داود، واللفظ له، والنسائي .
1. (5189)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) köpeğin semeninden nehiy buyurdular. Eğer (sahibi, öldürülen) köpeğin semenini istemeye gelirse, avucunu toprakla doldurun.” [Ebu Davud, Büyû 68, (3482); Nesaî, Büyû 91, (7, 309).]
Metin Ebu Davud´a aittir.[62]
ـ5190 ـ2ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نَهى رَسُولُ اللّهِ # عَنْ ثَمَنِ الْكَلْبِ إَّ كَلْبَ صَيْدٍ[. أخرجه الترمذي .
2. (5190)- Hz. Ebu Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), av köpeği hariç, köpeğin semenini yasakladı.” [Tirmizî, Büyû 50, (1281).] [63]
AÇIKLAMA:
1- “Avucun toprak doldurulması”ndan murad; haybet ve hüsrandır, boş dönmek, mahrum kalmaktır.
2- İbnu Hacer, köpek satışıyla ilgili hadisi tahlil ederken, mevzu üzerindeki ihtilaflı fikirleri, delilleriyle birlikte tahlil eder. Teferruata fazla girmeden bazı iktibasları kaydedeceğiz: “Hadisin zahiri köpeğin satışını haram kılmaktadır. Bu hüküm, avcılık öğretilen ve öğretilmeyen beslenmesi caiz olan ve olmayan her çeşit köpeğe şamildir. Bu görüşü esas alan nazarında, köpeğin telef edilmesi (mesela kazaen öldürülmesi) halinde, telef edene köpeğin değerini ödemek gerekmez.” Cumhur böyle hükmetmiştir.
İmam Malik: “Satılması caiz değildir. Ancak telef edene kıymetini tazmin gerekir” demiştir. Ondan cumhurun görüşü de rivayet edilmiştir. Keza Malik´ten, tıpkı Ebu Hanife gibi: “Satışı caizdir, telef edene de tazmin gerekir” dediği dahi rivayet edilmiştir.
Atâ ve Nehai: “Sadece av köpeğinin satışı caiz” demiştir.
Şafiî´nin nezdinde köpek satışının haram addedilişinin illeti, onun mutlak necis olmasındandır. Muallem olsa da olmasa da, köpeği necis addetmeyenler nezdinde satışının yasak oluş sebebi, köpek edinme hususunda gelen yasakla, öldürülmesi hususunda gelen emirdir..”
İbnu Hacer, imamları farklı fetvalara sevkeden farklı rivayetlerden bir kısmını kaydettikten sonra açıklamasına devam eder: “Kurtubî der ki: “İmam Malik´in mezhebinde meşhur olan; köpek edinmenin cevazı, satışının mekruh oluşudur, dolayısıyla satış vaki oldu ise, akid feshedilmez. Sanki, köpek onun nazarında necis olmayıp tahir olduğu için, caiz olan faideleri sebebiyle beslenmesine izin vermiş ve hükmünü diğer satış maddelerinin hükmüne tabi kılmıştır; ancak şeriat onun satışını tenzihen mekruh addetmiştir. Çünkü köpek beslemek mekarim-i ahlaktan değildir.” Devamla der ki: “Köpeğe verilecek para ile, fahişenin mehri ve kahinin ücretinin aynı hadiste beraber zikredilmesi, edinilmesine izin verilmeyen köpeğe hamledilir. Bunun bütün köpeklere şamil olduğu takdirinde, bu üç şeyde müşterek şekilde beyan edilen nehiy tahrim ve tenzihten daha umumi bir kerahettir. Çünkü bunlardan her biri yasaklanmıştır. Fakat herbirinin yasaklık derecesi, ayrı ayrı delillerle değerlendirilecektir. Nitekim fahişe mehri ile kahin ücretini, mücerred bir yasak değil üzerinde icma edilen bir haram olarak görmekteyiz. Atıfta birbirine bağlanmasından hasıl olan iştirak, onların yasağın her hususunda müşterek olmalarını gerektirmez. Bilindiği üzere, ifade sırasında zaman zaman emir nehye, icab nefye atfedilir.
Mevzuyu şöyle özetleyebiliriz: “Köpek beslemenin cevazı ve tahrimi meselesi, görüldüğü gibi ihtilaflı bir husustur. Her bir görüş, Resulullah ve Ashab´tan gelen farklı rivayetlere ve bu rivayetlerin yorumuna dayanır. Bunların zikri, mevzumuzu uzatır. Şu kadarını söyleyelim ki, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) -daha önce geçtiği üzere- bir ara köpeklerin öldürülmesini emretmiş ise de, sonradan öldürmeyi yasaklamış, sadece siyah köpeği istisna tutmuştur. Hanefîler, köpeğin alınıp satılmasını caiz addederken, espri olarak temelde bunu esas alırlar: Yani yasak mensuhtur, cevaz nasihtir. Edinilmesi caiz olan bir şeyin alınıp satılması da caiz olmalıdır, telef edilince değeri tazmin edilmelidir.”[64]
* KEDİ
ـ5191 ـ1ـ عن جَابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]نَهى رَسُولُ اللّهِ # عَن أكْلِ الْهِرِّ وَثَمَنِهِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
1. (5191)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kedinin yenmesini ve semenini yasakladı.” [Ebu Davud, Büyû 64, (3480); Tirmizî, Büyû 49, (1280).][65]
AÇIKLAMA:
Yukarıda köpek hakkında söylenen, kedi hakkında da caridir. Bidayeten necis olduğu ifade edilmişse de, sonradan artığının tahir olduğu ifade edilmiştir. Ulema farklı rivayetlerden hareketle ihtilaflı hükme varmışlardır. Sadedinde olduğumuz hadis kedinin satışını mutlak olarak yasaklarsa da, cumhur cevazına hükmetmiştir. Hadisle ilgili olarak Hattâbi şu açıklamayı yapar: “Kedinin semeniyle ilgili nehiy, iki manadan ileri gelir:
Birinci mana: Kedi, kayıt altına gelmeyen vahşîlere benzemektedir ve onun müşteriye sahih bir teslimi mümkün değildir. Çünkü kedi bir evde sabit kalmaz, evleri dolaşır durur, bunun önüne geçilemez. Üstelik o bağlanan veya kafese konan hayvanlar gibi değildir. Bazen ehlileştikten sonra vahşîleşir, evi terkeder, yakalamak bile mümkün olmaz. Müşteri satın aldıktan sonra kaçması için bağlayıp hapsedecek olsa, ondan istifadesi mümkün olmaz. (Bu vasıftaki bir hayvanın sahih bir teslimi olmayacağı için satışı caiz değildir.)
