ALTINCI BAB
VAKFELER VE İFÂZA
Bu babta üç fasıl var
BİRİNCİ FASIL
VAKFELER VE HÜKÜMLERİ
*
İKİNCİ FASIL
İFÂZA
*
ÜÇÜNCÜ FASILARAFAT VE MÜZDELİFE´DE TELBİYE
BİRİNCİ FASIL
VAKFELER VE HÜKÜMLERİ (UMÛMÎ BİLGİLER)
Vakfe: Kelime olarak durmak demektir. Hacc ıstılahı olarak, haccın farz olan iki rüknünden birini ifâde eder. Zîra haccın iki rüknü vardır. Arafat vakfesi ve ziyaret tavafı. Tavafla ilgili rivayetler ikinci fasılda (1366-1413 numaralar arasında kalan hadisler) gördük.
Bu fasılda vakfe ile ilgili hadisleri göreceğiz. Hemen belirtmek isteriz ki, hacc ibadetinin iki vakfesi vardır.
1- Arafat vakfesi: Bu rükündür. Vakfe deyince ilk akla gelen budur. Bu, herhangi bir sebeple eksik olursa hac sahih olmaz, müteâkip yılda yenilenmesi gerekir.
2- Müzdelife vakfesi; Bu rükün değildir, vacibtir. Herhangi bir sebeple eksik olduğu takdirde, kurban keserek hacctaki eksiklik giderilebilir, haccın müteakip yılda iadesi gerekmeyebilir.
Arafat vakfesinin sahih olması için üç şart vardır:
a) İhramlı olmak,
b) Arafat sınırları içinde yapmak,
c) 9 Zilhicce günü zevâl vaktinde yani güneşin öğlede tepe noktasına ulaşma ânından 10 Zilhicce günü fecr-i sâdıkın zuhuruna, yani tan yerinin ağarmasına kadar olan vakittir.
* Bu vakit içinde Arafat´ta bulunmak esastır: Şuur, niyet, bilgi aranmaz.Yani baygın veya uyku hâlinde de bulunulsa vakfe yapılmış olur.
* Arefe günü Arafat´a varanların, güneşin batmasına kadar Arafat sınırları içerisinde orada kalması vâcibtir.
Müzdelife vakfesinin sahih olması da önce ihramlı olmaya bağlıdır. İkinci şartı Arafat vakfesini yapmış olmak, üçüncü şartı, bu vakfeyi Müzdelife hudutları içinde yapmak; son şartı da vakti içinde yapmaktır. Hanefî mezhebinde vakti bayram sabahı, yani 10 Zilhicce günü tan yerinin ağarmaya başlamasından güneşin doğmasına kadar olan müddettir. Bu vakfede de niyet, ilim, şuur aranmaz, söylenen zaman sınırı içinde az da olsa bir müddet Müzdelife hududları dahilinde bulunmaktır.[458]
ـ1ـ عن عائشة رَضِىَ اللّهُ َعَنْها قالت: ]كَانَتْ قُرَيْشٌ وَمَنْ دَانَ دِينَهَا يَقِفُونَ بِالْمُزْدَلِفَةِ وَكَانُوا يُسَمُْونَ الحُمْسَ، وَكانَ سَائِرُ الْعَرَبِ يَقِفُونَ بِعَرَفَةَ: فَلَمَّا جَاءَ ا“سَْمُ أمَرَ اللّهُ تَعالى نَبِىّهُ # أنْ يَأتِىَ عَرَفَةَ فَيَقِفَ بِهَا ثُمَّ يَفِيضَ مِنْهَا. وذلِكَ قَوْلُهُ تَعالى: ثُمَّ أفِيضُوا مِنْ حَيْثُ أفاضَ النَّاسُ[. أخرجه الخمسة .
1. (1414)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Kureyş ve onun dinine mensub olanlar, (cahiliye devrinde) Müzdelife´de vakfe yapıyorlardı ve kendilerine hums denilirdi. Diğer Araplar ise Arafat´da vakfe yapıyorlardı. İslâm dini gelince, Cenâb-ı Hakk, Peygamberine (aleyhissalâtu vesselâm), Arafat´a gidip orada vakfe yapmalarını, sonra da oradan topluca ayrılmalarını emretti. Şu âyet bu hususu beyan eder: “Sonra, insanların toplu olarak akın ettiği yerden siz de akın edin…” (Bakara 199). [Buhârî, Tefsir, Bakara 35, Hacc 91; Müslim, Hacc 152, (1219); Tirmizî, Hacc 53, (884); Ebû Dâvud, Menâsik 58, (1910); Nesâî, Hacc 202 (5, 255).][459]
AÇIKLAMA:
1- Müzdelife: Hacc menâsikinin cereyan ettiği mühim âlemlerden biridir. Arafat´la Mina arasında yer alan dar bir bölgedir. “Muhassar vadisi ile Me´zemeyn arasında kalan yer” diye de tarif edilir.
Bu bölgeye Müzdelife denmesinin sebebi ihtilâflıdır. Bâzı âlimler, içtimâ (toplanma, biraraya gelme) mânasındaki izdilâf´tan geldiğini söylemiştir. İzdilâf için, iktirab yani “yakınlaşma”dır diyen de olmuştur. Orası Allah´a yaklaşma yeridir. Bazıları Arafat´tan sökün eden (ifâza yapan) hacıların Mina´da izdilâfı (birleşmeleri) sebebiyle bu ismin verildiğini, bâzıları Hz. Havva ile Hz. Âdem´in burada birleşmeleri sebebiyle bu ismin verildiğini söylemiştir. Bu mânada olmak üzere, yani Hz. Havva ile Âdem´in birleşme yeri mânasında Müzdelife´ye Cem´ dahi denmiştir. Hadislerde sıkca Müzdelife´nin Cem´ ismiyle zikredildiğine rastlarız.
Bir başka görüşe göre kelimenin kökü olan zülfet, “kurbet” yani yakınlık mânasına da gelir. Hacılar bu yerde Harem bölgesine yaklaştıkları için Müzdelife “yaklaşma yeri” denmiştir. Nitekim burası Harem´le Arafat arasında hudud noktasındadır.
Şu da söylenmiştir: “Hz. Âdem (aleyhisselam), cennetten yeryüzüne indiği zaman, Hz. Havvâ ile, Arafat´ta tanışıncaya kadar yakınlık kuramadı. Orada tanışıp, Müzdelife´de birleştiler. Bu sebeple oraya Müzdelife ve Cem´ denmiştir.”
Müzdelife, Arafat vakfesinden sonra orayı terkeden hacıların geceyi geçirecekleri ve namaz kılıp dua edecekleri yerdir. Kur´ân-ı Kerîm´de zikri geçen Meş´ar-ı Haram da buradadır. Arafat vakfesinden sonra burada vakfe yapmak vâcibtir. Arafat´tan gelen hacılar akşamla yatsıyı burada cem-i tehirle kılarlar. Bayramın birinci gününün sabah namazı da burada kılınır. Sabahtan sonra Mina´ya geçilir. Muhassir deresi, Müzdelife´ den sayılmaz, bu sebeple orada yapılan vakfe makbul değildir.
2- Meş´aru´l-Harâm: Müzdelife hududu içerisinde yer alan Kuzeh dağında bir tepenin adıdır. Kur´ân-ı Kerimde: فَإِذَا اَفَضْتُمْ مِنْ عَرَفَاتٍ فَاذكر وا اللّهَ عِنْدَ الْمَشْعَرِ الحرام “Arafat´tan (seller gibi) boşanıp akdığınız zaman Meş´ar-i Haram´ın yanında Allah´ı zikredin…” şeklinde zikri geçen mübârek parçadır. Bazı âlimler Cem´ ve Müzdelife diye isimlenen bölgenin tamamına Meş´aru´l-Harâm dendiğini kabul eder.
Kuzeh üzerindeki bu tepenin üzerinde üstüvânî (silindirik) taştan bir alâmet mevcuttur, buna Mikâde denir. Evvelleri, burada ocaklarda odunlar yakılarak, Harun Reşîd zamanında büyük mumlar, daha sonraları da iri kandiller yakılarak işâretleme işi yerine getirilmiştir. Günümüzde buralara bina yapılmıştır ve her çeşit işaretlemelerin yerini elektrik lambaları almıştır.
Müzdelife´de hacılar, Mina´da şeytan taşlamak üzere küçük çakıl taşları toplarlar.
3- Mina: Haccın mühim menasikinden bir kısmının icra edildiği bir yerdir. Müzdelife ile Mekke arasında yer alır, Harem bölgesine dahildir. Müzdelife vakfesinden sonra hacılar arefe günü, sabah namazından sonra buraya gelirler. Burada kurban kesip ihramdan çıkarlar ve traş olurlar. Şeytan taşlama yerleri de buradadır. Bunlar bâzı şartlarda haccın vâcib olan menâsikine girmesi sebebiyle Mina´nın haccdaki ehemmiyetini gösterirler.
Buraya Mina denmesi, kurban kesilerek kan akıtılmasındandır. Hz. İsmail´e bedel koçun burada kesildiği kabul edilir. Zîra Mina, kelime olarak, (kan) akıtmak mânasındadır. Mamâfih temennî kelimesi de aynı kökten gelir ve Mina´da temenni etmek (takdir etmek) mânası da mevcuttur. Hazreti Âdem (aleyhisselam), cenneti burada temenni ettiği için bu ismi aldığı da söylenmiştir.
Terviye gününü arefe gününe bağlayan gece ile, bayram gecelerini burada da geçirmek sünnettir.[460]
ـ2ـ وفي رواية: ]قالت عائشة رَضِىَ اللّهُ َعَنْها الحُمْسُ: هُمُ الذينَ أنْزَلَ اللّهُ تَعالى فِيهِمْ: ثُمَّ أفِيضُوا مِنْ حَيْثُ أفَاضَ النَّاسُ: قالتْ: وَكَانَ النَّاسُ يُفِيضُونَ مِنْ عَرَفاَتَ، وَالحُمْسُ مِنْ مُزْدَلِفَةَ، يَقُولُونَ َ نُفِيضُ إَّ مِنَ الْحََرَمِ. فَلَمَّا نَزَلَتْ: ثُمَّ أفِيضُوا مِنْ حَيْثُ أفَاضَ النَّاسُ رَجَعُوا إلى عَرَفَاتَ[ .
2. (1415)- Bir diğer rivayette Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) der ki: “Hums: Allahu Teâlâ hazretlerinin, haklarında: “Sonra, insanların toplu olarak akın ettiği yerden siz de akın edin” (Bakara 199) âyetini indirdiği kimselerdir.”
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) devamla şu açıklamayı yaptı: “İnsanlar Arafat´ta (vakfe yaparak oradan) boşanırlardı. Hums olanlar ise, Müzdelife´de (vakfe yaparak oradan) boşanırlar ve: “Biz ancak Harem´den akın ederiz” derlerdi. Ancak, “Sonra, insanların toplu olarak akın ettiği yerden siz de akın edin” (Bakara 199) meâlindeki âyet nâzil olunca, onlar da, (vakfe için) Arafat´a çıktılar.”[461]
ـ3ـ وذكر رزين رواية. قال: ]كَانَتْ قُرَيْشٌ وَمَنْ دَانَ دِينَهَا وَهُمُ الحُمْسُ يَقِفُونَ بِالْمُزْدَلِفَةِ وَيَقُولُونَ نَحْنُ قَطِينُ اللّهِ تَعالى: أىْ جِيرَانُ بَيْتِ اللّهِ تَعالى، فََ نَخْرُجُ مِنْ حَرَمِهِ، وَكاَنَ يَدْفَعُ بِالْعَرْبِ أبُو سَيَّارَةَ عَلى حِمَارٍ عَرَبٍّى مِنْ عَرَفَةَ[.»الحُمْسُ« قريش: سُمِّيت بذلك لشجاعتها وشدتها.
3. (1416)- Rezîn de bir rivayet ilâve etmiştir: “Kureyş ve onun dininde olanlar -ki bunlar Hums denen zümredir- Müzdelife´de vakfe yapıyorlar ve: “Biz, Allahu Teâla´nın katîniyiz yani Beytullah´ın komşularıyız, biz O´nun Harem´inden dışarı çıkmayız” derlerdi. Ebu Seyyâre, Arabı, (semeresiz) bir Arap eşeğinin üzerinde Arafat´tan indirdi.[462]”[463]
AÇIKLAMA:
Kaydedilen üç rivayet, müştereken bir hususu açıklıyorlar: “Cahiliye devrinde Kureyşliler ve Kureyş´e uyanlar, Arafat vakfesine çıkmayıp, Müzdelife vakfesiyle yetiniyorlardı. Bu davranışlarıyla diğer bir kısım Arap kabilelerinden ayrılıyorlardı. Bu meseledeki ayrılıklarını ifâde için kendilerine Hums diyorlardı. İslâm gelince bu ayrılık kaldırılıyor, Arafat vakfesi herkese farz kılınıyor.
Şu halde burada açıklanacak birkaç nokta var:
1- Hums: Lügat olarak ahmes´in cem´idir. Ahmes sert yer mânasına gelir. Dilimizdeki hamâset de bu kökten gelir. Sıkı bağlılık, salâbet mânasında bir kelimedir. Kureyş kabilesi, kendilerini daha dindar, dinlerine daha salâbetle bağlı bildikleri için kendisine hums demiştir.
Mücahid´in açıklamasına göre: “Hums Kureyş ve Kureyş´in yolunda giden kabilelerdir: Evs, Hazrec, Huzâa, Sakîf, Gazevân, Benî Âmir, Benî Sa´saa, Benî Kinâne.”
Arapça´da hums, “şiddetli” demektir. Kureyşliler nefislerine şiddetli davrandıkları için kendilerini hums diye isimlendirdiler. Burada kastedilen şiddet şudur: Onlar hacc veya umre için ihrama girdikleri vakit et yemezler, yün ve kıldan yapılmış çadırlarda oturmazlar, Mekke´ye gelince üstlerindeki elbiseyi atarlardı.
İbnu İshak´ın açıklamasına göre, Kureyş hums meselesini Fil Vak´ ası sıralarında (önce veya sonra) ortaya atmıştır.
Kureyş´in Arafat vakfesi ile oradan yapılan ifâzayı (kitle halinde boşanma) terketmeleri de hums düşüncesiyle alâkalıdır. Çünkü, kaydettiğimiz rivayetlerde âyet-i kerimenin bile kendilerine hums deyip de Arafat´a çıkmayanlar hakkında geldiği belirtilmekte, onların da “herkesin ifâza yaptığı yerden ifâza yapmalarını” emrettiğini belirtmektedir. Herkesin ifâza yaptığı, yani vakfe biter bitmez toptan kitle halinde Müzdelife´ye akın ettikleri yer Arafat´tır. Şu halde, ikinci hadiste Hz. Aişe, mezkûr âyetten sonra kendilerine hums diyerek Arafat´a çıkmayanların, bu âyetten sonra vakfe için Arafat´a kadar çıktıklarını belirtir. Bunlar Kureyş ve ona uyanlardır.
2- İfâza: Kelime olarak, suyu taşıra taşıra dökmek mânasına gelir. Su taşkını mânasına kullandığımız feyezân da bu köktendir. Öyle ise Arafat vakfesi veya Müzdelife vakfesi biter bitmez binlerce, yüz binlerce hacının bir anda sökün edivermesi hâdisesi ifâza ile ifâde edilmiştir. Sökün etmek, boşanmak, akın etmek, taşmak gibi değişik kelimelerle bu mânayı ifade edebiliriz.
3- Üçüncü rivayette geçen katîn, bir evin sâkini, evde oturan demektir. Katînullah, Beytullah´ta sâkin olan, Beytullah´ın yerlileri demektir. Bu tâbir, câhiliye devrinde Mekkelilerin kendilerini diğer Araplara nazaran üstün ve imtiyazlı gördüklerinin ifadesi olmaktadır. “Biz Allah´ın Harem´inden dışarı çıkmayız” tâbiri, Arafat´ı onların da Harem´in dışında saydıklarını göstermektedir.
Rezîn´in ilâve ettiği üçüncü rivâyet, aynı lafızlarla olmasa da, mâna cihetiyle Tirmizî´de rivâyet edilmiştir (883. hadis). Ancak, Rezîn, rivayetin sonuna Tirmizî´de yer almadığı halde Müslim´de (Hacc 148) kaydedilen -açıklayıcı- bir ilâvede bulunmuştur: “Ebu Seyyâre Arabı, (semersiz) bir Arap eşeğinin üzerinde Arafat´tan indirdi.” Ebu Seyyare, darb-ı mesel olmuş bir şahıstır, kırk yıl çıplak eşeğinin üzerinde Arafat´tan Müzdelife´ye hacıların ifâzasını sağladığı Meydânî´de belirtilir. Bundan maksad, muhtemelen vakfe müddeti tamamlanınca ilk defa Arafat´tan yola çıkarak, bütün hacı kâfilesinin ifâzaya (sökün etmeye) başlamasını sağlamaktır. Bu işi üst üste kırk yıl yapması, eşeğinin sıhhat yönüyle dikkat çekip ün yapmasına ve bir şeyin sıhhatinin sağlamlığını belirtmek için: “Ebu Seyyâre´nin eşeğinden de sıhhatli” şeklinde bir tâbirin atasözü hâline gelmesine vesîle olmuştur. Meydânî´nin bir kaydı, Ebû Seyyâre´nin nüfuzlu, itibarlı, müessir bir şahıs olduğunu ifade eder. Der ki: “Ebu Seyyâre, diyetin yüz deve olmasını ilk sünnet kılan kimsedir.”
4- Arafat: Arafe kelimesinin çoğuludur, Arafe olarak da kullanılır. Arafat hacc menâsikinde mühim yer tutan bir mevkiin adıdır. Daha önce belirtildiği üzere haccın iki ana rüknünden biri Arafat´da vakfedir. Arafat, Mekke´ye 12 mil mesafede bir dağın adıdır. Civarındaki diğer dağlara nazaran daha yüksektir. Hacılar arefe günü orada vakfeye dururlar. Zilhicce´nin sekizinci günü, hacıların Mekke´den hareket günüdür ve terviye (kana kana su içme) günü denir. Dokuzuncu günü ise Arafat´da vakfe günüdür ve arefe günü denir.
Arafat kelimesi arefe kelimesinin cem´idir, yani çoğul şekli. Ancak bu dağa nasıl isim olmuş, hangi kök kelimeden türetilmiş bu hususlar münâkaşalıdır.
* Bazı âlimler, tanımak mânasına gelen ma´rifet´ten,
* Bazı âlimler, i´tiraf´tan,
* Bazı âlimler güzel koku mânasına arf´ten geldiğini söylemiştir.
Ancak bu ihtimallerin herbiri, Arafat dağının bir hasletini, ehemmiyetini belirtme sadedinde hakkında vâki olan tavsifleri te´yid eder. Şöyle ki:
* Hz. Havva ile Hz. Âdem, cennetten çıkarıldıktan sonra burada birleşip birbirlerini tanımışlardır.
* Hz. İbrahim (aleyhisselam) burayı görünce önceden kendisine yapılan tavsife uygun bularak derhal tanımıştır.
* Yine Hz. İbrahim, Cebrâil´in öğretmesiyle hacc menâsikini ilk defa burada tanıyıp öğrenir.
* Hz. İsmâil, annesinden bir müddet ayrıldıktan sonra burada buluşup tanışırlar.
* Hacılar burada topluca biraraya gelip tanışırlar.* Hacılar burda vakfe ile, Hakk Teâlâ´nın rububiyet ve celâlini tanıyıp kendi acz ve zaaflarını, meskenet ve hakirliklerini itirâf ederler.
* Hacılar, burada, makbul olan tevbeleri, istiğfar ve duaları sonunda geçmiş günahlarından arınarak cennete lâyık mânevî kokular kazanmaktadırlar.
Şu halde Rabb-ı Rahim´in, bir lütuf olara bu vasıflarla mümtaz kıldığı bu mübarek beldeye Arafat denmesi, bütün bu mânaları taşımasındandır. Arafe günü bu dağın günü demektir. Bugüne, yevm-i iyâs-ı küffâr (kafirlerin ye´se düştükleri gün), yevm-i ikmâl-i din [dinin tamam olduğu gün[464]], yevm-i itmâm-ı nimet, yevm-i rıdvan (Allah´ın razı olduğu gün) de denmiştir.[465]
ـ4ـ وعن جبير بن مطعم رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]أضْلَلْتُ بَعِيراً لى فَذَهَبْتُ أطْلُبُهُ يَوْمَ عَرَفَةَ فَرَأيْتُ النَّبىَّ # وَاقِفاً مَعَ النَّاسِ بِعََرَفَةَ فَقُلْتُ هذَا وَاللّهِ مِنَ الحمسِ فَََمَا شَأنُهُ ههُنَا؟ وَكَانَتْ قُرَيْشٌ تُعَدُّ مِنَ الحُمْسِ[. أخرجه الشيخان والنسائى .
4. (1417)- Cübeyr İbnu Mut´im (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir devemi kaybetmiştim. Arefe günü aramaya çıktım. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı Arafat´da herkesle vakfe yaparken gördüm. (Hayretimden):”- Vallahi bu hums´tan biri, burda ne işi var ” dedim. Kureyşliler, hums´tan addedilirdi.” [Buhârî, Hacc 91; Müslim, Hacc 153, (1220); Nesâî, Hacc 202, (5, 255).][466]
AÇIKLAMA:
1- Cübeyr İbnu Mut´im (radıyallahu anh)´in Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı Arafat´ta vakfe yaparken görmesi onu hayrete düşürüyor. Çünkü, önceki hadiste belirttiğimiz üzere, Mekkeliler ve onlara tâbi olan bir kısım Arap kabileleri, hamâset-i diniyeleri sebebiyle kendilerine ehlullah, Harem´in hâdimleri, katînullah (Mekke´nin yerlileri) gibi bir kısım vasıflar izafe ederek, diğer hacılara tefevvuk etmek, üstünlük taslamak isterler, bu üstünlüklerini Harem´den dışarı çıkmamak, vakfe için Arafat´a gitmemek suretiyle fiile dökerler.
Şu halde Cübeyr İbnu Mut´im, Kureyş´den olması sebebiyle hums sayılan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Arafat´ta diğer insanlar gibi vakfe yapar olmasına hayret edip: “Vallahi bu hums´tan biridir. (Vakfe için Arafat´a gelmemesi gerekirdi), burda ne işi var ” demekten kendini alamamıştır.
2- Hadisin sonundaki “Kureyşliler, hums´tan addedilirdi” cümlesi, Buhârî´nin rivayetinde yoktur. Şârihler bu cümlenin Cübeyr´e ait olmadığını, râvilerden Süfyân´a ait olduğunu belirtirler.
3- Bazı şârihlerin yorumlarına göre, Cübeyr İbnu Mut´im´in, bu müşâhedesi câhiliye devriyle ilgilidir. Yâni, başka rivayetlerde sarîh olarak belirtildiği üzere, henüz risâlet gelmezden önce Hz. Peygmaber (aleyhissalâtu vesselâm) vakfe için, hums´tan olmayanlar gibi Arafat´a çıkmıştır. Nitekim Cübeyr (radıyallahu anh)´in hayret etmiş olması da bu hususta mânidardır.
Cübeyr´in bir rivayeti şöyle tamamlanır “…Müslüman olduğum zaman anladım ki, Allah Teâlâ, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı bu işte hakka muvaffak kılmış.”Cübeyr İbnu Mut´im´in, Resûlululah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı Arafat´ta vakfe yaparken İslâm döneminde görmüş olabileceğini söyleyenler de olmuştur. Kirmânî şöyle bir yorum yapar: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Arafat´taki vakfesi onuncu hicrî senede olmuştur. Bu sırada Cübeyr Müslümandı, zîra Fetih günü Müslüman oldu. Bu durumda onun suâli inkâr veya taaccüpten ileri gelmişse, ثُمَّ اَفِيضُوِا مِنْ حَيْثُ اَفَاضَ النَّاسُ âyetini duymamış olduğuna hükmedilir. Sual, hums´un uyageldiği âdete muhalefet edişindeki hikmeti anlamak için sorulmuşsa işkâl kalkar. Mamâfih, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hicretten önce de bir vakfe yapmış olması muhtemeldir.”
İbnu Hacer, bu sonuncu ihtimâli daha itimada layık bulduğunu belirtir ve deliller kaydeder.[467]
ـ5ـ وعن عمرو بن عبداللّه بن صَفْوَانَ عن يزيد بن شيبان ا‘زدى رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]أتَانَا ابْنُ مِرْبَعٍ ا‘نْصَارىُّ رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ وَنَحْنُ وُقُوفٌ بِالْمَوْقِفِ مََكاناً يُيَاعِدُهُ عَمْرٌ عَنِ ا“مَامِ. فقَالَ: إنّى رَسُولُ اللّه # إلَيْكُمْ، يقول: كُونُوا عَلى مشَاعِرِكُمْ فإنَّكُمْ عَلى إرْثٍ مِنْ إرْثِ أبيكُمْ إبْرَاهِيمَ[. أخرجه أصحاب السنن.»المشَاعرُ« جمع مَشْعَر؛ وهو المَعْلَم، والمراد بها معالم الحج .
5. (1418)- Amr İbnu Abdillah İbni Safvân´ın Yezid İbnu Şeyban el-Ezdî (radıyallahu anh)´den naklettiğine göre şöyle anlatmıştır: “Biz, vakfe mahallinde (Arafat´ta), Amr´ın imamdan uzak tuttuğu bir yerde vakfe yaparken, İbnu Mirba´ el-Ensârî yanımıza gelerek:
“Ben Allah Resûlü (aleyhissalâtu vesselâm)´nün size gönderdiği elçiyim. Efendimiz hazretleri sizlere şu emri gönderdiler:
“Meşâirleriniz üzere olun. Zîra sizler, babanız ibrahim´in mirası üzeresiniz.” [Tirmizî, Hacc 53, (883); Ebu Davud, Menâsik 63, (1919); Nesâî, Hacc 202, (5, 255); İbnu Mâce, Menâsik 55, (3011).][468]
AÇIKLAMA:
1- Açıklayıcı ibâreler hadisin başka vechinden alınmıştır.
2- Rivayet metninde geçen Amr, hadisi rivayet eden Amr İbnu Abdillah İbni Safvân (radıyallahu anh)´dır. Hâdiseyi anlatırken, “ben” dememek için kendisini üçüncü bir şahıs gibi göstererek, Amr diye ismini zikrediyor.
3- İmamdan maksad, hacc emîridir. Burada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in kastedildiği açıktır. Amr, imamdan uzak bir yerde bulunduğunu belirtmek istemiştir.
4- Hadiste gelen meşâir, meş´ar´ın cem´idir. Meş´ar “âlem” demektir. Meşâir, hacla ilgili âlemler, yani hacc menâsikinin icra edildiği yerler demek olur. Burada vakfe yerleriniz diye anlayabiliriz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gönderdiği tâmimle, eskiden beri vakfe yerleri olarak bilinen hududların muteber olduğunu, haccın icrâsında bazı değişiklikler yapıldı ise de, mevâkıf´da yapılmadığını, muteberliğini koruduğunu duyurmak istemiştir. Nitekim, “Sizler babanız İbrahim´in mirası üzeresiniz” cümlesi bu mânayı te´yid eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, kendisinden uzaklarda vakfe yapanların içinden “burası vakfe mahallinin dışında olabilir mi ” diye geçecek tereddüdü izâle etmeyi düşünmüş olduğu da söylenebilir. “Atanız İbrahim´in izi ve sünneti üzerindesiniz” buyurarak, onların gönüllerini hoş etmek istemiştir. Öyle ise, cahiliye devrinden beri mevkıf bilinen hudud dahilindeki her yer imama yakın veya uzak, Hz. İbrahim´den mevrusdur, câhiliye devrinde, bu hususta bir tebdil veya tağyir olmamıştır denmek istenmiştir.[469]
ـ6ـ وعن نُبَيط بن شريط ا‘شجعى رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]رَأيْتُ رسول اللّه # يَوْمَ عََرَفَةَ وَاقِفاً عَلى جَمَلٍ أحْمَرَ يَخْطُبُ[. أخرجه أبو داود والنسائى.وزاد: بَعْدَ الصََّةِ.
6. (1419)- Nübeyt İbnu Şerît el-Eşcaî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı arafe günü, kızıl bir devenin üzerinde hutbe verirken gördüm.” [Ebu Dâvud, Menâsik 62, (1916); Nesâî, Hacc 199 (5, 253).[470]
ـ7ـ وعن العدَّاء بن خَالِدٍ بنَ هَوْذَةَ العَامرى رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]رَأيتُ رسولَ اللّه # يَخْطُبُ النّاسَ يَوْمَ عََرَفَةَ عَلى بَعِيرٍ قَائماً في الرِّكَابَيْنِ[ .
7. (1420)- el-Addâ İbnu Hâlid İbni Hevze el-Âmirî (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı, arafe günü, bir devenin üzerinde üzengilere (basarak) doğrulmuş, halka hutbe verirken gördüm.” [Ebû Dâvud, Menâsik 62, (1917).][471]
ـ8ـ وعن زيد بن أسلم عن رجل من بنى ضَمُرَة عن أبيه أو عمِّهِ قال: ]رَأيْتُ النَّبىَّ # وَهُوَ عَلي المِنْبَرِ بِعَرَفَةَ[ .
8. (1421)- Zeyd İbnu Eslem, Benî Damureli bir adamdan, o da babası veya amcasından şunu nakletmiştir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı Arafat´ta bir minber üzerinde gördüm.” [Ebû Dâvud, Menâsik 62, (1915).][472]
AÇIKLAMA:
Son üç rivayet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Arafat´ta hutbe verdiğini tevsik eder. Şüphesiz bu Vedâ hutbesidir. Nitekim haccın sünnetlerinden biri Arafat hutbesidir.
Ancak sonuncu rivâyet Arafat´ta minberden bahsetmektedir. Şârihler, Arafat´ta minberin varlığını kabul etmezler. Önceki rivayetlerin de te´yid ettiği üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Arafat hutbesini devesinin üzerinde irad buyurmuştur. Bu hususu te´yid eden başka rivayetler de mevcuttur. Burada ya deveden kinâye olabileceği veya hatâ olduğu belirtilmiştir.[473]
ـ9ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]غَدَا رسولُ اللّه # مِنْ مِنىً حِينَ صَلّى الصُّبْحَ صَبِيحَةَ يَوْمِ عَرَفَةَ حَتَّى أتى
عَرَفَةَ فَنَزَلَ بِنَمِرَةَ وَهُوَ مَنْزِلُ ا‘مُرَاءِ الذى تَنْزِلُ فِيهِ بِعَرَفَةَ حَتَّى إذَا كَانَ بَعْدَ صََةِ الظُّهْرُ رَاحَ # مُهَجِّراً فَجَمَعَ بَيْنَ الظُّهْرِ وَالْعَصْرِ ثُمَّ خَطبَ النَّاسَ ثُمَّ رَاحَ فَوَقَفَ عَلى المُوْقِفِ مِنْ عَرفَةَ[. أخرج هذه ا‘حاديث الثثة أبو داود.»التّهْجيرُ« هنا السير عن الهاجرة، وهى شدّة الحر .
9. (1422)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) arefe günü sabahı, sabah namazını kılınca Mina´dan hareket ederek Arafat´a geldi, Nemire´ye indi. Burası, Arafat´a gelen ümerânın indikleri yerdir. Öğle namazı vakti olunca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sıcakta Nemire´den yürüdü. Öğle ile ikindiyi birleştirdi, sonra halka hitab etti. Sonra yürüyüp Arafat´taki vakfe yerinde durdu.” [Ebu Dâvud, Menâsik 60, (1913).][474]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, arafe günü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Arafat´taki vakfesini açıklamaktadır. Sırayla şöyle hareket ettiği anlaşılmaktadır:
1) Sekiz Zilhicce´yi dokuz Zilhicce´ye bağlayan geceyi Mina´da geçiren Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sabah namazını Mina´da kıldıktan sonra oradan yola çıkıp Arafat´a geliyor. Orada imamın (ümerânın) indiği yere iniyor. Şârihler, bu yere, Erâk dendiğini kaydederler. Hemen belirtelim ki, Hz. Câbir (radıyallahu anh)´in Müslim´de haccı anlatan uzun rivayeti, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Mina´dan sabah namazını kılar kılmaz değil, güneş doğduktan sonra hareket ettiğini kaydeder. [Müslim, Hacc 147).]
2) Öğle olunca, sıcağın biraz hafiflemesini beklemeden harekete geçen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), -Câbir hadisinde görüldüğü üzere- Urene vâdisine geliyor, orada öğle ile ikindi namazını cem´ederek kılıyor. Urene vâdisi de Arafat´tan sayılmaz. Hadiste geçen müheccir, öğle sıcağında yürüyen kimse demektir.
3) Namazdan sonra hacılara hutbe irad ediyor.
4) Konuşmayı müteâkip vakfe yerinde haccın farz olan vakfesini yapıyor.Câbir hadisinde önce hutbe verip, sonra da -cem´ederek- öğle ve ikindi namazlarını beraberce kıldığı belirtilir.
2- Nemire, Harem´in dışında Arafat´a yakın, Arafat´la Harem arasında bir dağın adıdır. Harem bölgesini ayıran işâret oradadır. Rivâyet Veda haccı sırasında, Mina´dan yola çıkan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın önce bu hudud bölgesine indiğini belirtir. Hacc sırasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın indiği yerde konaklamak müstehabtır. Bu nokta, Arafât´a doğru giden yolcunun sağında, dağın dibine inen kayanın yanıdır.
3- Vakfe, durmak demektir. Arafât´da vakfe, sadedinde olduğumuz rivayette de görüldüğü üzere arefe günü, yâni Zilhicce´nin dokuzunda zevâl vaktinden itibaren Arafat hududu içerisinde bulunmak mânasına gelir. Vakfe zamanı ertesi sabah fecr-i sadıkına kadar devam eder. Bu iki vakit arasında eksiksiz bulunmak vâcib değildir. Belirlenen bu zaman diliminin bir cüzünde Arafat´ta bulunmak yeterlidir. Sünnet olanı zevâlden gün batımına kadar geçen vakittir. Akşam vakti girince yola çıkıp, akşam ve yatsı namazını cem-i te´hirle yani birleştirerek Müzdelife hududu içerisinde kılmak esastır.[475]
ـ10ـ وعن نافع قال: ]كانَ ابنُ عمر رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما يُصَلى الظُّهْرَ وَالعَصْرَ وَالْمَغْرِبَ وَالعِشَاءَ وَالصُّبْحَ بِمنىً ثُمَّ يَغْدُو إذَا طَلَعَتْ الشَّمْسُ إلى عَرَفَةَ[. أخرجه مالك .
10. (1423)- Nâfi´ anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) öğleyi, ikindiyi, akşamı, yatsıyı ve sabahı Mina´da kılar, sonra güneş doğunca Arafat´a hareket ederdi.” [Muvatta, Hacc 195, (1, 400).][476]
AÇIKLAMA:
Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in kıldığı bu namazlar -sabah hâriç- terviye gününün namazlarıdır. Çünkü o , terviye günü denen Zilhicce´nin sekizinde, güneş doğduktan sonra, öğleyi Mina´da kılacak şekilde Mekke´den ihramlı olarak yola çıkardı. Geceyi geçirmek üzere Mina´ya geldikten sonra öğle, ikindi, akşam, yatsı ve ertesi günün yâni Zilhicce´nin -ki arefe günüdür- sabah namazını da orada kılıp, sonra da Arafat´a müteveccihen yola çıkardı. Müteakip hadiste göreceğimiz üzere, bu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sünneti idi.[477]
ـ11ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]صَلَّى بِنَا رسولُ اللّه # بِمنىً
الظُّهْرَ وَالْعَصْرَ وَالْمَغْرِبَ وَالْعِشَاءَ وَالْفَجْرَ، ثُمَّ غَدا إلى عَرفَاتَ[. أخرجه أبو داود والترمذى .
11. (1424)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah, terviye günü, Mina´da bize öğleyi, ikindiyi, akşamı, yatsıyı ve ertesi günü (Zilhicce´nin dokuzu) sabahı kıldırır, sonra Arafat´a hareket ederdi.” [Tirmizî, Hacc 50, 879).][478]
ـ12ـ وعن أبى داود: ]صَلَّى الظُّهْرَ يَوْمَ التَرْوِيَةِ وَالْفَجْرَ يَوْمَ عَرَفَةَ بِمنىً[ .
12. (1425)- Ebu Dâvud´da yine İbnu Abbâs: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), terviye günü öğleyi, arefe günü de sabahı Mina´da kıldırdı” demiştir. [Ebu Dâvud, Hacc 59, (1911).][479]
ـ13ـ وعن عروة بن مُضَرِّس الطائى رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]أتَيْتُ رسولَ اللّه # بِالْمُزْدَلِفَةِ حِينَ أقَامَ الصََّةَ. فقُلْتُ يا رسولَ اللّه: إنِّى جِئْتُ مِنْ جَبَلَى طَيِّئٍ أكْلَلتُ رَاحِلَتِى وَأتْعَبْتُ نَفْسِى، واللّهِ يَارسولَ اللّهِ مَا تَرَكْتُ مِنْ جَبَلٍ إَ وَقَفْتُ عَلَيْهِ فَهَلْ لِى مِنْ حَجٍّ؟ فقَالَ رسولُ اللّه #: مَنْ صَلّى مَعَنَا صََتَنَا هذِهِ هَاهُنَا ثُمَّ أقدَمَ مَعَنَا وَقَدْ وَقَفَ قِبْلَ ذلِكَ بِعَرَفةَ لَيًْ أوْ نَهَاراً فَقَدْ تَمَّ حَجَهُ وَقَضَى تَفَثَهُ[. أخرجه أصحبا السنن .
13. (1426)- Urve İbnu Mudarrıs et-Tâî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a Müzdelife´de namazı kıldığı zaman geldim.
“Ey Allah´ın Resûlü, dedim, ben Tayy dağlarından geliyorum. Hayvanım da kendim de yorgunum ve bitkin düştük. Allah´a kasem olsun, ey Allah´ın Resûlü, gelirken geçtiğim her dağın başında mutlaka durdum. Benim için hacc imkânı var mı ”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi:
“Bizimle birlikte şu namazı burada kılıp, bizimle kalan, bundan önce de Arafat´da geceleyin veya gündüzleyin kalmış olan, artık haccını tamamlamış, haramlardan kurtulmuş olur.” [Tirmizî, Hacc 57, (891); Ebu Dâvud, Menâsik 69, (1950); Nesâî, Hacc 211, (5, 263); İbnu Mâce, Menâsik 57, (3016).][480]
AÇIKLAMA:
1- Rivayette “Tayy dağları” diye yaptığımız tercümenin asla sâdık şekli “İki Tayy dağı”dır. Bu dağlardan biri Selmâ dağı, diğeri Ecâ dağıdır.
2- Bazı rivayetlerde Müzdelife yerine Cem´ denir. Cem´le de Müzdelife kastedilir.
3- “Bizimle birlikte şu namazı…” tâbirinde kastedilen namaz, Müzdelife´deki sabah namazıdır. “Bizimle birlikte şu namazı burada kılan..” cümlesinin zâhirine göre, haccın sahih olması için, Müzdelife vakfesi şarttır. Nitekim bâzı büyük âlimler buna hükmetmiştir: Alkame, Şa´bî ve Nehâî gibi. Bunlara göre Müzdelife vakfesini kaçıran kimse o yıl haccı kaçırmış demektir, ihramını umreye çevirir. Ebu Abdirrahmân, eş-Şâfiî, İbnu Hüzeyme ve İbnu Cerîr et-Taberî de aynı şekilde hükmederler. Bunlar ayrıca: فاذْكُرُوا اللّهَ عِنْدَ الْمَشْعَرِ الْحَرَامِ “Meş´ari´l-Haram´ın yanında Allah´ı zikredin” (Bakara 198) âyetini de delil getirirler. “Buradaki emr vücûb ifâde eder, terki hiçbir surette câiz değildir” derler. Ancak ulemânın ekserisi -ki Ebu Hanife de bu görüştedir- Müzdelife´de gecelemeyen, orada vakfe yapmayı kaçıran kimse, kurban keserek menâsikteki eksikliği telâfi eder” diye hükmetmiştir.
4- Arafat vakfesiyle ilgili olarak geçen “…Arafat´da geceleyin veya gündüzleyin kalmış olan…” tâbirine gelince: Ahmed İbnu Hanbel gece ve gündüz kelimelerinin mutlak gelmiş olmalarını esas alır ve vakfe için “zevalden sonra” şartını kabul etmez, “Arafe günü fecrin doğmasından bayram günü fecrin doğmasına kadar ki zamana kadar” der. Şu halde ona göre bu zaman içinde bir müddet için Arafat´ta bulunan kimse, vakfe şartını yerine getirir. Bu meselede İmam Mâlik´in ashabı bir başka yorum ileri sürmüştür. Onlara göre, vakfelerde “gündüz” geceye tâbidir. Böyle olunca, arefe günü güneş batıncaya kadar Arafat´ta hazır bulunmayan, o yıl haccı kaçırır, gelecek yıl haccı yenilemesi gerekir. Ancak Cumhûr, hem Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ve hem de Hulefâ-i Râşidin´in ittifakla aynı olan tatbikâtını esas alarak, hadisteki “gündüz” kelimesini “zevalden sonra” diye te´vil etmiştir. Onlar hep öğleden sonra vakfe yapmışlardır. Öyle ise, Arafat´ta sadece öğleden evvel bulunmak vakfe için muteber değildir.
5- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın son hükmüne gelince: Yani “Vakfe´yi yerine getirenin haccını tamamlamış olacağı” hükmü… Bu da açıklama gerektiren bir noktadır. Zîra, haccın menâsiki henüz bitmiş değildir.
Hattâbî der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu sözüyle haccın büyük kısmını kastetmiştir. Yani “Haccın büyük kısmı bitti” demektir. Büyük kısmından murad vakfelerdir. Çünkü, (bunlar vakitle kayıtlı, vakit de dar olduğu için) kaçırılmasından korku duyulur. Haccın ikinci rüknü olan ziyâret tavafını kaçırmaktan korkulmaz. Aynı mânada olmak üzere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): اَلْحَجُّ عَرَفَةٌ “Hacc Arafat(ta vakfe)dir” buyurmuştur, yani burada da “Haccın büyük kısmı Arafat vakfesidir.” denmektedir.
6- En sonda “…haramlardan kurtulmuş olur” şeklinde tercüme ettiğimiz cümledeki haramların aslî kelimesi tefesdir. Tefes, lügat olarak kir, pislik demektir, ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bununla, ihramlının ihramdan çıktığı zaman yapması helâl olan şeylerin tamamını kastetmiştir: Saç traşı, etek traşı, tırnak kesmek gibi, kurban ve şeytan taşlama gibi, ihramdan çıkılınca yapılan geri kalan menâsik de tefese dahildir.
7- Arefe günü güneş batıncaya kadar Arafat´ta bulunmayan kimseye -yukarıda kaydedildiği üzere- Mâlikîler “haccın yenilenmesi”ne hükmederken, Hasan-ı Basrî: “Haccı tamdır. Kurban (dem) keser” demiştir. Fukahânın ekseriyeti: “Arefe günü, güneş batmazdan önce, Arafat´tan ayrılanın haccı tamdır, ancak kurban (dem) kesmesi gerekir” diye hükmetmiştir, Atâ, Sevrî, Ebû Hânife ve ashabı, İmam Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel bu görüştedirler. İmam Malik ve İmam Şâfiî (rahimehumallah): “Arafat´dan güneş batmadan ayrılıp, sonra tekrar oraya dönmesi birşey gerektirmez” demişlerdir. Ebû Hanife ve ashabı ise: “Güneş battıktan sonra dönüp vakfe yapmış ise, ondan kurban (dem) düşmez” demişlerdir.[481]
ـ14ـ وعن عبدالرحمن بن يَعْمُر الدِّيلى رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ. ]أنَّ النَّبىَّ # أمَرَ مُنَادِيَهُ وَهُوَ بِعَرَفَةَ أنْ يُنَادِىَ: الحَجُّ عَرَفَةُ، مَنْ جَاءَ لَيْلَةَ جَمْعٍ قِبْلَ ظُلُوعِ الْفَجْرِ فَقَدْ أدْرَكَ الحَجَّ. أيَّامُ مِنىً ثَثَةَ أيَّامٍ: فَمَنْ تَعَجَّلَ في يَوْمَيْنِ فََ إثْمَ عَلَيْهِ وَمَنْ تَأخَّرَ فََ إثْمَ عَلَيْهِ وَمَنْ تَأخَّرَ فََ إثْمَ عَلَيْهِ[. أخرجه أصحاب السنن.
14. (1427)- Abdurrahmân İbnu Ya´mur ed-Dîlî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Arafat´da iken, münâdîsine (dellâlına) şöyle nidâ edip duyurmasını emretti: “Hacc Arafat´tır, kim Cem (Müzdelife) gecesi fecrin doğmasından önce (vakfeye) yetişirse, haccı idrak etmiş demektir. Eyyâm-ı Mina üç gündür. Kim ilk iki günde acele davranırsa, herhangi bir günah terettüp etmediği gibi, te´hir edene de bir günah terettüp etmez.” [Tirmizî, Hacc 57, (889); Ebû Dâvud, Menâsik 69, (1949); Nesâî, Hacc 211, (5, 264); İbnu Mâce, Menâsik 37, (3015).][482]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın haccı Arafat olarak tarif etmesinin mânasını önceki hadiste açıkladık.
2- Hadiste geçen “Cem gecesi, fecrin doğmasından önce (vakfeye) yetişirse..” ifâdesiyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), “Arafat vakfesi, arefe günü güneşin batmasıyla sona erer” diyenlere veya bu zanna düşecek olanlara ve hatta “fecirden sonra güneşin doğmasına kadar devam eder” diyenlere nebevî bir cevap ve açıklama olmaktadır. Şu halde, arefe gününden bayram sabahına kadar Arafat´a yetişebilen vakfesini yerine getirmiş olmaktadır. Vakfe yi kaçırmayan kimse vakfelerden önce cinsî temasta da bulunmuşsa, onun “haccım fesada mı uğradı ” veya “fesada uğrayacak mı ” diye endişesi yersizdir. Geri kalan menâsik, hem zamanla kayıtlı değil, hem de fevti hâlinde kefâretle telâfi edilecek mahiyette şeylerdir, haccın yenilenmesini gerektirmez.
Yeri gelmişken bir kere daha belirtelim ki, vakfeyi herhangi bir sebeple kaçıran kimse, müteâkip sene haccı yeniler, ancak o zamana kadar ihramda kalması gerekmez. Onun, haccını umreye çevirerek ihramdan çıkması vacib olur. İhramı gelecek yıla kadar uzatması haram olur. Ulemâ bu hususta icma eder.
3- “Eyyâm-u Mina üç gündür” tâbiriyle Mina´da kalınan günler kastedilir. Bunlara Eyyâmi´l-Ma´dudât, Eyyâmu´t-Teşrîk ve Eyyâmu Remyi´l-Cimâr da denir. Bunlar, yevm-i nahrdan sonraki üç gündür, yevm-i nahr denilen bayramın birinci günü buraya girmez, çünkü ulemâ, nahrın ikinci günü, Mina´dan hareket etmenin câiz olmayacağı hususunda icma etmiştir. Yevm-i nahr, bu üçe dahil olsaydı, ikinci gün dileyenin hareket etmesi caiz olurdu.”[483]
4- “Kim ilk iki günde acele davranırsa..” demek, “Mina´yı terketme hususunda acele davranırsa..” demektir. “İki gün”den maksad da teşrik günlerinin son ikisinde demektir. Yani Zilhicce´nin 12´nci günü güneş batmazdan evvel yola çıkmıştır. Bu zaman içerisinde hareket edemeyen üçüncü güne kalarak, şeytan taşlamaya devam eder.
“Acele etmek”ten, ikinci günü akşam vakti girmeden Mina hududunu terketmek anlaşılmıştır. Bu vakit içerisinde terkedemeyen, üçüncü günü de Mina´da geçirmesi gerekir.
Sünnete uygun olan, acele etmek ve üçüncü güne kalmamaktır.
5- Âyet-i kerimede: فَمَنْ تَعَجَّلَ فِى يَوْمَيْنِ فَِ إِثْمَ عَلَيْهِ ومَنْ تَأَخَّرَ فََ اِثْمَ عَلَيْهِ “Kim iki günde (Mina´dan dönmek için) acele ederse üstüne günah yoktur. Kim de geri kalırsa ona da günah yoktur” (Bakara 203) buyurulması câhiliye devrinde hâkim bir yanlış düşünceyi yıkmak gâyesini güder. Tefsirlerde belirtildiği üzere câhiliye insanları iki gruptu: Bir kısmı, Mina´dan ayrılma hususunda acele davrananı günahkâr addederdi, diğer kısmı da te´hir edeni günahkâr addederdi. Âyet-i kerime, bu hususta ruhsat vaz´ederek, dileyene acele etmesini, dileyene te´hir etmesini, bu hususta hiç kimsenin günahkâr olmayacağını belirtmiştir.[484]
ـ15ـ وعن على رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]وَقَفَ رسولُ اللّه # عَلى قُزَحَ فقَالَ: هذَا قُزَحُ وَهُوَ المَوْقِفُ، وَجَمْعٌ كُلُّهُ مَوْقِفٌ وَنَحَرْتُ هَاهُنَا، وَمِنىً كُلُّهَا منْحَرٌ فَانْحَرُوا في رِحَالِكُمْ[. أخرجه أبو داود .
15. (1428)- Hz.Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kuzah´ta vakfe yaptı ve: “Burası Kuzah´tır, vakfe mahallidir, Cem´in (Müzdelife´nin) tamamı vakfe mahallidir. Ben burada kurbanı kestim. Mina´nın her yanı kesim yeridir. Kurbanlarınızı evlerinizde kesin” buyurdu.” [Ebu Dâvud, Menâsik 65, (1935).][485]
AÇIKLAMA:
1- Kuzah, Müzdelife´de imama mahsus vakfe yerinin adıdır. Cahiliye devrinde Kureyşliler buraya ateş yakarlarmış. Ayrıca Kureyşliler, Arafat´a çıkmadıkları için, burayı kendilerine has vakfe yeri olarak seçmişlerdi.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu rivayette, Müzdelife´nin tamamını “vakfe yeri” olarak tavsif etmiştir. Ancak şârihler, başka rivayetleri gözönüne alarak: “Muhassır vâdisi hariç” derler.
3- Bu hadiste, Mina´nın her tarafında kurban kesmenin meşru olduğu belirtilmektedir. Ulemâ bunda ittifak eder. Ancak şârihler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kestiği yerde kesmenin efdal olacağını belirtirler. Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), Mina Mescidi´ni takib eden Birinci Cemre´nin (şeytan taşlama yeri) yanında kurbanını kesmiştir.[486]
ـ16ـ وعن مالك أنه بلغه أن رسولَ اللّه # قال: ]عَرَفَةُ كُلُّهَا مَوْقِفٌ وَارْتَفِعُوا عَنْ بَطْنِ عُرْنَةَ. وَالمُزْدَلِفَةُ كُلُّهَا مَوْقِفُ وَارْتَفِعُوا عَنْ بَطْنِ مُحَسِّرٍ[ .
16. (1429)- İmam Mâlik (rahimehullah)´e ulaştığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: “Arafat´ın tamamı vakfe yeridir. Urene vâdisinden çıkın (vakfe yeri değildir). Müzdelife´nin tamamı vakfe yeridir, Muhassır vâdisinden çıkın (vakfe yeri değildir).” [Muvatta, Hacc 166 (1, 388); Müslim, Hacc 149.][487]
AÇIKLAMA:
Urene vadisi, Mina ile Arafat arasında bir yer adıdır. Burası vakfe yeri değildir, vakfe için orada bulunulması gerekir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu hadislerinde, vakfe bölgelerinin hududunda yer almalarına rağmen vakfe yapılmayacak yerlere dikkat çekiyor. Bunlardan biri Müzdelife´deki Muhassır vâdisi, diğeri de Arafat´taki Urene vâdisidir. [488]
İKİNCİ FASIL
İFÂZA HAKKINDADIR
İfâza, hacıların Arafat vakfesinden sonra, kitle halinde Müzdelife´ye sökün etmeleridir. Keza Müzdelife´den de Mina´ya olan söküne ifâza denmiştir. Bu kelimeyi 1416 numaralı hadisle izah ettik.[489]
ـ1ـ عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]دَفَعَ رسولُ اللّه # مِنْ عَرَفَةَ فَسِمِعَ وَرَاءَهُ زَجراً شَدِيداً وَضَرْباً لِ“بِلِ فَأشَارَ إلَيْهِمْ بَسَوْطِهِ. فقَالَ: أيُّهَا النَّاسُ عَلَيْكُمْ بِالسَّكِينَةِ فَإنَّ البِرَّ لَيْسَ بِا“يضَاعِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذى.»ا“يضاع« ا“سراع .
1. (1430)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Arafat´tan yola çıkmıştı, arkasından birisinin (koşturmak için) devesine şiddetle bağırıp, vurduğunu işitti. Bunun üzerine kamçısıyla (etrafındakilere kulak verin diye) işaret edip, şöyle buyurdu:
“Sâkin olun. (Allah´ı razı edecek iyi davranış ve) birr acelede değildir.” [Buharî, Hacc 94, Müslim, Hacc 268, (1282), 282, (1286); Ebu Dâvud, Menâsik 64, (1920); Nesâî, Hacc 204,(5, 257-258).][490]
AÇIKLAMA:
Hacc menâsiki, bazı noktalarda gerçekten dikkat ve sükûnet gerektiriyor. Bunlardan biri, Arafat´ta ifâza anıdır. Yüz binlerce hacı kâfilesi, bir anda muayyen ve mahdut yollarla aynı hedefe sökün ediyor. Keza şeytan taşlama anlarında da aynı kalabalık muayyen vakitlerde belli noktalara izdiham yapıyor. Böyle anlarda sükunetin ehemmiyeti açıktır. Gerek Arafat çıkışında ve gerekse cemrelerde çok sık panik ve telaş sebebiyle nice insanların ezilerek öldüğüne şâhid olunur. Bu vak´alar gözönüne alınınca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hacc menâsikinin bilhassa ifâza safhasında sükunet tavsiye edip “Telaşta Allah´ın rızası yok!” mânasında ihtarda bulunması cidden mânidârdır, günümüzün şartlarına uygun mu´cizane bir mesajdır. İfâza dan sonra, yâni yola çıkıldığı zaman hızlı yürünebileceği 1432 numaralı hadiste görülecektir.[491]
ـ2ـ وعن أسامة بن زيد رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]دَفَعَ رسولُ اللّه # مِنْ عَرَفَةَ حِينَ وَقَعَتِ الشَّمْسُ حَتَّى إذا كانَ بِالشَّعْبِ نَزَلَ فبَالَ ثُمَّ تَوَضّأ وَلَمْ يُسْبِغِ الْوُضُوءَ. فقُلتُ الصََّةَ يَارسولَ اللّهِ؟ فقَالَ: الصََّةُ أمَامَكَ. فَرَكِبَ فَلَمَّا جَاءَ المُزْدَلِفَةَ نَزَلَ فَتَوَضّأ فأسْبَغَ الْوُضُوءَ ثُمَّ أُقِيمَتِ الصََّةُ فَصَلَّى المَغْرِبَ ثُمَّ أنَاخَ كُلُّ إنْسَانٍ بَعِيرَهُ. ثُمَّ أُقِيمَتِ الصََّةُ فَصَلَّى الْعِشَاءَ وَلَمْ يُصَلِّ بَينَهُمَا شَيْئاً[. أخرجه الستة إ الترمذى .
2. (1431)- Üsâme İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) güneş battığı zaman Arafat´tan (ifâza yaparak) yola çıktı. Dağ geçidine geldiği zaman deveden inip bevletti. Sonra abdest aldı. Abdesti bol su kullanarak değil, hafifçe aldı. Ben:
“Namaz mı kılacağız ey Allah´ın Resûlü ” diye sordum.
“Hayır, namaz önümüzde!” dedi ve devesine bindi. Müzdelife´ye gelince hayvandan indi ve yeniden abdest aldı. Bu sefer bol su kullandı. Sonra namaz başladı. Akşam namazını kıldı. Sonra herkes devesini ıhdı. Yine namaza başlandı. Bu sefer de yatsıyı kıldı. İkisi arasında başka bir namaz kılmadı.” [Buhârî, Vudû 6, 35, Hacc 93, 95; Müslim, Hacc 266, (1280); Muvatta, Hacc 197, (1, 400-401); Ebu Dâvud, Menâsik 64, (1925); Nesâî, Mevâkît 56 (1, 292), Hacc 206, (5, 259).][492]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Veda haccından bir iki nokta aydınlatılmaktadır. Vakfeden Arafat´ın terkine ifâza dendiğine göre, bu ayrılış ifâzadır.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yolda küçük abdest bozuyor ve arkadan hafifçe bir abdest alıyor. Hafif abdestten murad az su ile abdest almaktır. Abdest uzuvlarını birer veya ikişer sefer yıkamak, ovalama, delk gibi hususları asgarîye indirmek suretiyle alınan abdest “hafif”tir. Üçer sefer yıkayarak ovalama, hilalleme gibi âdaba riâyet edip, her uzvu üçer sefer yıkamak isbâğ´dır, yâni “tam abdest.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sefer sırasında zaman zaman abdest uzuvlarını birer veya ikişer sefer yıkayarak “hafif abdest” aldığı da vâkidir, muteber rivayetler bunu tevsik eder. Sadedinde olduğumuz rivayet mezkur abdestin “hafif” olduğunu belirtir ise de uzuvları kaçar sefer yıkadığını belirtmez.
3- Bu rivayet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hep abdestli olduğuna, namaz kılmak maksadı olmaksızın da abdest almanın meşru bulunduğuna, bunun israf sayılamayacağına, müstehab olduğuna delildir. Arapça´da vüdû (abdest) kelimesinin herhangi bir yıkamak mânasına gelmesi hasebiyle, rivayette geçen vüdûnun namaz abdesti değil, istinca yıkaması veya istincadan sonra ellerin yıkanması olabileceği hatıra gelebilir. Ancak, hadisin başka vecihlerindeki tasrihattan başka, bizzat bu vechinde “namaz mı kılacağız ” diye sorulmuş olması bu ihtimali bertaraf eder.
4- Yol, vakit darlığı, su kıtlığı gibi durumlarda abdesti hafif tutmanın, müsaid durumlarda ise isbâğ yapmanın yani bol su ile bütün âdâbına riayet ederek abdest almanın müstehab olduğu görülmektedir.
5- Rivâyet Arafat ile Müzdelife arasında, ihtiyaç halinde durulabileceğini, kaza-i hâcet yapılabileceğini göstermektedir. Bu iki mevkıf arasını fâsılasız geçmek diye bir nüsük yoktur.[493]
ـ3ـ وفي رواية أخرى عن عُروة قال: ]سُئِلَ أُسَامَةُ رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ، كَيْفَ كانَ رسولُ اللّه # يَسِيرُ في حَجَّةِ الْوَدَاعِ حِينَ دَفَعَ؟ فقَالَ: كانَ يَسِيرُ الْعَنَقَ فإذَا وَجَدَ فَجْوَةً نَصَّ[.قال هشام: »وَالنَّصُّ« فوق العَنَقِ.
