KADER BÖLÜMÜ
UMUMİ AÇIKLAMA
KADER VE KAZA
Kader ve Kaza Ne Demektir
KADERE İMAN
KADERLE AMEL
KADERLE AMEL
KADERE RIZA
ÇOCUKLARIN HÜKMÜ
KADERİYE´NİN ZEMMİ
KADER BÖLÜMÜ
(Bu bölümde beş fasıl vardır)
BİRİNCİ FASIL
KADERE İMAN
İKİNCİ FASIL
KADERLE AMEL
ÜÇÜNCÜ FASIL
KADERE RIZA
DÖRDÜNCÜ FASIL
ÇOCUKLARIN HÜKMÜ
BEŞİNCİ FASIL
KADERİYE FIRKASININ ZEMMİ
UMUMİ AÇIKLAMA
Kader İslam itikadının altı esasından biridir. Hayır ve şer her şeyin Allah´ın takdiri ve bilgisi tahtında cereyan ettiğini, tesadüfün olmadığını ifade eder. Ragıb, lügat açısından bu kelimenin kudret ve ilimle olan makdura delalet ettiğini söyler.
Kaza kelimesine gelince, bu da kadere yakın bir mânada kullanılmıştır. Alimler değişik ifadelerle ikisi arasındaki farkı belirtmeye çalışırlar.
* Kirmani´ye göre kaderden murad, Allah´ın hükmüdür.
* Ulema çoğunluk itibariyle, “Kaza: Allah´ın ezelde verdiği küllî icmalî hükmüdür. Kader ise, bu külliyatın tafsilatı ve cüziyyatıdır” demiştir.
* Ebu´l-Muzaffer İbnu´s-Sem´ani der ki: “Bu meselenin bilinmesi sırf kıyas ve akılla olmaz, Kitap ve sünnetle olur. Dolayısıyla tevkifîdir. Öyleyse kim tevkiften (yani Kitap ve sünnetin açıklamasından) dışarı çıkar, şahsî yoruma kaçarsa dalalete düşer ve şaşkınlıklar deryasında boğulur. Aklını ve kalbini tatmin edecek doyurucu bir neticeye ulaşamaz. Çünkü kader, Allah´ın sırlarından biridir. O´nun ilmini alîm ve habir olan Zat-ı Zülcelal kendine mahsus kılmış kaderin önüne perdeler koymuştur. Sadece Allah tarafından bilinen hikmetler sebebiyle, kader bilgisi insanların akıl ve irfanlarından uzak tutulmuştur. Kaderi bu sebeple, ne mürsel bir peygamber ne de mukarreb bir melek bilemez. Bazı alimler: “Kaderin sırrı onlara da cennete girdikleri zaman açılır, cennete girmezden önce onlara da açılmaz” demiştir.”
İbnu Hacer´den kaydettiğimiz bu açıklamaların her zaman için canlılığını muhafaza eden bir meselede bazı sorularımızı çözmede yetersiz olacağı açıktır. Bu sebeple, bu mesele üzerine, günümüz insanını aydınlatma maksadıyla kaleme alınmış Kader Nedir adlı bir kitaptan, kaza ve kaderin ne olduğunu açıklayan bir pasajı okuyucularımıza aynen aktarıyoruz. Eserin tamamı, bu meseleyi etraflıca tahlil etmede ve bütün meselelerde ikna edici açıklamalar sunmaktadır. Eser, halk için hazırlanmış olması sebebiyle, eski alimler tarafından yapılan açıklamaların zorluğu bunda yoktur. Her mesele misallerle zenginleştirilmiş ve kolaylaştırılmıştır[1].[2]
KADER VE KAZA
* Kader ve Kaza Ne Demektir
Kader ve kaza meselesi, bütün İslam alimlerinin ve felsefecilerinin fikirlerini uzun zaman meşgul etmiştir. Fıkıh ilminin hikmet ve esaslarını ortaya koyan büyük müçtehidler de bu mesele ile yakından ilgilenmişler ve kadere imanın, iman ve İslamiyet´in bir kalesi hükmünde olduğunu belirtmişlerdir. Bu zatlar ilim, irade, kudret gibi kemal sıfatlara sahip olan Allahü Azimüşşan´a iman eden her bir mü´minin, bu iman hakikatini de kabul etmesinin zaruri olduğunu ifade etmişlerdir.Kader ve kaza, Cenab-ı Hakk´ın irade ve kudret sıfatlarının zaruri bir lazımıdır. Zîra şu kainatın ve içinde cereyan eden hâdiselerin tamamı bir ilme dayandığı gibi, meydana gelmeleri de bir kudretle gerçekleşmiştir. Onları bilen ve yaratmaya kudreti yeten zat, onların yokluktan varlığa çıkmalarını irade etmiştir. İşte, Hazret-i Allah´ın ilmi, kudreti, iradesi ve diğer sıfatlarıyla yarattığı bu kainat ve şu hadiseler, elbette ki bir tayin ve takdire, bir plan ve esasa dayanmaktadır. En kısa ifadesiyle, kader bu planın takdir edilmesi, kaza ise icra edilmesi, yani yerine getirilmesi demektir. Kader ve kaza daha geniş olarak şöyle tarif edilmektedir:
Kader, varlıkların ve hâdiselerin bütün halleri ve vasıflarıyla sebepleri ve şartlarıyla, haiz olacakları kuvvet ve kabiliyetleriyle, varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekanlarıyla Cenab-ı Hak tarafından ezelde tayin buyurulması ve bir tertip ile kaydedilmesi demektir.
Kaza ise, ezelde takdir olunan her şeyin Cenab-ı Hakk´ın halk ve icadıyla vücud sahasına çıkması demektir.
Bu tariflere göre, kader ilim sıfatına, kaza ise kudret sıfatına dayanmaktadır ve kader, kazadan öncedir. Diğer taraftan, kader, kazadan daha şümullüdür. Çünkü, her kaza olunen şey kaderde vardır, fakat kaderde olan herşey kaza olmamıştır. Yani, bir şeyin varlık sahasına gelmesi hem kaza, hem kaderdir. Yaratılmayan şeyler ise kaderdedir, fakat kaza edilmemiş, yani meydana gelmemişlerdir.
Kaderin kazadan daha geniş ve etraflı olmasının diğer bir yönünü misallerle açıklamaya çalışalım:
Bir insan, Cenab-ı Hakk´ın yasakladığı fiilleri işlerse isyankâr olur. Aynı insan Allahu Azimüşşan´ın emirlerini yerine getirirse, salih bir kul ve makbul bir insan olur. İşte, birbirine zıt olan bu iki netice de kaderdir. Yani, Cenab-ı Hakk asi ve salih olmanın yollarını ezelde böylece tayin ve takdir buyurmuştur. Buna göre, bir kimse bu iki sebepten hangisine teşebbüs eder veya bu iki yoldan hangisinde giderse onun neticesine varır. İşte, bu neticenin yaratılması kazadır ve aynı zamanda İlahî takdirin gereği olduğu için de kaderdir.
Diğer bir misal verelim: İnsanlar terakki ve refahın sebepleri olan ilim, fen ve sanatta faaliyet gösterirlerse huzur ve saadate kavuşurlar. Aksi yolda gidenlerse, cehalet ve yoksulluğun hükmü altında hayatlarını mahvederler. İşte, bu iki netice de kaderdir. Yani, Cenab-ı Hak ilerleme ve gerilemenin yollarını yukarıda ifade ettiğimiz tarzda takdir etmiştir. Bir milletin, birinci yolu seçerek ilerlemesi halinde bu netice hem kaza hem kaderdir. Aksi yolu tutarak geri kalması durumunda ise kaderi, zillet ve sefalet olacaktır. Bu ikinci halde, terakki kaza edilmemiştir.
Bu mevzuyu biraz daha açıklayalım: Siz arazinizi ağaçlandırmaya teşebbüs ederek gerekli bütün sebepleri yerine getirdiğinizde, O Mukaddir-i Hakim´in size ağaç ve meyve ihsan etmesi hem kader, hem de kazadır. Arazinize ağaç dikmediğiniz zaman kaderiniz, ağaçsız kalmaktır, lakin bu durumda kaza bahis konusu değildir. Zîra, ağaç yaratma olayı vuku bulmamıştır. Aynı şekilde, bir ailenin çocuğa sahip olması hem kader, hem kazadır. Çocukları olmaması ise kaderdir, fakat kaza değildir. İşte, bu yönden de kader kazadan daha ihatalıdır.
İnsanla ilgili kaderi ikiye ayırabiliriz. Birincisi, insanın kendi irade ve kudretiyle işlediği fiil ve amellere bağlıdır. İkincisi ise, onun irade ve kudreti dışında meydana gelen hâdise ve hallere aittir. Birincisinin meydana gelmesine, insanlar irade ve arzuları ile kendileri sebep olmaktadırlar. Şöyle ki: Cenab-ı Hakk fertlerin ve cemiyetlerin dünya ve ahiret saadetleri için takip etmeleri gereken yolu tayin ve takdir etmiştir. Bu yolda gidenler saadet ve selamete ererler; aksi halde felaket ve yoksulluğa düşerler. Çünkü, O Hakim-i Adil, saadet sebeplerine tevessül edenlere saadet, felaket sebeplerine teşebbüs edenlere de felaket takdir buyurmuştur. Kur´an-ı Kerim´de, “Bir kavmin fertlerinin kendi safvet ve ahlaklarını fesada tebdil etmedikçe, Allah´ın o kavmin nimet ve saadetini tağyir etmeyeceği” beyan edilmektedir. Yani, herkesin, fert olsun cemiyet olsun kendi mukadderatına kendisinin sebep olduğu ifade buyurulmaktadır. İnsanın kendi kaderini tayin etmesi bu mânaya göredir.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, Allahu Teala dünya ve ahiret nimetlerinin birtakım sebeplerle meydana gelmesini ezelde takdir etmiş ve şarta bağlamıştır. Öyle ise, onların sebepsiz meydana gelmesini arzu etmek İlahî kanunlara zıttır. Allah´tan herhangi bir nimeti istemenin yolu, onun sebeplerini yerine getirmektir. Halık-ı Zülcelal´dan çocuk istemenin yolu evlenmek, meyve istemenin yolu ağaç dikmek olduğu gibi, cennet istemenin yolu da İlahi emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmaktır. Bunların hepsi Allah´ın takdiridir. Bizler, kadere iman eden kimseler olarak, bu İlahî takdire boyun eğmek ve istediğimiz nimetlerin sebeplerine teşebbüs etmek durumundayız. Ağaç dikmeksizin meyve istemek gibi, ibadet etmeksizin ebedî saadet beklemek de takdire karşı gelmektir ve cezası, o nimetten mahrum kalmaktır.
İşte, bizim bilhassa üzerinde duracağımız kader, insanın kendi iradesiyle ilgili olan kısımdır. İkinci kısım olan ve insan iradesi dışında meydana gelen kaderin ise sebepleri insanlarca bilinmemektedir. “Akıl mahluktur, halıkını (yaratıcısını) ihata edemez” kaidesince, insan aklı kaderin bu ikinci kısmına ait hikmet ve sırlara vakıf olamaz. Bir insanın erkek veya kadın olması, dünyaya geldiği asır ve belde, ömür süreceği müddet, anne ve babasının kim olacağı gibi hususlar bu kısma misal olarak verilebilir. Bu ve benzeri meselelerdeki İlahî takdirin sırrını anlamaya zorlanmak insanı helake götürür. Bu sırlar ahirette, adalet gününde bütün incelikleriyle görünecektir. İşte Peygamber Efendimiz´in (s.a.v.) “Kader hususunda konuşmayın. Zîra kader, Allah´ın sırrıdır (sırrullah), Allah´ın sırrını faş etmeye kalkmayın”[3] hadis-i şerifleriyle bizi uğraşmaktan men ettiği kader, bu kısımdır. Yoksa, kaderin birinci kısmı üzerinde akaid alimleri büyük mesai sarfetmişler ve eserler yazmışlardır. [4]
BİRİNCİ FASIL
KADERE İMAN
ـ4829 ـ1ـ عن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يُؤْمِنُ عَبْدٌ حَتّى يُؤمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ، وَحَتّى يَعْلَمَ أنَّ مَا أصَابَهُ لَمْ يَكُنْ لِيُخْطِئَهُ، وَمَا أخْطَأهُ لَمْ يَكُمْ لِيُصِيبَهُ[. أخرجه الترمذي .
1. (4829)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kul, hayrıyla, şerriyle kadere inanmadıkça, kendine (hayır ve şerden) isabet edecek şeyi atlatmayacağını, (hayır ve şerden) kaçacak olan şeyi de yakalamayacağını bilmedikçe iman etmiş olmaz.” [Tirmizî, Kader 10, 2145).][5]
ـ4830 ـ2ـ وعن عُبَادَةِ بْنِ الصَّامِتْ رَضِيَ اللّهُ عَنْه أنه قال بنه عند الموت: ]يَا بُنَىَّ إنَّكَ لَنْ تَجِدَ طَعْمَ حَقِيقَةِ ا“يمَانِ حَتّى تَعْلَمَ أنَّ مَا أصَابَكَ لَمْ يَكُنْ لِيُخْطِئَكَ، وَمَا أخْطَأكَ لَمْ يكُنْ لِيُصِيبَكَ، فإنِّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: إنَّ أوَّلَ مَا خَلَقَ اللّهُ الْقَلَمَ. فقَالَ لَهُ: اكْتُبْ. قَالَ: يَا رَبِّ وَمَا أكْتُبْ؟ قَالَ: اكْتُبْ مَقَادِيرَ كُلِّ شَىْءٍ حَتّى يَوْمِ الْقِيَامَةِ. يَا بُنَىَّ سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: مَنْ مَاتَ عَلى غَيْرِ هذا فَلَيْسَ مِنِّى[. أخرجه أبو داود: وهذا لفظه والترمذى .
2. (4830)- Ubade İbnu´s-Samit (radıyallahu anh) oğluna ölümü sırasında demiştir ki: “Oğulcuğum, başına gelecek olan şeyin asla atlatılamayacağını, kaçırdıklarını da yakalayamayacağını bilmedikçe sen, imanın hakikatının tadını asla bulamazsın. Zîra ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim:
“Allah´ın ilk yarattığı şey kalemdir. Kalemi yarattı ve: “Kıyamete kadar olacak şeylerin miktarlarını yaz!” dedi.
“Oğulcuğum, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan şunu da işittim:
“Kim bu inanç dışında olarak ölürse benden değildir.” [Ebu Davud, Sünnet 17, (4700); Tirmizî, Kader 17, (2156).][6]
AÇIKLAMA:
Bu iki hadis, kadere imanın farz olduğunu, hayır olsun, şer olsun her şeyin kaderle, yani Allah´ın takdiriyle olduğunu; bunların önceden yazılmış olduğunu, bunun hiçbir suretle değişmeyeceğini kabul etmedikçe kişinin mü´min sayılmayacağını ifade etmektedir.
Bu, vukua gelen her şeyin Cenab-ı Hakk tarafından önceden bilindiğini ve bu bilginin yazılmış olduğunu ifade eder. Nitekim bir ayet-i kerimede Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “De ki: Allah´ın bizim için yazdığından başkası başımıza gelmez. Bizim dostumuz ve gözeticimiz O´dur. Öyleyse mü´minler yalnız Allah´a tevekkül etsinler” (Tevbe 51).
Sadedinde olduğumuz hadis, ayet-i kerimeyi daha açık hale getirmekte ve dolayısıyla rıza ve tevekküle teşvik etmektedir. Kaza ve kader bahsi, eskiden beri bazı münakaşalara menşe´ olmuş, bu hususlarda müstakil te´lifler, tahliller yapılmıştır. Hattabî, kaza ve kaderle ilgili olarak şu kısa açıklamayı yapar: “İnsanlardan birçoğu zanneder ki, kaza ve kaderin Allah´tan olmasının mânası, Allah´ın takdir ve kaza buyurduğuna kulu icbar ve zorlamasıdır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Hz. Adem ve Musa münakaşa ettiler…” hadisinin de(36) buna delil olduğu vehmine düştüler. Ama gerçek öyle değil. Bunun mânası: “Kulun yapacağı, kesbedeceği şeyleri Allah´ın önceden bildiğini, onların İlahî takdirle meydana geldiğini, hayır ve şer, her şeyin onun yaratmasıyla olduğunu ihbardır.” Kader, Kadir´in fiili ile mukadder (miktarı belirlenmiş) olarak ortaya çıkan şeyin ismidir; tıpkı hedm, neşr, kabz gibi, bunlar da hadim, naşir ve kabızın fiilinden hasıl olan şeye isimdirler. Arapça´da takdirle kader aynı mânayı ifade eder.
Kaza da, bu meselede halk (yaratmak) mânasına gelir. Nitekim ayet-i kerimede “Yedi kat semavatı iki günde yarattı” (Fussilet 12) buyrulmuştur. Durum böyle olunca mahlukat hakkındaki İlahî ilmin gerisinde insanların kasıd ve irade ile yaptıkları irade ve ihtiyarı kullanarak işledikleri işler, iktisablar ve eşya ile olan mübaşeret ve münasebetler var ki, bunlar insanlar üzerinde kalmaktadır.”