İkinci mana: “Kedinin satışı yasaklanmıştır, ta ki insanlar birbirlerine kedilerini menetmesinler, herkes kendi kedisini öbürüne gösterebilsin ve yanlarında kaldığı müddetçe hayvana merhametle muamele etsinler. Kedi bir evden diğerine geçince aralarında ihtilaf çıkmasın. Bazı alimler, yasağın vahşî kediyle ilgili olduğunu, ehlî kediyle ilgili olmadığını söylemiştir.”
Cevazına hükmeden cumhur, hadisin zayıf olduğunu ifade etmiştir.[66]
* HACAMAT YAPANIN KESBİNDEKİ KERAHET
ـ5192 ـ1ـ عن أبِي مُحَيِّصَة ا‘نصاري عن أبيه: ]أنَّهُ اِسْتَأذَنَ رَسُولَ اللّهِ # في إجَارَةِ الْحَجَّامِ فَنَهَاهُ، وَكَانَ لَهُ مَوْلَى حَجَّاماً فَلَمْ يَزَلْ يَسْألْهُ وَيَسْتَأذِنُهُ حَتّى قَالَ لَهُ آخِراً: اِعْلِفْهُ نَاضِحَكَ وَأطْعِمْهُ رَقِيقَكَ[. أخرجه ا‘ربعة إ النسائي .
1. (5192)- İbnu Muhayyısa el-Ensarî, babasından anlattığına göre, “Babası Muhayyısa haccamın kiralanması hususunda izin istedi. Resulullah onu menetti. Muhayyısa´nın haccam bir azadlısı vardı. Sorup izin istemeye ara vermedi. Sonunda (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine:
“Onunla deveni ve köleni besle, (kendin yeme!)” buyurdular.” [Muvatta, İsti´zan 28 (2, 970); Ebu Davud, Büyû 28, (3422); Tirmizî, Büyû 47, (1277); İbnu Mace, Ticaraat 10, (2166).][67]
AÇIKLAMA:
Rivayetten anlaşılacağı üzere Muhayyısa´nın hacamat yapabilen mahir bir kölesi var. Bunu çalıştırıp para kazanmak istiyor. Resulullah hacamat ameliyesine mukabil, ücret almaya izin vermiyor. Muhayyısa bu hususta ısrarla sormaya, ücret alma izni talep etmeye devam ediyor. Aleyhissalâtu vesselâm deve ve kölesine yiyecek yapmak şartıyla izin veriyor.
Hadisin zahiri bu olmakla birlikte, Resulullah´tan gelen başka rivayetler gözönüne alınınca, yasağın tahrimi ifade etmediği anlaşılır.
Nevevî der ki: “Bu nehiy, tenzihîdir. Maksad, düşük yollardan para kazanmayı ortadan kaldırıp , mekarim-i ahlaka, nezaketli, âli işlere teşvik etmektedir. Eğer bu haram olsaydı bu işte hür veya köle arasında bir tefrik yapılmazdı. Çünkü efendiye, helal olmayan bir şeyi köleye yedirmesi helal olmazdı.”
Mirkat´te Muhayyısa´nın ısrarı, o devir cemiyetinde kölelerin kazancından bütün efendilerin yemelerine binaen ve onların kazancını en temiz kazançları bilmelerine binaen Muhayyısa yasağı işitince, buna olan ihtiyacı sebebiyle nefsine ağır geldiği için Aleyhissalâtu vesselâm´a başvurduğu belirtilir. Şarihler: “Deve ve kölede, bu düşük kazançtan istifadeye mani olan bir şeref mevzubahis değildir. Onun için Aleyhissalâtu vesselâm onların istifadesine izin verdi. Hür kimse ise farklıdır” derler.
Hadis, hacamat etmekten ücret almanın köleye helal, hürre ise mekruh olduğunu ifade eder. Ahmed İbnu Hanbel ve birkısım alimler bu görüştedir. Hacamat mesleği hür için mekruhtur. Bundan alacağı paradan yemesi kendine haramdır. Ancak onu köle ve hayvanlarına harcarsa caizdir.” Bu hükümde delilleri, bu hadistir.
Söylediğimiz gibi cumhur bu görüşe katılmaz, tenzihî bir kerahetten söz eder. Cumhurun dayandığı bir rivayet Tirmizî´de Enes´ten gelmiştir. Enes´e bu hususta sorulunca:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) hacamat oldu ve hacamatı yapan da Ebu Taybe idi. Ona iki sa´ miktarında yiyecek verilmesini emretti. Ayrıca, efendisine, vergisini biraz azaltmasını söyledi ve şunu da ilave etti: “Sizin tedavi için başvurduklarınızın en efdali hacamattır.”
Bazı alimler önce haram edilip sonradan neshedildiğini söyleyerek rivayetleri te´lif ederler. Tahavi de bunlardandır. Ancak neshe hükmetmeye kuvvetli bir karine olmadığı belirtilmiştir.
İbnu´l-Arabî, Resulullah´ın haccama ücret vermesi ile “haccamın kesbi habistir” şeklindeki beyanlarını şöyle te´vil eder: “Ücret muayyen bir iş içinse caizdir, meçhul bir amel için ise değildir.”
Hadiste tıbbî muameleye ücret verme ve hukuk sahibine, hafifletmeleri için şefaatte bulunmaya cevaz var.[68]
ـ5193 ـ2ـ وفي أخرى ‘بي داود: ]قَالَ #: إنِّي وَهَبْتُ لِخَالَتي غُماً، وإنِّي ‘رْجُو أنْ يُبَارَكَ لَهَا فيهِ، وَقُلْتُ لَهَا َ تُسَلِّمِيهِ حَجَّاماً وََ صَائِغاً وََ قَصَّاباً[. وإنما كره الصائغ لما يدخل صنعته من الغش، و“خفه الوعد ومطله في فراغ ما يستعمل عنده.
2. (5193)- Ebu Davud´un bir diğer rivayetinde Aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurmuştur: “Ben teyzeme bir köle bağışladım ve ben onun teyzem hakkında mübarek olmasını diliyorum. Teyzeme: “Onu haccama teslim etme, kuyumcuya ve kasaba da teslim etme!” dedim.” [Ebu Davud, Büyû 49, (3430).][69]
AÇIKLAMA:
1- Taberâni´nin rivayetinde burada zikri geçen “teyze”nin adı da gelmiştir: Fatıha Bintu Amr ez-Zühriyye.