3. (1432)- Urve´den yapılan bir rivayet şöyledir: “Hz. Üsâme (radıyallahu anh)´ye:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda haccından, ifâzadan (Arafat´tan ayrıldıktan) sonra yolculuğu nasıl yaptı ” diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi:
“Hızlı yürürdü. Ancak yolda bir düzlüğe rastlarsa daha hızlı yürürdü.” [Buhârî, Hacc 92, Cihâd 136, Megâzî 77; Müslim, hacc 282, (1286); Muvatta, Hacc 176, (1, 392); Ebu Dâvud, Menâsik 64, (1923); Nesâî, Hacc 205, (5,259).][494]
AÇIKLAMA:
1- Ashab (radıyallahu anhüm)´ın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´le ilgili en küçük teferruata bile kıymet verdiklerini görmede bu hadis mânidârdır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in nasıl yol aldığı merak edilmiş, sorulmuş ve de alınan cevap rivayet edilmiştir.
2- Şu halde ifâzadan sonra, yolda hızlı yürümek esastır. Zîra, Üsâme´nin açıklaması, devenin normalde hızlı yürüdüğünü, müsâit düzlükler olunca, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in deveyi daha da hızlandırdığını göstermektedir.
Hemen şunu da belirtelim: Bu bâbın ilk hadisinde (1430 hadis) İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sür´at değil sükunet tavsiye ettiğini belirtmekte, hatta hadisin bazı vecihlerinde, “Müzdelife´ye gelinceye kadar devesinin ön ayağını kaldırdığını (hızlandığını) görmedim” denmektedir. Bu iki rivayet arasında şârihler tezad görmezler. Sükûnet tavsiyesi ve sür´atten men etme durumu izdihâmlı yerlere hamledilmiştir. İbnu Hacer, İbnu Abbas´a ait rivayetin de kaynağının Hz. Üsâme olduğunu, İbnu Abbas´ın hadisi ondan alarak rivayet ettiğini delilleriyle gösterir.[495]
ـ4ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]أنَا مِمَّنْ قَدَّمَ النَّبىُّ # لَيْلَةَ المُزْدَلِفَةِ في ضَعَفَةِ أهْلِهِ[. أخرجه الخمسة .
4. (1433)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Müzdelife gecesinde, ailesinden, erkenden taşlamaya gönderdiği zayıflar grubu arasında idim” demiştir. [Buhârî, Hacc 98; Müslim, Hacc 300, (1293); Tirmizî, Hacc 58, (892, 893); Ebu Dâvud, Menâsik 66, (1939, 1940); Nesâî, Hacc 208, (5, 261, 271, 272); İbnu Mâce, Menâsik 62, (3025).] [496]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet Müzdelife´de vakfe yapılırke, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın âilesinden zayıfları yani kadın ve çocukları Mina´ya müteveccihen daha erken yola çıkardığını ifade etmektedir. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın vefatında 7-8 yaşlarında bir çocuk olması haysiyetiyle, Veda haccı sırasında “zayıflar” arasında mütâlaa edilmesi tabiidir. Hadisin bazı vecihlerinde ağırlıkların, yani eşyaların da önceden gönderilenler arasında yer aldığı belirtilir.
2- Zayıfları geceleyin, önden göndermeyle ilgili Ashab´ın tatbikatına ait rivayetler de mevcuttur. Fukahâdan bunun câiz olduğuna itiraz eden olmamıştır. Ancak, bu cevaz “zayıfların dışına da çıkar mı ” “gecenin hangi saatinde çıkılabilir ” gibi sorulara farklı cevaplar verilmiştir.
* Alkame, Nehâî ve Şa´bî hazretleri: Müzdelife´de gecelemeyenin haccı fevt olur (batıl olur) demişlerdir.
* Atâ, Zührî, Katâde Şafiî, İshâk, Kûfîler: “Müzdelife´de gecelemeyene dem (kurban) gerekir” demişlerdir. Bunlara göre: “Gecelemiş olmak için gecenin yarısından evvel Müzdelife terkedilmelidir.”
* İmam Mâlik: “İçinden mola vermeden geçmesi halinde dem gerekir, Müzdelife´ye inmişse, ne zaman terkederse terketsin vazife tamamdır, hiçbir ceza gerekmez” demiştir.
3- Hâdise ile ilgili bir başka rivayet mevzuya aydınlık getirecektir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), amcası Abbâs´a, Müzdelife vakfesi yapıldığı gece şunu söyledi: “Zayıflarımız ve kadınlarımızı götür, sabah namazını Mina´da kılsınlar. İnsanların sökün etmelerinden (ifâza) önce taşlarını atsınlar.”
Yaşlanıp güçsüzleşince Atâ´nın da böyle yaptığı rivayet edilir. Keza Abdullah İbni Ömer´in, Esmâ Bintu Ebî Bekr´in bunu tatbik ettikleri belirtilir. Buhârî´nin Esmâ (radıyallahu anhâ) ile alâkalı rivayetinde, Esmâ´nın karanlıkta taşlamayı yapıp döndükten sonra, menzilinde sabah namazını kıldığı ayrıca tasrih edilir. Bundan hareketle bir kısım ulemâ, zayıfların ve onlara refâkat eden kimselerin önce şeytan taşlaması yapabileceğine hükmetmiştir.
Fakat Hanefîler: “Büyük şeytana güneş doğmadan taş atılamaz” demişlerdir. Ancak güneşin doğmasından güneş doğmazdan önce olmakla beraber, fecrin doğmasından sonra ise câiz olacağı, fecirden de önce taşlayanın bunu yenilemesi gerekeceği hükme bağlanmıştır.
Taşlama ile ilgili teferruat 1442-1449 numaralı hadislerde gelecek.[497]
ـ5ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ َعَنْها قالت: ]اسْتَأذَنَتْ سَوْدَةُ رَضِىَ اللّهُ َعَنْها رسولَ اللّهِ # أنْ تَفىضَ مِنْ جَمْعِ بِلَيْلِ، وَكَانَتِ امْرَأةً ضَخْمَةً ثَبِطَةً فأذِنَ لَهَا. قالتْ عَائِشَةُ رَضِىَ اللّهُ َعَنْها: لَيْتَنِى كنْتُ اسْتَأذَنْتُهُ كَمَا اسْتَأذَنْتُهُ. وَكَانَتْ عَائِشَةُ َ تُفِيضُ إَّ مَعَ ا“مَامِ[. أخرجه الشيخان والنسائى.»ثَبِطَة« أى بَطيئة .
5. (1434)- Hz.Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Sevde (radıyallahu anhâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan Müzdelife´den geceleyin ifâza yapmak için izin istedi. Sevde iri, ağır yürüyen bir kadındı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona izin verdi.”
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ): “Keşte ben de onun gibi izin istemiş olsaydım” diye hayıflanırdı. (Vaktiyle izin almamış olduğu için) O, hep imamla birlikte ifâzada bulunurdu.” [Buhârî, Hacc 98; Müslim, Hacc 293-296, (1290); Nesâî,Hacc 209, (5, 262), 214 (5, 266).][498]
AÇIKLAMA:
Rivayetin Müslim´de gelen bazı vecihleri Hz. Sevde (radıyallahu anhâ)´nin, Mina´ya izdiham olmadan dönmek maksadıyla izin istediği tasrih edilir. Keza, Hz. Aişe de izdihamdan önce Mina´ya varıp namazını kılamamış olduğu için pişmanlık duymuştur.
Bu vesile ile şunu belirtelim ki, cahiliye devrinde Araplar, Müzdelife vakfesini güneş doğuncaya kadar devam ettirirlerdi. “Güneş doğduğu zaman hacılar, tepelerin üzerinde vakfede olurdu, öyle ki (uzaktan bakınca) dağların başında sarık manzarasını arzederlerdi, tıpkı insanların başındaki sarık gibi” diye tasvir edilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu meselede müşriklere muhalefet vaz´etmiş, sabah vaktinin girmesinden sonra ortalık aydınlanmaya başlayınca, güneş daha doğmadan Mina´ya müteveccihen ifâzaya (sökün etmeye) müsâade etmiştir. [499]
ـ6ـ وعنها رَضِىَ اللّهُ َعَنْها قالت: ]أرْسَلَ رسولُ اللّه # بِأمِّ سَلَمَةَ لَيْلَةَ النَّحْرِ. فَرَمَتِ الجَمْرَةَ قَبْلَ الفَجْرِ ثُمَّ مَضَتْ فَأفَاضَتْ[. أخرجه أبو داود والنسائى .
6. (1435)- Yine Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ümmü Seleme´yi kurban gecesi (Mina´ya) gönderdi. Ümmü Seleme, daha şafak sökmeden şeytan taşlamasını yaptı. Sonra gidip ifâza (tavafını) yaptı.” [Ebu Dâvud, Menâsik 66, (1942); Nesâî, Hacc 223, (5, 272).][500]
AÇIKLAMA:
1- İfâza tavafı, daha önce açıklandığı üzere tavaf-ı ziyarettir. Yani haccın farz olan ikinci rüknü, ifâza tavafından sonra tekrar Mina´ya dönecek ve geri kalan menâsiki tamamlayacaktır. Hattâ Ebu Dâvud´un rivayetinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la beraber olma nöbeti o gün Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) validemizde olduğu (için, bu menâsikin icrasında) isti´câl gösterdiği belirtilmiştir.
2- Zayıflara ve hususen kadınlara tanınan bu isti´câl (acele davranma) ruhsatının bir hikmeti de şu olabilir: Kadınlar için, bu menasikin icrasında bir saat öncelik ehemmiyetlidir. Çünkü, hayız olma halinde farz olan ifâza tavafını yapamaz. Umumiyetle muntazam periyodlarla gelen hayız nöbetini bilen kadınlar, bir iki saatlik isti´cal ile temizlik devresi içerisinde ifâza tavafını da yaparak, bir haftalık bekleme müddetini kurtarabilirler.[501]
ـ7ـ وعن فاطمة بنت المنذر قالت: ]كَانَتْ أسْماءُ بِنْتُ بَكْرٍ تَأمُرُ الَّذِى يُصَلِّى لَهَا وَ‘صْحَابِها الصَّبْحَ بِالمُزْدَلِفَةِ أنْ يُصَلِّى حِينَ يَطْلُعُ الْفَجْرُ ثُمَّ تَرْكَبٌ فَتَسِيرُ إلى مِنىً وََ تَقِفُ[. أخرجه مالك .
7. (1436)- Fâtıma Bintu´l-Münzir anlatıyor: “Esmâ Bintu Ebî Bekr (radıyallahu anhümâ) kendisi ve beraberindekilere Müzdelife´de sabah namazı kıldırıverecek olan kimseye, şafak söktüğü zaman kıldırmasını emredip, bineğine atlar ve Mina´ya hareket eder (yolda da) durmazdı.” [Muvatta, Hacc 175, (1, 392).] [502]
ÜÇÜNCÜ FASIL
ARAFAT VE MÜZDELİFE´DE TELBİYE
Telbiye, ihrama giren hacının lebbeyk Allahümme lebbeyk diye başlayan duayı, belli bir âdâba göre, yüksek sesle okumasıdır. (Teferruat için 1164 numaralı hadise bak.)[503]
ـ1ـ عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]كانَ أُسَامَةُ رِدْفَ رسولِ اللّهِ # مِنْ عَرَفَةَ إلى المُزْدَلِفَةِ. ثُمَّ أرْدَفَ الْفَضْلَ مِنْ مُزدَلِفَةَ إلى مِنىً فَكَِهُمَا قاَ: لَمْ يَزَلْ رسولُ اللّه # يُلَبِّى حَتَّى رَمَى جَمْرَةَ الْعَقَبَةِ[. أخرجه الخمسة .
1. (1437)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Üsâme (radıyallahu anh) Arafat´tan Müzdelife´ye kadar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın terkisinde idi. Sonra Müzdelife´den Mina´ya kadar da Fadl İbnu Abbâs´ı terkisine aldı. Her ikisi de: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) büyük şeytanı (Cemretu´l-Akabe) taşlayıncaya kadar telbiyeyi bırakmadı” demiştir.” [Buhârî, Hacc 86, Cihâd 126; Müslim, Hacc 266, (1281); Tirmizî, Hacc 78, (918); Ebu Dâvud, Menâsik 28, (1815); Nesâî, Hacc 216, (5, 268), 229, (Buhârî´de gösterilen bablarda rivayet mânâ yönüyle mevcuttur, lâfzan değil).][504]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet, ihramın giyilme anından itibaren yüksek sesle söylenmeye başlayan ve haccın alemi durumunda olan telbiyenin ne zaman sona ereceğini belirlemektedir: Büyük şeytan diye bilinen cemretü´l-Akabe´ye taş atıncaya kadar, yani bayramın birinci günü sabahına kadar devam etmektedir.
Büyük şeytana ilk taşın atılmasıyla mı, yoksa hepsinin atılmasıyla mı telbiye kesilmeli sorusuna farklı cevap verilmiştir. Cumhur “ilk taşlama ile kesilmesi gerekir” demiştir. Ahmed İbnu Hanbel ve bâzı Şâfiîler “İkinciye kadar devam eder” demiştir.
Nevevî, bu konda Cumhur´un, Müslim´de tahric edilmiş olan, لَمْ يَزَلْ يُلَبِّى حَتَّى بَلَغَ الْجَمْرَةَ “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cemretu´l-Akabe´ye (büyük şeytan) varıncaya kadar telbiye getirdi” hadisini esas alarak: “Bayram sabahı büyük şeytana taş atmaya başlayıncaya kadar telbiye devam eder” dediğini belirtir. İmam Şâfiî, Sevrî, Ebû Hanife, Ebu Sevr, Sahâbe ve Tâbiîn´den birçok ulemâ grubu buna hükmetmiştir.
* Hasan Basrî: “Arefe günü sabah namazını kılıncaya kadar telbiyeye devam edilir” demiştir.
* Hz. Ali, İbnu Ömer, Hz. Aişe, Mâlik, Medine fukahâsının cumhuru: “Arefe günü, güneşin zevâline kadar telbiye okunur, vakfeler başlayınca kesilir” demiştir.
* Ahmed İbnu Hanbel, İshak ve bazı selef: “Büyük şeytan taşlaması bitinceye kadar devam edilir” demiştir.
Nevevî bu bilgileri verdikten sonra der ki: “Şâfiî´nin ve Cumhur´un delili, sadedinde olunan sahih hadistir. Bunun dışındakilerin muhalefette delilleri yoktur, Cumhur´un bu görüşü sünnete uygundur.
Ahmed İbnu Hanbel´in dayandığı rivayeti de Cumhur: “Ondan murad taşların atılmasına başlamaktır” diyerek iki rivayeti te´lif etmiştir.
ـ2ـ وعن سعيد بن جبير قال: ]كُنْتُ مَعَ ابنِ عَبّاسٍ بِعَرفَةَ فقَالَ: مَالِى َ أسْمَعُ النَّاسَ يُلَبُّونَ؟ قُلتُ: يَخَافُونَ مِنْ مُعَاوِيةَ. فَخَرَجَ مِنْ فُسْطَاطِهِ وَهُوَ يَقُولُ: لَبَّيْكَ اللَّهُمَّ لَبَّيْكَ فإنَّهُمْ قَدْ تَرَكُوا السُّنّةَ عَنْ بُغْضِ عَلىٍّّّ[. أخرجه النسائى .
2. (1438)- Said İbnu Cübeyr anlatıyor: “Ben, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) ile Arafat´ta beraberdim. Bir ara bana
:”Niye halkın telbiyesini işitmiyorum ” diye sordu, ben kendisine:
“Muâviye (radıyallahu anh)´den korkuyorlar!” dedim. Bunun üzerine:
“Lebbeyk Allahümme lebbeyk, bu insanlar Ali´ye buğuzları sebebiyle sünneti terketmişler!” diyerek çadırından çıktı.” [Nesâî, Hacc 197 (5, 253).] [505]
AÇIKLAMA:
Sindî der ki: “Bu rivayetle, Arafat´ta telbiye okumak hususunda âlimler arasındaki ihtilâfın kaynağı ve iki fırkadan hangi tarafın haklı olduğu ortaya çıkmaktadır.” Ancak rivayetler arasındaki irtibatı değerlendirmeden acele hükme gitmek tatminkâr olmamaktadır. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´a göre telbiye haccın şiârıdır التلبية شِعَارُ الحج ve ihramdan çıkıncaya kadar devam etmelidir. İhramdan çıkma da remyü´lcimarla (şeytan taşlamak) tahakkuk eder. Cumhur da bunu benimsiyor. Bu görüşün isabetliliğini kabul ederken, Ashab-ı Kiram (radıyallahu anhüm ecmaîn)´ı rencide etmenin hiçbir gereği yok.
Hz. Ali, Hz.Aişe, İbnu Ömer, İmam Mâlik ve Medine fukahâsının çoğunluğunun: “Telbiye, arefe günü öğleye kadar, yani vakfelerin başlamasına kadar devam eder” dediklerini önceki rivayette belirtmiş idik.
Şu halde, arefe günü öğleden sonra telbiye getirmemek Hz.Ali´nin zaten mezhebi olmaktadır. Mâlikî mezhebinden olan Zürkânî: “Hz. Ali ve Hz. Aişe gibi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a yakınlığı ile bilinen iki sahâbenin, arefe günü öğleden itibaren telbiyeyi kesmeleri, Cumhur´un amel ettiği, Fadl İbnu Abbâs´ın hadisinin -sahih olsa dahi- amel dışı tutulması gereğine en kuvvetli delildir” der. Bir kısım tâli meselelerde ulemâ ve Ashab arasında ihtilaf görüldüğü gibi burada da bir ihtilâf sözkonusudur. Rivayetler değerlendirilirken hepsinin birlikte gözönüne alınması gerekir. Sadedinde olduğumuz rivâyet, siyasetle ilmi karıştıran istisnâî bir muhtevâ taşır ve Ashâb´a ta´nı işmâm eder. Ulemâ, “Ashab´a ta´nı mutazammın rivayet, öyle olmayanla teâruz ederse mercuh olur” prensibini va´zeder. Binaenaleyh bu rivayeti tahlil etmeden Sindî´nin acele hükme gitmesini ilmî bulmuyoruz. Sadece Nesâî´de yer almış olan rivayetin diğerlerine muhâlefeti zâhirdir.
İbnu Hacer, Tahâvî´den yaptığı bir naklin yorumunda, “meşru olmadığı için değil, başka zikirlerle meşgul oldukları için vakfe yerlerinde hacıların telbiyeyi terketmiş olduklarını belirterek: “Böylece ihtilâflar da birleştirilmiş olur” der.[506]
ـ3ـ وعن محمد ابن أبى بكر الثَّقَفِى قال: ]سَألْتُ أنَسَ بنَ مالكٍ وَنَحْنُ غَادِيَانِ مِنْ مِنىً إلى عَرَفَاتَ عَنِ التَّلْبِيَةِ كَيْفَ كُنْتُمْ تَصْنَعُونَ مَعَ النَّبىِّ #؟ قال: كانَ يُلَبِّى المُلَبِّى فََ
يُنْكِرُ عَلَيْهِ، وَيُكَبِّرُ فََ يُنْكِرُ عَلَيْهِ. وَيُهَلّلُ فََ يُنْكِرُ عَليْهِ، وََ يَعِيبُ أحدٌ عَلى صَاحِبِهِ[. أخرجه الثثة والنسائى .
3. (1439)- Muhamed İbnu Ebî Bekr es-Sakafî anlatıyor: “Arafat´tan Mina´ya gelirken, beraberindeki Enes İbnu Mâlik (radıyallahu anh)´e telbiyeden sorarak:
“Siz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile nasıl yapıyordunuz ” dedim. Bana:
“Dileyen telbiye getirirdi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) müdâhale etmezdi. Dileyen tekbir getirirdi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona da mudâhale etmezdi! Dileyen de tehlil getirirdi, ona da müdâhale etmezdi. Bizden kimse, (farklı zikirler de bulunduğu için) arkadaşını ayıplamazdı.” [Buhârî, Hacc 86, İydeyn 12; Müslim, Hacc 274, (1285); Nesâî, Hacc 192, (5, 250).][507]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet, ihramlının telbiye ile birlikte başka zikirler de yapabileceğine delildir. Telbiye ile birlikte tehlil, tekbir gibi diğer zikirler de meşru olmakla birlikte, hacc sırasında telbiye hepsinden efdaldir. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) telbiye için “Haccın şiârıdır” der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da hacc sırasında okunacak telbiyelerin ehemmiyetini belirtmiş ve şahsen remy-i cimâr denen şeytan taşlamasına kadar aralıksız devam etmiştir (1437. hadis). İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): “Ben Hz.Ömer´le on bir kere haccettim. Ömer, remy-i cimâra kadar telbiye bırakmazdı” der.
Şu halde yukarıdaki hadis, haccda tekbir veya tehlilin, telbiyenin yerini tutacağına, telbiyenin terkedileceğine delil olmayıp, hacda ara sıra telbiyeyi ile birlikte başka zikirlerin de olabileceğine bir ruhsattır, ulemâ böyle anlamıştır.
Nevevî: “Haccda telbiye, tekbirden efdaldir” der. [508]
يُنْكِرُ عَلَيْهِ، وَيُكَبِّرُ فََ يُنْكِرُ عَلَيْهِ. وَيُهَلّلُ فََ يُنْكِرُ عَليْهِ، وََ يَعِيبُ أحدٌ عَلى صَاحِبِهِ[. أخرجه الثثة والنسائى .
3. (1439)- Muhamed İbnu Ebî Bekr es-Sakafî anlatıyor: “Arafat´tan Mina´ya gelirken, beraberindeki Enes İbnu Mâlik (radıyallahu anh)´e telbiyeden sorarak:”Siz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile nasıl yapıyordunuz ” dedim. Bana:”Dileyen telbiye getirirdi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) müdâhale etmezdi. Dileyen tekbir getirirdi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona da mudâhale etmezdi! Dileyen de tehlil getirirdi, ona da müdâhale etmezdi. Bizden kimse, (farklı zikirler de bulunduğu için) arkadaşını ayıplamazdı.” [Buhârî, Hacc 86, İydeyn 12; Müslim, Hacc 274, (1285); Nesâî, Hacc 192, (5, 250).]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet, ihramlının telbiye ile birlikte başka zikirler de yapabileceğine delildir. Telbiye ile birlikte tehlil, tekbir gibi diğer zikirler de meşru olmakla birlikte, hacc sırasında telbiye hepsinden efdaldir. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) telbiye için “Haccın şiârıdır” der. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da hacc sırasında okunacak telbiyelerin ehemmiyetini belirtmiş ve şahsen remy-i cimâr denen şeytan taşlamasına kadar aralıksız devam etmiştir (1437. hadis). İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): “Ben Hz.Ömer´le on bir kere haccettim. Ömer, remy-i cimâra kadar telbiye bırakmazdı” der.Şu halde yukarıdaki hadis, haccda tekbir veya tehlilin, telbiyenin yerini tutacağına, telbiyenin terkedileceğine delil olmayıp, hacda ara sıra telbiyeyi ile birlikte başka zikirlerin de olabileceğine bir ruhsattır, ulemâ böyle anlamıştır.Nevevî: “Haccda telbiye, tekbirden efdaldir” der.
ÜÇÜNCÜ FASIL
ARAFAT VE MÜZDELİFE´DE TELBİYE
ـ4ـ وعن جعفر بن محمد عن أبيه قال: ]كَانَ عليٌّ رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ يُلَبِّى بِالحَجِّ حَتَّى إذا زَاغَتِ الشَّمْسُ مِنْ يَوْمِ عَرفَةَ قَطَعَ التَّلْبِيَةَ[. أخرجه مالك .
4. (1440)- Ca´fer İbnu Muhammed babasından naklen anlatıyor: “Hz. Ali (radıyallahu anh), haccda, arefe günü güneşin zeval noktasına gelmesine kadar telbiyeye devam eder, ondan sonra keserdi.” [Muvatta,Hacc 44, (1, 338).][509]
ـ5ـ وعن أسامة رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]كُنْتُ رِدْفَ رسولِ اللّه # بِعَرَفَةَ فَرَفَعَ يَدَيْهِ يَدْعُو فمََالَتْ بِهِ نَاقَتُهُ فَسَقَطَ خِطَامُهَا فَتَنَاوَلَ الخِطَامَ بإحْدَى يَدَيْهِ وَهُوَ رَافِعٌ يَدَهُ ا‘خْرَى[. أخرجه النسائى .
5. (1441)- Hz. Üsâme (radıyallahu anh) anlatıyor: “Arafat´da ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın devesinin terkisinde idim. Bir ara dua için ellerini kaldırmıştı. (O esnada) deve, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı eğdi.Derken yuları düştü. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yuları elinin biriyle tutup, diğer elini kaldırarak duasına devam etti.” [Nesâî, Hacc 202, (5, 254).][510]
AÇIKLAMA:
İmam Nesâî bu hadisi, “Arafat´ta dua ederken elleri kaldırmak” başlığı altında kaydetmek suretiyle dua ederken Arafat´ta da ellerin kaldırılacağı hükmünü çıkarır.
Ayrıca, hayvanın üstünde giderken de dua edilebileceği, bir elle hayvanın yularını tutarken veya bir el meşgulken, diğer tek elin dua için kaldırılabileceğini de hadisten anlamaktayız. [511]
YEDİNCİ BAB
REMY (ŞEYTAN TAŞLAMA)
Bu babta dört fasıl vardır
BİRİNCİ FASIL
REMYİN KEYFİYETİ
*
İKİNCİ FASIL
REMYİN VAKTİ
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
BİNEREK VE YÜRÜYEREK TAŞLAMA
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
REMY (ŞEYTAN TAŞLAMA)
Remy, lügat olarak atmak demektir. Hacc ıstılahı olarak remy, “şeytan taşlamak” mânasına gelen bir hacc menasikini ifade eder. Remyü´l-Cimâr tâbiri daha tamdır, taşların atılması demektir. Cimâr veya cemerât, “cemre”nin cem´idir. Cemre: Nohut büyüklüğünde ufacık taş, bu taşlardan müteşekkil yığın, ateş gibi daha başka mânalara da gelir. Dilimizdeki çakıl kelimesi tam olmasa da en yakın karşılık olabilir. Çünkü Türkçe´de kum kelimesi daha ufak taşlara ıtlak olnur. Taş ise büyük küçük her çeşidi için kullanılır. Şunu da kaydedelim; c.m.r. maddesi Arapça´da ictima etmek, toplanmak mânasına da gelir. Bu sebeple, “insanlar yanlarında toplandığı için onlara cemre denmiştir”diye tahmin yürüten olduğu gibi “Hz. Âdem´e -veya İbrahim´e- şeytan ârız olunca ona burada taş attığı için bu ismi almıştır” da denmiştir.
Remyü´lcimâr, sâdece hacc menasikinde vardır, umrede yoktur. Haccın aslî vâciblerindendir. Taş atma mahalleri Mina´dadır. Birbirine yakın üç taş kümesidir:
1. Cemre-i Akabe: Buna halkımız “Büyük Şeytan” der.
2. Cemre-i Vusta: Halkımız buna “Orta Şeytan” der.
3. Cemre-i Ûlâ: Buna da halkımız “Küçük Şeytan” der.
Bayramın birinci günü cemre-i Akabe´ye 7 taş atılır.
Bayramın 2. 3. ve 4. günleri her birine 7´şer taş atılır.
Acele etmek isteyen üçüncü günü, güneş batmadan önce Mina´yı terkeder ve dördüncü günü kalmaz. [512]
BİRİNCİ FASIL
REMY´İN KEYFİYETİ (NASIL YAPILDIGI)
ـ1ـ عن عبدالرحمن بن زيد قال: ]رَمَى ابنُ مَسْعُودٍ جَمْرَةَ الْعَقَبَةِ مِنْ بَطْن الْوَادِى بِسَبْعِ حَصَيَاتٍ يُكَبِّرُ مَعَ كُلِّ حَصَاةٍ؛ وَجَعلَ الْبَيْتَ عَنْ يَسَارِهِ، وَمِنىً عَنْ يَمِينِهِ. فقِيلَ لَهُ: إنَّ نَاساً يَرْمُونَهَا مِنْ فَوْقِهَا. فقَالَ: هذَا وَالَّذِى َ إلهَ غَيْرُهُ مَقَامُ الَّذِى أُنْزِلَتْ عَلَيْهِ سُورَةُ الْبَقَرَةِ[. أخرجه الخمسة، وهذا لفظ الشيخين .
1. (1442)- Abdurrahman İbnu Zeyd anlatıyor: “İbnu Mes´ud (radıyallahu anh), vadinin dibinden yedi çakıl atarak büyük şeytanı taşladı. Her taşı attıkça tekbir getriyordu. Bu sırada Beytullah sol tarafında, Mina da sağında olacak şekilde durmuştu. Kendisine:
“İnsanlar, taşları yukarısından atıyorlar!” denince şu cevabı verdi:
“Burası, kendinden başka ilâh olmayan Zat´a kasem olsun, Bakara sûresinin üzerine indiği makamdır.” [Buhârî, Hacc 135, 136, 137, 138; Müslim, Hacc 305, (1296); Tirmizî, Hacc 64, (901); Ebu Dâvud, Menâsik 78, (1974); Nesâî, Hacc 226, (5, 273).][513]
AÇIKLAMA:
1- Şerh kitapları, üç cemrenin yani taşlama yerlerinin coğrafî vaziyetleri itibariyle az çok farklı olduğunu belirtir. Büyük şeytan denen cemretu´l-Akabe vâdinin dibinde, düzlüktedir, diğer ikisi meyilli inen bir mevzidedir. Şimdilerde inşaat ve tesviyeler sebebiyle üçü de aynı pozisyonu taşırlar. Hadislerden gelen bâzı ifadeleri anlamak için aradaki bu farkın zaman zaman hatırlanması gerekecektir. Nitekim burada büyük şeytanın taşlanması söz konusudur. Bu sebeple vadinin dibinden olduğu tasrih edilmektedir. Kadim dönemde öbürlerine taşları üstten, (herhalde yan yamaçlardan) atmak mümkünmüş.
2- Hemen belirtelim ki, cemretü´l-Akabe ile diğer iki cemre arasında şu farklara da dikkat çekilir:
a) Bayramın birinci günü sadece büyük cemreye taş atılır, diğerlerine atılmaz.
b) Büyük cemrenin yanında durulmaz, hemen terkedilir. Öbürlerinin yanında durulup dua edilir.
c) Kuşluk vaktinde taşlar atılır.
d) Aşağısından atılması müstehabdır.
3- Taşların adedi: Sadedinde olduğumuz rivayet İbnu Mes´ud (radıyallahu anh)´un yedi taş attığını ifade eder. Her seferinde taşlama, yedi ayrı taşın ard arda atılmasıyla tamamlanır. Alimler taşın yedi olması gereğinde müttefiktirler. Altı da olabileceğine dâir zayıf bir rivâyet vardır. İmam Mâlik ve Evzâî: “Bir kimse yediden az atar, tedarik de edemezse, dem (kurban) gerekir” demişlerdir. İmam Şâfiî: “Bir taşın terki bir müdd tasadduku gerektirir, iki taşın terki de iki müdd gerektirir, üç ve daha fazla için bir dem gerekir” demiştir. Hanefîler: “Üç cemrede de taşların yarıdan azı terkedilirse yarım sa´ tasadduk edilir, fazla olursa dem gerekir” demiştir.
4- İbnu Hacer, cemretu´l-Akabe´nin yani büyük şeytanın Mina´da omayıp, Mina´nın Mekke hududunda olduğunu, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hicret etmek için Ensar´dan burada biat aldığını belirtir.
5- Rivayet İbnu Mes´ud (radıyallahu anh)´un taş atma sırasında Mina sağ, Beytullah sol cihetinde olacak şekilde durduğunu belirtir. Tirmizî´nin bir rivayetinde kıbleye yönelerek taş attığı belirtilir, Cumhur öncekini esas almıştır. Şâfiîlerden Râfiî kıbleyi arkaya alarak cemreye yönelmek gerektiğine kesin hükmeder. Cemre sağına gelecek şekilde kıbleye yönelerek taş atılmalı diyen de olmuştur. Ancak, ulemâ şu hususta icma etmiştir: “Esas olan taşın atılmasıdır, hangi istikametten kolayına gelirse oradan atar, câizdir.” İhtilaf efdaliyettedir.
6- “Burası, Bakara sûresinin üzerine indiği makamdır” ifadesine gelince, İbnu Hacer şu açıklamayı yapar: “Haccla ilgili fiillerden çoğu Bakara sûresinde mezkurdur. Sanki şöyle demek istemiştir: “Burası öyle bir makamdır ki, ahkâmu´lmenâsik bunun üzerine indirilmiştir.” İbnu Mesud, bu ifadesiyle, hacc ahkâmının tevkifî olduğuna, yâni vahiyle tesbit edildiğine, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in ictihadına dayanmadığına dikkat çekmek istemiştir.” Başka yorumlar da var.
7- Bu hadise dayanarak, âlimler, taşların teker teker atılması gereğine hükmetmişlerdir. Çünkü: “Her taşı attıkça tekbir getiriyordu” denmektedir. Bu ancak teker teker atmakla olur. Nitekim Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de: خُذُوا عَنّى مَنَاسِكَكُمْ “Hacc menâsikini benden alın” buyurmuştur. Mamaafih Ebu Hanife ve Atâ: “Hepsini birden atsa da câizdir” demişlerdir.
8- Taşlama sırasında tekbir getirileceğine hükmedilmiştir, ancak tekbiri terkedene herhangi bir şey gerekmeyeceğinde ulemâ icma etmiştir.
9- Bazı rivayetlerde, İbnu Mes´ud (radıyallahu anh)´un büyük şeytanı taşlayıp tamamlayınca şu duâyı yaptığı belirtilir: اَللَّهُمَّ اجْعَلْ حَجًّا مَبْرُورًا وَذَنْبًا مَغْفُورًا
“Allah´ım haccımı makbul, günahımı mağfur kıl!”[514]
ـ2ـ وعند الترمذى والنسائى: ]أتى جَمْرَةَ الْعَقَبَةِ فَاسْتَبْطَنَ الْوَادِى وَاسْتَقْبَلَ الْكَعْبَةَ وَجَعَلَ يَرْمِى الجَمْرََةَ عَلى حَاجِبِهِ ا‘يمَنِ. وَذكرا نحوه[ .
2. (1443)- Tirmizî ve Nesâî´de şöyle denmiştir: “(İbnu Mes´ud) Akabe cemresine geldi. Vâdinin dibinde durdu, kıbleye karşı yönelip, sağ kaşının üst hizasından yığına (taşları) atmaya başladı…” [Tirmizî, Hacc 64, (901).][515]
ـ3ـ وعن سعد رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]رَجَعْنَا في الحَجَّةِ مَعَ النَّبىِّ # وَبَعْضُنَا يَقُولُ: رَمَيْتُ بِسَبْعِ حَصَيَاتٍ، وَبَعْضٌ يَقُولُ: بسِتٍّ، وََ يَعِيبُ بَعْضُهُمْ عَلى بَعْضٍ[ .
3. (1444)- Hz. Sâd (radıyallahu anh) anlatıyor: “Veda haccından Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la beraber döndük. (Yolda konuşurken) bâzılarımız “Yedi taş attım” bazılarımız da: “Altı taş attım” diyordu, kimse kimseyi bu sebeple kınamıyordu.” [Nesâî, Hacc 227, (5, 275).][516]
NOT: Atılacak taşların miktarını, eksik olması halinde terettüp edecek mü-eyyideyi 1442 numaralı hadiste açıkladık.[517]
ـ4ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]قال رسولُ اللّه # غَدَاةَ الْعَقَبَةِ وَهُوَ عَلى رَاحِلَتِهِ: هَاتِ الْقُطْ لِى. فَلَقَطْتُ
لَهُ حَصَيَاتٍ مِنْ حَصى الخَذْفِ. فلمَّا وَضَعْتُهُنَّ في يَدِهِ قال: بأمثالِ هؤَُءِ. إيَّاكُمْ وَالْغُلُوَّ في الدِّينِ، فَإنَّمَا هَلَكَ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ بِالْغُلُوِّ في الدِّينِ[. أخرجهما النسائى.»وَحَصَى الخَذْفِ« بالخاء المعجمة .
4. (1445)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Akabe (taşlaması) sabahı, bineğinin üzerindeyken:
“Bana (taş) toplayıver!” dedi. Ben de (şehadet ve başparmaklarla atılabilecek büyüklükte) ufak taşlardan onun için topladım. Avucuna koyduğum sırada:
“İşte bunlar gibi. Dinde aşırılıktan sakının. Sizden öncekileri, dinde aşırılıkları helâk etmiştir!” dedi.” [Nesâî, Hacc 217, (5, 268).][518]
AÇIKLAMA:
Burada, öncelikle atılacak taşların büyüklüğü tebârüz ettirilmek istenmiştir. حَصَى الْخَذْفِ
“Parmakla veya sapanla atma taşı” demektir. Şehâdet parmağımıza koyup başparmağımızla fırlatmaya elverişli büyüklükte taş. Umumiyetle nohut büyüklüğünde diye târif edilir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “İşte bunlar gibi!” demesi, kendisi için İbnu Abbâs´ın toplamış olduğu belirtilen büyüklükteki taşları normal bulduğunu belirtmek içindir. “Dinde aşırılıktan kaçın…” nasihatı umumî mânada anlaşılabileceği gibi, taşlama ile ilgili daha hususî mânada da anlaşılabilir. Taşlama ile ilgili olan mânası şudur: “Burada daha büyük taş atmaya, taşdan başka birşey atmaya kalkmayın, belirtilen sayıdan fazla da atmayın…”
Hacc yapanlar, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu tavsiyesine rağmen, taşlama sırasında Müslümanların ne denli cahilliklerine rastlamaz ki! İri taş atanlar, şemsiye, sopa, ayakkabı atanlar, taşlama mahalline fırlayıp ayaklarıyla ezmeye çalışanlar vs. Halbuki bütün menâsik, kulun imtihanına yönelik bir kısım sembollerden ibarettir. Onun sırrı, mânası, değeri, o menâsiki dinin koyduğu çerçeve içerisinde “Allah´ın rızasını tahsil” niyetiyle yapmakdır. Bir kısım aklî izahlar getirmek, icra edilen fiillerden müşahhas, maddî neticeler beklemek hacc farizasının mânasını anlamamak olur. İşte bu menâsikin, aklî îzahı hiç olmayan safhası şeytan taşlama safhasıdır. Attığımız cisimlerin “emri yerine getirerek Allah´ın rızasını kazanmak”tan başka hiçbir gayesi yoktur. Şeytan öncelikle herkesin kendi içindedir. Öyle ise mü´mine düşen, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın vaz´ettiği edeb çerçevesinde bu menâsikin yerine getirilmesidir.
Âlimler “Dinde aşırı olmayın” nasihatını daha umumî mânada anlayarak: “Hiçbir şeyde ifrat ve tefrite düşmeyin, sevdiğinizi fazla sevmek, sevmediğinize fazla buğzetmek yaraşmaz… Dinî meselelerin inceliklerine fazla inmeyin, sebep ve illetlerini aramada aşırı gitmeyin…” demişler, ifrat ve tefritin itikadda ve amelde olabileceğine dikkat çekmişlerdir. Bizden öncekilerden Hıristiyanların Hz.İsâ´yı ifrat derecede sevme sonucu ilahlaştırarak sapıklığa düştükleri ve böylece helak oldukları da misal olarak verilmiştir.[519]
İKİNCİ FASIL
REMY´İN (TAŞLAMANIN) VAKTİ
Yevm-i nahr (Kurban kesme günü): Zilhicce´nin 10. günü.
Eyyâm-ı nahr (Kurban kesme günleri): Zilhicce´nin 10, 11, 12. günleri
Eyyâm-ı teşrîk (Teşrik günleri): Zilhicce´nin 11, 12,13. günleri.
Nefr-i evvel (Mina´dan birinci hareket günü): Zilhicce´nin 12. günü.
Nefr-i âhir (Mina´dan sonuncu hareket günü): Zilhicce´nin 13. günü.
Zeval: Güneşin öğle vakti, ikindi yönüne kayma ânı.[520]
ـ1ـ عن جابر رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]رَأيْتُ رسُولَ اللّه # يَرْمِى يَوْمَ النَّحْرِ ضُحىً. وَأمَّا بَعْدَ ذلِكَ فَبَعْدَ زَوَالِ الشَّمْسِ[. أخرجه الخمسة إ البخارى .
1. (1446)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı yevm-i nahrde kuşluk vakti taş atarken gördüm. Ama bundan sonraki günlerde, güneşin zevâlinden (öğle vaktinden) sonra taş attı.” [Müslim, Hacc 313, (1299); Tirmizî, Hacc 59, (894); Ebu Dâvud, Menâsik 78, (1971); Nesâî, Hacc 221, (5, 270). Bu hadisi Buhârî, muallak olarak zikretmiştir, Hacc 134.][521]
AÇIKLAMA:
Rivâyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın cemretu´l-Akabe´ye bayramın birinci günü kuşluk vakti taş attığını, diğer iki cemreye öğleden sonraları, güneş tepeden ikindi tarafına kaymasından itibâren taş attığını gösterir.
Bu meselede bâzı ihtilâflar olmuştur:
* Cumhur, bu hadisi esas alarak, bayramın ilk günü dışındaki taşlamaların öğleden sonra yapılmasının sünnete uygun olduğunu söylemiştir.
* Atâ ve Tâvus: “Öğleden evvel de câizdir” demiştir.
* Hanefîler, yevm-i nefr denilen bayramın ikinci gününde zevalden önce taş atmaya ruhsat vermiştir.
* İshak İbnu Râhuye: “Zevalden önce atan, bunu üçüncü günü iade eder” der.[522]
ـ2ـ وعن نافع: ]أنَّ ابْنَةَ أخٍ لِصَفيَّةَ بِنْتِ أبِى عُبَيْدٍ أمرأةِ عبدِ اللّهِ ابن عُمَرَ نُفِسَتْ بالمُزْدَلِفَةِ فَتَخَلَّفَتْ هِىَ وَصَفِيَّةُ حَتَّى أتَتَا مِنىً بَعْدَ أنْ غَرَبَتِ الشَّمْسُ يَوْمَ النَّحْرِ فأمَرَهُمَا ابنُ عُمَرَ أنْ تَرْمِياَ حِينَ قَدِمَتَا وَلَمْ يَرَ عَلَيْهِمَا بأساً[. أخرجه مالك .
2. (1447)- Nâfi´ anlatıyor: “Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in zevcesi Safiyye Bintu Ebî Ubeyd´in oğlan kardeşinin kızı Müzdelife´de nifas oldu (doğum yaptı). Bu yüzden o da, Safiyye de geri kaldılar ve Mina´ ya yevm-i nahrde güneş battıktan sonra geldiler. Hz. Abdulllah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) onlara geldikleri anda taş atmalarını emretti ve bu gecikmeden dolayı onların herhangi bir kefaret ödemesine hükmetmedi.” [Muvatta, Hacc 220,(1, 409).][523]
AÇIKLAMA:
Burada, bir özre mebni, vakti içerisinde taşlamayı yapmayanın durumu aydınlatılmış oluyor. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) yetiştikleri anda taşı atmalarına ruhsat veriyor ve özürleri sebebiyle herhangi bir kefaret gerekmeyeceğini söylüyor. Ancak İmâm Mâlik, bu durumda taş vakti içinde atılmadığından bir kurban kesilmesini müstehab addetmiştir.
İmam-ı Malik´in, taşlama günleri içerisinde taş atmayı akşama kadar unutan bir kimsenin akşamdan sonra hatırlaması halinde, gece veya gündüz, ne zaman hatırlayacak olursa hemen atması gerektiğine hükmeder. Ancak, “Mina´dan ayrılıp Mekke´ye geldikten sonra hatırlayacak olursa bir kurban kesmesi vacib olur” der.[524]
ـ3ـ وعن أبى الْبَدّاح عاصم بن عَدِىِّ عن أبيه رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ ]أنّ رسولَ اللّه # أرْخَصَ لِرِعَاءِ ا“بِلِ في البَيْتُوتَةِ عَنْ مِنىً يَرْمُونَ يَوْمَ النَّحْرِ ثُمَّ يَرْمُونَ الْغَدَ وَمِنْ بَعدِ الْغَدِ لِيَوْمَيْنِ
ثُمَّ يَرْمُونَ يَوْمَ النّفْرِ[. أخرجه ا‘ربعة.وقال مالك: تَفْسِيرُ ذلكَ فيما نرى واللّه أعلم: أنَّهُمْ يرمون يوم النحر فإذا مضى اليومُ الذى يليه رموا من الغد وذلك يوم النّفْر ا‘ول يرمون لليوم الذي مضى ثم يرمون ليومهم ذلك ‘نه يقْضى أحد شيئاً حتى يجبَ عليه فإذا وجب عليه ومضى كان القضاء بعد ذلك. فإنْ بدا لهم في النّفْر، فقد فرَغوا، وإنْ أقاموا إلى الغد رموا مع الناس يوم النّفْرِ اŒخر ونَفرُوا .
3. (1448)- Ebu´l-Beddâh Âsım İbnu Adiyy, babası Adiyy (radıyallahu anh)´den naklediyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) develerin çobanına, yevm-i nahrde taş atmışlarsa, ertesi gün taş atmayıp develerle kalmaya, sonra da iki günlük taş atmaya ve yevm-i nefrde atmaya ruhsat tanıdı.”[525]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, şeytan taşlama programında hacc yapan çobanlara mahsus olmak üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in tanıdığı bir ruhsatı mevzubahis etmektedir. Ancak hemen belirtelim ki, hadisi âlimler birbirinden farklı değerlendirmelere tâbi tutmuşlardır. Mevzubahis olan farklılık, rivayetlerdeki ihtilâflar kadar, hadisin ifadesindeki kapalılık ve esneklikten de kaynaklanmaktadır.
1) Bazı yorumculara göre, hadiste çobanların şöyle taşlamasına cevaz verilmiştir: Zilhicce´nin 10´unda cemre-i Akabe taşlaması yapacak, ertesi günü, yani 11 Zilhicce günü, hem o günün taşlamasını, hem de bir gün sonrasının yani 12 Zilhicce´nin taşlamasını beraberce yapacaktır. Böylece bir sonrası günün taşlamalarını öne almış olacaktır. Hadisin, Tirmizî, Nesâî ve diğer bazı kitaplardaki vechi böyle bir yoruma daha uygun.
رَخَّصَ رَسُولُ اللّهِ صَلَّى اللّهِ وَسَلَّمَ لِرُ عَاءِ اْ“ِبِل فِى الْبيتُوتَةِ اَنْ يَرْ مُوا يَوْمَ النَّحْرِ ثُمَّ يَجْمَعُوا رَمْىَ يَوْمَيْنِ بَعْدَ يَوْمِ النَّحْرِ فَيَرْ مُوهُ فِى اَحَدِهِمَا
2) İmam Mâlik, hadisi, zâhirine muhalif bir yoruma tâbi tutarak, farklı bir hükme gider. Muvatta´da şöyle der: “Bize göre hadisin tefsiri, doğruyu Allah bilir ya, şöyledir: “Çobanlar yevm-i nahrde yani 10 Zilhicce günü cemre-i Akabe´ye taşlarını atarlar. Sonra sürülerinin başına dönerler. Yevm-i nahri tâkip eden gün, yani 11 Zilhicce´de taşlamayı terkeder. Bayramın üçüncü günü yani 12 Zilhicce´de tekrar gelip taşlama yaparlar. Bu, acele edip, ilk iki günde gitmek isteyenleriçin nefr-i evvel (birinci hareket) günüdür. Bu günde, hem taşları atılmayan bir önceki günün, yani bayramın ikinci gününün taşlarını atar, hem de içinde bulunduğu günün yani bayramın üçüncü gününün taşlarını atar. İmam Mâlik´i bu yoruma sevkeden rivayet Süfyan-ı Sevrî tarafından yapılmıştır: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), çobanlara bir gün atıp bir gün bırakma ruhsatı tanıdı: رَخَّصَ لِلرُّعَاءِ اَنْ يَرْمُوا يَوًمَا وَيَدَعُوا يَوْماً “İmam Mâlik der ki: “Hareket etmek (nefr) dilerlerse artık iki günde acele etmişler grubunda olarak taşlama işini bitirmişler demektir. Acele etmeyip de Mina´da ertesi güne kalmak dilerlerse kalıp, diğer kalanlarla birlikte, sonuncu hareket (nefr-i âhir) günü taşlamalarını tamamlarlar ve hareket ederler.”
3) Hadisle ilgili olarak Hattâbî de şu açıklamayı yapar: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (hadisin sonunda geçen) yevm-i nefr ile, büyük nefri (yani bayramın dördüncü gününü) kasteder. Bu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın çobanlara tanıdığı bir ruhsattır. Onlara bunu tanıdı, çünkü çobanlar malların hıfzına mecburdurlar. Onlar da Mina´da yer edinip gecelemeye mecbur olsalar, halkın malları zâyi olur. Çobanlardan başkasının hükmü, onların hükmünden ayrıdır. Âlimler, çobanların taş atacakları günü tayin ve tesbitte ihtilâf etmişlerdir.” Hattâbî, böyle söyledikten sonra İmam Mâlik´in yukarıda kaydettiğimiz görüşünü aynen naklettikten sonra şunu söyler: “İmam Mâlik böyle hükmetmiştir, çünkü ona göre, hiç kimse, birşey üzerine vacib olmadan, önceden onu ödeyemez.”
Hattâbî sözüne devamla Şâfiî hazretlerinin de İmam Mâlik gibi hükmettiğini, bazı âlimlerin de taşlamayı takdim veya te´hir etme işinde çobanın muhayyer olduğuna hükmettiğini belirtir.[526]
ـ4ـ وعن نافع أن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما كان يقول: ]منْ غَرَبَتْ لَهُ الشَّمسُ مِنْ أوْسِطِ أيَّامِ التّشْرِيقِ وَهوَ بِمنىً فَ يَنْفُرْ حَتَّى يَرْمِى الجِمَارَ مِنْ الْغَدِ[. أخرجه مالك .
4. (1449)- Nâfi´ anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) şöyle derdi: “Eyyam-ı teşrikin ortası günü, güneş batmazdan önce Mina´dan ayrılmayan kimse ertesi günü taşları atmadan ayrılmasın.” [Muvatta, Hacc 214, (1, 407).][527]
AÇIKLAMA:
1427 numaralı hadiste genişçe açıklandığı üzere, âyet-i kerimenin teşrî ettiği şekilde bayramın ikinci günü taşlamalarını öğleden sonra yapıp bitiren bir kimse dilerse, üçüncü günkü taşlamaya kalmadan Mina´dan ayrılabilir. Ancak, güneş batıp, akşam vakti girmeden Mina hududunu çıkmış olması şarttır. Bu şartı yerine getirmeyen o geceyi de Mina´da geçirip ertesi günkü taşlamaları da yaparak Mina´dan ayrılır. [528]
ÜÇÜNCÜ FASIL
BİNEREK VE YÜRÜYEREK TAŞLAMA
ـ1ـ عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]كانَ النَّبىُّ # إذَا رَمى الجِمَارَ مَشَى إلَيْهَا ذَاهِباً وَرَاجِعاً[. أخرجه أبو داود والترمذى .
1. (1450)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) taşları atacağı zaman yaya gider, yaya dönerdi.” [Ebu Dâvud, Menâsik 78, (1969); Tirmizî, Hacc 63, (900).][529]
ـ2ـ وعن قاسم بن محمد قال: ]كانَ النَّاسُ إذَا رَمَوا الجِمَارَ مَشَوْا ذَاهبين وَرَاجِعينَ، وَأوَّلُ مَنْ رَكِبَ مُعَاوَيَةُ[. أخرجه مالك .
2. (1451)- Kâsım İbnu Muhammed anlatıyor: “İnsanlar (yani sahâbeler) taşlamaya yayan gider, yayan dönerdi. (Bu safhada) ilk binen Hz. Muâviye (radıyallahu anh) oldu.” [Muvatta, Hacc 215, (1, 407).][530]
ـ3ـ وعن جابر رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]رَأيتُ رسول اللّه # يَوْمَ النَّحْرِ يَرْمى عَلى رَاحِلَتِهِ وَهُوَ يَقُولُ: خُذُوا عَنِّى مَنَاسِكَكُمْ. َ أدْرِى لَعَلِّى َ أحُجُّه بَعْدَ حَجَّتى هذِهِ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى .
3. (1452)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Yevm-i nahrde (kurban gününde) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı, taşlamayı binerek yaparken gördüm. Taşlarını devesinin üzerinde iken atmış ve şöyle demişti:
“Menâsikinizi benden alın. Bilemiyorum, belki de bu haccdan sonra hacc yapamam.” [Müslim, Hacc 310, (2197); Ebu Dâvud, 78 (1970); Nesâî, Hacc 220, (5, 270).] [531]
AÇIKLAMA:
1- Haccla ilgili her çeşit âdâbın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´den alınmış olduğunu ifade ediyor. Hacc bahsiyle ilgili pekçok rivayette tekrarla geçtiği üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hacc menâsikinin Müslümanlar tarafından, kendisinden görülerek alınması, sorularak öğrenilmesi için hususî bir alâka ve gayret göstermiştir. Tavaf ve sa´yleri de deve üzerinde yapmıştır ve âlimler, açıklamada “Halkın menâsiki kendisinden görerek öğrenmesi için, sorularını rahatça sorabilmesi için deveyi tercih etmiştir” diye açıklama getirmişlerdir.
Diğer ibadetler öyle değil mi diye bir sual hatıra gelebilir. Elbette ki diğerleri ve bilhassa namaz içinde de öyle: صَلُّوا كَمَا رَاَيْتُمُو نِى اُصَلِّى “Beni -nasıl namaz kılıyorum- görüyorsanız siz de öyle kılın” buyurmuştur. Ancak, namazı uzun yıllar günde beş kere etrafındakilere gösterebilmiş ve öğretebilmiştir, hataları görüp müdâhale ve tashih etme imkânı bulabilmiştir. Halbuki hacc öyle değildir. Ömründe bir kere yapabilmiş ve sadedinde olduğumuz hadiste de belirttiği gibi, bir başka sefer hacc yapmaya imkân bulamayacağı endişesindedir ve nitekim öyle olmuş, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ikinci bir hacc mevsimine yetişmeden öbür dünyaya irtihal etmiştir. Demek ki, Rabbinin vahyi ile, ilk olan bu haccının aynı zamanda son haccı olduğunu da biliyordu. Bu sebeple, her âdâbı, en küçük teferruatına kadar bizzat göstermek, eksiksiz öğretmek için hususî bir gayret ve tedbir içerisine idi. Ashab´ın da müstesna bir öğrenme çabasına girmesini istiyordu. “Menâsikinizi benden alın” diye sıkca hatırlatması bunu ifade eder.
Hacc menâsikinin, câhiliyye devrinde de Araplar arasında mevcut ve büyük çoğunluk tarafından icrâ edilen bir ibâdet olduğu düşünülecek olursa bu “öğretme” ve “öğrenme”nin büyük bir dikkat içerisinde cereyan etmesinin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır.
2- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu fasılda kaydedilen üç hadisten ilk ikisine göre taşları yaya olarak atmıştır, üçüncüsüne göre de bineğinin üzerinde atmıştır. Âlimler arada bir teâruz görmezler. Üçüncü rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yevm-i nahrde yâni taşlamanın ilk gününde deve üzerinde yaptığını ifade etmektedir. Demek ki, o gün taşın atılış şeklini herkesin görmesi için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) deve üzerinde taşlama yapmıştır, diğer günlerde yaya gelmiştir. Şu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) taşlamaları bâzan binekli bâzan bineksiz ve yaya olarak yapmış, Ashâb-ı Kiram da onu ne halde gördü ise öyle rivayet etmiştir.
3- Ashab´ın tatbikatıyla ilgili rivayetlere gelince, 1451 numaralı rivayette, insanlar tâbiriyle Ashab kastedilmektedir, taşlamalara yayan gidipgeldikleri belirtilir. Rivayette istisna edilen Hz. Muâviye´nin şişmanlık gibi bir mâzeretle hayvana bindiğini şârihler kaydeder. Keza İbnu Ebî Şeybe´nin bir rivayetinde, “Câbir İbnu Abdillah (radıyallahu anh) bir zaruret olmadan taşlamalara hep yaya gider gelirdi” denmektedir.
4- Muhtelif rivayetleri toptan gözönüne alarak nihâî hükmü belirleyen fukahânın değerlendirmesine gelince, bunu Müslim şârihi İmam Nevevî şöyle açıklar:
[H İmam Mâlik ve Şâfiî´nin ve diğer bazılarının mezhebine göre, Mina´ya binek üzerinde gelenlerin cemretü´l-Akabe´ye, yevm-i nahirde binek üzerinde taş atmaları müstehabdır. Ama böyle birisi yaya olarak atsa da câizdir.
* Mina´ya yaya olarak gelen de yaya olarak taşlama yapar.
Bu iki hüküm de yevm-i nahr içindir.
* Eyyam-ı teşrik´in ilk iki gününe gelince, bu iki günde bütün taşları yaya olarak atmak sünnettir. Üçüncü günde ise binek üzerinde atılır ve (Mina´yı terketmek üzere) yola çıkılır.
Bu söylenenler Şâfiî, Mâlik ve diğer bir kısım fukahânın mezhebidir.
* Ahmed İbnu Hanbel ve İshâk İbnu Râhuye: “Yevm-i nahrde yaya olarak taşlamak müstehabdır” demişlerdir.
* İbnu´l-Münzir: “İbnu Ömer, İbnu´z-Zübeyr ve Sâlim yaya olarak taşlama yaparlardı” der ve ilâve eder:
Ulemâ, yaya veya binek üstünde, hangi hal üzere olursa olsun yapılan taşlamanın câiz olduğunda icma eder.”]
Günümüzde esas alınacak olan, Nevevî´nin İbnu´l-Müzir´den naklen kaydetmiş bulunduğu bu icmadır. Artık hayvan veya başka çeşit binme vasıtası üzerinde taşlama yapmak mümkün değildir. Cemerât denilen şeytan taşlama mevzileri, izdiham sebebiyle hacc menâsikinin en zahmetli ve -tâbir câizse- en tehlikeli yerleridir.
Yeri gelmişken kaydetmek isteriz: 1430-1436 numaralarda ve bâhusus 1433 numaralı hadiste gördüğümüz üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) taşlamaları, kadın, çocuk, yaşlı gibi “zayıfların”; çoban gibi “mazeretliler”in emniyet ve gönül huzuru içinde yapabilmeleri için hususî tedbirler almış, istisnâî ruhsatlar vaz´etmiştir. Her yıl birçok kazaların vuku bulduğu, ölümlerin hasıl olduğu bu izdihamlı noktalarda günümüzün şartlarına uygun yeni tedbirlere ihtiyaç vardır. Sözgelimi, taşlama mahallerine gidiş, hacc teşkilatlarına tanınacak belli bir programa göre yapılarak disiplin altına alınabilir, bu mevzilere giriş ve çıkış istikâmetleri tesbit edilip buna riâyetin tahakkuku için tedbirler alınabilir vs. [532]
DÖRDÜNCÜ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
ـ1ـ عن جابر رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: اسْتِجْمَارُ تَوٌّ، وَرَمْىُ الجِمَارِ تَوُّ، وَالسَّعْى بَيْنَ الصّفَا والمَرْوَةِ تَوٌّ، وَالطّوَافُ تَوٌّ، وَإذَا اسْتَجْمَرَ أحَدُكُمْ فَليَسْتَجْمِرْ بِتَوٍّ[. أخرجه مسلم.»التَّوُّ« الوتر .