Hattâbî´nin açıklamasına göre, insanların iradî fiillerini, iradelerinden ayrı mütalaa etmemek gerekir; tıpkı temel ile, bunun üzerine inşa edilen bina gibi. Temelsiz bina olmayacağı gibi beşerî irade olmadan da beşerî fiil olmaz. Bunları ayırmak isteyen, binayı yıkmayı dilemiş olur. Hz. Adem, Hz. Musa aleyhimasselam münakaşasında, Hz. Adem´in kullandığı delilin mânası şudur: “Allah Teala Hazretleri, Hz. Adem´in cennette ağaçtan alıp yiyeceğini ilmiyle bilmiştir. Allah´ın Adem hakkındaki bu ilmi inkar edilip, ibtal edilmesi mümkün değildir. Bu husus, şu ayette beyan edilmiştir: “Hani Rabbin, meleklere: “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediğinde…” (Bakara 30) burada Cenab-ı Hak, Adem´in varlığından önce, onu arz için yaratacağını, onu cennette bırakmayacağını, oradan arza nakledeceğini haber vermektedir. Hz. Adem´in cennette ağaçtan alıp yemesi, Adem´in içindeki diğer mahlukata bir halife ve vali olmak üzere asıl yaratılış hedefi olan arza gönderilmesine bir sebep kılınmıştır. Münakaşada Hz. Adem bu mânayı hüccet olarak kullanmış ve Hz. Musa´nın levmedici delilini kendinden reddetmiştir. Bunun içindir ki şöyle demiştir: “Sen, benim yaratılmamdan önce Allah tarafından takdir edilen birşey sebebiyle mi beni kınıyorsun “[7]
İKİNCİ FASIL
KADERLE AMEL
ـ4831 ـ1ـ عن ابن عمرو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]خَرَجَ عَلَيْنَا رَسُولُ اللّهِ # وَفي يَدِهِ كِتَابَانِ. فَقَالَ: أتَدْرُونَ مَا هذَانِ الْكِتَابَانِ؟ فَقُلْنَا: َ يَا رَسُولَ اللّهِ إَّ أنْ تُخْبِرَنَا. فقَالَ لِلَّذِى في يَدِهِ الْيُمْنَى: هذَا كِتَابٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ، فيهِ أسْمَاءُ أهْلِ الْجَنَّةِ وَأسْمَاءُ آبَائِهِمْ وَقَبَائِلِهِمْ: ثُمَّ أجْمَلَ عَلى آخِرِهِمْ، فََ يُزَادُ فيهِمْ وََ يُنْقَصُ مِنْهُمْ أبَداً. وَقَالَ لِلَّذِى في شِمَالِهِ: هذَا كِتَابٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ، فيهِ أسْمَاءُ أهْلِ النَّارِ وَأسْمَاءُ آبَائِهِمْ وَقَبَائِلِهِمْ ثُمَّ أجْمَلَ عَلِى آخِرِهِمْ فََ يُزَادُ فيهِمْ وََ يُنْقَصُ مِنْهُمْ أبَداً. فقَالَ أصْحَابُهُ: فَفِيمَ الْعَمَلُ يَا رَسُولَ اللّهِ، إنْ كَانَ ا‘مْرُ قَدْ فُرِغَ مِنْهُ؟ فقَالَ: سَدِّدُوا وَقَارِبُوا، فإنَّ صَاحِبَ الْجَنَّةِ يُخْتَمُ لَهُ بِعَمَلِ أهْلِ الْجَنَّةِ، وَإنْ عَمِلَ أىَّ عَمَلٍ؛ وَإنَّ صَاحِبَ النَّارِ يُخْتَمُ لَهُ بِعَمَلِ أهْلِ النَّارِ، وإنْ عَمِلَ أىَّ عَمَلِ؛ ثُمَّ قَالَ رَسُولُ اللّهِ # بِيَدِيْهِ: فَنَبَذَهُمَا. ثُمَّ قَالَ: فَرَغَ رَبُّكُمْ مِنَ الْعِبَادِ، فَرِيقٌ في الْجَنَّةِ وَفَرِيقٌ في السَّعِيرِ[. أخرجه الترمذي.»السَّدَادُ« الصواب في القول والعمل.و»المُقَارَبَةُ« القصد فيهما .
1. (4831)- İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), elinde iki kitap olduğu halde yanımıza geldi ve:
“Bu iki kitap nedir biliyor musunuz ” buyurdular. Cevaben:
“Hayır, ey Allah´ın Resulü! bilmiyoruz. Ancak bildirmenizi istiyoruz!” dedik. Bunun üzerine sağ elindekini göstererek:
“Bu Rabbülalemin´den (gelmiş) bir kitaptır. İçerisinde cennet ehlinin isimleri mevcuttur. Hatta onların babalarının ve kabilelerinin isimleri de mevcuttur ve sonunda da icmal yapmıştır. Bunlara asla ne ilave yapılır, ne de onlardan eksiltmeye yer verilir. Hiç değişmeden ebedî olarak sabit kalır” buyurdular. Sonra sol elindekini göstererek:
“Bu da Rabbülalemin´den bir kitaptır. Bunun içinde de ateş ehlinin isimleri, onların atalarının isimleri ve kabilelerinin isimleri vardır. En sonda da icmallerini yapmıştır. Bunlara asla ne ziyade yapılır, ne de eksiltmeye yer verilir!” buyurdular. Ashabı sordu:
“Öyleyse ey Allah´ın Resulü, niye amel ediliyor Madem ki her şey önceden olmuş bitmiş, yazılmış ve artık yazma işinden fariğ olunmuş (bir daha yapma gayreti de niye) ”
Resulullah şu cevabı verdi:
“Siz amelinizle doğruyu ve istikameti arayın! İtidali koruyun. Zîra, cennetlik olan kimsenin ameli, cennet ehlinin ameliyle sonlanır; (daha önce) ne çeşit amel yapmış olursa olsun. Keza cehennemlik olanın ameli de cehennem ehlinin ameliyle sonlanır, hangi çeşit amel ile amel etmiş olursa olsun!”
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), sonra elindeki kitapları atıp, elleriyle işret ederek dedi ki:
“Rabbiniz kullardan artık fariğ oldu, bir kısmı cennetlik, bir kısmı da cehennemliktir.” [Tirmizî, Kader 8, (2142).][8]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, Cenab-ı Hakk´ın ezelden herşeyi bilmesi sebebiyle, insanların ne yapacağını önceden bilip iyi amel işleyerek cennete gidecekleri bir deftere, kötü amel işleyerek cehenneme gidecekleri de ikinci bir deftere yazdığını, ilm-i İlahînin sabit olması sebebiyle bu yazıların hiç değişmeyeceğini belirtiyor.
Ashab bu açıklama üzerine: “Madem ki herşey önceden yazılmış, bunun değişmesi de mümkün olmayacağına göre, sanki kendimize kader tayin ediyormuş gibi gayrete düşmemizin, amel işlememizin ne gereği var ” mânasında, tabii olarak herkesin içine gelen soruyu soruyorlar. Resulullah bu soruya: “Siz, sizce meçhul olan kaderdeki yazınızla amel etmeye kalkmayın. Siz sizden isteneni yapmaya gayret edin. Allah sizi sizden istenene uyup uymadığınıza göre hesaba çekecek. Öyleyse siz ifrat ve tefrite gitmeden emredilen doğruyu işlemeye çalışın, cennetlik ve cehennemlikler, en sonunda kaderlerindeki amele muvaffak edileceklerdir. Hüküm, en son amellerine göre olacaktır. Bilmediğiniz kaderi düşünmeden, size öğretilen bu esasa uygun olarak çalışın, sonunuzun iyi amelle kapanması için gayret sarfedin!” mânasında olmak üzere “Siz amelinizle doğruyu ve istikameti arayın, i´tidali koruyun. Zîra cennetlik olanın ameli cennet ehlinin ameliyle sonlanır..” buyurur.
2- Bazı alimler eldeki iki kitabı “iki maddi kitap” olarak anlarken diğer bazıları bunun mecaz olduğuna hükmetmiştir. Ancak, mecaza hamletmeyi gerektiren bir suubet mevcut değildir.[9]
ـ4832 ـ2ـ وعن علي رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا في جَنَازَةٍ بِبَقِيعِ الْغَرْقَدِ، فأتَانَا رَسُولُ اللّهِ #، فَقَعَدَ وَقَعَدْنَا حَوْلَهُ وَبِيَدِهِ مِخْصَرَةٌ، فَجَعَلَ يَنْكُتُ بِهَا ا‘رْضَ. ثُمَّ قَالَ: مَا مِنْكُمْ مِنْ أحَدٍ إَّ وَقَدْ كُتِبَ مَقْعَدُهُ مِنَ النَّارِ وَمَقْعَدُهُ مِنَ الْجَنَّةِ. فَقَالُوا: يَا رَسُولَ اللّهِ، أفََ نَتَّكِلُ على كِتَابِنَا؟ فقَالَ: اعْمَلُوا فَكُلٌّ مُيَسَّرٌ لِمَا خُلِقَ لَهُ. أمَّا مَنْ كَانَ مِنْ أهْلِ السَّعَادَةِ فَسَيَصِيرُ الى عَمَلِ السَّعَادَةِ، وَأمَّا مَنْ كَانَ مِنْ أهْلِ الشَّقَاءِ فَسَيَصِيرُ الى عَمَلِ الشَّقَاءِ. ثُمَّ قَرَأ: فَأمَّا مَنْ أعْطَى وَاتَّقَى وَصَدَّقَ بِالْحُسْنى فَسَنُيَسِّرُهُ لِلْيُسْرَى اŒية[. أخرجه الخمسة إ النسائي.»المخصرَةُ« كالسّوط ونحوه مما يمسكه ا“نسان بيده من عصا ونحوها.»النَّكَتُ« ضرب الشئ بالعصا واليد ليؤثر فيه .
2. (4832)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz bir cenaze vesilesiyle Bakiu´l-Garkad´da idik. Derken yanımıza Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) çıkageldi ve oturdu. Biz de etrafında (halka yapıp) oturduk. Elinde bir çubuk vardı. Çubuğuyla yere birşeyler çizmeye başladı. Sonra:
“Sizden kimse yok ki, şu anda cennet veya cehennemdeki yeri yazılmamış olsun!” buyurdular. Cemaat:
“Ey Allah´ın Resulü, dedi. Öyleyse hakkımızda yazılmasına itimad edip ona dayanmayalım mı
“”Çalışın, buyurdular. Herkes kendisi için yaratılmış olana erecektir. Cennetlik olanlar, saadet(e götüren) amelde (muvaffak) olacaktır. Şekavet ehli olanlar da şekavet(e götüren) amelde (muvaffak) olacaktır!”
Sonra şu ayeti tilavet buyurdular. (Mealen): “Kim bağışta bulunur, günahtan kaçınır ve dinin en güzelini tasdik ederse, biz de ona hayır ve kolaylık yolunu kolaylaştırırız” (Leyl 5-7), [Buharî, Tefsir, Leyl, Cenaiz 83, Edeb 120, Kader 4, Tevhid 54; Müslim, Kader 6, (2647); Ebu Davud, Sünnet 17, (4694); Tirmizî, Kader 3, (2137) Tefsir, Leyl, ( 3341).][10]
ـ4833 ـ3ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]جَاءَ سُرَاقَةُ بْنُ مَالِكِ بْنِ جُعْشَمٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه فقَالَ: يَارَسُولَ اللّهِ بَيِّن لَنَا دِينَنَا كأنَّا خُلِقْنَا اŒنَ. فِيمَ الْعَمَلُ اŒنَ؟ أفيمَا جَفَّتْ بِهِ ا‘قَْمُ وَجَرَتْ بِهِ الْمَقَادِيرُ، أمْ فِيمَا يُسْتَقْبَلُ؟ قَالَ: َ. بَلْ فيمَا جَفّتْ بِهِ ا‘قَْمُ وَجَرَتْ بِهِ الْمَقَادِيرُ. قَالَ: فَفِيمَ الْعَمَلُ؟ قَالَ: اعْمَلُوا فَكُلٌّ مُيَسَّرٌ لِمَا خُلِقَ لَهُ، وَكُلٌّ عَامِلٌ بِعَمَلِهِ[. أخرجه مسلم .
3. (4833)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Sürâka İbnu Malik İbnu Cu´şem (radıyallahu anh) gelerek sordu:
“Ey Allah´ın Resulü! Bize dinimizi açıkla. Sanki yeni yaratılmış gibiyiz. Şimdi amel ne husustadır: Kalemlerin kuruduğu, miktarların kesinleştiği şeylerde mi, yoksa istikbale ait şeylerde mi çalışacağız ”
“Hayır (istikbale ait şeylerde değil). Bilakis kalemlerin kuruduğu, miktarların cereyan ettiği (kesinleştiği hususta!” buyurdular. Sürâka tekrar:
“Öyleyse niye amel edelim (boşa zahmet çekelim) ” diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Çalışın! Herkes yaratıldığı şeye erecektir! Herkes, (yazıldığı) ameliyle amil olacaktır!” buyurdular.” [Müslim, Kader 78, (2648).] [11]
AÇIKLAMA:
1- Kaydedilen iki hadis, birbirini tamamlar. İbnu Hacer´e göre, bunlar aynı hususta farklı kimselerin sorularıdır. Tîbî, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın soruya hakimane bir üslupla cevap verdiğini belirttikten sonra, bu cevapta muhatapların, ameli terketmekten men edildiğini, kula vacip olan ibadetlerin yapılmasının emredildiğini, gayba müteallik durumlarla tasarruftan zecredildiğini; netice olarak da ne ibadetin ve ne de ibadeti terketmenin cennete veya cehenneme girmeye yegane sebep olmayacağının, bilakis bunların sadece birer alâmet olacaklarının ifade edildiğini söyler.
2- Hadisten alimler başka hükümler de çıkarmışlardır:
* Mezarın yanında oturmak caizdir.
* Mezarın yanında ilim konuşulabilir, mev´ize yapılabilir.
* Ehl-i Sünnete göre, şekavet ve saadet, Cenab-ı Hakk´ın ezeldeki takdiri ile cereyan eder.
* Cebriye´nin “vukuat cebirle, kerhen olur” iddiası yanlıştır. Çünkü, müyesser olmada (erme´de) cebir yoktur. Kişinin teysir yoluyla bir şeyi yapmasında ikrah yoktur.
* Bu hadisten hareketle, dünyada şaki ve saidin bilinebileceğine hükmedilmiştir. Tıpkı bir kimsenin doğru sözlülükle veya aksiyle iştihârı gibi. Çünkü amel, bu hadisin zahirine göre, cezaya emaredir. Ancak, bazı rivayetler, takdirin gereği, bu zahirî amelin, bazan aksine inkılab edeceğini ifade etmektedir. Ancak esas olan şudur: Amel alâmet ve emaredir, zahire göre hükmedilir, batınî durum Allah´a bırakılır.
Hattabî der ki: “Aleyhissalâtu vesselâm vukua gelen hâdiselerin önceden yazıldığnı haber verince kadere yapışıp ameli terketmek isteyenler bu takdiri kendilerine hüccet yapmak istediler. Bunun üzerine Aleyhissalâtu vesselâm, burada biri diğerini iptal etmeyen iki şeyin varlığını onlara bildirdi:
1) Batın: Bu Rububiyyetin hükmünde ille-i mucibedir (gerekli kılan sebep)
2) Zahir: Kulluk hakkında alâmet-i lazimedir (gerekli alâmet). İşte bu, neticeleri bilmede bir emaredir. Ancak kesin durumu ifade etmez. Bu sebeple Aleyhissalâtu vesselâm herkesin yaratıldığı şeye müyesser olacağını (ereceğini), peşin yaptığı (acil) amelinin ileride kavuşacağı şeye delil olduğunu beyan etmiştir. Bunun benzeri rızıktır. Kesbi emretmiş olduğu halde rızkın Allah tarafından verildiği, garantilendiği ifade edilmiştir. Ecel bir başka örnektir: “Tedaviye izin verildiği halde ecelin değişmeyeceği belirtilmiştir.”