2- Resulullah teyzesine genç bir köle bağışlıyor ve buna zikri geçen üç mesleği öğretmemesini tenbihliyor. Yani haccama vermemek, onun yanında hacamat mesleğini öğrenmesine izin vermemek demektir. Zikri geçen üç mesleğe karşı ifade edilen keraheti alimler şöyle izah ederler:
“Haccâmî ve kasab kaçınılması zor olan necasetle mübaşeret etmektedirler. Kuyumcu ise, sanatına hile sokmaktadır. Bazan da erkek için süs eşyası, altın ve gümüşten kaplar yapmaktadır. Ayrıca meslekleri, işin yürümesi için pek çok yalan vaadlere, yeminlere sevketmektedir.”[70]
* DAMIZLIK HAYVANIN SUYU
ـ5194 ـ1ـ عن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَألَ رَجُلٌ مِنْ كَِبِ رَسُول اللّهِ # عَنْ عَسَبِ الْفَحْلِ فَنَهَاهُ. فَقَالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ إنَّا نَطْرُقُ الْفَحْلَ فَنُكْرِمُ فَرَخَصَ لَهُ في الْكَرَامَةِ[. أخرجه الترمذي والنسائي.»عَسْبُ الْفَحْلِ« مَاؤهُ، والمنهيّ عنه ثمنه وأخذ ا‘جر عليه، وإ فإعارته حل وإطراقه مباح جائز .
1. (5194)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Kilab kabilesinden bir adam, Resulullah´a damızlık hayvanın suyundan (para almayı) sordu. Aleyhissalâtu vesselâm yasakladı. Adam:
“Ey Allah´ın Resulü! Biz damızlığı aştırıyoruz da bize ikramda bulunuyorlar!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm ikramda bulunmaya ruhsat verdi.” [Tirmizî, Büyû 45, (1274); Nesâî, Büyû 94,l (7, 360).] [71]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen fahl, her hayvanın erkeğine denir. Damızlık kelimesi dilimizde erkek için de dişi için de kullanılabilir. Asb, erkeğin dişiye aşmasıdır. Ancak asb, erkek hayvanın suyu ve nesli için de kullanılır.
Şarihler, damızlık erkeğin bu maksadla iareten yani herhangi bir ücret talep etmeden verilmesinin mendub olduğunu, bu sebeple ücret alınmasını Resulullah´ın mekruh addettiğini belirtirler. Bazı alimler de: “Yasaklama (bu meselede karşılaşılan) cehalet sebebiyledir. Zira, icarede yapılacak işin belirlenmesi ve miktarının bilinmesi lazımdır” demiştir.
İbnu Hacer: “Damızlığın suyunu satmak da kiralamak da haramdır. Çünkü mütekavvim (ticarete salih) değildir, teslim için ne malumdur ne de makdur (miktarı belirlenmiş)dur. Ancak Şafiîler ve Hanbelîler belli bir müddet için kiralanması caizdir derler.
2- Hadiste, damızlığın hizmetine mukabil hediyenin caiz olduğu ifade edilmektedir. İbnu Hacer: “Bunun ariyetinin caiz olduğunda hiçbir ihtilaf mevcut değildir. Ariyeten alan, verene herhangi bir ön şarta bağlı olmadan bir hediyede bulunacak olursa bu da caizdir. İbnu Hibban´da gelen merfu bir rivayette hayvanları damızlığa çekmeye teşvik de edilmiştir: “Kim bir dişi ata aştırır ve yavru yaptırırsa ona yetmiş at sevabı verilir.”[72]
* KUSÂME
ـ5195 ـ1ـ عن الخدريّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قال رَسُولُ اللّهِ #: إيَّاكُمْ وَالْقُسَامَةُ؛ قُلْنَا: وَمَا الْقُسَامَةُ؟ قَالَ: الرَّجُلُ يَكُونُ عَلى الْفِئَامِ مِنَ النّاسِ، فَيَأخُذُ مِنْ حَظِّ هذَا وَمِنْ حَظِّ هذَا[. أخرجه أبو داود.»القسامَةُ« بضم القاف: ما يأخذه القسام جرياً على عادة السماسرة دون الرجوع الى أجرة المثل .
1. (5195)- el-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün bize):
“Kusâmeden sakının!” buyurdular. Biz: “Kusâme de nedir ” dedik.
“Bir cemaatin başında bulunan bir kimse (birşey taksim ettiği zaman) berikinin ve ötekinin hisselerinden bir şeyler alır(sa, işte bu aldığı şey kusâmedir).” [Ebu Davud, Cihad 179, (2783, 2784).][73]
AÇIKLAMA:
Burada Resulullah ganimeti taksim eden kimsenin, bu hizmetine mukabil, kendilerine taksimde bulunduğu kimselerden ücret almasını yasaklamaktadır. Hadiste geçen kusâme, taksimcinin aldığı taksim ücreti demektir. Aslında taksim işi ücretsiz olmalı denmek istenmiyor. O işin muayyen belli bir ücreti vardır. Ancak taksimi yapan, o ücretü´lmisl´e razı olmaz, kendilerine taksimde bulunduğu kimselerin herbirinin payından bir hisse alır. İşte bu alınana kusâme denmektedir ve Aleyhissalâtu vesselâm bunu yasaklamaktadır.[74]
* MADEN
ـ5196 ـ1ـ عن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قَال: ]لَزِمَ رَجُلٌ غَرِيماً لَهُ بِعَشْرَةِ دَنَانِيرَ وَقَالَ واللّهِ َ أُفَارِقُكَ حَتّى تَقْضِيَنِي أوْ تَأتِيَنِي بِحَمِيلٍ، فَتَحَمَّلَ بِهَا النّبِيُّ # ثُمَّ إنَّ الرَّجُلَ أتَى النّبِيَّ # بِقَدْرِ مَا تَحَمَّلَهُ. فقَالَ لَهُ النّبِيُّ # مِنْ أيْنَ أصَبْتَ هذَا؟ قَالَ: مِنْ مَعْدِنَ. قَالَ: َ حَاجَةَ لَنَا فِيهَا، لَيْسَ فِيهَا خَيْرٌ. فَقَضَاهَا # عَنْهُ[. أخرجه أبو داود.»الحَمِيلُ« الزعيم والكفيل .