1. (1453)- Hz. Câbir anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz buyurdular ki: “(Taharet maksadıyla) taş kullanmak tektir. Şeytana atılan taş tektir. Safâ ile Merve arasında sa´y tektir, tavaf da tektir. Öyle ise sizden biri (tahâret için) taş kullanacaksa bunu da tek kılsın.” [Müslim, Hacc 315, (1300).][533]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), belki de yapacağımız işlerde her an dikkatli olmak, rastgelelikten kaçınmak, sayma, hesaplama alışkanlığını kazandırmak için olacak, sayıya ve bilhassa sayının “tek”le tamamlanmasına ehemmiyet vermiştir: إِنَّ اللّهَ وِتْرٌ يُحبُّ الْوِتْرَ “Allah tektir, teki sever” umumî prensiptir. Öyleyse, yine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ifadesiyle: …فَأَوْتِرُوا يَا اَهْلَ الْقُرْآنِ “Ey Kur´ân dostları, her şeyde teke riâyet edin!”
Sadedinde olduğumuz rivayet, bu “tek” prensibini hâkim kılmamız gerekli bazı fiillerimizi bizzat saymaktadır:
1- Kırda, dağda, müsait yerlerde büyük abdest bozduktan sonra taşla istinca yapınca kullanacağımız taşların sayısını tek tutmak. Bu mevzuya 3574-3576 numaralı hadislerde genişçe temas edeceğiz. Ancak şimdiden şu kadarını söyleyelim ki, bugünün hayat şartlarında kanalizasyon sistemine bağlanmış modern meskenlerde taş kullanmanın mahzurları var. Bunun yerini hıfzıssıhha kâğıtları almış durumda. Taşla ilgili prensiplerin kâğıt şartlarına adaptesi uygundur.
Yaptığımız işlerde “tek”e riâyet, o işleri yaparken sünnetin, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, Allah´ın sevgisinin hatırlanılmasına vesiledir, dinî bir telkindir, riâyetinde pek çok maslahatlar mevcuttur. لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِى رَسوُلِ اللّهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ [534]
ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]لَوَْ مَا يُرْفَعُ الَّذِى يُتَقَبَّلُ مِنَ الجِمَارِ كَانَ أعْظَمَ مِنْ ثَبِيرٍ[. أخرجه رزين .
2. (1454)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´ın (anlattığına göre) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle demiştir: “Atılan taşlardan kabul edilenler kaldırılmasaydı, Sebîr dağından daha büyük bir yığın ortaya çıkardı.” [Rezîn´in ilâvesidir. Hadis Münzirî´nin et-Tergib ve´t-Terhib´inde kaydedilmiştir (2, 131).][535]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Ebu Saîdi´l-Hudrî tarafından rivayet edilmiştir. Aslı şöyle: “(Bir gün): “Ey Allah´ın Resûlü, her yıl atılan bu taşlar(a ne oluyor ) bize eksiliyor gibi geliyor!” dedik. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın cevabı şu oldu:
“Onlardan kabul edilenler (Allah tarafından) kaldırılır. Eğer öyle olmasaydı, bunları dağlar gibi yığılmış görürüz.”
Münzirî´nin verdiği bilgiye göre, hadisi Taberânî ve Hâkim de tahric etmişlerdir. [536]
SEKİZİNCİ BÂB
HALK VE TAKSÎR HAKKINDA
Halk (traş), umre veya hacc için ihrama girenlerin ihramdan çıkarken saçlarını dipten kestirmelerine denir. Taksîr de, makas veya benzeri bir âletle saçların uçtan kesilerek kısaltılmasıdır.
Halk ve taksîr, Hanefîler´e göre vacib, Şâfiîler´e göre rükündür. İhramlıların Harem bölgesi dahilinde traş olması gerekir. Aksi takdirde (kurban) cezası gerekir.
İhramdan çıkarak, ihram yasaklarından kurtulmanın şartlarından biri traş olmaktır. Traş olmadıkça ihramdan çıkılmış sayılmaz. Kadınlar saçlarının uçlarından bir miktar keserek kısaltırlar, dipten kesmeleri mekruhtur. Erkeklerin saçlarının uç kısmından parmak ucu kadar uzunlukta, abdest için meshi farz olan miktarca kesmeleri yeterlidir. Dipten keserek traş olmaları ise efdaldir. Traş veya taksîr haccda cemretu´l-Akabe´ye taş attıktan ve (temettu ve kıran haccı yapanlar için) kurban kestikten sonra yapılır, daha önce olursa dem gerekir. Umrede sa´y biter bitmez traş olur.[537]
ـ1ـ عن أنس رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ ]أنَّ النَّبىَّ # أتَى الْجَمْرَةَ فَرَماَهَا ثُمَّ أتَى مَنْزِلَهُ بِمَنىً وَنَحَرَ ثُمَّ قَالَ لِلْحَّقِ خَذْ وَأشَارَ إلى جَانِبِهِ ا‘يْمَنِ ثُمَّ ا‘يْسَرِ ثُمَّ جَعَلَ يُعْطِيهِ النَّاسَ[.وفي رواية: أعْطى الجَانِبَ ا‘يْمَنَ لِمَنْ يَلِيهِ وَا‘يْسَرَ ‘مِّ سُلَيْمٍ .
1. (1455)- Hz. Enes (radıyallahu anh): “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cemretu´l-Akabe´ye geldi, taşlarını attı, sonra Mina´daki menziline (konakladığı yere) geldi ve kurbanını kesti. Sonra berbere:
“Al!” dedi ve sağ yanını işaret etti. Sonra sol tarafını işaret etti, sonra (kesilen saçları) halka vermeye başladı.”
Bir rivayette şöyle denir: “Sağ yandan kesileni sağındakilere, sol yandan kesileni de Ümmü Süleym´e verdi.” [Buhârî, Vudû 33; Müslim, Hacc 323, (1305); Tirmizî, Hacc 73, (912); Ebu Dâvud, Menâsik 79, (1981).][538]
ـ2ـ وفي رواية: ]أنَّهُ دَفَعَ ا‘يْسَرَ إلى أبِى طَلْحَةَ، وَقاَلَ لَهُ : اقْسِمْهُ بَيْنَ النَّاسِ[. أخرجه الخمسة إ النسائى .
2. (1456)- Bir rivayette şöyle denmiştir: “Sol taraftan kesilenleri Ebu Talha´ya verdi ve ona: “Bunu halka dağıt” diye emretti.”[539]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis muhtelif vecihlerle rivayet edilmiştir. Hadisin Müslim´ de de kaydedilen bir vechine göre, sağ ve solunu traş ettiren Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ebu Talha´yı çağırıp, kesilenleri ona vererek, halka dağıtmasını emreder.
2- Ulemânın hadisten çıkardığı hükümlerden bazıları şunlardır:
1) Hadis traşa sağ taraftan başlamanın sünnet olduğunu göstermektedir. Ebu Hanife berberin sağı esas alınmalı, başın solundan başlanmalı demiştir.
2) Büyüklerin saçıyla teberrük edilebilir.
3) Saç temizdir.
4) Başkasının saçını alıp taşımak câizdir.[540]
ـ3ـ وعن علي رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]نَهَى رسولُ اللّه # أنْ تَحْلِفَ المَرْأةُ رَأسَهَا[. أخرجه الترمذى.وزاد رزين: في الحجِّ وَالْعُمْرَةِ وَقاَلَ: إنَّمَا عَلَيْهَا التَّقْصِيرُ .
3. (1457)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadının saçını traş etmesini yasakladı.” [Tirmizî, Hacc 75, (914).]
Rezîn´in ilâvesinde: “…Haccda da, umrede de” ziyadesi vardır. Bu ziyadeden sonra (Rezîn ilaveten şunu) der: “Onlara sadece teksîr (kısaltma) gereklidir.”[541]
ـ4ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]رسول اللّه #: اللَّهُمَّ ارْحَمِ
المُحَلِّقينَ. قالُوا: وَالمُقَصِّرِينَ يَارسولَ اللّهِ، اللَّهُمَّ ارْحَمِ المُحَلّقينَ. قالُوا: والمُقصِّرينَ يَارسُولَ اللّهِ؟ قالَ: وَالمُقَصِّرِينَ[. أخرجه الستة إ النسائى .
4. (1458)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Ey Allahım, traş olanlara rahmet et” diye dua etmişti. Yanındakiler:
“Kısaltanlara da ey Allahın Resûlü!” dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz:
“Ey Allahım traş olanlara rahmet et!” diye duasını tekrar etti. Yanındakiler tekrar:
“Kısaltanlara da Ey Allah´ın Resûlü!” dediler, bu sefer:
“Kısaltanlara da!” buyurdu.” [Buhârî, Hacc 127; Müslim, Hacc 316, (1301); Muvatta, Hacc 184, (1, 395); Tirmizî, Hacc 74, (913); Ebu Dâvud, Menâsik 79, (1979).][542]
ـ5ـ وللشيخين عن أبى هريرة ]أنَّ رسول اللّه # قال: اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُحَلّقينَ. قالُوا يَا رسوُلَ اللّهِ وَلِلْمُقَصِّرِينَ. قال: اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِلْمُحَلّقينَ. قالُوا يَارسُولَ اللّهِ وَلِلْمُقَصِّرينَ. قالَ: اللَّهُمَّ اغْفِرْ لِلمُحَلّقينَ. قالُوا يَارسول اللّهِ: وَلِلْمُقَصِّرينَ. قال: وَللمُقَصِّرينَ[ .
5. (1459)- Sahiheyn´in Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)´den kaydettiği bir rivayet şöyledir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Ey Allahım, traş olanlara mağfiret et!” demişti, yanındakiler: “Ey Allah´ın Resûlü! Kısaltanlar için de (dua ediver!)” dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yine: “Ey Allahım, traş olanlara mağfiret et!” buyurdu. Yanındakiler: “Ey Allah´ın Resûlü! Kısaltanlar için de (dua ediver!)” dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Ey Allahım, traş olanlara mağfiret et!” dedi.Yanındakiler: “Ey Allah´ın Resûlü! Kısaltanlara da (dua ediver)” dediler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bu üçüncü talebte): “Kısaltanlara da!” dedi.” [Buhârî, Hacc 127; Müslim, 320, (1302).] [543]
ـ6ـ ولمسلم عن أم الحُصَيْنِ رَضِىَ اللّهُ َعَنْها قالت: ]سَمِعْتُ النَّبىَّ # في حَجَّةِ الوَدَاعِ دعَا لِلمُحَلّقينَ ثَثاً، وَلِلمُقَصِّرِينَ مَرّةً وَاحِدَةً[ .
6. (1460)- Müslim´de Ümmü´l Husayn (radıyallahu anhâ)´ın bir rivayeti şöyledir: “Veda haccında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, traş olanlara üç kere, kısaltanlara bir kere dua ettiğini işittim.”[544]
AÇIKLAMA:
1- Cumhur, traş olmayı (halk) haccın menâsikinden yâni ibadet saymıştır.”Çünkü, derler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) traş olana dua etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın duası, bu amelde sevab bulunduğuna delildir. Sevab da onun mübah bir amel değil, ibadet olduğunun delilidir. Zîra mübah şeylerde değil, ibâdet olan şeylerde sevab vardır.” Keza “halk”ın “taksir”e tafdil edilmesi de bunun ibâdet olduğuna delildir. Çünkü mübah olan şeylerde birbirine üstünlük aranmaz.
2- Hadisin bazı vecihlerinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), traş olanlara üç sefer duadan sonra dördüncü seferde “kısaltanlara da” demiş, traş olanları öbürlerine üstün tutmuştur.
3- Bu üç hadiste mevzubahis olan vak´a Hudeybiye´de mi cereyan etti, Veda haccında mı vârid oldu münâkaşa edilmiştir. Başta Nevevî, birçokları “iki ayrı vak´adır” demiştir. Hâdisenin Hudeybiye´de geçme ihtimali de kuvvetlidir. Çünkü orada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın emrine rağmen Ashab´da -fiilen umre yapamadıkları için- ihramdan çıkma emrine uymada isteksizlik vardı. Hatta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),Ümmü Seleme´nin:
“Ey Allah´ın Resûlü, sen önce ihramdan çık, onlar sana uyacaklardır!” şeklindeki tavsiyesine uyarak, kendisi önce ihramdan çıkmış, sonra da diğer Ashab onu tâkib ederek traş olup ihramdan çıkmış idi.
İşte bu isteksizliğin hâkim olduğu bir atmosferde taksir değil de traş olanlar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ta daha ziyâde memnuniyet hasıl etmiş, bu durum onların daha içten gelen duygularla, rıza ile emre uyduklarının delili sayılmıştı. İbnu Mâce ve başka kaynaklarda İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´dan gelen bir rivayet bu hususa sarâhat kazandırır:
إِنَّهُمْ قَالُوا:يَا وَسُولَ اللّهِ مَابَالُ الْمُحَلِّقِينَ ظَاهَرْتَ لَهُمْ بِالرَّحْمَةِ؟ قال ‘َِنَّهُمْ لَمْ يَشُكُّوا
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a öbürleri sordu: “Ey Allah´ın Resûlü, traş olanların farkı ne ki, onları rahmet temenni ederek te´yid ettiniz ” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Çünkü onlar (verilen emre uymada) şekke ve tereddüde düşmediler” cevabını verdi.
Hâdisenin Veda haccında cereyan etme ihtimalini gözönüne alan Hattâbî, Meâlim´de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın traş olanlara üç sefer rahmet duasından sonra, “kısaltanlara” dördüncü seferde yer vermesinin sebebini şöyle izah eder: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la hacc yapanların büyük çoğunluğu, beraberinde kurbanlık getirmemişlerdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunlara hacca olan niyetlerini umreye çevirmelerini ve ihramdan çıkmalarını ve traş olmalarını emrettiği zaman, bu onlara ağır ve zor geldi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ısrarı üzerine, itaatten başka çıkar yol olmadığını anladılar, ancak kendilerine böyle bir emri taksirle (kısaltma) yerine getirmek daha hafif olduğu için, çoğunluk kısalttı, az bir miktar traş oldu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da, emre uymayı daha güzel ifade eden “traş”ı öbürüne üstün tutarak, onlara rahmet duasında bulundu.”
Ancak, umre ile hacc birbirine yakın olma durumunda, umrenin ihramından çıkarken taksir, haccın ihramından çıkarken de traş olmanın daha muvafık olacağı hususunda Cumhur´un ittifakına dayanılarak bu izaha itiraz edilmiştir. Zîra mezkûr durum böyle idi: Umre ile haccın arasında dört günlük bir tahallül zamanı vardı.
Âlimlerden bazısının -daha mâkul bulunan- bir izahına göre, “Arabların o zaman âdeti, saçı fazlaca uzatmaktı ve onlar uzun saçla süslenmeyi seviyorlardı. Bu sebeple nâdir kimseler saçlarını dipten kestirirdi. Çoğu kere saçı şöhret ve zinet vesilesi telâkki ederlerdi. Buna binaen traş olmayıp, kısaltmakla yetindiler.”
Hadiste bulunan bazı fevaid ve ahkâm:
1- Taksîr, traşın yerini tutar. Bu hususta ulemâ icma etmiştir. Mâlikî ve Hanbelîlere göre, traşla taksîr tercih işi olmakla birlikte bir yerde ayırdedilir. O da, ihramlının saçının çok kısa olma durumuna bağlıdır. Elbette bu durumda taksîr değil, traş mevzubahis olur. Şâfiî ve Ebu Hanife´ye göre ihramlı nezretmişse veya taksiri mümkün olmayacak derecede saçı hafifse “taksîr” veya “traş” ayırımı yapılır. Hiç saçı yoksa ustura veya traş makinasının başın üstünden geçirilmesi kifayet eder.
2- Bu hadis traşın taksîrden efdal olduğuna delildir. Çünkü traşta daha üstün bir ibâdet, daha kavi bir itaat, niyetteki doğruluğa daha ziyade bir delâlet vardır. Zira, taksir yapanın nefsinde saçla süslenmeye karşı bir ilgi devam ediyor demektir, traş olan bu duyguyu Allah rızası için terketmiş demektir. Bundan hareket eden sülehâ, tevbe sırasında saçlarını traş ettirmişlerdir.
3) Hadiste geçen muhallikîn tâbirinden başın tamamının traş edilmesinin meşruiyeti anlaşılmıştr. Çünkü Arapça yönüyle kelimenin sigası bu mânaya işâret eder. Hatta, bundan hareketle İmam Ahmed ve Mâlik, başın tamamının traş edilmesinin vacib olacağına hükmetmiştir. Kûfîler ve Şâfiîler tamamını traşın müstehab olduğunu söylemekle birlikte bir kısmının traş edilmesinin yeterli olacağına hükmederler. Hanefîler´e göre dörtte birin traşı yeterlidir, sadece Ebû Yusuf “yarısı” demiştir. İmam Şâfiî merhum ise: “En az üç saç telinin kesilmesi yeterlidir” demiştir. Bazı Şâfiîlerin, “Tek bir kılın kesilmesi de yeterlidir” dediği de rivayet edilmiştir.
Taksîr de halk gibidir, baştaki saçın tamamının kısaltılması efdaldir. Kesilen miktarın parmak ucu boyundan aşağı düşmemesi müstehabtır, daha kısa ile yetinse de, taksîr yerine gelmiş olur.
4) Hadis, şeriatın bir emrini yerine getiren kimseye dua etmenin meşruiyetine de delildir.
5) İki işten râcih olanı yapan kimseye duanın tekrarla yapılması müstehabdır.
6) İki tarzda da yapılması câiz olan bir işin râcihi varken mercûhunu yapan için de dua talebinin ve dua etmenin cevâzı. [545]
DOKUZUNCU BAB
BİRİNCİ FASIL:
İHRAMDAN ÇIKMA (TAHALLÜL)
Tahallül, ihramdan çıkmayı yasaklardan kurtulmayı ifade eder. İhram, haccın mühim bir vecibesidir. Mîkatta hacc veya umreye niyetle başlar. Aslında ihram haram kılma demektir, bir kısım helâlleri yasak kılarak devam eder. Öyle ise tahallül de helâl kelimesinden gelir ve ihramın getirdiği yasakların kalkması mânasına gelir.
* Umre için ihram giymiş olan Safâ ile Merve arasında sa´yi tamamladı mı, traş olur ve ihramdan çıkar.
* Hacc için ihrama giren, temettu ve kıran haccına niyet etmişse, Mina´ya gelip, yevm-i nahirde cemretu´l-Akabe´ye taş atıp, kurbanını kestikten sonr traş olur ve ihramdan çıkar. Bu söylenen sıraya uymak Hanefîlerde vâcibtir, uymayana dem (kurban) gerekir.
* Traş safhasına gelen ihramlı kendi kendine traş olabilir veya başkasını traş edebilir.
* Traş olan bir hacıya cima dışında bütün ihram yasakları helâl olur. İfâza tavafını yapınca o da helâl olur. Umre ihramından çıkmak üzere traş olana her şey helâl olur.[546]
ـ1ـ عن عبداللّه بن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]وَقَفَ رسولُ اللّه # في حَجَّةِ الْوَدَاعِ بِمنىً لِلنَّاسِ يَسْألُونَهُ فَجَاءَ رَجُلٌ فقَالَ: لَمْ أشْعَرْ فحَلَقْتُ قَبْلَ أنْ أذْبَحَ؟ فقَالَ: اذْبَحَ وََ حَرَجَ. وَجَاءَهُ آخَرُ فقَالَ: لَمْ أشْعُرْ فَنَحَرْتُ قَبْلَ أنْ أرْمِى؟ فقَالَ: ارْمِ وََ حَرَجَ. فَمَا سُئِلَ رسولُ اللّه # يََوْمَئِذٍ عَنْ شَئٍ قُدِّمَ وََ أخِّرَ إَّ قالَ افْعَلْ وََ حَرَجَ[. أخرجه الستة إ النسائى .
1. (1461)- Abdullah İbnu Amr İbni´l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda haccında Mina´da, halkın meselelerini kendisine sorması için durmuştu. Bir adam gelip:
“(Ben kurbanın traştan önce olacağını) bilemedim ve kurbandan önce traş oldum ” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“(Şimdi de kurbanını) kes, burada bir beis yok” cevabını verdi. Bir başkası daha gelip:
“(Taşı kurbandan önce atmak gerektiğini) bilemedim ve taşlamayı yapmadan kurban kestim” dedi. Buna da:
“Şimdi taşını at, bunda bir mahzur yok!” diye cevap verdi. O gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a “Şunu önce, yaptık”; “Bunu sonra yaptık” şeklinde takdim te´hirle ilgili her ne soruldu ise hepsine: “Yap bunda bir mahzur yoktur!” diye cevap verdi.” [Buhârî, Hacc 131, İlm 23, 46, Eymân 15; Müslim, Hacc 327, (1306); Muvatta, Hacc 242, (1, 421); Tirmizî, Hacc 76, (916); Ebu Dâvud, Menâsik 80, (2014); İbnu Mâce, Menâsik 74, (3051).][547]
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Mina´da durduğu yer ve zamanla ilgili olarak ihtilâflar farklıdır. Bazıları öğleden sonra olduğunu ifade eder ki, bu durumda, haccın geri kalan menâsikinin hacılara açıklanması için imamın okuması teşrî edilen mutad hutbe olma ihtimali ortaya çıkmaktadır. Ancak cemreler arasında durduğu, konuştuğu da bazı rivayetlerde belirtilmiştir. Bu durumda, rivayetlerin hem hutbeden, hem de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, problemi olanların sorularına cevap maksadıyla yapmış olduğu konuşmalardan bahsetmiş olma ihtimalleri mevcuttur.
Soru sahiplerinin ismi açık değildir. Bunun sebebi, soru sahiplerinin bedevîler olmasından ileri geliyor, zîra bir rivayette كَانَ اَْعْرابُ يَسْأَلُونَهُ “Bedevîler sorular soruyordu” açıklaması gelmiştir.
Rivâyetler pek çok meselenin sorulduğuna işâret ederler. Râvilerin zikrettikleri meseleleri şöyle hülâsa etmek mümkün:
1- Kurbanın kesilmesinden önce traş,
2- Taşların atılmasından önce traş,
3- Taşların atılmasından önce kurbanın kesilmesi,
4- Taş atılmazdan önce ifâza tavafı,
5- Traşdan önce, taşlama ve ifâza tavafı,
6- Kurbandan önce ifâza ziyareti,
7- Tavaftan önce sa´y.
Fazla teferruata girmeden neticeye gelmek gerekirse: “Ulemâ, Mina´ da yevm-i nahirde dört vazife bulunduğunu, bunların şu sırayla yapılmasının matlub olduğunu söylemekte icma eder:
1- Akabe cemresine taş atmak,
2- Kurban kesmek,
3- Traş (veya taksîr) olmak,
4- İfâza tavafı,
Bunlar arasında yapılacak takdim ve te´hirin de câiz olacağında, yani haccı ifsad etmeyeceğinde ulemâ ittifak ederse de, terettüp edecek hüküm hususunda ihtilâf ederler.
* İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): “Bu sıra bozulursa dem gerekir” der. Hanefîler, Saîd İbnu Cübeyr, Katâde, Hasan Basrî, Nehâî de böyle hükmeder.
* Şâfiî ve selefin cumhûru ve ashâbu´lhadis: “Caizdir, dem gerekmez” der. Sadedinde olduğumuz rivâyetler de bu hükme uygundur.[548]
ـ2ـ وعن أسامة بن شَريك رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]خَرَجْتُ مَعَ رسولِ اللّهِ # حَاجّاً فَكَانَ النَّاسُ يَأتُونَهُ، فَمِنْ قَائِلٍ يَقُولُ يَارسُولَ اللّهِ: سَعَيْتُ قَبْلَ أنْ أطُوفَ وَأخَّرْتُ شَيئاً أوْ قَدَّمْتُهُ؟ فَكَان يَقُولُ: َ حَرَجَ إَّ عَلى رَجُلٍ اقْتَرَضَ عِرْضَ مُسْلمٍ وَهُوَ ظَالِمٌ فذلِكَ الَّذِى حَرِجَ وَهَلَكَ[. أخرجه أبو داود.»الحرج« اثم والضيّق. ومعنى »اقْتَرضَ عِرْضَ مُسْلم« اعتابه، شبّه ذلك بالقَطع بالمِقْرَاض .
2. (1462)- Üsâme İbnu Şerîk (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte ben de hacca çıktım. Halk kendisine mürâcaat ediyordu. Gelenlerden bazısı:
“Ey Allah´ın Resûlü, tavaftan önce sa´y yaptım, bazı şeyleri vaktinden sonraya bıraktım veya vaktinden önce aldım (ne buyurursunuz, hükmü nedir )” şeklinde soruyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da:
“Bunda bir günah yok. Ancak bir kimse bir Müslümanın ırzını makaslarsa (gıybetini ederse) o zâlimdir. İşte günah işleyen ve kendini helâke atan odur.” buyurdu. [Ebu Dâvud, Menâsik 88, (2015).][549]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen harec´den maksat günah denmiştir. Makaslama diye tercüme ettiğimiz tâbirden maksad da gıybettir. “Hacc menâsikinde takdimte´hir yapan günahkâr olmaz, ama gıybet eden günahkâr olur” denmek istenmiştir.
2- Mina´da kalındığı müddetçe yapılacak dört vazifenin icrasında tertibe riâyet edilmesi esas olmakla birlikte takdimte´hir gibi durumlarla tertibin bozulma hallerinde terettüp edecek hükümle ilgili olarak önceki hadiste açıklama yaptık, burada bir kere daha şöyle özetlemek mümkün:
* Şâfiî ve muhaddisler grubu hadisin zâhirini esas alarak takdimte´hirde bir şey gerekmez der.
* Ebu Hanife ve bazıları: “Takdimte´hir dem gerektirir” der.
* Bazıları “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), “harec yok” demekle, “takdimte´hirde günah yok” demek istemiştir, bu fidye ödenmesinin gereğini kaldırmaz” demiştir.
* Bazıları: “Taktim-te´hiri sehven yapana birşey gerekmez” demiştir.[550]
ـ3ـ وعن نافع قال: ]لَقِىَ ابن عُمرَ رَضِىَ اللّهُ َعَنْهما رَجًُ أفَاضَ وَلَمْ يَحْلِقْ وَلَمْ يُقَصِّرْ جَهِلَ ذلِكَ فَأمَرَهُ أنْ يَرْجِعَ فَيحْلِقَ أوْ يُقَصِّرَ ثُمَّ يَرْجِعَ إلى الْبَيْتِ فَيُفِيضَ[. أخرجه مالك .
3. (1463)- Nâfi´ anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), ifâza tavafını yapmış, fakat cehâletle henüz traş olmamış, kısaltma da yaptırmamış bir adama rastladı. Adama, dönüp traş olmasını veya saçını kısaltmasını, sonra da Beytullah´a yeniden ifâza tavafında bulunmasını emretti.” [Muvatta, Hacc 189, (1, 397).] [551]
İKİNCİ FASIL
İHRAMDAN ÇIKMA VAKTİ
ـ1ـ عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما: ]أنَّ عُمَرَ قال: مَنْ رَمَى الجَمْرَةَ ثُمَّ حَلَقَ أوْ قَصَّرَ وَنَحَرَ هَدْياً إنْ كَانَ مَعَهُ فَقَدْ حَلَّ لَهُ مَا حَرُمَ عَلَيْهِ إَّ النِّسَاءَ وَالطّيبَ حَتَّى يَطُوفَ بِالْبَيْتِ[. أخرجه مالك .
1. (1464)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “(Babam) Hz. Ömer (radıyallahu anh) buyurdu ki:
“Kim cemretu´l-Akabe´ye taşını atar, sonra traş olur veya kısaltır ve de -yanında olduğu takdirde- kurbanını keserse, kendisine ihramlı iken haram olanlardan -kadına temas ve koku hâriç- hepsi helâl olur. Bunların haramlığı Beytullah´a yapacağı ifâza tavafına kadar devam eder. İfâza yapınca onlar da helâl olur.” [Muvatta, Hacc 221, (1, 410).][552]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Ömer (radıyallahu anh), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in sünnetine uyarak, bu konuşmayı Arafat´ta yapar. Hz. Ömer, Mina´da taşlama, kurban ve traştan sonra ihram yasaklarından ikisi hariç, diğerlerinin kalkacağını hatırlatır. Traşla hâsıl olan bu duruma ilk tahallül denir. İfâza tavafından sonra kadına temas ve koku sürünme yasağının da kalkmasına ikinci tahallül denir. Böylece ihramdan tamamen çıkılmış olur.
2- İlk tahallülden itibaren helâl olan veya haramlığı devam eden şeyler hususunda selef ihtilaf etmiştir:
* İbnu Ömer´e göre -yukarıda belirtildiği üzere- ilk tehallülden sonra koku ve cimânın haramlığı devam eder.
* İmam Mâlik: “Sayd (av) yasak” der.
* İbnu Abdilberr تقتلو الصيد وانتم حرم “İhramda iken av hayvanı öldürmeyin” âyetine dayanarak: “Kendisine kadın haram olan kimsenin ihramı devam eder” der.
* Atâ ve bir grup âlim: “İlk tahallül ile kadın ve av dışındaki haramlar kalkar” demiştir.
* Şâfiî, Hanefî ve bir grup âlim: “İlk tahallül ile sadece kadına temas hâriç gerisi helâl olur” demiştir.[553]
ـ2ـ عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما. أنّه قال: ]إذَا رَمَى الجَمْرَةَ يعنى جمرة العقبةِ فقَدْ حَلَّ لَهُ كُلّ شَئٍ حَرُمَ عَلَيْهِ إَّ النِّسَاءَ. قِيلَ: فَالطِّيبُ؟ قال: أمَّا أنَا فقَدْ رَأيْتُ رسولَ اللّه # يَتَضَمَّخُ بِالْمِسْكِ أوْ طِيبٌ هُوَ[. أخرجه النسائى .
2. (1465)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: “Bir kimse cemretü´l-Akabe´ye taşını attı mı kendisine -kadın dışında- haram olan her şey helâl olur.”
Onun bu sözü üzerine:
“Ya koku (o da mı helâl olur )” diye soruldu. Dedi ki:
“Gerçekten ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı misk sürünürken gördüm. Yoksa o koku değil miydi ” [Nesâî, Hacc,231, (5, 277); İbnu Mâce, Menâsik 70, (3041).][554]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü üzere İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) ilk tahallülden sonra sâdece kadına temasın haramlığını ifâza tavafına kadar devam ettirip geri kalanların helâl olduğunu belirtmektedir.
Koku ile alâkalı soru üzerine “…Misk koku değil mi ” demesi istifham-ı inkârî´dir. O hususta hiç şüphe olmadığını söylemek için böyle bir üslûba yer vermiştir.[555]
ـ3ـ وعن أم سلمة رَضِىَ اللّهُ َعَنْها قالت: ]كَانَتْ لَيْلَتِى الَّتِى يَصِيرُ إلىَّ فِيهَا رسول اللّه # مَسَاءَ يَوْمِ النَّحْرِ، فَصَارَ إلىَّ فَدَخَلَ عَليَّ وَهْبُ بْنُ زَمْعَةَ وَمَعَهُ رَجُلٌ مِنْ آلِ أبِى أُمَيَّةَ مُتَقَمِّصَيْنِ. فقَالَ # لِوَهْبٍ: هَلْ أفَضْتَ يَا أبَا عَبْدِاللّهِ؟ قالَ: َ وَاللّهِ يَا رسُولَ اللّهِ. قال: فانْزِغْ عَنْكَ القَمِيصَ فَنَزَعَهُ مِنْ رَأسِهِ وَنَزَعَ صَاحِبُهُ قَمِيصَهُ مِنْ رَأسِهِ. ثُمَّ قالَ: وَلِمَ يََارسُولَ اللّهِ؟
قَالَ إنَّ هذَا يَوْمٌ رُخِّصَ لَكُمْ إذَا أنْتُمْ رَمَيْتُمُ الجَمْرَةَ أنْ تُحِلُّوا، يَعْنِى مِنْ كُلِّ مَا حُرِمْتُمْ مِنْهُ إَّ النِّسَاءَ فَإذَا أمْسَيْتُمْ قَبْلَ أنْ تَطُوفُوا بِهذَا الْبَيْتِ صِرْتُمْ حُرُماً كَهَيْئَتِكُمْ قَبْلَ أنْ تَرْمُوا الجَمْرَةَ حَتَّى تَطُوفُوا بِهِ[. أخرجه أبو داود .
3. (1466)- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “(Veda haccında) yevm-i nahrın gecesinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın beraber olma nöbeti bende idi. O akşam, Vehb İbnu Zem´a ve beraberinde Ebu Ümeyye ailesinden bir adam olduğu halde, kamislerini giymiş olarak yanımıza geldiler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Vehb (radıyallahu anh)´e:
“Sen ifâza tavafını yaptın mı Ey Ebu Abdillah ” diye sordu. Vehb:
“Hayır! Vallahi ey Allah´ın Resûlü, yapmadım!” deyince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Öyleyse şu kamisi çıkar!” dedi. Vehb, onu başından çıkardı. Arkadaşı da kamisini başından çıkardı. Sonra Vehb sordu:
“Niçin (çıkarıyoruz) Ey Allah´ın Resûlü ”
“Çünkü bugün, cemreye taş attığınız takdirde ihramdan çıkmanıza, yâni size haram edilen her şeyin -kadın hariç- helâl olmasına ruhsat tanındı. Eğer siz, Beytullah´ı tavaf etmeden akşama girerseniz, cemretü´l-Akabe´ye taş atmazdan önceki gibi haram olursunuz, bu hal Beytullah´ı tavaf edinceye kadar devam eder” diye cevap verdi.” [Ebu Dâvud, Menâsik 83, (1999).][556]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü üzere, bu rivayete göre, Mina´da ilk tahallül ile tanınan ruhsatlar (kadına temas hariç diğer ihram yasaklarının kalkma ruhsatı), yevm-i nahrde, güneş batmazdan önce Beytullah´a ifâza tavafını yapma şartına bağlanmış olmaktadır. Bu şart yerine getirilmediği takdirde, yevm-i nahrin akşamından itibaren ihram yasakları geri gelmektedir. Sadedinde olduğumuz rivayet, kamis denen dikişli gömleğin çıkarılıp, dikişsiz ihram elbisesinin giyilmesinin emredildiğini göstermektedir. Bir başka ifadeyle, bu hadis esas alındığı takdirde, bayramın birinci günü Mina´da büyük şeytanı taşlama, kurban kesme ve traş olmadan sonra başlayan ilk tahallül (yani kadına temas dışındaki haramların kalkması), aynı gün içinde, güneş batmazdan önce ifâza tavafı yapılmadığı takdirde akşamın girmesi ile sona ermektedir. Bu durumda, dikişli elbise giyme yasağı dahil bütün haramlar geri gelmekte ve ifâza tavafına kadar devam etmektedir.
Ancak, bu hadisle fukaha amel etmemiş, buradaki emri, tavafın, yevm-i nahirden başka güne te´hir edilmemesi için tağliz ve teşdid´e hamletmiştir. Ulemânın hükmüne göre, ifâza tavafı (ziyaret tavafı da denir) bayram günlerinden birinde (10, 11, 12 Zilhicce) yapılabilir. Ancak efdal ve sünnete uygun olanı bayramın birinci gününde (yevm-i nahr: 10 Zilhicce) yapılmasıdır. Bayram günlerinin dışına çıktığı takdirde dem gerekir.[557]
ـ4ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]َ يَطُوفُ بالْبَيْتِ حَاجُّ وََ غَيْرُ حَاجِّ إَّ حَلَّ، قِيلَ لِعَطَاءِ مِنْ أينَ تَقُولُ ذلِكَ؟ قالَ مِنْ قَولِ اللّهِ تَعالى: ثُمَّ مَحِلُّهَا إلى الْبَيْتِ الْعَتِيقِ قِيلَ: فإنَّ ذلِكَ مِنْ قَبْلِ المُعَرَّفِ. فقَالَ: كانَ ابْنُ عَبَّاسٍ يَقُولُ هُوَ بَعْدَ المُعَرَّفِ وَقَبْلَهُ. وَكَانَ يأخُذُ ذلِكَ مِنْ أمْرِهِ # حِينَ أمَرَهُمْ أنْ يُحِلُّوا في حَجَّةِ الْوَدَاعِ[. أخرجه الشيخان. »المُعَرَّفُ« اسم للمواقف: أى بعد الوقوف بالمعرف .
4. (1467)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) şöyle demiştir: “Beytullah´ı hacc maksadıyla olsun, başka maksadla olsun, her kim tavaf ederse tahallül etmiş (ihram yasaklarından çıkmış) olur.”
(İbnu Abbâs´ın bu sözünü nakleden) Atâ´ya:
“Bunu neye dayanarak söylüyor ” diye soruldu. Şu cevabı verdi:
“Cenab-ı Hakk´ın şu sözüne dayanarak: ثُمَّ مَحِلُّهَا إِلَى الْبَيْتِ الْعَتِيقِ “Sonra varacakları yer Beyt-i Atik´a müntehîdir” (Hacc 33). Kendisine şu cevap verildi:
“Ama bu, Arafat´ta vakfeye durulduktan sonra olacaktır.”
Atâ bu cevap üzerine açıkladı:
“İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) bunun Arafat vakfesinden önce ve sonra olacağını söylerdi. Bu hükmü, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Veda haccı sırasında Ashâb´a verdiği ihramdan çıkma emrinden istinbat ediyordu.” [Buhârî, Megâzî 77; Müslim, Hacc 206-208, (1244, 1245).[558]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, bir âyetten ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bir sünnetinden, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´tan fukahâya muhâlif bir istinbatını tevsik etmektedir. Hattâ rivâyetin Müslim´de gelen bir vechinde şu açıklayıcı ziyâde var:
“Benî Hüceym kabilesinden bir adam İbnu Abbâs´a:
“Halkın kalbine işleyen veya halkı fırkalara bölen şu fetva nedir Beytullah´ı tavaf eden ihram yasaklarından çıkarmış ” diye sordu…”
Bu ziyade ibârenin de gösterdiği üzere, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) ümmetin tatbikatına muhalif bir istinbat, bir fetvada bulunmuş, bu da halk arasında bir kısım münâkaşalara sebep olmuştur. Meselenin tavzihi kendisinden sorulduğu gibi onun yakınlarından da sorulmuştur. Sadedinde olduğumuz rivâyette, açıklamayı Atâ yapmaktadır.
Meseleyi şöyle özetleyebiliriz: Şârihlerin açıkladığı üzere, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Veda haccı sırasında -daha önce açıklandığı üzere- beraberinde kurbanlığı olmayanlara, umreden sonra ihramdan çıkmalarını emretmiş olma örneğinden hareketle, “Kâbe´yi tavaftan sonra ihramdan çıkmak gereğine” hükmetmiştir. Halbuki ulemâ büyük çoğunluğu ile -yine rivâyetlere müsteniden- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın o davranışının sonradan neshedildiğini kabul eder ve ihramdan ancak Arafat vakfesinden sonra Mina, taşlama, kurban ve traş menâsikinin ifâsından sonra çıkabileceğine hükmeder. İbnu Abâs´ın görüşüne az sayıda selef iştirak etmiştir. İshâk İbnu Râhuye bu azlardan biridir. Üstelik bütün ulemâ, hacc-ı ifrada niyet eden kimsenin Beytullah´ı tavaf etmekle ihramdan çıkması gerekmeyeceği hususunda hiçbir ihtilâfa düşmez.
Nevevî, kaydettiğimiz mâhiyette ulemânın ittifak ettiği durumu belirttikten sonra der ki:
“İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´ın âyetle ihticâcına gelince, âyette onun çıkardığı hükme hiçbir delil yok. Zîra “Sonra varacakları yer Beytü´l-Atîk´e müntehîdir” mealindeki âyetin mânası, “Kurban ancak Harem-i Şerif´de kesilir” demektir. Kesinlikle âyette, ihramdan çıkma emri diye bir şey yoktur. Âyetin muradı ihramdan çıkma olsaydı Harem-i Şerif´e, kurbanlığın sadece gelişiyle, daha tavaf da yapmadan ihramdan çıkmak gerekirdi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, Veda haccında Ashab´a ihramdan çıkmalarını emretmiş olmasından hüccet çıkarmasına gelince, bunda da İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´ın hükmüne delil bulmak mümkün değildir, zîra Nebî (aleyhissalâtu vesselâm) onlara sadece o yıl için haccı umreye çevirmelerini emretti. Bu, hacc yapmak üzere ihram giymiş kimsenin (haccını tamamlamadan) ihramdan çıkmasına delil olamaz.”
Kadı İyaz´ın kaydına göre bâzı âlimler İbnu Abbâs´ın bu sözünü te´vil ederek: “Bu söz, haccın (rükünlerinden birini kaçırarak o yıl haccını) yerine getiremeyenlerle ilgilidir. Böyleleri tavaf ve sa´yi yerine getirince ihramdan çıkar” demişlerdir. Ancak bu te´vil ihtimalden uzak bir yorumdur, çünkü İbnu Abbâs -bu meseleyle ilgili rivayetlerin- sadedinde olduğumuz vechinde “Beytullah”ı hacc maksadıyla olsun, başka maksadla olsun, her kim tavaf ederse ihramdan çıkar” demektedir.[559]
ـ5ـ وعن حفصة رَضِىَ اللّهُ َعَنْها قالت: ]أمَرَ النَّبىُّ # أزْوَاجَهُ أنْ يُحِللْنَ عَامَ حَجَّةِ الْوَدَاعِ. قُلْتُ: فَمَا يَمْنَعُكَ أنْ تُحِلَّ؟ قال: إنِّى لَبَّدْتُ رَأسِى وَقَلَّدْتُ هَدْيى فََ أُحِلُّ حَتَّى أنْحَرَ هَدْيى[. أخرجه الستة إ الترمذى .
5. (1468)- Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zevcelerine, Veda haccı senesinde ihramdan çıkmalarını emretti. Ben:
“Siz niye ihramdan çıkmıyorsunuz ” diye sordum.
“Ben başımı telbid ettim, kurbanlığımı hazırladım, kurbanlığımı kesmeden ihramdan çıkamam” diye cevap verdi.” [Buhârî, Hacc 34, 107, 126, Megâzî 77, Libâs 89; Müslim,Hacc 186, (1229); Muvatta, Hacc 180 (1, 394); Ebu Dâvud, Menâsik 24, (1806); Nesâî, Hacc 40, (5, 136) 67, (5, 172); İbnu Mâce, Menâsik 72, (3046).][560]
AÇIKLAMA:
1- Telbid burada saçların dağılmasını önlemek için hususî maddelerle yapıştırmaktır. Hacc sırasında uzun müddet ihramda kalacakların saçlarını bir şeyle yapıştırarak telbid yapmaları âdet idi.
2- Bu hadis, bir önceki hadiste İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´ın tavaftan sonra ihramdan çıkılır hükmünü cerheden rivayetlerden biridir.[561]
ـ6ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]أهلَّ النَّبىُّ # بِعُمْرَةٍ وَأهَلَّ أصْحَابُهُ بِحَجٍّ فَلَمْ يُحَلَّ النَّبىُّ # وََ مَنْ سَاقَ الْهَدْىَ مِنْ أصْحَابِهِ وَحَلَّ بَقيَّتُهُمْ[. أخرجه مسلم .
6. (1469)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Veda haccında) umre için ihrama girdi. Ashabı ise (radıyallahu anhüm ecmain) hacc için ihrama girdi. (Mekke´ye varınca) ne Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ne de beraberinde kurbanlıkları olanlar ihramdan çıkmadılar. Geri kalanlar ihramdan çıktılar.” [Müslim, Hacc 196, (1239).]
Not: Bu bahis 1278-1325 arasında işlenmiştir. 1288 ve 1292´de açıklanmıştır.[562]
ـ7ـ وعن نافع قال: ] كانَ ابْنَ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما يقُولُ: المَرأةُ المُحْرِمَةُ إذَا حَلَّتْ لَمْ تَمْتَشِطْ حَتَّى تأخُذَ مِنْ قُرُونِ رَأسِهَا. وَإنْ كَانَ لَهَا هَدْىٌ لَمْ تَأخُذْ مِنْ شَعْرِهَا شَيْئاً حَتَّى تَنْحَرَ هَدْيَهَا[. أخرجه مالك.»وقُرُونُ الرَّأسِ« هى الضفائر من الشعر .
7. (1470- Nafi (rahimehullah) anlatıyor
“İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) dedi ki: “İhramlı kadın, ihramdan çıkınca, saç örgülerinin ucundan bir miktar kesmedikçe taranmaz. Şâyet kurbanlığı varsa, kurbanı kesilinceye kadar saçından hiçbir şey kesemez.” [Muvatta, Hacc 163, (1, 387).][563]
AÇIKLAMA:
İhramlının vücudundan kıl koparması ihram yasaklarından biridir. Taranmak ise kıl koparmaya sebep olacak bir davranıştır.
Kurban kesilmezden önce traş olunmama emri, bizzat Kur´ân-ı Kerim´de tesbit edilen hacc menâsikinden biridir: “Kurban yerine (Mina´ya) varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin” (Bakara 196). (1461 numarada bu mevzu açıklandı.)[564]
ONUNCU BÂB
KURBANLAR (HEDY VE EDAHİ)
Bu babta on iki fasıl vardır
BİRİNCİ FASIL
KURBANLARIN VACİB OLUŞU VE SEBEPLERİ
İKİNCİ FASIL
KEMİYET VE MİKTARI
ÜÇÜNCÜ FASIL
KURBAN OLABİLECEK HAYVANLAR
DÖRDÜNCÜ FASIL
KURBAN OLMAYACAK HAYVANLAR
BEŞİNCİ FASIL
KURBANLIKLARIN İŞARETLENMESİ
ALTINCI FASIL
KESME ZAMAN VE YERİ
YEDİNCİ FASIL
KESMENİN ÂDÂBI
SEKİZİNCİ FASIL
KURBANLARDAN YEME BAHSİ
DOKUZUNCU FASIL
HELAK OLAN KURBAN HAKKINDA
ONUNCU FASIL
KURBANLIGA BİNMEK
ON BİRİNCİ FASIL
KURBAN KESEN MUKİM (MEKKELİ) İHRAM GİYER Mİ
ON İKİNCİ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
BİRİNCİ FASIL
KURBANINVACİB OLUŞU VE SEBEPLERİ
UMUMÎ BİLGİLER
Kurban, kelime olarak قرب kökünden mastardır, yaklaşmak mânasına gelir. Dinî bir ıstılah olarak Allah Teâlâ´yı râzı ederek yakınlığını kazanmak için kesilen hayvana kurban denir.
İnançtan dolayı kurbanda bulunmak, hemen hemen bütün dinlerde vardır. Tarih boyunca her millet, inancına göre nazarında kıymetli olan bir şeyi, uluhiyet adına kurban etmeyi müesseseleştirmiştir. Kur´ân-ı Kerim, kurban müessesesinin Hz. Âdem (aleyhisselam)´in çocuklarıyla birlikte başladığını haber verir:
“Onlara Âdem´in iki oğlunun gerçek olan haberini oku: Hani onlar (Allah´a) yaklaştıracak birer kurban takdim etmişlerdi ve ikisinden birininki kabul olunmuş, öbürününki kabul olunmamıştı…” (Maide 27).
Böylece âyet, ulûhiyete yaklaşmak maksadıyla kurban sunma ibâdetinin insanlıkla birlikte başladığını gösterir.
Âyette kabul edildiği belirtilen kurban Hâbil´e aitti ve bir koçtu. Kabul edilmeyen de Kâbil´e aitti ve ekindi.
Şu halde, kurban deyince bunun mutlaka bir hayvan olması gerekmez, başka şey de kurban olabilir. Nitekim, ne zaman başladığı kesin olarak bilinmese de, insanın kurban edilmesi de târihin yaygın vakalarından biridir. Kur´ân-ı Kerim Hz. İbrahim (aleyhisselam)´le ilgili olarak buna da yer verir. Hz. İbrahim´e rüyasında, ilk olan oğlu İsmâil´i kurban etmesi emredilir (Saffat 102). Bazı rivayetlerde on üç yaşında olduğu belirtilen çocuğu kurban etme hazırlığı yapılır ve kesileceği sırada çocuğa bedel kesilmek üzere koç indirilir.
Bu âyet insan kurbanı meselesinde mânidardır. Zîra insanlık tarihinde pek yaygın olan bu geleneğin İlâhî bir menşe´den kaynaklanmış olabileceğini ifade eder. Bunu söylemeye sevkeden husus, büyük müfessir Fahreddin Râzî hazretlerinin de kaydettiği üzere İslâm ulemâsının, “meşru olmayan bir şeyin peygamberlere rüyasında da olsa emredilmeyeceği”ni prensip olarak kabûl etmiş olmalarıdır. Bu
prensipten hareketle, daha önce meşru olan bir prensibin Hz. İbrahim´den sonra neshedildiği söylenebilir.
Arapça´da Kurban kelimesinden ziyâde Udhiye kelimesi kullanılır, cem´i edâhîdir. Kurban kesilen güne yevmü´l-edhâ denir.
Kurbanın dindeki hükmü hususunda âlimler ihtilaf eder. Bir kısmı vâcib demiş ise de diğer bir kısmı buna karşı çıkmıştır. İbnu Hazm “Sahâbeden hiçbirisi buna vâcib dememiştir” der. Cumhur da “Kurban vâcib değildir” demiştir. Ancak dinin teşriatından olduğu da kesindir. Cumhur, “Kifaye bir sünnet-i müekkededir” der. Şafiî hazretleri de bu görüştedir.
Ebu Hanife hazretleri: “Zengin olan mukime vacibtir” diye hükmeder. İmam Mâlik “mukim” kaydı koymadan vâcib hükmüne varır. Hanefîlerden Ebu Yusuf, Mâlikîlerden Eşheb vâcib hükmüne muhalefet ederek Cumhur´un görüşüne katılırlar.
Ahmed İbnu Hanbel: “Gücü olanın terketmesi mekruhtur” der ve vücûbuna hükmeder.
İmam Muhammed: “Terkine ruhsat olmayan sünnettir” der.
Tahâvî: “Biz de bu görüşteyiz, âsârda vâcib olduğunu te´yid eden bir delil yok” der.
Kurbanın vâcib olduğunu söyleyenleri te´yid eden en kavî delil Ebû Hüreyre (radıyallahu anh)´nin rivayet ettiği şu hadistir: مَنْ وَجَدَ سَعَةً فَلَمْ يُضَحِّ فََ يَقْرَبَنَّ مُصََّنَا “Kurban kesecek güçte olup da, kesmeyen namazgâhımıza yaklaşmasın.”
Bu hadisteki vaîdin üslûbundaki şiddet, Hanefîler´i, kurbanın vacib olduğu hükmüne sevketmiştir. Hatta Ebu Hanife (rahimehullah)´nin “farz” dediği de rivayetler arasındadır. Vacib diyenlerin dayandığı başka hadisler de var.el-Hidâye´de Hanefî görüş şöyle özetlenmiştir: Kurban hür, mukim, zengin her Müslüman´a kurban gününde kendi nâmına ve küçük çocuğu namına vacibtir. Vâcib hükmü, Ebu Hanife ile ashabından İmam Muhammed, Züfer, Hasan ve bir rivayete göre Ebu Yusuf´un içtihadlarıyla sübût bulmuştur. Ebu Yusuf´un “sünnet” demiş olduğunu da belirttik.
Son olarak şunu da belirtelim: Araplarda kurbanın birçok çeşitleri var ve her biri bir başka kelime ile ifâde edilmektedir. Mesela; -bir kısmı önümüzdeki hadislerde geleceği üzere- fara´, atîre, akîka, udhiye, hedy hep ayrı ayrı kurban çeşitleridir. İslâm dini bir kısmını yasaklamış, bir kısmını bazı kayıtlarla serbest bırakmış ve hattâ vâcib kılmıştır. Bazıları hakkındaki hüküm ihtilâflıdır. Dilimizde hepsi kurban kelimesiyle kayıtlanarak ifade edilir.[565]
Udhiye Ve Hedy: İslâm devrinde intikal eden kurban çeşitlerinden iki tanesini biraz açıklamakta gerek var. Zîra, önümüzdeki bahislerde gelecek hadisler bunlarla ilgili ve dolayısıyla bu tâbirler sıkca geçecek. İyice bilinmediği takdirde iltibaslar olabilir.[566]
Udhiye: Kurban bayramında, zengin, mukim ve hür olan Müslümanlar tarafından kesilmesi gereken kurbandır. Bunun kendine mahsus teferruatı vardır.
Hedy: Haccda kesilen kurbandır. Kâbe-i Muazzama veya Harem için hediye edilen kurbanlık hayvana hedy denir. Dilimizdeki hediye kelimesi de aynı kökten gelir.
Esasen hacılar müsafir sayıldıkları için onlara udhiye kesmek vâcib değildir, dilerlerse nâfile olarak keserler. Temettu veya kıran haccı yapanlar, bir yıl içerisindeki iki ayrı ibadeti yapmış olmanın şükrü olarak bir kurban keserler. Haccda kesilmesi vacib olan bu şükür kurbanı hedy sınıfına girer. Umre yapanlar veya hacc-ı ifrad yapanlar nâfile olarak kurban kesmek isterlerse bu da hedy sınıfına grer. Ayrıca, hacc menasikinden vaciblerin terki veya vacib olan sıranın bozulması gibi durumlarda hacca giren “eksiklik”lerin telâfisi için bazı ceza kurbanları vardır. Şu halde bu ceza kurbanları da hedy sınıfına girer.
Hedy kurbanlarının Harem dahilinde kesilmesi vâcibtir. Udhiyeler her yerde kesilebilir.[567]
ـ1ـ عن مِخْنَفِ بن سليم رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُ قال: ]سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يَقُولُ: يَا أيُّهَا النَّاسُ إنَّ على كُلِّ أهْلِ بَيْتٍ في كُلِّ عَامٍ أُضْحِيَة وَعَتِيرَةً. هَلْ تَدْرُونَ مَا الْعَتِيرَةُ؟ هِىَ الَّتِى تُسَمُّونَهَا الرَّجَبِيَّةَ[. أخرجه أصحاب السنن.»وَالمَرادُ بالعتيرة« هنا شاة تذبح في رجب .
1. (1471)- Mihnef İbnu Süleym (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim şöyle buyurmuştu: “Ey insanlar, her aile sâhibine her sene bir kurbanlık, bir de atîre borç olmuştur. Atîre´nin ne olduğunu biliyor musunuz O, recebiye dediğiniz şeydir.” [Tirmizî, Edâhi 18, (1518); Ebu Dâvud, Dahâya 1, (2788); Nesâî, Akîka 6, (7, 167-168); İbnu Mace, Menâsik 2, (3125).][568]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Arafat vakfesi sırasında yaptığı konuşmalardan biridir. Mina´da kurban kesmesi gereken hacılara, bu mevzuda bilgi vermiş olmaktadır.
2- Atîre, Receb ayında kesilen kurbanın adıdır.
3- Kurban kesmenin vâcib olduğuna hükmeden ulemâ bu hadisle istidlâl etmiştir. Ancak kurbanın vâcib olmadığına hükmedenler “siganın vücûb ifade etmede sarih olmadığını” ileri sürerek bu istidlâli reddederler.
4- Bu hadiste atîre denen Receb ayında kesilen kurbanın da gerekli olduğu ifade edilmektedir. Ancak kurbanın vacib olduğuna hükmeden âlimler atîrenin vacib olmadığını söylerler.
Hatta َ فَرَعَ وَعَتِيرَةَ فِى اْ“ِسَم “İlk doğan yavruyu kurban etmek, atîre kurbanı kesmek İslâm´da yoktur” gibi câhiliye devri kurban çeşitlerini yasaklayan rivâyetleri de nazar-ı dikkate alan âlimlerden bazıları kerâhetine de hükmetmişlerdir. Buharî´nin bir rivayetinde, وَكَانُوا يَذْبَحُونَهُ لِطَوَاغِيَتِهِمْ ziyâdesiyle, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ ın, bu kurbanlar putlar adına kesildiği için, yasak koyduğu anlaşılmaktadır.
İmam Şâfiî, Allah adına olduğu takdirde cahiliye devrindeki isimler altında kurban kesilebileceğine, câiz olduğuna hükmederek, sadedinde olduğumuz hadis gibi cevaz ifâde edenlerle, yukarıda kaydettiğimiz rivayette olduğu gibi yasaklayanları te´lif eder.[569]
ـ2ـ وعن ابن عمرو بن العاص رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما قال: ]قال رسولَ اللّه #: أُمِرْتُ بِيَوْمِ ا‘ضْحَى عِيداً جَعَلَهُ اللّهُ تَعالى لهذِهِ ا‘مَّةِ. فقَالَ لَهُ رَجُلٌ: يارسولَ اللّهِ أرَأيْتَ إنْ لَْ أجِدْ إَّ مَنيحَةً أُنْثَى أفأضَحِّى بِهَا؟ قالَ: َ. وَلكِنْ تَأخُذُ مِنْ شَعَرِكَ وأظْفَارِكَ وَتَقُصُّ شَارِبَكَ وَتَحْلِقُ عَانَتَكَ، فذلِكَ تَمامُ أُضْحِيّتِكَ عِنْدَ اللّهِ تَعالى[. أخرجه أبو داود والنسائى
2. (1472)- Abdullah İbnu Amr İbnu´l-Âs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Kurban gününü bayram olarak kutlamakla emrolundum. Onu bu ümmet için Allah bayram kılmıştır” buyurmuştu. Bir adam kendisine:
“Ey Allah´ın Resûlü! Ben iâreten verilmiş bir hayvandan başka bir şeye sahip değilsem, onu kesebilir miyim ” diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Hayır, dedi, ancak saçını, tırnaklarını kısaltır, bıyıklarından alır, etek traşını olursun. Bu da sana Allah indinde bir kurban yerine geçer.” [Ebu Dâvud, Edâhî, 1 (2789); Nesâî, Dahâya 2, (7, 213).][570]
ـ3ـ وعن نافع ]أنَّ ابْنَ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ َعَنْهُما لَمْ يَكُنْ يُضَحِّى عَمَّا في بَطْنِ المَرأةِ[. أخرجه مالك .
3. (1473)- Nâfi´ (rahimehullah) anlatıyor: “(Ailenin her ferdi için kurban kesmek gerektiği görüşünde olan) Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), anne karnındaki çocuk adına kurban kesmezdi.” [Muvatta, Dehâyâ 13, (2, 487).][571]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kurban gününün, İslâm ümmetine Cenab-ı Hakk tarafından bayram kılındığını haber vermektedir. Her Müslüman bu bayrama imkânı nisbetinde katılacaktır. İmkânı olan kurban kesecektir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, imkânı olmayan, elinde sütünden ve yününden istifâde etmek üzere iâreten verilmiş bir dişi hayvandan başka bir şeyi bulunmayan kimsenin sorusu üzerine verdiği cevaptan anlıyoruz ki, bayrama katılmak için imkânları zorlamaya gerek yoktur. Bayram günü saç traşı olmak, uzamış olan bıyıkları, tırnakları kesmek, gerekiyorsa etek traşı da olup bedenen temizlenmek, yeni, temiz elbiseler giyinmek gibi, bayram gününün hürmetine uygun bir ahvâle bürünmek de, mânevî kazanç yönünden kurban kesmiş kadar Allah nazarında makbul olacağını belirtiyor.
