Umumî Açıklama:
Hased ile gıbta birbirine benzeyen zıd hasletlerdir. Tıpkı tevazu ile tezellül, vekar ile tekebbür, israf ile cömertlik, iktisad ile cimrilik gibi. Bunlar zahirde bir benzerlik taşısalar da hakikatte zıttırlar, biri memduh, diğeri mezmumdur.[1]
TARİFİ:
Hased, Râğıb´ın açıklamasına göre nimet verilmiş olan kimseden o nimetin zevalini istemek, yani nimetin yok olarak o kimsenin mahrum kalmasını temenni etmektir. Bazı âlimler “kişinin bu nimete, kendisinin sahib olmasını temenni etmesidir” diye tarif etmiştir. Gerçek o ki, hased her iki mânaya da şâmildir.[2]
MAHİYETİ
Hasedin sebebi, insan fıtratından gelir. Normalde, insanoğlu, kendi hemcinslerine karşı üstün olmak arzusu ile mecbul yaratılmıştır. Bu his gereklidir ve belki de birçok beşerî terakkinin zenbereğidir. İnsanın bu fıtrî meyli bir kusur değil bilakis bir imtiyazdır. Ancak bunun akıl ve irade ile hadd-i vasatta tutulması gerekmektedir. Hadd-i vasattaki üstünlük sevgisi ise “gıbta”dır. Bu, başkasında olan nimetin kendinde de olmasını temenni etmektir. Gıbtada, başkasının o nimetten mahrumiyetini temenni yoktur. Halbuki hased, kendisinde olmayan nimeti başkasında görünce, onun bu nimetten mahrum kalarak kendi seviyesine düşmesini istemektir.
Görüldüğü üzere, karşı tarafın mahrumiyeti ile kendisinin yükselmesi veya en azından eşitlenmesini istemek (hased) ile, ondaki nimete sahip olarak ona yetişmeyi veya onu geçmeyi temenni etmek arasında büyük fark mevcuttur. Gıbta mü´minin, hased münafığın vasfıdır.
Elmalılı merhum, hased mevzuunda şu kıymetli açıklamayı yapar: “Hasedde asl olan mâna, bir nimetin, bir faziletin, bir kemalin, sahibinden zevalini (yok olmasını) arzu etmek, kendisine geçmesini gerek istesin, gerek istemesin başkasında bulunmasını mutlaka çekememektir. Öyle ki, “onunki onda dursun da sana da verelim” deseler memnun olmaz, keşke onunki mutlaka gitse de kendisine hiçbir şey verilmese bile hoşlanır. Bahusus hased olunan nimet, hasid tarafından gasbolunmak kabil olmayan fezail-i zâtiyye ve kemâlât-ı nefsiyye kabilinden olursa hasid o zaman bütün bütün fazilet düşmanı kesilir ve onu kendine tahvil edemediğinden dolayı mahsudunu (çekemediği kimseyi) bi- gayr-ı hakkın (haksız olarak) mutlak imha etmekle müteselli olmak ister el-iyazu billah.
Hülâsa, hasid, kendinin onmasını değil, diğerinin onmamasını ister… Şer olan hasedin asıl mânası, bakşasında bir nimet görmekten müteezzi (rahatsız) olup onun zevalini istemektir ki bizim çekememezlik tâbir ettiğimiz, bir takımlarının zannettiği ve hayli şâyi olduğu vechile kıskançlık demek değildir. Kıskançlık bazan hased demek dahi olursa da daha ziyade Arapça´da gayret tâbir olunandır… Mesela erkeğin karısını başkasından kıskanması, kezalik karının kocasını başkasından kıskanması hased değil, “gayret” ve “hamiyet”tir, bu memduhtur.[3]
HASEDİN ZARARLARI:
Bu mezmum ahlâk önce haside zarar verir. Başkasında gördüğü her nimet onu rahatsız eder. Ancak asıl büyük zarar, hasedcinin böyle bir hissi içinde taşımakla yetinmeyip, arzusunu gerçekleştirmek üzere, onun gereği olan hile, söz ve fiillere yer vererek faaliyete geçmesiyle hasıl olur. Bilindiği gibi Felâk sûresinde “hasedcinin hased ettiği zamanki şerrinden Allah´a sığınmak” emredilmiştir. Yani hasedci kimse, içinde geçen hased ve çekememezlik duygularının muktezasını gerçekleştirmek için harekete geçtiği takdirde son derece zararlı olabilmektedir. Zîra böyle habis nefislerin göze almayacağı kötülük, başvuramayacağı hile ve habâset yoktur. Mezkur sûre, hased duygusunun, kişinin içinde kaldıkça sâhibinden başka kimseye zarar vermeyeceğini de dolaylı olarak ifade etmektedir.[4]
HASEDİN ÇARESİ:
Bir mü´mine yakışan, hased hissi içinde doğduğu zaman, bundan nefret edip defetmeye çalışmaktır, tıpkı haram şeyleri yapmak hissi içinden geçince yaptığı gibi. Bu duyguyu tedavi hususunda Bediüzzaman merhum şu tavsiyede bulunur: “Hasid adam hased ettiği şeylerin âkibetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattır. Faidesiz az, zahmeti çoktur. Eğer, uhrevî meziyetler ise, zâten onlarda hased olmaz. Eğer onlarda dahi hased yapsa, ya kenisi riyâkârdır; ahiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahud mahsudu (hased ettiği kimseyi) riyâkâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.
Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup kader ve rahmet-i İlâhiye´ye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor, âdeta kaderi tenkid ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkid eden başını örse vurur kırar. Rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır.”[5]
MEŞRU HASED:
Son olarak bir noktaya daha parmak basmak isteriz. İslâm uleması, bazı kimselere karşı hasedin meşru olabileceğini söylemiştir. Onlar kâfirlerle, mazhar oldukları nimetleri, Allah´a isyan ve birkısım günah işlerde harcayan fasıklardır. Bunların ellerindeki nimetten mahrum kalmalarını temenni etmek günah değildir.[6]
ـ1ـ عن ابن مسعود رضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسُولُ اللّهِ #: َ حَسَدَ إَّ في اثنَتَيْنِ رَجُل آتَاهُ اللّهُ الحِكْمَةَ فَهُوَ يَقْضِى بِهَا وَيُعَلِّمُهَا، وَرَجُل آتَاهُ اللّهُ مَاً فَسَلّطَهُ عَلى هَلَكَتِهِ في الحَقِّ[. أخرجه الشيخان .
1. (1662)- İbnu Mes´ud (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Şu iki kişi dışında hiç kimseye gıbta etmek caiz değildir: Biri, Allah´ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse. Diğeri de Allah´ın kendisine verdiği malı hak yolda sarfeden zengin kimse.” [Buhârî, İlm 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ´tisam 13; Müslim, Salâtu´l-Müsâfirin 268, (816).][7]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste gıbta diye tercüme ettiğimiz kelimenin aslı haseddir. Ancak, Umumî Açıklama kısmında belirttiğimiz üzere, hased kelimesi zihnimizde öncelikle mezmum olan mânaları uyandırdığı için, tercümede o kelimeyi kullanmamayı uygun bulduk. Zaten hased, Arapça´da mecazi olarak gıbta mânasında da kullanılmaktadır. Öyle ise, sadedinde olduğumuz hadiste, hased, “gıbta” mânasını taşımakta ve: “İki kişiye Allah´ın verdiği nimetin kendinize de verilmesini temenni etmeniz caizdir..” diye anlaşılması gerekmektedir. Maamafih müteakip hadiste, hased kelimesinin kullanılmasıyla ilgili bir başka te´vil kaydedeceğiz.
Meşru kılınan bu temenni, başkasındaki nimetin zevalini temenni etmemek şartıyla kayıtlıdır. Bu hususta gösterilecek hırsa, Arapça´da münafese denir, dilimizde yarışmak diyebiliriz. Münâfese, ibâdet hususunda memduhtur, zîra âyette: وَفِى ذَلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ “İyi şeyler için yarışanlar, bunun için yarışsınlar” (Mutaffifîn 26) buyurulmuştur. Ma´siyette yarış mezmumdur. Caiz olan amellerde yarış mübahtır. Bu noktadan hadisi şöyle kayıtlamak uygun görülmüştür: “Bu iki hususta yapılacak gıbtadan daha efdal, daha büyük gıbta yoktur.”
2- Mezkur iki nimetten biri hikmet, diğeri maldır. Ancak her ikisi de Allah yolunda sarfediliyorsa memduhdur, gıbtaya değmektedir. Nefis ve şer hesabına kullanılacak malın da, ilmin de kişiye getireceği ziyade bir sorumluluk olduğu için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bunun temennisini tavsiye etmiyor.
3- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, cevazı sadece iki nimetle sınırlamasına gelince: Allah için îfa edilen taatler, ya bedenîdir, ya malîdir, yahut bunlardan birinin yerine geçecek bir şeydir. Hadiste, bedenî olan hikmet, hikmetle hüküm ve hikmetin öğretilmesi ile işaret edilmiştir. İbnu Ömer´den kaydedeceğimiz müteakip hadiste, bu husus biraz farklı kelimelerle ifade edilmiştir: “…Allah bir kimseye Kur´an vermiştir, o da onu gece ve gündüz ikâme eder.” Ulemâ “ikame”yi “namazın içinde ve dışında okumak, onunla amel etmek, onu öğretmek, muktezasıyla hüküm ve fetva vermek..” şeklinde anlar ve sadedinde olduğumuz vechi ile bu vechi arasında fark görmez.
Hadisin başka vecihleri de var.
4- Hadisin başka sahabeler tarafından rivayet edilen vecihlerinde farklı ziyadeler var. Bunlara göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu sözünü işiten bir adam: “Keşke bana da falancaya verilen kadar mal verilmiş olsaydı da ben de onun gibi hayır ameller işleseydim” temennisinde bulunur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu temenniye : “Hak yolda amel edenlerle, hak yolda amel etmeyi temenni edenlerin sevapta eşit olacaklarını” belirterek cevap verir:
عَبْدٌ رَزَقَهُ اللّهُ عِلْمًا وَلَمْ يَرْزُقهُ مَاً فَهُوَ صَادِقُ النّيَّةِ يَقُولُ لَوْ اَنَّ لِى مَاً لَعَمَلْتُ مِثْلَ مَا يَعْمَلُ فَُنٌ فَاَ جْرُ هُمَاسَوَاءٌ
“Allah bir kimseye ilim verir ve fakat mal vermezse, bu kimse sıdk ile “Benim malım olsaydı falanca gibi hayırda harcardım” diye temenni etse, her ikisi sevapta eşit olur.” Keza bir başka hadiste de: اَلطَّاعِمُ الشَّاكِرُ كَالصَّائِمِ الصَّابِرِ
“Şükreden yiyen, sevapca, sabreden oruçlu gibidir” buyurmuştur.[8]
ـ2ـ وعن ابن عمر رضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]سَمِعْتُ رسولَ اللّهِ # يَقُولُ: َ حَسَدَ إَّ عَلى اثْنَتَيْنِ: رَجُل آتَاهُ اللّهُ القُرآنَ، فَهُوَ يَقُومُ
بِهِ آنَاءَ اللَّيْلِ وَآنَاءَ النَّهَارِ، وَرَجُل أعْطَاهُ اللّهُ تَعَالى مَاً فَهُوَ يُنْفِقُهُ آناءَ اللَّيْلِ وَآنَاءَ النَّهَارِ[. أخرجه الشيخان والترمذى .
2. (1663)- İbnu Ömer (radıyallâhu anhümâ) anlatıyor: “İki kişiye karşı hased caizdir: Birincisi o kimsedir ki, Allah kendisine Kur´ân-ı Kerim´i nasib etmiştir, o da onu, gece ve gündüz boyu ikame eder. İkincisi de o kimsedir ki, Allah Teâla ona mal vermiştir de o da gece ve gündüz (hak yolda) infak eder.” [Buhârî, Fedâilu´l-Kur´ân 20, Tevhid 45; Müslim, Müsâfirin 266 (815); Tirmizî, Birr 24, (1937).][9]
AÇIKLAMA:
1- Hased ve gıbta kelimelerinin kullanılışları ve aralarındaki farkla ilgili açıklama daha önce geçtiği için burada o hususlara temas etmeyeceğiz. Ancak, burada hased kelimesinin kullanılmış olmasıyla ilgili İbnu Hacer´in serdettiği bir te´vili kaydetmek isteriz. Der ki: “…Yahud da hased kelimesi, iki hasletin tahsiline teşvik hususunda mübâlağa için kullanılmıştır. Sanki şöyle denmektedir: Bu iki haslet, sadece mezmun bir yolla tahsil edilebilecek olsa bile, onlardaki fazilet sebebiyle, onların bu mezmum yoldan tahsili sevablı ise bunların meşru ve memduh yoldan tahsilleri ne kadar sevablı olur! Bu teşvik şu âyetin üslûbuna uygunluk arzetmektedir: فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتُ “Hayırlı işlerde birbirinizle yarışın…” (Bakara 148). Zîra, “yarış”ın hakikati , arzu edilen şeyde başkasının önüne geçmektir.”