1. (5196)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Bir adam kendisine on dinar borçlu olan bir alacaklısının peşine düştü ve:
“Vallahi borcunu ödeyinceye veya bana bir kefil getirinceye kadar arkanı bırakmayacağım!” dedi. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm o borcu üzerine aldı. Sonra adam, üzerine aldığı miktarı Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a getirdi. Aleyhissalâtu vesselâm adama:
“Bu parayı nereden buldun ” diye sordu. Adam: “Madenden!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Öyleyse bizim buna ihtiyacımız yok! Onda hayır da yok” buyurdu ve borcu ona bedel ödeyiverdi.” [Ebu Davud, Büyû 2, (3328); İbnu Mace, Sadakat 9, (2406).] [75]
AÇILAMA:
Hattâbî der ki: “Resulullah´ın adamın getirdiği madeni reddetmesi ve “buna ihtiyacımız yok..” demesi, sanki sadece Resulullah´a malum olan bir sebepten dolayıdır, değilse topraktan çıkarılan madeni kendine mal etmenin haram olmasından değil. Çünkü bütün altın ve gümüşler madenden çıkarılmaktadır. Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm Bilal İbnu´l-Haris´e, Kabliyye mıntıkasının madenlerini ikta kılmıştır.[76] Onlar bu madenden vergi ödüyorlardı. Bu günümüze kadar devam eden meşru bir iştir. Resulullah´ın keraheti muhtemelen şuradan ileri gelmiştir: Belki de madenciler madenin toprağını, onu muameleden geçirip, içerisindeki altın ve gümüşünü ortaya çıkaran kimselerden satın alıyorlar. Bu ise bir aldatmadır. Bu toprağın içinde altın ve gümüş var mı bilinemez. Nitekim, ulemadan bir grup madenlerin toprağının satılmasını mekruh saymıştır: Atâ, Şa´bî, Süfyanu´s-Sevrî, Evzâî, Şafiî, Ahmed İbnu Hanbel ve İshak İbnu Rahuye bunlardandır.
Hadiste bir başka yön daha var: “Öyleyse bizim buna ihtiyacımız yok! Onda hayır da yok!” sözünün manası: “Buna bir revaç yok, onda bizim ihtiyacımıza bir çare yok” demektir. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm´ın deruhte ettiği borç basılmış dinardı. Halbuki adamın getirdiği toz altındır, basılmış değil. O zaman basılmış dinarlar oraya Rum diyarından getirildi. İslam´da ilk sikkeyi Abdülmelik İbnu Mervan bastırdı. Bu para günümüze kadar Mervaniye diye isimlendirilmiştir.”
Hattâbî, Resulullah´ın kerahetinin sebebini bulma sadedinde başka ihtimaller üzerinde de durur.[77]
* SULTANIN İHSANI
ـ5197 ـ1ـ عن عبداللّهِ بن عَمْرُو بْنِ السّعْدى عَنْ عُمرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # يُعْطِينِي الْعَطَاءَ. فَأقُولُ: أعْطِهِ مَنْ هُوَ أفْقَرُ إلَيْهِ مِنِّي. فَقَالَ #: خُذْهُ، ومَا جَاءَكَ وَأنْتَ غَيْرُ مُشْرِفٍ وََ سَائِلٍ فَخُذْهُ، وَمَا َ فََ تُتْبِعُهُ نَفْسَكَ[. أخرجه الشيخان .
وزاد في رواية: »فَمِنْ أجْلِ ذلِكَ كَانَ ابْنُ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما َ يَسْألُ شَيْئاً وََ يَرُدُّ شَيْئاً أُعْطِيَهُ[ .
1. (5197)- Abdullah İbnu Amr İbni´s-Sa´dî, Hz. Ömer (radıyallahu anh)´den naklediyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana ihsanda bulunurdu. Ben de: “Siz, bunu benden daha muhtaca verin” diyordum. Aleyhissalâtu vesselâm da:
“Al bunu! Sen beklemez ve istemez olduğun halde sana geleni al! Bu şekilde gelmezse, nefsini peşine takma!” buyurdu.” [Buhârî, Ahkam 17, Zekat 51; Müslim, Zekat 110, (1045).]
Bir rivayette şu ziyade gelmiştir: “Bu sebeple İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), ne bir şey isterdi, ne de kendine ihsan edilen bir şeyi reddederdi.”[78]
AÇIKLAMA:
Bu hadis bir başka veçhiyle daha önce de geçti. Rivayetin bir veçhinde Resulullah´ın Hz.Ömer´e bu ihsanının, îfa ettiği bir hizmet mukabilinde olduğu belirtilir. Dolayısıyle bu ihsan fakr sebebiyle değil, hak sebebiyle verilmiş olmaktadır. Günümüzün tabiriyle maaş ve ücrettir. Bu sebepten dolayı, Hz. Ömer´in: “Bunu, bu paraya benden daha çok muhtaç olana ver!” sözüne Aleyhissalâtu vesselâm itibar etmemiştir. Hadiste, Müslümanların idarecilik, kadılık, vergi toplama, sadaka dağıtma gibi işleriyle meşgul olanların, bu hizmetlerine mukabil maaş almalarının meşru olduğuna açık delil vardır. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm, Hz. Ömer´e vermiştir. İbnu´l-Münzir, Zeyd İbnu Sabit (radıyallahu anh)´in, kadılık hizmetine karşı para aldığını zikreder. Ebu Ubeyd bu meselede, sadaka üzerine çalışanlara pay ayıran Kur´anî ayetle ihticac eder. Ayette (mealen): “Zekat ancak fakirlere, yoksullara, zekat üzerine çalışan (yani toplayan, dağıtan, koruyan..) memurlara.. mahsustur” (Tevbe 60) buyrularak, zekat üzerine şu veya bu şekilde çalışan bütün memurlara bir pay ayrılmaktadır.
Bu hadisten hareketle alimler, sultandan gelen ihsan haram mı, mekruh mu, mübah mı münakaşa etmiştir. Nevevî der ki: “Sahih olan, eğer (sultanın parasına) haram galebe çalmış ise, (yani sultan zalimse) onun ihsanı da haramdır, keza bu ihsan hak edilmeden verilmiş ise yine haramdır. Ama buna haram galebe çalmamış, alan da müstehak ise mübahtır. Ancak “sultanın ihsanı mendubtur, başkasınınki değil” diyen alim de olmuştur. Mekruh diyenlerin sözü veraya hamledilmiştir. Selefte bu hal meşhurdur. Dünyaya karşı zühdü esas alan, dünyalığın gelmesini mekruh görür. Alimler der ki: “Bu sadette söylenecek en doğru söz şudur: “Kim gelen paranın kaynağının haram olduğunu biliyorsa, almaz, bu haramdır. Helal olduğunu bilirse reddetmez, bu helaldir. Şekke düşen ihtiyatlı davranır, almaz; bu veradır. Mübah gören, aslını esas alarak kabul eder. İhsanı mutlak olarak kabul etmeyi esas alan alimler şu hususlarla istidlal etmişlerdir: Ayet-i kerimede Cenab-ı Hak, Yahudiler hakkında: “Onlar yalanı can kulağıyla dinleyici ve haramı da çok yiyicidirler” (Maide 42) buyurduğu halde Resul-i Ekrem, zırhını bir Yahudiye rehin bırakmıştır.” Keza derler ki: “Aleyhissalâtu vesselâm, Ehl-i Kitab´ın mallarının çoğunun haram olan içki, domuz ve fasid muameleler yoluyla geldiğini bildiği halde onlardan cizye almıştır.