2- Hadiste geçen menîha, bir kimsenin bir başkasına, sütünden ve yününden istifade etmesi için belli bir süre ile âriyet olarak bıraktığı bir hayvandır; deve, keçi, koyun olabilir. Bu temlik değildir, âriyettir, bir müddet sonra eski sâhibine iâde edilecektir. Bunun kurban edilmesi, imkânı zorlamanın ötesinde, emânete ihânet mânasını da taşır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buna müsâade etmiyor.
3- İslâmî bayram nasıl kutlanmalı
Makina insanın hayatına girdikçe, insanın yaptığı işleri makinalar yapmaya başladıkça, insanın boş zamanı artmıştır. Günümüzde makina, geçmiş devirlerde olduğu gibi sadece insan adalelerinin yerini almakla kalmamış bizzat beynin de yerini almıştır. Otomasyon denen bu yeni hâdise, iktisadî hayatı, iş hayatını, çalışma ve istirahat sistemini buna bağlı olarak beşerî, içtimâî münâsebetleri allak bullak etmiştir ve bilgisayar dediğimiz bu yeni teknik geliştikçe tesirini daha da artıracaktır.
Mevzumuz açısından, meselenin bizi ilgilendiren bir yönü var: Gittikçe artan bu boş vakitleri nasıl değerlendirelim Günümüzde, boş vaktin değerlendirilmesi problemine çözüm olarak eğlence gösterilmektedir. Piknik, gezi, müzik… bütün çeşitleriyle eğlence. Bu çözüm, başka problemler getirmede, içki, kumar, uyuşturucu, sefahat, serseriyâne bir hayat, cinayet.. gibi başka problemler getirmektedir. Bir başka ifâde ile atâlet ve aylaklık, pek çok kötülüklerin yeşerdiği fidelik rolünü oynamaktadır.
Öyle ise Müslüman olarak bizler, boş vaktin değerlendirilmesi meselesinde Kur´ân ve hadis ne gibi çözümler getirmişler, neler teklif etmişler, bunu bilmek, araştırmak zorundayız. İşte böyle bir ihtiyacı duyduğumuz anda, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın haftalık bayramımız olan cuma gününün, yıllık bayramlarımız olan Ramazan ve Kurban bayramlarının nasıl geçirilmesini, ne şekilde kutlanmasını tavsiye ettiğini bilmemizde fayda var. Mezkûr günlerin geçirilmesinde vaz´edilen prensipleri yakaladık mı, bunlar dışında karşımıza çıkacak bütün boş vakitlere aynı prensipleri uygulayıp, aynı ölçüler çerçevesinde değerlendirebiliriz.
Şu halde cuma ve bayramlarla ilgili prensipleri, bütün boş vakitlerin geçirilmesinde muhtaç olunan bir rehber olarak görebiliriz.[572]
BAYRAM TELÂKKİSİ:
İslâm´ın tatil anlayışını bütünüyle kavramada bilinmesi gereken bir diğer nokta “bayram telâkkisi”dir. İslâm bu noktada da hususiyet arzeder. Çünkü İslâm´a göre bayram, tamamen muattal veya sırf eğlenceyle geçirilecek bir tatil müddeti değildir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bayramı “yeme, içme ve Allah´ı zikir günleri” olarak tavsif ve tarif etmiştir. Bayramın bütün Müslümanlarca böyle telâkki edilmesini sağlamak maksadıyla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in fiilî tedbir aldığını da görmekteyiz. Muvatta´da kaydedilen bir rivayete göre, Abdullah İbnu Huzâfe´yi Kurban Bayramı sırasında Mina´da hacılar arasında dolaşarak: “Bu günler yeme, içme ve Allah´ı anma (zikrullah) günleridir” diye ilân etmek üzere vazifelendirmiştir. Büdeyl İbnu Verka da insanları devesine binmiş olarak takip edip: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sizlere bugünlerde oruç tutmamayı emrediyor, bu günler yeme içme günleridir” diye ilânda bulunanlardandır.
Açıklanacağı üzere, İslâm´ın bayram telâkkisinde yeme, içme, eğlence ve zikrullah birlikte yer alır. Birini diğerinden ayırmak mümkün değildir.
Bayramda Zikr: Helâl kılınan eğlence ve izhâr-ı sürur havasının, meşru hududu taşmayacak şekilde ileri götürülmesini önlemek maksadıyla bayramın dinî yönünü belirtmeye Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) husûsî bir ehemmiyet atfetmiştir. Buhârî´nin bir rivayetinde belirtildiği üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kurban Bayramı hutbesinde şunları söylemiştir: “Bugün bayramdır. Bayramımıza önce namaz kılarak başlıyoruz. Sonra evlerimize dönüp kurbanlarımızı keseceğiz. Kim bu şekilde hareket ederse bayramı sünnetimize uygun olarak kutlamış olur.”
Haftalık bayram olan cuma için de aynı esas câridir. Çünkü, cumanın da kendine has namazı ve dinî telkinâtın yapıldığı hutbesi mevcuttur. Ayrıca hadisler, cuma namazına mümkün mertebe erken gelmeyi emreder. Şu halde bayrama has serbesti faaliyetlerin, namaz ve hutbe vâsıtasıyla mânevî bir hava ile dolduktan sonra başlatılıp, devam ettirilmesi esastır. Bu durum, bir kısım aşırılıkları frenleme âmili olacaktır.[573]
Bayramda Yeme ve İçme:
Bayram günleri oruç yasaklanmıştır. Bilhassa Kurban ve Ramazan bayramlarında oruç tutmak kesinlikle yasaktır ve “haram”dır. Cuma günü için de kerâhet esastır. Perşembeden başlamaksızın, sâdece cuma için oruç tutanlara Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) oruçlarını bozdurmuştur.
Bayramlarda teşvik edilen “yeme” ve “içme”nin helâl dâiresinde olacağı açıktır. Zamanımızda, bir kısım gâfil Müslümanların batılıları takliden bayramlarda, tatillerde yer verdikleri aşırılıkların hiçbir dinî ruhsatı yoktur.
Bayramda Eğlence:
Bizzat Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ in tatbikâtı, bayram günlerinde eğlencenin de câiz olduğunu göstermektedir. Hattâ, âlimler nebevî tatbikâta dayanarak: “Bayramlarda (eğlenerek) sürur izhâr etmek, dinin şeâirindendir” demişlerdir.
Bu mûteber kitaplarımızda gelen rivayetler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bayram günlerinde, davula vurarak şarkı söyleyen câriyeleri[574] dinlediğini, yine hem çalıp, hem oynayan Habeşîleri seyrettiğini ve zevcelerine seyretmeleri için müsaade ettiğini göstermektedir. Hazreti Âişe´den farklı şekillerde rivâyet edilen bir hâdise şöyle: “Bir bayram günü, kulağımıza gürültü ve çocukların bağrışmaları gelmişti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kalkıp (kapıdan dışarı baktı). Meğer, bu gelenler çalıp oynayan bir Habeşli gruptu, harbeleri (küçük kılınç) kalkanlarıyla oynuyorlardı. Çocuklar da etraflarında halka olmuş, onları seyrediyorlardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: “Ey Aişe, sen de gel, seyret” dedi.
Bir başka rivayette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Ey Humeyra onlara bakmak istemez misin ” diye sorar. Hz.Âişe de: “Evet” deyince çağırır.
Oyunun, Mescid-i Nebevî´nin içinde kılıç (harbe) ve kalkanlarla oynandığını belirten rivayetler hâdisenin devamını Hz. Âişe´den şöyle naklederler: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kapıda durup beni arkasına aldı. (Başını ensesine koymuş) (..) halde duruyor ve oynayanları seyrediyordum. Bıkıncaya kadar böyle devam ettim. Bir ara “Yeter mi ” dedi. “Evet” dedim. “Öyleyse çekil” dedi.”
Başka rivayetler de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Hz. Aişe´nin kendi arzusuyla seyre son verinceye kadar bakmasına müsaade ettiğini belirtir.
Ebû Hüreyre´nin bir rivâyetine göre, bir seferinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın huzurunda Habeşliler harbeleriyle birlikte oynarken, Hz. Ömer (radıyallahu anh) çıkagelir. Derhal yere eğilip, avuçladığı çakılları atacağı sırada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) müdâhale eder: “Ey Ömer, bırak onları, zîra bunlar Benî Erfide´dir (Habeşlilerdir)”[575] der.
Başka bir vak´aya ait olması kuvvetle muhtemel bulunan bir diğer rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) oynayan Habeşliler´e rastladığı zaman onlara takdirlerini ifâde ettikten sonra şunu da ilâve eder: “Yahudiler ve Hıristiyanlar bilsinler ki, bizim dinimizde genişlik vardır.” Rivâyet, bu minval üzere devam eden oyuncuların, Hz. Ömer´in çıkagelmesiyle dağıldığını belirtir.
Bir kısım âlimler, yukarıdaki hadisten kadınların, yabancı erkeklerin fiillerini seyretmesinin câiz olacağı hükmünü çıkarmış, bazıları da bu cevazı “şehvet nazarıyla bakmamak” veya “fitne kokusu olmamak” şartlarıyla kayıtlamışlardır.
Şehvet duyma ve fitne çıkma ihtimali hâlinde, nazarın haram olduğunda ittifak vardır. Keza kadınların yabancı erkeklere karşı örtünmesi gereği de hadisten çıkarılan bir diğer hüküm olmuştur.
Bayram günü musikî dinlenmesini tecviz eden rivayet de mevcuttur. Buhârî ve diğer kaynaklarda gelen bir rivayet şöyle: Yine Hz.Aişe anlatıyor: “Yanımda iki câriye def çalıp Buas Harbi üzerine (düzülmüş hamâsî) türküler söylerken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) içeri girdi. Yatağın üzerine sırtüstü uzanarak yüzünü örttü. Az sonra (babam) Ebû Bekir girdi. Türkü okuyan câriyeleri görünce: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın huzurunda şeytan sazı ha!” diye bana kızdı ve câriyeleri azarladı. Ancak, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) karşı koyarak: “Ey Ebû Bekir, bırak onları söylesinler, her milletin bir bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır” dedi. Onlar sohbete dalıp, ilgileri kesilince câriyelere göz ettim, hemen sıvışıp çıktılar.”
Ahmed İbnu Hanbel: “Gücü olanın terketmesi mekruhdur” der ve vücûbuna hükmeder.
Bir kısım âlimler, bu rivayete dayanarak, köle olmasa bile câriyenin[576] sesinden şarkı dinlemenin câiz olduğu hükmünü çıkarmışlardır: “Zîra derler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)´in câriyeleri dinlemesini takbih etmedi, aksine, onun takbihini takbih etti ve câriyeler de Hz. Aişe´nin kendilerine işaret etmesine kadar şarkı söylemeye devam ettiler.”
Mescidde Eğlence mi Yukarıdaki hadis karşımıza şöyle bir soru çıkarmaktadır: “Mescidde çalgılı, türkülü eğlence câiz olur mu ”
Bu meselenin münâkaşasını âlimler yapmış, leh ve aleyhte görüşler beyân etmiştir. Esas olan, bazı şartlar ve kayıtlar altında cevazıdır.
İslâm´ın, eğlencede bile faydalılık -ve düşmana karşı kuvvet kazanma- imkânlarını arama esprisini göstermek maksadıyla, bu mevzuda Buharî şerhinde Aynî´nin yer verdiği bir pasajı özetleyeceğiz
“El-Mühelleb der ki: “Mescid, Müslüman cemaatin emrine konulan bir müessesedir. Hangi amelde dinin ve din mensublarının menfaati bir araya gelirse, mescidde o amelin icrası câizdir. Harbe oyununa gelince, bu insan uzuvlarının, savaşa karşı mahâret kazanması için yapılan bir idmandır. Bu idman (işi, düşmana karşı harp hazırlığı olduğu için, din ve ümmetin menfaatine olması hasebiyle) mescidde veya başka bir yerde yapılması câizdir.”
Şârih, zikredilen bu şartlar tahtında mescidde bu ve benzeri oyunların câiz olması gerektiğine dâir şahsî kanaatini belirttikten sonra aleyhteki görüşü de kaydeder. Buna göre, Ebû´l-Hasen el-Lahmî şunları söylemiştir: “Mescidde harbe ile oynamanın cevâzı, hem âyet ve hem de hadislerle neshedilmiştir. Kur´ân´da: “Allah´ın, yüce tutulmaları ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde, insanlar sabah akşam O´nu tesbih ederler” (Nur 36) âyeti, sünnette de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Mescidlerinizi çocuklarınıza ve delilerinize karşı koruyun” hadisi bu cevazı neshetmiştir. Ancak el-Lahmî´ye karşı çıkanlar:”
1- Hadis zayıftır.
2- Ne hadiste, ne de mezkûr âyette iddia edilen neshe delâlet eden bir sarahat yoktur.
3- Ne de, cevaz ifâde eden hadisle, bunu neshettiği ileri sürülen âyet ve hadisin vürûd yönüyle önceliksonralığa sâhip olduklarına dâir tarihî bir ipucu vardır” demişlerdir. Şâfiî şârihlerinden İbnu Hacer de meseleyi aynı şekilde nakleder ve cevazın esas olduğunu belirtir. Mezkûr hadisi açıklarken, Bâbanzâde Ahmed Naim de şunları ilâve der: “Harbeler yani kısa mızraklarla oynanan oyun, âdi oyun değildir. Yakın vakitlere kadar seyrettiğimiz kılıçkalkan oyunu, cirit oyunu gibi düşmana karşı silâh istimâlinde idman peyda etmek için oynanır. Düşmana karşı hazırlık sayıldığı için mübah olmuş, hatta mescidde bile oynanması tecviz buyurulmuştur.”
Buhârî, şârihlerinden el-Kirmânî, bu meyanda daha kesin, daha yakînî görüşünü şöyle dile getirir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevce-i pâkleri Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´yi Habeşîlerin oyunlarını seyretmeye terketmesi (tesâdüfî bir vak´a olmayıp) şuurlu bir hâdisedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu husustaki sünnetin zaptedilip, bu muhkem harekâtın, arkadan gelen nesillerin bir kısmına intikal etmesi ve onlar tarafından bunların öğrenilmesi için (kasden müsaade etmiş)tir.”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sünnetindeki bu kasıdlı olma hâlini te´yid eden bir rivayet de şöyle: “İyâz el-Eş´arî, Enbâr´da bir bayram geçirir. (Halkın eğlenceye yer vermediğini müşâhede ederek hayretini gizleyemez ve şöyle) der: “Niçin bunları, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sağlığında yapıldığı şekilde, def çalıp eğleniyor görmüyorum “[577]
DİNLENME VE İSTİRAHATIN VASITA, YER VE ZAMANLARI
“İslâm boş zaman kabûl etmez” derken, istirahatı reddeder mânası çıkarılmamalıdır. Bizzat Kur´ân-ı Kerim´de dinlenme ve istirahata yer verilir. Hattâ en iyi dinlenmenin nerede ve ne zaman ve hangi şekilde yapılacağına dâir bir kısım teferruat bile açıklanır.
Dinlenme Vâsıtası UYKU: Kur´ân-ı Kerim´e göre, dinlenmenin en müessir vasıtası “uyku”dur. Uykunun, bir istirahat ve dinlenme vâsıtası olduğu iki ayrı âyette ifade edilir: “Size geceyi örtü, uykuyu dinlenme (vâsıtası), gündüzü de çalışma zamanı yapan Allah´tır” (Furkan 47; Nebe 9).
Kur´ân-ı Kerim, insan bedeninin muhtaç olduğu dinlenme için, öncelikle uykudan söz ettiğine göre, dinlenmede en mükemmel vâsıta uyku olmalıdır. Öyle ise dinlenmek maksadıyla tevessül edilen eğlence, oyun gibi başka vâsıtaların, her zaman gâyeye hizmet etmeyeceği gibi, uyku kadar müessir olmayacağı da anlaşılır…” [578]
İKİNCİ FASIL
KURBANIN KEMİYETİ VE MİKTARI
ـ1ـ عن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كُنَّا نَتَمَتَّعُ مَعَ رسولِ اللّه # بِالْعُمْرَةِ فَنَذْبَحُ الْبَقَرَةَ عَنْ سَبْعَةٍ نَشْتَرِكُ فِيهَا، وَالْبَدَنَةَ عَنْ سَبْعَةٍ[. أخرجه الستة إ البخارى .
1. (1474)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte (Hudeybiye senesi) umrede temettu yaptık. O zaman yedi kişi adına bir sığır keserek iştirâk ettik. Keza deve de yedi kişi adına kesilmişti.” [Müslim, Hacc 355, (1318); Muvatta, Dahâyâ 9, (2, 486); Timizî, Hacc 66, (904); Ebu Dâvud, Dahâya 7, (2807); Nesâî, Dahâyâ 16, (7, 222).][579]
ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كُنَّا مَعَ رسولِ اللّه # في سَفَرٍ فَحضَرَ ا‘ضْحَى فَاشْتَرَكْنَا في الْبَقَرَةِ سَبْعَةً، وفي الْبَعِيرِ عَشْرَةً[. أخرجه الترمذى والنسائى .
2. (1475)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Biz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte bir seferde iken Kurban Bayramı geldi. Kurban için, sığırda yedi kişi, devede on kişi ortak olduk.” [Tirmizî, Hacc 66, (905); Nesâî, Dahâya (7, 222).][580]
AÇIKLAMA:
1- Birinci rivayet kurban, deve, sığır, manda gibi büyük baş hayvandan kesildiği takdirde âzamî kaç kişinin iştirak edebileceğini belirtmektedir. Tirmizî der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Ashabı ve diğerlerinden (Tâbiîn ve Etbauttâbiîn) ilim ehli bu hadisle amel etmiştir. Deveye de, sığıra da yedi kişinin ortak olacağına hükmetmişlerdir. Bu, aynı zamanda Süfyan Sevrî, Şâfiî ve Ahmed İbnu Hanbel´in de kavlidir…”
2- Hanefîler de bu ve bu mânada başka hadislerle ihticac ederek sığır ve deveye yedi kişinin iştirak edebileceklerini söylemişlerdir.
3- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´ın deveye on kişinin iştirak ettiğine dair rivayeti te´yid eden bir sahiheyn rivayeti, buna Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ganimet taksiminde yer verdiğini tasrih eder. Yâni ganimet taksiminde bir sığır yedi kişiye, bir deve on kişiye “eşit pay”lar olarak hesaplanmıştır.
4- Hanefî mezhebine göre ortakların Müslüman olması ve hepsinin de kurbana niyetle iştirak etmesi şarttır. Ama biri adak, diğeri akîka gibi farklı kurbanlara niyet edebilir. Paylaşmak isterlerse tartarak paylaşılır, göz kararı denen mücâzefe câiz değildir.
5- İmam Mâlik bir deve veya sığıra sayıca yediden fazla bile olsalar bir âile halkının iştirak edebileceğini söyler. Aynı âileden olmayanlar yediden az da olsalar iştirakleri câiz değildir.[581]
ـ3ـ وعن حُجيّة بن عِدىِّ قال: ]قال عليّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: الْبَقَرَةُ عَنْ سَبْعَةٍ. قِيلَ: فَإنْ وََلَدَتْ؟ قال: اذْبَحْ وَلَدَها مَعَهَا. قِيلَ: فَالْعَرْجَاءُ؟ قال: إذَا بَلَغَت المنسَكَ. قِيلَ: فَمَكْسُورَةُ الْقَرْنِ؟ قال: َ بَأسَ. أُمِرنَا أنْ نَسْتَشْرِفَ الْعَيْنَيْنِ وَا‘ُذُنَيْنِ[. أخرجه الترمذى.ومعنى )ا‘سْتِشْرَافِ( اختبار العين وا‘ذن فَتُتَأمَّلُ سمتهما من آفةٍ تكون بهما .
3. (1476)- Huceyye İbnu Adiyy anlatıyor: “Hz. Ali (radıyallahu anh):
“Sığır yedi kişi adına kesilir” demişti. Kendisine:
“Ya doğurmuşsa ” diye soruldu.
“Öyleyse yavrusunu da beraber kes!” buyurdu. Kendisine:
“Ya topalsa ” diye soruldu.
“Kesim yerine ulaşabildiyse tamam” dedi.
“Ya boynuzu kırıksa ” dendi.
“Zarar etmez. Biz göz ve kulaklarının sağlamlığını kontrol etmekle emrolunduk!” diye cevap verdi.” [Tirmizî, Edâhî 9, (1503).] [582]
AÇIKLAMA:
1-Bu rivayet, kurban edilmek üzere satın alınan hayvan doğurduğu takdirde onun da hemen kesilmesi gerektiğini ifade eder. Âlimler “Satmışsa bedelini tasadduk eder” demiştir.
2- Ayrıca, kurbanlık hayvanın göz ve kulaklarının sağlam olması gerektiğini belirtir. Kör hayvan veya kulağı dipten kesilmiş hayvan kurban olarak kesilemez.
Bu hadis, kesim yerine yürüyerek gidebilecek kadar topal hayvanın, boynuzunda kırıklık olanın kurban edilebileceğini ifade etmektedir. Bu rivayet kırıklığa bir had tayin etmiyor. Hadis bu mutlak ifadesiyle Hz. Ali´nin, boynuzu dipten kopmuş olan bir hayvanın bile kurban edilebileceği kanaatinde olduğunu göstermektedir. Ancak, yine Tirmizî´nin Hz. Ali (radıyallahu anh)´den yaptığı bir diğer rivayet boynuzu veya kulağı yarıya kadar kopmuş olan hayvanın kurban olmayacağını ifade eder:
نَهَى رَسُولُ اللّهِ صَلَّى اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اَنْ نُضَحِّى بِاَعْضَبَ الْقَرْنِ وَاْ‘ُذُنِ
Ebu Hanife, Şâfiî ve Cumhur boynuzu kırık hayvanın, kırık miktarına bakılmadan kurban olabileceğine hükmeder. İmam Mâlik, kan akar ve hayvana kusur sayılacak durumda ise mekruh olacağına hükmetmiştir.
Meseleyi muhtelif rivayetlerle değerlendiren fukaha şu hükme varmışlardır:
* Kurban kesilecek hayvanın şaşı, topal, uyuzlu ve deli olmasında, boynuzlu veya boynuzsuz veya boynuzun bir miktarı kırık bulunmasında, kulaklarının delinmiş veya eni yarılmış olmasında, kulaklarının uçlarından kesilip sarkık bir halde bulunmasında, dişlerinin azı düşmüş olmasında, tenasül uzvu bulunmayıp mecbub, burulmuş bir halde yaşamasında bir beis yoktur.
* İki gözü veya bir gözü kör olan, dişlerinin ekserisi düşmüş veya kulakları kesilmiş olan, boynuzlarının biri veya ikisi kökünden kırılmış olan, kulağının veya kuyruğunun yarısından ziyadesi veya memelerinin başları kopmuş bulunan, kulakları veya kuyruğu hilkaten bulunmayan bir hayvan, kurban olamaz.[583]
ـ4ـ وعن نافع قال: ]كانَ ابْنُ عُمرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما يَقُولُ في الضَّحَايَا: الْبُدْنُ الثَّنِىُّ فَمَا فَوْقَهُ[. أخرجه مالك .
»الثّنىُّ« من ذَوات الظلف والحافز: مادخل في السنة الثالثة، ومن ذوات الخُفِّ. مادخل في السنة السادسة .
4. (1477)- Nâfi´ (rahimehullah) anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) kurbanlıkların: “Tırnaklılar (yani sığırlar) hakkında üçüncü senesine girmiş, veya geçmiş, etli ayaklılar (develer) hakkında da altıncı yaşına girmiş veya geçmiş olmasını” şart koşardı.” [Muvatta,Hacc 147, (1, 380).][584]
ـ5ـ وعن أبى أيوب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]ما كُنَّا نُضَحِّى إَّ بِالشَّاةِ الْوَاحِدَةِ يَذْبَحُهَا الرَّجُلُ عَنْهُ وَعَنْ أهْلِ بَيْتِهِ ثُمَّ تَبَاهَى النَّاسُ بَعْدُ وَصَارَتْ مُبَاهَاةَ[. أخرجه مالك والترمذى .
5. (1478)- Ebu Eyyub (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bizden biri, kendisi ve ailesi halkı için tek bir koyun kurban eder, (etinden hem yerler hem de başkalarına yedirirlerdi). Sonra insanlar, övünmeye başladılar ve (kurbanlar) bir övünme vâsıtası oldu.” [Muvatta, Dahâya 10, (2, 486); Tirmizî, Dahâya 10, (1505); İbnu Mâce, Dâhâya 10, (3147).][585]
AÇIKLAMA:
1- Ebu Eyyub el-Ensârî (radıyallahu anh) hazretleri -Tirmizî´nin rivayetine göre- bir soru üzerine bu açıklamayı yapar.
2- Parantez içerisindeki ziyadeleri, hadisin Tirmizî´deki vechinden aldık.
3- Ebu Eyyûb el-Ensârî hazretleri, kurbanın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında ihlâsla, sırf rızayı Bârî için kesildiğini, sonradan sünnet terkedilerek bir övünme ve iftihar vasıtası yapıldığını belirtmekte ve bu bozulmadan yakınmaktadır.
ـ6ـ وعن ابن شهاب قال: ]مَا نَحَرَ رسولَ اللّه # عَنْهُ وَعَنْ أهْلِ بَيْتِهِ إَّ بَدَنَةً وَاحِدَةً أوْ بَقَرَةً وَاحِدَةً[. أخرجه مالك .
6. (1479)- İbnu Şihab (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Veda haccı sırasında) kendisi ve âile halkı için sadece bir deve veya bir sığır kesmiştir.” [Muvatta, Dâhâya 11, (2, 486).] [586]
ـ7ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّهُ كانَ يَقُولُ: َتُذْبَحُ الْبقَرَةُ إَّ عَنْ إنْسَان واحِدٍ، وََ الشَّاةُ إ َعَنْ إنْسَانٍ وَاحِدٍ، وََ الْبَدَنَةُ إَّ عَنْ إنْسَانٍ وَاحدٍ؛ وقال: َ يَشْتَرِكُ في النُّسُكِ الجََمَاعَةُ، إنَّمَا يَكُونُ ذلِكَ في أهْلِ الْبَيْتِ الْوَاحِدِ فَقَطْ[. أخرجه رزين .
7. (1480)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: “Sığır, sadece (bir kimse için kesilir, koyun da bir kimse için kesilir, deve de bir kimse adına kesilir.”
(Keza İbnu Ömer) derdi ki: “İbadet için kesilen hayvana cemaat iştirak edemez. İştirak olsa olsa aynı aile halkı arasında olur.” [Rezîn ilâve etmiştir.][587]
ـ8ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]نَحَرَ النَّبىُّ # سَبْعَ بَدَنَاتٍ بِيَدِهِ قِيَاماً وَضَحَّى في المدينةِ كَبْشَيْنِ أقْرَنَيْنِ أمْلَحَيْنِ، يَذْبَحُ وَيُكَبِّرُ وَيُسَمَّى وَيَضَعُ رِجْلَهُ عَلى صَفْحَتَهما[. أخرجه الخمسة.»ا‘مْلَحُ« الذي كيون بياضه أكثر من سوَادِهِ .
8. (1481)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ayakta olduğu halde yedi deveyi kendi eliyle kesti. Medine´de ise, boynuzlu ve alacalı iki koyun kurban etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) keserken tekbir getiriyor, besmele çekiyor ve ayağını hayvanların boyunlarının üzerine koyuyordu.” [Buhârî, Hacc 117, 119, Cihâd 104, 126; Müslim, Edâhî 17, (1966); Tirmizî, Edâhî 2, (1494); Ebu Dâvud, Edâhî 4, (2793, 2794); Nesâî, Dahâyâ 28-31, (7, 219-230); İbnu Mâce, Edâhi 1, (3120).][588]
ـ9ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال : ]كانَ رسولُ اللّه # يُضَحِّى بِكَبْشٍ أقْرَنَ فَحِيلٍ يَنْظُرُ في سوادٍ ويَمشى في سَوادٍ ويَأكُلُ في سوادٍ[. أخرجه أصحاب السنن.والمراد اختيارُ الفخل على الخَصىِّ والنَّعْجَةِِ، واختيار نُبْله وعظم خَلْقِهِ.
9. (1482)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) boynuzlu erkek bir koçu kurban etti. Koç siyahın içinde bakar, siyahın içinde yürür, siyahın içinde yerdi.” [Tirmizî, Edâhî 4, (1496); Ebu Dâvud, Dahâyâ 4, (2796); Nesâî,Dahâyâ 14, (7, 221); Müslim, Edâhî 19, (1967).][589]
AÇIKLAMA:
1- Koçun siyahta bakması gözünün etrafı siyah olmasıdır. Tasvirden anlaşılacağı üzere ağzının etrafı, bacakları siyah bir koyundu. Müslim´in rivayetinde “siyah içinde yatan” tâbiri geçer. Bu koçun önceki hadiste zikri geçen ve emlah olarak tasvir edilen koçdan ayrı bir hayvan olduğu söylenebilir. Çünkü emlah beyazı fazla olan siyahlı koyun mânasına gelir, alacalı diye tercüme etik. Bazı dilciler emlahı, saf beyaz olarak da açıklamışlardır. Bu ikinci hadisteki koyunun “siyah içinde yatması” siyahının fazla, belki de tamamen siyah olabileceğini gösterir.
2- Koçun, fahîl olduğu bilhassa belirtilmiştir. Fahîl, iğdiş edilmemiş, husyeleri burulmamış demektir. Mamafih, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, husyeleri burulmuş koç da kurban ettiği şârihlerce belirtilmiştir.[590]
ـ10ـ وعن أبى أُمامة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: خَيْرُ ا‘ُضْحِيَةِ الْكَيشُ، وََخَيْرُ الكَفنِ الحُلَّةُ[. أخرجه الترمذى. وأخرجه أ بو داود من رواية عُبادة بن الصامتِ ينحوه .
10. (1483)- Ebu Ümâme (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kurbanlığın en hayırlısı (boynuzlu) koçtur. Kefenin en hayırlısı da takımdır.” [Tirmizî, Edâhî 18, (1517).][591]
AÇIKLAMA:
1- Âlimler: “Boynuzlu koçun diğerlerine üstün tutulması, cüsse yönüyle iriliği ve umumiyetle fiyatça da yüksekliği sebebiyledir” demişlerdir.
2- Kefenin hayırlısı hulledir deniyor. Hulle Arapça´da biri alt, diğeri üst olmak üzere iki parçalı giysiye denir. Ancak, hulle denebilmesi için her iki parçanın da aynı cinsten olması gerekir. Bunu dilimizdeki takım(elbise) tâbiri ile karşılayabiliriz.
Kefen hususunda Cumhur´un ittifak ettiği üzere erkekler için efdal olanı üç parçadır. Bu sebeple bazı şârihler: “Bu hadisten maksad: “İki parçalı kefenin tek parçalıdan efdal” olduğunu belirtmektir” demişlerdir.
Hulle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında -bazılarına göre- pamuktan mâmul çizgili bir kumaştır. Yemen´de îmal edilmektedir. Bu sebeple kefenlerin bundan yapılmasına hükmeden olmuşsa da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın:
اَلْبَسُوا من ثيابكم البياضَ فانها مِن خير ثيا بكم وكَفِّنُوا فِيهَامَوْتَاكم
“Elbiselerinizden beyaz olanı giyin, zira o giysilerinizin en hayırlısıdır, ölülerinizi de onunla kefenleyin” gibi hadislerde beyazı tavsiye ettiğini gözönüne alınarak: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ ın hulleyi tavsiyesi, o devirde onun te´mini daha kolay olduğu içindir” denmiştir.[592]
ـ11ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]نَحَرَ النَّبىُّ # عَنْ آلِ مُحَمدٍ في حَجَّةِ الْوَدَاعِ بَقَرَةً وَاحِدَةً[. أخرجه أبو داود .
11. (1484)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda haccında, Muhammed âilesi için tek bir sığır kesti” [Ebu Dâvud, Menâsik 14, (1750).][593]
ـ12ـ وعن حَنَشٍ قال: ]رَأيْتُ عَلِيّاً رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ضَحَّى بِكَبْشَيْنِ. وقال: أحَدُهُمَا عَنِّى، وَاŒخِرُ عَنْ رسولِ اللّهِ #. وقالَ: أمَرَنِى بذلِكَ أوْ قالَ أوْ صَانِى بِهِ فََ أَدَعُهُ أبَداً[. أخرجه أبو داود والترمذى .
12. (1485)- Haneş (rahimehullah) anlatıyor: “Hz. Ali (radıyallahu anh)´yi gördüm, iki koç kesmişti. Dedi ki:
“Biri kendim için, diğeri Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) için”
Hz. Ali (radıyallahu anh) ilâve etti:
“[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)] böyle emretti -veya şöyle demişti: Böyle vasiyet etti- Ben (hayatta olduğum müddetçe ebediyyen terketmeyeceğim.” [Tirmizî, Edâhi 1, (1495); Ebu Dâvud, Dahâya 2, (2790).] [594]
AÇIKLAMA:
Hz. Ali (radıyallahu anh)´nin kestiği bu kurban Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın vefatından sonrası için mevzubahistir. Ebu Dâvud, hadisi “Ölü Adına Kurban” adını taşıyan bir babta kaydeder. Onun kaydettiği hadis, kesilen iki koçun da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) adına olmaya da yorumlanabilecek bir üslub taşımaktadır. Ancak Hâkim´in bir rivayeti, Hz.Ali´nin, iki kendi adına, iki de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) adına olmak üzere dört koç kestiğini sarih olarak ifade eder. أنَّهُ يُضَحِّى بِكَبْشَيْنِ عَنِ النَّبِىِّ # وَبِكَبْشَيْنِ عَنْ نَفْسِهِ. ..
Tirmizî, ölü adına kurban kesmeye, bir kısım âlimlerin cevaz verirken bir kısım âlimlerin câiz bulmadığını kaydeder. İbnu´l-Mübarek: “Ölü adına tasaddukta bulunmak, kurban kesmekten daha iyidir; şâyet kesecek olursa, kesen hiçbir şey yememeli, ölü adına tamamıyla tasadduk etmelidir” der. Gunyetu´l-Elmaî´de: “Ölü adına kurban kesilebilir diyen âlimlerin sözü delillere uygundur. Bunu caiz görmeyenlerin iddialarını te´yid edecek herhangi bir delil yoktur. Kabul edenlerinkinden daha kanî delil getirmedikçe onların sözü makbul değildir” denir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, ümmetinden Allah´ın birliğine ve kendisinin peygamberliğine şehadet edenler adına da kurban kestiği muhtelif rivayetlerde gelmiştir.
İbnu Mâce´nin bir rivayeti şöyle: اَنَّ رَسُولَ اللّهِ # كَانَ إِذَا اَرَادَ اَنْ يَضِحِّىَ اِشْتَرَى كَبشَيْنِ عَظِيمَيْنِ سَمِيَنَيْنِ اَقْرَنَيْنِ اَمْلَحَيْنِ مَوْجُوءَيْنِ فذَبَحَ اَحَدَهُمَا عَنْ اُمَّتِهِ لِمَنْ شَهِدَ ِللّهِ بِالتَّوْحِيدِ وَشَهِدَ لَهُ بِالْبََغِ وَذَبَحَ اŒخَرَ عَنْ مُحَمَّدٍ وَعَنْ الِ مُحَمّدٍ #.
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kurban kesmek istediği vakit iri, şişman, boynuzlu, alaca, husyeleri burulmuş iki koç satın alırdı. Birini ümmetinden Allah´ın birliği ve kendi peygamberliği için şehâdet edenler adına keserdi. Diğerini de Muhammed ve Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´in ailesi adına keserdi.”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde hayatta olan Ashab olduğu gibi, çok sayıda ölmüş olanlar da vardı. Öyleyse sağ ve ölü herkes “ümmeti”ne dahil idi.[595]
ـ13ـ وعن عروة: ]أنَّهُ كانَ يَقُولُ لِبَنيهِ يَا بَنِىَّ َ يُهْدِينَّ أحَدُكُمْ للّهِ شَيْئاً يَسْتَحِى أنْ يُهْدِيهُ لِكَرِيمٍ فإنَّ اللّهَ تعالى أكْرَمُ الْكُرَمَاءِ وَأحَقُّ مَنِ اخْتِيرَ لَهُ[. أخرجه مالك.
13. (1486)- Urve (rahimehullah)´den anlattığına göre, evladlarına şöyle demiştir: “Evlâtlarım, sakın biriniz, bir büyüğe hediye edince utanacağı bir şeyi Allah için kurban sunmasın. Zîra Allah, büyüklerinin büyüğüdür ve O, en seçkine herkesten ziyâde lâyıktır.” [Muvatta, Hacc 147, (1, 380).][596]
AÇIKLAMA:
Muvatta´da rivayetin aslında: “Büyüğüne hediye edince utanacağı deveden Allah için kurban sunmasın” şeklinde bizzat deve zikredilir.
Burada kurbanlıkların haysiyetli, değerli ve makbul bir hayvandan seçilmesi istenmektedir. Boynuzu kırık, gözü kör, dişleri dökük, kulağı kesik, son derece cılız, hastalıklı hayvanın kurban olarak kesilmesi, dinî emirlere karşı kişinin saygısızlığının ifadesi olur. Onun için bâriz ve müsellem kusurları taşıyan hayvanların kurban edilmesi peşinen yasaklanmıştır. Bu mevzuda âyet-i kerime şöyle: وَمَنْ يُعَظِّمْ شَعَائِرَ اللّهِ فَإنَّهَا مِنْ تَقْوى الْقُلُوبِ (Hacc 32). “Allah´ın şeâirine kimler saygı gösterirse bu onların kalplerindeki takvadan olur.” Müfessirlerin bir kısmı: “Burada geçen şeâir´den maksad, kurban edilmek üzere işâretlenmiş hayvandır, bunlara tâzimden maksad da hayvanlarının kıymetlilerinden kurban kesmektir” demiştir. Keşşaf ve Fahreddin-i Râzî´nin açıklamasıyla bu onun irisini, semizini, güzelini, fiyatı yüksek olanını seçmekle, satınalırken pazarlığı terketmekle gerçekleşir. Selef üç şeyde pahalıyı seçer, pazarlık yapmazmış: Hacc kurbanı (hedy), kurban bayramında kesilen kurban (uhdiye) ve köle.
Allah´ın şeâiri deyince, bir kısım müfessirlerimiz de, dinimizin koyduğu her çeşit emir ve yasakları, farz ve vacibleri, ibadetleri, hukuku anlamış, bunlara ihlâsla riâyeti şeâire hürmet ve tâzim olarak değerlendirmiştir. Haccla ilgili menâsik ve kurban, bu nokta-i nazardan da âyet-i kerimenin mânasına dahil olur.” [597]
ÜÇÜNCÜ FASIL
KURBAN OLABİLECEK HAYVANLAR
ـ1ـ عن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: َ تَذْبَحُوا إَّ مُسِنَّةً إَّ أنْ يَعْسُرَ عَلَيْكُمْ فَتَذْبَحُوا جَذَعَةً مِنَ الضَّأنِ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى.»المُسِنَّةُ« التي لها سنون، والمراد: الكبيرة التي ليست من الصغار .1.
(1487)- Hz.Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Yıllanmış (yaşını başını almış) hayvanlardan kurban kesin. Böylesini bulmakta zorluk çekerseniz o başka. Bu taktirde koyundan bir kuzu kesiverin” buyurdular.” [Müslim, Hacc 13, (1963); Ebu Dâvud, Dahâya 5, (2797); Nesâî, Dahâya 13, (7, 218).][598]
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) normalde kurbanlığın çok körpe, çok yaşlanmış olmasını temenni etmiyor. Önceki hadiste açıklandığı üzere, Allah için yapılacak bağışların kıymetli, gözde cinsten olması efdaldir. Âyette beyan edilen “Allah´ın şeâirini büyüklemek, tâzim etmek” emri, kurbanda, hayvanın her yönden mümtazını tercihle yerine gelir. Çok yaşlı hayvan kartlaşmıştır, çok körpesi fazla et vermez. Öyle ise biraz yaşını başını almış olanlardan tercih edilmesi esastır. Hadiste gelen müsinne tâbiri koyun, keçi gibi hayvanlarda bir yaşını doldurmuş, sığır nevinden olanlarda -ki manda da buraya dahildir- iki yaşını, devenenin beş yaşını doldurmuş olanları için kullanılır. Yıllanmış veya yaşını başını almış tabirleri kısmen bu mânayı ifade eder.
Hadis-i şerif “bulmakta zorluk çekerseniz” diyerek istisnâî bir duruma dikkat çeker… Buradaki zorluk ideal vasıfta söylenen hayvanın yokluğu olabilir, veya fiyat yönüyle yüksekliği sebebiyle te´mini maddî zorluk çıkarır. Bu durumda koyun yavrusundan yaşını doldurmamış olsa bile kurban yapılabilecektir. Yavru, diğer koyunlardan tefrik edilemeyecek kadar iri olması halinde ise, yıllanmış koyunun bulunması halinde de kesilebilir, müsâvidir. Abdullah İbnu Ömer´den rivayete göre, müsinne olan koyun varken, yaşını doldurmayanın kesilmesi caiz değildir. Hattâ sadedinde olduğumuz hadis de bu hükmü te´yid eder. Ancak Cumhur-u fukahâ bu hükmü istihbâba hamlederek, gösterişli koyun yavrusunun, yıllanmış koyunun varlığına rağmen kesilebileceğini ifade etmiştir. Kuzunun yine de altı ayını doldurmuş olması şart koşulmuştur. Oğlaktan, yâni bir yaşını doldurmayan keçi yavrusundan kurban kesilmesi tecviz edilmemiştir. Müteâkib rivayette görüleceği üzere Ukbe İbnu Âmir, Zeyd İbnu Hâlid ve Ebu Bürde gibi bazı sahabelerin oğlak kurban etmelerine dair gelen rivayet onlara mahsus cevaz olarak değerlendirilmiştir.
Vahşî sığırın yedi kişi için, geyiğin bir kişi için kurban kesilebileceğine de fetva verilmiştir.[599]
ـ2ـ وعن عُقْبَةُ بن عامر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ النَّبِىَّ # أعْطَاهُ غَنَماً يَقْسِمُهَا بَيْنَ أصْحَابِهِ فَبَقِىَ عَتُودٌ فَذَكَرَهُ للنَّبىِّ # فقَالَ: ضَحِّ أنْتَ بِهِ[. أخرجه الخمسة إ أبا داود. وفي رواية: جَذَعٌ؟ فقَالَ ضَحِّ بِهِ.»الْعَتُودُ« من أود المعز: ما رعى وقوى وأتى عليه حول. »والجَذَعُ« من الشاء: ما دخل في الثانية، ومن البقر والحافر: ما دخل في الثالثة، ومن ا“بل: من دخل في الخامسة .
2. (1488)- Ukbe İbnu Âmir (radıyallahu anh)´in anlattığına göre: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashabı arasında taksim edilmek üzere bir miktar davar vermişti. Dağıtım yapılınca geriye bir oğlak arttı. Ukbe durumu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a haber verince:
“Onu da sen kurban et!” buyurdu.”
Bir rivayette (artık Ukbe´ye kalan) bir ceze´dir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “(Sen de) onu kurban et!” demiştir. [Buhârî,Edâhî 7, 2; Vekâlet 1, Şirket 12; Müslim, Edâhî 15, (1965); Tirmizî, Edâhî 7, (1500); Nesâî, Dahâya 13, (7, 218); İbnu Mâce, Edâhî 7, (3138).][600]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette oğlaktan kurban kesilebileceği ifade edilmektedir, zîra atûd, otlayacak derecede büyümüş olan keçi yavrusuna denir. Bir yıllık yavruya dendiğini söyleyen olmuşsa da, İbnu Battal beş aylığa da atûd dendiğini belirtir.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kayıtlı olarak ruhsat verdiğine göre, yaşına ulaşmamış olduğu açıktır. Önceki hadiste de belirttiğimiz üzere, oğlaktan kurban birkaç sahabeye tanınan hususî bir cevaz olarak değerlendirilmiş, ümmete tecviz edilmemiştir. Zîra Buharî´de, kurbanını namaz kılınmazdan önce kesmiş olan Ebu Bürde´ye tekrar kesebilecek bir keçi yavrusuna sâhib olduğunu söyleyince, şöyle diyerek ruhsat verir: “Onu kes, ancak bundan böyle senden başkasına bu câiz değildir.” Keza, sadedinde olduğumuz hadisin Beyhakî´de gelen vechinde: وََ رُخْصَةَ فِيهَا ِحَدٍ بَعْدَكَ “Bunu yapmada senden sonra kimseye cevaz yok” denmiştir.
2- Rivayet Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, ashabına, kurban edilmek üzere kendi mülkünden veya ganimetten kurbanlık davar dağıttığını ifade etmektedir. Davar diye tercüme ettiğimiz ğanem, koyun, keçi, oğlak, kuzu hepsini ihtiva edebilir. Burada en azından keçi ve oğlakların bulunduğu anlaşılmaktadır.
Ulemâ bu hadise dayanarak, imamın muhtaç halka beytulmal (hazine)den yardım edebileceği hükmüne varmıştır.
3- Ceze´ şeklindeki ziyadeye gelince: Ceze´, bir bakıma ehlî hayvanların yavrusuna denir. İbnu Hacer´in açıklamasına göre, bir yaşını dolduran veya doldurmayan yavruya denmektedir. Bazıları 6 aylık, 8 aylık, 10 aylık gibi farklı rakamlar ileri sürmüştür. İbnu´l-Arabî bu rakamları hayvanların cinsine göre takdir ederek: “Koyun yavrusu 6 aylıkken, keçi yavrusu yılını doldurarak, sığır üçüncü yılını, deve beşinci yılını doldurarak kendi cinslerinde ceze´ seviyesine ulaşırlar.” der.[601]
ـ3ـ وعن عاصم بن كُلَيب عن أبيه عن مُجَاشِع السّلمى الصحابى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أنَّ رسولَ اللّه # قال: الجَذْعُ مِنَ الضَّأْنِ يُوَفِّى مَا يُوَفِّى مِنْهُ الثَّنِىُّ[. أخرجه أبو داود والنسائى .
3. (1489)- Asım İbnu Küleyb babasından, o da Mücâşi´ es-Sülemî (radıyallahu anh)´den haber veriyor. Onun rivayeti üzere: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Koyunun kuzusu, keçiden ikinci yaşına basanın gördüğü vazifeyi görür” buyurmuştur. [Ebu Dâvud, Dahâya 5, (2799); Nesâî, Dahâya 13, (7,219); İbnu Mâce, Edâhi 7, (3140).] [602]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen seniyy, yaşını doldurmuş keçi yavrusuna denir. Bâzı yerlerde şişek tâbir edilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), koyun yavrusunun 6 ayını tecâvüz edenlerin keçi yavrusundan bir yıllık olanına bedel olabileceğini belirtir. Önceki hadiste ceze´ neye dendiğini belirtmiştik. İbnu´l-Arabî, besi hayvanlarının en hızlı gelişeninin koyun olduğunu söyler. Bu sebeple koyunun altı aylığına ceze´ denebileceği halde, keçinin bir yaşını dolduranına ceze´ denebileceğine dikkat çeker. Mamafih sadedinde olduğumuz hadisin mefhumu bu açıklamaya muvafık gelmektedir.
Hadisin Ebu Dâvud´daki aslı, bu bahsin daha açık anlaşılmasına yardım eder. Küleyb (rahimehullah) der ki: “Biz Ashab-ı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan Benî Süleymli Mücâşî adında biriyle beraberdik. Koyun azalmış, kıymet kazanmıştı. Hemen bir münâdiye emrederek şöyle ilan ettirdi: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Ceze´ (denecek seviyeye gelmiş kuzu), yaşını doldurmuş keçinin îfa edeceği borcu îfa eder.” [603]
DÖRDÜNCÜ FASIL
KURBAN OLAMAYACAK HAYVANLAR
ـ1ـ عن علي رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أمَرَنا رسولُ اللّه # أنْ نَسْتَشْرِفَ الْعَيْنَ وَا‘ذُنَ، وَأنْ َ نُضَحِّى بِمقَابَلَةٍ، وََ مُدَابَرَةٍ، وََ شَرْقَاءَ، وََ خَرْقَاءَ[. أخرجه أصحاب السنن.»المقابلةُ« التي قطِع من مُقَدَّم أذُنُها قطعة وتُركت مُعَلِّقة فيها كأنها زَنَمة.»وَالمدَابَرة« التي فعل بها ذلك من مُؤَخِر أذنها. واسم الجلدة فيهما ا“قبالة وا“دبارة.»والشَّرقَاءُ« التي شُقَّت أُذنها فهي شاة شَرقاء.»وَالخَرقَاءُ« من الغنم: التي في أذنها خَرْق، وهو ثقْب مُستَدير .
1. (1490)- Hz.Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (kurbanlık olarak keseceğimiz hayvanın) göz ve kulaklarına dikkat etmemizi, “Kulağı önden delinmişi veya arkadan delinmişi veya ortadan yarılmışı, veya yuvarlak delinmişi kurban yapmayın” diye emretti.” [Tirmizî, Edâhî 6, (1498); Ebu Dâvud, Dahâya 6, (2804, 2805, 2806), Nesâî, Edâhî 10, (7, 217); 11, 12, İbnu Mâce, Edâhî 8, (3142).][604]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis kurban kesmeye mâni, hayvandaki bazı vasıfları belirtmektedir:
Mukâbele: Kulağının önünden bir parçası kesilip, kesilen parça sallanır vaziyette bırakılmış olan hayvana denmektedir.
Müdâbere: Belirtilen şekilde kulağın arka kısmından bir miktarı kesip, kesilen kısmı sallanmaya terkedilen hayvan.
Şarkâ´: Kulağı ortadan boylamasına ikiye yarılan hayvan.
Harkâ´: “Bu da kulağı yuvarlak şekilde oyularak delik açılan hayvandır.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu şekilde enlenmiş olan hayvanların kurbanlık olamayacağını duyurarak, hayvana eziyet verecek olan bu davranışlardan da onları korumuş olmaktadır.
3- Hadisin bazı vecihlerinde, “Gözünün biri (veya her ikisi) de kör olanı kurban etmeyin” ziyadesi vardır.[605]
ـ2ـ وعن عبيد بن فيروز عن البراء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه # َ يَجُوزُ في ا‘ضَاحِى الْعَوْرَاءُ بَيِّنٌ عَوَرُهَا، وَالْمَرِيضَةُ بَيِّنٌ مَرَضُهَا، وَالْعَرْجَاءُ بَيِّنٌ عَرَجُهَا، وَالْعَجْفَاءُ الَّتِى َ تُنْقِى[. أخرجه ا‘ربعة.»الْعَجَفُ« الْهُزال« والضَّعف. والنَّقىُ: المخ .
2. (1491)- Ubeyd İbnu Fîrûz, Berâ (radıyallahu anh)´dan naklen, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini rivayet etmiştir:
“Kurbanlıklarda körlüğü belli olan kör, hastalığı açıkca belli olan hasta, (yürümeye mâni olacak derecede) topallığı açık olan topal, iliği kurumuş zayıf hayvanın kurban edilmesi caiz değildir.” [Muvatta, Dahâyâ 1, (2, 482); Tirmizî, Edâhî, 5, (1497); Ebu Dâvud, Dahâya 6, (2802); Nesâî, Dahâyâ 5,6, 7, (7, 214, 215).][606]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin bazı vecihlerinde, Hz. Berâ (radıyallahu anh)´nın bu açıklamayı, “Kurban için hangi hayvanlar câiz olmaz ” diye vâki bir sual üzerine yaptığı belirtilir.
2- Rivayetin Ebu Davud´daki vechinde, “hayvanın (bacağında yürümesine manı olacak derecede) kırık bulunması” da zikredilir.
3- Hattâbî der ki: “Bu hadiste, kurbanlıklarda görülecek küçük ve hafif kusurların zarar vermeyeceğine delil vardır. Çünkü “körlüğü belli olan kör”, “açıkça belli olan hasta”, “iliği kurumuş zayıf” şeklinde kayıt konmuştur.”
4- Nevevî de şunu söyler: “Hadiste mezkur olan dört kusurdan birinin hayvanda bulunması halinde kurbanın câiz olmayacağında ulemâ icma etmiştir. Keza onlar ayarındaki veya onlardan daha kötü kusurlar da aynı hükme tâbidir. Sözgelimi iki gözün körlüğü, ayağından birinin kopuk olması gibi…”[607]
ـ3ـ وعن يزيد ذى مِصْر قال: ]أَتَيْتُ عُتْبَةَ بنَ عَبْدٍ السُّلمىَّ فقلتُ: يَا أبَا الْوَلِيدِ؟ إنِّى خَزَجْتُ ألْتَمِسُ الضَّحَايَا فَلَمْ أجِدْ شَيْئاً يُعْجِبُنِى غَيْرَ ثَرْمَاءُ فَكَرِهْتُهَا فَمَا تَقُولُ؟ قَالَ: أفََ جِئْتَنِى بِهَا؟ قُلْتُ: سُبْحَانَ اللّه! تَجُوزُ عَنْكَ وََ تَجُوزُ عَنِّى؟ قال: نَعَمْ أنتَ تَشُكُّ وَأنَا َ أشُكُّ. إنَّما نَهى رسولُ اللّه #: عَنِ المُصْفَرَّةِ وَالمُسْتَأصِلَةِ وَالْبَخْقَاءِ وَالمُشَيَّعَةِ وَالْكَسْرَاءِ[.»فالمُصْفَرَّةُ« التي تُستَأصَلُ أذُنُهَا حتى يبدُوَ صماخُها.»وَالمُسْتَأصَلَةُ« التي تُستَأصَلُ قَرْنُهَا من أصله.»وَالْبَخْقَاءُ« التي تُبخقُ عينها.»وَالمُشَيَّعَةَ« التي تتبع الغنم عجفاً وضعفاً.»وَالْكَسْرَاءُ« الكسيرةُ. أخرجه أبو داود .
3. (1492)- Yezid Zî-Mısr anlatıyor: “Utbe İbnu Abd es-Sülemî´ye gelip:
“Ey Ebu´l-Velid! Kurbanlık almak için çıkmıştım, hoşuma giden bir şey bulamadım. Azıları dökülmüş bir şey vardı, ona da gönlüm razı olmadı. Siz ne dersiniz ” diye sordum.
“Onu bana getirmedin mi ” demesin mi.
“Sübhanallah, dedim, yani o, senin için câiz de benim için mi câiz değil ”
“Evet, öyledir, dedi. Sen şüphe ediyorsun, ben etmiyorum. Bilesin ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şunları yasakladı: “Kulağı dibinden kesik, boynuzu dibinden çıkmış, gözünün biri oyulmuş, (zayıflığı, dermansızlığı sebebiyle sürüden kalıp) yatır olmuş, ayağı kırılmış.” [Ebu Dâvud, Dahâya 6, (2803).] [608]
BEŞİNCİ FASIL
KURBANLIGIN İŞARETLENMESİ
ـ1ـ عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. قال: ]صَلَّى رسولُ اللّه # بِذِى الْحُلَيْفَةِ الظُّهْرَ ثُمَّ دَعَا بِنَاقِتِهِ فأشْعَرَهَا في صَفْحَةِ سَنَامِهَا ا‘يْمَنِ وَسَلَتَ الدَّمَ عَنْهَا وَقَلَّدَهَا نَعْلَيْنِ ثُمَّ رَكَبَ رَاحِلَتَهُ فَلَمَّا اسْتَوَتْ بِهِ على الْبَيْدَاءِ أهلَّ بِالحَّجِّ[. أخرجه الخمسة إ البخارى، واللفظ لمسلم وأبى داود .
1. (1493)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Zülhuleyfe´de öğle namazını kıldı, sonra kurbanlık devesini getirip hörgücünün sağ yanına nişan vurdu, kan akıttı, (boynuna) iki tane nalın taktı. Sonra binek devesine atladı. Beydâ düzlüğüne ulaşınca, hacca niyet ederek telbiye getirdi.” [Müslim, Hacc 205, (1243); Tirmizî, Hacc 67, (906); Ebu Dâvud, Menâsik 15, (1752); Nesâî, Hacc 63, (5, 170-172); İbnu Mâce, Menâsik 96, (3097).][609]
AÇIKLAMA:
1- Kurban olarak ayrılan hayvanın önceden işaretlenmesi, cahiliye devrinden beri Araplarda âdetti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda haccı sırasında bu geleneğe uymuş, kurbanlık devesini, rivayette görüldüğü üzere nişanlamıştır.
Nişanlamaktan maksat, kurbanlık olduğunu gösteren işaretler vurmaktır. Rivayette iki işaret mevzubahistir:
a) İş´ar: Bu, devenin hörgücünü bıçakla çizip kanatmaktır. Böylece, hörgücünden sağ yan tarafa sızan kan, devenin üstünde kuruyarak kurbanlık olduğunu gösteren bir işaret meydana getiriyordu.
b) Taklid: Taklid, kelime olarak takmak mânasına gelir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), âdet üzere devesinin boynuna iki adet nalın takıyor. Şârihler, kurbanlık olduğuna alâmet olmak üzere nalından başka şeylerin takılmasının caiz olduğunu belirtirler. Nalın iki değil bir de olabilir. “Nalın takmanın hikmeti, onda yolculuk işareti bulunmasıdır” denmiş, başka te´viller de yapılmıştır.
2- Nişanlamak, hayvanın kurbanlık olduğunu belirtmek, diğer hayvanlardan kolayca tefrik etmek içindir. Ayrıca dinî bir şeâirin ilânıdır. Bu bakımdan, Cumhur tarafından müstehab addedilmiştir. Ancak Ebû Hanife hazretleri hayvanın sırtını kanatmaya bid´at der.
İmam Malik´e göre devenin hörgücünü sol tarafından çizmelidir.
3- Kurban koyun ise, boynuna bir nişan takmak bütün ulemâca müstehabdır. Sadece İmam Mâlik, muhâlefet ederek “koyuna hiçbir şey takılmaz” demiştir. Bazı âlimler: “İmam Mâlik bu hadisi görmemiş olabilir” diye yorumlamıştır.
Koyunun sırtı çizilmez, ulemâ bunda da ittifak eder. Gerekçe olarak, koyunun yaraya tahammül edemeyeceği ve sırtı tüylü olması sebebiyle kanın görülmeyeceği söylenir.
4- Nişanlama meselesinde, umumiyetle sığırla deve aynı hükme tâbi tutulmuştur: Sırtı çizilebilir, boynuna bir şey takılabilir.
ـ2ـ وفي رواية للخمسة عن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]أهْدَى رسولُ اللّه # غَنَماً فَقَلّدَها[.»ا“شْعَارُ« تَعْلِيمُ الْهَدْىِ بِشَئٍ يُعْرَفُ بِهِ أنه هدىٌ، وكانُوا يَشُقُّونَ أسْنِمَةَ الهدىِ ويُرْسِلونه، والدمُ يسيلُ منه فيعرف أنه هدى فَ يُتَعرَّض له. وقوله »وَسَلَتِ الدَّمَ« أى مَسَحه .