Not: Bazı alimler, Kaderiye mezhebinin kalbe atacağı şüpheden kurtulmak için şöyle muhakeme etmek gerektiğini belirtirler: “Allah bize amel etmeyi emretti ve bize, bu emre imtisal etmek vacip oldu. Allah´ın takdirleri bize gaib kılınması sebebiyle onları delil yapmak da mümkün değil. Meşietinde geçmiş şeye, amel bir alâmet kılınmıştır. Öyleyse, kim ondan yüz çevirirse dalalete düşer ve sapıtır. Çünkü kader, Allah´ın esrarından bir sırdır. Kendinden başka kimse ona muttali olamaz.”[12]
ـ4834 ـ4ـ وعن ابْنِ مسعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]حَدَّثَنَا رَسُولُ اللّهِ # وَهُوَ الصَّادِقُ الْمَصْدُوقُ. إنَّ خَلْقَ أحَدِكُمْ يُجْمَعُ في بَطْن أُمِّهِ أرْبَعِينَ يَوْماً ثُمَّ يَكُونُ عَلَقَةً مِثْلَ ذلِكَ. ثُمَّ يَكُونُ مُضْغَةً مِثْلَ ذلِكَ، ثُمَّ يَبْعَثُ اللّهُ مَلَكاً بأرْبَعِ كَلِمَاتٍ: يَكْتُبُ رِزْقَهُ، وَأجَلَهُ، وَعَمَلَهُ، وَشَقِيٌّ أمْ سَعِيدٌ؛ ثُمَّ يُنْفَخُ فيهِ الرُّوحُ، فوَالَّذِي َ إلهَ غَيْرُهُ إنَّ أحَدَكُمْ لَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أهْلِ الْجَنَّةِ حَتّى مَا يَكُونَ بَيْنَهُ وَبَيْنَهَا إَّ ذِرَاعٌ فَيَسْبِقُ عَلَيْهِ الْكِتَابُ فَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أهْلِ النَّارِ فَيَدْخُلُهَا، وَإنَّ أحَدَكُمْ لَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أهْلِ النَّارِ حَتّى مَا يَكُونَ بَيْنَهُ وَبَيْنَهَا إَّ ذِرَاعٌ فَيَسْبِقُ عَلَيْهِ الْكِتَابُ فَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أهلِ الْجَنَّةِ فَيَدْخُلُهَا[. أخرجه الخمسة إَّ النّسائى.وزاد رزين: فقال: ]إذَا وقَعَتِ النّطْفَةُ طَارَتْ في الرَّحِمِ أرْبَعِينَ يَوْماً. ثُمَّ تَكُونَ عَلَقَةً أرْبَعِينَ يَوْماً. ثُمَّ تَكُونَ مُضْغَةً أرْبَعِينَ يَوْماً فإذَا بَلَغَتْ أنْ تُخْلَقَ نَفْساً بَعَثَ اللّهُ مَلكاً يُصَوِّرُهَا! فَيَأتِى الْمَلَكُ بِتُرَابٍ بَيْنَ أُصْبُعَيْهِ فَيَخْلِطُهُ في الْمُضْغَةِ، ثُمَّ يَعْجِنُهُ، ثُمَّ يُصَوِّرُهَا كَمَا يُؤْمَرُ. فَيَقُولُ: أذَكَرٌ أمْ أُنْثى، أشْقِىٌّ أمْ سَعِيدٌ، وَمَا عُمْرُهُ، وَمَا رِزْقُهُ، وَمَا أثَرُهُ، وَمَا مَصَائِبُهُ؟ فَيَقُولُ اللّهُ،
فَيَكْتُب الْمَلَكُ. فإذَا مَاتَ الْجَسَدُ دُفِنَ حَيْثُ أُخِذَ ذلِكَ التُّرَابُ«.النُطْفَةُ« الماءُ القليل والكثير، والمراد به ههُنَا المنىّ.و»العَلَقَةُ« الدم الجامد.و»المُضْغَةُ« القطعة اليسيرة من اللحم بقدر ما يمضع .
4. (4834)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Sadık ve Masduk olan Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Sizden birinin yaratılışı, annesinin karnında kırk günde cem olur. Sonra bu kadar müddette “alaka” olur. Sonra bu kadar müddette “mudga” olur. Sonra Allah bir meleği dört kelimeyle gönderir: (Bu melek) rızkını, ecelini, amelini, şaki veya said olacağını yazar, sonra ona ruh üflenir. Kendinden başka ilah olmayan Zat´a yemin olsun, sizden biri, (hayatı boyunca) cennet ehlinin ameliyle amel eder. Öyle ki, kendisiyle cennet arasında bir ziralık mesafe kaldığı zaman ona yazısı galebe çalar ve cehennem ehlinin ameliyle amel ederek cehenneme girer. Aynı şekilde sizden biri (hayatı boyunca) cehennem ehlinin amelini işler. Kendisiyle cehennem arasında bir ziralık mesafe kalınca yazısı ona galebe çalar ve cennet ehlinin amelini işleyerek cennete girer.” [Buharî, Kader 1, Bed´ü´l-Halk 6, Enbiya 1, Tevhid 28; Müslim, Kader 1, (2643); Ebu Davud, Sünnet 17, (4708); Tirmizî, Kader 4, (2138).]
Rezin şu ziyadede bulundu: “Resulullah şunu da buyurdular: “Nutfe düştü mü, kırk gün rahimde uçar. Sonra kırk günde alaka olur. Sonra kırk günde mudga olur. Bir nefis olarak yaratılma safhasına gelince, Allah onu tasvir edecek (şekillendirecek) bir melek gönderir. Melek iki parmağının arasında toprak olduğu halde gelir. Onu mudgaya karıştırır. Sonra onu yoğurur, sonra da emredildiği üzere onu tasvir eder.” [13]
İKİNCİ FASIL
KADERLE AMEL
(13. Ciltten Devam)
ـ4835 ـ5ـ وعن عامر بْنِ واثلة قال: ]سَمِعْتُ عَبْدَاللّهِ بْنِ مَسْعُودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ يَقُولُ: الشَّقِىُّ في بَطْنِ أُمِّهِ، وَالسَّعِيدُ مَنْ وُعِظَ بِغَيْرِهِ. فَأتَى رَجًُ مِنْ أصْحَابِ النَّبِىِّ # يُقَالُ لَهُ حُذَيْفَةُ: فَحَدَّثَهُ بِقَوْلِ ابْنِ مَسْعُودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ. فقَالَ: كَيْفَ شَقِىَ رَجُلٌ بِغَيْرِ عَمَلٍ؟ قَالَ: أتَعْجَبُ مِنْ ذلِكَ؟ فإنِّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: إذَا مَرَّ بِالنُّطْفَةِ ثِنْتَانِ وَأرْبَعُونَ لَيْلَةً بَعَثَ اللّهُ إلَيْهَا مَلَكاً فَصَوَّرَهَا وَخَلَقَ سَمْعَهَا وَبَصَرَهَا وجِلْدَهَا وَلَحْمَهَا وَعِظَامَهَا. ثُمَّ قَالَ: يَا رَبِّ أذَكَرٌ أمْ أُنْثى؟ فَيَقْضِى رَبُّكَ مَا شَاءَ، وَيَكْتُبُ الْمَلَكُ. ثُمَّ يَقُولُ: يَا رَبِّ أجَلُهُ فَيَقْضِي رَبُّكَ مَا شَاءَ، وَيَكْتُبُ الْمَلَكُ ثُمَّ يَقُولُ: يَا رَبِّ رِزْقُهُ فَيَقْضِي رَبُّكَ مَا شاءَ، وَيَكْتُبُ الْمَلَكُ. ثُمَّ يَخْرُجُ الْمَلَكُ بِالصَّحِيفَةِ في يَدِهِ فََ يَزِيدُ عَلى ذلِكَ شَيْئاً وََ يَنْقُصُ[. أخرجه مسلم .
5. (4835)- Amr İbnu Vasıla anlatıyor: “Abdullah İbnu Mes´ud (radıyallahu anh)´u dinledim. Demişti ki: “Şakî, annesinin karnında iken şakî olandır. Said de başkasından ibret alandır.” (Bunu işittikten sonra) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ashabından Huzeyfe denen zata uğradı ve İbnu Mes´ud´un söylediğini anlattı ve sordu:
“Kişi amelsiz nasıl şakî olur ” Huzeyfe (radıyallahu anh):
“Buna hayret mi ediyorsun Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim:
“Nutfenin (rahme düşmesinden sonra) kırk iki gece geçti mi, Allah ona bir melek gönderir (ve onun vasıtasıyla) nutfeyi şekillendirir; işitmesini, görmesini, derisini, etini, kemiğini yaratır. Sonra melek sorar:
“Ey Rabim! Bu erkek mi, dişi mi ” Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Sonra sorar:
“Ey Rabbim! Eceli nedir ” Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Tekrar sorar:
“Ey Rabbim! Rızkı nedir ” Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Sonra melek elinde sahife olduğu halde çıkar. Artık buna ne bir şey ilave eder ne de eksiltir.” [Müslim, Kader 3, (2645).][14]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bir vasıf olarak İbnu Mes´ud´un zikrettiği es-Sadıku´l-Masdûk: Doğru sözlü ve sözünde tasdike mazhar olan mânasına gelir. Tîbî, sâdıkı: “Hak sözü haber veren” diye açar. Masduk´u da: “Sözünde tasdik gören” veya “Allah´ın vaadini tasdik ettiği kimse” diye açıklar.
2- Yaratılışın anne rahminde cemolması, farklı şekillerde yorumlanmıştır. İbnu´l-Esir, en-Nihaye´de buradaki “cemolma”yı nutfenin rahimde kalması olarak anlamanın caiz olduğunu söyler ve: “Yani, nutfe, kırk gün kalır, orada tasvir´e (şekillemeye) hazırlanmak üzere tahammur eder (mayalanır), bundan sonra yaratılır”der. İbnu Mes´ud rivayetinde Rezin´den yapılan ilavede, sanki hadis metni gibi kaydedilen “meninin rahimde kırk gün uçması” ifadesini -bazı ilavelerle- kaydeden İbnu´l-Esir, bunun İbnu Mes´ud´a izafe edilen bir yorum olduğunu belirtir. Yani, İbnu Mes´ud hadisi şöyle yorumlamış olmalı:
“Nutfe, rahme düştü mü, Allah ondan bir insan yaratmak isteyince, nutfe kadının bedeninde, herbir tırnağın, saçın altına varıncaya kadar kırk gün uçar. Sonra kırk gece durur. Sonra rahme kan olarak iner. İşte bu, onun cemolmasıdır.”
İbnu Hacer “işte bu onun cemolmasıdır” ibaresinin İbnu Mes´ud´a ait olmayıp, hadisi ondan rivayet edenlerden A´meş gibi birine ait olabileceğini tahmini olarak söyler ve İbnu´l-Esir´in bunu İbnu Mes´ud´un kelamının tetimmesi zannederek dercetmiş olabileceğini şahsî zannı olarak kaydeder ve te´yid edici bazı notlar düşer; İbnu Mes´ud´dan gelen birkısım rivayetlerde bu ziyadenin yer almadığını belirtir.
Tîbî, hadisi anlamada sahabiden gelen bu yorumu esas almak gerektiğini, “çünkü onların, işittiklerini tefsirde daha bilgili, hadisleri tefsir etmeye daha çok hak sahibi olduklarını, kendilerinden rivayet edilenin de kabule evla olduğunu” belirtir. İbnu Hacer, bu yoruma itiraz etmez. Ancak bir başka merfu rivayetin bu tefsire muhalefet ettiğini söyleyerek, aynen katılmamak gerektiğini ima eder. Malik İbnu Huveyris´ten gelen bu rivayette ezcümle: “Allah, bir kul yaratmak isteyince, erkek kadınla cima yaptı mı, erkeğin suyu, kadının herbir damarında ve uzvunda uçar. Yedinci gün olunca Allah onu cemeder…” denmektedir.
Şu halde bu hadise göre cemolma hâdisesi yedinci günde başlamış olmaktadır.[15]
3- Rahime meleğin inme müddeti ile alâkalı rakamlar da farklı gelmiştir:* Bazan kırk gün denir, mutlak bırakılır.
* Bazan kırk iki.
* Bazan kırk üç.
* Bazan kırk beş,
* Bazan kırk küsur gibi farklı müddetler zikredilmiştir. Kadı İyaz bu farklılıkları iki suretle cemeder:
1) Bu hadisler, kesin olarak kırkın ilk yarısının sonları ve ikinci yarının başı demeye müsait değil, kırk deyip mutlak bırakmaya daha muvafık. Ancak kırkın ikinci yarısının başlarının kastedilmiş olması muhtemeldir.
2) Ziyade rakamlardaki farklılıklar, bu müddet ceninden cenine değişebilir ihtimaliyle de izah edilmiştir. İbnu Hacer der ki: “Hadislerin mahreçleri (sahabî raviler) farklı olsaydı bu ikinci telif güzeldi. Ne var ki mahreçler müttehid. Hepsi Huzeyfe´nin İbnu Esid´e raci: Bu onun, kırk´a zaid olan küsuratı tam zabtedemediğine delalet eder.”
4- Hadislerde meleğin bazan batna, bazan rahme inmesi mevzubahistir. Şarihler, bunda ihtilaf olmadığını, batnla da rahmin kastedildiğini, zîra rahmin batnın içinde bulunduğunu belirtirler. Çocuğun yaratılışı ile ilgili bir ayette onun üç karanlık içinde olduğu zikredilmiştir: “Annelerinizin karnında sizi üç karanlık içinde bir yaratılıştan diğerine çevirerek yaratıyor…” (Zümer 6). Buradaki üç karanlıktan maksad, çocuğun iç içe bulunduğu üç ayrı muhittir. Bunlar içten dışa şöyledir:
1) Çocuğun içinde bulunduğu meşîme (içi su dolu torba.)
2) Meşîmenin içinde yer aldığı rahim.
3) Rahmin içinde yer aldığı karın. Bunlar iç içe üç ayrı karanlık teşkil etmektedir.
5- Ceninin teşekkülünde nutfeden sonra alaka safhası gelmekte ve hadis bu safhanın da kırk gün devam ettiğini belirtmektedir. Zayıf olduğu belirtilen bir rivayette nutfe herhangi bir değişikliğe uğramadan kırk gün rahimde kalmaktadır. Ancak, şarihler sübûtu farzedilmesi halinde alaka denen safhanın tam olarak henüz teşekkül etmemiş olmasına hamledilmesi gerekeceğini belirterek, ifadeyi ihtiyatla karşılarlar. Yani: “Alaka vasfını kırk günü tamamlamadan almaz demektir” derler. Öyleyse meni rahme düşer düşmez istihaleye başlar. Kırk gün sonunda alaka olur. Alakayı şarihler dem yani “kan”la açıklarlar. Yani meni kana dönüşünce alaka vaziyetini almış olmalı. Halbuki Kur´ânî bir tabir olan alaka kelimesinin maddesi, onu daha geniş bir muhtevada anlamamıza imkan verecek mahiyettedir. Alaka, lügat açısından asmak, asılmak, takılmak gibi manalar ifade eden bir asıldan gelir. Dilimizde muallak kelimesi havada asılı olan şeyi ifade eder. Tâlik etmek; asmak, ilgi kurmak gibi manada kullanılır. Şu halde, mûtad olarak “kan pıhtısı”, “bir damla kan” şeklinde anlaşılmış ve dilimize öyle aktarılmış olan bu Kur´ânî tabiri anne rahmine inen meninin, anne yumurtasıyla birleştikten sonra geçirdiği istihale ile ilk insan rüşeymi olarak rahmin cidarına asılıp kalması şeklinde anlamamız da mümkündür. Nitekim İbnu Hacer bu safhaya alaka denmiş olmasını iki sebeple açıklayarak: “Alaka, sert camid kandır. Böyle tesmiyesi, içinde ihtiva ettiği rutubet ve bir de geçtiği yere takılıp kalması sebebiyledir” der.
Şu halde alaka, tıpkı toprağa atılan bir tohumun uygun şartlarda çimlenip, kök atarak toprağa tutunması gibi, yumurtayla birleşen meninin rahmin cidarında izn-i İlahî ile kök atıp asılma halinin adıdır. Bir başka ifadeyle, insan tekevvününde bu yerleşme, kök atma vetiresini Rabbimiz alaka (asılma) safhası olarak ifade buyurmuştur. Şu halde tabirin, sadece alışılagelen “kan pıhtısı” şeklindeki tercümesindeki mana eksikliğini bilmek gerekmektedir. Ancak bu ilk insan rüşeymi, şeklen hiçbir hareketi olmayan bir kan damlasını andırmaktadır. Nitekim İbnu Abbas´ın taze kan manasına دَم عَبِيط dediği belirtilir. İbni Kesir, bu alakanın kırmızı renkli ve uzunca (müstatil) olduğunu söyler.
Vefat tarihi miladî 1448 olan İbnu Hacer, Buharî Şerhinde tabiplerin bir husustaki ittifakını, Tabip Ali İbnu´l-Mühezzib el-Hamevi´den naklen kaydeder. “Ceninin ana rahmindeki yaratılışı, kırk gün içerisinde kadına nazaran öncelikle erkeklerde -mizaçlarının harareti ve kuvvetleri sebebiyle- uzuvları taayyün edip belirecek bir safhaya ulaşmakta, sonra tekrar azaların kendisinden tekevvün etmiş bulunduğu meni kıvamına dönüp, şekil ve tasviri en alıcı bir hale gelmekte, bundan sonra kırk günlük alaka safhasına geçmektedir. Alaka ise camid bir kan parçasıdır. وَالْعَلَقَةُ قِطْعَةُ دَمٍ جَامِدَةٌ
Bu ifade, alakanın sadece “kan pıhtısı” olarak anlaşılmasında geçmiş devir tabiplerinin de katkısı olduğunu gösterir. Tabiplerin, birkısım temel görüşlerinin, tıbbî bir an´ane halinde eski Yunan´a dayandığını kitabımızın Tıbla ilgili bölümünde göstermiştik.