İbnu Battal´a göre, “istenmeksizin gelen malı almak, almamaktan efdaldir. Çünkü mal zayi olmaktan kurtarılmış olur, malın zayi edilmesi yasaklanmıştır.” İbnu´l-Münir, “burada malın zayi edilmesi mevzu bahis değil” diyerek İbnu Battal´ı tenkid eder.
Bu hadis, şu hükmü de ihtiva etmektedir. Devlet reisi gerekli gördüğü zaman, daha fakirler varken, fakir olmayanlara ihsanda bulunabilir. Keza, İmamın ihsanını reddetmek edeb değildir, hususan bu Aleyhissalâtu vesselâm´dan gelmişse. Zira ayette “Resul size ne vermişse onu alın” (Haşr 7) buyrulmuştur.[79]
ـ5198 ـ2ـ وفي أخرى قال: ]اسْتَعْمَلَنِي عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه على الصَّدَقَةِ فَلَمَّا فَرَغْتُ مِنْهَا أمَرَ لِي بِعُمَالَةٍ. فَقُلْتُ: إنِّي عَمِلْتُ للّهِ، وَإنَّمَا أجْرِي عَلى اللّهِ. فَقَالَ: خُذْ مَا أُعْطِيتَ، فَإنِّي عَمِلْتُ عَلى عَهْدِ رَسُولِ اللّهِ # فَعَمَّلنِي. فَقُلْتُ مِثْلَ قَوْلِكَ. فقَالَ لِي إذا أُعْطِيتَ شَيْئاً مِنْ غَيْرِ أنْ تَسْألَ فَكُلْ وَتَصَدَّقْ[ .
2. (5198)- Bir diğer rivayette şöyle denmiştir: “Hz. Ömer (radıyallahu anh) beni, zekat (toplama işine) tayin etti. Bu işi tamamlayınca bana ücret verilmesini emretti. Ben:
“Ben Allah rızası için çalıştım, ücretim Allah üzerinedir!” dedim. Hz. Ömer:
“Sen, sana verileni al. Nitekim ben de Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında çalışmıştım. Bana ücret verdi. Hatta (ilk seferinde) ben de senin söylediğini söyledim. Bunun üzerine (aleyhissalâtu vesselâm) bana:
“Sen istemediğin halde sana birşeyler verilirse, onu al, ye ve tasadduk et!” buyurdular” dedi.”[80]
ـ5199 ـ3ـ وعن سليم بن مُطَيْرٍ عن أبيهِ قال: ]سَمِعْتُ رَجًُ يَقُولُ: سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: يَا أيُّهَا النّاسُ خُذُوا الْعَطَاءَ مَا كَانَ عَطَاءَ، فإذَا تَجَاحَفَتْ قُرَيْشٌ عَلى الْمُلْكِ وَكَانَ الْعَطَاءُ عَنْ دِينِ أحَدِكُمْ فَدَعُوهُ[. أخرجه أبو داود.و»تَجَاحَفَتْ« بجيم ثم حاء معناه: تقاتلوا على الملك .
3. (5199)- Selim İbnu Mutayr babasından naklen anlatıyor: “Bir adamın şöyle söylediğini işittim:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın [Veda haccı sırasında hutbede] şöyle söylediğini işittim:
“Ey insanlar! İhsanları, onlar ihsan kaldığı müddetçe alın! Ne zaman, Kureyş saltanat kavgasına düşer ve ihsan dininizden rüşvet mukabili olursa, o zaman onu bırakın ve almayın!” [Ebu Davud, Harac 17, (2958, 2959).][81]
AÇIKLAMA:
Hadis, farzı, sünneti terk, haram ve bid´atı yapmak şeklinde dinden rüşveti gerektiren ihsanları almamayı teşvik etmektedir. Şu halde hadis, sultanın ihsanı böyle değilse almada beis olmadığını, aksi halde haram olduğunu ifade ediyor.
Resulullah´ın hadislerinde hediye, ihsan, ikram, sadaka gibi bahisler üzerinde çokça durulmuş, hediyeleşmeye, cömertliğe teşvik edilmiş, “insanın ihsanın kulu olduğu”, “hediyenin kalplerdeki kırgınlıkları kaldırdığı”, “insanlar arasında sevgi ve muhabbeti artırdığı” ifade edilmiştir.
Sadedinde olduğumuz bahis sultanın ihsanı adı ile meseleyi daha hususi bir çerçevede ele almaktadır. Anlaşılan o ki, Aleyhissalâtu vesselâm ihsanın ehemmiyetine ammeten yer verirken, devletten gelecek ihsanın tehlikesine hassaten nazar-ı dikkatleri çekmek istemiştir. Alimlerimiz de Rehber-i Ekmelimizden beri meseleye ayrı bir ehemmiyet atfetmişlerdir. Bu sebeple, şurada sadedinde olduğumuz hadisle ilgili olarak Ebu Davud şarihi Azimabadi´nin İbnu Raslan´dan aktardığı bir açıklamayı aynen kaydetmede fayda ümid ediyoruz. Tesiri verecek olan Allahu Zü´l-Celal hazretleridir:
“…Şa´bî, İbnu Mes´ud (radıyallahu anh)´un şu sözünü nakleder: “İhsan, ihsan ehlini cehenneme atıncaya kadar devam eder. Yani sultanın onlara olan ihsanı, onları haram şeyleri irtikab etmeye sevketmek suretiyle ateşe girmelerine sebep olur; yoksa ihsan, zatı ve mahiyeti itibariyle haram değildir. Gazalî der ki: Sultanın malından gelen bu ihsan hususunda alimler ihtilaf etmişlerdir. Bir kısmı: “Haram olduğu hususunda kesin bir kanaat edinilemeyen ihsan alınabilir, helaldir” demiştir. Diğer bir kısmı: “Helal olduğu nazarında kesinlik kazanmayan ihsanı kabul etmek haramdır” demiştir. Haram ve helalin karışık olduğu maldan gelecek ihsanı almayı tecviz edenler, Ashab´tan bir cemaatin zalim idarecilerin zamanında yaşamış olmalarına rağmen, onların, mallarından almalarını delil kılmışlardır, keza tabiinden birçoğu da zalim idarecilerin mallarından almışlardır. Söz gelimi Şafii hazretleri Harunu´r-Reşid´den bir defada bin dinar almıştır. İmam Malik, halifelerden çok mal almıştır… Gerçi bu büyüklerden idarecilerin ihsanını vera düşüncesiyle, dinî endişe ve korkuyla almayanlar da olmuştur.” Devamla der ki: “Sultanların mallarının çoğu bu asırda haramdır. Ellerinde helal yok gibidir veya pek azdır.”