2. (1494)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´nin bir rivayetine göre, “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kurban olarak davar sevketti ve koyunlara işaret taktı.” [Buhârî, Hacc 110, Edâhî 15; Müslim, Hacc 359, (1321); Tirmizî, Hacc 70, (909); Ebu Dâvud, Menâsik 15, (1755); Nesâî, Hacc 69, (5, 173, 174); İbnu Mâce; Menâsik 95, (3096).][610]
AÇIKLAMA:
Bu hadis Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Kâbe´ye kurban edilmek üzere koyun da sevkettiğini göstermektedir. Veda haccı ile alâkalı rivayetler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın deve kurban ettiğini ifade ettiği için bu rivayeti vak´aya uygun görmeyerek ta´lîl etmek isteyen ve hatta: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) koyun sevketmemiştir ki, koyuna işaret takmış olsun” diyen olmuştur. İbnu Hacer: “Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın koyun kurban ettiğine yeterli bir delildir. Muhakkak ki, Veda haccından önce bu kurbanı sevketmiştir” diyerek cevap verir.[611]
ـ3ـ وعن وكيع. أنه قال: ]إشْعَارُ الْبُدْنِ وَتَقْلِيدُهَا سُنَّةٌ. فقَالَ لَهُ رجُلٌ مِنْ أهْلِ الرَّأىِ: رُوِىَ عَنِ النَّخْمِىِّ أنَّهُ قال مُثْلَةٌ. فغَضِبَ، وقال: أقُولُ لَكَ أشْعَرَ رسولُ اللّه # بُدْنَهُ وَهُوَ سُنَّةٌ، وَتَقُولُ رُوىَ عَنْ فَُنٍ، مَا أحَقَّكَ أنْ تُحْبَسَ ثُمَّ َ تَخْرُجُ حَتَّى تَنْزِعَ عَنْ هذَا[. أخرجه الترمذى.»المثلة« الشهرة وتَشويه الحِلْقَةِ كَجَدْع ا‘نف وغيره .
3. (1495)- Vekî´ (rahimehullah): “Kurban olacak deveye nişan vurup, boynuna alâmet takmak sünnettir” demişti. Ehl-i reyden birisi kendisine:
“Nehâî´den, bunun müsle (eziyet) olduğu rivayet edilmiştir” dedi. Vekî Ôkızarak:
“Ben sana “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devesine işaret vurdu, bu sünnettir” diyorum, sen bana: “Falandan rivayet edildi” diyorsun. Sen hapse tıkılıp şu sözünden vazgeçinceye kadar salınmamaya ne kadar lâyıksın!” der. [Tirmizî, Hacc 67, (906).][612]
AÇIKLAMA:
İşaret vurmak diye tercüme ettiğimiz tâbirin aslı iş´ar´dır. Az önce açıkladığımız üzere bu, devenin hörgücünü bıçakla çizip kanatmaktır. Müsle ise canlı için, işkence yapmak, eziyet etmek mânasında kullanılır. Aslında kulak kesmek, burun koparmak gibi yaratılışı çirkinleştirici kötü muâmelelerdir, hakaret olsun diye düşman ölülerine bu çeşit tecâvüzler, câhiliye devrinde yapılırdı.
İbrahim Nehâî´nin ve -Tirmizî´deki metinde kaydedildiği üzere- Ebu Hanife (rahimehumâllah)´nin iş´ar´a müsle demesi, bâriz bir şekilde sadedinde olduğumuz hadise muhaliftir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ ın istihsan ettiği, bizzat icra ettiği bir ameli, burada görüldüğü şekilde kötülemek, ne İmam-ı Âzam´dan ne de İbrahim Nehâî´den beklenmez. Bunlar şeriat-ı garrânın en küçük meselesi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın en tâlî bir sünneti için bile hayatlarını verecek derecede dinin şeâirine bağlı büyüklerdir.
Ebu Yusuf (rahimehumullah)’dan rivayet edildiği üzere bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın kabağı sevdiğini söyler. Yanında bulunan bir şahıs : “Ben kabağı sevmem” demesi üzerine, bunda sünnete bir saygısızlık cür’eti gören Ebu Yusuf hazretleri herifin katline fetva verir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ın sünnetine, hatırâtına bağlılık ve saygıda İmam-ı Azam, talebesi Ebû Yusuf’tan kesinlikle geri değildir
O sözün İmâm-ı Âzam´a nisbeti şayet doğruysa yüce imamın, sadedinde olduğumuz hadis-i şerîfi işitmemiş olması mevzubahis olur. [613]
ALTINCI FASIL
KURBAN KESMENİN YERİ VE ZAMANI
ـ1ـ عن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: مَنْ كانَ ذَبَحَ قَبْلَ الصََّةِ فَلْيُعِدْ[. أخرجه الشيخان والنسائى .
1. (1496)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Namazdan önce kurban kesmiş olan (bilsin ki, kestiği kurban değildir, ailesine et takdim etmiştir), yeniden kessin!” buyurdu.” [Buhârî, Edâhî 1, 4, 12, Iydeyn 5, 23; Müslim, Edâhî 16, (1962); Nesâî, Iydeyn 30, (3, 193).][614]
AÇIKLAMA:
İslâm dini, mü´mine zaman mefhumunu, zamanlı iş yapma alışkanlığını kazandırmayı ve yapılan işlerin zamanla irtibatlı olarak kıymet kazanacağı fikrini vermeyi de gâye edinmiş ve bunun tahakkukunda ibadetleri vasıta kılmıştır. Beş vakit namazın, mekruh vakitler telâkkisinin bu çeşit gayesi de var. Kurban da bu meselede mühim bir vâsıtadır. Kurban namaz kılındıktan sonra kesilecektir, yarım saat hatta daha az bir zaman önce kesilecek olsa kesilen kurban değildir, kasaplık ettir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu tebliği yapınca Ebu Bürde “Ben kesmiştim” diyor. 1487 ve 1488 numaralı hadislerde de temas ettiğimiz üzere, Ebu Bürde´ye telâfi için ona mahsus olmak üzere oğlak kesmeye izin veriyor, fakat affetmiyor. Şunu bilmekte fayda var: Şeriatın teşrî döneminde, prensiplerin herkes tarafından yeterince duyulmamış ve hattâ anlaşılmamış olma durumları olabiliyordu. Bunun neticesi ortaya çıkan eksik, yanlış icraatları Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) suhûletle karşılıyordu. Ebu Bürde´ye de öyle davrandığını görmekteyiz.[615]
ـ2ـ وعن البراء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]ذَبَحَ أبُو بُرْدَةَ بنُ نِيَارٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَبْلَ الصََّةِ فقالَ # أبْدِلْهَا. فقالَ: يَا رسُولَ اللّهِ # مَا عِنْدِى إَّ
جَذَعَةٌ هِىَ خَيْرٌ مِنْ مُسِنَّةٍ. قَالَ: اجْعَلْهَا مَكَانَهَا ولَنْ تُجْزِى عَنْ أحَدٍ بَعْدَكَ[. أخرجه الخمسة .
2. (1497)- Berâ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ebu Bürde İbnu Niyâr (radıyallahu anh) namazdan önce kurbanını kesmişti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona:
“Kurbanını yenile!” dedi. Ebu Bürde:
“Ey Allah´ın Resûlü, benim sadece bir oğlağım var. Ancak nazarımda yıllanmış olandan daha kıymetlidir!” deyince:
“Öbürünün yerine bunu kurban et. Ancak oğlak senden sonra, kimseye kurban için yeterli olmayacak!” dedi.” [Buharî, Edâhî 1, 8, 11, 12, Iydeyn 3, 5, 8, 10, 17, 23; Müslim, Edâhî 4, (1961); Tirmizî, Edâhî 12, (1508); Ebû Dâvud, Dahâya 5, (2800); Nesâî, Dahâyâ 17, (7, 222, 223).][616]
AÇIKLAMA:
1487 ve 1488 numaralı hadislere bakın.
ـ3ـ وعن مالك. ]أنَّهُ بَلََغَهُ أنَّ رسولَ اللّهِ # قال بِمِنىً: هذا المَنْحَرُ وَكُلُّ مِنىً مَنْحَرٌ. وقالَ في الْعُمْرَةِ: هذَا المَنْحَرُ يَعْنِى المَرْوَةَ، وَكُلُّ فِجَاجِ مكَّةَ وَطُرُقِهَا مَنْحَرٌ[ .
3. (1498)- İmam Mâlik´e ulaştığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mina´da şöyle demiştir: “İşte kurban kesilen yer. Mina´nın her tarafı kesim yeridir.”
Umre sırasında da şöyle buyurmuştur: “Burası kurban kesme yeridir.” “Burası” sözü ile Merve´yi kastedmiştir. Mekke´nin bütün geçit ve yolları kurban kesme yeridir.” [Muvatta, Hacc 178, (1, 393); Ebu Dâvud, Menâsik 65, (1937); İbnu Mâce, Menâsik 73, (3048).][617]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Mina´daki Menher´i, yani kurbanını kestiği yer cemre-i ûlâ´nın yanındadır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), hacc kurbanlarının kesilebileceği yerleri tarif etmiş bulunmaktadır: Mina hududuna giren her yerde kesim yapılabilir, meşrudur.
Günümüzde, kesim yerleri bu hudud dâhilinde belli bir nizama bağlanmıştır, buna uymak gerekir.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kâbe´ye sunulacak kurbanların (hedy) Merve´de, Mekke´nin her tarafında kesilebileceğini söylemiştir. Geçit diye tercüme ettiğimiz ficâc, fecc´in cem´idir. Fecc, iki dağ arasındaki geniş yol diye tarif edilir. Ancak bu yol tabiidir, insanlar tarafınan açılmış değildir. Mekke´nin dağlık bir arâzi üzerinde kurulduğu düşünülecek olursa hadis daha iyi anlaşılır. Şârihler: “Evlere yakın olan yol ve geçitler kastedilmiştir. Uzak yerler menher olamaz” derler.[618]
ـ4ـ وعن نافع أن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]مَنْ نَذَرَ بَدَنَةً فإنَّهُ يُقَلّدُهَا بِنَعْلَيْنِ وَيُشْعِرُهَا ثُمَّ يَنْحَرُهَا عِنْدَ الْبَيْتِ أوْ بِمِنىً يَوْمَ النَّحْرِ لَيْسَ لَهَا مَحَلٌّ دُونَ ذلِكَ، ومَنْ نَذَرَ جَزُوراً مِنَ ا“بلِ وَالْبَقَرِ فَلْيَنحَرهَا حَيْثُ شَاءَ[ .4.
(1499)- Nafi´ (rahimehullah) anlatıyor: “Kim bir bedene kesmeye nezrederse, artık devesine alâmet olarak iki nalın takar, (hörgücünü kanatarak) nişan vurur, sonra da onu Beytullah´ın yanında veya Mina´da yevm-i nahrde (bayramın birinci günü) keser. Kurban için bir başka kesim yeri yoktur. Kim de deve veya sığırdan cezûr adamış ise onu dilediği yerde keser.” [Muvatta, Hacc 182, (1, 394).][619]
AÇIKLAMA:
Kâbe´ye ihdâen nezredilen deveden kurbana hedy veya bedene dendiği için onun, Harem bölgesi dâhilinde kesilmesi gerekmektedir: Mekke´nin içi (Kâbe´nin yanı) veya Mina… Mina da Harem´den sayılır.
Kâbe´ye olmaksızın yapılan adak kurbanları da dinimizde caizdir. Kişi bunu nerede adamış ise adadığı yerde kesebilir. Bunları Harem dahilinde kesme şartı yoktur. Tabii ki Harem´de kesme yasağı da yok. Kısacası bunları kolayına gelen yerde keser. Hadiste geçen cezûr, aslında deve demektir, cem´i cüzür´dür. Bu rivayette cezûr, Kâbe´de kesmeye niyet edilmemiş olan mutad nezir kurbanı mânasında kullanılmıştır. Her seferinde kelimenin bu mânada kullanılmayacağı tabiidir.
Birinci Fasl´ın umumî bilgiler kısmında belirttiğimiz üzere hacc menâsikine bağlı olarak kesilecek kurbanlar (hedy) Harem dâhilinde kesilmesi vacibdir. Udhiye denen diğer kurbanlar her yerde kesilebilir.[620]
ـ5ـ وعنه أيضاً أنَّ ابن عمرَ قال: ]ا‘ضْحَى يَوْمَانِ بَعْدَ يَوْمِ النَّحْرِ. قالَ مالك: وَبَلَغَنِى عَنْ عَليِّ بنِ أبى طَالِبٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ مِثْلُهُ[. أخرج الثثة مالك .
5. (1500)- Yine Nâfi´nin anlattığına göre İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) şu açıklamayı yapmıştır: “Kurban günleri, yevm-i nahr´den sonra iki gündür.”
İmam Mâlik der ki: “Bana, bunun aynısı Ali İbnu Ebî Tâlib (radıyallahu anh)´den de ulaştı.” [Muvatta, Dahâya 12, (2, 487).][621]
AÇIKLAMA:
Bu hadis kurban kesilebilecek günleri açıklar. Bâzı selef büyükleri Kur´ân-ı Kerim´de geçen eyyâmu ma´dudat (Bakara 203) ile bu belirtilen günlerin kastedildiğini söylemiştir. İmam Mâlik, Ebû Hanife, Ahmed İbnu Hanbel ve ekser-i ulemânın görüşü budur. İmam Şâfiî ve bir cemaate göre ise, kurban günleri yevm-i nahire ilâveten arkadan gelen üç gündür. Şâfiî hazretleri bu hükme giderken İbnu Hibbân´dan gelen فِى كُلِّ اَيَّامِ اتَّشْرِيكِ ذَبْحٌ “Eyyam-ı teşrikin hepsinde kurban caizdir” hadisini esas almıştır.
Bu günlerin hepsinde hedy kurbanı caiz ise de yevm-i nahrde kesmek efdaldir.
Şunu da belirtelim ki, İbnu Sîrîn ve Davud-ı Zâhirî, “kurbanı yevm-i nahirde kesmek gerekir” diye hükmetmişlerdir. [622]
YEDİNCİ FASIL
KURBAN KESMENİN ÂDÂBI
ـ1ـ عن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]ذَبَحَ رسولُ اللّه # يَوْمَ النَّحْرِ كَبْشَيْنِ أقْرَنَيْنِ أمْلَحَيْنِ مَوْجُوءَيْنِ. فَلَمَّا وَجَّهَهُمَا قال: إنِّى وَجَّهْتُ وَجْهِىَ لِلَّذِى فَطَرَ السَّمَواتِ وَا‘رْضَ عَلى مِلَّةِ إبْرَاهِيمَ حَنِيفاً وَمَا أنَا مِنَ المُشْرِكِينَ. إنَّ صََتِى وَنُسُكِى وَمَحْيَاىَ وَمَمَاتِى للّهِ رَبِّ الْعَالَمِىنَ َ شَرِيكَ لَهُ وَبِذلِكَ أُمِرْتُ وَأنَا أوَّلُ المُسْلِمِينَ. اللَّهُمَّ مِنْكَ وَلَكَ وَإلَيْكَ. اللَّهُمَّ عَنْ مُحَمّدٍ وَأُمَّتِهِ. بِسْمِ اللّهِ وَاللّهُ أكْبَرُ ثُمَّ ذَبََحَ[. أخرجه أبو داود والترمذى.»المَوجُوءُ« المَرْضُوضُ الخِصْيَتَيْنِ .
1. (1501)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yevm-i nahr´de alacalı, boynuzlu ve iğdiş edilmiş iki koç kesti. Koçları kesmek üzere (yatırıp kıbleye) yöneltince: “Şüphesiz ki ben, bir muvahhid (Allah´ı bir tanıyıcı) olarak yüzümü o gökleri ve yeri yaratmış olan Allah´a yönelttim. Ben müşriklerden değilim” ve “Şüphesiz benim namazım da, menâsikim de, hayatım da, ölümüm de hiçbir ortağı olmayan, âlemlerin Rabbi Allah´ındır. Ben böylece emrolundum. Ben (bu ümmette) Müslüman olanların ilkiyim” (En´âm 162) (âyetlerini okudu ve:)
“Ey Rabbim (bu kurban bize) sendendir, senin rızan için (kesiyoruz) ve sana (ulaşacak)tır. Ey Rabbim, Muhammed ve ümmetinden bunu kabul buyur. Bismillahi vallahu ekber!” deyip, sonra koçu kesti.” [Ebu Dâvud, Dahâya 4, (2795); Tirmizî, Edâhî 21, (1520); İbnu Mâce, Edâhî 1, (3121).][623]
AÇIKLAMA:
1- Kurban keserken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın okuduğu âyette geçen nüsük´ten murad kesilen kurbandır. Böyle olunca namaz ve kurban, âyet-i kerimedeyan yana zikredilmiş olmaktadır, tıpkı Kevser sûresinde olduğu gibi: فَصَلِّ لِرَبِّكَ وَانْحَرْ “Namaz kıl ve kurban kes.”
2- Hattâbî, “Bu rivayette, iğdiş edilmiş hayvanın kurban edilebileceğine delil vardır” dedikten sonra bâzı ehl-i ilmin: “İğdiş edilmiş hayvanı kurban etmek mekruhtur, çünkü uzvunda noksanlık vardır” şeklindeki mülâhazasını reddeder ve bunun, hayvanı kurban etmeye mâni bir kusur olmadığını söyler.[624]
ـ2ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]شَهِدْتُ المُصَلَّى مَعَ رسول اللّه # فَلَمَّا قَضَى خُطْبَتَهُ نَزَلَ عَنْ مِنْبَرِهِ وَأُتِىَ بِكَبْشٍ فَذَبَحَهُ بِيَدِهِ وَقالَ: بِسْمِ اللّهِ وَاللّهُ أكْبَرُ. هَذَا عَنِّى وَعَنْ مَنْ لَمْ يُضَحِّ مِنْ أُمَّتِى[. أخرجه الترمذى .
2. (1502)- Yine Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´le musallâda hazır bulundum. Hutbesini tamamlayınca minberinden indi. Kurbanlık koçuna gelip kendi eliyle kesti. Keserken: “Bismillahi vallahu ekber. Bu benim adıma ve ümmetimden kurban kesmeyenlerin adınadır!” dedi.” [Tirmizî, Edâhî 22, (1522).][625]
ـ3ـ وعن غرَفة بن الحارث الكِندى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]شَهِدْتُ رسولَ اللّه # في حَجَّةِ الْوَدَاعِ وَأُتِىَ بِالْبُدْنِ فقَالَ: ادْعُوا لى أبَا الحَسَنِ. فَدُعِىَ لَهُ عَلِيٌّ فقَالَ: خُذْ بِأسْفَلِ الحَرْبةِ فَفَعَلَ، وَأَخَذَ # بِأعَْهَا ثُمَّ طَعنا بِهَا الْبُدْنَ وَهىَ مَعْقُولَةُ الْيَد الْيُسرى قَائمَةٌ على مَا بَقِىَ مِنْ قَوائمِهَا فَلَمَّا نَحَرَ الْبُدْنَ ووَجَبَتْ جُنُوبُهَا قالَ: مَنْ شَاءَ اقْتَطَعَ وذلِكَ يَوْمُ النَّحْرِ بِمِنىً، فَلَمَّا فَرََغَ رَكِبَ بَغْلَتَهُ وَأرْدَفَ عَلِيّاً رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ[ أخرجه أبو داود .
3. (1503)- Garafe İbnu´l-Hâris el-Kindî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Vedâ haccında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a şâhid oldum. Kendisine (kesmesi için) bir deve getirilmişti.
“Bana Ebu´l-Hasan´ı çağırın!” dedi. Hz. Ali (radıyallahu anh) çağırıldı.
“Harbenin aşağısından tut!” dedi. Hz. Ali tuttu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da yukarısından yakaladı. İkisi birden deveye dürttüler. Deve sol ön ayağından bağlıydı. Diğer ayaklarının üstünde ayakta duruyordu. Deveyi kesip yere yıkınca:
“İsteyen parça alsın!” dedi. Bu müşâhedem Mina´da yevm-i nahrde idi.
Kesim işinden boşalınca, katırına bindi. Hz. Ali (radıyallahu anh)´yi de terkisine aldı.”[Ebu Dâvud, Menâsik 19, 1766.][626]
ـ4ـ وفي رواية له عن عبداللّه بن قُرْطٍ. ]فَلَمَّا وَجَبَتْ جُنُوبُهَا قال: مَنْ شَاءَ اقْتَطَعَ[.»وجَبَتْ جُنُوبُهَا« أى سقطت ا‘رض .
4. (1504)- Yine Tirmizî´nin Abdullah İbnu Gurt´tan kaydettiği rivayette şöyle denir: “…Hayvan yere yıkılınca:
“Dileyen parça alsın!” buyurdu.” [Ebu Dâvud, Menâsik 19, (1765).][627]
ـ5ـ وعن علي رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]نَحَرَ رسولُ اللّه # ثََثِينَ بَدَنَةً بِيَدِهِ ثُمَّ أمَرَنِى فَنَحَرْتُ سَائِرَهَا وَكَانَتْ سَبْعِينَ[. أخرجه مالك وأبو داود .
5. (1505)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) elleriyle otuz deve kesti. Geri kalanı da bana söyledi, ben kestim. Bunlar yetmiş tâneydi.” [Muvatta, Hacc 181, (1, 394); Ebu Dâvud, Menâsik 19, (1764).][628]
ـ6ـ وعن أبى موسى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: ]أنَّهُ أمَرَ بَنَاتِهِ أنْ يُضَحِّينَ بَأيْدِيهِنَّ، وَيُوضَعَ الْقَدَمُ عَلى صَفْحَةِ الذَّبِيحَةِ وَالتَّكِبِيرِ وَالتَّسْمِيَةِ عِنْدَ الذَّبْحِ[. أخرجه رزين. قلت: وَعَلَّقه البخارى، واللّه أعلم .
6. (1506)- Hz. Ebu Musa (radıyallahu anh)´dan rivayet edildiğine göre: “Kızlarına, kurbanlarını kendi elleriyle kesmelerini, ayağını kurbanın boynuna basmayı, keserken tekbir getirip besmele çekmeyi tenbih etmiştir.” Rezîn, ilâvesidir. Buharî, senetsiz olarak bab başlığında kaydetmiştir. (Edâhî 10).][629]
AÇIKLAMA:
1- Bu son rivayet öncekileri te´yiden, kişinin kurbanını kendi eliyle kesmesinin müstehab olduğunu göstermektedir. Rivayetlerdeki emir vücuba değil, istihbaba hamledilmiştir.
2- İbnu´t-Tîn: “Bu rivayet, kadınların da kurbanlarını kendilerinin kesmesini câiz olduğunu ifade eder” demiştir. İmam Mâlik´ten bunun mekruh olduğuna dair bir fetvası rivayet edilmiştir. İmam Şâfiî de kadının, birisine vekâlet vererek kestirmesini, kesme işine kendisinin mübâşeret etmemesini tavsiye etmiştir. Rivayetler, Ümmühâtu´lmü´minîn´in kurbanlarını, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kestiğini ifade etmektedir. Buhârî´de وَضَحَّى رَسُولُُ اللّهِ # عَنْ نِسَائِهِ بِالْبَقَرِ “…Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zevceleri adına bir sığır kesti” Müslim´de de Hz. Câbir: نَحَرَ النَّبِىُّ # عَنْ نِسَائِهِ بَقَرَةً في حَجَّةِ الْوَدَاعِ “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Veda haccında hanımları için bir sığır kesti” der. [630]
SEKİZİNCİ FASIL
KURBANDAN YEMEYE DÂİR
ـ1ـ عن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كُنَّا َ نأكُلُ مِنْ لُحُومِ بُدْنِنَا فَوْقَ ثَثٍ فَأرْخَصَ لَنَا # فقَالَ: كُلُوا وَتَزَوَّدُوا[.زاد في رواية مسلم: وادَّخِرُوا. أخرجه الثثة والنسائى .
1. (1507)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz kurbanlarımızın etinden üç günden fazla yemezdik. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize ruhsat tanıdı ve:
“Yiyin ve azıklanın da!” buyurdu.” [Buhârî, Hacc 124, Cihâd 123, Et´ime 27 Edâhî 16; Müslim, Edâhî 29, (1972); Nesâî, Edâhî 36, (7, 233).][631]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, kurban etlerinin yenilmesi ile ilgili, bidayetlerde konan bir tahdidin bilâhere neshedildiğini göstermektedir.
Müteakiben kaydedilecek iki rivayet bu bahse açıklık getirecektir.[632]
ـ2ـ وعن عابس بن رَبيعة قال: ]قُلْتُ لِعَائِشَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْها: أنَهى رسولُ اللّه # أنْ تُؤكَلَ لُحُومُ ا‘ضَاحِى فَوْقَ ثََثٍ؟ قَالَتْ: إنَّمَا فَعَلَهُ في عَامٍ جَاعَ فِيهِ النَّاسُ فَأرَادَ أنْ يُطْعِمَ الغَنِىُّ الْفَقِيرَ، وَإنْ كُنَّا لَنَرْفَعُ الْكُرَاعَ فَنأكُلُه بَعْدَ خَمْسَ عَشْرَةَ لَيْلَةً. قُلْتُ: وَمَا اضْطَرَّكُمْ إلى ذلِكَ فَضَحِكَتْ وَقالتْ: مَا شَبِعَ آلُ مُحَمَّدٍ مِنْ خُبْزٍ مَأدُومٍ ثََثَةَ أيَّامٍ حَتَّى لَحِقَ بِاللّهِ تَعالى[. أخرجه الستة.
2. (1508)- Âbis İbnu Rebîa anlatıyor: “Hz.Aişe´ye: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kurbanların etlerinden üç günden fazla yenilmesini yasakladı mı ” diye sordum.
“Evet, fakat bunu insanların (kıtlık çekip) acıktığı yılda yaptı. Böylece zenginlerin fakirleri doyurmasını arzu etmişti. Biz koyunun paçasını kaldırıp, on beş gece sonra yiyorduk” dedi. Ben:
“Sizi buna mecbur eden şey ne idi!” deyince güldü ve:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Allah´a kavuşuncaya kadar, Muhammed âilesi üç gün üst üste doyuncaya kadar katıkla ekmek yememiştir” dedi.” [Buhârî, Et´ime 27, Edâhî 16; Müslim,Edâhî 28, (1971); Muvatta, Edâhî 5; Tirmizî, Edâhî 14, (1511); Ebu Dâvud, Edâhî 10, (2812); Nesâî, Edâhî 37, (7, 235, 236).][633]
ـ3ـ وعن نُبَيْشَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال النَّبىُّ #. إنَّا كُنَّا نَهَيْنَاكُمْ عَنْ لُحُومِهَا أنْ تَأكُلُوهَا فَوقَ ثََثٍ لِكَىْ تَسَعَكُمْ فَقَدْ جَاءَ اللّهُ تَعالى بِالسَّعَةِ. فَكُلُوا وَادَّخِرُوا وَائْتَجِرُوا. أَ وَإنَّ هذِهِ ا‘يَّامَ اَيّامُ أكْلٍ وَشُرْبٍ وَذِكْرٍ للّهِ تَعالى[. أخرجه أبو داود.»ائْتَجِرُوا« اطلبوا ا‘جر .
3. (1509)- Nübeyşe (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Biz sizleri, kurbanların etinden üç günden fazla yemenizi, birçoğunuza kurban eti ulaşsın diye yasaklamıştık. Şimdi, Allah Teâla bolluk verdi. Artık yiyin, biriktirin ve ücret isteyin. Haberiniz olsun, bu bayram günleri yemek, içmek ve zikir günleridir.” [Ebu Dâvud, Edâhî 10, (2813); İbnu Mâce, Edâhî 16 (3160).][634]
AÇIKLAMA:
1- Kaydedilen hadislerden anlaşılacağı üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), İslâm´ın bidayetinde çekilen umumî maddî sıkıntı sebebiyle bazı tedbirler alma ihtiyacı duymuştur. Bunlardan biri, kurban etlerini üç günden fazla evlerde saklamamaktı. Darlık geçtikten sonra bu yasak kaldırılmış, kurban etinden yemek, yol azığı yapmak, biriktirip uzun müddet beklemek serbest bırakılmıştır.
Bu mevzu üzerine Müslim´in bir rivayeti daha açık bilgi sunmaktadır:
Ebû Saîdi´l-Hudrî(radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Sizden kim kurban keserse, sakın üç geceden sonra evinde ondan bir miktar olduğu halde sabahlamasın” buyurmuştu. Ertesi yıl olunca Ashab:
“Ey Allah´ın Resûlü! Yine geçen yıl yaptığımız gibi mi yapacağız ” diye sordu. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Hayır! o, öyle bir seneydi ki, o zaman herkes sıkıntı çekiyordu. Ben de (kurban etlerinin) herkese ulaşmasını istemiştim” buyurdu.”
Kadı İyaz şu açıklamayı sunar: “Ulemâ bu hadislerle amel hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmına göre, kurban etinin üzerinden üç gün geçtikten sonra artık ondan yenmemelidir.” Bu hadislerin ifade ettiği haram hükmü bâkidir.
Cumhur´a göre nehiy tamamen mensuhtur, kurban eti üç günden sonra da yenilebilir ve herhangi bir zaman kaydı da konamaz.
Bazı âlimler: “İlk yasak da tahrim ifade etmezdi, kerâhet ifâde ediyordu. Şimdi de kerâhet mânası devam etmektedir” demiştir. Bir illete binâen konan yasak, illetin kalkmasıyla kaldırılmış ise de, illet tekrar zuhur etse, yasağın da aynen geri geleceğini söyleyen âlimler de olmuştur. Hz. Ali ve Abdullah İbnu Ömer böyle anlatıyorlardı. İbnu Ömer (radıyallahu anh)´in kurban etini, hayatı boyunca üç günden fazla yemediği rivâyet edilir.
İbnu Mes´ud´dan yapılan bir rivayate göre kurban eti üçe ayrılmalıdır. Biri yenilir, bir tasadduk edilir, biri de hediye edilir. İmam-ı Âzam, İmam Şâfiî, İmam Ahmed ve İshâk İbnu Râhuye bununla ameli esas almışlardır. Sevrî: “Kurban etinin ekserisi tasadduk edilmelidir” demiştir.
Adak kurbanının etinden, adak sâhibi yiyemez. Adamın fakir veya zenginliği bunda rol oynamaz. Dört mezhep bu meselede ittifak eder. Ahmed İbnu Hanbel´den gelen bir rivayete göre yiyebilir.
Normal kurbanın etinden sahibinin yemesi müstehabtır. Zahirîlere göre vâcibtir.[635]
DOKUZUNCU FASIL
HELÂK OLAN KURBANLIK HAKKINDA
ـ1ـ عن ناجية الخزاعى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]بَعَثَ رسولُ اللّهِ # مَعِى هَدْيَهُ مِنَ المَدِينَةِ. فَقُلْتُ: كَيْفَ أصْنَعُ بِمَا عَطِبَ مِنْهَا؟ قَالَ: انْحَرْهَا ثُمَّ اغْمِسْ نَعْلَهَا في دَمِهَا ثُمَّ خَلِّ بَينَهَا وَبَيْنَ النَّاسِ يأْكُلُونَها[. أخرجه ا‘ربعة إ النسائى .
1. (1510)- Nâciye el-Huzâî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hedy´ini Medine´den benimle gönderdi. Ben:
“Bunlardan yolda helak olan çıkarsa ben ne yapacağım ” diye sordum.
“Hemen kesersin, nalınını kanına batırırsın, sonra onunla insanlar arasından çekilirsin, yerler” dedi.” [Muvatta, Hacc 148, (1, 380); Tirmizî, Hacc 72, (910); Ebu Dâvud, Menâsik 19, (1762); İbnu Mâce, Menâsik 101, (3105). ][636]
AÇIKLAMA:
1- Atab عطب helak olmak demektir. Hadiste hayvanın yolculuk, musibet gibi durumlar sebebiyle hedefe varamayacak hale gelmesi, ölme noktasına dayanmasıdır. Bunun hemen kesilmesi gerekir. Ancak hedy (Kâbe´ye bağışlanan kurbanın eti) sâhibine ve onu götürmekte olanlara haram olduğu için, yolda helâk olursa kesilip bırakılır. Takısı kanına bulanıp üzerine konur. Tâ ki yoldan geçenler bunun hedy olduğnu bilsinler ve ondan zenginler değil, ihtiyaç sahipleri istifâde etsin.
“İnsanlarla onun arasından çekil” tâbiri, ihtiyaç sahiplerinin hedy´ den istifade edebileceğini ifade eder.
2- Muvatta´daki rivayette helâk olan kurbanlığın “takısını kanının içine at!” buyurulmuştur. Mamafih nalınla takı aynı şeydir. Zîra kurbanlığın boynuna nişanlamak üzere nalın vs. takılır. Müslim´de İbnu Abbâs´tan gelen bir rivayette helâk hâlinde, “sen ve arkadaşların yemeyin” buyurulmuştur. Bu yasaktan maksadın, himaye işinde gevşeklik yapmasını, kesilmesini gerektiren şartlar tam olarak tahakkuk etmeden kesmesini önlemek olduğu belirtilmiştir. Bu hadisin tam anlaşılması için Onuncu Bab´ın Birinci Faslında açıklanan hedy ve udhiye arasındaki farkın bilinmesi gerekir.
Kadı İyâz der ki: “Nafile olan hedy kurbanı helâk olursa onun etinden ne sahibi, ne sevkedeni, ne sevkedenin arkadaşları yiyemez, çünkü hadisin hükmü budur.” Tîbî merhum, arkadaşlar kelimesinin mutlak oluşuna bakarak “zengin de yiyemez, fakir de” der. Bu meselede Cumhur´un hükmü de böyledir. Ancak vacib olan hedy yolda helâk olsa, kesildiği takdirde sahibi yiyebilir, zengin de yiyebilir. Çünkü sâhibi onu, zimmetinde olduğu için tazmin edecektir.”
Nafile hedy”den murad nezr kurbanıdır. Bilindiği üzere nezr kurbanından nezreden yiyemez. Vâcib olan, hacc-ı kıran ve hacc-ı temettuda kesilmesi gereken kurbandır. Hanefî mezhebine göre bu, şükür kurbanıdır, kesen etinden yer. Bu kurban önceden zâyi de olsa, yerine bir yenisi alınıp kesilmelidir.[637]
ـ2ـ وعن ابن المسيب أنه قال: ]مَنْ سَاقَ بَدَنَةً تَطَوُّعاً فَعَطِبَتْ فَنَحَرَها ثُمَّ خَلَّى بَيْنَهَا وَبَيْنَ النَّاسِ يَأكُلُونَهَا فَلَيْسَ عَليهِ شَئٌ. وإن أكَلَهَا أو أمَرَ مَنْ يَأكُلُ مِنْهَا غَرِمَهاَ[ .
2. (1511)- İbnu´l-Müseyyeb der ki: “Nafile olarak sevkedilen bir deve yolda helâk olsa ve hemen kesilerek halka terkedilse, halk da bunu yese, bu nafile kurbanın sahibine bir şey gerekmez. Kendisi yese veya ondan yiyene emretse borçlanır.” [Muvatta, Hacc 149, (1, 381).][638]
AÇIKLAMA:
Hacı kâfilesinin hacc mahalline sevketmekte olduğu kurbanlara esas itibariyle hedy denir. Bunların yol esnasında, hemen kesilmesini gerektiren bir durumla karşılaşmaları halinde kesilip, hedy olduğunu gösteren işâretinin üzerine bırakılıp, yolda terkedilmesi emredilmektedir. Böyle bir hayvanın etinden sadece hedy sahibi veya hedyi bir başkası adına sevkeden kimsenin değil, kafileye dahil fakir, zengin herkesin istifadeden menedilmesinin sebebini Nevevî şöyle açıklar:”
Bu, kafile mensuplarının hedyi (yemek için), helâk olmaya zemin hazırlamalarından korkulduğu içindir. Bu hal (maalesef) bütün kâfilelerde görülen bir durumdur. Bu durumda, bütün kafile mensuplarına, onun etini yemenin câiz olmadığının teşrî edilmesi gerekir. Ancak: “Onun terki demek, vahşî hayvandan yem olması demektir, bu ise malın zâyi olmasıdır, israftır” diye bir itiraz mümkündür. Bu itiraza cevabımız şudur: Burada malın zâyi olması diye bir şey yoktur. Zîra, gâlib âdet şudur: Çöllerde yaşayanlar hacıların konaklama yerlerini tâkip ederler, onların bıraktıklarını, terkedip attıklarını toplarlar. Ayrıca, hacc mevsiminde hacı kafilesi birbirlerini takip ederler, birinin peşinden bir başkası orada konaklar…”
Nevevî: “Arkadan gelen kafilenin zenginlerinin de bundan yememesi gerekir. Çünkü hedy kurbanı mutlak olarak fakirlere hastır, fakir dışındakilerin ondan yemeleri kesinlikle caiz değildir” der.
Aliyyu´l-Kârî, nafile hedy mahalline varınca yani Harem dahilinde kesilince hem sâhibine hem de zengine helâl olur der ve onun mahalline varmazdan önce (yolda) kesilmesi halinde haram olacağını tasrih eder.[639]
ـ3ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما أنه قال: ]مَنْ أهْدَى بَدَنَةً ثُمَّ ضَلَّتْ أوْ مَاتَتْ فإنَّهَا إنْ كَانَتْ نَذْراً أبْدَلَهَا، وَإنْ كَانَتْ تَطَوُّعاً فإنْ شَاءَ أبْدَلَهَا وَإنْ شَاءَ تَرَكَهَا[. أخرجهما مالك .
3. (1512)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) der ki: “Kim Kâbe´ye bir deve ihda eder, sonra (daha mahalline ulaşıp; kesilmeden) kaybederse veya hayvan ölürse, şâyet bu bir nezir idiyse, yerine yenisini alır. Nezir değil de tetavvu idiyse, dilerse yeniler, dilerse terkeder.” [Muvatta, Hacc 150, (1, 138).]
Nezir, ferdin belli bir şarta bağlı olarak kendisine borç kıldığı kurbandır. O şart yerine geldi mi borç kesinleşir, yerine getirilmesi vacib olur. “Şu hastalıktan iyi olursam Kâbe´de bir kurban keseceğim” diyerek adakta bulunan kimse, sıhhate kavuştuğu takdirde onun bir koyun kesmesi ona vâcib olur. İşte bu şekilde nezredilen bir hedy kaybolursa bunun yerine yenisinin alınması gerekir. Herhangi bir şarta bağlı olmaksızın sırf sevaba nâil olmak düşüncesiyle Kâbe´de bir kurban kesmeye niyet edilmişse bu bir tetavvudur, nâfile bir kurbandır. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) böyle bir kurban hedefe varmadan kaybolursa sâhibi dilerse yeniler, dilemezse, kurbanı kesmekten vazgeçer diyor.[640]
ONUNCU FASIL
KURBANLIK DEVEYE BİNMEK
ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أن النَّبىَّ # رَأى رَجًُ يَسُوقُ بَدَنَةً فقَالَ: ارْكَبْهَا. فقَالَ: إنَّهَا بَدَنَةٌ. فقَالَ: ارْكَبْهَا. فقَالَ إنَّهَا بَدَنَةٌ. فقَالَ ارْكَبْهَا وَيْلَكَ، في الثَّانِيَةِ أوْ في الثَّالِثَةِ[. أخرجه الستة إ الترمذى عن أبى هريرة.وللخمسة إ أبا داود عن أنس بمعناه.زاد في رواية للبخارى عن أبى هريرة: فَلَقَدْ رَأيْتُهُ رَكِبَها وَهُوَ يُسَايِرُ النَّبىَّ # وَالنَّعْلُ في عُنُقِهَا .
1. (1513)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir deve sevkeden birisini görmüştü ki:
“Binsene ona!” dedi. Adam:
“O kurbanlıktır!” dediyse de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) emrini tekrarladı:
“Bin ona!” Adam tekrar:
“O kurbanlıktır” diye haykırdı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Bin ona” diye tekrarladı ve ikinci veya üçüncü seferde:
“Yazıklar olsun sana!” diye ilâvede bulundu.” [Buhârî, Hacc 103, 112, Vesâya 12, Edeb 95, Müslim, Hacc 371, (1322); Muvatta, Hacc 139, (1, 337); Ebu Dâvud, Menâsik 18, (1760); Nesâî, Hacc 74, (5, 176); İbnu Mâce, Menâsik 100, (3103).][641]
Buhârî´nin bir rivayetinde, Ebu Hüreyre´den naklen şu ziyade vardı: “(Râvi) der ki: “Ben o adamı, deveye binmiş Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la beraber yürürken gördüm, devenin boynunda nalın takılı idi.” [642]
AÇIKLAMA:
1- Büdn (büdün de okunmuştur) lügat olarak deve demek ise de şer´î ıstılahta sığır da aynı hükme tabi olduğu için deve ve sığır her ikisine de büdn denmiştir.
2- Kurbanlık develerle ilgili âyette:
والبدن جعلناها لكم من شعائرِ اللّه لكم فيها خير فاذكروا اسم اللّه عليها
“Biz kurbanlık develeri de sizin için Allah´ın şeâirinden kıldık, onlarda sizin için hayır vardır…” (Hacc 36) âyetinde geçen لكم فيها خيرت “Onlarda sizin için hayır vardır” ibâresindeki “hayır” mutlak oduğu için bir kısım âlimler, kurbanlık deveden, binmek, sütünü sağmak gibi yollarla da istifade etmenin caiz olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Yukarıda kaydedilen rivayette de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), kurbanlık deveye binmesi için deve sahibini ikaz etmekte, ısrar etmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın devenin ne çeşit bir kurbanlık olduğunu sormadan “Bin ona!” diye ısrar etmesinden her çeşit kurbanlığa, yani vâcib nev´ine de girse tetavvu nev´ine de girse, binilebileceği hükmü çıkarılmıştır.
Ahmed İbnu Hanbel´in Müsned´inde gelen bir rivayette de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a: “Hedy´e (hacc kurbanına) binilebilir mi ” diye sorulunca: َ بأسَ بِهِ “Beis yok, binilebilir” diye cevap vermiştir.
Netice olarak: “Bir kısım âlimler (Urve, Ahmed, İshak, ehl-i zâhir) mutlak olarak kurbanlığa binmenin cevazına hükmeder. Ancak Cumhur (Ebu Hanife, Malik, Şâfiî ve ekseri fukahâ) ihtiyaçla kayıtlarlar. Bunlara göre, ihtiyaç olmadan binmek nassa muhaliftir, mekruhtur. Hanefîlerden Hidâye sâhibi, cevazı “ızdırâr”la kayıtlamıştır. Bunların hücceti İbnu Ebî Şeybe´de kaydedilen şu hadistir: َ يَرْكَبْ الهَدْىَ إَّ مَنْ َ يَجِدُ مِنْهُ بُدّاً “Hedye (kurbanlığa), başka çare bulamayıp mecbur kalandan başkası binmesin.” Burada zarurete binâen câiz olunca, zaruretin kalkmasıyla binmenin de cevazı kalkacak demektir. Meselâ yorgunluktan binen, dinlenir dinlenmez iner. Müslim´de de gelen ve müteakiben kaydedeceğimiz (1514) şu meâldeki hadis de bunu te´yid eder: “Kurbanlığa, mecbur kaldıysan ma´ruf üzere bin. Bir başka sırt bulunca da in.” Şu halde bu hadis de bir başka imkân bulunca kurbanlığı terketmeyi âmirdir.[643]
ـ2ـ وعن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّهُ سُئِلَ عَنْ رُكُوبِ الهَدْىِ فقَالَ: سَمِعْتُ رسولَ اللّهِ # يقُولُ: ارْكَبْهَا بِالْمَعْرُوفِ إذَا أُلْجِئتَ إلَيْهَا حَتَّى تَجِدَ ظَهْراً[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائى.
2. (1514)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)´e; kurbanlığa binme hususunda sorulmuştu, şu cevabı verdi: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim şöyle demişti: “Kurbanlığa, mecbur kaldıysan ma´ruf üzere bin. Bir başka sırt (binek) bulunca da in.” [Müslim, Hacc 375, (1324); Ebu Dâvud, Menâsik 18, (1761); Nesâî, Hacc 76, (5, 177).] [644]
ONBİRİNCİ FASIL
KÂBE´YE KURBAN HEDİYE EDEN MUKİM İHRAM GİYER Mİ
ـ1ـ عن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كَانَ النَّبىُّ # يُهْدِى مِنَ المَدِينَةِ فأفْتِلُ قََئِدَ هَدْيِهِ وََ يَجْتَنِبُ شَيْئاً مِمَّا يَجْتَنِبُ المُحْرِمُ[. أخرجه الستة .
1. (1515)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine´de iken Kâbe´ye kurban sunar, ben de kurbanının boynuna takılacak nişanlarını hazırlardım. Bu sırada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ihramlıların sakındığı yasaklardan sakınmazdı.” [Buhârî, Hacc 110, Edâhî 15; Müslim 359, (1321); Muvatta, Hacc 51, (1, 340); Tirmizî, Hacc 69 (908); Ebu Dâvud, Menâsik 17, (1757, 1758, 1759); Nesâî, Hacc 65, 66, 67, 68, 69, 72, (5, 171, 173); İbnu Mâce, Menâsik 94, (3094).][645]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in kendisi Medine´de olduğu halde, Beytullah´a kurban (hedy) ettiğini gösterir. Bunu, Veda haccından önce, 9. hicrî yılda Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)´le gönderdiği kabul edilir.
2- Hz. Aişe, Mekke´ye hedy göndermiş olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ihrama girmediğini belirtmek istiyor.
3- Nevevî: “Bu hadis, hacca gitmese bile, kişinin Mekke´de kesilmek üzere kurbanlık göndermesinin müstehab olduğunu, hedy gönderene ihrama girmek gerekmeyeceğini göstermektedir” der ve bunda ulemânın kâhir ekseriyetinin ittifak ettiğini belirtir. Sadece İbnu Abbâs, İbnu Ömer (radıyallahu anhüm) ile Atâ ve Said İbnu Cübeyr (rahimehumallah)´in böyle bir davranışta bulunan kimsenin, ihram giymeksizin ihram yasaklarından kaçınması gerektiğini söyledikleri rivayet edilmiştir.
Bu mevzuda asıl olan, Hz. Aişe´nin hadisini esas alan Cumhur´un görüşüdür. Esasen, başka rivayetlerde teferruatlı olarak belirtildiği üzere Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´yi bu açıklamayı yapmaya zorlayan şey, kendisine bir kısım sahabelerin Mekke´ye hedy gönderenlerin, gönderdiği kurban kesilinceye kadar hacıya haram olan dikişli elbise giymek, traş olmak gibi bütün yasaklara riâyet etmesi gerektiğine dâir verdiği fetvaların intikal etmiş olmasıdır. O bu fetvaları duyunca, yukarıda kaydettiğimiz açıklamayı yapar. Muvatta´da gelen rivayet, bu meselede Hz. Aişe´yi konuşmaya sevkeden fetvanın İbnu Abbâs´a ait olduğunu belirtir.[646]
ـ2ـ وعن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّهُمْ إذا كانُوا حَاضِرينَ مَعَ رسولِ اللّه # بِالْمَدِينَةِ بَعَثَ الْهَدْىَ: فََمَنْ شَاءَ أحْرَمَ وَمَنْ شَاءَ تَرَكَ[. أخرجه النسائى .
2. (1516)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)´in anlattığına göre: “Ashab´tan Medine´de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ile kalanlardan bir kısmı Kâbe´ye kurbanlıklar göndermiş, bunlardan dileyen ihrama girmiş, dileyen de girmemiştir.” [Nesâî, Hacc 71, (5, 174).][647]
ـ3ـ وعن ربيعة بن عبداللّه بن الهُدَيْر. ]أنَّهُ رَأى رَجًُ مُتَجَرِّداً بِالْعِرَاقِ فَسَألَ عَنْهُ؟ فَقِيلَ أَمَرَ بِهَدْيِهِ أنْ يُقَلَّدَ فلِذلِكَ تَجَرَّدَ. قَالَ: فلقيتُ عَبْدَ اللّهِ ابْنَ الزُّبَيْرِ فَذَكَرْتُ لَهُ ذلِكَ. فقَالَ: بِدْعَةٌ وَرَبِّ الْكَعْبَةِ[. أخرجه مالك.»الْبِدْعَةُ« في الشرع: كل ما يوافق السنة .
3. (1517)- Rebîa İbnu Abdillah İbni´l-Hüdeyr´in anlattığına göre: “Irak´ta elbiseden soyunmuş bir adam görür ve sebebini sorar. Kendisine, bu adamın Kâbe´ye kurbanlık gönderdiği, bu sebeple elbiseleri attığı belirtilir.
Rebîâ der ki: “Sonra ben Abdullah İbnu Zübeyr´le karşılaştım ve bu durumu ona anlattım. Bana:
“Kâbe´nin Rabbine kasem olsun bu bid´attır” dedi.” [Muvatta, Hacc 53, (1, 341).][648]
AÇIKLAMA:
Zürkânî, Rebîa´nın gördüğü ihramlı şahsın İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) olduğunu belirtir. Çünkü İbnu Ebî Şeybe´nin bir rivayetine göre, İbnu Abbâs´ı, Hz. Ali zamanında, Basra vâlisi iken elbisesiz olarak Basra´da görenler olmuştur. Abdullah İbnu Zübeyr (radıyallahu anhümâ) o mevzuyu teyzesi olan Hz. Aişe´nin sözüne dayanarak kesin bir dille, yeminle ifadeye dökmekte ve kurbanlık gönderen kimsenin kendine ihram yasakları tatbik etmesine bid´at demektedir. Zürkânî´ye göre: “İbnu´z-Zübeyr (radıyallahu anhümâ)´in bu hususu kesin bir şekilde bilmeden yemin etmesi câiz olmadığına göre, bu davranışın sünnete muhalif olduğunu Hz. Aişe´den öğrenmiştir. İbnu Abbâs da kıyasa dayanmış olmalı, ancak sünnet varken kıyas yapılmaz.”
Bid´atın, sünnete muhalif olan amel ve düşünceler olduğunu daha önce açıklamıştık. [649]
ONİKİNCİ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
ـ1ـ عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]إذَا نُتِجَتِ الْبَدَنَةُ فَلْيُحْمَلْ وَلَدُهَا حَتَّى يُنْحَرَ مَعَهَا، فإنْ لَمْ يُوجَدْ لَهُ مَحْمَلٌ حُمِلَ عَلى أُمِّهِ[. أخرجه مالك .
1. (1518)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
“Bedene (yolda) doğuracak olursa, yavrusu da götürülüp annesiyle birlikte kesilir. Yavruyu taşıyacak bir mahmel (taşıyıcı) bulunmazsa annesine yükletilir.” [Muvatta, Hacc 143, (1, 378).][650]
AÇIKLAMA:
Bedene, aslında deve demek ise de şer´î ıstılahta kurban olarak ayrılan büyük baş hayvan demektir: Deve ve sığır gibi. Şu halde Kâbe´ye sevkedilirken yolda doğuracak olsa, yavrusunun, kesim mahalline kadar nakledilerek, annesiyle birlikte kesilmesi gerekir. Hadis, yavruya öncelikle bir başka taşıyıcı aramak gerektiğini ihtar etmektedir. Çünkü “Eğer onun yükleneceği, uygun bir mahmel (taşıyıcı) bulamazsanız, annesine yükleyin” buyuruyor. Daha önce belirtildiği üzere (1513, 1514), kurbanlığın, şerefi ve hürmeti sebebiyle imkân nisbetinde onun binme, yükleme gibi işlerde kullanılmaması gerekir.
Böyle yavrusu olan bir kurbanlığın sütünden mecbur kalınırsa, yavrusundan artan kısmından istifade edilebilir. Normal şartlarda o sütten de istifade etmemek evlâdır.[651]
ـ2ـ وعنه أيضاً. ]أنَّ عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أهْدَى نَجيباً فأُعْطِى بِهَا ثََثمِائَةِ دِينارٍ فَسَألَ رسولَ اللّهِ # فقَالَ: إنِّى أهْدَيْتُ نَجيباً فأعْطِيتُ بِهَا ثَثَمِائِةِ دِينارٍ أفَأبِيعُهَا وَأشْتَرِى بِهَا بُدْناً؟ فقَالَ: إنْحرْهَا إيَّاهَا[ .
2. (1519)- Yine İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in anlattığına göre: “Babası Hz.Ömer, necib (denen çok muteber cinsten bir deveyi) Kâbe´ye kurban olarak bağışlamıştı. (O ara necibe) üç yüz dinar verdiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gidip sordu:
“Ben necibi Kâbe´ye bağışlamıştım. Bu ara bazıları gelip üç yüz dinar verip satın almak istediler. Bunu satıp yerine bir başka deve alayım mı ”
“Hayır, dedi. Başkasını değil, onu keseceksin!” [Ebu Dâvud, Menâsik 16, (1756).][652]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste bir hayvanı kurbanlık olarak ta´yin ettikten sonra bunu bir başka hayvanla değiştirmenin caiz olup olmayacağı meselesine giren bir vak´a mevzubahistir.
Hadis, kurbanlığın misli ve hatta daha efdali ile de olsa değiştirilemeyeceğini ifade etmektedir.
2- Necib, devenin adı değildir, cinsini bildirmektedir. Aslında, her hayvanın en iyi cinsine necib denmektedir. Develerin kuvvetli ve sür´atli olanları bu ismi alır.[653]
ـ3ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]أهْدَى النَّبىُّ # عَامَ الحُدَيْبِيَةِ هَدَايا فِيهَا جَمَلٌ ‘بِى جَهْلٍ في رَأسِهِ بُرَةٌ مِنْ فِضَّةٍ. وَقَالَ بَعْضُ الرُّواةِ: مِنْ ذَهَبٍ يُغيظُ بِذلِكَ المُشْرِكِينَ[. أخرجهما أبو داود.»الْبُرَةُ« حَلقة تكون في أنْف البعير تُشَدُّ فيها الزّمام .
3. (1520)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hudeybiye senesinde, Kâbe´de kesilmek üzere birçok deveyi kurban kıldı. Bunlar arasında (vaktiyle) Ebu Cehl´e ait olan, başında gümüşten -bazı râviler altından der- mâmul bir büre bulunan deve de vardı. Bununla, müşrikleri öfkelendiriyordu.” [Ebu Dâvud, Menâsik 13, (1749).][654]
AÇIKLAMA:
1- Hudeybiye´ye umre maksadıyla gelen Müslümanlar kurbanlık develeri de beraber getirmişlerdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın birçok kurbanlığı vardı. Bunların arasında, Bedir Savaşı´nda ganimet olarak ele geçirdiği Ebu Cehl´e ait bir deve de bulunuyordu.
2- Büre, hayvanın burnuna takılan yuvarlak bir halkadır. “Başında” tâbiri burnunda demektir, çünkü büre burna takılır. İbnu Minhâl´in rivayetinde bu halkanın altından olduğu söylenmiştir. Halka burun yumuşağına (minhar) takıldığına göre iki aded olabileceği de şârihlerce belirtilmiştir.
Hadisin sonunda Mekkelilerin maktul şeflerinden Ebu Cehl´e ait devenin, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in kurbanı olarak kesilmesi müşrikleri kızdırdığı belirtilmektedir.
Aliyyü´l-Kârî bu hadisle, Fetih sûresinde geçen لِيغيظ بهم الكفار “(Ashab hakkındaki bu teşbih) onlarla kâfirleri öfkelendirmek içindir” (29. âyet), âyeti arasında müşâbehet bulunduğuna, âyet-i kerimenin hadis-i şerife bir nazir olduğuna dikkat çeker.
Şu halde bâzı tezâhürlerle Müslümanların, küffârı öfkelendirip çatlatması caizdir.[655]
ـ4ـ وعن نافع قال: ]كانَ ابْن عمرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما يُجَلِّلُ بُدْنَهُ القَبَاطىَّ وَا‘نْمَاطَ وَالحُلَلَ ثُمَّ يَبْعَثُ بِهَا إلى الْكَعْبَةِ فَيَكْسُوهَا إيَّاهَا. فَلمَّا كُسِيتِ الْكَعْبَةُ كَانَ يتَصَدَّقُ بِهَا[. أخرجه مالك.»الْقبَاطىُّ« ثياب بِيض رَقاقٌ من كتَّانٍ تُتَّخَذُ بمصر. »وَا‘نْمَاطُ« ضَرْبٌ من البُسُطِ، واحدها نمط. »والحللُ« جمع حُلَّةٍ، و تكون إ ثوبين من جنسٍ واحدٍ .
4. (1521)- Nafi´ anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), kurbanlık devesine kabâtî ketenden, yünden mâmul renkli kilimlerden, iki parçalı takımlardan çul sarar, sonra bunu Kâbe´ye yollardı. Bunlarla orada Kâbe´ye örtü yapılırdı. Bunları Kabe´ye örttükten sonra hepsini tasadduk ederdi.” [Muvatta, Hacc 146, (1, 379, 380).][656]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, kurbanlık deveye çul olarak sarılan kumaşların cinsi ve bunların akibeti hakkında kıymetli bilgi vermektedir. Şöyle ki:
a) Kabâtî (veya kubâtî) kumaş: Mısır´da ketenden yapılan ince beyaz bir kumaştır. Kabt kelimesinden geldiği söylenir. Yani, Mısır´ın yerli ahalisinin adıdır. Dilimizde kıbtî diye biraz daha değişmiş haliyle kelime mevcuttur.
b) Enmât, nemât´ın cem´idir. Renkli yünden mâmul bir nevi yaygıdır. Kilim kelimesi ile karşılayabiliriz.
c) Hulel, hulle´nin cem´idir. Hulle iki parçalı aynı cinsten giysidir, takım dediğimiz şey. Parçalar ayrı cinslerden olursa hulle denmez.
2- İbnu Ömer bu sayılan çeşitlere giren kıymetli kumaşlarla kurbanlık devesini sarıp çulladıktan sonra Mekke´ye sevkediyor. Maksadı, deve kesildikten sonra, bu kumaşların Kâbe örtüsünün imalinde kullanılmasıdır.
Ebu Ömer İbnu Abdilberr der ki: “… Çünkü Kâbe´nin örtüsü, Allah´ın rızasını kazanmak için yapılan bağış ve sadakaların kıymetlilerinden yapılırdı. Kâbe´ye Himyer meliklerinden Tübba zamanından beri örtü çekilirdi. Örtüyü ilk çekenin o olduğu söylenir. İbnu Ömer o zikredilen kumaşlarla kurbanlığını tezyin ediyordu. Zîra Allah´a ait olan bağışa gösterilen ta´zim ve onu tezyin etmek, Allah´ın şeâirini ta´zim ve tecmil cümlesindendi, ayrıca kurban kesildikten sonra da tezyinatla Kâbe örtüsü yapılıyordu. Böylece o iki faziletli amel birden işlenmiş oluyordu.”
3- Mühelleb der ki: “Aslında kurbanlık deveye giydirilen tezyinatın tasadduk edilmesi bir vecibe değildir. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) bunları Allah için bağışladığı, O´na izafe ettiği kurbanlıktan geri bir şey dönmemesi için tasadduk etmiştir.”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da, Sahiheyn´de mezkur olan bir rivayette. Hz.Ali´ye kurbanın çul ve derilerini tasadduk etmesini emretmiştir: اَمَرنِى رَسُولُ اللّهِ # اَنْ اَتَصَدَّقَ بِجَلِ الْبُدْنِ التي نَحَرْتُ وَبِجُلُودِهَا “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bana kestiğim develerin çullarını ve derilerini tasadduk etmemi emretti.” Bu rivayet daha geniş veçhiyle müteakiben kaydedilecek.
4- Bu rivayet kurbanlıkların çullanmasının ve bu çulların tasadduk edilmesinin müstehab olduğunu ifade eder. Müstehab denmiştir, çünkü buradaki emrin vücub ifade etmediğini ulemâ belirtmiştir.