Alakanın “camid (cansız) bir kan parçası” şeklindeki etıbba tarifini herhangi bir tenkide tabi tutmadan kaydeden şarihimiz, açıklamasının bidayetlerinde, tabiplerden bir başka nakil daha kaydeder ve fakat hadisin zahirine aykırı bulduğu için, arkadan tenkidini hemen kaydeder. Kendisini dinleyelim: “Teşrih (anatomi) ehlinden çoğunun zu´muna göre “erkeğin menisinin çocuk üzerinde, (anne yumurtasını dölleme) akdi dışında hiçbir tesiri yoktur. Çocuk hayız kanından tekevvün etmektedir.” Halbuki sadedinde olduğumuz hadisler, bu iddianın batıl olduğunu ortaya kor.”[16]
Demek istediğimiz şudur: Kur´anî alaka tabirinin kan pıhtısı olarak tefsir edilip tabire dökülmesinde kadim Yunan tıbbının bu meseledeki anlayışının payı vardır. O zamanın şartlarında, din alimleri, ihtisaslarının dışında kalan böyle meselelerde gerekli açıklamaları -günümüzde olduğu gibi- ihtisas ehlinden nakletmeyi esas almışlardır. Bu nevi bir sahaya giren yorumları red ve tenkid işinde de araştırma ve dirayetten ziyade, rivayet esas alınıyordu. İmdi, şarihler rivayetlerde alakanın açıklanmasına temas eden bir sarahata rastlamayınca, etıbbanın bununla ilgili açıklamasını sevap ve hatasıyla nesilden nesile aynen tekrar etmeyi an´aneleştirmişlerdir. Şu halde bu çeşit meselelerde, zamanla ortaya çıkabilecek dikkat çekici bir aksaklık, Kur´an´dan veya hadisten bilinmemelidir.
Yeri gelmişken bir kere daha tekrar edelim: Eşya ilmine dayalı Kur´ an ve hadis metinlerinin açıklamalarında, her devrin eşya hakkındaki bilgisinin rengini görmemiz mümkündür. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “Rabbim eşyanın hakikatlarını gerçeğiyle bana göster” niyazının işareti de ifade eder ki, eşya hakkındaki beşer ilmi çoğu kere izafidir, devirden devire değişir, gitgide kemale erer, tamamlanır. Bu durum, bize eşyaya temas eden dinî metinlerin geçmişte yapılmış yorumlarını ihtiyatla karşılamak gereğini ifade ettiği gibi, o çeşit metinleri bugün yeni baştan açıklarken günümüzün ilmini iyi bilmemiz gereğine de dikkat çeker ve bilhassa iyice kesinleşmemiş, henüz nazariye kokan kevnî bilgileri, dinî kaynaklarımızı yorumlarken kullanmada son derece dikkatli olunması gerektiğini de ders verir.
Bu kısa istidrattan sonra, İbnu Hacer´in Etibba´dan kaydettiği açıklamanın devamını kaydediyoruz: “Dediler ki: “Ceninin hareketi, yaratıldığı bu müddet içerisinde zayıftır. Sonra aynı müddet içerisinde mudga olur. Mudga küçük bir et parçasıdır. Üçüncü kırk olan bu mudga safhasında cenin hareket eder.” Tabib Ali İbnu´l-Mühezzib devamla der ki: “Ulema, ruh üflenme hadisesinin dördüncü aydan sonra olduğunda ittifak ederler.” eş-Şeyh Şemsüddin İbnu´l-Kayyim zikreder ki: “Rahmin iç kısmı sünger gibi serttir. Ona meniyi kabul etme hassası verilmiştir; tıpkı susamış toprağın suyu talebi gibi. O tabiatı icabı meniye müştak ve onun talibidir. Bu sebeple meniyi tutar ve üzerine sarınır, kaydırıp atmaz. Bilakis, havanın onu ifsad edip bozmaması için onu kucaklar vaziyetini alır. Allah da rahim meleğine, kırk günde döllemesi ve olgunlaştırması iznini verir. İşte bu ilk kırk günde yaratılışı cem olur.” Dediler ki: “Rahm, meniyi sarıp, onu dışarı atmadı mı, meni kendi etrafında döner ve altıncı günün sonuna doğru şiddet peyda eder. Bu esnada onda üç nokta belirir: Bunlar kalp, dimağ ve ciğerin yerleridir. Sonra bu üç nokta arasında üç gün içerisinde beş çizgi meydana gelir. Sonra (bidayetten) on beşinci günün sonuna kadar ona demeviyet nüfuz eder ve üç uzuv belirgin hale gelir, sonra on iki gün (içinde) nihayetine kadar omurilik rutubeti uzanır. Sonra dokuz günde, baş iki omuzdan, kollar kaburgalardan, karın yanlardan ayrılır. Sona bu ayrılmalar, dört günde hissen görülecek şekilde tamamlanır ve böylece kırk gün tamam olur. Bu hal, Aleyhissalâtu vesselâm´ın: “Kırk günde yaratılışı cemolur” hadisinin manasıdır.” Bu açıklamada hadiste mücmel olan hususlar tafsil edilmiştir. Bu açıklamada: “Bu kadar müdette de alaka olur” kavline aykırılık yoktur. Zira, alaka, her ne kadar kan parçası ise de, bu ikinci kırkta meni suretinden çıkar ve tedrici olarak birkısım hatlar gizlice belirmeye başlar. Sonra kırk günde sertleşir ve bu yaratış, yavaş yavaş artarak bir et parçası halini alır. (Bundaki değişmeler) hissen görülecek hale gelir, artık kapalılık kalmaz. Üçüncü kırkı tamamlanıp dördüncü kırka girilince, bu sahih hadiste geldiği üzere ruh üflenir. Bu durum vahiyden başka bir yolla bilinemez. Hatta bazı büyük tabipler ve felsefede hazık olanlar: “Bu, tevehhüm ve pek uzak bir zanla bilinebilir” demişlerdir.
Alimler, ceninde beliren bu üç noktadan hangisinin ilk olduğunda ihtilaf etmiştir: Çoğunluk: “Kalp noktası” demiştir. Bazıları: “İlk yaratılan göbektir. Çünkü onun gıda almaya ihtiyacı, kuvvelerinin âletlerine olan ihtiyaçtan daha fazladır. Cenin gıdasını göbekten alır, cenin üzerindeki perdeler, göbekte, sanki birbirine bağlı gibidir; ortalarında göbek yer alır. Cenin oradan nefes alır, oradan gıda temin eder, oradan büyür” demiştir. Kalbin ilk ortaya çıkan uzuv olduğunu iddia edenler, “Çünkü derler, kalp esastır, garizî hareketin menbaıdır.” Dimağı söyleyenler de: “Çünkü, demişlerdir, bütün hislerin toplandığı merkez orasıdır, oradan intişar ederler.” “Ciğer” diyenler, büyümenin ve bedene kıvam veren gıdalamanın ciğerden olduğunu söylerler. Bu sonuncu görüşü tercih edenlere göre, bu tabii nizamın da muktezası olmalıdır. Çünkü ilk matlub olan şey büyümedir. Bu esnada ceninin ne hisse ne de iradî harekete ihtiyacı vardır. Zîra bu esnada o bir nebat durumundadır, onun his ve irade kuvvesi, cenine nefsin taallukundan (yani ruhun üflemesinden) sonra gelir. Öyleyse önce ciğer, sonra kalp, sonra da dimağ teşekkül eder.”
6- Meleğin cenine inmesi meselesine gelince; bazı rivayetlerde meleğin hangi melek olduğu belli değil ise de, Rebîa İbnu Külsûm´un rivayetinde rahme müekkel melek diye tasrih edilmiştir. A´meşten gelen bir rivayete göre: “Nutfe rahimde istikrar bulduktan sonra melek onu avucuna alarak:
“Ey Rabbim! Kız mı oğlan mı ” diye sorar…” Hadiste ziyade yer alır: “Meleğe: “Ümmü´l-Kitab´a git, zîra sen onda bu nutfenin (hayat) kıssasını bulacaksın” denilir. O da gider ve aradıklarını bulur.” Buradaki Ümmü´l-Kitap´tan maksad Levh-i Mahfuz da denilen Cenab-ı Hakk´ın kader defteri olmalıdır.
Meleğin yazdığı hususlar muhtelif hadislerde bazı farklılıklar arzeder. Hepsini nazar-ı dikkate alacak olursak:
* Cinsiyeti: Erkek mi kız mı
* Akibeti: Şakî mi, said mi
* Rızkı: Az mı, çok mu; helal mi, haram mı
* Eceli: Uzun mu, kısa mı; tam mı, eksik mi
* Ameli: Salih mi, fasit mi; eseri, musibeti
* Yaratılışı: Düşük mü, tam mı olacak
* Sayısı: Tek mi ikiz mi
* Huyu: İyi ahlaklı mı, kötü ahlaklı mı
* Mekanı: Yatağı (nerede)
* Sağlığı: Sakat mı, sağlıklı mı
Meleklerin kişiyle ilgili bu bilgileri yazma keyfiyeti, mutad, bilinen yazma tarzında tasvir edilmiştir. Zîra, Müslim´in bir rivayetinde “Sonra sahife dürülür (kıyamete kadar) bir daha açılmaz” buyrulmuştur.
Ebu Bekr İbnu´l-Arabî´nin hadisten çıkardığı bir inceliği burada kaydetmede fayda var. Der ki: “Bunları meleğin yazmasındaki hikmet, bunların neshe mahv ve isbata kabil olmasıdır. Eğer bunları Allah yazmış olsaydı değişmezdi.”
Terbiye ile, beşerî ve iradî müdahale ile insan üzerinde iyiye ve kötüye tesir hasıl etme meselesi muvâcehesinde İbnu´l-Arabî´nin bu yorumu ufuk açıcıdır.
7- Ruh üfleme meselesinde alimler, üflemeyi “lügat olarak nefesin üfleyenin karnından çıkıp üflenene girmesi” olarak tarif ettikten sonra bunun meleğe nisbetini: “Onun, bunu Allah´ın emriyle yapmasıdır” diyerek; Allah´a nisbetini de: “Allah´ın ol demesiyle o şeyin olması” diyerek açıklarlar. Bazı alimler
bu iki mânayı şöyle birleştirmişlerdir: “Kitabet işi iki sefer olmuştur: Birincisi semada, ikincisi anne karnında. Bunların birinin sahifeye, diğerinin çocuğun alnına olması muhtemeldir.”
8- Hadiste zira´ tabiriyle ölüme yakınlık ifade edilmiştir. Böylece tevbenin kabul edilmeyeceği ana kadar, kişinin hali değişebilir denmektedir. Öyleyse, son andaki durum gaybî olduğu için daha önceki ameliyle kesin hükme varmak caiz değildir.
Hadiste hep iyi amel işleyenle, hep kötü amel işleyen mevzubahis edilmiş, ikisini birlikte yapan zikredilmemiştir. Çünkü hadisten gaye, mükelleflerin ahvalini beyan değil, en son amele göre hükmedileceğini beyandır.[17]
9- HADİSTEN ÇIKAN BAZI FEVAİD:
* İyi veya kötü, bütün ameller, sadece emarelerdir. Kesin hüküm için yeterli değildir.
* Sonuçtaki durum, kaza ve kaderin belirlediği şeye göredir.
* Doğru bir şey söylenirken, dinleyeni ikna için te´kiden yemin caizdir.
* Mebde ve meadın, insanı ilgilendiren saadet ve şekavet halinin bilinmesine işaret vardır.
* Said bilinen, bazan şakî olur; şakî bilinen de bazan said olur. Buradaki said ve şakî olma durumu zahirî amellere göredir. Allah´ın ilmindeki şakîlik ve saidlik değişmez.
* İtibar, sonuçlaradır.
* İbnu Ebî Cemre der ki: “Bu hadis, iyi amel işleyen insanların ucbunu kırmaktadır. Çünkü nasıl bir sonla ömürlerini kapayacaklarını bilemezler.”
* Hadis: “Erkek olsun, kadın olsun mü´min olanlara, hayır amel işleyenlere (dünyada) temiz bir hayat yaşatırız. (Ahirette ise) onlara amellerinin daha iyi karşılığını vereceğiz” (Nahl 97) mealindeki âmm mâna taşıyan ayetleri, “iyi amel üzere ölenler” kaydı ile tahsis etmiş olmaktadır.
* Hadis, ömrü boyu saadet ameli işleyip de son anda hayatını şekavet ameliyle hitama erdiren kimsenin Allah nezdinde, ömrü boyunca şaki olduğunu ifade eder. Aksi de, aksi.
10- Bu meselede Hanefîlerle Eş´ariler îhtilaf etmiştir. Eş´arîler bu ve benzeri hadisle ameli esas almıştır. Hanefiler ise, “Allah dilediğini yok eder, dilediğini sabit bırakır” (Ra´d 39) şeklindeki ayetleri esas almıştır. Gerçek şu ki, aradaki niza lafzidir. Allah´ın ilminde geçmiş olan ne değişir ne tebdile uğrar. Değişme ve tebdilin caiz olduğu husus, kişinin insanlarca görülen amellerindedir. Bunun hafaza meleklerinin ilmiyle ilgili olması da akla uzak değildir. Böylece onların ilimlerinde de mahv ve isbat vaki olabilir; tıpkı ömürde uzama kısalma gibi. Ama Allah´ın ilminde olana gelince; bunda mahv ve isbat olmaz.
* Alimler, ba´su ba´de´lmevtin sıdkına bu hadiste delil bulurlar. Şöyle ki: Bir damla adi sudan )مِنْ مَاءٍ مَهينٍ(
insanı safha safha yaratıp kemale erdiren Zat-ı Zülcelal, ölüp toprak olduktan sonra yeniden diriltip ruh üflemeye ziyadesiyle muktedirdir.
* Hadis, amellerin biri geçmişte biri gelecekte iki suretle takdir edildiğini ifade eder: Geçmişteki Allah´ın ilmindekidir, gelecekteki anne karnında cenin halindekidir, bu , nesh kabul eder. Sadedinde olduğumuz hadis bu takdiri mevzubahis eder. Allah nezdindeki takdir, 4851 numaralı hadiste geleceği üzere, arz ve semavatın yaratılışından elli bin yıl önce gerçekleştirilmiştir. Bu, “ilm-i İlahîye muvafık olarak levh-i mahfuza yazılma hâdisesi” diye açıklanmıştır .
* Bazı alimler, hadisle istidlal ederek dört aydan sonra düşen çocuklara namaz kılınacağına hükmetmiştir. Çünkü ona ruh üflenmiştir. Şafiî´nin kavl-i kadimi budur. Ahmed İbnu Hanbel ve İshak´tan meşhur olan görüş de budur. Ancak Ahmed İbnu Hanbel, “dört ay on gün” der. Ona göre, ruh, dört aydan sonraki bu on gün içinde üflenir. Böyle olunca namaz kılınır. Şafiîlere göre racih görüş, düşükte ruh olmalıdır, düşüğün ağlaması, kımıldaması, nefes alıpvermesi ruha delildir. Bu alâmetler gürülür, sonra ortadan kalkarsa düşüğe namaz kılınır. Şafii´nin kavl-i cedidi de böyledir. Bu hükmün aslı şu hadise dayanır: “Çocuk doğunca ağlar (sonra ölürse) varis olur ve namazı kılınır.”
Bu hadisin sıhhati hususunda muhaddisler münakaşa etmiş iseler de, fukaha amelde esas tutmuş ve: “Çocuk yüz yirmi günlük oldu mu yıkanır, kefenlenir ve namaz kılınmadan defnedilir. Bu müddetten önce düşmüşse yıkama ve kefenleme meşru değildir” demiştir.
* Hadisten hareketle, ceninin tahlik denen uzuvlarının belirgin duruma gelme halinin üçüncü kırktan sonra olacağına hükmedilmiştir: “Çocuğun hilkatinin (yani insan şeklini almasının) hamileliğin 81´inci gününden önce olmayacağı” söylenmiştir. Bu müddet, üçüncü kırkın başıdır. Ancak bazı durumlarda bu halin, üçüncü kırkın sonlarında tebeyyün ettiği olmuştur.
* Hadiste, saadet ve şekavetin, bazan ömürsüz ve amelsiz vaki olabileceği de görülmüştür.
* Hadiste kanaatkârlığa kuvvetle teşvik edilirken, hırstan da şiddetle zecredilmektedir. Zîra rızkın takdiri önceden yapılmış ise, bunun talebi için yırtınmak gereksizdir. Meşru dairede meşru şekilde talep edilmelidir. Rızık talebi için ibadetin terki, aile efradının terbiye ve sohbetinin ihmali meşru değildir. Dinimiz kesbi yani rızk için çalışmayı meşru kılmıştır. Çünkü o, dünya hayatında cari olan hikmetin gerektirdiği sebeplerden biridir.
* Ameller cennet veya cehenneme girmede sebeptir. Bu hükme, “Sizden hiçbirini ameli cennete sokmayacaktır” hadisi muhalif değildir. Çünkü, ulemanın açıkladığı üzere, amel cennete girmeye sebep ise de, orada elde edilecek mertebeler amellere göredir.
* Hadis, hiç kimsenin dünyada iken uhrevî halini bilemeyeceğini; mesela şakînin ind-i İlahî´de şakî olarak yazıldığının bilinemeyeceğini de ifade etmektedir. Ancak emarelerle zann-ı galib ifade edilebilir. Hakkında hayır ve salah hususunda halkta şüyû bulan şöhret de bu zann-ı galibi takviye eder. Resulullah´ın “Sizler Allah´ın yeryüzündeki şahitlerisiniz” hadisleri, hayır üzere tanınan ve o hali bozmadan ölen kimsenin akibetinin iyi olacağına zann-ı galib hasıl eden bir emare kabul edilmiştir.