İbnu Raslan, bu kaydedilenleri zikrettikten sonra der ki: “Gazalî merhumun zamanında bu böyle ise, ya zamanımızda nasıl olur Önceki devirde sultanlar, Hulefa-i Raşidin zamanına yakınlıkları sebebiyle ihsanlarını alimlere kabul ettirebilmek hırsıyla onların kalplerini kazanmaya çalışıyorlar. Alimler talep etmeden ve ayaklarına gelmeden onlara gönderiyorlardı; dahası, onlara karşı kendileri minnet duyup, kabullerinden seviniyorlardı. Alimler de onlardan alıp muhtaçlara dağıtıyorlar, sultanların siyasi garazlarına itaat etmiyorlar, alet olmuyorlardı.
Zamanımızda zalim ve dinsiz idarecilere yaranmak, onların gözüne girip itibar, ikram ve iltifata mazhar olabilmek için fikir, kanaat ve hatta toptan şahsiyet değiştirenler var. Bunlardan birkısmının örneğini Ahmet Kabaklı´nın Temellerin Duruşması adlı kitabında görmek mümkün. Biz burada, Kabaklı Hoca´nın, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sadedinde olduğumuz hadiste beşeriyetin dikkatini çektileri “sultanın ihsanı”na iltifatın dine ve kişiye ne gibi sefaletler getirebileceğini delillendirmek maksadıyla, İlahiyat Fakültesi profesörlerince GÖZE GİRMEK İÇİN hazırlanan bir lahiya ile ilgili tahlilini aynen kaydedeceğiz, ibretle okunmalıdır.”[82]
İslam´da Reform Deneyişleri:
Bir yandan türlü alanlarda “inkılablar” yapılırken, Atatürk´ün din üzerinde de büyük ısrarla değişiklikler yapmak istediği görülüyor. Yalnız, din ve İslam üzerinde “reform”lar yaparken, “Şapka Devrimi”nde (1925 ) olduğu gibi hızlı davranmıyor. Uzun hazırlıklara ihtiyaç hissediyor. Belki milletin tepkilerini ölçmek için temkinli, hatta tereddütlü görünüyor. Bazan dinin özünde, ibadetlerde vs. bir “devrim”e karar verdiği halde, o kararı geri aldığı bile oluyor.
Atatürk ve arkadaşlarının, zaman geçtikçe dine karşı daha ters bir yön alan “devrim” taktiklerinden birisi de, o konuda her ne istiyorlarsa teklifleri veya her ne istiyorlarsa lahiyaları, bilhassa önde gelen fakat imanı bütün olmadığı anlaşılan “din adamı ve ulema” takımından kimselere yaptırmaları idi.
Böylesi sözde din simsarlarını ise, tayinle gelen milletvekilleri arasında, çevrede veya “resmî ulema” arasında bol bol bulabiliyordu.
Bu sözde din adamlarını “Atatürk´le Üç Ay” adlı kitabında Ahmed Hamdi Başar üzüntü ile şöyle tasvir etmektedir:
“Mürteci ve dindar gözükmemek için herkes elinden geleni yapıyordu. İki eski hoca mebus vardı ki, dalkavuklukta herkesten ileri gidiyorlardı. Bunlardan biri Allah´a küfür ediyor; öteki cami ve mescidlere, umumi bütçeden verilen tahsisatın halkevlerine devredilmesini istiyordu.”
“Hilafetin ilgası” teklifini, Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi´ye verdirtmişlerdi. Onun gibi Eskişehir Mebusu Abdullah Azmi ve Konya Meb-usu Musa Kazım efendiler de “Şer´iyye vekaleti”nin kaldırılmasını, en başta savunan “Sarıklılar” olmuşlardır.
Kafası “dinî reform” tasarıları ile dolu ve bu konuda bazı Avrupalıların görüşlerini de birçok kere almış olan Kemalistlerin taktikle hedefledikleri üç maksat olsa gerektir:
1- Ulema ve sarıklı diye bilinen (fakat esasta prensipsiz olan) kişilere yaptırdığı teklif ve tasvipler ile, “devrimler”e dinî (şer´î) dayanaklar bulunmuş oluyordu.
2- Bu tanınmış “hoca”ların dinî hakikatlara aykırı ve dönek olan tutumlarını, diğer milletvekillerine ve millete göstererek halk nazarında onlarla beraber bütün din adamlarının itibarları da sarsılmış oluyordu.
3- Milletin, bu sözde din adamlarından tiksinerek İslam´dan soğuyabileceği hesap ediliyordu.[83]
İslamiyet´i Islah Proje ve Lahiyası:
İşte, 1928 yılında (ilerde 1932´de kapatılacak olan) İlahiyat Fakültesi hocalarından bazılarına hazırlatılan yahut o fakülte profesörlerince göze girmek için hazırlanan dinî reformlar “lahiyası”da aynı takdiği taşımaktadır. Milletin çok büyük üzüntü ve hoşnutsuzluklarına sebep olan bu “lahiya”da da maalesef başta Köprülü Fuat Bey olmak üzere, İzmirli Hakkı, Şerafettin Bey (Yaltkaya) gibi halkın evvelce güvendiği imzalar da bulunmaktadır. Yalnız aynı fakülteden Bâbanzâde Naim Bey´le Ferit Kam Hoca heyete katılmamışlardır. Adı geçen İlahiyattaki diğer isimler: İsmail Hakkı (Baltacıoğlu), Halil Halit, Halil Nimetullah, Mehmet Ali Ayni, Arapkirli Hüseyin Avni, Hilmi Ömer, Yusuf Ziya beylerdir.
Layihanın tamam metnini Osman Nuri Ergin´in “Türk Maarif Tarihi” (cilt 5, s. 1639-41)´nde bulabilirsiniz. Burada sadeleştirerek ve yer yer özetleyerek sunacağımız bu “Islahat Lahiyası”nın son derece iddialı olduğunu da, sonuna eklenen şu cümleler gösteriyor:”
Bu suretle, yeni Türkiye, din sahasında, yalnız yeni bir vicdan intibahının (uyanışının) değil, bütün esir ve geri olan İslam kavimlerinin hürriyet ve terakkisinin de mürşidi olabilecektir.”