Mühim Not: Kurban, bir ibadettir. Onunla ilgili her çeşit bağışlar bir ibadettir. Kurbanın deri ve çulunun da ibadet mânasını taşıyacak yerlere bağışlanması gerekir. Günümüzde kurban derilerinin, bu mânayı taşıdığı son derece kuşkulu, Allah rızasından çok, beşerî gösterişleri hedefleyen ve aslında Allah rızasına, dinin, sünnetin ihyâsına yönelik faaliyetleri baltalamak gayesiyle tesis edilmiş vakıflar ve kurumlara çeşitli baskılarla kanalize edilmeye çaba sarfedilmektedir. Müslümanlar bu meselede de imtihandadır. Uyanık olmaları gerekir.
Ölçü şeriatımızın ölçüsüdür, her tasaddukun, sadakanın muteber olması için vaz´edilmiş şartlara uyması icabeder. Aksi halde fedakârlıklarımız sadaka olmaktan çıkar.[657]
ـ5ـ وعن علي رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أمَرَنِى رَسُولُ اللّهِ # أنْ أقُومَ عَلى بُدنِهِ وَأن أتَصَدّقَ بِلَحْمِهَا وَجُلُودِهَا وَأجِلّتِهَا، وَأنْ َ أعْطى الجَزَّارَ مِنْهَا. وَقَالَ نَحْنُ نُعْطِيهِ مِنْ عِنْدِنَا[. أخرجه الشيخان وأبو داود .
5. (1522)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (beni göndererek), kurbanlık develeriyle ilgilenmemi, onların etlerini, derilerini, çullarını tasadduk etmemi, bunlardan kasaba bir (ücret) vermememi tenbih etti.”
Hz. Ali (radıyallahu anh) der ki: “Kasaba ücretini kendimizden öderdik.” [Buhârî, Hacc 122, 112, 120, 122, Vekâlet 1; Müslim, Hacc 348, (1317); Ebu Dâvud, Menâsik 20, (1769); İbnu Mâce, Menâsik 97, (3099).][658]
AÇIKLAMA:
1- Ulemâ bu hadislerden kasabın kesme ücretinin kurban etinden veya derisinden verilemeyeceği hükmünü çıkarmıştır.
Bağâvî, Şerhu´s-Sünne´de der ki: “Kasaba ücretini eksiksiz verdikten sonra, şâyet fakirse sadaka olarak, kurban etinden de verebilir, bu durumda kasaba vermekte bir beis kalmaz.”
Keza başka bir kısım âlimler de: “Kasaba kurbandan ücret vermek kesinlikle yasaklanmıştır. Çünkü kurbanı ücret yapmak mevzubahistir, bu caiz değildir. Ancak sadaka, hediye veya ücretine ziyade olarak vermek caizdir, kıyasa göre bu caizdir. Ancak, hadisin ıtlakına bakılınca, her ne suretle olursa olsun kasaba kurbandan vermenin yasaklığına da hükmedilebilir. Bu anlamaya hak verdiren hikmet, kurbandan kasaba ücret verme müsamahasını önler, ola ki, ona verilen hizmetine mukabil olma mânasına gelir.”
Kurtubî´nin kaydına göre, Hasan Basrî ve Abdullah İbnu Ubeyd İbni Ümeyr hariç bütün ulemâ, kasabın ücretinin kurbandan verilmeyeceği hususunda ittifak etmiştir.
2- Kurtubî´nin kaydına göre, ulemânın bir kısmı bu hadisten kurbanın eti, derisi ve çulunun satılamayacağına da hükmetmiştir.
Ancak Evzâî, Ahmed, İshak, Ebu Sevr´e göre “Kurbandan herhangi bir şey satılabilir, ancak alınan para, kurban etinin verilmesi caiz olan yerlere verilir.” Söz gelimi kurban derisi satılacak olsa parasının tasadduk edilmesi gerekir.
3- Ulemâ kurbandan, kurban sahibinin istifade edebileceği hususunda ittifak etmiştir. Ebu Sevr, bundan hareketle, istifadesi caiz olan her şeyin satılması da caizdir diye bir hükme varmıştır. Ancak kendisine ittifakla: “Tetavvu hedyinin (Kâbe´ye bağışlanan nâfile kurbanın) etinden yemek caizdir; ama satılması caiz değildir, vacib olan kurbanda böyledir” diye itiraz edilmiştir.
İbnu Hacer kurbandan hiçbir kısmın satılamayacağı hususunda, kıyâsa, ferdin, fakihin mülâhazasına ihtiyaç bırakmayan Ahmed İbnu Hanbel de Katâde İbnu Nu´man tarafından rivayet edilen şu nassı gösterir:
َ تَبِيعُوا لُحُومَ اَضَاحِى وَالْهَدْىِ وَتَصَرَّفُوا وَكُلُوا وَاسْتَمْتَعُوا بِجُلُودِهَا وََ تَبِيعُوا وَإنْ اَطْعَمْتُمْ مِنْ لُحُومِهَا فَكُلُوا إنْ شِئْتُمْ
“Kurbanların ve hedyin (Kâbe´ye bağışlanan kurban) etlerini satmayın, (hayır yolunda) tasarruf edin ve yiyin. Derilerinden de istifade edin ama satmayın. Etlerinden başkalarına yedirseniz bile kendiniz de dilerseniz yiyin.”
4- Kurban derisinden, kurbanı kesen kimsenin şahsen istifadesi caiz addedilmiştir. Ancak bu, satarak parasından istifade şeklinde değil, ev eşyası olarak kullanma şartıyladır. Elek yapmak, post yapmak, tuluk, dağarcık yapmak gibi. Herhalde en isabetli davranış Allah rızası için bağışlamaktır.
5- Kadı İyaz kurbanlığı, bilhassa büyük baş olanları çullamanın sünnet olduğunu, örtülecek çulun nefâset ve değerinin, kurbanı kesen kimsenin maddî hâline göre değişebileceğini söyler.
Tabiî ki, çulun bağışlanması da sünnettir.
6- Hadisten kurbanla ilgili işlerin vekâleten bir başkasına devredilebileceği hükmü de çıkarılmıştır.
7- Bu vesile ile şunu da belirtelim: Kurban adı altında kesilen her etten sahibi yiyemez. Udhiye denen, yıllık olarak kurban bayramında kesilmesi vacib olan kurbanın etinden kesen yiyebilir. Keza hacc-ı kıran ve hacc-ı temettu yapan kimsenin Harem bölgesinde kestiği hedy (buna uhdiye denmez) Hanefîlere göre yenebilir. Keza, Kâbe´ye bağışlanan hedyü´ttetavvu Harem bölgesinde kesilince etini kesen kimse yiyebilir. Amma:
* Hacc cinayetleri sebebiyle kesilen ceza kurbanlarının eti,
* Fukaraya bağışlanan nezir kurbanlarının eti,
* Fidye olarak kesilen kurbanların eti, kesen tarafından yenmez. Yediği takdirde o miktarda bağışta bulunur.
* Şafiîlere göre temettu ve kıran haccında kesilen kurban etini sahibi yiyemez, çünkü ona göre bu kurban bir nevi ceza kurbanıdır.[659]
ـ6ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ النَّبىَّ #: اشْتَرى هَدْيَهُ مِنْ قُدَيْدٍ وَفَعَلَ ابْنُ عُمرَ مثلَ ذلكَ[. أخرجه الترمذى .
6. (1523)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kurbanlığını (Mekke ile Medine arasında bir mevki olan) Kudeyd´de satın almıştı. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) de aynen öyle yaptı.” [Tirmizî, Hacc 68, (907).] [660]
ONBİRİNCİ BÂB
FEVÂT, İHSAR VE FİDYE
Bu babta dört fasıl vardır.
*
BİRİNCİ FASIL
HASTALIK VE EZA SEBEBİYLE MAHSUR KALANLAR
*
İKİNCİ FASIL
DÜŞMAN SEBEBİYLE MAHSUR KALANLAR
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
SAYIDA HATAYA DÜŞENLER
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
Umumi Açıklamalar
Bu babta, hacc menasikinde husule gelen aksamalar üzerinde durulacaktır. Bir başka ifade ile, aksama çeşitleri, bunlara terettüp eden hükümler, aksamaların telâfi yolları var mıdır Varsa nelerdir .. vs. Bu konularla ilgili hadisler görülecektir. Başlıkta geçen ıstılahlar:
İhsar: İster umre ve isterse hacc için ihrama giren bir kimsenin, herhangi bir sebeple tavaf ve vakfe yapmaktan alıkonması demektir. Bu mani, düşmandır, hastalıktır, yılan veya akrep zehirlemesidir… vs. Kûfîler bu sebepleri; “kırık, hastalık, korku” diye özetlemişlerdir. Aynî, Ebu Hanife ve ashabının: “İhsar, hacının Beytullah´a ulaşmasına mani olan hastalık, düşman, kırık, nafakanın kaybı gibi şeylerin hepsidir” dediğini kaydeder. Leys İbnu Sa´d, Mâlik, Şâfiî, Ahmed ve İshâk´a göre ihsâr sadece düşmanla olur, hastalıkla olmaz. İhsâra uğrayan (muhsar), Mekke´ye hayvan veya bedelini gönderir. Tayin edilen vakit geçinceye kadar ihramda kalır. Hedy kesilince (Hanefîlerce) ihramdan çıkar. Şafiîler traş da olarak ihramdan çıkar. İmam Mâlik: “İhsar hacc için vardır, umre için yoktur, mu´temir, Beytullah´a varıncaya kadar ihramdan çıkmaz. Zîra onun için, haccda olduğu gibi zamanla kayıtlanmak yoktur, umreyi kaçırma gibi bir durum yoktur. Senenin her gününde umre yapabilir, öyle ise, engel kalkıncaya kadar bekler” demiştir.
Fevat: Hacc yapmak maksadıyla ihrama giren kimsenin Arafat vakfesine vakti içerisinde yetişemeyip kaçırmasıdır. Onun vakti, arefe günü öğleden sonrası ile bayram sabahı (10 Zilhicce) sabah vakti (fecr-i sadık) girmezden öncesine kadarki zamandır. Bu zaman içinde Arafat´ta bulunamayan vakfeyi kaçırmış olur.
Fidye: Esas itibarıyla esiri esâretten kurtarmak için ödenen maddî karşılıktır, buna îfa da denir. Hacc bahsinde fidye hacc veya umre ile ilgili menasikte husule gelen aksaklıkları -ki bunlara cinayet de denir- telâfi için îfa edilen cezalardır. Kurban, sadaka, oruç hepsi de mezkur fidyenin çeşitleridir. [661]
BİRİNCİ FASIL
HASTALIK VE EZÂ SEBEBİYLE MAHSUR KALANLAR
ـ1ـ عن كعب بن عُجْرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أتَى عليَّ النَّبىَّ # وَأَنا أُوقِد تَحْتَ قِدْرٍ لِى وَالْقَمْلُ يَتَنَاثَرُ عَلى وَجْهِى. فقَالَ: أتُؤْذِيكَ هَوَامُّ رَأسِكَ؟ قُلْتُ نَعمْ. قال: فَاحْلِقْ وَصُمْ ثََثَةَ أيَّامٍ أو أطْعِمْ سِتةَ مَسَاكِينَ لِكُلِّ مِسْكِينٍ نِصْفُ صَاعٍ أوِ انْسُكْ نَسِيكَةً َ أدْرِى بِأىِّ ذلِكَ بَدَأَ. فَنَزَلتْ هذِِه اŒية: فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَرِيضاً أوْ بِهِ أذىً مِنْ رَأسِهِ فَفِدْيَةٌ مِنْ صِيَامٍ أوْ صَدَقَةٍ أوْ نُسُكٍ[. أخرجه الستة.»الهَوامُّ« جمع هامّة، وهي ذوات الدِّبيبِ كالقَمل ونحوه .
1. (1524)- Ka´b İbnu Ucre (radıyallahu anh) anlatıyor: “(Biz Hudeybiye´de iken), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanıma geldi. O sırada ben tenceremin altını yakıyordum. Yüzümde de bitler kaynaşıyordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana:
“Başındaki şu böcekler seni rahatsız etmiyor mu ” diye sordu. Ben:
“Evet! ediyor!” dedim.. Bana:
“Öyleyse traş ol ve üç gün oruç tut veya altı fakiri, her birine yarım sa´ vermek suretiyle doyur veya bir kurban kes. (Bunlardan hangisini yaparsan olur)” dedi. Ancak bu saydıklarının önce hangisini zikretmişti bilemiyorum” diye cevap verdi. Tam o sırada şu âyet nazil oldu:
فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَرِيضاً أوْ بِهِ أذىً مِنْ رَأسِهِ فَفِدْيَةٌ مِنْ صِيَامٍ أوْ صَدَقَةٍ أوْ نُسُكٍ
“Artık içinizden kim hasta olur, yahud başından bir eziyeti bulunursa ona oruçtan, ya sadakadan, yahud da kurbandan biriyle fidye vacib olur…” (Bakara 196). [Buhârî, Muhsar 5, 6, 7, 8, Megâzî 35, Tefsir, Bakara 32, Merdâ 16, Tıbb 16; Müslim, Hac 80, (1201); Muvatta, Hacc 337,. (1, 417); Ebu Dâvud, Menâsik 43, (1856-1861); Tirmizî, Hacc 107 (953); Nesâî, Hacc 96, (5, 194, 195); İbnu Mâce, Menâsik 91, (3079).][662]
AÇIKLAMA:
1- Teysir metninin baş kısmında hareke yanlıştır, şöyle olacak: أتَى عَلَىَّ رَسُولُ اللّهِ Mâna da yukarıda verdiğimiz gibi.
2- Hadisin bazı vecihleri daha teferruatlı: “Biz Hudeybiye´de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte ihramlı idik. Müşrikler bize engel olmuşlar, umre yapamıyorduk. Kulaklarıma kadar inen (gür) saçlarım vardı. Yüzümde bitler kaynaşıyordu [öyle ki, başımdaki her tüyün tepeden tırnağa bit dolduğunu zannettim]. (Fakat ihramlı olduğum için dokunamıyordum)[663] Bana:
“Başındaki şu böcekler seni rahatsız etmiyor mu ” diye sordu.
“Evet!” diye cevap verdim. Derken şu âyet nazil oldu….”
3- Burada, traş olma yasağına uymama hâlinde terettüp eden ceza gözükmektedir. Rivayetten anlaşılacağı üzere, ihrama girdikten sonra temizleyemediği için birden çoğalan bitler yüzüne dökülecek, her kılı tepeden tırnağa bit olmuş zannettirecek bir hâl alır ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a intikal edecek derecede bunların verdiği rahatsızlık artar.
Bu durum üzerine nazil olan âyet, böyle durumlarda “fidye” ödemek kaydıyla yasağın ihlâl edilebileceğini bildirir. Ka´b İbnu Ucre (radıyallahu anh) traş olmak suretiyle bitten temizlenebilecek, ancak âyetin beyan ettiği fidyelerden biriyle aksamayı telâfi edecektir. Âyette fidye olarak şunlar zikredilir:
* Oruç.
* Sadaka.
* Kurban.Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), sadedinde olduğumuz hadiste bunların miktarını tayin etmektedir:
* Oruç: Üç gündür, âlimler bunun teşrik günlerinde tutulmasını mekruh addetmiştir
* Sadaka: Altı fakirin doyurulması. Burada bir fakire takdir edilecek miktar yarım sa´dır.
* Kurban: Bir koyun veya keçidir. Dileyen sığır veya deve kesebilir, koyundan fazlası teberrudur.[664]
4- Fidyede muhayyerlik
FİDYEDE MUHAYYERLİK:
Âyet ve hadis, ihramlı iken traş olan kimsenin oruç, sadaka ve kurban nev´inden bir fidyede bulunmasını emretmektedir. Ancak, hatıra şu soru gelmektedir: Kişi bunlardan birini seçmekte serbest mi yoksa âyette gelen sırayla gücü yeteni mi yapacaktır
Âlimler bu meseleye farklı cevap vermiştir. Öncelikle şunu belirtelim: Bu meseleye temâs eden rivayet çok farklı vecihlerden gelmiştir ve hadislerde her seferinde oruç, sadaka, kurban sırası görülmez, bazıları önce kurbanı zikreder.
Hatta bir rivayette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ka´b´a:
“Bir koyun bulabilir misin ” diye sorar. Ka´b bulamayacağını söyleyince:
“Öyle ise ya oruç tut, ya fakir doyur!” demiştir.
Ayrıca, hadisin bazı vechinde, “Bunlardan hangisini yaparsan olur” ziyadesi de mevcuttur.
Hülâsa bir kısım âlimler, bunlardan birini yapmakta ferdin muhayyer olduğunu söylemiştir. İbnu Abdilberr bütün beldelerdeki âlimlerin bu kanaatte olduğunu belirtir.
Ancak Ebu Hanife, İmam Şâfiî ve Ebu Sevr muhayyerliğin zaruret zamanına ait olduğunu söylemiştir. Yani traş olmaya mecbur olan kimse muhayyerdir, fidyesini dilediği şekilde yerine getirir. Fakat keyfî olarak traş olup, ihram yasağı işleyen günahkâr olur ve buna ihtiyar tanımaz. En ağırı olan kurban kesmeye mecburdur. Nitekim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da Ka´b´a önce kurban kesip kesemeyeceğini sormuştu.
Ebu Âvene bu hadisi esas alarak: “Hayvan kesmeye muktedir olanlar oruç tutmaz, fakir de doyuramaz” hükmüne ulaşır. Ancak bu görüş fazla taraftar bulmamıştır.[665]
5- Fidyenin yeri.
FİDYENİN YERİ:
Sadedinde olduğumuz hadis, ihram cinayeti sebebiyle ödenmesi vacib olan fidyenin ödeneceği yer hususunda bir tasrihde bulunmamıştır. Bu sebeple, fidyenin edâ edileceği yer hususunda ulemâ ihtilâf etmiştir.
* Ebu Hanife´den birkaç farklı fetva rivayet edilmiştir. Bir rivayete göre, hayvan kesme işi de, fakir doyurma işi de Mekke´de olmalıdır, başka yerde caiz değildir.
Bir başka rivayete göre kurban kesimi sadece Mekke´de caizdir, fakir doyurma işi başka yerde de olabilir.
* İmam Mâlik, hadisin mutlak gelmiş olmasına bakarak: “Fidyenin nerede olsa edâ edilebileceğine hükmetmiştir. Ona göre, bunun kurban kesmek, oruç tutmak veya fakir doyurmak şekillerinden biriyle yerine getirilmesi arasında fark yoktur, hangi şekilde olursa olsun, her yerde edâ edilebilir.
* İmam Şâfiî, hayvan kesmekle, fakir doyurma işinin sâdece Mekke´de veya Harem-i Şerif´te câiz olacağına hükmetmiştir.
* Tâvus, Atâ, Mücâhid ve Hasan-ı Basrî´nin de kurban ve fakir doyurma işlerinin sadece Mekke´de câiz olacağını söylediklerini rivayet etmiştir.
Fidye, oruç tutmak şeklinde yerine getirilmesi halinde, her yerde tutulabileceği hususunda ulemânın ihtilâfı yoktur.[666]
6- Sadaka.
SADAKA:
Fidye olarak ödenecek sadaka altı fakiri doyurmaktır. Bu, bir fakiri altı gün doyurmak şeklinde edâ edilebileceği gibi, altı fakiri -mutad üzere günde iki öğün hesabıyla- bir gün doyurmak şeklinde de edâ edilebilir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu maksadla yapılacak harcamanın asgarî miktarını da belirtir: Yarım sa´. İmâm Mâlik, Şâfiî, İshâk, Ebu Sevr ve Dâvud-u Zâhirî´ye göre keffâret buğday, arpa ve kuru hurma gibi şeylerin hepsinden yarım sa´ olarak verilir
İmam-ı Âzam´a göre bu fidye buğdaydan yarım sa´, arpa veya kuru hurmadan bir sa´ verilir. Süfyân-ı Sevrî de böyle hükmeder.
Bir sa´ örfî dirhemle 2,120 kg´dır.
İbnu´t-Tîn ve diğer bir kısım âlimler bu hadis vesilesiyle şöyle demişlerdir:
“Şârî, burada bir günlük orucu bir sa´lık sadakaya muâdil kıldı. Halbuki, Ramazan orucunu yemede ise, bir günlük orucu bir müdd´lük sadakaya muâdil kıldı (Müdd, sa´ın dörtte biri). Zıhâr ve Ramazan´da cima için de böyle kıldı. Yemin kefâretinde ise, bir gün orucu 3,3 müdde muâdil kıldı. Bu durum, hudud ve takdirâtta kıyasın câri olmadığına en kavi delildir. (Şârî ne beyan etmişse o esastır).”[667]
ـ2ـ وعن الحَجَّاج بن عمرو ا‘نصارى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سَمِعْتُ رسولَ # يقول: مَنْ كُسِرَ أو عَرجَ فقَدْ حَلَّ وَعلَيْهِ الحَجُّ مِنْ قَابِلٍ[. أخرجه أصحاب السنن.
2. (1525)- el-Haccâc İbnu Amr el-Ensârî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim: “Kimin (bir bacağı) kırılır veya sakatlanırsa ihramdan çıkar (ve memleketine döner ve müteâkip sene yeniden hacc yapar.” [Tirmizî, Hacc 96, (940); Ebu Dâvud, Menâsik 44 (1862); Nesâî, Hacc 102, (5, 198, 199).][668]
AÇIKLAMA:
1- Kur´ân-ı Kerim, hacc için ihram giydikten sonra, meşru bir engelle karşılaşarak hacc yapamayanlar hakkında şöyle der: فَانْ اُحْصِرْتُمْ فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْىِ “..Fakat (herhangi bir sebeple hacc ve umreden) alıkonursanız o halde kolayınıza gelen kurbanı (gönderin, bununla beraber) kurban yerine (Mina´ya) varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin..” (Bakara 196).
2- Sadedinde olduğumuz hadis-i şerif, kırık veya sakatlanmanın, âyette ruhsat verilen bir mazeret olduğunu, böyle bir kimsenin ihramdan hemen çıkıp memleketine dönebileceğini beyan buyurmaktadır.
Hattâbi der ki: “Hadiste “gelecek sene haccını yeniler” kaydı, farz olan hacca niyet eden içindir. Eğer nafile bir hacc yapıyor idiyse, bu ihsâr sebebiyle kesmesi gereken dışında kendisine bir şey gerekmez.” İmam Malik ve Şâfiî´nin hükmü böyledir.
Hattâbî şunu da söylemiştir: “Bu hadis, düşman engellemesi olmadan, ihramlıya ârız olan hastalık ve diğer bir özür de ihsârdır diyen Ebu Hanife, onun ashabı ve Sevrî gibileri için hüccettir.”
Ebu Hanife ve ashabı: “Bu engellemeye mâruz kalana, ihsâr kurbanı dışında, bilahere hem umre ve hem de hacc gerekir” derler.
Mücâhid, Şa´bî ve İkrime de: “Gelecek yıl hacc gerekir” demişlerdir.
3- Ulemâ, kırık ve sakatlanmanın ihsâra girmesi için ihrama girdikten sonra vukuunu şart koşarlar.[669]
ـ3ـ وعن أبى أسماء مولى عبداللّهِ بن جعفر. ]أنَّهُ كانَ مَعَ مَوَهُ، فَمَرُّوا عَلى الحُسَيْنِ ابْنِ عَلىٍّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما وهُوَ مَريضٌ بِالسُّقْيَا. فَأقَامَ عَلَيْهِ عَبْدُاللّهِ ابْن جعْفرٍ حَتَّى خَافَ الْفَوْتَ فَبَعَثَ إلى عليٍّ وَأسْمَاءَ بِنْتِ عُمَيْسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهما وَهُمَا بِالْمَدِينَةِ فَقَدِمَا عَلَيْهِ. ثُمَّ إنّ
حُسَيْناً رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أشَارَ إلى رأسِهِ. فَأمَرَ عَليٌّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ بِحَلْقِ رأسِهِ. ثُمَّ نَسَكَ عنه بِالسُّقْيَا فَنَحرَ عَنْهُ بَعِيراً[.قال يحيى بن سعيد: وكانَ حُسَيْنٌ خَرَجَ مَعَ عُثْمَانَ بنِ عَفَّانَ في سَفَرِه ذلِكَ إلى مَكَّةَ. أخرجه مالك .
3. (1526)- Ebu Esmâ Mevlâ Abdillah İbni Ca´fer (rahimehullah)´in anlatığına göre: “Efendisi Abdullah İbnu Ca´fer´le beraber Medine´den çıktılar. Sükyâ´da hasta olan Hüseyin İbnu Ali (radıyallahu anhümâ)´ye uğradılar, Abdullah İbnu Ca´fer, Hz. Hüseyin´le ilgilenmek için yanında kaldı. Haccın fevte uğramasından (o sene kaçırmaktan) korkarak Medine´de mukim Hz. Ali ve (zevcesi) Esma Bintu Umeys (radıyallahu anhümâ)´e haber gönderdi, bunlar derhal yanına geldiler. Hz. Hüseyin (radıyallahu anh) (ağrıdan şikayet ederek) başına işaret etti. Hz. Ali (radıyallahu anh) başının traş edilmesini emretti. Sonra onun adına Sükyâ´da kurban kesilmesini emretti ve bir deve kesildi.”
Yahya İbnu Said der ki: “Bu seferinde Hz. Hüseyin (hacc maksadıyla) Mekke´ye müteveccihen Hz. Osman (radıyallahu anh)´la birlikte yola çıkmıştı.” [Muvatta, Hacc 165, (1, 388).][670]
ـ4ـ وعن عمرو بن سعيد النخعى: ]أنه أهلَّ بعمرةٍ. فَلَمَّا بَلَغَ ذاتَ الشُّقُوقِ لُدِغَ فَخَرَجَ أصْحَابُهُ إلى الطَّرِيقِ عَسى أنْ يَلْقَوْا مَنْ يَسْألُونَهُ. فَإذَا هُمْ بِابنِ مَسْعُودٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَقَالَ لَهُمْ. لِيَبْعَثْ بِهدْىٍ أوْ بِثَمَنِهِ وَاجْعَلُوا بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُ أمَارَةً يَوْماً. فَإذَا ذُبِحَ الهَدْىُ فَلْيُحِلَّ وَعَلَيْهِ قَضَاءُ عُمْرَتِهِ[. أخرجه رزين .
4. (1527)- Amr İbnu Saîd en-Nehaî (rahimehullah)´nin anlattığına göre: “(Umre yapmak üzere ihrama girdikten sonra) Zatu´ş-Şukûk denen yere varınca orada kendisini yılan sokar. Arkadaşları, bu meseleyi sorabilecekleri bir kimseyle karşılaşmak üzere, (herkesin gelip geçtiği ana) yola çıkarlar. Derken İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) karşılarına çıkar. Onlara şu fetvayı verir:
“Hemen bir hedy (kurbanlık) veya onun değeri miktarınca nakit parayı (Mekke´ye) gönderin. Onunla kendi aranıza bir günlük alâmet koyun, hedy kesildi mi ihramdan çıksın. Ayrıca, bu umreyi de bilâhere kaza etmen gerekir.” [Rezîn tahriç etmiştir.] [671]
AÇIKLAMA:
İbnu Mes´ud (radıyallahu anh)´un tavsiye ettiği bir günlük alâmetten maksad, kurbanın Harem bölgesine ulaşacağı tahmin edilen müddet olsa gerektir. Hedyin mahalline varmadan ihramdan çıkılmış olmaması için, bunun önceden tahmin edilmesi, vazifelendirilen şahsın bu takvime göre vazifeyi tamamlaması gerekir. Rivayette, İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) Zâtu´ş-Şukuk´la Harem arasını bir günlük mesâfe olarak takdir etmiş olmalıdır.
Hanefîlere göre muhsar, Harem bölgesinde ise, bulunduğu yerde kurban kesip ihramdan çıkabilir. Harem bölgesinin dışında ise, belirtilen vakitte kesilmek üzere kurban veya bedelini Harem bölgesine gönderir. Sadedinde olduğumuz hadisteki vak´anın, Harem bölgesi dışında cereyan ettiği anlaşılmaktadır. Kurban kesilmeden ihramdan çıkmamalıdır. Kesilmiştir zanniyle önceden çıkıldığı tebeyyün ederse veya bu müddet içerisinde ihram yasakları işlenecek olursa ihram cinayeti işlemiş sayılır, fidyeye hükmedilir.
Şafiîlere göre, bu durumda ihsâr kurbanını bulunduğu yerde keser, Harem´e göndermesi şart değildir. [672]
İKİNCİ FASIL
DÜŞMAN TARAFINDAN MÂNİ OLUNAN KİMSE
ـ1ـ عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]أُحْصِرَ رسولُ اللّه # فحَلَقَ رأسَهُ، وَنَحَرَ هَدْيَهُ، وَجَامَعَ نِسَاءَهُ، وَاعْتَمَرَ عاماً قَابًِ[. أخرجه البخارى .
1. (1528)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (Hudeybiye´de) engellenmişti. Başını traş etti, kurbanını kesti, hanımlarına temasta bulundu, müteâkip sene umresini yaptı.” [Buhârî, Muhsar 1.][673]
ـ2ـ وعن ناجية بن جُندُب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أَتَيْتُ رسولَ اللّهِ # حِينَ صُدَّ الْهَدْى فَقُلْتُ يَا رسوُلَ اللّهِ: ابْعَثْ مَعِى الْهَدْىَ ‘نْحَرَهُ بِالْحَرَمِ قال: كَيْفَ تَصْنَعُ بِهِ؟ قُلْتُ: آخُذُ بِه في مَوَاضِعَ وَأوْدِيَةٍ َ يَقْدِرُونَ عَلَيْهِ. فَانْطَلَقْتُ بِهِ حَتى نَحرتُهُ في الحَرَمِ، وَكانَ قَدْ بَعَثَ بهِ لِيُنْحَرَ في الحََرَمِ فَصدُّوهُ[. أخرجه رزين .
2. (1529)- Nâciye İbnu Cündüb (radıyallahu anh) anlatıyor: “(Hudeybiye´de) kurbanlıkların önü kesildiği zaman Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e gelerek:
“Ey Allah´ın Resûlü! Kurbanlığı benimle gönder, onu Harem´de keseyim!” dedim. Bana:
“Bunu nasıl yapacaksın ” dedi. Ben:
“Onların göremeyecekleri yerlerden ve vâdilerden götürürüm” dedim. [Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)] müsaade etti. Ben de onu götürüp Harem´de kestim.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Harem´de kesilmesi için benimle göndermişti. Çünkü (Mekkeli müşrikler) kendisine mâni olmuşlardı.” [Rezîn´in ilâvesidir (İbnu Hacer, bu rivayeti Nesâî´den naklen Fethu´l-Bâri´de kaydeder (4, 382).][674]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, “Muhsarın yani hac ve umre yapmasına engel çıkarılan kimsenin, ihramdan çıkabilmesi için kurbanının Harem bölgesinde kesilmesi şarttır” diyen Hanefî görüşü te´yid eden rivayetlerden biri olmaktadır. Buna göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hudeybiye yılında, Nâciye İbnu Cündüb´ü -müşriklerin göremeyeceği yollardan- hedyi ile göndererek Harem hududu içerisinde kesilmesini sağlamıştır. Mukabil görüşü benimseyenler, bunun vücub ifade etmediğini, zîra geri kalan kurbanların Hıll´de yani Harem dışında kesildiğini söylerler.
2- Bu rivayet, İmam Mâlik´e nisbet edilen ihsâr ahkâmı hacca mahsustur, umrede yoktur; umrede engelle karşılaşan kimse, Kâbe´ye ulaşmadan ihramdan çıkamaz, zîra haccda olduğu gibi, umre zamanla kayıtlı değildir, umrenin fevt olması diye bir şey mevzubahis değildir, senenin her gününde umre yapabilir görüşünü de reddeder.[675]
ـ3ـ وعن مالك قال: ]إذَا أُحْصِرَ بعَدُوٍّ يحلقُ في أىِّ مَوْضِعٍ كانَ وََ قَضَاءَ عَلَيْهِ، ‘نَّ رسولَ اللّهِ # وَأصْحَابَهُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُم نَحَرُوا الْهَدْىَ بِالحُدَيْبِيَّةِ وَحَلَقُوا وَحَلُّوا مِنْ كُلِّ شَئٍ قَبْلَ الطّوَافِ وَقَبْلَ أنْ يَصِلَ مَا أرْسَلَ مِنَ الْهَدَايَا إلى الْبَيْتِ. ثمَّ لَم يَصِح أنَّهُ # أمَرَ أَحَداً أنْ يَقْضِى شَيئاً وََ أنْ يَعُودَ له[. أخرجه البخارى في ترجمة باب 3.
(1530)- İmam Mâlik (rahimehullah) demiştir ki: “Kişi (haccda) düşman sebebiyle engellenirse, her nerede engele maruz kaldı ise, orada traş olup ihramdan çıkar. Kendisine yeniden bunu kaza etmesi gerekmez. Zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Ashab´ı (radıyallahu anhüm), kurbanlığı Hudeybiye´de kestiler. Beytullah´ta kesilmek üzere gönderilen kurbanlıklar mahalline varmazdan ve tavaf yapmazdan önce traş olup, her çeşit ihram yasaklarından çıktılar. Ve dahi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın birisine umre menâsikinden) bir şey yapması veya (o anda yapmadığını) sonradan yapmasını emrettiği de sahih değilir.” [Muvatta, Hacc 98, (1, 360); Buhârî, Muhsar 4 (Bab başlığında).][676]
AÇIKLAMA:
1- Görüldüğü üzere, İmam Mâlik hazretleri, bir önceki rivayeti ve benzerlerini sahih kabul etmemektedir. Muvatta´daki rivayette ثُمَّ لَمْ يَصِح şeklinde değil, ثُمَّ لَمْ يُعْلَمْ yani “ve dahi… bilinmiyor” şeklinde gelmiştir, mâna esasta farksızdır.
2- Engelleme (ihsâr) sebebiyle, umre yapılmadan kurbanların Hudeybiye´de kesilmesi kesinlik kazanınca İmam Mâlik (rahimehullah)´in: “Muhsar, kurbanlığını Harem´e göndermeden, bulunduğu yerde kesip traş olarak ihramdan çıkar” hükmüne varması tabiidir. Bu aynı zamanda Cumhur´un hükmüdür.
3- İmam Mâlik´i “her nerede olursa” hükmüne götüren husus Hudeybiye´nin Harem´in dışında olmasıdır. Ancak Atâ ve daha başkaları Hudeybiye´deki kesimin Harem´de olduğunu söylemiştir.
4- Yukarıdaki rivayetle ilgili olarak, İbnu Hacer´in İmam Şâfiî (rahimehullah)´den kaydettiği bir tahlili kaydetmede fayda görüyoruz:
İmam Şâfiî Hudeybiye´yi, bir rivayette Harem´in dışında, bir başka rivayette de yarısı Harem´de ve yarısı Hıll´de olarak değerlendirmiş ise de Müslümanların kurbanları Harem dışında, yani Hıll´de kestiklerine hükmetmiştir. Bu hükme varırken âyetten istidlâl eder. Zîra ayette: وصدو كم عن المسجدالحرام والهدى معكوفا أَن يبلغ محله “Onlar küfreden, sizi Mescid-i Haram´dan ve alıkonulmuş kurbanlıkların mahalline ulaşmasından menedenlerdir…” (Feth 25) buyurulmaktadır. Şâfiî hazretleri der ki: “Âyette geçen kurbanlığın mahallinden murad âlimlere göre Harem´dir. Âyette, Cenab-ı Hakk müşriklerin buna mâni olduklarını Harem´e gidemediklerini haber vermektedir. Yine der ki: “Kesime nerede engel çıkarıldı ise orada ihramdan çıktı. Daha sonra bunun kazası da yok. Çünkü, âyet-i kerimede kaza edilmesinden söz edilmemiştir. Meğâzî yazarlarının haberlerinden tesbit ettiklerim bu söylediklerimi te´yid eder mahiyettedir. Zîra, onların rivayetlerini inceleyerek şu hususu öğrendik: Hudeybiye Seferi´nde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte tanınmış şahıslar vardı. Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) umretü´lkazayı îfa etti, ancak bu meşhurlardan bir kısmı ne mal, ne can yönünden hiç bir mâzeretleri olmadığı halde Medine´de kaldı. Şayet yapılmayan umreyi kaza etmek bir vecibe olsaydı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu şahıslara ondan geri kalmamalarını emrederdi.”
Şâfiî hazretleri bir başka yerde şöyle der: “Bu umrenin Umretü´l-Kaza diye isimlenmesi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile Kureyş arasında cereyan eden mukâzât (= karşılıklı hükümleşme) (hükümleşme, muâhede) den ileri gelir, bu umrenin kaza edilmesinin vacib olmasından değil.”
İbnu Hacer der ki: “Vakidî, Megâzî´de, Zührî ve Ebu Ma´şer tarikinden rivayet eder ki: “Dediler: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashabına umreye katılmalarını emretti. Hayber´de şehid düşenlerle ölenler dışında hiç kimse geri kalmadı, hepsi katıldı. Katılanların sayısı iki bin kişi idi.” Şâyet sahihse bu rivayetle, bundan önceki rivayetin arasını te´lif etmek mümkündür, şöyle ki: “Buradaki “emir” vücub emri değil, istihbâb emridir. Zîra Şâfiî hazretleri umretü´lkaza ya özürsüz olarak bir grub Ashab´ın katılmadığını cezmederek (kesin bir üslubla) ifade ediyor. Keza, yine Vâkidî, İbnu Ömer hadisi olarak rivayet eder ki, İbnu Ömer: “Bu umre, kaza umresi değildir, bilâkis Kureyş´le yapılan antlaşmada: “Müslümanlar gelecek sene engellendikleri ayda umre yapacaklar” diye bir şart vardı, bu madde gereği Kureyşliler, Müslümanlara müsaade ettiler.” [677]
ÜÇÜNCÜ FASIL
MÜDDETTE YANILANLAR VEYA YOLU KAYBEDENLER
ـ1ـ عن سليمان بن يسار ]أنَّ أبَا أيُّوبَ ا‘نْصَارىَّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ خَرَجَ حَاجّاً حَتَّى إذَا كانَ بِالْبَادِيةِ مِنْ طَرِيقِ مَكَّةَ أضَلَّ رَوَاحِلَهُ، وَأنَّهُ قَدِمَ عَلى عُمَرَ ابْنِ الخَطَّابِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يَوْمَ النَّحْرِ فذكَرَ ذلِكَ لَهُ فقَالَ: اصْنَعْ مَا يَصْنَعُ المعْتَمِرُ ثُمَّ قَدْ حَلَلْتَ فَإذَا أدْرَكَكَ الحَجُّ قَابًِ فَاحْجُجْ وَاهْدِ مَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الهَدْى[. أخرجه مالك .
1. (1531)- Süleymân İbnu Yesâr anlatıyor: “Ebu Eyyûb el-Ensârî (radıyallahu anh) hacc yapmak üzere yola çıktı. Mekke yolu üzerindeki Bâdiye´ye gelince develerini kaybetti. Yevm-i nahrde Hz. Ömer (radıyallahu anh)´e gelerek, durumu ona anlattı. Hz. Ömer (radıyallahu anh) kendisine:
“Önce umre yapıyorsun gibi hareket et. Sonra ihramdan çık. Sonra müteâkip senenin haccına yetişirsen hacc yap, kolayına giden bir de kurban kes.” [Muvatta, Hacc 153, (1, 383).][678]
AÇIKLAMA:
1- Muvatta´nın rivayetinde Bâdiye değil, Nâziye geçer. Burası da Mekke yolu üzerinde bir yer adıdır, ama Bâdiye´nin bir başka adı değil, ayrı bir mevkidir.
2- Hz. Ömer (radıyallahu anh)´in: “Umre yapıyorsun gibi hareket et” sözü; “Haccını umreye çevir ve ihramdan çık” demektir. Zîra yevm-i nahrde Mekke´ye gelen kimse vakfeleri kaçırmış demektir. Hz. Ömer (radıyallahu anh) hacc niyetiyle girdiği ihramdan da umre yaparak çıkabileceğini söylemiş olmaktadır.[679]
ـ2ـ وعنه أيضاً ]أنَّ هَبَّارَ بنَ ا‘سْوَدِ جَاءَ يَوْمَ النَّحْرِ وَعُمَرُ بنُ الخَطّابِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يَنْحَرُ هَدْيَهُ فقَالَ: يَاأمِيرَ المُؤمِنينَ أخْطَأنَا
الْعَدَدَ، كُنَّا نَرَى أنَّ هذَا الْيَوْمَ يَوْمُ عَرَفَةَ فقَالَ: اذْهَبْ إلى مَكَّةَ وَطُفْ أنْتَ وَمَنْ مَعَكَ وَانْحَرُوا هَدْياً إنْ كانَ مَعَكُمْ ثُمَّ احْلِقُوا أوْ قَصِّرُوا وَارجِعُوا فإذَا كانَ عَاماً قَابً فَحُجُّوا وَأهْدُوا فَمَنْ لَمْ يجدْ فصيامُ ثثةِ أيَّامٍ في الحَجِّ وَسَبْعَةٍ إذَا رَجَعْتُمْ[. أخرجه مالك .
2. (1532)- Yine Süleyman İbnu Yesar´dan rivayet edildiğine göre: “Hebbâr İbnu´l-Esved, yevm-i nahrde kurban kesmekte olan Hz. Ömer (radıyallahu anh)´e gelerek: “Ey mü´minlerin emîri, hesapta yanıldık. Biz bugünü arefe günü diye hesaplıyorduk” dedi. Hz. Ömer:
“Öyleyse Mekke´ye git, sen ve beraberindekiler tavaf edin, beraberinizde kurban getirdiyseniz bir kurban kesin. Sonra traş olun veya saçınızı kısa kesin ve (artık memleketinize) dönün. Gelecek yıl yeniden hacc yapın, kurban kesin. Kurbanlık bulamayan, üç gün hacc sırasında, yedi gün de dönüşte olmak üzere (on gün) oruç tutsun.” [Muvatta, Hacc 154, (1, 383).][680]
AÇIKLAMA:
1- Zürkânî, Hebbâr´ın, hacc için Şam´dan geldiğini belirtir.
2- Daha önce belirtildiği üzere, Arafat vakfesini kaçıran, haccını müteâkip sene yeniler. Burada mesele ihramdan çıkma ile ilgilidir. Zîra ihrama girmiş olan birisi hacc veya umre yapmadan ihramdan çıkamaz. Şu halde Arafat vakfesini kaçıran kimse, haccı kaçırdığına göre, ihramdan çıkabilmek için umre yapacaktır. Şöyle ki:
Niyet ettiği haccın çeşidine göre:
1) Hac-ı İfrad’a niyet eden, umre yapar ve ihramdan çıkar, müteâkip yılların birinde haccını kaza eder.
2) Hacc-ı temettuya niyet etmiş idiyse, vakfeye yetişemediği için zaten temettu bâtıl olur, bu sebeple temettu kurbanı kesmesi gerekmez. Bir umre daha yaparak ihramdan çıkar. Haccını daha sonraki yıllarda kaza eder.
3) Hacc-ı kıran için niyetlenmiş olan, vakfenin fevtinden önce umre yaptı idiyse, ikinci bir umre daha yaparak ihramdan çıkar, hacc yapamadığı için kurban gerekmez. Eğer vakfenin fevtinden önce umre yapmamış ise, önce umre ihramından çıkmak için tavaf ve sa´y yapar. Sonra hacc ihramı için ikinci kere tavaf ve sa´y yapar, traş olup ihramdan çıkar. Müteâkip yıllarda haccını kaza eder.
Sadedinde olduğumuz rivayette, Arafat vakfesini fevt eden (kaçıran) kimseye Hz. Ömer kurban kesmesini de emreder, Hanefî mezhebinde, haccın hangi çeşidine niyet edilmiş olursa olsun, ceza kurbanı gerekmez. Çünkü ihramdan çıkmak için yapılan umreler, ihsârlı kimsenin kestiği kurban yerine geçer.
İmam Mâlik, hacc-ı kırana niyet eden kimsenin vakfeyi kaçırması halinde, ihramdan çıkabilmesi için iki kurban kesmesi gerektiğini söyler: Biri hacc-ı kırân için, biri de haccın fevti için. Bu ikinci kurban ceza kurbanıdır. Zürkânî der ki: Eğer haccı ifsad eden bir fiili varsa üçüncü bir kurban daha keser. [681]
DÖRDÜNCÜ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
ـ1ـ عن عليّ وابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُم قا: ]مَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الهَدْىِ هُوَ شَاةٌ[. أخرجه مالك .
1. (1533)- Hz. Ali ve Hz. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demişlerdir ki: “İhsarlıya âyet-i kerimede فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْىِ “…kolayınıza gelen kurbanı…” ifadesiyle emredilmiş bulunan kurbandan (Bakara 196) maksad bir koyundur.” [Muvatta, Hacc 158).][682]
AÇIKLAMA:
Hedy, hacc menasikine bağlı olarak kesilen kurbanlarla, Kâbe´ye hediye edilen kurbanlara denir. Hedy büyük baş havyandan da olabilir, küçük baş hayvandan da. Âyette ihsârlıya hedy emredilmekte fakat bunun cinsi belirtilmemektedir. Hz. Ali, burada deve, sığır gibi büyük baş hayvanın değil, koyun, keçi gibi -kurban olarak sunulması câiz olan- küçük baş hayvanın kastedildiğini açıklamaktadır.[683]
ـ2ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّهُ سُئِلَ عَمَّا اسْتَيْسَرَ مِنْ الهَدْىِ. فقَالَ: بَدَنَةٌ أوْ بَقَرَةٌ أوْ سَبْعُ شِيَاهٍ، وَأنْ أُهْدِىَ شَاةً أحبُّ إلىَّ مِنْ أنْ أصُومَ أوْ أُشْرِكَ في جَزُورٍ[. أخرجه مالك إلى قوله: بقرة. وأخرج باقية رزين .2.
(1534)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´den rivayet edilmiştir ki: فَمَا اسْتَيْسَرَ مِنَ الْهَدْىِ “(İhsârlıya kolayına gelen bir hedy terettüp eder) âyetinden sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: “Bundan maksad ya bir deve veya bir sığır veya yedi koyundur. Bir koyun kesmem, bana oruç tutmamdan veya bir deveye ortak olmamdan daha hoş gelir.” [Muvatta, Hacc 160. (Muvatta´da hadisin, “sığır” kelimesine kadar olan kısmı mezkurdur. Geri kalan kısmını Rezîn zikretmiştir).] [684]
AÇIKLAMA:
Zürkânî, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in âyette ihsârlıya emredilen kurbanı deve veya sığır anlamış olmasını “istihbâb”a hamleder ve der ki: “İbnu Ömer şöyle demek istemiştir: “İhsârlı, şâyet bir sığır veya deve keserse bu daha iyidir, bunu yapmak müstehabdır.” Binaenaleyh, Hz. Ali ve Hz. İbnu Abbâs´ın âyette kastedilen kurbanın “bir koyun” olacağı hususundaki tefsirlerine aykırı değildir, aralarında ihtilâf yoktur. Bu söylediğimize bizzat İbnu Ömer´in (müteakip rivayette gelecek olan) sözü delâlet eder: “Sadece bir koyun bulabilsem, bunu kurban etmem, bana oruç tutmamdan daha hoş gelir” buyurmuştur. Mâlum olduğu üzere hedyin en üstünü devedir. Öyle ise deve kesmek nasıl âyette beyan edilen “kolayınıza gelen” olur “[685]
ـ3ـ وعن صَدقة بن يسار المكى ]أنَّ رَجًُ مِنْ أهْلِ الْيَمَنِ جَاءَ إلى ابن عمرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما وَقَدْ ضَفَرَ رَأسَهُ. فقَالَ يَا أبَا عَبْدِالرَّحْمنِ: إنِّى قَدِمْتُ بِعُمْرَةٍ مُفْرَدَةٍ. فقَالَ عَبْدُاللّهِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: لَوْ كُنْتُ مَعَكَ وَسَألْتَنِى ‘مَرْتُكَ أنْ تُقْرِنَ. فقَالَ: قد كانَ ذلِكَ. فقَالَ: خُذْ مَا تَطَايَرَ مِنْ شَعَرِ رَأسِكَ وَأهْدِ. فقَالَتِ امْرَأةٌ مِنْ أهْلِ الْعِرَاقِ: وَمَا هَدْيُهُ يَا أبَا عبدِالرحمن؟ فقَالَ: هَدْيُهُ. فقَالَتْ: مَا هَدْيُهُ؟ فقالَ ابنُ عُمَرَ: لَوْ لَمْ أجِدْ إَّ أنْ أذْبَحَ شَاةً لَكَانَ أحَبَّ إليَّ منْ أن أصومَ[. أخرجه مالك .
3. (1535)- Sadaka İbnu Yesâr el-Mekkî anlatıyor: “Saçları örtülü Yemenli bir kimse İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´e gelip:
“Ey Ebû Abdirrahmân, ben müstakil bir umre yapmak üzere geldim” dedi. Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ):
“Ben seninle olsaydım da bana sormuş bulunsaydın, sana hacc-ı kıran yapmanı emrederdim” dedi. Adam:
“Bu zaten öyleydi (ancak kaçırdım)” dedi. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ):
“Başındaki saçlardan şu uçuşanları al (kes) ve kurban kes!” dedi. (Orada bulunan) Iraklı bir kadın söze karıştı:
“Kurbanı da neymiş ey Ebu Abdirrahman ”
“Kurbanıdır!” Kadın tekrar sordu.
“Kurbanı nedir ” İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) şu cevabı verdi:
“Sadece bir koyun bulabilsem, onu kurban etmem bana oruç tutmamdan daha hoş gelir.” [Muvatta, Hacc 162, (1, 386-387).][686]
AÇIKLAMA:
Yemenlinin: “Bu zaten öyleydi” diye tercüme ettiğimiz قَدْكَانَ ذلِكَ cevabını, Zürkânî: “Benim size haber verdiğim, temettudan idi” diye anlar. Ebu Abdilmelik aynı cevabı şöyle anlamıştır: “Senin söylediğini kaçırdım. Zîra artık ben, umre için tavaf ve sa´y yaptım. Şimdi bana ne lâzım: Traş mı, kısaltma mı ”
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in cevabından şu anlaşılmıştır:
“Başındaki saçlardan uzun olanları kısalt ve temettu için de kurban kes!”
İbnu Ömer, kadının “Kurbanı da neymiş ” sorusuna, iki ayrı sefer mücmel şekilde “kurbanıdır” diye cevap verir, açıklama yapmaz. Zîra, adamın en iyisini keseceğini ümid etmektedir. Çünkü kurban kelimesine deve, sığır, koyun, keçi hepsi girer, en iyisini anlayarak deve kesmesini temenni etmektedir. Ancak, kadının ısrarlı sorusu karşısında İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) açıklamak mecburiyetinde kalıyor. Ve tek koyunu kurban etmenin, böylece kurbanın, oruca tercih edilmesinin nazarında daha hoş olduğunu belirtiyor. Zürkânî: “İbnu Ömer´in bu sözü, daha önceki “âyetteki hedy´den murat deve veya sığırdır” hükmüne iki açıdan muhalif düşmez:
1- Bu fetvasından rücû etmiş olabilir.
2- Sığır ve deve bulamayanlara diyerek kayıtlı olarak koyuna ruhsat vermiş olabilir. Zîra kim sığır veya deve kesebilirse, kendisi için bu efdaldir” der. [687]
ONİKİNCİ BÂB
MEKKE´YE GİRİŞ, KONAKLAMA VE ORADAN ÇIKIŞ ÂDÂBI
ـ1ـ عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ رسول اللّه # دَخَلَ مَكَّةَ مِنْ كَدَاءَ مِنَ الثَّنِيَّةِ الْعُلْيَا التى عِنْدَ البَطْحَاءِ. وَخَرَجَ مِنَ الثّنِيّةِ السُّفْلَى[. أخرجه الخمسة إ الترمذي.»كداءُ« بفتح الكاف والمدِّ من أعلى مكة وبعضها والقصر مصروفاً من أسفلها .
1. (1536)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mekke´ye Kedâ´dan Bathâ´nın yanındaki yukarı yoldan girdi ve aşağı yoldan da çıktı.” [Buhârî, Hacc 41, 15; Müslim, Hacc 223 (1257); Ebu Dâvud, Menâsik 45, (1866, 1867); Nesâz, 105, (5, 200); İbnu Mâce, Menâsik 26, (2940).][688]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Mekke ve hatta Medine´ye girip çıkarken belli kaidelere uyduğu, bir nevi protokol uyguladığı görülmektedir. Sadedinde olduğumuz rivayet, Mekke´ye Kedâ mevkiinden girdiğini, buradaki Bathâ denen mevziden geçen yukarı yolu takiben şehre indiğini açıklamaktadır. “Seniyye; dağ yolu, geçit mânasına gelir.
2- İbnu Hacer, hadiste zikri geçen üst yolun, Mekke ahalisinin el-Muallâ adındaki kabristanına indiğini, bu yolun sarp, yokuş ve bozuk bulunduğunu, ilk defa Hz. Muâviye (radıyallahu anh)´nin, sonra Abdülmelik Mehdi vs tarafından onarılıp düzlendiğini, hicrî 811´de tekrar tamir edildiğini, daha sonra Mısır Sultanı el-Meliku´l-Müeyyed tarafından 820 yılları civarında tamamen tamir edilip düzenlendiğini belirtir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Mekke´den çıkışta tâkip ettiği aşağı yola gelince, bu bazı rivayetlerde es-Seniyyetü´s-Süflâ diye geçerken bâzılarında Küdâ diye geçer. Burası Kuaykıân dağı tarafında Şi´bu´ş-Şâmiyyîn´e yakın Şebîke kapısı yanındadır.
3- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´ye yukarıki yoldan girer, şehri bu aşağı yoldan terkedermiş. Girişte, yukarı yolun tercih edilişi sebebiyle ilgili olarak şârihler muhtelif yorum kaydederek burdaki hikmeti belirtmeye çalışırlar:
1) Girişte yükseği tercih etmede mekâna ta´zim mevcuttur, aksi durumda ayrılığa işâret vardır.
2) Hz. İbrahim (aleyhisselam) Mekke´ye buradan girdiği için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da onun sünnetine uymuştur.
3) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hicret için ayrılırken, Mekke´den gizlice çıktı. Sonraki girişte zâhirdir ki herkesce görülecek şekilde yüksekten girmeyi tercih etti.
4) Bu istikametten şehre giren, Beytullah´la yüz yüze gelir.
5) Fetih günü oradan girmişti, sonra bunu âdet hâline getirdi.
Başka yorumlar da yapılmıştır. Müteakip bazı rivayetler de bu mevzuyu tamamlayacaktır.[689]
ـ2ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّهُ كانَ يَبِيتُ بِذِى طَوىً بَيْنَ الثَّنِيَّتَيْنِ ثُمَّ يَدْخُلُ مِنَ الثَّنِيَّةِ الَّتِى بأعلى مَكّةَ وَكانَ إذَا قَدِمَ حَاجّاً أوْ مُعْتَمِراً لَمْ يُنِخْ نَاقَتَهُ إَّ عِنْدَ بَابِ المَسْجِدِ ثُمَّ يَدْخُلُ ويَأتِى الرُّكْنَ ا‘سْوَدَ فَيَبْدَأُ بِهِ ثُمَّ يَطُوفُ سَبْعاً: ثَثاً سَعياً وَأربعاً مَشْياً. ثمَّ ينصرفُ فَيُصَلِّى سَجْدَتَيْنِ مِنْ قَبْلِ أنْ يَرجِعَ إلى مَنْزِلِهِ فَيَطُوفُ بَيْنَ الصَّفَا وَالْمَرْوَةِ. وَكَانَ إذَا صدَرَ عَنِ الحَجِّ وَالْعُمْرَةِ أنَاخَ بِالْبَطْحَاءِ الَّتِى بِذِى الحُليفةِ الَّتِى كانَ النَّبىُّ # يُنيخُ بِها[. أخرجه الستة إ الترمذى .
2. (1537)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´den anlatıldığına göre: “O, iki dağ yolu arasındaki Zu-Tuvâ nâm mevkide geceyi geçirir, sonra Mekke´nin yukarı yolundan şehre girerdi. Hacc veya umre yapmak niyetiyle Mekke´ye geldiği vakit, devesini doğruca Beytullah´ın kapısının yanında ıhdırırdı. Sonra (hayvandan iner) Mescid-i Harâm´a girer, Haceru´l-Esved rüknüne gelir, oradan başlayarak yedi kere Beyt´i tavaf eder, ilk üçünde koşar, dördünde de yürürdü. Sonra tavaftan çıkar, evine dönmezden önce iki rek´at namaz kılar, Safâ ile Merve arasında da tavafta (sa´y) bulunurdu.
Hacc ve umreden çıktığı zaman, Zülhuleyfe´deki Bathâ´da devesini ıhtırırdı. Orada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da devesini ıhtırırdı” [Buhârî, Hacc 38, 29, 148, 149; Müslim, Hacc 226 (1259); Muvatta, Hacc 6, (1, 324); Ebu Dâvud, Menâsik 45, (1865); Nesâî, Hacc 103, (5, 199).][690]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in Mekke´yi ve Kâbe´yi ziyaret âdâbını tanıtmaktadır. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sünnetine kılı kılına riayet ettiği ve hiçbir şahsî katkı ve değiştirmede bulunmadığı için, muhaddisler onun tarzını Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in tarzı olarak değerlendirirler.
2- Mekke´ye girerken yıkanma meselesi bütün ulemâca müstehab addedilmiştir. Bunun terki herhangi bir fidye gerektirmez. Bir kısım âlimler: “Abdest de kifayet eder” demiştir. İbnu Ömer´in ihramlı iken başını yıkamadığı 1227 numaralı hadiste belirtilmişti. Şu halde guslü başı dışında kalan bedenini yıkamasıdır.
Şâfiîler “Mekke´ye giren kimse yıkanmakdan âciz kalırsa teyemmüm eder” derler. Bazıları, Mekke´ye girerken müstehab olan yıkanmanın, mücerred giriş için değil tavaf için oluduğunu, tavaf yapayacaklara yıkanma terettüp etmeyeceğini söylemiştir.
3- Son paragrafta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ve Hz. Abdullah İbnu Ömer´in Mekke´den dönerken Medine´ye girmezden önce Zülhuleyfe mevkiinin Bathâ noktasında bir müddet durduklarını belirtmektedir. Bilindiği üzere Zülhuleyfe Medine´ye yakın bir yerdir ve Medinelilerin mîkatıdır. Hacca gidenler orada ihram giyerler. (Daha fazla bilgi için 1187 numaralı hadise bakın).
4- Bu rivayet Hz. Abdullah İbnu Ömer´in, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın konakladığı her noktada aynen konakladığını ifade eder. [691]
ـ3ـ وعن نافع قال: ]كانَ ابْنُ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما يُصَلِّى بِالمُحَصَّبِ الظهرَ والْعَصْرَ وَالْمَغْرِبَ وَالعِشَاءَ، وَيَهْجَعُ هَجْعَةً، وَيَذْكُرُ ذلِكَ عن رسولِ اللّه #[. أخرجه الستة إ النسائى .
3. (1538)- Nâfi´ anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) Muhassab´da öğle, ikindi, akşam, yatsı namazlarını kılar, bir miktar uyurdu. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın böyle yaptığını söylerdi.” [Buhârî, Hacc 149; Müslim, Hacc 337, (1310); Muvatta, Hacc 207; Tirmizî, Hacc 81, (921); Ebu Dâvud, Menâsik 87, (2012, 2013).][692]
ـ4ـ وفي رواية مسلم ]كان ابْنُ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما يرَىَ التَّحْصِيبَ سُنَّةً[ .