* Kötü neticeye uğramamak için Allah´a istiaze etmeye teşvik de mevcuttur. Selef ve halef büyükleri hadisin bu dersiyle hakkıyla amel etmişler, kötü bir sonuçla hayatlarını kapamamak için Allah´a hep istiaze etmişlerdir. Abdu´l-Hak merhum, Kitabu´l-Akibe´de şu rahatlatıcı açıklamayı yapar: “Kötü son (sui´lhatime) batını istikamet, zahiri salah üzere olana vaki olmaz. Bu içi fesad veya hilelerle dolu olan kimselere vaki olur. Büyük günahlarda ısrar edip, bunlarda cüretkârlık gösterenlerde de çokça vaki olur. Böylelerine ölüm aniden gelir. Bu sadve anında şeytan ona musallat olur ve kötü sonuca sebebiyet verir. Allah bu durumdan ehl-i imanı muhafaza buyursun. Amin.”
Alimler, bunun da belirtilen evsaftaki herkese değil, çoğunluğa geleceğini belirtirler.
* Hadis, Allah´ın kudretini meşiet-i İlahî dışında hiçbir sebebin mecbur edemiyeceğini de ifade etmektedir. Çünkü, Cenab-ı Hak çocuk için cimayı bir illet kılmamıştır. Çünkü cima olduğu halde çocuk olmayabilmektedir. Öyleyse Allah dilerse cimayı çocuğun olmasına bir sebep ve illet kılmaktadır.
* Kesif şeyler, latif hilafına, tekamül için uzun müddete muhtaçtır. Bu sebeple ceninin insan şeklini almasına kadar geçen tavırlar uzundur. Halbuki ruh üflemesi kısa zamanda olmaktadır. Bunu hariçte de görmekteyiz. Cenab-ı Hak arzı yaratınca önce semaya yönelip, onu tanzim etmiş; arzı, kesafeti sebebiyle semaya yapışık bırakmış, sonra ikisi birbirinden ayrılmıştır. Adem´i su ve topraktan yaratıp şekilleyince, bir müddet bırakmış, bilahare ruh üflemiştir.
* Hadis, Allah´ın külliyatı bildiği gibi cüz´iyatı da bildiğine delildir. Zira, Allah´ın, dünyaya gelecek kimsenin her meselesine mufassalan ilgi gösterdiğini ifade etmektedir.
* Allah var olan herşeyin yaratıcısı ve mukaddiri mânasında müriddir (olmasını isteyeni); burada mürid, “herşeyi seviyor, herşeyden razı” manasına değildir.
* Hayır ve şerlerin tamamı, Allah´ın takdiriyle ve icadiyle meydana gelmektedir. Kaderîler ve Cebrîler bu hükme muhalefet ederler. Kaderiye: “Kulun fiili kendindendir, yaratıcısı kendisidir” demiştir. Bunların birkısmı hayır ve şer arasında fark görüp: “Hayrı Allah yaratır” demiş ve şerrin yaratılmasını Allah´tan nefyetmiştir. Bu söz meşhur olmakla beraber, Mutezilî alimlerden hangisinin söylediği de belli değildir. Bu iddia esas itibariyle Mecusîlerin telakisidir. Cebriye´ye mensup olanlar: “Herşey Allah´ın fiilidir. Mahlukun cereyan eden şeylerde hiçbir tesiri yoktur” demişlerdir. Ehl-i Sünnet, orta bir yol tutmuş; birkısmı: “Fiilin aslını Allah yaratır. Kulun ortaya konanda (makdur) müessir olmayan bir kudreti vardır” derken, bir kısmı: “Kulun, fiilde kesb denen bir tesiri vardır” demiş uzun uzadıya deliller serdetmişlerdir. Burada teferruata girmeyeceğiz.
* Hadis akdârın yani İlahî takdirlerin galib ve değişmez olduğunu, akibetin gaib bulunduğunu, hiç kimsenin zevahirle aldanmaması gerektiğini ifade etmektedir. Bundandır ki, dinimiz, diyanette sebat ve hüsn-i hatime için dua etmeyi teşri etmiştir. Hatta Ashab, Resulullah´ın kaderle ilgili tebligatından sonra: “Bu yazılmış olan kaderimize dayanıp güvensek (bir de amel meşakkatine girmesek )” mealinde soru tevcih etmiş, Resulullah da: “Çalışın! Herkes kendisi için yazılana müyesser olacaktır” buyurmuştur.
Muhtelif rivayetleri değerlendiren şarihler, çoğunluk itibariyle iyi amel yapanların cennete kötü amel işleyenlerin de cehenneme gideceğini, son anda durumlarının tersine dönmeyeceğini, ancak az da olsa, son anda değişme hallerinin olacağını; Resulullah´ın kötü akıbetle korkutup her an dikkate, tevbeye, duaya sevketmek için bu azınlıktaki durumu da hatırlattığını belirtmişlerdir.
İbnu Hacer´in rivayetine göre, “Ömer İbnu Abdilaziz: “Hayatı boyu iyi amel işleyen kimsenin, kötü akibetle cehenneme gidebileceği”ni beyan eden hadisi işitince, istiğrab etmiş ve “Ömrü boyu itaat eden bir kulun sonunda cennete girmemesi nasıl sahih olur ” demiştir. İbnu Mulakkin, Ömer İbnu Abdilaziz´in böyle bir söz sarfetmesini ihtiyatla karşılamış, rivayetin sıhhatinden şüpheye düşmüştür.[18]
ـ4836 ـ6ـ وعن ابْنِ مسعودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَامَ فِينَا رَسُولُ اللّهِ # مَقَاماً. فقَالَ: َ يَعْدِي شَىْءٌ شَيْئاً. فقَالَ أعْرَابِىٌّ: يَا رَسُولَ اللّهِ، مَا بَالُ اِبِلِ يَأتِيهَا الْبَعِيرُ ا‘جْرَبُ الْحَشَفَةُ بِذَنْبِهِ فَيُجْرِبُهَا كُلَّهَا. فقَال #: فَمَنْ أجْرَبَ ا‘وَّلَ؟ َ عَدْوى وََ صَفَرَ. إنَّ اللّهَ خَلَقَ كُلَّ نَفْسٍ وَكَتَبَ حَيَاتَهَا وَمَوْتَهَا وَرِزْقَهَا وَمصَائِبَهَا[. أخرجه الترمذي .
6. (4836)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) aramızda doğrulup:
“(Hastalık nev´inden) hiçbir şey hiçbir şeye sirayet etmez!” buyurmuşlardı ki bir bedevi:
“Ey Allah´ın Resulü! Nasıl olur Bir deve sürüsüne, kuyruğu ile haşefesini uyuzlamış bir deve gelince hepsini uyuzlu yapar!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Pekâla, birincisini kim uyuzladı Ne sirayet, ne safer (inancınızda hakikat) vardır. Şurası muhakkak ki, Allah her nefsi yaratmış, onun hayatını, ölümünü, rızkını ve uğrayacağı musibetlerini yazmıştır.” [Tirmizî, Kader 9, (2144).][19]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah, bu hadislerinde hastalıkların bir canlıdan diğer bir canlıya sirayet etme (bulaşma) hadisesini reddetmektedir. Halbuki sirayeti te´yid ve bu maksatla karantina denen tedbiri emrettiği de vakidir. Aradaki tearuzu alimler şöyle giderir: “Cahiliye Arapları, hastalığın kendi kendine sirayet ettiği inancında idiler. Resulullah, hadiste görüldüğü üzere, bu inancı reddederek hastalığı indirenin, canlıları hasta edenin Cenab-ı Hak olduğunu, onun izni ve iradesiyle hastalığın geldiğini ve başkasına bulaştığını tebliğ etmiştir.”
2- Haşefe, hitanın (yani sünnet edilen mahallin) dış kısmıdır. Bazı lügatcilere göre, cinsiyet uzvunun baş kısmıdır. Şu halde, hadiste cinsiyet uzvu uyuzlu deve mevzubahistir. Hadisin Teysir´deki veçhine göre, deve kuyruğu vasıtasıyla haşefesini uyuzlamakta, sonra bu diğer develere sirayet etmektedir. Hadisin Tirmizî´deki veçhi biraz farklıdır. Kuyruğu ile manasına gelen بِذَنَت yerine “ağıla soktuğumuzda” manasına gelen نُدْبِنُهُ kelimesi yer alır. Manada dikkat çeken bir değişme mevzubahis değildir.
3- Resulullah cahiliye inancını yıkmak ve sirayetin Allah´ın bilgisi tahtında cereyan ettiği hususunda, muhatabını ikna için: “Birincisini kim uyuzladı ” sorusunu sorar. Doğru ya, sirayet hadisesinin başlaması için bir bidayete ihtiyaç var. Her şeyi yaratan Allah değil mi
4- Hadiste inkar edilen bir husus da saferdir. Safer nedir Bunun farklı yorumları var:
* Buharî “Karında bir hastalık” diye açıklar.
* Ebu Ubeyde Ma´mer İbnu´l-Müsenna, Garibu´l-Hadis´inde: “Karında bulunan bir yılan olup hayvan ve insanlara musallat olur. Araplar bunun uyuzdan daha bulaşıcı olduğuna inanır” demiştir. Bu durumda hadis, bu sirayet hâdisesini de reddetmiş olmaktadır.
* Bazı rivayetlere göre safer karında bulunan bir kurtcuktur. Kaburgayı veya ciğeri ısırıp insanın ölümüne sebep olmaktadır.
* Bazılarınca safer, yılandır. Nefyedilen de “Yılan ısırınca ölüme sebep olduğu”na dair inançtır. Böylece, Şarî, ölüm hâdisesinin ecelle vukua geldiğini tesbit etmekte, aksi inancı reddetmiş olmaktadır.
* Bazılarınca saferden maksad Safer ayıdır. Çünkü Araplar Safer ayını haram bilir, Muharrem ayını helal addederlerdi. İslam onların bu inancını reddetmiştir. Resulullah bu maksadla “Safer ayı yoktur (yani haram değildir)” demiştir.[20]
ـ4837 ـ7ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا أرَادَ اللّهُ تَعالى بِعَبْدٍ خَيْراً اسْتَعْمَلَهُ. قِيلَ: كَيْفَ يَسْتَعْمِلُهُ؟ قَالَ: يُوَفِّقُهُ لِعَمَلٍ صَالِحٍ قَبْلَ الْمَوْتِ[. أخرجه الترمذي.
7. (4837)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):
“Allah Teâla hazretleri bir kulun hayrını diledi mi onu isti´mal eder!” buyurmuştu. Kendisine: “Onu nasıl istimal eder ” diye soruldu.
“Ölümden önce salih amel işlemede muvaffak kılar!” buyurdu.” [Tirmizî, Kader 8, (2134).][21]
AÇIKLAMA:
1- Bir başka rivayette hadis şöyle devam eder: “….Sonra kişiyi bu hayır amel üzerine kabzeder.”
2- Kişi niyeti, iyi bir davranışı gibi rızayı Bariyi celbedecek bir fiille, hakkında Allah´ın hayır murad etmesine istihkak kazandı mı “kişiyle kalbi arasına giren” (Enfal 24) Hak Teala onu hayra yönlendirmekte, hayır ameller yapmaya muvaffak etmekte, o bu hal üzere iken ruhunu kabzetmektedir. İyaz merhumun “Sizden hiçbirini ameli cennete sokmayacaktır. Cennete Allah´ın rahmetiyle gireceksiniz” hadisini açıklarken kaydettiği şu mülahazalar, sadedinde olduğumuz hadisi aydınlatır: “Allah´ın taate hidayeti, (imkan, sağlık, şuur vs. vererek) amelde bulunmasına yardımı Allah´ın rahmetindendir. Hayır işleyen kimse, bunlara kendi ameliyle müstehak olmaz. Bunlar hep Allah´ın fazlı ve rahmetiyledir.”
İbnu´l-Cevzî der ki: “Bundan dört cevap ortaya çıkar:
1) Amel için tevfik (yardım), Allah´ın rahmetindendir. Eğer Allah´ın sebkat eden rahmeti olmazsa, kurtuluşa sebep olan iman ve taat hasıl olmaz:
2) Kölenin hasıl ettiği menfaatler efendisine aittir. Öyleyse, onun ameline efendisi hak sahibi olur, kendisi değil. Öyleyse efendi ona, ameline ücret olarak her ne verirse, bu onun fazlındandır.
3) Bazı hadislerde, cennete girişin kendisi Allah´ın rahmetiyledir, derecelerin elde edilmesi amellerledir.
4) Taatle ilgili ameller kısa bir zaman (mesela 50-100 yıllık dünya hayatını) işgal eder. Halbuki sevap (ebedî olarak) tükenmeyecektir. Öyleyse mahdud bir amel için verilen tükenmez ücret amelin karşılığı değil, fazl-ı İlâhîdir.”[22]
ـ4838 ـ8ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ الرَّجُلَ لَيَعْمَلُ الزَّمَنَ الطَّوِيلَ بِعَمَلِ أهْلِ الْجَنَّةِ، ثُمَّ يُخْتَمُ لَهُ عَمَلُهُ
بِعَمَلِ أهْلِ النَّارِ، وَإنَّ الرَّجُلَ لَيَعْملُ الزَّمَنَ الطَّوِيلَ بِعَمَلِ أهْلِ النَّارِ، حَتّى يُخْتَمَ لَهُ عَمَلُهُ بِعَملِ أهْلِ الْجَنَّةِ[. أخرجه مسلم .
8. (4838)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kişi vardır, uzun müddet cennet ehlinin amelini işler, sonra da ameli cehennem ehlinin ameliyle hitam bulur. Yine kişi vardır, uzun müddet cehennem ehlinin ameliyle amel eder de sonunda cennet ehlinin ameliyle hitam bulur.” [Müslim, Kader 11, (2651).][23]
AÇIKLAMA: 4834. hadiste geçti.
ـ4839 ـ9ـ وعن ابْنِ عَمْرو بْنِ الْعَاصِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ اللّهَ خَلَقَ خَلْقَهُ في ظُلْمَةٍ، ثُمَّ ألْقَى عَلَيْهِمْ مِنْ نُورِهِ. فَمَنْ أصَابَهُ مِنْ ذلِكَ النُّورِ اهْتَدَى، وَمَنْ أخْطَأهُ ضَلَّ. فلِذلِكَ أقُولُ: جَفَّ الْقَلَمُ عَلى عِلْمِ اللّهِ تَعالى[. أخرجه الترمذي .
9. (4839)- İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah (cin ve ins dahil) mahlukatını bir karanlık içinde yarattı. Sonra üzerlerine kendi nurundan serpti. Bu nur, kimlere isabet ettiyse hidayeti buldular, kimlere de isabet etmediyse sapıttılar. Bu sebeple diyorum ki: “Kalem, Allah Teala´nın ilmi hususunda kurumuştur.” [Tirmizî, İmam 18, (2644).][24]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen ve karanlıkta yaratıldığı belirtilen mahlukatla sakaleyn de denen cinler ve insanlar kastedilmiştir. Çünkü meleklerin nurdan yaratıldığı tasrih edilmiştir.
2- Cin ve insin zulmette yaratılması demek, onların kötülükleri emreden ve alçaltıcı şehvetler, saptırıcı hevalarla mecbul olan nefsin karanlığında bulunması demektir.
3- İlahî nurdan isabet eden kimse, cennetin yolunu bulmakta, kim de bu İlahî nurdan nasip alamazsa hak yoldan dışarı çıkmaktadır.
4- Hadisin sonunda “Allah´ın ezelde bilip hükmettiği şey, artık değişmez, değiştirilmez” mânasında olmak üzere: “Allah´ın ilmi hususunda kalem kurumuştur” buyrulmuştur. Resulullah´ın bu son cümlesi şöyle de yorumlanmıştır: “İman, tâat, küfür ve masiyetle ilgili olarak ezelde cereyan eden yazma işinin değişmezliği sebebiyle ben “Kalem kurudu” diyorum.”[25]
ÜÇÜNCÜ FASIL
KADERE RIZA
ـ4840 ـ1ـ عن سعد بنِ أبِى وقّاصٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مِنْ سَعَادَةِ ابْنِ آدَمَ رِضَاهُ بِمَا قَضى اللّهُ تَعالى، وَمِنْ شَقَاوَةِ ابْنِ آدَمَ تَرْكُهُ اسْتِخَارَةَ اللّهِ تَعالى، وَمِنْ شَقَاوَةِ ابْنِ آدَمَ سَخَطُهُ بِمَا قضى اللّهُ تَعالى[. أخرجه الترمذي .
1.(4840)- Sa´d İbnu Ebi Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ademoğlunun saadet (sebepleri)nden biri de Allah Teala´nın hükmettiğine rıza göstermesidir. Şekavet (sebepleri)nden biri de Allah Teala´ya istihareyi terketmesidir. Keza şekavet (sebepleri)nden bir diğeri de Allah´ın hükmettiğine razı olmamasıdır.” [Tirmizî, Kader 15, (2152).][26]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin Tirmizi´deki aslında “…Allah´ın “kendisi için” hükmettiğine rıza göstermesidir” şeklinde “kendisi için” ziyadesi vardır. Böyle olunca mâna: “Ademoğlunun Allah´a istiharede bulunup, sonra da istiharede, hakkında hükmedilene razı olması ademoğlunun saadetindendir” şeklinde daha muvafık düşer.