Ayrıca bu “Islahat Lahiyasında” açıklanmamış olmakla beraber “din yok, millet var” düşüncesinin açık izleri de görülmektedir.
Yine bu reform tasarısında Ziya Gökalp´in çoğu Atatürk´çe benimsenen “dinî reform”a ait görüşlerinin etkileri de derindir.
Bilindiği gibi bu layihayı hazırlayan komisyonun başında Fuat Köprülü bulunuyordu. Köprülü Fuat Bey Milliyetçilik anlayışıyla Ziya Gökalp´ı devam ettirmekte olup, aynı zamanda Atatürk´le de ilişkileri iyi olan (ömrü boyunca da) politikaya yakın bir ilim adamı olmuştur.[84]
Islahat Lahiyası´nın Özeti
1- Demokrasi sahasında tecelli eden muazzam Türk inkılabı; lisanî, ahlâkî, iktisadî bütün içtimâî müesseseleriyle başlıca iki manzara gösteriyor. Birincisi: Bütün içtimâî müesseselerin ilmîleşmesi. İkincisi: Bütün içtimâî müesseselerin millîleşmesi…
2- Din de içtimâî bir müessesedir. Diğer içtimâî müesseseler gibi hayatın zaruretlerine katlanmak, tekamülün seyrini kovalamak mecburiyetindedir.
3- Dinî hayat da ahlakî ve iktisadî hayat gibi ancak ilmî düşünceler ve ilmî usullerle ahenkli bir surette özel ve şahsî feyzini verebilir. Bu ıslahat için encümenimizin komisyon tasavvur ettiği tedbirler şunlardır:
İbadetin şeklinde:
Mabetlerimiz temiz, muntazam, ziyaret ve oturmaya uygun bir hale getirilmelidir. Mabetlerde sıralar, elbiselikler tesis edilmeli ve temiz ayakkabılarla mabetlere girilmesi tercih edilmelidir. Bu, dinî ıstılahatın ibadete ait olan sıhhi şartıdır.
İbadetin dilinde:
İbadet lisanı Türkçe olmalıdır. Ayetlerin, duaların, hutbelerin Türkçe şekilleri kullanılmalıdır.
İbadet sıfatında:
İbadetlerin son derece estetik ve heyecanlı bir şekilde yapılması temin edilmelidir. Bunun için usul dairesinde teganniye (şakımaya) müsait müezzinler, imamlar yetiştirmek lazımdır. Ayrıca mabetlere musiki aletlerinin kabulü dahi lazım gelir. Mabedlerde ilahi mahiyetinde asrî ve enstrümantal musikiye kat´i ihtiyaç vardır.
İbadetin fikriyatında:
Hutbelerin basılmış şekilleri kâfi değildir. Hitabet, okumaktan ayrı bir şeydir. Hutbelerde mühim olan nitelik doğrudan doğruya ilmî, yahut iktisadî fikirler değil, doğrudan doğruya dinî olan kıymetler ve muakaledir.
Bunu verebilecek olan insanlar, hitabeti güçlü olan din filozoflarıdır. Bu üstünlükte hatiplerimiz İlahiyat Fakültesi´nde yeterince yetişinceye kadar dışarda mevcut din mütefekkirlerinden ve din filozoflarından istifade etmek lazımdır.
Mühim olan şey ne Kur´an-ı Kerim´in Türkçesi, ne de bu Türkçenin tasnif ve tensik edilmiş şeklidir. Mühim olan şey Kur´an´ın ve İslam dininin beşerî ve mutlak mahiyetini gösteren felsefi bir bakıştır.
Bütün ıslahatın gerçekleşmesi için ilmî bir merkez tarafından vücuda getirilecek olan tatbikat projesinin hazırlanması lazım gelir.
340 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu´nun 3 Mart 1924´de çıkması üzerine kurulan ve fakat 1932´de kapatılan İlahiyat Fakültesi hocalarının, Köprülü Fuat Bey başkanlığındaki “Islahat Komisyonu” görülüyor ki, “vur denince öldürecek” kadar ileri gitmiştir.
Nitekim bu “layiha” (rapor) ile İslamiyet´in büsbütün tanınmaz bir hale getirilmesi, camilerin oturulacak iskemleler ve alafranga çalgılarla şenlenmesi ve ayakkabılarla girilen kilise ve sinemalara benzetilmesi tavsiye edilmektedir. Vaazlar, dualarla iman tazeliği sağlayacak telkinler ve Kur´an sesleri yerine adeta Eflatun´un Akademisindeki gibi tereddüt veren tartışmalar ve karşıt fikir alışverişleri tasarlanmaktadır.
Bir yabancı düşünür, “Türkiye´de çoğu aydınar(!), İslam´a, daima manyakça yaklaşmışlardır” diyor. İşte bu layiha, sanki o iddiayı ispat için kaleme alınmıştır. Asırlardır inandığımız İslam´ın iman ve şartlarına bir darbe gibi, bu sözler üstelik de adlı sanlı din ve edebiyat bilginlerinden gelince, milleti can evinden vurmuştur.
Ne var ki, en şiddetli çağında olmasına rağmen, Tek Parti rejimi dahi, bu layihadaki görüşleri bütünüyle uygulamaya cesaret edememiştir. Baştakiler bu “Islahat Layihası”nı ilk önce benimsemişler, fakat sonradan ilgisiz davranmışlardır.
Komisyon üyesi proflardan Mehmet Ali Ayni, Lâyiha’daki umdelerin tatbik edilmemesinden hayrete düşmüşcesine bir dergiye şunları söylemiştir:
“Atatürk, bunu niçin böyle yaptı Acaba efkâr-ı umuumiyece (kamuoyu) fena karşılanacağından mı çekindi Yahut henüz zamanı gelmemiş ve zemin hazırlanmamış mıydı Yahut her inkılâbı bizzat kendisi yaptığı için bundan ilâhiyat Fakültesi’nin önayak olmasını hoş mu görmedi Hasılı buraları anlaşılamıyor ve izah eden de bulunamıyor.” Kitaptan yazılıdı.
Yeşil fondakiler cd’de yok bilginize[85]
* İKİ YARIŞÇI
ـ5200 ـ1ـ عن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]نَهى رَسُولُ اللّهِ # عَنْ طَعَامِ الْمُتَبَارِيَيْنِ: السِّبَاقِ وَالْقِمَارِ[. أخرجه أبو داود.يقالُ »بَارَى فنٌ فناً« إذا عارض فعله فعله .