4. (1539)- Müslim´in bir rivayetinde: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) tahsib´i (Muhassab´da konaklamayı) sünnet bilirdi” denir.[693]
ـ5ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما أنَّهُ قال: ]لَيْسَ التَّحْصِيبُ بِشَئٍ إنَّمَا هُوَ مَنْزِلٌ نَزَلَهُ رسولُ اللّه #[. أخرجه الشيخان والترمذى .
5. (1540)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): “Tahsib (menâsike dahil olan) bir şey değildir, o, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın konakladığı bir konaklama yeridir” derdi. [Buhârî, Hacc 147; Müslim, Hacc 341, (1312); Tirmizî, Hacc 81, (921).][694]
ـ6ـ وفي أخرى لهم و‘بى داود رحمه اللّه تعالى. عن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]إنَّمَا نَزَلَهُ رسولُ اللّهِ # ‘نَّهُ كانَ أسْمَحَ لخُرُوجِهِ[ .
6. (1541)- Yine aynı kaynaklar Hz. Aişe´nin şu sözünü kaydederler: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), oraya inmiştir, çünkü orası, yola çıkmaya daha uygundur.” [Buhârî, Hacc 147; Müslim, 339, (1311); Tirmizî, Hacc 82, (923); Ebu Dâvud, Menâsik 87, (2008).][695]
ـ7ـ وعن أبي رافع رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]لَمْ يَأمُرْنِى رسولُ اللّهِ # أنْ أنْزِلَ بِا‘بْطَحِ حِينَ خَرَجَ مِنْ مِنىً وَلِكنِّى جِئْتُ فَضَربْتُ فِىهِ قُبَّةً فَجَاءَ فََنَزَلَ[. أخرجه مسلم وأبو داود .
7. (1542)- Ebu Râfi´ (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mina´dan ayrıldığı zaman Ebtah´a inmemi emretmedi. Fakat ben önceden gelip oraya bir çadır kurdum. Sonra O (aleyhissalâtu vesselâm) da gelip oraya indi.” [Müslim, Hacc 342, (1313); Ebu Dâvud, Menâsik 87, (2009).][696]
AÇIKLAMA:
1- Son kaydedilen beş hadis (1538-1542 arasındakiler) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, haccın bitiminde Muhassab´a inişiyle ilgili. Görüldüğü üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu inişi menâsikten mi, değil mi, Ashab´ın farklı yorumu mevzubahis olmuştur.
Muhassab: burası Mina ile Mekke arasında Mina´ya daha yakın bir yer adıdır. Düzlüktür, çakılla kaplı olduğu için bu adı aldığı söylenir. Çünkü haseb “küçük taş, çakıl” mânasına gelir. Buraya Ebtah da denir.
Tahsîb: Muhassab denen yere inmek orada konaklamak demektir.
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mina´da hacc menasikini tamamladıktan sonra Medine´ye dönüş esnasında orada bir müddet konakladığı için, burada konaklamayı menâsikten saymış, hacc yaptıkça her seferinde orada bir müddet konaklamıştır. Sadece O değil, Ashab´tan başta Hülefâ-i Raşidîn olmak üzere diğer bâzılarının da bu sünneti devam ettirdikleri rivayetlerde gelmiştir (Müslim, Hacc 340).]
Ancak, yukarıda, İbnu Abbas, Hz. Aişe ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in âzadlısı ve hâdimi durumunda olan Ebu Râfi´nin rivayetleri nazar-ı dikkate alınınca, Muhassab´a inmek (veya tahsîb) menâsikden değildir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Mina´yı terkedilmesi gereken müddeti içerisinde terketmiş Medine´ye yol hazırlıklarını ikmal için, düz bir yer olan Muhassab´da bir müddet daha kalarak oradan yola çıkmıştır. Şu halde Ashab´tan bazıları bunu, dönüş hazırlığına giren bir amel saymıştır. Hattâ Hz. Aişe, Ahmed İbnu Hanbel´in bir rivayetinde: وَاللّهِ مَا نَزَ لَهَا إَِّ مِنْ اَجْلِى “Oraya vallahi benim yüzümden indi” diye kesin ifadede bulunur. (1313 numaralı hadise bak.) Ancak İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) gibi sünnete son derece bağlı kimseler için, sünnet olarak benimsenmesi için fiilin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan suduru kâfidir.
Ulemâ büyük çoğunluğu ile tahsîbin yani hacc dönüşü Muhassab veya Ebtah denen vâdide bir müddet konaklayıp dinlenmenin müstehab olduğuna hükmetmiştir.[697]
ـ8ـ وعن نافع. ]أنَّ ابْنَ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما كانَ يَغْتَسِلُ لِدُخُولِ مكّةَ[ .
8. (1543)- Nâfi´ anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) Mekke´ ye girmek için guslederdi.” [Tirmizî, Hacc 29, (852).[698]
AÇIKLAMA
1537 numaralı hadise bakın.
ـ9ـ وفي رواية: ]اغْتَسَلَ النَّبىُّ # لِدُخُولِ مَكَّةَ[. أخرجه الترمذى .
9. (1544)- Bir rivayette: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´ ye girmek için gusletti” denmiştir. [Tirmizî, Hacc 29 (852).][699]
ـ10ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما أنه كان يقول: ]لَيَالِى مِنىً َ يَبِيتَنَّ أحَدٌ من الحَاجّ وَراءَ عَقبَةِ مِنىً[ .
10. (1545)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ): “Mina gecelerinde, hiçbir hacı, Mina Akabesi´nin gerisinde geceyi geçirmemelidir.”derdi. [Muvatta, Hacc 209, (1, 406).][700]
AÇIKLAMA:
Bayram günlerinde Mina´da kalmak ve geceyi orada geçirmek, İbnu Ömer´e göre vacibtir. Hatta Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel ve İmam Mâlik´in mezheplerinde vacibtir. Sâdece Ebu Hanife mezhebinde sünnettir. Öyle ise, bu vâcibin tam yerine gelmesi, Mina hududu dahilinde geceyi geçirmeye bağlıdır. Akabe denen yer Mina´dan sayılmaz. Mekke ile Medine arasında hudud noktasıdır. Bu sebeple hiçbir geceyi bu hududun dışında geçirmemelidir. Muvatta´dan kaydedeceğimiz müteakip rivayette Hz. Ömer (radıyallahu anh)´in, hususî adamlar göndererek hudud dışına kimsenin çıkmamasını sağladığını göreceğiz.
Diğer üç mezhebe göre bu yasağa uymayana dem gerekir. [701]
ـ11ـ وفي أخرى: ]كاَنَ عُمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يَبْعَثُ رِجَاً يُدْخِلونَ النَّاسَ مِنَ وَرَاءِ الْعَقَبَةِ[. أخرجهما مالك .
11. (1546)- Bir diğer rivayet şöyle: “Hz. Ömer (radıyallahu anh), (eyyâm-ı Mina´da hususî) adamlar göndererek, halkın Akabe´nin gerisine (Mina cihetine) girmelerini sağlardı.” [Muvatta, Hacc 208, (1/406).][702]
AÇIKLAMA:
Önceki hadiste geçti.
ـ12ـ وعن ابنِ عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ العبَّاسَ استأذَنَ النَّبىَّ # أن يمكُثَ بمكةَ ليالىَ مِنىً مِنْ أجْلِ سِقايتِهِ فأذِنَ لَهُ[. أخرجه الشيخان وأبو داود .
12. (1547)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
“Hz. Abbâs (radıyallahu anh) Kâbe ile ilgili sikâye vazifesi, kendi sorumluluğunda olduğu için, eyyâm-ı Mina´yı Mekke´de geçirmek için izin istedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da ona izin verdi.” [Buhârî, Hacc 133, 75; Müslim, Hacc 346, (1315); Ebu Dâvud, Menâsik 75, (1959).][703]
AÇIKLAMA:
1- Eyyam-ı Mina (Mina günleri): Mina´da şeytan taşlanan günler, yani bayram günleri (Zilhicce´nin 10, 11 ve 12. günleri).
2- Sikâye: Câhiliye devrinden kalma haccla ilgili bir hizmetti. Kureyşliler hacılara kuru üzüm şerbeti sunarlardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fetih´ten sonra Kâbe ile ilgili hizmetleri çoğunlukla lağvetmiş sadece birkaç tanesini korumuştur. İşte bu korunanlardan biri de sikâye hizmeti idi. Bu hizmet, câhiliye devrinde de Hz. Abbâs´ın üzerinde idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) amcası Abbâs´ın bu hizmette devam etmesine izin vermişti.
Bâzı rivayetler sikâye hizmetini “hacılara zemzem suyu dağıtmak” diye tarif eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ecdadından olan Abdümenaf, bu hizmet gereği tulumlarla su taşır, Kâbe´nin avlusundaki deriden kaplara doldurur, sonra da hacılara dağıtırmış. Bu vazife Abdumenaf´tan oğlu Hâşim´e, ondan da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in dedesi Abdulmuttalib´e geçmiş, Abdulmuttalib´ten oğlu Abbâs´a intikal etmiştir.
Bu hizmet, asırlarca Abbâs ahfâdında devam etmiştir.
3- Mina´da gecelemeye vacib diyenler, bu hükmü, hadisin bazı vecihlerinde geçen ruhsat kelimesinden çıkarırlar. “Hz. Abbas´ın izin talebi üzerine Mekke´de kalmaya Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ruhsat veriyor. Ruhsatın zıddı azimettir, öyleyse Mina´da kalmak vacibtir, vacib olmasaydı, bu tâbirler kullanılmazdı…” vs. denmiştir. Üç mezhebten ayrı olarak, Hanefî mezhebinin Mina´da gecelemeye sünnet dediğini daha önce de belirttik. Ancak şunu da belirtelim ki, Mina gecelerinde orayı terketmek Hanefîlere göre de mekruhtur. Çünkü sünnete aykırıdır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ve ondan sonra diğer halifeler, hacc esnasında eyyam-ı Mina´da hep orada gecelemişlerdir. Orada gecelememek diğer mezheplerde dem gerektirir; Hanefîlerde fidye gerekmez.[704]
ـ13ـ وعن العء بن الحضرمى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: المُهَاجِرُ يُقيمُ بمكةَ بعدَ قضَاءِ نُسُكِهِ ثَثاً[. أخرجه الخمسة .
13. (1548)- Alâ İbnu´l-Hadramî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Muhacir olanlar, menâsiklerini tamamladıktan sonra Mekke´de üç gün kalırlar.” [Buhârî, Menâkıbu´l-Ensâr 47; Müslim, Hacc 441,(1352); Tirmizî, Hacc 103, (949); Ebu Dâvud, Menâsik 96, (2022); Nesâî, Taksiru´s-Salât 4, (3, 122).][705]
AÇIKLAMA:
1- Mekke fethinden önce, Mekke´den Medine´ye hicret eden Muhacirlerin, tekrar Mekke´ye dönüp yerleşmeleri haram kılınmıştı. Sonraları, bunlardan Mekke´ye hacc ve umre niyetiyle gelenlere bu vazifeleri îfadan sonra Mekke´de üç güne kadar oturmaları mübah kılındı. Ulemânın cumhuru bu hadislerden, Muhâcirler´in Mekke´ye gelip yerleşmelerinin haram kılındığı hükmünü çıkarmıştır.
Bazı âlimler ise bu yasağın hicretin her mü´mine vâcib kılındığı ilk devrelere ait olduğunu söylemiş, Muhacirler´in de Mekke´de veya bir başka yerde ikâmet edebileceklerini, yerleşebileceklerini söylemiştir.
Bu yasak hükmü, Mekke´ye hacc için gelen herkese ait bir yasak değildir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zamanında Medine´ye hicret etmiş olan “Muhacirler”e aittir.
Üç gün kalma izni, onları “misafir” vasfından çıkarıp “mukim” vasfına sokmayacağı içindir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu husustaki kararlılığını Muhacirler´den Sa´d İbnu Havle´nin, Veda haccı sırasında Mekke´de vefat edince, hicretle terkettiği yer olan Mekke´de vefat etmiş olmasından dolayı üzülmek suretiyle göstermiştir.
2- Bu hadisten bazı âlimler veda tavafının hacc menâsikinden olmayan müstakil bir ibadet olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Çünkü hadiste “….Menâsiklerini tamamladıktan sonra” denmektedir. Veda tavafı menâsikinin tamamlanmasından sonraki ikâmetin nihayetinde Mekke terkedilirken edâ edileceğine göre o ayrı bir ibadet olmalıdır…”denmiştir.[706]
ـ14ـ وعن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. أنه قيل له: ]أيَرْفَعُ الرَّجُلُ يَدَيْهِ إذَا رَأى الْبَيْتَ؟ قَالَ حَجَجْنَا مَعَ رسولِ اللّهِ # فَكُنَّا نَفْعَلُهُ[. أخرجه أصحاب السنن وهذا لفظ الترمذى .
14. (1549)- Hz. Câbir (radıyallahu anh)´den anlatıldığına göre, kendisine: “Kişi Beytullah´ı görünce ellerini kaldırır mı.” diye sorulunca şu cevabı vermiştir:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la haccettik. O zaman biz bunu yapardık.” [Tirmizî, Hacc 32, (955). Bu metin Tirmizî´ye aittir. Mevzu üzerine, Ebu Dâvud ve Nesâî´den gelen metin müteakip rivayettedir.][707]
ـ15ـ وعن أبى داود والنسائى: ]سُئِلَ عَنْ ذلِكَ. فقَالَ: مَا كُنْتُ أرَى أنَّ أحَداً يَفْعَلُهُ إَّ الْيَهُودَ. وقد حَجَجْنَا معَ رسولِ اللّهِ # فَلَمْ نَكُنْ نَفْعَلَهُ[ .
15. (1550)- Ebu Dâvud ve Nesâî´de bu rivayet şu şekildedir: “Bu hususta soruldu, şu cevabı verdi:
“Yahudilerden başka birisinin yaptığını görmedim. “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte haccettik, bunu yapmadık.” [Ebu Dâvud, Menâsik 46, (1870); Nesâî, Hacc 122 (5, 212).][708]
AÇIKLAMA:
1549 numaralı hadisi Tirmizî, “Beytullah´ı görme anında elleri kaldırmanın mekruh olduğu hususunda gelen rivayet” adlı bir bâb başlığı altında sunarken Ebu Dâvud 1550 numaralı hadisi “Beytullah´ı görünce elleri kaldırma” adı altında verir.
Yani rivayetin birisi, Beytullah´ı görünce dua için elleri kaldırmanın müstehab olduğunu ifade ederken, diğeri mekruh olduğunu, sadece Yahudilerin (Beytü´l-Makdis´i) gördükleri zaman dua için ellerini kaldırdıklarını ifade etmektedir.
Bu mesele üzerine, lehte ve aleyhte başka rivayetler de gelmiştir. Beyhakî: “Elleri kaldırmayı te´yid eden Câbir´den başkasının rivâyeti, ehl-i ilim nezdinde daha meşhurdur. Bu çeşit ihtilâflı durumlarda hüküm, te´yid edene (müsbit´e) göre verilir” der.
Bu iki rivayeti cem etmek de mümkündür. Şöyle ki: Elin kaldırılmasını te´yid eden rivayet ilk görmeye, reddeden rivayet de her görmeye hamledilir. Yani birinci görüşte elleri kaldırarak dua etmek müstehabdır, bilâhere her görmede el kaldırıp dua etmek gerekmez.
Hattâbî de şunu söylemiştir: “Bu meselede ulemâ ihtilaf etmiştir. Süfyan-ı Sevrî, İbnu´l-Mübârek, Ahmed İbnu Hanbel, İshak İbnu Râhuye gibi bâzıları Beytullah´ı görünce ellerini kaldırıp dua etmişlerdir. Bunlar Câbir hadisini senette yer alan meçhul râvî sebebiyle zayıf addederler. Bunlara göre bu babta gelen İbnu Abbâs hadisi müteberdir. تُرْفَعُ ا‘يْدِى في سَبْعَةِ مَوَاطِنَ إفْتِتَاحِ الصََّةِ واسْتِقْبَالِ الْبَيْتِ وَعلى الصَّفَا وَالْمَرْوَةِ وَالْمَوْقِفَيْنِ وَالْجَمْرَتَيْنِ.
“Yedi yerde el kaldırılıp (dua edilir): Namaza başlarken, Beytullah´la karşılaşınca, Safâ ve Merve´de, Arafat ve Müzdelife vakfelerinde, orta ve küçük şeytan taşlanırken.”
Keza İbnu Ömer´den de “Beytullah´ı görünce ellerini kaldırıp dua ettiği” rivayet edilmiştr.
Keza İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´tan da aynı davranış rivayet edilmiştir.
İbnu´l-Hümâm, senedli olarak Said İbnu´l-Müseyyeb´in şu sözünü kaydetmiştir:
“Ben Hz. Ömer (radıyallahu anh)´den bir söz işitmiştim, insanlar arasında benden başka bunu işiten kimse kalmadı. Ben Beytullah´ı görünce onun şu duayı yaptığını işitmiştim: اَللَّهُمَّ انْتَ السََّمُ وَمِنْكَ السََّمُ فَحَيِّنَا بِالسََّمِ “Ey Rabbim! Sen selâmsın, selâmet sendendir. Bizi selâmet üzere yaşat.”
İmam Şâfiî hazretleri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´den Kâbe´yi görünce ellerini kaldırarak şu duayı okuduğunu kaydetmiştir:
]اَللَّهُمَّ زِدْ هذا الْبَيْتَ تَشْرِيفاً وَتَكْرِيماً وَتَعْظِيماً وَمَهَابَةً وَرِفْعَةً وِبِرّاً وَزِدْ يَا رَبِّ مَنْ كَرَّمَهُ وَشَرَّفَهُ وَعَظَّمَهُ مِمَّنْ حَجَّهُ أوِ اعْتَمَرَهُ تَشْرِيفاً وَتَعْظِيماً وَمَهَابَةً وَرِفْعَةً وَبِرّاً[ اَللّهُمَّ اَنْتَ السََّمُ وَمِنْكَ السََّمُ فَحَيِّنَا رَبَّنَا بِالسََّمِ وَاَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ دَاركَ دَارَ السََّمِ تَبَارَكْتَ وَتَعالَيْتَ يَا ذَا الْجََلِ واِكْرَامِ.
“Ey Rabbim, şu mübarek Beyt´in şeref, hürmet, azamet, mehâbet, yücelik ve güzelliğini artır. Ey Rabbim, ona hacc, umre gibi ibâdetler yaparak (kurbanlar sunarak) ona tâzim ve hürmet edenlerin şeref, itibar ve makamlarını yücelt, iyiliklerini artır. Ey Rabbim, sen selâmsın, selâmet sendendir. Rabbimiz bizi selâmet üzere yaşat. Bizi selâmet yurdu olan cennetine koy. Ey celâl ve ikram sâhibi Rabbim, sen her şeyden yüce ve her varlıktan üstünsün!”[709]
ـ16ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أقْبَلَ النَّبىُّ # فَدَخَلَ مَكّةَ فأقْبَلَ إلى الحَجَرِ ا‘سْوَدِ فَاسْتَلَمَهُ ثُمَّ طَافَ بِالْبَيْتِ ثُمَّ أتَى الصَّفَا حَيْثُ يَنْظُرُ إلى الْبَيْتِ فرََفَعَ يَدَهُ فَجَعَلَ يَذْكُرُ اللّهَ تَعالى مَا شَاءَ اللّهُ أنْ يَذْكُرَهُ وَيَدْعُو وَا‘نْصَارُ تَحْتَهُ[. أخرجه أبو داود .
16. (1551)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ilerledi, Mekke´ye girdi. (Doğru Beytullah´a giderek) Haceru´l-Esved´e geldi, (ilk iş) onu istilâm buyurdu. Sonra Beytullah´ı (yedi şavtta) tavaf etti. (Tavaf tamamlanınca) Safâ tepesine geldi, oradan Beytullah´a baktı. Ellerini kaldırıp Allah´ı (tekbir, tehlil, tahmid ve tevhidlerle) zikretmeye başladı ve Allah´ın zikretmesini dilediğince zikretti, dua etti. Bu sırada Ensâr (radıyallahu anhüm) da onun aşağısında (aynı şekilde zikir ve duada bulunuyordu).” Ebu Dâvud, Menâsik 46, (1872).][710]
AÇIKLAMA:
1- İstilâm, Hacer-i Esved´i selâmlamaktır. İki surette yapılır:
a) Yanaşmak mümkünse, yaklaşıp, Hacer´e yöneldikten sonra, namaz vaziyetinde olduğu üzere elleri kulak hizasına kadar kaldırıp: “Bismillahi Allahu ekber” diyerek eller aralıklı olarak Hacer´in üzerine konur, aradaki boşluktan Hacer öpülür
b) Uzaktan istilâm: Eğer kalabalık sebebiyle yaklaşmak mümkün değilse, Hacerü´l-Esved´in bulunduğu rüknün karşısına gelince -ki zeminde kırmızı mermerle çizgi atılarak işâretlenmiştir- ellerin iç kısmı Kâbe´ye gelecek şekilde, yine kulakların hizasına kadar kaldırılıp, üzerine konuluyormuş gibi işaret edilerek “Bismillahi Allahu ekber” diyerek Hacer selâmlanır ve sağ elin içi öpülür.”
2- Şavt: Beytullah´ın Haceru´l-Esved köşesinden başlayarak, tekrar oraya gelmek suretiyle yapılan bir turluk tavafa bir şavt denir. Bir tavaf, yedi şavttan meydana gelir.
3- Şârihler Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Safâ ve Merve´de, “Allah´ın dilediğince zikir ve dua etmesi”ni burada, duada kişinin serbest olduğuna; dilediği şekilde, içinden geçtiği şekilde dua edebileceğine yorumlamışlardır. İmam Muhammed, hacc esnasında muayyen yerlerde yapılacak duaların belirlenemeyeceğine, dileyenin dilediği şekilde dua edebileceğine hükmetmiştir. Ona göre böyle davranmak, kişiye huşu verir.
İbnu´l-Hümâm da: “Bunların tesbiti kalpteki rikkati giderir, kişi ezberindekilerini otomatik şekilde tekrar eden bir vasıta durumuna düşer, ancak sünnette gelen (me´sur) dualarla teberrük ederse bu da güzeldir” der.
Sanki her ikisi de, ne istediğini bilerek, mânayı fikren idrâk ederek dua etmenin daha uygun olduğunu, bu kayıtla me´sur duaların tercih edilebileceğini söylemektedirler.[711]
ـ17ـ وعن نافع. ]أنَّ ابْنَ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: أقبَلَ مِنْ مَكّةَ حَتَّى إذَا كانَ بِقُدَيْدٍ جَاءَهُ خَبَرٌ مِنَ المَدِينَةِ فَرَجَعَ مَكّةَ بِغَيْرِ إحْرَامٍ[. أخرجه مالك .
17. (1552)- Nâfi´ (rahimehullah) anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) Mekke´den (ayrılıp Medine´ye) yönelmişti. Kudeyd´e gelmişti ki, kendisine Medine´den bir haber ulaştı. Bunun üzerine, ihramsız olarak Mekke´ye döndü.” [Muvatta, Hacc 248 (1, 423).][712]
AÇIKLAMA:
1- Abdurrezzak´ın rivayetine göre İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in yarı yoldan Mekke´ye dönmesine sebep olan haber, Medine´de çıkan bir fitne ile ilgilidir. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Ashab´tan fitneye bulaşmama hususunda gayret gösterenlerden biridir.
2- Bu rivayetle ihticâc eden İbnu Şihâb, Hasan Basrî, Dâvud-u Zâhirî ve etbaı Mekke´ye ihramsız girmenin câiz olduğuna hükmederler. Onlara göre, “İhramı gerektiren husus hacc veya umredir. Ne Allah, ne de Resûlü bunların dışında ihramı şart kılmamıştır…”
Ancak Cumhur bu görüşte değildir. İmam Mâlik “Taif gibi yakın yerlerden meyve veya odun satmak üzere Mekke´ye gelenler ihramsız girebilir” demiştir. Cumhur da böyle hükmeder. Mekke´den memleketine müteveccihen yola çıkıp, yarı yoldan dönenlerin de İbnu Ömer örneğinde olduğu gibi, Mekke´ye ihramsız girebileceğini söylemişlerdir. Ancak hâriçten Mekke´ye ticaret, ziyaret her ne maksadla olursa olsun gelmek isteyen kimse şehre ihramlı olarak girmelidir, zîra Harem bölgesine girmektedir. Bu hususu teyid eden bir hüküm de şudur: “Kişi Mekke´ye yürümeye nezretmiş olsa, kendisine hacc veya umre niyetiyle ihram giymek vacib olur.”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Fetih günü hâriç, her seferinde Mekke´ye ihramlı olarak girmiştir.
3- Kudeyd: Mekke yakınlarında bir yer ismidir. Medine yolu üzerindedir. [713]
ONÜÇÜNCÜ BÂB
HACCDA NİYÂBET
NİYÂBET:
Bir işi başkasının yerine yapmaktır. Buna vekâlet de denir. Dinimizde namaz, oruç, itikaf gibi münhasıran bedenî olan ibadetlerde niyabet câiz değildir. Bu ibadetleri ferdler bizzat yapmalıdır. Zekât, kurban, sadaka-ı fıtır gibi sırf malî olan ibadetlerde niyabet câizdir.
Hacc ise hem malî hem bedenî bir ibadettir. Bu sebeple mutlak olarak “câiz” veya “değil” denmemiş, bazı şartlarla câiz olduğu kabul edilmiştir. Bizzat yapabileceklerin kendileri yapması gerekir. Amma acz ve zaruret gibi şartlar bulunduğu takdirde, vekil, niyâbeten bir başkasının haccını yapabilir; bu câizdir.
Zenginlik sebebiyle hacc farz olduğu halde yaşlılık, hastalık gibi sebeplerle haccedemiyen kimsenin yerine bedel göndermesi gerekir. Veya hacc farz olduğu halde bu borcu edâ etmemiş olanın, yerine bedel gönderilmesini vasiyet ederek para ayırması gerekir. Ölen zengin vasiyet etmemişse, vârisler birini göndermekle mükellef tutulmaz. Ayrıca vasiyet etse bile, parasının üçte biri, bedel olarak gidecek kimsenin hacc masraflarını karşılamayacak miktarda ise, vârisler yine de bedel göndermekle sorumlu tutulmazlar.[714]
ـ1ـ عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كانَ الْفَضْلُ بْنُ العباس رديفَ رسولِ اللّه # فجاءَتهُ امرأةٌ منْ خَثْعََمَ تَسْتَفْتِيهِ فَجَعَلَ الْفَضْلُ يَنْظُرُ إلَيْهَا وَتَنْظُرُ إلَيْهِ. فَجَعَلَ النَّبىُّ # يصْرِفُ وَجْهَ الْفَضْلِ إلى الشِّقِّ اŒخَرِ. قالتْ: ياَرسُولَ اللّهِ: إنَّ فَرِيضَةَ اللّهِ عَلى عِبَادِهِ في الحَجِّ أدْرَكَتْ أبِى شَيْخاً كَبيراً َيَسْتَطِيعُ أنْ يَثْبُتَ عَلى الرَّاحِلَةِ أفأحُجُّ عَنْهُ؟ قاَلَ نَعَمْ. وَذلِكَ في حَجَّةِ الْوَدَاعِ[. أخرجه الستة.
1. (1553)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Fadl İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın terkisinde idi. Has´ame´den bir kadın birşeyler sormak istiyordu. Fadl, kadına, kadın da Fadl´a bakmaya başladı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) eliyle Fadl´ın başını öbür istikâmete çevirdi. Kadın:
“Ey Allah´ın Resûlü, Allah´ın kullarına yazdığı hacc farizası yaşlı ve ihtiyar babama ulaştı. Ancak o, bineğin üzerinde durabilecek halde bile değil. Ben ona bedel hacc yapabilir miyim ” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Evet!” dedi. Bu hâdise, Veda haccında cereyan etti.” [Buhârî, Hacc 1, Cezâ-u´s-Sayd 23, 24, isti´zân 2; Müslim, Hacc, 407, 408, (1334, 1335); Muvatta, Hacc 97, (1, 359); Tirmizî, Hacc 85, (928); Ebû Dâvud, Menâsik 26, (1809); Nesâî, Hacc 9, 11,12, (5, 117, 118).][715]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, birçok farklı tariklerden farklı ziyadelerle rivayet edilmiştir. Öyle ki, soru soranlar bazen erkek, bazan kadındır, bazan annesi, bazan babası, bazan da kardeşi namına hacc yapmanın câiz olup olmayacağı sorulmuştur. Bu farklılıkları değerlendiren âlimler, bu mesele ile ilgili olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a değişik kimselerin soru sormuş olabileceğine hükmetmiştir. Erkeklerden soru sahiplerinin ismi belli ise de kadınlardan kimin sorduğu belirsizdir.
2- Hadis, bir kimsenin kadın bile olsa, hacc yapmaktan âciz olan bir başkasına bedel hacc yapmasının caiz olduğunu ifade eder. Hanefîler, Şâfiiler, Ahmed İbnu Hanbel, Sevrî ve İshak İbnu Râhuye böyle hükmeder.
* İmam Mâlik, Leys ve Hasan İbnu Sâlih´e göre hayatta olan bir kimseye bedel hacc yapılamaz, sadece haccetmeden ölen kimsenin adına haccetmek câiz olur. Ancak İmam Mâlik´ten, bu mevzuda farklı üç kavil daha rivayet edilmiştir:
Birine göre; ölen nâmına dahi bir başkası haccedemez. Diğerine göre; ölenin çocukları onun adına haccedebilir. Üçüncüye göre; ölenin vasiyeti varsa onun adına başkası haccedebilir.
Cumhûr-u ulemâya göre, vasiyet olsun olmasın, ölen bir kimsenin adına onun farz veya vâcib (nezir) haccı varsa başkası tarafından edâ edilebilir. Şafiilere göre nâfile hacca dahi bedel gönderilebilir.
Niyabeten yapılan hacc, kimin adına yapılmışsa onu borçtan kurtarır. İmam Muhammed: “Bedel olan hacc yapan kendisi hacı olur, gönderen de masrafını çektiği için sevab kazanır” demiştir.
İbnu Battâl´ın beyânına göre, hasta iken bedel gönderen kimse sonradan sıhhate kavuşacak olsa hacc borcundan kurtulup kurtulmadığı meselesinde ihtilâf edilmiştir. Kûfe ulemâsı ile İmam Şâfiî ve Ebu Sevr ve bu haccın sayılmayacağına hükmetmişlerdir. İyileştikten sonra tekrar haccetmesi farz olur. Ahmed İbnu Hanbel ve İshak İbnu Râhuye´ye göre bu hacc kâfidir.
3- Bazı âlimler, bu hadiste, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ in niyabeten hacc yapma iznini, hayvana binemeyecek derecede yaşlı ve âciz olan baba için, onun evlâdına vermiştir. Üstelik, aczi sebebiyle mezkur babaya hacc farz değildir. Çünkü hacc yapabilecek olana farzdır. Öyle ise buna kıyasla, başkası için de niyâbeten hacc yapılabilir diye cevaz hükmü umumîleştirilemez. Meseleyi İmam Mâlik ve diğer Mâlikî âlimler böyle yorumlarlar. Onlara göre hacc bedenî ibadettir, bedenî ibadette, tıpkı namazda olduğu gibi, niyâbet caiz değildir.
4- Haccın farziyetinde gücü yetme şartı da farklı yorumlara sebep olmuştur. İbnu Tîn bunu: “Beytullah´a ulaşabilmeye muktedir olma” diye açıklar. Bunda da kişinin kendi âdeti esastır. Sözgelimi, bir kimsenin âdeti yolculuğu yayan yapmak ise, binek bulamasa bile yürüyerek gitmelidir. Başkasından dilenerek geçinmeyi âdet eden kimse, dilenerek Mekke´ye varabilecekse, yiyeceği olmasa bile hacca gitmesi gerekir. Dilenmeyen ve sefere hep hayvanla giden kimseye, binecek hayvan buluncaya kadar hacc farz olmaz.
İbnu Battâl, bu kavlin Abdullah İbnu Zübeyr, İkrime ve Dahhâk´ın mezhepleri olduğunu söyler.
İmam-ı Âzam ve İmam Şâfiî´ye göre “muktedir olmak, zâd ve râhile bulmaya bağlıdır.
Zâd, hacca gidip dönünceye kadar kendisine ve bakmakla mükellef olduğu ailesine yetecek kadar nafakadır.
Râhile de binecektir. Hasan Basrî, Mücâhid, İbnu´l-Müseyyeb, İbnu Cübeyr, İmam Ahmed, İshâk vs. de bu görüştedir.
Kurtubî, Mâlikîlerin, sadedinde olduğumuz hadisi -yukarıda belirttiğimiz üzere- niyâbet meselesinde reddederken, “Allah için, yoluna gücü yetenlere Beytullah´ı haccetmek insanların boynuna borçtur” (Âl-i İmrân 97) meâlindeki âyete muhalif olduğunu belirtir. Onlara göre güç yetme meselesinde esas olan beden kuvvetidir.
İmam Mâlik bu meselede Kur´ân´ın zâhiriyle amel etmiştir.
Ancak Cumhur, bu hususta Mâlikîlere cevap vererek zâd ve râhileden bahseden hadisin, âyette geçen güç yetme mefhumu ile ne kastedildiğini açıklamış olduğunu söylemişlerdir.
5- Kendisi hacc yapmayan kimse bedel olarak hacca gidebilir mi sorusuna Cumhur: “Evet!” diye cevap vermiştir. Çünkü, buna cevaz veren, sadedinde olduğumuz rivayet mutlaktır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) niyabet için izin isteyen kadına kendisinin hacc yapıp yapmadığını sormamıştır.
Ebu Hanife, İmam Mâlik, bir rivayette İmam Ahmed´in görüşü budur.
Hasan Basrî, Nehâî, Eyyub ve Câfer İbnu Muhammed´den de aynı görüş rivayet edilmiştir.
Ancak Evzâî, İshak ve Şâfiî’ye göre, kendisi haccetmemiş bulunan bir kimse başkası adına hacca gidemez. Giderse kendisi için haccetmiş olur. Ancak bunun, giden için de bâtıl olacağını söyleyen olmuştur. İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)’tan bunu te’yîd eden bir görüş rivâyet edilmiştir.
6- Bu hadisten, kadının vekâleten erkek adına hacca gidebileceğine hükmedilmiştir.
7- Hadisin bir diğer hükmüne göre evlad, anne ve babanın borçlarını ödemek, hizmetlerini yapmakla mükelleftir.[716]
ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]أتَى رَجُلٌ النَّبىَّ # فقَالَ: إنَّ أُخْتِى نَذَرَتْ أنْ تَحُجَّ، وَإنَّهَا مَاتَتْ؟ فقَالَ #: لَوْ كانَ عَلَيْهَا دَيْنٌ أكُنْتَ قَاضِيَهُ عَنْهَا؟ قَالَ نَعَمْ. قَالَ: فاقضِ اللّهَ تَعالى، فهُوَ أحَقُّ بِالقَضَاءِ[. أخرجه الشيخان والنسائى .
2. (1554)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
“Bir adam Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek:
“Kızkardeşim haccetmeye nezretti. Ancak bunu îfa etmeden öldü, (ne yapmak gerekmektedir )” diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):”
Üzerinde başka borcu var mıydı, sen bunu ödeyiverdin mi ” buyurdu. Adam:
“Evet!” deyince:
“Öyleyse Allah´a olan borcunu da ödeyiver. O, (celle şânuhu) borç ödenmeye daha lâyıktır” dedi.” [Buhârî, Eymân 30, Cezâu´s-Sayd 22, İtisâm 12; Nesâî, Hacc 7, 8, (5, 116); Müslim, Nezr 1, (1638).][717]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, nezir borcu olduğu halde edâ etmeden ölen kimsenin nezrini, varislerinin yerine getirebileceğini ifade eder. Bu meselede İbnu Abbâs´tan iki farklı rivayet gelmiştir. Birinde: “Kişi üzerinde nezr borcu olduğu halde ölürse velisi bunu kaza eder” demiştir.
Diğer bir rivayette de İbnu Ömer´le birlikte bunun aksine hükmettikleri belirtilmiştir. Nitekim Muvatta´da İbnu Ömer´den, Nesâî´de İbnu Abbâs´tan: َ يُصَلِّى اَحَدٌ عَنْ اَحَدٍ وََ يَصُومُ اَحَدٌ عَنْ اَحَدٍ “Kimse kimsenin yerine ne namaz kılar, ne de oruç tutar” dedikleri rivayet edilmiştir.
İbnu Hacer, İbnu Abbâs´ın bu zıt görüşlerini te´vil ederek şunu söyler: “Te´yid eden rivayet ölüler hakkındadır, yani ölenin nezri yerine getirilir. Reddeden rivayet, sağlar hakkındadır, yani hayatta olanın yerine oruç tutulamaz, namaz kılınamaz. Nitekim bu te´vili te´yid eden bir rivayet İbnu Ebî Şeybe´den gelmiştir: “Ölmüş bir kimsenin üzerinde nezir borcu olursa ne yapmalı ” diye İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´a sorulmuştu: “Onun adına orucu tutulur” diye cevap verdi.”
İbnu´l-Münir´in de şu yorumu kayda değer: “Muhtemelen İbnu Ömer, Kuba mescidinde namaz kılmaya nezredip kılmadan ölen bir kadının kızı bu durumu sorunca, kadının kızına: “Onun yerine sen kılıver!” derken, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şu hadisiyle amel etmiş olmayı düşünmüştür: “Âdemoğlu ölünce, ameli kesilir, ancak üç kişi hâriç…” Bu üç meyanda evlâd da zikredilmiştir. Çünkü evlâd kişinin kesbindendir. Bu sebeple evlâdın salih amelleri kişinin amel defterine de, -evlâdınkinden eksiltme hâsıl etmeden- aynen yazılır. Öyle ise, “Onun yerine kılıver” sözünün mânası: “Senin namazın, kendi adına niyet etmiş olsan dahi onun adına da yazılır.” Bu sözüyle İbnu´l-Münir, cevâzı evlâd´ la sınırlandırmış, evlâd dışındakilerin, ölen kimsenin yerine borç ödeyemeyeceğini söylemiş olmaktadır. Mamafih İmam Mâlik, Ebu Mus´ab, İbnu Vehb hep bu görüşü iltizam etmişlerdir.
İbnu´l-Münir bu yorumuyla, İbnu Battâl´ı da tenkid etmiş olmaktadır. Çünkü o: “Hiç kimsenin, ölmüş veya hayatta hiçbir kimsenin yerine ne farz ne de sünnet hiçbir namaz kılamayacağı hususunda icmâ var” demiştir.
Muhelleb de şöyle demiştir: “Eğer bu câiz olursa, bu (yani niyabet) bütün bedeni ibadetlerde caiz olur, Şâri´ Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) dahi bunu ebeveyni için yapmaya daha çok hak sahibi bulunurdu ve amcası için istiğfarda bulunmaktan menedilmezdi ve وََ تَكسب كل نفس إّ علَيها “Günahkâr hiç bir nefis diğerinin (günah) yükünü taşımaz” (En´âm 164) âyetinin mânası batıl olurdu.”
İbnu Hacer bu mütâlaanın, bilhassa Şâri´ (Resûlullah) ile alâkalı kısımlarını tenkid etmenin çok kolay olduğunu söyler. Unutmayalım ki ebeveyne, yakınlara yapılan hayrın ulaşması, onların imanla gitmiş olmalarına bağlıdır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın amcasının küfür üzerine öldüğünü rivayetler te´yid eder.[718]
ـ3ـ وعنه أيضاً رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سَمِعَ النَّبىُّ # رَجًُ يَقُولُ: لَبَّيْكَ عَنْ شُبرمةَ. قال: وَمَنْ شُبْرُمَةُ؟ قال: أخٌ لِى أوْ قَرِيبٌ لِى فقَالَ: أحَجَجْتَ عن نَفسِكَ؟ قال: . قال: فَحُجَّ عَنْ نَفْسِكَ ثُمَّ حُجَّ عَنْ شُبْرُمَةَ[. أخرجه أبو داود .
3. (1555)- Yine İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´tan rivayet edildiğine göre: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir adamın:
“Şübrüme adına lebbeyk!” dediğini işitir.
“Şübrüme de kim ” diye sorar. Adam:
“Bir kardeşim veya bir yakınım!” diye cevap verir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Sen kendi hesabına hacc yapmış mısın ” diye sorar. “Hayır!” cevabını alınca:
“Öyleyse önce kendi adına hacc yap, sonra Şübrüme adına yaparsın!” der.” [Ebu Dâvud, Menâsik 26, (1811); İbnu Mâce, Menâsik 9, (2903).] [719]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, kendi adına hacc yapmamış olan kimsenin, muktedir olsun olmasın bir başkası adına hacc yapamayacağını ifade etmektedir. Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Şübrüme adına telbiye getiren kimse hakkında tafsilat aramadı, böylece o, umum yerini tutmuş olur.
1551 numaralı hadisi açıklarken İmam Şâfiî´nin buna hükmettiğini belirtmiştik.
Sevrî: “Kendi adına haccetmeyenin yaptığı hacc, başkası adına muteberdir” der. (Mütemmim bilgi için önceki iki hadise de bakın.) [720]
ONDÖRDÜNCÜ BÂB
HACCLA İLGİLİ MÜTEFERRİK HÜKÜMLER
Bu babta yedi fasıl vardır
BİRİNCİ FASIL
TEŞRİK GÜNLERİNDE TEKBİR
*
İKİNCİ FASIL
MİNA´DA HUTBE
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
ÇOCUGUN HACCETMESİ
*
DÖRDÜNCÜ FASIL
ŞARTLI HACC
*
BEŞİNCİ FASIL
HAREM´DE SİLAH TAŞIMAK
*
ALTINCI FASIL
ZEMZEM SUYU
*
YEDİNCİ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
BİRİNCİ FASIL
TEŞRİK GÜNLERİNDE TEKBİR
Teşrik Günü (Eyyâm-ı Teşrik): Zilhicce´nin 11, 12 ve 13. günlerine teşrik günleri denir. Bu, bayramın 2, 3 ve 4. günlerine tekâbül eder. Beş vakit farz namazların arkasından teşrik tekbirlerinin getirildiği arefe sabahından bayramın dördüncü günü akşamına kadar olan 5 güne de teşrik günleri denir.[721]
ـ1ـ عن يحيى بن سعيد قال: ]خَرَجَ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ الْغَدَاةَ يَوْمَ النَّحْرِ حِينَ ارْتَفَعَ النَّهَارُ شَيْئاً فَكَبَّرَ وَكَبَّرَ النَّاسُ بِتَكْبِيرِهِ ثُمَّ خَرَجَ الثَّانِيَةَ مِنْ يَوْمِهِ ذلِكَ بَعْدَ ارْتِفَاعِ النَّهارِ فَكَبَّرَ فَكَبَّرَ النَّاسُ مَعَهُ بِتَكْبِيرِهِ. ثُمَّ خَرَجَ حِينَ زَالَتِ الشَّمْسُ فَكَبَّرَ فَكَبَّرَ النَّاسُ مَعَهُ بِتَكْبِيرِهِ حَتَّى يَتَّصِلَ التَّكْبِيرُ إلى المَسْجِدِ الحَرَامِ. فَيقُولُونَ كَبَّرَ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَيُكَبِّرُونَ[ .
1. (1556)- Yahya İbnu Said anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallahu anh) yevm-i nahrin sabahında gündüz biraz yükselince çıkıp tekbir getirdi. Onun tekbiriyle birlikte halk da tekbir getirdi. Aynı gün, gündüzün tamamen yükselmesinden sonra ikinci defa çıkıp tekbir getirdi, halk da onunla birlikte tekbir getirdi. Sonra güneşin zeval vaktinde çıkıp tekrar tekbir getirdi, halk da onunla birlikte tekbir getirdi. (Getirilen) bu tekbir Mescid-i Haram´a kadar ulaştı ve halk: “Hz. Ömer tekbir getirdi” deyip tekbir getirdiler.” [Muvatta, Hacc 205, (1, 404).][722]
ـ2ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنّهُ كانَ يُكَبِّرُ في فُسْطَاطِهِ[. أخرجه البخارى في ترجمة باب. وأخرجه مالك إلى قوله: فيكبرون .
2. (1557)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´den anlatıldığına göre, “O, çadırının içinde tekbir getirirdi.” [Buhârî, İydeyn 12. (Tercüme´de muallak olarak kaydeder. Ancak Buhârî, bunu İbnu Ömer´e değil, Hz. Ömer´e nisbet eder.)] [723]
ـ3ـ وعن ميمونة رَضِىَ اللّهُ عَنْها. ]أنَّهَا كَانَتْ تُكَبِّرُ يَوْمَ النَّحْرِ وَكَانَ النِّسَاءُ يُكَبِّرْنَ خَلْفَ أبَانَ بنِ عُثْمَانَ[. أخرجه البخارى في ترجمة باب .
3. (1558)- Meymûne (radıyallahu anhâ)´dan anlatıldığına göre, “Yevm-i nahrde tekbir getirir, kadınlar da Ebân İbnu Osmân´ın arkasından tekbir getirirlerdi.” [Buhârî, İydeyn 12.][724]
AÇIKLAMA:
1- Kaydedilen bu üç hadis Mina´da hacıların getireceği teşrik tekbirleriyle ilgilidir. Birinci hadis, Hz. Ömer´in yevm-i nahirde teşrik tekbirlerini ne zaman ve nasıl başlattığını, halkın buna iştirakini vs. tanıtır. İkinci hadise göre Hz. Ömer, çadırının içinde tekbir getirmekte, halk da dışarıdan onu takip etmektedir. Üçüncü hadiste, kadınların da yüksek sesle tekbire iştirak ettiğini belirtmektedir.
2- İkinci ve üçüncü hadis, Buhârî´de muallak olarak, aynı babın başlığında bazı ilâve ve bilgilerle beraberce kaydedilmiştir:”
Hz. Ömer (radıyallahu anh) Mina´da çadırında tekbir getirir, onun tekbirini mescidde olanlar, sokaklarda olanlar işitir, onlar da tekbir getirirlerdi. (Hep birlikte getirilen bu tekbirlerin azametinden) Mina sarsılırdı. İbnu Ömer de o günlerde tekbir getirirdi, namazların arkasında, yatağında, çadırında, otururken, yürürken (bu Mina) günleri boyunca tekbir getirirdi. [Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevce-i pâkleri] Meymûne (radıyallahu anhâ) de yevm-i nahrde tekbir getirirdi. Kadınlar da, (Emevî Halifesi Abdülmelik İbnu Mervan zamanında Medine vâlisi olan) Ebân İbnu Osman İbni Affân´ın arkasından tekbir getirirlerdi. Ömer İbnu Abdilaziz de teşrik gecelerinde erkeklerle mescidde tekbir getirirdi.”
Görüldüğü üzere Buhârî hazretleri, birkaç tane rivayeti muallak olarak bir arada sunmuştur. İbnu Hacer, bunların mevsul olarak bulundukları kaynakları tanıtır.
Teşrik tekbirlerinin zamanı, yeri, muhtevası gibi bir kısım teferruatta ulemânın ihtilâf ettiğini belirterek ezcümle şu bilgiyi sunar:
* Bu tekbirlerin yeri hususunda bâzıları “namazların arkasında” demiş, bazıları, “nafilelerin arkasında değil, farzların arkasında” demiştir.
* Bazıları, “Bu tekbiri sadece erkekler getirir, kadınlar getirmez” der.
* Bazıları, “Teşrik tekbiri cemaatle getirilir, münferiden getirilmez”.
* Eda edilenlerde olur, kazaya kalanlarda olmaz.
* Mukime vacibtir, müsafire değil.
* Şehirde oturana gerekir, köyde oturanlara gerekmez, demiştir. Buhârî, bütün bu ihtimallerin hepsine yer verecek rivayetleri seçmiştir.
Keza ulemâ, teşrik tekbirlerinin başlama ve bitme zamanlarında da ihtilâf etmiştir:
* Arefe günü sabahından başlar, diyen olmuş;
* Arefe öğle namazıyla başlar, diyen olmuş;
* İkindi namazıyla başlar, diyen olmuş;
* Yevm-i nahrin sabah namazıyla başlar, diyen olmuş;
* Yevm-i nahrin öğlesinde başlar, diyen olmuş;
Biteceği zamanla ilgili olarak da:
* Yevm-i nahrin öğlesine kadardır, diyen olmuş;
* Yevm-i nahrin ikindisine kadardır, diyen olmuş;
* İkinci günün öğlesine kadardır, diyen olmuş;
* Eyyam-ı teşrikin son gününün sabah vaktine kadardır, diyen olmuş;
* Eyyam-ı teşrikin son gününün öğle vaktine kadardır, diyen olmuş;
* Eyyam-ı teşrikin son gününün ikindi vaktine kadardır diyen olmuş.
Beyhakî, İbnu Mes´ud (radıyallahu anh)´un ashabından bunları rivayet etmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan bu mevzuda hiçbir sâbit rivayet mevcut değildir.
Bu hususta Ashab´tan gelen rivayetlerin en sahihi, Hz. Ali ve İbnu Mes´ud (radıyallahu anhümâ)´un sözleridir. Buna göre teşrik tekbirleri, arefe günü sabahından eyyam-ı Mina´nın son gününe kadar devam eder.
Tekbirin muhtevasına gelince, bu hususta en sahih rivayeti Abdurrezzak kaydetmiştir. Ona göre tekbir şöyledir:
* Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber kebiran.
* Bazı rivayetlerde şu ziyade vardır: Ve lillahi´lhamd.
* Bazı rivayetlerde üç tekbire şu ilâve edilmiştir: “Lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerîke leh…” sonuna kadar.
* Bazılarında iki tekbirden sonra: “Lâ ilahe illallahu vallahu ekber, Allahu ekber ve lillahi´lhamd” ilave edilmiştir.
Bu rivayet Hz. Ömer ve İbnu Ömer´den gelmiştir. [725]
İKİNCİ FASIL
MİNA´DA HUTBE
ـ1ـ عن عبدالرحمن بن معاذ قال: ]خَطَبَنَا رسولُ اللّهِ # وَنَحْنُ بِمنىً فَفُتِحَتْ أسْمَاعُنَا حَتَّى كُنَّا نَسْمَعُ مَا يَقُولُ وَنَحْنُ في مَنَازِلِنَا فَطَفِقَ يُعَلِّمُهُمْ مَنَاسِكَهُمْ حَتَّى بَلَغَ الجمَارَ فَوَضَع إصْبَعَيْهِ السَّبَّابَتَيْنِ ثُمَّ قالَ بِحَصَى الخَذْفِ ثُمَّ أمَرَ المُهَاجِرينَ فَنَزَلُوا في مُقَدَّمِ المَسْجِدِ، وَأمَرَ ا‘نْصَارَ أنْ يَنْزِلُوا مِنْ وَرَاءِ المَسْجِدِ. قالَ: ثُمَّ نَزَلَ النَّاسُ بَعْدَ ذلِكَ[. أخرجه أبو داود والنسائى .
1. (1559)- Abdurrahman İbnu Muâz (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz Mina´da iken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize hitab etti. Kulaklarımız öylesine açıldı ki, sanki her ne söylese bulunduğumuz yerden (rahat) işitiyorduk. Bir ara, halka menâsikini öğretmeye başladı. Böylece taşlama yerine kadar geldi. (Konuşurken) şehâdet ve orta parmağını (kulaklarına) koymuştu. (Atılacak taşların nohut büyüklüğündeki) fırlatma taşı olduğunu söyledi. Muhacirler´e emrederek Mescid´in ön kısmında konaklamalarını, Ensar´a da Mescid´in arka kısmında konaklamalarını söyledi.”
Râvi der ki: “İşte bundan sonradır ki herkes (bineklerinden inip) yerleşti.” [Ebu Dâvud, Menâsik 70, (1951); Nesâî, Hacc 189, (5, 249).][726]
ـ2ـ وعن رافع بن عمرو المُزنى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]رَأيْتُ رسولَ اللّهِ # يَخْطُبُ النَّاسَ بِمنىً حِينَ ارْتَفَعَ الضُّحَى عَلى بَغْلَةٍ شَهْبَاءَ، وَعَليُّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يُعَبِّرُ عَنْهُ وَالنَّاسُ بَيْنَ قَائِِمٍ وَقَاعِدٍ[. أخرجه أبو داود .
2. (1560)- Râfi´ İbnu Amr el-Müzenî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı Mina´da halka hitab ederken gördüm. Vakit kaba kuşluktu ve Efendimiz, boz bir dişi katırın üzerindeydi. Hz. Ali (radıyallahu anh) de, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sözlerini rahat işitebileceği bir mesafede durup, eksiltip artırmadan halka tekrar ediyordu. Halkın kimisi ayakta idi, kimisi de oturuyordu.” [Ebu Dâvud, Menâsik 73, (1956).][727]
AÇIKLAMA:
1- İki rivayet, Mina´da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın verdiği hutbe hakkında bilgi vermektedir:
1) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kuşluk vakti hitab etmiştir.
2) Taşlama mahallinde hitab etmiştir,
3) Hitabetini bir binek üzerinde yapmıştır.
4) Mina´da belli başlı grupların yerlerini ayrı ayrı ta´yin etmiş, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu ta´yininden sonra hacılar yerleşmişlerdir.
5) Hacı kâfilesi, kendi sesini işitemeyecek kadar kalabalık olduğu için -Mirkat´ta kaydedilen rakama göre 130 bin kadar- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözlerini tekrar ederek uzaktakilere ulaştıracak aracılar kullanmıştır. Hz. Ali bunlardan biridir.
6) Hutbe dinlerken halk serbesttir: İsteyen oturarar, isteyen ayakta dinlemektedir.
7) Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) atılacak taşların büyüklüğüne varıncaya kadar haccla ilgili teferruat üzerinde durmuş, halka ta´lim etmiştir.
2- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sesinin daha kuvvetli çıkması, herkes tarafından daha iyi işitilmesi için ellerini kulakları hizasına kaldırıp ikişer parmağını kulaklarının üzerine koyduğu belirtiliyor. Mamafih rivayet metninde “kulak” kelimesi geçmez ise de bazı Ebû Dâvud nüshalarında mevcuttur. Bilal-i Habeşî´nin de öyle yaptığı rivayetlerde mevcuttur. Nitekim zamanımızda da müezzinler ezan okurken bu sünnete uymaktadırlar.
3- Birinci rivayette, hâdisenin cereyan sırasıyla tasvir edilmeyip, takdim ve te´hirlerle, hatıra gelen hususların kesintiler halinde zikredildiği şârihlerce belirtilmiştir. Meselâ elini kulaklarına koyma meselesi daha önce ifade edilebilirdi. Azimabâdî bazı farklı yorumlara dikkat çeker. Mesela “(Atılacak taşların nohut büyüklüğündeki) fırlatma taşı olduğunu söyledi” şeklinde yaptığımız tercümenin aslında geçen ثم قال (sonra söyledi) ibaresindeki söyledi قال nin atmaktan istiare olduğunu, رَمَى (attı) şeklinde anlamak gerektiğini kaydeder. Yani teklif edilen mâna şudur: “Sonra fıtlatma taşını attı.” Halbuki قال yi رَمَى ile te´vil tekellüflüdür. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu haccda menâsiki ta´lim buyurduğubizzat hadiste ifade edilmektedir. Öyle ise قال بِحَصَى الْحَذْفِ ibaresini “fırlatma taşı (yani parmak uçlarıyla fırlatılan bakla veya nohut büyüklüğünde çakıl) atacaksınız dedi” şeklinde talimî bir mânada anlamak daha muvafık düşmektedir. Mamafih öbür anlama da vak´aya ters gelmez, ibareye uzak düşer, قال ´yi رَمَى ya haml tekellüftür, tabiî değildir.
4- Son olarak bir noktayı daha belirtelim: Âlimler, hacc sırasında hutbe verilmesi gereken yerler ve vakitleri hususunda ihtilaf ederler:
Hanefî ve Mâlikî ulemâsı, yevm-i nahrde hutbe olmayacağı kanaatindedir. Bu kaydedilen rivayetlerde haber verilen konuşmalar, râviler tarafından hutbe kelimesiyle ifade edilmiş olsa da aslında bunlar hutbe değil, umumî tavsiyeler mâhiyetinde konuşmalardır, haccın şiarı mânasını taşıyan hutbe değildir. Hattâ bunlar yevm-i nahrde hutbenin meşru olmayacağını bile söylemişlerdir. Bunlara göre, haccda a) Zilhicce´nin 7´sinde, b) Arefe günü (Zilhicce´nin 9´u), c) Yevm-i nahrin ikinci günü (Zilhicce´nin 11. günü) hutbeler mevcuttur.
Bu açıklamaya muvâfakat eden Şâfiî hazretleri -bir itirazda bulunarak- yevm-i nahrin ikinci günü yerine “üçüncü günü” der ve dördüncü bir hutbe ilâve eder: “yevm-i nahrdeki hutbe…” Der ki: “Halkın o gün, yapacağı menâsiki bilmesi için bu hutbeye ihtiyacı vardır, çünkü o gün taşlama, kurban, traş, tavaf gibi menâsik mevcut.” Bu hükme giderken sadedinde olduğumuz hadislerle istidlâl eder.
Yukarıda temas edildiği üzere, Tahâvî, mezkur hutbenin haccla doğrudan ilgisi olmayan, umumî tavsiyeler olduğunu söyleyerek buna hutbe denemeyeceğini belirtmiş ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bunları haccı aydınlatmak kasdıyla söylemiş olduğu hükmünü çıkarmıştır. İbnu´l-Kassâr: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), söylemiş bulunduğu şeyleri, uzak diyarlardan gelen kimselere tebliğ etmek için o davranışa yer vermiştir. Bunu görenler de, O´nun hutbe verdiğini zannetmişlerdir. Şâfiî´nin, ihramdan çıkmayı sağlayacak amellerin öğretilmesine insanların ihtiyaç duyduğuna dair sözü kesin bir gerçeğe parmak basmaz, zîra, o hususları imamın Mekke´de veya Arafat´ta öğretmesi de mümkündür” demiştir.
Bu mütâlaalara şöyle cevap verilmiştir: “Yevm-i nahrde verildiği belirtilen hutbelerle ilgili rivayetler, o hutbede Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yevm-i nahrin tâzimine, Zilhicce´nin onunun tâzimine, haram belde´nin tazimine tenbihte bulunduğu, Sahâbe´nin de bu konuşmaya hutbe demekte tereddüt göstermediği ortada iken, başkasının te´viline itibâr edilmez. Bir kısım gerekli bilgilerin arefe günü verilebileceğine dair söylenene gelince, bu da tatminkâr değildir. Zîra, nahr günündeki hutbeyi inkâr edenler, Arafat´a hareketten sonraki günlerde yapılacak olan bütün amelleri, terviye (8 Zilhicce) günü öğretmek mümkün olduğu halde, nahrin ertesi (ikinci) günündeki hutbeyi meşru görmektedirler. Öyle ise, madem ki, her günün, -diğerinde bulunmayan- kendine has menâsiki var, şu halde sebeplerin değişmesine tâbi olarak, her günün ibadetlerini yeniden öğretmek meşrudur ve gereklidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın nahr günündeki hutbesinde ihramdan çıkmaya müncer menâsikten söz etmediğine dair Tahâvî´nin iddiasını, Amr İbnu´l-As (radıyallahu anh)´dan Buhârî´nin kaydettiği bir rivayet reddeder. Çünkü orada Amr İbnu´l-Âs, yevm-i nahrde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hutbesine şâhid olduğunu, cemaatten bazılarının menâsikten bir kısmını diğerine takdimle ilgili sual sorup cevap aldığını belirtir” (1461 numaralı hadise bakın). [728]
ÜÇÜNCÜ FASIL
ÇOCUĞUN HACCI
ـ1ـ عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]لَقِىَ رسولُ اللّه # رَكْباً بِالرَّوْحَاءِ فَرَفَعَتْ إلَيْهِ امْرَأةٌ مِنْهُمْ صَبِيّاً. فقَالَتْ: ألِهذَا حَجٌّ؟ قالَ: نَعَمْ، وَلَكِ أجْرٌ[. أخرجه مسلم ومالك وأبو داود والنسائى .