2- Kur´an´ın ikamesi, önceki hadisin açıklanmasında geçtiği üzere, Kur´ân´la -hem okuyarak, hem de onun emirlerini yerine getirerek- ameldir.[10]
ـ3ـ وعن أبى هريرة رضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّهِ #: إيَّاكُمْ وَالحَسَدَ، فإنَّهُ يَأْكُلُ الحَسَنَاتِ كَمَا تَأكُلُ النَّارُ الحَطَبَ، أوْ قالَ العُشْبَ[. أخرجه أبو داود .
3. (1664)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Hasedden kaçının. Çünkü o, ateşin odunu -râvi dedi ki: Veya kuru otu- yiyip tükettiği gibi, bütün hayırları yer tüketir.” [Ebu Dâvud, Edeb 52, (4903).] [11]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Mâce´de Enes (radıyallâhu anh)´ten rivayet edilen bir hadis şöyledir: “Hased hasenatı yer tüketir, tıpkı ateşin odunu yiyip tükettiği gibi. Sadaka da hataları söndürür, tıpkı suyun ateşi söndürmesi gibi.”
2- Hasedden kaçınmak, başkasının malı mevkii vs. dünyevî bir şeyinde çekememezliğe düşmemek demektir. Uhrevî umurda gıbta caiz ise de dünyevî umurda hased câiz değildir. Çünkü, hased, hasidi mahsud hakkında gıybete ve yıkıcı gayretlere sevkederek zulme ve haksızlığa atar. Gıybet, zulüm ve haksızlık ise bunları yapanın hasenatının yok olmasına müncer olur. Bütün bu durumlar mahsudun nimetçe, sevabça artmasına, hasidin de hüsran ve zararlarda batmasına sebep olur. Böylelerinin durumu âyet-i kerimede: خَسِرَ الدُّنْيَا وَاْŒخِرَةَ “Dünyayı da âhireti de kaybeder” (Hacc 11) diye ifade edilmiştir.[12]
ـ4ـ وعن الزبير رضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول للّه #: دَبَّ إلَيْكُمْ دَاءُ ا‘مَمِ قَبْلَكُمُ: الحَسَدُ وَالْبَغْضَاءُ، وَهِىَ الحَالِقَةُ)ـ1(، أمَا إنِّى َ أقُولُ تَحْلِقُ الشَّعْرَ، وَلكِنْ تَحْلِقُ الدِّينَ، وَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ َ تَدْخُلُونَ الجَنَّةَ حَتَّى تُوْمِنُوا، وََ تُؤْمِنُوا حَتَّى تَحَابُّوا، أَ أدُّلُّكُمْ عَلى مَا تَحَابُّونَ بِهِ؟ أفْشُوا السََّمُ بَيْنَكُم[. أخرجه الترمذى .
4. (1665)- Hz. Zübeyr (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Size ümem-i kadime hastalığı sirayet etti: Bu, hased ve buğzdur. Bu kazıyıcıdır. Bilesiniz; kazıyıcı derken saçı kazır demiyorum. O dini kazıyıcıdır. Nefsimi kudret elinde tutan Zât-ı Zülcelâl´e yemin ederim, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi sevmeye yardımcı olacak şeyi haber vereyim mi: Aranızda selâmı yaygınlaştırın.” [Tirmizî, Sıfatu´l-Kıyâme 57, (2512).][13]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) önceki ümmetlerin yıkılmasına sebep ______________ )ـ1( الحالقة: الخصلة التي من شأنها أن تحلق: أي تهلك وتستأصل الدين كما يستأصل لموسى الشعر.
olan içtimâî bir marazı dâu´l-ümem diye isimlendiriyor. Bu hastalık hased ve buğzdur. Bazı şârihler bunu, eski milletlerin âdeti diye anlarlar.
2- İmandan murad hem Allah´a inanmak, hem de peygamberlerin getirdiklerine inanmakdır. Cennette götürecek hakikî iman budur. Değilse sırf Allah inancı veya Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in getirdiğinin bazısına inanıp bazısını reddetmek veya şüpheyle karşılamak, kişiyi kurtuluşa götürmez.
3- Selâm, karşılıklı muhabbetin mühim âmillerinden biridir. Zîra selâmlaşmalar kalplerdeki kırgınlıkları bertaraf ettiği gibi muhabbeti de uyandırmaktadır.Selâmla ilgili geniş açıklama 3376-3390 numaralı hadislerde gelecek. [14]
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/321.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/321.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/321-322.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/322.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/322-323.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/323.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/323.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/323-324.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/325.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/325.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/325.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/326.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/326.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/326-327. –