İstihare, hayır talep etmek demektir. Ancak burada, yapılacak bir iş için, hayırlı olup olmadığı hususunda Cenab-ı Hak´tan bir işaret talep etmektir. Daha önce açıkladığımız üzere bunun belli bir adabı vardır. Resulullah istiharede bulunmaya ehemmiyet verip buna teşvik etmiştir:
2- Hadiste Allah´ın kazasına rıza, saadet alâmeti olarak değerlendirilmiştir. Tîbî bunu iki sebebe bağlar.
* “Biri: Kazaya rıza kişiyi ibadet için boş bırakır. Zîra kişi, kazaya razı olmazsa, gam içinde kalır ve kalbi cereyan eden hadiselerle devamlı meşgul olur: “Bu niye oldu, o niye olmadı” der durur.
* Diğeri: Kazaya razı olan kimse, kazaya razı olmayan kimseye Allah´tan gelecek gazaptan kurtulur. Kulun rızasızlığı, Allah´ın kendine takdirinden başka bir şeyi zikrederek: “Şöyle olsaydı, bu daha iyi, daha uygun olacaktı” der. Halbuki o işin iyi veya kötü olduğu kendisine tebeyyün etmiş değildir.” Tîbî açıklamasına şöyle devam eder: “Eğer dersen ki: “(Ademoğlunun saadetinin Allah´ın kazasına rızada olduğunu söyledikten sonra buna mukabil olarak da): “Ademoğlunun şekaveti Allah´tan istihareyi terketmesidir” demiştir. Bu iksinin arasında mütekabillik nerededir ” Cevaben deriz ki: İstiharede dahi tevekkül ve tevfiz var. Kişi istihareye uydu mu işini tamamiyle Allah´a tefviz etmiş olmaktadır. (Şu halde bunun terki, kazaya rızanın terki demektir.)”[27]
ـ4841 ـ2ـ عن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قَال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: الْمُؤْمِنُ الْقَوِيُّ خَيْرٌ وَأحَبُّ إلى اللّهِ مِنَ الْمُؤْمِنِ الضَّعِيفِ، وَفي كُلٍّ خَيْرٌ. احْرِصْ على مَا يَنْفَعُكَ، وَاسْتَعِنْ بِاللّهِ وََ تَعْجِزْ، وَإنْ أصَابَكَ شَىْءٌ فََ تَقُلْ: لَوْ أنِّي فَعَلْتُ لَكَانَ كَذَا وَكَذَا، وَلَكِنْ قُلْ: قَدَّرَ اللّهُ، وَمَا شَاءَ فَعَلَ. فإنَّ لَوْ تَفْتَحُ عَمَلَ الشَّيْطَانِ[. أخرجه مسلم .
2. (4841)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kuvvetli mü´min, Allah nazarında zayıf mü´minden daha sevgili ve daha hayırlıdır. Aslında her ikisinde de bir hayır vardır. Sana faydalı olan şeye karşı gayret göster. Allah´tan yardım dile, acz izhar etme. Bir musibet başına gelirse: “Eğer şöyle yapsaydım bu başıma gelmezdi!” deme. “Allah takdir etmiştir. Onun dilediği olur!” de! Zira “eğer” kelimesi şeytan işine kapı açar.” [Müslim, Kader 34, (2664).][28]
AÇIKLAMA:
1- Nevevî, “Kuvvetli mü´min” tabirindeki kuvvetten muradın “nefsin azimet ve niyeti ve ahiret hususundaki düşüncesi” olduğunu söyler ve devam eder: “Bu vasıfta olan bir kimse cihadda cesaretle düşmana karşı ileri atılır ve onu karşılamada ve peşine düşmede daha hızlı davranır, emr-i bi´lmaruf ve nehy-i ani´lmünkere daha kararlıdır ve bütün bu amellerinde daha sabırlı ve metanetlidir. Namaz, oruç ve diğer ibadet ve zikirlere daha rağbetli ve onlara devamda daha şevkli ve musır olur.”
2- “Her ikisinde de hayır vardır” sözüyle, zayıf olanda da kuvvetli olanda da hayır bulunduğu te´yid edilmiş oluyor. Zîra ikisi de imanda müşterektirler, her ne kadar ibadette biri zayıf olsa da.
3- “Faydalı olana gayret göster”den maksad, ibadete karşı hırslı ol demektir. Faydalı denince Allah nazarında faydalı olan kastedilmiştir. Allah´tan talep edilecek yardım da bununla ilgili olmalıdır. Ne ibatette ne de ibadet için yardım talep etme hususlarında tembellik göstermemeli, acz izhar edilmemelidir” (Nevevî).
4- Kadı İyaz´ın nakline göre, ulema: “Eğer şöyle yapsaydım bu başıma gelmezdi” demekten nehyin, buna kesinlikle inanıp: “Onu yapsaydım bu başıma gelmeyecekti” diye cezmen söyleyen kimse hakkında olduğunu söylemiştir. İlaveten: “Onu yapsaydım bu değil, Allah´ın dileyeceği bir başka şey başıma gelirdi” diyene, yasak olmayacağını belirtirler. Böyle bir yasaktan maksat, “eğer..” şeklindeki ifadede kaderi tenkid manası bulunduğu içindir.
Kadı İyaz der ki: “Buna göre, hadisteki nehiy zahiri üzeredir ve umumi bir nehiydir. Üstelik bu nehiy tenzihîdir. Buna, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “Zîra “eğer” kelimesi şeytan işine kapı açar” sözü delalet eder. Bunun manası “şeytan, kadere çatmayı kalbe atar ve vesvese verir” demektir.”
Nevevî der ki: “Mazi sigası ile eğer (=lev) kelimesinin kullanılışı hadiste sıkça gelmiştir. Zahir olan şu ki, bunu kullanmaktan nehiy boş şeylerle ilgili olarak kullanmalarıdır. Bu da tahrimî değil, tenzihî bir nehiydir. Ama kişi ibadet hususundaki taksiratından üzüntülerini ifade zımnında söylemişse bunda bir beis yoktur. Hadiste gelen “eğer”li benzer ifadelerin çoğu bu manaya hamledilmiştir.”[29]
DÖRDÜNCÜ FASIL
ÇOCUKLARIN HÜKMÜ
ـ4842 ـ1ـ عن عائشةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهَا قالتْ: ]تُوُفِّىَ صَبِيٌّ. فَقُلْتُ: طُوبى لَهُ، عُصْفُورٌ مِنْ عَصَافِيرِ الْجَنَّةِ. فقَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أوََ تَدْرِينَ أنَّ اللّهَ خَلَقَ الْجَنَّةَ وَخَلَقَ النَّارَ، فَخَلَقَ لهذِهِ أهًْ، ولهذِهِ أهًْ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائي .
1. (4842)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Bir çocuk ölmüştü. Ben:
“Ne mutlu ona! Cennet kuşlarından bir kuş oldu!” dedim. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Sen Allah´ın cenneti de cehennemi de yarattığını, beriki için de öteki için de ahali yarattığını bilmiyor musun ” buyurdular.” [Müslim, Kader 30, (2662); Nesaî, Cenaiz 58, (4, 57); Ebu Davud, Sünnet 18, (4713).][30]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, büluğa ermeden vefat eden Müslüman çocukların ahiretteki durumu hakkında bir hüküm getirmektedir: Cennetlik mi, cehennemlik mi olcakları Allah´ın meşietine bağlıdır. Bir sonraki hadiste müşrik çocuklarının durumu hakkındaki münakaşayı genişçe kaydedeceğiz. Burada şunu belirtelim ki, Müslüman çocuklarıyla ilgili hüküm de münakaşa edilmiştir. Çünkü sadedinde olduğumuz hadis, “cennetliktir!” hükmüne ihtiyat getirmektedir. Bu sahih hadisi esas alanlar, bu meselede ihtiyatı tercih etmiş olurlar. Ancak mevzuya temas eden tek hadis bu değildir. Alimlerin büyük çoğunlukla hükme esas ittihaz ettikleri bir Ebu Hüreyre hadisine göre, mü´min çocukları cennetliktir.
“Kimin büluğa ermezden önce üç çocuğu vefat ederse bunlar o kimseye ateşe karşı bir perde olurlar. Yahut o kimse cennete girer.” Kurtubî, bazılarının “Müslüman çocukların cennete gidecekleri hususunda ulemânın ihtilafı yoktur, icma ederler” dediğini kaydeder. Ancak Nevevî, bu meselede, kaydetmiş olduğumuz Ebu Hüreyre rivayetine itibar edenlerin icmaından bahsedilebileceğini belirtir.
Sadedinde olduğumuz Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) hadisini esas alanlar bu hususta tevakkufu tercih etmişlerdir. Nevevî, bunlara şu cevabı verir: “Resulullah´ın Hz. Aişe´yi o hükümden men etmesi belki bu meselede delilsiz kesin hükme gitmiş olmasındandır veya, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Müslüman çocukların cennetlik olduklarını bilmezden önce bu müdahaleyi yapmıştır.” Maziri: “İhtilaf peygamber çocuklarının dışında kalanlar hakkındadır” demiştir. Müsned-i Ahmed´de gelen bir rivayette
“Müslümanların çocukları cennetliktir, müşrikler ve çocukları cehennemliktir.” Sonra şu ayeti okudu. (Mealen): “İman edip de zürriyetleri de kendilerine tabi olanlar (var ya), biz onların nesillerini de kendilerine kattık” (Tur 2).[31]
ـ4843 ـ2ـ وَعن ابْنِ عَبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]سُئِلَ رَسُولُ اللّهِ # عَنْ أوَدِ الْمُشْرِكِينَ. فقَالَ: اللّهُ إذْ خَلَقَهُمْ أعْلَمُ بِمَا كَانُوا عَامِلِينَ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي .
2. (4843)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan müşriklerin çocukları hakkında sorulmuştu.
“Allah onları yarattığı zaman ne yapacaklarını iyi biliyordu!” buyurdular.” [Buhârî, Kader 3, Cenaiz 93; Müslim, Kader 28, (2660); Ebu Davud, Sünnet 18, (4711); Nesâî, Cenaiz 60, (4, 59).][32]
AÇIKLAMA:
Kaydedilen iki hadisten birincisi, Müslüman çocukların cennete gideceği hususunda tevakkuf etmeyi, kesin hükme gitmeyi ders verirken, ikinci hadis de müşrik çocuklar hakkında aynı şekilde kesin hükümden kaçınmaya irşad etmektedir.
Çocukların, yani büluğa ermeden ölenlerin durumları hakkında ihtilaf edilmiştir. Mesele üzerine birçok rivayetler var. Alimler rivayetlerdeki farklılıklar yüzünden farklı görüşler ileri sürmüşlerdir.
1) Hammad İbnu Seleme, Hammad İbnu Zeyd, İbnu´l-Mübarek, İshak İbnu Rahuye hazeratı, çocuklar hakkında: “Allah´ın meşietindedir. Dilerse cennete koyacak, dilerse cehenneme” diye hükmederler ve bu mevzuda gelen nasslardan bu hükmü çıkarırlar. Bilhassa müşrik çocukları hakkında Şafiî hazretlerinin de böyle hükmettiğini, Beyhakî, el-İ´tikad´ında kaydetmiştir. İbnu Abdilberr: “İmam-ı Malik´ten bu hususta sarih bir hüküm intikal etmedi ise de, onun nokta-i nazarından çıkarılacak hüküm de böyledir. Ancak ashabı, Müslüman çocukların cennete, kâfir çocuklarının meşiet-i İlahiye´de olduğunu sarih olarak beyan etmiştir” der.
Bu görüş sahiplerinin delili: “Allah onların ne yapacağını daha iyi biliyor” hadisidir.
2) İkinci görüşe göre, “Çocuklar babalarına tabidir, Müslümanların çocukları cennette, kâfirlerin çocukları cehennemde olacaktır.” Bu görüş, Haricîlerden Ezarika´nın görüşüdür. Bunların delili şu ayettir: “Nuh: “Ey Rabbim! dedi. Yeryüzünde kafirlerden tek bir kişi bırakma!” (Nuh 26). Ancak bu ayetin Nuh kavmiyle ilgili olduğu söylenerek karşı çıkılmış. Hz. Nuh´un bu bedduayı, Cenab-ı Hakk´ın ona: “Kavminden, (hal-i hazır) inananlar dışında kimse sana iman etmeyecektir” (Hud 36) diye vaki olan vahyinden sonra yaptığı belirtilmiştir. “Onlar babalarındandır veya onlardandır” şeklindeki hadis, harbîlerle ilgili ahkâm zımnında varid olmuştur. Bu görüşe karşı çıkanlar, müşrik çocukların cehennemde olacağını tasrih eden ve Hz. Aişe´den gelen bir rivayetin zayıf olduğunu belirtirler.
3) Üçüncü görüşe göre, çocuklar cennetle cehennem arasında orta bir yerde, bir berzahtadırlar. Çünkü, onların cennete girmesini sağlayacak amelleri mevcut olmadığı gibi, cehenneme girmelerine sebep olacak da günahları yoktur.
4) Cennet ehlinin hizmetçileri olacaklar. Bazı kaynaklarda gelen zayıf bir hadise göre Aleyhissalâtu vesselâm: “Müşriklerin çocukları cennet ehlinin hizmetçileridir” buyurmuştur.
5) Beşinci görüşe göre, toprak olurlar. Bu görüş Sümame İbnu Eşres´ten mervidir.
6) Bu görüşe göre ateştedirler. İyaz, bunu Ahmed İbnu Hanbel´e nisbet etmiş ise de, İbnu Teymiyye, İyaz´ın burada hata ettiğini, bu görüşün Ahmed İbnu Hanbel´e ait olmayıp, ashabından birine ait olduğunu söyler.
7) Yedincisine göre çocuklar ahirette imtihan olunacaklar: Kendilerine ateş yükseltilecek, kim içine girerse, o soğuk ve selametli olacak, imtina eden ise azaba duçar olacak. Bazı sahih rivayetler, mecnunlar ve fetret devrinde ölenler hakkında imtihan olduğunu belirtmiştir. Beyhakî, el-İ´tikad´ında bu görüşün sahih görüş olduğunu söylemiş ise de, “Ahiret teklif yeri değildir. Orada ne amel ne imtihan hiçbir şey yoktur” denilerek tenkid edilmiştir. Ancak bu tenkidcilere de: “Bu hal, cennet ve cehennemde istikrar peyda ettikten sonrası için camidir, amma Arasat´ta, buna bir mani yoktur. Nitekim ayette “Her hakikatın bütün çıplaklığıyla ortaya çıktığı gün onlar secdeye çağrılırlar. Fakat güçleri yetmez” (Kalem 42) buyrulmuştur” diyerek cevap verilmiş ve bir Sahiheyn hadisi gösterilmiştir: (Kıyamet günü) insanlara secde etmeleri emredilir. Münafığın sırtı o zaman yekpare bir tabakaya döner ve secdeye güç yetiremez.”
8) Çocuklar cennetliktir. Nevevî der ki: “Muhakkak ulemânın seçtiği sahih mezhep budur. Bunlar şu ayeti delil kılmışlardır: “Biz bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.” (İsra 15).
9) Tevakkuf: Hiçbir hükümde bulunmamak.
Buhârî, müşrik çocuklarının durumu üzerine söylenenler hakkında açtığı babda üç hadis kaydeder: Birincisinde tevakkuf ifade edilmiştir; ikincisinde cennette olacakları görüşünü müreccah kılan bir hadis kaydedilir; üçüncü hadiste ise cennetlik olacaklarını tasrih eden bir hüküm mevcuttur.[33] Şarihler bunda hem üç ayrı görüşe delil ve hem de Buhari´nin tercihini görürler: Ona göre esas olan kafir çocuklarının cennetlik olduğudur.[34]
ـ4844 ـ3ـ وعن أبي هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: تَحَاجَّ آدَمُ وَمُوسى عَلَيْهِمَا السََّمُ. فقَالَ لَهُ مُوسى: أنْتَ الَّذِى أخْرََجْتَ النَّاسَ مِنَ الْجَنَّةِ بِذَنْبِكَ وَأشْقَيْتَهُمْ. فَقَالَ آدَمُ لِمُوسى: أنْتَ الَّذِى اصْطَفَاكَ اللّهُ بِرِسَاَتِهِ وَبِكََمِهِ، أتَلُومُنِي على أمْرٍ كَتَبهُ اللّهُ
عَليَّ قَبْلَ أنْ يَخْلُقَنِي؟ قَالَ رَسُولُ اللّهِ # فَحَجَّ آدَمُ مُوسى[. أخرجه الستة إ النسائي.»المحاجة« المجادلة والْمُخاصمةُ .