1.(5200)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resululah (aleyhissalâtu vesselâm) iki yarışçının yemeğini nehyetti: Müsabaka ve kumar.” [Ebu Davud, Et´ime 7, (3754).][86]
AÇIKLAMA:
Mütebari’yi yarışçı olarak çevirdik. Hattâbi şöyle açıklar: “İki mütebari, aynı şeyleri yaparak yarışan iki kişi demektir. Bunlardan her biri, diğerinin yaptığı şeyin tıpkısını yapar. Maksatları, hangisi arkadaşına galebe çalacak, bunu göstermektir. Resulullah bunu mekruh addetmiştir. Çünkü bu davranışta riya ve övünme var ve bu, malın batıl yoldan yenmesi yasağına dahildir.” Hattâbî bu ifadesiyle şu ayet-i kerimeye atıf yapmaktadır. (Mealen): “Birbirinizin malını aranızda batıl yollarla yemeyin” (Bakara 188).
Burada müsabaka mutlak olarak yasaklanmış gözükmekte. Halbuki daha önce de temas edildiği üzere Aleyhissalâtu vesselâm deve, at ve ok yarışlarını tecviz etmiş ve ulema bu çeşit yarışlarda armağan verilmesini meşru addetmiştir. Sadedinde olduğumuz hadisle arada bir tearuz görmek gerekmez. Çünkü burada mekruh addedilen yarış, tefahura alet edilen veya: “Ben kazanırsam sen armağan vereceksin, kaybedersem ben sana armağan vereceğim” şeklinde batıl şartlar koşulan, dolayısıyle dinimizin koyduğu meşruiyet şartlarının dışına çıkan yarışlardır. Kumarın yasak olduğu zaten açık bir husustur.[87]
MEKS (USULSÜZ VERGİ)
ـ5201 ـ1ـ عن عقبة بن عامرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # َ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ صَاحِبُ مَكْسٍ[. أخرجه أبو داود .
1. (5201)- Ukbe İbnu Amir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Cennete meks sahibi girmeyecektir!” dediğini işittim.” [Ebu Davud, Harac 7, (2937).][88]
AÇIKLAMA:
Meks, lügat olarak noksanlık, zulm manasına geldiği gibi, cahiliye devrinde pazarda satış yapan mal sahibinden (vergi alarak) alınan dirhemlere de denmiştir. Keza zekat toplayan tahsildarın, normal olarak zekat alma muamelesini tamamladıktan sonra aldığı ziyade paraya da meks denmiştir. İbnu´l-Esir, en-Nihaye´de meks´i “özürcünün aldığı vergidir” diye tarif eder. Bagavî, Şerhu´s-Sünne´de “Aleyhissalâtu vesselâm, “sahibu´lmeks”le geldikleri zaman tüccardan öşür adıyla meks (vergi) alan kimseyi kasdetmiştir. Sadakayı alan memura ve ehl-i zimmeden üzerine sulh yapılan öşrü alan kimseye, haddi aşıp, zulmederek günaha girmedikçe muhtesib denir” demektedir.
Şu halde meks, usulsüz alınan, kendi hesabına alınan, zulüm bulaştırılan vergi manasına gelmektedir. Meks sahibi veya sahibu´lmeks bu kirli işe tevessül eden memur manasına gelir. [89]
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/481-482.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/482-484.
[3] Bu bahis kitabımızın ikinci cildinde genişçe işlenmiştir (s. 517-537).
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/484-487.
[5] Bu meselede fazla bilgi için İslâm´da Çocuk Hakları (İstanbul 1980) adlı kitabımız görülebilir (s. 111-116).
Görüldüğü üzere, İslâm dini, çocuğa mesleki bir formasyon kazandırılması işine, dinî terbiye kadar ehemmiyet vermiş olmaktadır. Meslekî formasyon işi, anarşi bataklığında boğulma noktasına getirilen günümüz Türk gençliği için ayrı bir dönem taşımaktadır. En az bin yıllık tarihimizde rastlanmayan böyle bir anarşinin çıkışında tedrisât sistemimizde dinî eğitimin yokluğu kadar meslekî eğitimin yokluğu da müessir olmuştur. Bunu bizzat anarşiye düşmüş olanların gazetelerde çıkan itiraf ve beyanlarında açık seçik görmemiz mümkündür. Bunlardan biri 9.3.1983 tarihli Tercüman2da şöyle diyor:…İş arama sırasında ne iş yapabileceğim sorulduğunda her şeyi yapabileceğimi bildiriyor ve ne kadar saklarsam saklayayım, lise mezunu olduğum ortaya çıkıyordu. Yâni, yarım yamalak, gereksiz çok şey bilen ama, aslında (işe yarar) çok az şey bilen işsiz bir genç.Aramalarımın boşa çıkması yanında şöyle bir ortak tavır görüyordum: Liseyi bitirmek için harcadığım yıllara ve harcadığım çabaya acıyordum. Niye bu ülkenin güçlükle oluşturduğu (maddî) birikim böylesine acımasız ve sonuçsuz bir çaba uğruna sarfediliyordu. Amerika´nın en yüksek tepesini, Don nehrinin uzunluğunu, Hammurabi kanunlarını, modern mantığın denklemini bilmeyen insanlar nasıl oluyor da bize bu bilgileri ezberlemiş kişilere verecek iş bulamıyorlardı. Topluma bir türlü uyum sağlıyamıyordum…”
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/487-489.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/489.490.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/491-492.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/492.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/492.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/493.
[12] “Allah´a sığınırız, Allah korusun” demektir.
[13] Ayet-i kelimenin meâl-i münifi: “Hayır, (hakikat öyle değil) bilâkis, onların irtikab edegeldikleri (masiyetler) kalplerini yenmiş (paslandırmış)tır” (Mutaffifîn, 14).
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/493-497.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/497.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/497-498.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/498.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/498-499.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/499.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/499-500.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/501.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/501-502.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/502.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/502-504.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/504.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/504-505.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/506.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/506-507.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/507.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/507.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/508.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/508-509.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/509.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/509-510.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/510-511.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/511-512.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/513.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/513.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/514.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/514.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/515.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/515.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/515.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/515-516.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/516.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/516-517.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/517.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/517.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/518.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/518-519.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/519.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/519.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/520.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/520-521.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/521.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/521.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/521-522.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/522-525.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/525-526.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/526-527.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/527.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/527.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/527.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/528-529.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/529.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/529-530.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/530.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/530-531.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/532.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/532.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/532.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/533.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/533-534.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/534.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/534.
[76] Bu hadis 5178 numarada geçti.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/535.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/536.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/536-537.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/537-538.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/538.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/538-539.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/539-540.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/540-541.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/541-543.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/543.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/543-544.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/544.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/544.