3. (4844)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Hz. Adem ve Musa aleyhimasselam münakaşa ettiler. Musa, Adem´e:
“İşlediğin günahla insanları cennetten çıkaran ve onları şekavete (bedbahtlığa) atan sensin değil mi!” dedi. Adem de Musa´ya:
“Sen, Allah´ın risalet vermek suretiyle seçtiği ve hususi kelamına mazhar kıldığı kimse ol da, daha yaratılmamdan [kırk yıl] önce Allah´ın bana yazdığı bir işten dolayı beni ayıplamaya kalk (bu olacak şey değil)!” diye cevap verdi.” Resulullah devamla dedi ki:
“Hz. Adem Musa´yı ilzam etti!” [Buhârî, Kader 11, Enbiya 31, Tefsir, Taha 1, 3, Tevhid 37; Müslim, Kader 13, (2652); Muvatta, Kader 1, (2, 898); Ebu Davud, Sünnet 17, (4701); Tirmizî, Kader 2, (2135).][35]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette mevzubahis olan münakaşa hâdisesinin zamanı ve yeri hususunda farklı mütalaalar ileri sürülmüştür:
* Bazı alimler: “İstikbale matuftur. Yani ahirette cereyan edecektir. Vukua geleceği kesin olduğu için mazi sigasıyla vürud etmiştir” demiştir.
* Bazı alimler, dünyada ve Hz. Musa devrinde cereyan ettiğini, Cenab-ı Hak, Hz. Musa´nın Adem aleyhisselam´ı görme talebi üzerine, onu dirilterek karşılaştırmış olabileceğini söylemiştir.
* Bazı alimler, bu iki peygamberin berzah aleminde karşılaşmış olabileceklerini söylemiştir. Bu durumda Hz. Musa´nın vefatından sonra ruhları semada karşılaşmış olmalıdır.
* İbnu´l-Cevzî, bunun bir darb-ı mesel olabileceği ihtimali üzerinde de durmuştur. Bu durumda mâna şudur: “Eğer onlar karşılaşsalardı, aralarında böyle bir tartışma geçecekti. Bu temsilde Hz. Musa´nın zikredilmiş olması, ağır tekliflerle gönderilen ilk peygamber olması sebebiyledir.”
Haberin izhar ettiği müşkilatı gözönüne alan İbnu´l-Cevzî der ki: “Bu haber, sahih bir hadisle sabit olması sebebiyle, mahiyetine muttali olunamasa bile, inanılması gereken hususlardandır. Mânasının hakikatını kavrayamamış olsak bile kabul etmemiz gereken meselelerin ilki bu değildir. Kabirdeki azab ve nimetle ilgili haber bunlardan bir diğeridir. Herhangi bir meselenin izahını yapmakta müşkilat çekecek olsak geriye teslim olmak kalır.” İbnu Abdilberr der ki: “Buna göre bu çeşit meselelerde teslim esastır. Tahkik etmek için üzerinde durulmaz. Zîra bu çeşit meselelerde bize pek az bir ilim verilmiştir.”
2- Sadedinde olduğumuz rivayette, Hz. Adem´in kaderinin yaratılmazdan önce yazıldığı mevzubahistir. Bir başka rivayette 40 yıl önce sarahati vardır. İbnu´t-Tîn: “Kırk yıldan murad, her ayet-i kerimede geçen “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” (Bakara 30) ifadesi ile Hz. Adem´e ruhun üflenmesi arasında geçen müddettir.” Bazıları: “Bu müddetin başlangıcı levhalara yazılma zamanıdır. Sonu da Hz. Adem´in yaratılma zamanıdır” demiştir. İbnu´l-Cevzî der ki: “Allah´ın kadim olan ilmi, ma´lumatın tamamını mahlukatın hiçbiri yaratılmazdan önce kuşatmış idi. Ancak bunları farklı zamanlarda yazdı. Nitekim Sahih-i Müslim´de gelmiştir ki: “Allah miktarları, arz ve semavatı yaratmazdan elli bin yıl önce takdir etmiştir.” Öyleyse, bilhassa Hz. Adem´in kıssasının, yaratılışından kırk yıl önce yazılmış olması caizdir. Bu miktar, ona ruh üflenmezden önce toprak olarak bekleme müddeti de olabilir, bu da caizdir. Nitekim yine Sahih-i Müslim´de geldiğine göre, Hz. Adem´in toprak halinde şekillenmesi ile ona ruhun üflenmesine kadar kırk yıl müddet geçmiştir. Bu hal, bir küll olarak miktarların semavat ve arzın yaratılışından elli bin yıl önce yazılmış olmasına muhalefet etmez.”
Mâzirî de şunu söyler: “Zahir o ki: Bundan murad Allah bunu, Hz. Adem´in yaratılışından kırk yıl önce yazmış olmasıdır. Fakat bundan şunun kastedilmiş olması muhtemeldir; “Allah bunu meleklere izhar etti veya bu tarihi izafe ettiği bir fiilde bulundu. Aksi takdirde Allah´ın meşieti ve takdiri kadimdir.” En doğrusu da şudur: Hz. Adem´in “Allah bunu, beni yaratmazdan önce bana takdir buyurdu” şeklindeki sözü ile “Tevrat´ta bunu yazdı” demeyi kastetmiş olmasıdır. Çünkü bir başka rivayette şöyle gelmiştir: “Hz. Adem, Musa´ya sordu: “O yaptığın işin üzerime yazılması işinin, Tevrat´ta yaratılmamdan kaç yıl önce vuku bulduğunu gördün ” Hz. Musa: “Kırk yıl!” diye cevap verdi.”
Nevevî der ki: “Onun takdirinden murad Levh-i Mahfuz´a veya Tevrat´a veya Elvah´a yazılmasıdır. Kaderin kendisinin kastedilmesi caiz değildir. Çünkü o, ezelîdir. Hak Teala hazretleri, vukua gelecek hadiseleri ezelden beri murad etmiştir.”[36]
3- HADİSTEN ÇIKARILAN BAZI HÜKÜMLER:
* Kadı İyaz der ki: “Hadiste, Ehl-i Sünnet´in “Hz. Adem´in çıkarıldığı cennet, müttakilere vaadedilmiş olan ve ahirette girecekleri ebediyet cennetidir” iddiasına hüccet var. Mu´tezile ve başka bazıları ise, o cennetin başka bir cennet olduğunu iddia ederler. Onlardan bazıları daha da ileri gidip, o cennetin yeryüzünde olduğunu ifade etmiştir.
* Hadis, hakkın ortaya çıkması için yapılacak münazarada delil ve hüccetler getirmenin, bunların açıklık kazanması için tevbih ve ta´rizde bulunmanın meşru olduğunu; levmin, bilen ve anlayan kimseye kendisinde bu hallerin bulunmadığı kimselere nisbetle daha ağır geldiğini göstermektedir.
* Kişi kendinden büyükle, evlad babasıyla münazara edebilmektedir. Ancak bunun meşru olması için, münazarada hakkın ortaya çıkması veya ilmin artması veya meselenin inceliklerine vukufiyet kazanılması gayesi güdülmelidir.
* Ehl-i Sünet için kaderin varlığı ve kulların fiillerinin yaratılması gibi hususlara hüccet mevcuttur.
* Kişinin normalde hoş karşılanmayacak bazı davranışları, öfke ve üzüntü gibi bazı hallerinde hoş karşılanabilir. Bilhassa, öfkeli ve hiddetli bir tabiata sahip olanlar daha çok müsamaha ile karşılanır.
Nitekim hadiste münazara esnasında inkarcılık hali galebe çalmış olan Hz. Musa´ya, Hz. Adem aleyhisselam, babası olmasına rağmen, sadece ismiyle hitap etmiş, ona bu halin dışında yer vermeyeceği şeylerle hitap etmiş, bununla birlikte Hz. Musa´nın faziletini ikrar etmiş, sonra münazarasına devam edip, onun şüphesini bertaraf edecek kendi hüccetlerini beyan etmiştir.[37]
ـ4845 ـ4ـ وعن عُمر بْنِ الْخَطَّابِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَالَ رَسُول اللّهِ #: قَالَ مُوسى: يَا رَبِّ أرِنَا آدَمَ الَّذِى أخْرَجَنَا وَنَفْسَهُ مِنَ الْجَنَّةِ، فأرَاهُ اللّهُ أبَاهُ آدَمَ عَلَيْهِ السََّمُ فقَالَ: أنْتَ أبُونَا آدَمُ؟ فقَالَ: نَعَمْ. فقَالَ: أنْتَ الَّذِى نَفَخَ اللّهُ فِيكَ مِنْ رُوحِهِ، وَعَلَّمَكَ ا‘سْمَاءَ كُلَّهَا، وَأمَرَ الْمََئِكَةَ فَسَجَدُوا لَكَ؟ قَالَ: نَعَمْ. قَالَ: فَمَا حَمَلَكَ عَلى أنْ أخْرَجْتَنَا
وَنَفْسََكَ مِنَ الْجَنَّةِ؟ فقَالَ آدَمُ: وَمَنْ أنْتَ؟ قَالَ: أنَا مُوسى. قَالَ: أنْتَ الَّذِى اصْطَفَاكَ اللّهُ بِرِسَاَتِهِ، أنْتَ نَبِىُّ بَنِى إسْرَائِيلَ الَّذِى كَلَّمَكَ اللّهُ مِنْ وَرَاءِ الْحِجَابِ، وَلَمْ يَجْعَلْ بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ رَسُوً مِنْ خَلْقِهِ؟ قَالَ: نَعَمْ. قَالَ: فَمَا وَجَدْتَ أنَّ ذلِكَ كَانَ في كِتَابِ اللّهِ قَبْلَ أنْ أُخْلَقَ؟ قَالَ: بَلى. قَالَ: فِيمَ تَلُومُنِى؟ في شَىْءٍ سَبَقَ مِنَ اللّهِ الْقَضَاءُ قَبْلِي. قَالَ # عِنْدَ ذلِكَ: فَحَجَّ آدَمُ مُوسى، فَحَجَّ آدَمُ مُوسى، فَحَجَّ آدَمُ مُوسى عَلَيْهِمَا السََّمُ[. أخرجه أبو داود .
4. (4845)- Ömer İbnu´l-Hattab (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Musa aleyhisselam: “Ey Rabbim! bizi ve kendisini cennetten çıkaran Adem´i bize bir göster!” diye niyazda bulundu. Hak Teala ve Tekaddes hazretleri de babası Adem aleyhisselam´ı ona gösterdi. Bunun üzerine Hz. Musa:
“Sen babamız Adem misin ” dedi. Adem: “Evet!” deyince:
“Yani sen, Allah´ın kendi ruhundan üflediği kimsesin. Sana bütün isimleri öğretti, meleklere emretti ve onlar da sana secde ettiler öyle değil mi ” diye sordu. Adem yine: “Evet!” dedi. Hz. Musa sormaya devam etti:
“Öyleyse sen niye bizi ve kendini cennetten çıkardın ”
Bu soru üzerine Hz. Adem:
“Sen kimsin ” dedi. O: “Ben Musa´yım!” deyince:
“Yani sen, Allah´ın risalet vererek mümtaz kıldığı kimsesin. Sen Benî İsrail´in peygamberi, perde gerisinde Allah´ın konuştuğu kimsesin. Allah seninle kendi arasına mahlukatından bir elçi de koymadı değil mi ” dedi. Hz. Musa “Evet!” deyine; Hz. Adem:
“Öyleyse sen, (bu söylediğin şeyin) ben yaratılmazdan önce Allah´ın (kader) kitabında yazılmış olduğunu görmedin mi ” dedi. Hz. Musa “Evet!” deyince:
“Öyleyse Allah´ın kazası (hükmü) benden önce cereyan etmiş bir şey hakkında beni niye levmediyorsun ” dedi.”
Aleyhissalâtu vesselâm, devamla:
“Hz. Adem, Musa´yı ilzam etti. Hz. Adem Musa´yı ilzam etti. Hz. Adem, Musa aleyhimesselam´ı ilzam etti” buyurdular.” [Ebu Davud, Sünnet, 17, (4702).][38]
AÇIKLAMA, önceki hadislerde geçti. [39]
BEŞİNCİ FASIL
KADERİYE´NİN ZEMMİ
ـ4846 ـ1ـ عن حُذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لِكُلِّ أُمَّةٍ مَجُوسٌ، وَمَجُوسُ هذِهِ ا‘ُمَّةِ الَّذِينَ يَقُولُونَ أنْ َ قَدَرَ فَمَنْ مَاتَ مِنْهُمْ فََ تَشْهَدُوا جَنَازَتَهُ، وَمَنْ مَرِضَ مِنْهُمْ فََ تَعُودُوهُ؟ وَهُمْ شِيعَةُ الدَّجَّالِ، وَحَقٌّ عَلى اللّهِ أنْ يُلْحِقَهُمْ بِالدَّجَّالِ[. أخرجه أبو داود .
1. (4846)- Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Her ümmetin Mecusileri vardır. Bu ümmetin Mecusileri “kader yoktur!” diyenlerdir. Bunlardan kim ölürse cenazelerinde hazır bulunmayın. Onlardan kim hastalanırsa ona ziyarette bulunmayın. Onlar Deccal bölüğüdür. Onları Deccal´e ilhak etmek Allah üzerine bir haktır.” [Ebu Davud, Sünnet 17, (4692).][40]
AÇIKLAMA:
1- Bagavî, Şerhu´s-Sünne´sinde kader meselesini şöyle özetler: “Kadere iman farzdır. Bu, kulların hayır ve şer bütün fiillerini Allah´ın yarattığına, bunları yaratmazdan önce Levh-i Mahfuz´da yazdığına, her şeyin O´nun kazası ve kaderiyle, irade ve meşietiyle olduğuna; ancak iman ve taate razı olduğuna ve bunlara sevap vaadettiğine, küfre ve masiyete razı olmadığına ve bunlar için ikab vaadettiğine inanmaktır. Kader, Allah´ın sırlarından bir sırdır. Buna ne mukarreb bir melek, ne de mürsel bir peygamber muttali olmamıştır. Bu meseleye akıl yoluyla gidip araştırma yapmak caiz değildir. Gerekli olan, bütün mahlukatı Allah´ın yaratıp onları iki gruba ayırdığına inanmaktır; bu gruplardan birini cennet için yaratmıştır ki, bu, fazlındandır, bir grubu da cehennem için yaratmıştır, bu da onun adaletindendir.”
2- Kaderiye fırkası Mecusilere benzetilmiştir. Hattabi´ye göre bunun sebebi, onların iki asıl meselesindeki sözlerinin Mecusilerin sözlerine benzemesidir. Çünkü onlar hayrı nurun fiilinden, şerri de zulmetin (karanlığın) fiilinden bilirler.
Kaderiyeciler de hayrı Allah´a, şerri de O´nun gayrına izafe ederler. Halbuki hayrı da şerri de yaratan Allah´tır. O´nun meşieti olmadan ne hayır ne de şer meydana gelir. Allah hikmetiyle şerri şer olarak yaratmıştır, tıpkı hayrı da hayır olarak yarattığı gibi, zira her ikisi de halk ve icad cihetiyle Allah´a; fiil ve kesb cihetiyle de failine muzaftır.
Hadis, ittisal yönüyle munkatı´ bulunmuş, zayıf olduğuna dikkat çekilmiştir, mevzu diyen de olmuştur.[41]
ـ4847 ـ2ـ ولَهُ في رواية عن ابْنِ عُمَرَ مَرْفُوعاً: ]الْقَدَرِيَّةُ مَجُوسُ هذِهِ ا‘ُمَّةِ، إنْ مَرِضُوا فََ تَعُودُوهُمْ، وَإنْ مَاتُوا فََ تَشْهَدُوهُمْ[ .
2. (4847)- Ebu Davud´un İbnu Ömer´den gelen merfu bir rivayetinde şöyle buyrulmuştur:
“Kaderiye fırkası, bu ümmetin Mecusileridir. Eğer hastalanırlarsa ziyaret etmeyin, ölürlerse cenazelerine katılmayın.” [Ebu Davud, Sünnet 17, (4691).][42]
ـ4848 ـ3ـ وَلَهُ أيْضاً في روايةٍ عَنْهُ مَرْفُوعاً: ]َ تُجَالِسُوا أهْلَ الْقَدَرِ، وََ تُفَاتِحُوهُمْ بِالْكََمِ[ .
3. (4848)- Yine Ebu Davud´da İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´den gelen merfu bir rivayette:
“Kader ehli ile düşüp kalkmayın, onlara dava açmayın” buyurulmuştur. [Ebu Davud, Sünnet 17, (4720).][43]
AÇIKLAMA:
1- Teysir, bu hadisin İbnu Ömer rivayeti olduğunu söylüyor. Ancak, Ebu Davud´da hadis Hz. Ömer´den rivayet edilmektedir.
2- “Onlara dava açmayın” demek, “İhtilaflarınızın çözümü için onların hakimlerine başvurmayın” demektir. Bazı alimler de: “İtikadla ilgili meselelerde onlarla münakaşa ve münazara başlatmayın. Ta ki içinize yersiz şekler girmesin. Çünkü onlar haksız mücadelede münazara ve güç sahibi kimselerdir (size yersiz şek atabilirler)” diye anlamışlardır. Ancak “Rabbimiz, kavmimizle bizim aramızda hak ile sen hüküm ver. Hakkı açığa çıkaranların en hayırlısı sensin” (A´raf 89) ayetini esas alan alimler, önceki te´vilin daha münasip olduğunu söylerler. Mamafih, o ibareyi “Onlara ilk selamı siz vermeyin” şeklinde anlayanlar da olmuştur.[44]
ـ4849 ـ4ـ وعن ابْنِ عَبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: صِنْفَانِ مِنْ أمَّتِي لَيْسَ لَهُمْ في ا“سَْمِ نَصِيبٌ: الْمُرْجِئَةُ، وَالْقَدَرِيَّةُ[. أخرجه الترمذي.»القَدريةُ« الذين يقولون: الخير من اللّه، والشر من ا“نسان، وأن اللّه يريد أفعال العصاة.و»الْمُرجِئَةُ« الذين يقولون يضر مع ا“يمان معصية، وهم أضداد القدرية، فإن من مذهبهم تخليد صاحب الكبيرة في النار إذا لم يتب منها وإن كان مؤمنا. وكهما مخالف ‘هل السنة والجماعة .
4. (4849)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ümmetimde iki sınıf vardır ki, onların İslam´dan nasipleri yoktur: Mürcie ve Kaderiye.” [Tirmizî, Kader 13, (2150).][45]
AÇIKLAMA:
Mürcie, fırak-ı dalleden biridir. Temel görüşlerini “İman olunca günahın bir zararı yoktur; tıpkı küfür oldukça, taatin faydası olmadığı gibi” diyerek ifade etmişlerdir. Gerçi küfür olduktan sonra amelin, taatin faydası yoktur, bu doğru. Ancak buna kıyasla “İman olunca günah zarar etmez” şeklinde çıkarılan hüküm batıldır. Böyle bir iddiayı benimsemek her çeşit haramın helal sayılması demek olan ibahe´ye kapı açar. Bu düşüncedeki bir insan, “Ben mü´minim günah zarar vermez” diyerek her aklına gelen haramı işleyebilir. Bu düşünce Kaderiye düşüncesinin tam zıddında yer alır. Onlar: “Büyük günah işleyen kimse bu günahtan tevbe etmeden ölürse ebediyen cehennemde kalır” derken, bunlar “büyük de olsa günahın insana, -imanı olduğu takdirde- zarar vermeyeceğini” iddia etmişlerdir.
Görüldüğü üzere batıl mezhepler ifrat ve tefrit arasında bocalamaktadır. Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat, orta yolu tercih eder.
2- Bu fırkaya Mürcie denmiş olmasının sebebi hususunda ihtilaf edilmiştir:
* Bazılarına göre: Bu fırka, Hz. Osman (radıyallahu anh)´ın şehadeti üzerine Müslümanlar arasında çıkan gruplaşmalardan doğmuştur. Şöyle ki: Medine´de Müslümanlar:
1- Hz. Osman´ı mazlum bilip onun intikamının alınmasını isteyenler.
2- Hz. Ali´yi hilafete layık görenler, olmak üzere başlıca iki gruba ayrılmışlardır.
Bunlar dışında üçüncü bir grup, her iki tarafla da münasebetlerini devam ettiriyordu. Bu gruba mensup olanlar aradaki ihtilafta bir taraf tutmuyorlar, hükmü Allah´a bırakıyorlardı. Geriye bırakma manasına gelen irca´dan, bunlara Mürcie denmiştir.
* Bir başka tahmine göre, Hz. Ali´nin hilafette birinci sıradan dördüncü sıraya düşmesine onlar sebep olduğu için, onlara Mürcie denmiştir. Bu manada Mürcie, Şia´nın zıddıdır.
* Bir başka açıklamaya göre, bunlar büyük günah işleyenler hakkındaki hükmü kıyamete bıraktıkları için bunlara Mürcie denmiştir. Yani onlara göre günah işleyen cennetlik mi cehennemlik mi bu dünyada bilinemez, hükümlerini ahirete bırakmak gerekir.
* Bir başka izaha göre, Mürcie, ümit vermek mânasına gelen ircadan gelmektedir. Yani onlar, “iman sahibine büyük günah zarar vermez” diyerek böylelerine ahirette cennete gitme hususunda ümit verdikleri için kendilerine Mürcie denmiştir.
* Son bir tahmine göre, bunlar ameli imandan te´hir ettikleri, yani imana çok ehemmiyet verip, ameli imandan ayırarak onun değerini ve ehemmiyetini çok gerilerde bıraktıkları için bunlara te´hir eden manasında Mürcie denmiştir.
Bütün bu Mürciî iddialar Kur´an ve sünneti esas alan Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat´in görüşüne aykırıdır.[46]
ـ4850 ـ5ـ وعن نافعٍ قال: ]جَاءَ رَجُلٌ الى ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما فقالَ: إنَّ فَُناً يَقْرَأُ عَليْكَ السََّمَ، لِرَجُلٍ مِنْ أهْلِ الشَّامِ. فقَالَ ابْنُ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما: إنَّهُ بَلَغَنِى أنَّهُ قَدْ أحْدَثَ التَّكْذِيبَ بِالْقَدَرِ، فإنْ كَانَ قَدْ أحْدَثَ فََ تَقْرَأْ مِنّي عَلَيْهِ السََّمَ، فإنِّي سَمِعْتُ رَسُولَ
اللّهِ # يَقُولُ: يَكُونُ في هذِهِ ا‘ُمَّةِ خَسْفٌ أوْ مَسْخٌ، وذلِكَ في الْمُكَذّبينَ بِالْقَدَرِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
5. (4850)- Nafi rahimehullah anlatıyor: “Bir adam İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´e gelerek:
“Falan kimse sana selam ediyor!” diyerek, Şamlı birisinden selam getirdi. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ):
“Bana ulaştığına göre, o kimse kaderi inkar ediyormuş. Eğer o böyle bir bid´a fikre saplandı ise, sakın ona benden selam söyleme! Zîra ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim:
“Bu ümmette hasf (yere batırma), mesh (suret değişmesi) [ve kazf= (taş yağması)] olacak. Bu musibetler kaderi inkar edenlere gelecek.” [Ebu Davud, Sünnet 7, (4613); Tirmizî,Kader 7, (2153, 2154).][47]
AÇIKLAMA:
1- Ebu Davud´un bir rivayetinde, İbnu Ömer´e selam gönderen Şamlı zatın, İbnu Ömer´le mektuplaşan tanış birisi olduğu belirtilir. İbnu Ömer ona şöyle yazmıştır: “Kulağıma geldiğine göre sen kader hakkında (rastgele) konuşuyormuşsun. Bundan böyle sakın benimle mektuplaşmaya yeltenme. Zîra ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Ümmetim içinden kaderi inkar eden kimseler çıkacak!” dediğini işittim.”
Hadiste musibetler sayılırken bazı rivayetlerde “veya” mânasına gelen “ev” denmiştir. Alimler umumiyetle, bunu “ve” mânasına anlamışlardır.
2- Bid´ayı çeşitli vesilelerle açıkladık. Tekrar etmek gerekirse: Dinde olmadığı halde sonradan ihdas edilip, dine sokulan şeydir. Kamus´ta: “Din tamamlanmış olduktan sonra onda ihdas edilen şeydir” dendikten sonra şu açıklama yapılır: “Bid´at küfürden küçük, fıskdan büyüktür. İlim ve amel gerektiren bir delile muhalefet eden bir bid´at “küfür”dür. Zahiren amel gerektiren bir delile muhalefet eden bid´a ise küfür değil, fakat dalalettir.”
Cürcânî, et-Ta´rifat´da: “Sünnete muhalif olan fiildir. Buna bid´at denmesi, bunu söyleyen kimse, dinde örneği olmayan bir şeyi ibda (ihdas) etmesindendir” der.
3- Taş yağması diye tercüme ettiğimiz kazftan murad, Lut kavminin maruz kaldığı çeşitten bir beladır. [48]
ـ4851 ـ6ـ وعن ابْنِ عَمْرِو بْنِ العَاصِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: كَتَبَ اللّهُ مَقَادِيرَ الْخََئِقِ قَبْلَ أنْ يَخْلُقَ السَّموَاتِ وَا‘رْضَ بِخَمْسِينَ ألْفَ سَنَةٍ وَعَرْشُهُ عَلى الْمَاءِ[. أخرجه مسلم والترمذي .
6. (4851)- İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah mahlukatın miktarlarını, semavat ve arzı yaratmazdan elli bin sene evvel, arşı da su üzerinde iken yazdı.” [Müslim, Kader 16, (2653); Tirmizî, Kader 18, (2157).][49]
ـ4852 ـ7ـ وعن أبُو عزة قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا قَضَى اللّهُ تَعالى لِعَبْدٍ أنْ يَمُوتَ بِأرْضٍ جَعَلَ لَهُ إلَيْهَا أوْ قَالَ بِهَا حَاجَةً[. أخرجه الترمذي .
7. (4852)- Ebu Azze anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah bir kulunun bir memlekette ölmesini takdir etti mi, onu oraya -veya orada bulunan bir şeye dedi- muhtaç kılar.” [Tirmizî, Kader 11, (2148).][50]
AÇIKLAMA:
Hadis, kişinin nerede öleceğinin bilinemeyeceğini takrir etmektedir. Kaderinde nerede ölmek varsa, Allah onu o memlekete muhtaç kılmakta veya oraya bir ihtiyaç hasıl etmekte; bu hacetini görmek üzere oraya giden kimse, eceline orada kavuşmakta ve vefat etmektedir. Bu hususu ifade eden ayette Rab Teala “Hiç kimse nerede öleceğini bilmez” (Lokman 34) buyurmaktadır.[51]
ـ4853 ـ8ـ وعن مالِكٍ: ]أنَّهُ بَلَغَهُ أنَّهُ قِيلَ “يَاسٍ: مَا رَأيُكَ في الْقَدَرِ؟. فقَالَ: رَأْىُ ابْنَتِي. يُرِيدُ َ يَعْلَمُ سِرّهُ إَّ اللّهُ. وَكَانَ يُضْرَبُ بِهِ الْمَثَلُ في الْفَهْمِ، وَسَألَهُ رَجُلٌ عَنِ الْقَدرِ فقَالَ: ألَسْتَ تُؤْمِنُ بِهِ؟ قَالَ: بلَى. قَالَ: فَحَسْبُكَ، حَدّثَنِي عَلِيُّ بْنُ حُسَيْنٍ عَنْ أبِيهِ رَضِيَ اللّهُ
عَنْهُما أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَالَ مِنْ حُسْنِ إسَْمِ الْمَرْءِ تَركُهُ مَا َ يَعْنِيهِ، وَبَلَغَهُ أيْضاً أنَّهُ قِيلَ لِلُقْمَانَ: مَا بَلَغَ بِكَ مَا تَرى؟ قَالَ أدَاءُ ا‘مَانَةِ، وَصِدْقُ الْحَدِيثِ، وَتَركى مَا َ يَعْنِينِي[. أخرجه رزين .
8. (4853)- İmam Malik´e ulaştığına göre, İyas İbnu Muaviye´ye,
“Kader hakkında fikrin nedir ” diye sorulmuş da o şu cevabı vermiştir:
“(Benim fikrim) kızımın fikridir!” Bu sözle, onun sırrını ancak Allah´ın bildiğini söylemek istemiştir. İyas, anlayışta darb-ı mesel olmuştu. (Bir gün) bir adam ona kader hakkında sordu:
“Kadere inanmıyor musun ” dedi. Adam:
“Elbette inanıyorum!” deyince:
“Bu kadarı sana yeter! (Fazlası senin için mâlâyanidir). Zîra Ali İbnu Hüseyin, babası (Hz. Ali İbnu Ebi Talib) (radıyallahu anhümâ)´dan bana nakletti ki, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuşlardır:
“Kişinin mâlâyani şeyleri terketmesi, onun Müslümanlığının güzelliğindendir!”
Yine ona ulaştığına göre Lokman´a: “Sende gördüğümüz (bu fazilet)in sebebi nedir ” diye sorulunca şu cevabı vermiştir:
“Emaneti eda, doğru söz ve beni ilgilendirmeyen şeyleri terketmem!” Rezin tahric etmiştir. (Rivayette geçen “Kişinin mâlâyaniyi terketmesi İslam´ının güzelliğindendir” şeklindeki Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu sözü şu kaynaklarda geçer: [Muvatta, Hüsnü Hulk 3, (2, 903); Tirmizî, Zühd 11, (2318, 2319); İbnu Mace, Fiten 12, (2976); Rivayetin sonundaki “Yine ona ulaştığına göre Lokman´a…” kısmı da, Muvatta´da gelmiştir (Kelam 17, 2, 990).][52]
AÇIKLAMA:
Hadiste, Hz. Lokman´ın zikri geçmektedir. Kur´anda zikri geçen bu zatın şahsiyeti, milliyeti, peygamber midir, değil midir, hangi devirde yaşamıştır gibi pekçok yönü ihtilaflıdır. Bazısını Zürkani´den aynen kaydediyoruz. Der ki: “Lokman´ın Habeşi olduğu, Nubi olduğu söylenmiştir. Çoğunluk der ki: “Lokman salih bir kimseydi. Kendisine hikmet verilmiştir, peygamber değildi.” Katade: “Lokman hikmetle nübüvvet arasında muhayyer bırakıldı. O hikmeti tercih etti. Sebebi sorulunca: “Peygamberlik yükünü taşımaktan acze düşerim diye korktum” cevabını verdi” der.
Süheylî der ki: “Babasının ismi Anka İbnu Şirvan´dır: “Başkası: “O, Lokman İbnu Baura İbni Nasır İbni Azer´dir. Hz. İbrahim´in kardeşinin oğlu” der. Vehb, Mübtede´de, “Onun Hz. Eyub´un kızkardeşinin oğlu olduğu”nu zikretmiştir. “Teyzesinin oğlu” da denmiştir. Gerçek olanı, onun Hz. Davud aleyhisselam´ın muasırı olmasıdır. Denir ki: “Lokman (nebi olarak) gönderilmezden önce fetva verirdi.” Hz. İbrahim´in muasırı olduğu da söylenmiştir. “Bin sene yaşamıştır” diyen galata düşmüştür, zira Lokman İbnu Ad´la iltibas etmiştir.” [53]
——————————————————————————–
[1] Eser, Erzurumlu Mehmet Kırkıncı tarafından hazırlanmıştır. (8. baskı, Erzurum Kültür Eğitim Vakfı Neşriyatı, Yaylacık matbaası 1983).
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/537-538.
[3] Alâuddin Aliyyü´l Muttaki İbn-i Hüsâmeddin el-Hindî, Kenzü´l-Ummâl, 1:132.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/538-540.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/541.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/541-542.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/542-543.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/544-545.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/545-546.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/546-547.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/547.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/548-549.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/550.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/5-6.
[15] Bugünün tıbbı, cemolma tabirini derlenme-toparlanma olarak ifade etmektedir. Mevzuun mütehassısı Prof. Dr. Alpaslan Özyazıcı, Hücreden İnsana adlı (6. Baskı, 1979, Yeni Asya Yayınları) kitabında, ceninin ana rahminde geçirdiği safhaları resimlerle anlatırken, bu ilk insan rüşeyminin 6,5 veya 7. günde rahim duvarına yerleştiğini belirtir: “6,5 veya 7. günde ise bu cisim rahim duvarına gömülmeye başlar” der (s.6). Müellif, hadiste gelen 40´ıncı günle ilgili açıklamaların da bugünki ilmî tahkîke uygunluğunu te´yîd eder ve şöyle der: “Buraya kadar anlattığımız, ilk 40 gün, hadiste nutfe safhası olarak ifade edilmiştir. Bu zamana kadar, ekser organların ilk emâreleri belirdiğinden, Peygamberimiz aleyhissalâtü vasselâm´ın buyurduğu derlenip toparlanır tabiri gerçekle tam bir uyum arzetmektedir” (s. 33). Şu halde, sadedinde olduğumuz hadiste, “meninin, kadının her damarında ve uzvunda uçtuğu”na dair ifadedeki, hal-i hazır tıbbî açıklamalara aykırılık, ya İbnu Hacer´in dikkat çektiği ravilerden gelen şahsi bir yorum gözüyle ele alınacak veya -zahir mânayı kabulde müşkilat olma hallerinde âlimlerin başvurduğu te´ville- maksud mânayı arama” cihetine giderek muvafık yeni yorumlara gitmek gerekecektir. Tıbbın bu bahislere, zaman içinde, yeni buudlar ve zengin yorumlar getirebileceği de ihtimalden uzak tutulmadan rivayete mülayim yaklaşılmalıdır.
[16] İfadenin aslı aynen şöyle: وزعم كثير من اهل التشريح ان مني الرجل اثر له في الولد ا في عقده وأنه انما يتكون من دم المحيض واحاديث الباب تبطل ذلك
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/6-13.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/13-17.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/17.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/17-19.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/19.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/19.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/20.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/20.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/20-21.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/22.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/22-23.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/23.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/23-24.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/25.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/25-26.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/26.
[33] Bu üç hadisten birincisi 4843´te kaydettiğimiz hadistir. İkincisi “Resûlullah´a müşrik çocuklarından sorulmuştu: “Ne yapacaklarını Allah iyi bilir” diye cevap verdi” meâlindeki Ebu Hureyre hadisi, üçüncüsü de her çocuğun (İslâm) fıtratı üzerine yaratıldığını beyan eden hadistir.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/26-28.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/29.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/29-31.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/31.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/32-33.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/33.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/34.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/34-35.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/35.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/35.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/35-36.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/36.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/36-37.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/38.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/38.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/39.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/39.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/39.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/40.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 14/40. –