1. (1561)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ravhâ´da bir grup yolcuya rastladı. Onlardan bir kadın kendisine bir çocuğu kaldırıp:
“Bunun için de hacc câiz olur mu ” diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Evet olur ve sana da sevab vardır” buyurdu.” [Müslim, Hacc 409, (1336); Muvatta, Hacc 244, (1, 422); Ebu Dâvud, Menasik 8, (1736).][729]
AÇIKLAMA:
1- Ravhâ, Medine´ye kırk mil kadar uzaklıkta bir yer adıdır.
2- Cumhur, bu hadise dayanarak çocuğun hacc yapmasının câiz olduğunu söylemiştir. Şâfiî, Mâlik, Ahmed İbnu Hanbel (rahimehumullah) ve başka pekçok âlim, “Çocuğun haccı muteberdir, onunla çocuk sevaba mazhar olur, ancak büyüyünce farz olacak haccın yerine geçmez, nâfile bir hacc olarak sahihtir” demişlerdir.
3- Ebu Hanife “çocuğun haccı sahih olmaz” demiştir. Ebu Hanife´nin ashabı da: “Çocuğa temrin olsun, hacca alışsın diye hacca götürmüşlerdir” demişdir.
Kadı İyaz der ki: “Çocuğun hacc yapmasının câiz olduğu hususunda ulemâ ihtilâf etmez. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın fiili, Ashab´ın fiili ve ümmetin icmâı bunu te´yid eder. Ebû Hanife´nin muhalefeti de cevâza taalluk etmez. Onun itirazı bu haccın mün´akid olup, buna hacc ahkâmının uygulanıp uygulanamayacağı hususundadır.” Çünkü, hacc mün´akid oldu mu, ihram yasaklarını işlediği takdirde fidye gerekir, dem gerekir vs. tıpkı büyüklere gerekeceği gibi. (Halbuki, umumî hukuk prensibine göre çocuktan haram kaldırılmıştır, cezâya ehil değildir ve velisi, çocuğun malını korumakla sorumludur, çocuğun malını eksilten akid ve tasarruflara hukuken yetkili değildir. Sözgelimi çocuğa yapılan bağışı kabul eder ama, çocuğun malından çocuk adına sadaka veremez. Şu halde haccın ahkâmını çocuğa uygulamak, bu prensipler açısından muvafık değildir. Böyle düşünen Ebu Hanife hazretleri: Hacc, çocuğa temrin olarak, onun öğretilmesi için gerekir, normal bir hacc olarak mün´akid olmaz, öyle ise ihram yasaklarını işlerse fidye, kurban gerekmez, demek istemiştir.
4- Nevevî, çocuğun haccının, çocuktan, büyüyünce hacc borcunu düşürmeyeceğinde ulemânın icma ettiğini belirtir.
5- Çocuğa hacc yaptırana sevab, onu taşımak, ihram yasaklarından korunmasını sağlamak, ihramlının yaptıklarını ona yaptırmak gibi sebeplerden ileri gelir.
6- Çocuk adına ihrama giren veliye gelince her veli buna yetkili değilir. Nevevî der ki: “Ashabımız (Şafiîler) nezdinde sahih olan şudur: “Çocuğun malına veli olma yetkisi bulunan baba veya dede veya kâdı tarafından tâyin edilen kayyim veya vasi veya kâdı veya imam çocuk adına ihram giymeye yetkilidir. Annenin çocuk adına ihrama girmesi câiz değildir. Şayet anne vasiyyet yoluyla veya kâdının kararıyla çocuğa veli olmuşsa o zaman bu yetkiye sahiptir.” Ancak, annenin veya velâyetü´l mâl yetkisi olmasa bile asabeden birinin çocuk adına ihrama girebileceğini söyleyen âlim de olmuştur. Bütün bu ahkâm, çocuğun temyiz hâline ulaşmamış yaşta olmasıyla ilgilidir.[730] Eğer temyiz yaşına basmışsa velisi, çocuğun bizzat ihrama girmesine izin verebilir. Eğer mümeyyiz çocuk, velisinin izni olmadan ihram giyse veya velisi onun adına ihram giyse, esah olan kavle göre, bu hacc mün´akid olmaz. Velinin, mümeyyiz olmayan çocuk adına ihrama girmesinin vasfı, kalbinden, çocuğu ihramlı kıldım diye geçirmesinden ibarettir.”Dinimizin, çocuk adına ihrama girme hususunda velisine getirdiği sınırlamaların, kayıtların sebebi, haccla ilgili bütün masrafların çocuğun malından çıkacağı içindir. Böylece çocuğun malının israfı önlenmiş olmaktadır.[731]
ـ2ـ وعن السائب بن يزيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]حجَّ بى أبى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ
في حَجَّةِ الْوَدَاعِ مَعَ رسولِ اللّهِ # وَأنَا ابنُ سَبْعٍ سِنِينَ[. أخرجه البخارى والترمذى .
2. (1562)- Sâib İbnu Yezid (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Babam (radıyallahu anh) bana, Veda haccı sırasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte hacc yaptırdı. Ben o zaman yedi yaşında idim.” [Buhârî, Cezâu´s-Sayd 25; Tirmizî, Hacc 83, (925).][732]
ـ3ـ وعن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كُنَّا نُلَبِّى عَن النساء والصبيان[. أخرجه الترمذى وقال: حديث غريب.وقد أَجْمَعَ أَهْلُ الْهِلْمِ أَنَّ المَرْأَةَ َيُلَبِّى عَنْهَا غَيْرُهَا
3. (1563)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) diyor ki: “Biz, kadın ve çocuklara bedel, telbiye getiriyorduk.” [Tirmizî, Hacc 84, (927); İbnu Mâce, Menâsik 68, (3038).][733]
İlim adamları, kadının yerine başkasının telbiye getiremeyeceği hususunda icmâ etmişlerdir.[734]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet Tirmizî´de كُنَّا نُلَبِّى عَنِ النِّسَاءِ وَنَرْمِى عَنِ الصِّبْيَانِ “Kadınlara bedel telbiye çeker, çocuklara bedel de taşlama yapardık” şeklindedir.2- Tirmizî hadis hakkında şu bilgiyi verir: “Ehl-i ilim, kadının yerine başkasının telbiye getiremiyeceği hususunda icma etmiştir. O, kendisi için telbiye getirir. Onun telbiyede sesini yükseltmesi mekruhtur (telbiyeyi alçak sesle getirmesi mekruh değildir).” [735]
DÖRDÜNCÜ FASIL
ŞARTLI HACC
ـ1ـ عن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]دَخَلَ رسولُ اللّه # عَلى صُبَاعَةَ بِنتِ الزُّبيرِ رَضِىَ اللّهُ عَنْها. فقَالَ: لَعَلَّكِ أرَدْتِ الحجَّ؟ فقَالَتْ: وَاللّهِ مَا أجِدُنِى إَّ وَجِعَةً فقَالَ: حُجِّى وَاشْتَرِطِى، وَقُولِى: اللَّهُمَّ مَحِلِّى حَيْثُ حَبَسْتَنِى[. أخرجه الشيخان والنسائى .
1. (1564)- Hz.Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Subâa Binti´z-Zübeyr (radıyallahu anhâ)´in yanına girdi:
“Herhalde sen hacc yapmak istiyorsun ” dedi. Subâa:
“Vallahi kendimi hasta buluyorum” diye cevap verince:
“Hacca çık, fakat şart koş ve de ki: “Ya Rabbi, beni nerede hapsedersen orası (ihramdan çıkıp haccı bırakma) yerimdir.” [Buhârî, Nikâh 15; Müslim, Hacc 104, (1207); Nesâî, Hacc 60, (5, 168).][736]
AÇIKLAMA:
1- Burada adı geçen Subâa, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ in amcasının kızıdır.
Anlaşıldığı üzere, hacc yapmak arzusundadır ve fakat kendisini hasta hissetmektedir. Durumu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e arzedip fetva isteyince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ibâdet yapamayacak yerde ihramdan çıkma niyetiyle hacca karar vermesini tavsiye etmiştir.”
Müslim´in bazı rivayetinde Subâa (radıyallahu anhâ)´nın hacca katılıp, tamamladığı tasrih edilir.
2- Ulemâ, böyle bir şartın câiz olup olmayacağı hususunda ihtilâf etmiştir. Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. İbnu Mes´ud, Ammâr ve İbnu Abbas (radıyallahu anhüm ecmâin) ile Tâbiin´den Said İbnu´l-Müseyyeb, Urve İbnu Zübeyr, Atâ, Alkame ve Şüreyh (rahimehumullah) tecviz etmişlerdir. Şâfiî´nin meşhur kavli de budur. Ahmed İbnu Hanbel, İshâk ve Ebu Sevr de aynı görüştedirler.
Bazı âlimler böyle bir şartın bâtıl olduğunu söylerler. Ashab´tan Hz. Aişe ve İbnu Ömer (radıyallahu anhum) bu kanaattedir. İmam-ı Âzam, İmam Mâlik, Nehâî, Tâvus, Said İbnu Cübeyr, Hakem ve Süfyan Sevri´nin mezhepleri de budur.[737]
ـ2ـ وللترمذى قال: ]كَانَ ابنُ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما يُنْكِرُ اشْتِرَاطَ في الحَجِّ وَيَقُولُ: أَلَيْسَ حَسْبُكُمْ سُنَّةَ نَبِيِّكُمْ #؟[.وزاد النسائى: أنَّهُ لَمْ يَشْتَرِطْ. فَإنْ حَبَسَ أحَدَكُمْ حَابِسٌ فَلْيَأتِ الْبَيْتَ وَلْيَطُفْ بِهِ وَبَيْنَ الصَّفَا وَالْمَرْوَةِ ثُمَّ ليَحْلِقْ أوْ لِيُقَصِّرْ ثُمَّ ليُحِلَّ وَعَلَيْهِ الحَجُّ مِنْ قَابِلٍ .
2. (1565)- Tirmizî de der ki: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), haccda şart koşmayı reddeder ve şöyle derdi: “Size Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in sünneti kifâyet etmiyor mu ” Nesâî´nin rivayetinde şu ziyade yer alır: “O, hiçbir zaman şart koşmamıştır. Eğer sizden biri bir mâniden dolayı haccını tamamlayamazsa, Beytullah´a giderek tavaf etsin, Safâ ve Merve arasında sa´yetsin, sonra traş olsun yahut saçını kısalttırsın. Böylece ihramdan çıkmış olur ve gelecek sene hacc yapıncaya kadar her şey kendisine helal olur.”
Şârihler, bu hadisi İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´tan rivayet eden Tâvus ile Said İbnu Cübeyr´in de bununla amel etmediklerini belirtirler.
Esâsen haccı tamamlamaya mani bir engelle karşılaşacak olanların tâbi olacakları ihsâr ahkâmı varken, önceden koşulan şart, yeni bir hak getirmiyor. [738]
BEŞİNCİ FASIL
HAREM´DE SİLAH TAŞIMA HAKKINDA
ـ1ـ عن ابن جُريج قال: ]أصَابَ ابنَ عُمَرَ سِنَانُ رمحٍ في أخْمَص قَدَمِهِ بِمِنىً فجاء الحَجَّاجُ يَعُودُه. فقَالَ: لَوْ نَعْلَمُ مَنْ أصَابَكَ؟ فقَالَ: أنْتَ أصَبْتَنِى. فقَالَ: وَكَيْفَ؟ قَالَ: حَمَلْتَ السَّحَ في يَوْمٍ لَمْ يَكُنْ يُحْمَلُ فِيهِ، وَأدْخَلْتَ السََّحَ الحَرَمَ وَلَم يَكُنْ السََّحُ يُدْخَلُ الحَرَمَ[. أخرجه البخارى .
1. (1566)- İbnu Cüreyc (rahimehullah) anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´ın ayağının çukuruna, Mina´da mızrağın uç demiri isâbet etti. Haccâc, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´e geçmiş olsun ziyaretine geldi. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´e:”
Keşke sana bunu isabet ettireni bilseydik (de cezalandırsaydık)” dedi. İbnu Ömer:
“Bana onu sen isâbet ettirdin” dedi. Öbürü:
“Nasıl olur ” deyince, İbnu Ömer:
“Silah taşınması yasak olan bir günde sen silah taşıdın. Harem´e silah soktun. Halbuki Harem´e silah sokulmaz” dedi.” [Buhârî, İydeyn 9.][739]
AÇIKLAMA:
1- Burada İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) Haccâc-ı Zâlim´i suçlayıp: “Bana bunu saplamalarını sen emrettin” demek için doğrudan “sen isabet ettirdin” demektedir. Zîra Halife Abdülmelik, Abdullah İbnu´z-Zübeyr´in şehid edilmesinden sonra, Hicâz valisi olan Haccâc´a mektup yazarak, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´e hiçbir hususta muhalefet etmemesini yazar. Bu emir Haccâc´a ağır gelir ve İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in hayatına son vermeye azmeder. Bir adamına talimat vererek, zehirli harbe saplayarak öldürmesini tenbihler. Kalabalık bir anda, memur Hz. İbnu Ömer (devede iken) ayağından yaralar.
Zehirin tesiriyle İbnu Ömer derhal hasta düşer, bir müddet sonra da Hakk´ın rahmetine kavuşur (radıyallahu anh). Sene: 74.
2- Şu halde hadiste geçen “sen silah taşıdın” ifadesi “silahın taşınmasını sen emrettin” demektir.
3- Ashab´ın “silah taşınması yasak olan bir günde” şeklinde failini zikretmeden yaptığı beyanlar ref´e yani hadisin merfu (Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in sünneti) olduğuna hamledilmiştir. Binaenaleyh bayram günü silah taşıma yasağının Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından konduğu kabul edilmiştir. Mamafih Abdurrezzak´ta mürsel olarak gelen bir rivayette: “Bayram günü silahla çıkmayı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yasakladı” denmektedir. İbnu Mâce´den gelen bir başka rivayette: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), iki bayramda da İslâm memleketlerinde, düşmanla karşı karşıya olmadıkça silah taşımayı yasakladı” denmektedir. Müslim´in bir rivayetinde ise: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´de silah taşımayı yasakladı” denmektedir.[740]
ـ2ـ وعن الَبَراء بن عازب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]لما صَالحَ النَّبىُّ # أهلَ الحُدَيْبِيَّةِ صَالَحَهُمْ عَلى أنْ َ يدخلها إ بِجُلُبَانِ السَِّحِ الْقِرَابُ بِمَا فيهِ[. أخرجه الشيخان وأبو داود .
2. (1567)- Berâ İbnu Âzib (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hudeybiye´de Mekkelilerle, “Şehre, silahın sâdece cülübbânından yani içindekileriyle dağarcıktan başka bir şey sokmamak şartıyla anlaştılar.” [Buhârî, Sulh 6, Umre 3, Cezâu´s-Sayd 17, Cizye 19, Megâzî 43; Müslim, Cihâd 90, (1783); Ebu Dâvud, Menâsik 33, (1832).][741]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet Hudeybiye Antlaşması´nın bir maddesine temas eden bir özetlemedir. Vak´a değişik rivayetlerde az çok farklı şekillerde gelmiştir. Ebu Dâvud´un rivayeti daha vâsıh olarak şöyle: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hudeybiye´de sulh yaptığı zaman müşriklerle şu esasta anlaştılar: “(O yıl umre yapılmayacak, gelecek yıl yapılacak. Umre sırasında şehirde üç günden fazla kalmayacaklar. Ayrıca, umre sırasında) Müslümanlar şehre sadece silah cülübbânı ile gireceklerdi. Ben silah cülübbânı nedir diye sordum. Dedi ki: “İçindekileriyle birlikte dağarcık.”
Aynî cülübbânın deriden mâmul bir kılıf olduğunu, içerisine kınıyla birlikte kılınç, ok, yay gibi silahların ve hatta azık gibi yolcunun temel ihtiyaç maddelerinin konduğunu, daha ziyade hayvanın sırtında taşındığını, içerisine kamçı da konduğunu belirtir. Bu açıklamaya göre cülübbân bizde kullanılan heybenin bir nev´i olmaktadır. Çünkü yolcu, sayılan eşyaları heybeye koyar. Tek gözlü olduğu takdirde, deriden mâmul ise dağarcık denir.
2- Aslında umre sırasında silaha gerek yoktur. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) müşriklerin antlaşmaya tamamıyla sadâkat gösterecek sulh içinde umrelerini yapacaklarından emin olmadığı için bu şartı antlaşmaya koydurmuştur. Mekkeliler de, herhangi bir fitne ve çatışma hâlinde silahlar çekilecek olursa Müslümanlar geciksinler diye silahları kınları içerisinde dağarcıkta taşıma şartında ısrar etmiş olmalıdırlar.
3- İbnu Battâl der ki: “İmam Mâlik ve Şâfiî (rahimehumallah) hacc ve umre sırasında ihramlının silah taşımasına cevaz tanırlar, Hasan Basrî ise bunu mekruh addeder. [742]
ALTINCI FASIL
ZEMZEM SUYU HAKKINDA
ـ1ـ عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]سَقَيتُ النَّبىَّ # مِنْ مَاءِ زَمْزَمَ فشَرِبَ وَهُوَ قَائمٌ[. أخرجه الشيخان .
1. (1568)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a zemzem suyu verdim, ayakta içti.” [Buhârî, Hacc 76, Eşribe 16; Müslim, Eşribe 117, (2027); Tirmizî, Eşribe 12, (1883).][743]
AÇIKLAMA:
1- Bazı âlimler zemzem içmeyi, haccın sünnetlerinden biri olarak değerlendirmişlerdir.
2- Zemzemin ayakta içilmesine karşı çıkanlar da olmuştur, çünkü ayakta su içmek bazı rivayetlerde yasaklanmıştır. Ancak, Hz. Ali´den kaydedilen bir Buhârî hadisinde: أَنَّهُ صَلَّى اللّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ شَرِبَ قَائِمًا “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ayakta su içti” denmektedir.
Bu rivayetler, ayakta içmenin câiz olduğuna hamledilmiştir.[744]
ـ2ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ رسولَ اللّه # أمَرَ رَجًُ مِنْ قُرَيْشٍ في المُدَّةِ أنْ يَأتِيَهُ بِمَاءِ زَمْزَمَ إلى الحُدَيْبِيَّةِ. فَذَهَبَ بِهِ إلى المَدِينَةِ[. أخرجه رزين والمراد »بِالمُدَّةِ« هنا: مدة المُهادنة .
2. (1569)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Hudeybiye Antlaşması) sırasında bir Kureyşliye, Hudeybiye´ye zemzem suyu getirmesini söyledi. Adam getirdi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu Medine´ye götürdü.” [Rezîn´in ilâvesidir.][745]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet zemzemin faziletine delâlet edenlerden biridir. Ayrıca hacıların, hacc veya umre dönüşü, beraberlerinde zemzem suyu getirme âdetinin Nebevî bir sünnet olduğunu da göstermiştir.
Muhibbu´t-Taberî´nin el-Kırâ li-Kâsıdı Ümmi´l-Kurâ adlı kitabında İbnu Ebî Hüseyn´den kaydettiği şu rivayet de bu hadisi te´yid eder: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Süheyl İbnu Amr´a şunu yazdı: “Bu mektubum sana geceleyin gelirse sabahı bekleme, gündüz gelirse akşamı bekleme, bana derhal zemzem suyu gönder…” [746]
YEDİNCİ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
ـ1ـ عن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قلتُ يا رسُولَ اللّهِ أَ تَبْنِى لَكَ بِمِنىً بيتاً يُظِلُّكَ مِنَ الشَّمْسِ؟ فقَالَ: َ. إنَّمَا هُوَ مَنَاخٌ لِمَنْ سَبَقَ إلَيْهِ[. أخرجه أبو داود والترمذى .
1. (1570)- Hz.Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ey Allah´ın Resûlü, Mina´da, seni güneşe karşı gölgeleyecek bir bina yapmayalım mı ” demiştim, bana:
“Hayır! dedi. Orası oraya gelenlere develerini ıhdırma yeridir!” [Ebu Dâvud, Menâsik 90, (2019); Tirmizî, Hacc 51, (881); İbnu Mâce, Menâsik 52, (3006, 3007).][747]
AÇIKLAMA:
Hadiste , Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´nin Mina´da güneşe karşı Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ikâmet etmesi için bir bina yapılmasını teklif ettiği görülmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu reddeder. Tîbî hadisi şöyle açıklar: Mânası şudur. “Hz.Aişe: “Oturman için sana bir bina yapmamıza izin ver” dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bundan menetti ve sebebini de açıkladı. Buna göre, Mina, kurban taşlama, traş gibi hacc menâsikinin edâ edileceği yerdir. Bu menâsike herkes müştereken iştirak eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) orada bir bina yapacak olsaydı, herkes ona uyarak pekçok binalar yapardı. Bu ise, oranın daralmasına ve hacılara sıkıntı vermesine sebep olurdu. Caddeler ve sokaklarda oturulacak yerler de böyledir (kimsenin oraları daraltmaya hakkı yoktur). Ebu Hanife´ye göre Harem bölgesi vakfedilmiş arâzidir. Zîra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´yi zorla fethetmiştir ve Harem bölgesini vakfetmiştir. Kimsenin oradan mülk edinmesi câiz değildir.[748]
ـ2ـ وعن أبى واقِدٍ اللَّيْثِىِّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سَمِعْتُ النَّبىَّ # يقولُ ‘زْوَاجِهِ في حَجَّةِ الْوَدَاعِ: هذِهِ ثُمَّ ظُهُورُ الحُصْرِ[. أخرجه أبو داود .
»الحُصْر« جمع حَصير، والمراد تخرجْنَ من بيوتكن بعد هذِه الحجة .
2. (1571)- Ebu Vâkid el-Leysî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı dinledim. Veda haccında zevcelerine şöyle demiştir:
“Size bu (farzınız!) bundan sonra hasırların arkaları!” [Ebu Dâvud, Menâsik 1, (1722).][749]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, bu hadisle Veda haccı sırasında, zevcelerine: “Bu haccınızla farz olan borcunuzu ödemiş oldunuz. Bundan sonra artık ikinci sefer hacca gelmeniz vacib değildir, sizlere evlerinizde oturmak gereklidir” demek istediği belirtilmiştir.
2- Bu hadisten, haccın bir kere farz olduğu hükmü de çıkarılmıştır. Nitekim Ebu Dâvud, hadisi, bu yönü sebebiyle hacc bahsinin, Haccın Farziyeti adını taşıyan ilk babında kaydetmiştir.
3- Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcelerine, Veda haccından sonra hacc yapmalarının câiz olmadığına da delil addedilmiştir. Nitekim bir başka hadiste: اَفْضَلُ الْجِهَادِ وَاَجْمَلُهُ حَجٌّ مَبْرُورٌ ثُمَّ لُزُومُ الْحُصُرِ “(Kadınlar için) cihâdın en faziletli ve en güzeli hacc-ı mebrur, sonra da hasırlardan ayrılmamaktır” buyurulmuştur. Bu da kadınların evlerinden ayrılmamalarını teşri eder.
Hemen belirtelim ki, bu hükme iki nokta-i nazardan itiraz edilmiştir:
a) Her şeyden önce, hadisin bu mânada sarih ve yasak koymada vâzıh olmadığı söylenmiş, ayrıca Buhârî´nin Hz. Aişe´den kaydettiği bir başka hadis gösterilmiştir. Hadiste Hz. Aişe, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a: “Ey Allah´ın Resûlü, sizlerle biz de gazveye çıkıp cihad etmeyelim mi ” diye sorar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın cevabı şudur:
لَكِنْ اَحْسَنُ الْجِهَادِ وَاَجْمَلُهُ الْحَجُّ حَجّ مَبْرُورٌ
“Ancak cihadın en iyisi ve en güzeli haccdır, Hacc-ı mebrurdur”
Hz. Aişe der ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan bunu işittikten sonra haccı hiç bırakmadım.” İbnu Mâce´deki rivayette, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´nin sorusuna Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı vermiştir:
نَعَمْ جِهَادٌ َ قِتَالَ فِيهِ: اَلْحَجُّ وَالْعُمْرَةُ
“Evet var, içinde kıtal olmayan bir cihad var: Hacc ve umre.”
Ümmü Atiyye´den gelen bir rivayet de kadınların cihada katıldığını, hastaları tedavi ettiklerini te´yid eder. Şu halde Hz. Aişe, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hacc için yaptığı bu teşviklerden tekrar tekrar hacca gitmenin kendileri hakkında da mübah olduğu hükmünü çıkarmış olmalıdır. Tıpkı erkeklere tekrar tekrar cihada gitmek mübah olduğu gibi…
Hz. Ömer (radıyallahu anh), bu meselede tevakkuf ederek, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcelerine hacc izni vermemiş ise de, Hz. Aişe´nin delilindeki kuvveti sonradan görmüş olmalı ki, hilâfetinin sonunda hacc izni vermiştir. Hz. Ömer´den sonra Hz. Osman (radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcelerini hacca götürmüştür.
Beyhakî der ki: “Hz. Aişe´nin bu hadisinde, Ebû Vâkid´in hadisinde kastedilen murad haccın bir kereye mahsus vacib olduğunu beyandır, erkekler gibi onların da fazla yapmasında bir vebal yoktur. Keza bu hadiste, evde kalmaları için gelen emrin vücub ifade eden bir emir olmadığına da delil vardır.”
3- Ebu Vâkid´in hadisindeki asıl gâye Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in zevcelerini Veda haccından sonra haccdan menetmek değil, haccı terketmelerine cevazdır. Zîra, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ tan sonra haccetmeleri fiilen sâbittir. Buhârî´den gelen bir rivayet, Hz. Ömer´in yaptığı son hacc sırasında onlara da izin verdiğini, beraberlerinde Hz. Osman ve Hz. Abdurrahman (radıyallahu anhümâ)´ı gönderdiğini belirtir. İbnu Sa´d´dan gelen bir rivayette Ümmü Ma´bed, bu hacc heyetine Kadîd´de konaklama ânında rastladığını, yanlarına gittiğinde onları sekiz kadın olarak gördüğünü belirtir. Keza İbnu Sa´d´ın kaydettiği bir rivayette Ebu İshâk es-Sebiî, Mugîre İbnu Şu´be´nin (Kûfe valiliği) zamanında Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in zevcelerini “üzerinde taylasan örtülü hevdecler[750] içerisinde hacc yaparken gördüğünü” beyan eder ki bu hicrî 50. yıllara rastlar.
İbnu Sa´d´ın, Hz. Aişe´den kaydettiği bir başka rivayetine göre, Ümmühâtu´lmü´minîn, Hz. Osman´a hacc için müracaat ederler. O: “Ben de hacca gideceğim, sizin haccınızı ben yaptırayım” der. Vefat etmiş bulunan Zeyneb (radıyallahu anhâ) ile Sevde (radıyallahu anhâ) hariç, hep beraber hacca giderler. Sevde vâlidemiz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra vefat edinceye kadar evinden ayrılmamayı tercih etmiştir.
Ebu Hüreyre´nin -İbnu Sa´d´daki- bir rivayeti de Hz. Zeyneb ve Hz. Sevde dışında diğer Zevcât-ı Tâhirât (radıyallahu anhünne)´ın hacc yaptıklarını; o ikisinin: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra bizi binek taşımayacak” diyerek evlerinden ayrılmadıklarını belirtir.
İbnu Sa´d´ın kaydettiği bir rivayette Hz. Aişe (radıyallahu anhâ): مَنَعَنَا عُمَرُ الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ حَتّى إذَا كَانَ آخِرُ عَامٍ فَأذِنَ لَنَا “Hz. Ömer (radıyallahu anh) hacc ve umre yapmayı bize yasaklamıştı, son senesinde izin verdi” der.
Şu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın vefatından sonra Ümmühâtu´lmü´minîn´in hacc yaptıklarını te´yid eden rivayetler mevcuttur.[751]
ـ3ـ وعن إبراهيم عن أبيه عن جده: ]أنَّ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أذِنَ ‘زْوَاجِ النَّبىِّ # في آخر حَجَّةِ حَجَّهَا، يَعْنِى في الحَجِّ، وَبَعَثَ مَعَهُنَّ عَبْدَالرَّحْمنِ بن عَوْفٍ وَعُثْمَانَ بنَ عَفَّانَ[. أخرجه البخارى.وقال البرقانى: هو إبراهيم بن عبدالرحمن بن عوف. قال: الحميدى في هذا نظر.قلت: لعله إبراهيم بن عبدالرحمن بن عبداللّه بن أبى ربيعة المخزومى، واللّه أعلم .
3. (1572)- İbrahim (rahimehullah) babası tarikiyle dedesinden rivayet ediyor:
“Hz. Ömer (radıyallahu anh), yatığı en son haccında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcelerine izin verdi. Onlarla birlikte Abdurrahman İbnu Avf ve Osman İbnu Affân (radıyallahu anhümâ)´ı gönderdi.” [Buhârî, Cezâu´s-Sayd 26.]
Berkânî der ki: “(Hadisi rivayet eden) İbrahim´den maksad: İbrahim İbnu Abdirrahman İbni Avf´tır.”
Humeydî ise: “Bu açıklama isabetli gözükmüyor. Derim ki: O, İbrahim İbnu Abdirrahman İbni Abdillah İbni Ebî Rebîa el-Mahzûmî´dir.” Doğruyu Allah bilir.[752]
AÇIKLAMA:
Önceki hadiste yapıldı.
ـ4ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]سُئِلَ رسولُ اللّه # عن الحاجِّ قال: الشَّعِثُ التَّفِلُ. قِيلَ وَأىُّ الحَجِّ أفْضَلُ؟ قال: الْعَجُّ والثَّجُّ. قِيلَ وَمَا السَّبِيلُ؟ قال: الزَّادُ وَالرَّاحِلَةُ[. أخرجه الترمذى.»الشَّعِثُ« البعيد الْعَهْدِ بِتَسْرِيحِ شعره وغسله .
»والتفلُ« التارك للطِّيب واستعماله.»والْعَجُّ« رَفْعُ الصَّوْتِ بالتَّلْبِيَةِ.»وَالثَّجُّ« سَيََنُ الدَّمِ من الْهَدْىِ .
4. (1573)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a: “Gerçek hacı kimdir ” diye soruldu da şu cevabı verdi:
“Saçını düzenleyip yıkamayı ve koku sürünmeyi çoktan terketmiş kimsedir..”
Kendisine tekrar:
“Hangi hacc efdaldir ” diye sorulunca:
“Yüksek sesle telbiye getirilen ve kurban kesilen” dedi.”
(Haccla ilgili âyette geçen) sebil nedir ” diye soruldu.
“Zâd (nafaka) ve râhile (binek)dir” cevabını verdi.” [Tirmizî, Tefsir, Âl-i İmrân, (3001); İbnu Mâce, Menâsik 6, (2896).][753]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hacıyı tarif ederken mümtaz iki vasfını söylüyor: Saçların karışıklığı ve koku sürünmekten uzaklık. Bunlar, ihramlının riayet etmesi gereken başlıca yasaklar arasında yer alır.
2- Haccı tarif ederken telbiye ve kurbanı zikretmesi haccın başlangıcı ile sonucunu hatırlatma olmaktadır.Böylece bu ikisi arasında mevcut olan vâcib, nâfile nev´inden herşeyin kastedildiğine hükmetmiştir.
3- Son olarak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e haccın farziyetini beyan eden: مَنِ اسْتَطَاعَ اِلَيْهِ سَبِي “Ona bir yol bulabilenlerin (gücü yetenlerin) Beyt´i hacc (ve ziyaret) etmesi Allah´ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır…” (Âl-i İmrân 97) âyetinde geçen “sebil”den soruluyor.
Sebil, kelime olarak “yol” demektir. Yol bulmak, muktedir olmak, imkan bulmak gibi farklı kelimelerle karşılamak mümkün. Hattâ burada “sebil”i imkân olarak anlamak daha uygundur.
Öyleyse Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) haccı farz kılan imkân´ı iki şeyle izah etmiştir:
1- Zâd, yani nafaka. Bu sadece hacının gidiş dönüş yol sırasındaki maddî ihtiyaçlarını ihtivâ etmez. Bakmakla yükümlü olduğu kimselerin kendi yolculuğu sırasındaki her çeşit maddî imkânlarını da ihtiva eder. Ancak bunun miktarı, hacının hayat seviyesine göre hesaplanırsa da vasat duruma göre hesaplanması uygun görülmüştür.
2- Râhile, binek demek ise de, yol arkadaşı, yol emniyeti gibi hususlar bu maddeye dolaylı olarak da olsa dâhil edilebilir.[754]
ـ5ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ رَجًُ قَالَ يَا رسُولَ اللّه: عَلَىَّ حَجَّةُ ا“سَْمِ، وَعَلىَّ دَيْنٌ. قالَ: اقض دينَك[. أخرجه رزين .
5. (1574)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir adam:
“Ey Allah´ın Resûlü! Bana hacc farz oldu. Borcum da var (önce hangisini ödeyeyim )” diye sordu.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Önce borcunu öde!” dedi.” [Rezîn ilâvesidir.][755]
ـ6ـ وعن ثَمَامَة قال: ]حجَّ أنَسٌ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ عَلى رَحْلٍ وَلَمْ يَكُنْ شَحِيحاً، وَحَدَّثَ أنَّ النَّبىَّ # حَجًّ عَلى رَحْلٍ وَكَانَتْ زَامِلَتَهُ[. أخرجه البخارى.»عَلى رَحْلٍ« أى قتب في في مَحْملِ ونحوه .
6. (1575)- Sümâme (rahimehumullah) anlatıyor:
“Hz.Enes (radıyallahu anh), cimri olmadığı halde havıdlı bir devenin üzerinde haccını yaptı.” (Hz. Enes (radıyallahu anh): “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da yol eşyasını yüklediği havıdlı bir deve üzerinde hacc yaptı” demiştir. [Buhârî, Hacc 3 (Muallak senetsiz olarak kaydetmiş.)][756]
AÇIKLAMA:
Hadiste ifade edilmek istenen husus, Hz. Enes (radıyallahu anh)´in yokluk veya cimrilik sebebiyle değil, tevâzu düşüncesiyle, sünnete uyma endişesiyle yük devesi üzerinde hacc yaptığıdır. Rahl, devenin üzerine vurulan semerdir. Daha hususî tâbiriyle havıd.
Hz. Enes (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın mal ve evlâd bolluğuna kavuşması için hususî duâsına mazhar olmuş, bu sebeple zenginler arasında yer almıştı. Ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sünnetine ittibaen hiçbir konforu haiz olmayan havıdlı deveye binmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın da aynı şekilde havıdlı deveye bindiğini belirten Enes (radıyallahu anh), ilâve eder: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bineği, eşyalarını da taşıyordu.” Araplar yük taşıyan deveye zâmile derler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bindiği deve hem râhile (binek), hem de zâmile imiş.
Şurası açıkça anlaşılıyor ki, imkân sahipleri yüklerini zâmileye yükletirler, kendileri râhileye binerlerdi. Bu bir konfor ve rahatlıktır. Konforun daha ilerisi râhilenin üstünde gölge için, rahatsız edici dış şartlardan korunmak için mahmil denen hususî hücreler mevcuttur. İmkân sahipleri onlar içerisinde seyahatini, haccını sürdürür.
Şu halde sadedinde olduğumuz rivayet Hz. Enes´in ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hacc sırasında bu çeşit konfora yer vermediğini belirtmektedir.
İbnu Hacer, hadisi açıklarken şu bilgiyi dermeyân eder: “Halk, haccını yaparken, azıklarını yükledikleri develere binerdi. Azık vs. yüklenmemiş bir binek üzerinde ilk hacc yapan Osman İbnu Affân (radıyallahu anh)´dır.”[757]
ـ7ـ وعن عبيد بن جُريج قال: ]قُلْتُ بنِ عُمرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: رَأيْتُكَ تَصْنَعُ أرْبَعاً لَمْ أرَ أحَداً مِنْ أصْحَابِكَ يَصْنَعُهَا. قالَ: مَا هِيَ يَا ابنَ جُريج؟ قالَ: رَأيْتُكَ َ تَمَسُّ مِنَ ا‘رْكَانِ إَّ الْيَمَانِيَّيْنِ، وَرَأيْتُكَ تَلْبَسُ النِّعَالَ السِّبْتِيَّةَ، ورَأيْتُكَ تَصْبُغُ بِالصُّفْرَةِ، وَرَأيْتُكَ إذَا كُنْتَ بِمَكَّةَ أهَلَّ النَّاسُ إذَا رَأوُا الْهَِلَ وَلَمْ تُهِلَّ حَتَّى يَكُونَ يَوْمُ التَّرْوِيَةِ. فقَالَ: أمَّا ا‘رْكَانُ فَإنِّى لَمْ أرَ رسولَ اللّهِ # يَمَسُّ إَّ اليَمَانِيَّيْنِ. وَأمَّا النِّعَالُ السِّبْتِيَّةُ فإنِّى رَأيْتُ رسولَ اللّه # يَلْبَسُ النِّعَالَ الَّتِى لَيْسَ فِيهَا شَعَرٌ وَيَتَوَصَّأُ فِيهَا.
فَأنَا أحِبُّ أنْ ألْبَسَهَا. وَأمَّا الصُّفْرَةُ فَإنِّى رَأيْتُ رسولَ اللّهِ # يَصْبُغُ بِهَا فَأنَا أحِبُّ أنْ أصْبُغَ بِهَا. وَأمَّا ا“هَْلُ فَإنِّى لَمْ أرَ رسولَ اللّهِ # يُهِلُّ حَتَّى تَنْبَعِثَ بِهِ رَاحِلَتُهُ[. أخرجه الثثة وأبو داود.»النِّعَالُ« السبتية التي شعر عليها كأن شعرها قد سُبت: أى حُلِقَ عنها .
7. (1576)- Ubeyd İbnu Cüreyc anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´e:
“Seni dört şey yaparken görüyorum. Bunları arkadaşlarından bir başkasının yaptığını görmedim” dedim. Bana:
“Ey İbnu Cüreyc, onlar nedir ” diye sordu. Ben de saydım: “Sen Kâ be´nin rükünlerinden sadece iki Yemanî rükne (rükn-i Yemânî ve rükn-i Hacer) temasta bulunuyor, diğerlerine temas etmiyorsun. Keza senin tüysüz deriden ma´mul nalın giydiğini görüyorum. Keza senin (saç ve sakalını) sarıya boyadığını görüyorum. Keza seni Mekke´de gördüm, herkes (Zilhicce) hilâlini görünce ihrama girdikleri halde sen terviye günü (8 Zilhicce) ihrama girdin!” Bana şu açıklamayı yaptı:”
Rükünlere temasa gelince; ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ ın, sadece iki rükne temas ettiğini gördüm. Tüyü yolunmuş nalına gelince; ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın nalınlarında hiç tüy görmedim. Ayakları onların içinde iken abdest alırdı. Ben onu giymeyi seviyorum. Sarıya gelince; ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın onunla boyandığını gördüm. Ben onunla boyanmayı seviyorum. İhrama girmeye gelince, ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın devesi, onu yola koyuncaya kadar telbiye çektiğini görmedim.” [Buhârî, Vüdû´ 30; Müslim, Hacc 25, (1187); Muvatta, Hacc 31, (1, 333); Ebu Dâvud, Menâsik 21, (1772).][758]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet Buharî´de abdestle ilgili bahiste yer alır ve abdeste müteallik bazı teferruata yer verilir. Bu meseleye Kitabu´t-Tahâret´te “Mest üzerine meshetmek” babının 11. hadisinde yer vereceğiz.
2- İki Yemânî rükünden maksad (1340. hadiste açıklandığı üzere) Hacerü´l-Esved´in bulunduğu rükn ile ondan bir evvelki rükndür. Asıl rükn-i Yemânî, Hacer rüknünden öncekidir, Yemen cihetine baktığı için bu isim verilmiştir. Tağlib tarikiyle ikisine birden Rükn-i Yemânân denmiştir. Bu iki köşe, Hz. İbrahim (aleyhisselam)´in attığı temellere oturduğu için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın her ikisini de istilâm ettiği bâzı rivayetlerde gelmiştir.
3- Tüysüz deri diye tercüme ettiğimiz Septiyye, debağlalanarak tüyleri dökülmüş sığır derisidir. Araplar o zaman ayakkabılarını, tüyleri dökülmemiş derilerden yaparlardı. Taif gibi sanayinin ilerlediği yerlerde deri işlenir, tüyü alınır, yumuşatılır ve sonra ayakkabı yapılırdı. Bu çeşit ayakkabılar pahalı olduğu için herkes giyemezdi.
4- Sarıya boyama meselesine, şârihler elbise de olabilir, saç da olabilir demişlerdir. Her iki hususa şümûlünü ifade eden delil mevcuttur. Ashab ve Tabiin´den saçlarını ve elbiselerini sarıya boyayanlar olmuştur. Âlimler bu hususta bâzı ihtilâfa düşmüşlerdir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın da elbise ve sarığını sarıya boyadığı rivayetlerde gelmiştir.
5- İhram meselesi: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Veda haccında, Mekke´ye gelince, beraberinde kurbanlığı olmayanlara Hacc-ı temettuyu emretmiş, ihramdan çıkan Ashab, terviye günü (8 Zilhicce) Mina´ya hareket edeceği zaman yeniden hacc için ihrama girmişti. İşte Hz. İbnu Ömer Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın o tatbikatını esas almış, devesine binip Mina´ya yönelir yönelmez telbiye getirmeyi âdet edinmiştir.
8- Zilhicce´ye terviye denmesi, Mina´da su bulunmadığı için, Mina´ya gideceklerin çokça su içmeleri ve su tedariki yapmalarından dolayıdır. Terviye, bol bol su içmek mânasına gelir. Ancak terviye bir de düşünmek mânasındadır. Rivayete göre Hz. İbrahim (aleyhisselam) oğlu İsmail´i kesmesi için rüyasında emir alınca ertesi günü, bu şeytanî mi, Rahmânî mi diye düşünmüş, bu sebeple o gün, terviye adını almıştır. Ancak ertesi akşam aynı rüyayı tekrar görünce, Rahmanî olduğunu anlamış, bu sebeple ertesi güne de arefe denmiştir. [759]
ONBEŞİNCİ BÂB
HZ. PEYGAMBER´İN HACC VE UMRESİ
ـ1ـ عن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]حَجَّ النَّبىُّ # حَجَّتَيْنِ قَبْلَ أنْ يُهَاجِرَ وَحَجَّةً بَعْدَ مَا هَاجَرَ مَعَهَا عُمْرَةً فسَاقَ ثَثاً وَسِتِينَ بَدَنَةً. وَجَاءَ عَليٌّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ مِنَ الْيَمَنِ بِبَقيَّتِهَا فِيهَا جَمَلٌ في أنْفِهِ بُرَةٌ مِنْ فِضَّةٍ فَنَحَرَها النَّبىُّ # مِنْ كُلِّ بَدَنَةٍ بِبَضْعَةٍ فَطُبِخَتْ وَشَرِبَ مِنْ مَرَقَتِهَا[. أخرجه الترمذى .
1. (1577)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (üç kere hacc yaptı. Şöyle ki): “Hicret etmezden önce iki, hicretten sonra da bir hacc ve bununla birlikte bir umre yaptı. Bu hacc sırasında (Medine´den) altmış üç deve sevketti. O sırada Hz. Ali (radıyallahu anh) Yemen´den geldi, [berâberinde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kestiği kurbanların] geri kısmı da vardı. Bunlar arasında (Ebu Cehl´e ait olup Bedir Savaşı´nda ganimet olarak alınan) burnunda gümüş halka bulunan deve de vardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hepsini kesti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her deveden bir parça alınmasını emretti. Bunlar (bir kapta) pişirildi. Efendimiz suyundan içti.” [Tirmizî, Hacc 6, (815).][760]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hicretten sonra yaptığı hacc, Veda haccıdır. Bu hacc sırasında yüz deve kesmiştir. 1319 numaralı hadiste getiği üzere bunlardan bir kısmını Hz.Ali (radıyallahu anh) Yemen´den getirmiştir. Sadedinde olduğumuz rivayette geçen bakiyye (geri kısmı) diye geçen budur.
2- Ebu Cehl´e ait olduğu belirtilen burnunda gümüş halka takılı deve hakkında 1520 numaralı hadiste açıklama geçmiştir.
3- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, her kurbandan alınan parçaların pişirilmiş olduğu sudan içmesinde şu nükte vardır: Böylece her kurbandan az bile olsa bir miktar yemiş olmaktadır. Halbuki etten yese, bâzılarına sıra gelmezdi. Suya ise, hepsinden müşterek birşeylerin geçmiş olması kesindir.[761]
ـ2ـ وعن عروة بن الزبير قال: ]كُنْتُ أنَا وَابنُ عُمرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما مُسْتَنِدَينَ إلى حُجْرَةِ عَائِشَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْها وَأنَا أسْمَعُ صَوْتَهَا بِالسِّوَاكِ تَسْتَنُّ. فَقُلْتُ يَا أبَا عَبْدِالرَّحْمنِ اعْتَمَرَ النَّبىُّ # في رَجَبٍ؟ قالَ نَعَمْ. قُلْتُ: لِعَائِشَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْها: أىُّ أُمَّتَاهُ أَ تَسْمِعينَ مَا يَقُولُ أبُو عَبْدِالرَّحْمنِ. قالَتْ: وَمَا يَقُولُ؟ قُلْتُ: يَقُولُ اعْتَمَرَ النَّبىُّ # في رَجَبٍ. فقَالَتْ: يَغْفِرُ اللّهُ ‘بِى عَبْدِالرَّحْمنِ! لَعَمْرِى مَا اعْتََمَرَ في رَجَبٍ وََ اعْتَمَرَ مِنْ عُمْرَةٍ إَّ وَإنَّهُ لَمَعَهُ، وَابنُ عُمَرَ يَسْتَمِعُ فَمَا قَالَ َ وََ قَالَ نَعَمْ. سَكَتَ[. أخرجه الخمسة إ النسائى .
2. (1578)- Urve İbnu Zübeyr (rahimehullah) anlatıyor:
“Ben ve İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Hz. Aişe´nin hücresine dayanmıştık, (o içerde dişlerini misvaklıyordu. Bu esnada) misvaktan çıkan sesleri işitiyordum. Ben, İbnu Ömer´e:
“Ey Ebu Abdirrahmân! Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Receb ayında umre yaptı mı ) diye sordum.
“Evet!” dedi. Ben de, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´ye seslendim:
“Ey anneciğim, Ebu Abdirrahman´ı dinliyor musun ne söylüyor ”
“Ne söyüyor ” dedi.
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Receb´te umre yaptı diyor” dedim. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ):
“Ebu Abdirrahman´a Allah mağfiret etsin. Ömrüm hakkı için, Receb´de umre yapmadı. [Hem O, nasıl olur da yanılır, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın] yaptığı her umrede o da hazır bulunmuştu” dedi. İbnu Ömer, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´nin bu sözlerini işittiği halde ne “evet!” ne de “hayır!” demedi, sükût etti.” [Buhârî, Umre 3; Müslim, Hacc 219, (1255); Tirmizî,Hacc 93, (936, 97); Ebu Dâvud, Menâsik 80, (1991, 1992).] [762]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in kaç defa umre yaptığı hususunda Ashab (radıyallahu anhüm) arasında bazı ihtilâflar olmuştur. Müteakiben kaydedilecek hadislerde görüleceği üzere, İbnu Abbas ve İbnu Ömer (radıyallahu anhüm) başta, bazı sahabiler, dört umreden bahsederken çoğunluk Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın üç umresinden söz eder. İki umreden bahseden de olmuştur. Bu meseleye, 1581 numaralı hadiste tekrar döneceğiz.
2- Ebû Abdirrahman, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in künyesidir. Arap örfünde kişiye künyesi ile hitap ta´zim ve tekrim ifade eder.
3- Hz. Aişe´nin لَعَمْرِى “Ömrüm hakkı için!” diye yemin etmesi, bu çeşit yemin edilebileceğinin caiz olduğunu gösterir. Ulemâ, “Yemin, şe´ninde kıymet ve hürmet olan şeye yapılır, onun dışındakilere yapılmaz” mânasındaki prensibi esas alarak umumiyetle, “dinen mukaddes olmayan şeylere yemin edilmez” demiş ve mekruh addetmiştir.
4- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Receb ayında umre yapıp yapmadığı da bir başka ihtilaf mevzuudur. Burada görüldüğü üzere Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın dört umre yaptığını söyleyen İbnu Ömer, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Recep ayında da umre yaptığını söylemiştir. Ancak Hz. Aişe´nin itirazı karşısında susmuştur. Onun susmasını ulemâ, bu meselede İbnu Ömer´in karıştırmış ve unutmuş veya şekke düşmüş olabileceğine hamletmiştir. Aksi takdirde Hz.Aişe´ye itiraz etmesi gerekirdi. Kurtubî: “Bu onun vehme düştüğüne, Hz. Aişe´nin açıklaması ile rücu ettiğine delildir” der. İbnu Ömer´in “Receb ayında umre yaptığı” sözüyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hicretten önceki bir umresini kastedmiş olabileceğini söyleyen olmuşsa da, taraftar bulamamıştır, çünkü rivayete dayanmıyor.[763]
ـ3ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]اعْتَمَرَ النَّبىُّ # أرْبَعَ عُمَرٍ: عُمْرَة الحُدَيْبِيَّةِ، وَعُمْرَةَ الثَانية منْ قابِلِ عُمْرَةِ الْقَضَاءِ في ذِى الْقَعْدَةِ، وَعُمْرَةَ الثّالِثَةَ مِنَ الجِعِرَّانَةِ، وَالرَّابِعَة الَّتِى مَعَ حَجَّتِهِ[. أخرجه أبو داود والترمذى .
3. (1579)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) dört umre yaptı: 1- Hudeybiye umresi, 2- Müteakip sene Zilkade ayında yaptığı umretü´lkadâ, 3- Ciırrâne´den yaptığı umre, 4- (Veda haccı sırasında) hacc ederken yaptığı umre.” [Tirmizî, Hacc 7, (816); Ebu Dâvud, Menâsik 80, (1993); İbnu Mâce, Menâsik 50, (3003).][764]
ـ4ـ وعن عروة قال: ]اعْتَمَرَ رسولُ اللّه # ثََثَ عُمَرٍ إحْدَاهُنَّ في شَوَّال وَاثنتانِ في ذِى الْقَعْدَةِ[. أخرجه مالك .
4. (1580)- Hz.Urve (rahimehullah) demiştir ki:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) üç umre yaptı: Biri Şevvâl ayında, ikisi de Zilkade ayındadır.” [Muvatta, Hacc 56, (1, 342).][765]
ـ5ـ وعن مالك. ]أنَّهُ بَلَغَهُ أنَّ النَّبىَّ #: اعْتََمَرَ ثََثاً، عَامَ الحُدَيْبِيَّةِ، وَعَامَ الْقَضِيَّةِ وَعَامَ الجِعرَّانَةِ[ .
5. (1581)- İmam Mâlik´e ulaştığına göre: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) üç sefer umre yapmıştır: 1- Hudeybiye senesinde, 2- (Hudeybiye yılını takip eden) kazâ senesinde, 3-Ciırrâne senesinde” [Muvatta, Hacc 5, (1, 342).][766]
AÇIKLAMA:
1- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in yaptığı umrelerin sayısı ile ilgili ihtilâf, yukarıdaki rivayetler gözönüne alınınca, te´lifi kolay bir ihtilâftır. Zîra dört diyenler, üç diyenlerden fazla olarak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Veda haccı sırasında, hacc-ı kırana niyyet ederek haccdan önce yaptığı umreyi kastederler. Bu umre diğerleri gibi müstakil değildir, haccdan önce yapılmıştır. Şu halde üç diyenler, hacc dahil olan bu umreyi sayıya dâhil etmemiş oluyorlar.
Buhârî´nin Hz. Berâ (radıyallahu anh)´dan kaydettiği bir rivayette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in iki kere umre yapması söz konusudur. İbnu Hacer bunun te´lifini şöyle yapar: “…Berâ, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Veda haccı sırasında hacc-ı kıranla yaptığı umre ile Hudeybiye´de engellenen umreyi saymamıştır. Veya onu saymıştır da, Ci´rane´de yaptığı -kendisine gizli kalan- umreyi saymamıştır. Nitekim bu umreyi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) geceleyin yapmış ve başkalarına da gizli tutmuştur.
Ancak, Hudeybiye Seferi´ni Cumhur ittifakla umreden saymışlardır. Başta Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bütün Ashâb ihram giymiş, sulh antlaşması yapıldıktan sonra, tavaf ve sa´y yapılmamış olsa bile, kurbanlar kesilmiş, traş olunmuş ve ihramdan çıkılmıştır. Yani bu, tam bir umre addedilmiş, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın umreleri mevzubahis olunca hep sayıya girmiştir.
Bu hususta tereddüd edenler, müteâkip sene yapılan umreye umretu´lkazâ denmesini göstermişlerdir. Yani, “Hudeybiye senesi yapılmayan umre müteâkip sene kaza edilmiştir, onun için de umretu´lkazâ denmiştir” derler. Daha önce de geçtiği üzere burada kazâ, “mukâza” yâni antlaşma, karşılıklı hüküm koyma mânasına gelir. Çünkü “O yıl Mekke´ye girilmeyecek, müteâkip yıl umre için gelinip üç gün Mekke´de kalınacak” diye antlaşmaya madde konmuştu. Şu halde umretü´lkazâ, “antlaşma umresi” demektir. Bu, öncekinin kazası olsaydı, ikisi bir sayılırdı ve sahâbeler bunları ayrı ayrı umre olarak ifade etmezdi.
2- Rivayetlere göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) haccla birlikte olan hâriç, diğer umrelerini Zilkade ayında yapmıştır. Bu o ayın faziletinden olduğu gibi, bir başka sebebe daha dayanır: Cahiliye Arapları o ayda umreyi hoş karşılamazlar, çirkin addederlerdi. Cumhur senenin her ayında ve hatta her gününde umreyi câiz addeder.[767]
3- Bazı Hükümler
BAZI HÜKÜMLER
1- Hacc aylarında umre yapmak -cahiliye Araplarının inançlarının aksine olarak câizdir.
2- Hz.İbnu Ömer gibi çok hadis rivayet eden, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´den ayrılmamayı kendine şiâr edinen kadri yüce bir sahabiye bile, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bir kısım ahvâli gizli kalabilmekte, bildiklerine vehim, nisyân (unutma), şekk karışabilmektedir, zîra onlar gayr-ı mâsumdurlar.
3- Ulemâ birbirlerini bazı meselelerde reddedebilmektedir.
4- Ulemâ reddederken edebe, iyi davranmaya riayet etmektedir.
5- Hakkın ortaya çıkması için suâl sorarken, mültefit ve nezâketli olmak gereklidir.
6- Hakkı görünce en azından sükûtla kabul etmek gerekir. İbnu Ömer sükût etmekle hatasını itiraf etmiş oldu.[768]
ـ6ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كُنَّا نَتَحَدَّثُ عَنْ حَجَّةِ الْوَدَاعِ وَرسولُ اللّهِ # بَيْنَ أظْهُرِنَا وََ نَدْرِى ما حَجَّةُ الْوَدَاعِ حَتَّى حَمِدَ اللّهَ تَعالى
وَأثْنى عَلَيْهِ ثُمَّ ذَكَرَ المسيحَ الدَّجَّالَ فَأطْنَبَ في ذِكْرِهِ وَقَالَ: مَا بَعَثَ اللّهُ مِنْ نَبىٍّ إَّ أنْذَرَهُ أُمَّتَهُ. لَقَدْ أنْذَرَهُ نُوحٌ وَالنَّبِيُّونَ بَعْدَهُ. وَإنَّهُ يَخْرُجُ فِيكُمْ، فَمَا خَفِىَ عَلَيْكُمْ مِنْ شَأنِهِ فَلَيْسَ يَخْفَى عَلَيْكُمْ؛ إنَّ رَبَّكُمْ لَيْسَ بِأعْوَرَ، وَإنَّهُ أعْوَرُ عَيْنِ الْيُمْنى كَأنَّ عَيْنَهُ عِنَبَةٌ طَافِيَةٌ أَ وَإنَّ اللّهَ تَعالى حَرَّمَ عَلَيْكُمْ دِمَاءَكُمْ وَأمْوَالَكُمْ كَحُرْمَةِ يَوْمِكُمْ هذَا في بَلَدِكُمْ هذَا. أَ هَلْ بَلَّغْتُ؟ قالُوا: نَعَمْ. قاَلَ: اللَّهُمَّ اشْهَدْ ثََثاً. وَيْلَكُمْ أوْ وَيْحَكُمْ َ تَرْجِعُوا بَعْدِى كُفّاراً يَضْرِبُ بَعْضُكُمْ رِقَابَ بَعْض[. أخرجه الشيخان واللفظ البخارى .
6. (1582)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) aramızda olduğu halde biz Veda haccından bahsederdik ve Veda haccının ne olduğunu bilmezdik. (Veda haccında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Allah´a hamd ve sena edip sonra da Mesih Deccâl´ı mevzubahis etmişti, sözü onun hakkında epeyce uzatıp şunları da söylemişti:
“Allah´ın gönderdiği her peygamber, ümmetini onunla korkuttu. Hz. Nuh (aleyhisselam) ve ondan sonra gelen bütün peygamberler onunla korkuttular. Bilesiniz o, aranızdan çıkacaktır. Onun şe´ninden (yapacağı icraatler) hiç bir şey size gizli kalmayacak. Çünkü sizlere gizlemez. Rabbinizin gözü kör değildir. Halbuki onun sağ gözü kördür. Onun gözü pertlek bir üzüm gibidir.
Haberiniz olsun! Allah sizlere birbirinizin kanını, malını haram kıldı, bunlar şu günlerinizin, şu beldenizdeki haramlığı gibi haramdır.
Acaba tebliğ ettim mi ” (Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu sorusuna cemaat hep bir ağızdan:
“Evet” diye cevap verdi. Bunun üzerine üç sefer:
“Ya Rab şâhid ol! Ya Rab şâhid ol! Ya Rab şâhid ol!” dedi ve tekrar cemaate yönelerek:
“Vah size! -veya eyvah size!- Benden sonda dönüp birbirlerinizin boyunlarını vuran kâfirler olmayın!” dedi.” [Buharî, Hacc 132, Edeb 43, 95, Hudud 9, Diyât 2, Fiten 8; Müslim, İmân 119, (66).] [769]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, Veda haccı sırasında yaptığı konuşmalardan birini aksettirmektedir. Âhir zamanda çıkıp dini tahrip edecek ve insanlığa büyük zarar verecek olan şahıslardan biri hakkında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Veda haccı gibi büyük bir kalabalığın bir araya geldiği fırsatta bilgi vermektedir.
2- Deccâl yalancı demektir. Şu halde en büyük vasfı, icraatını yalana ve aldatmacaya dayandırmasıdır. Uzun olan insanlık târihi içinde en büyük tahribatı o yapacağı için Hz. Nuh (aleyhisselam)´tan itibaren her peygamber, ümmetini onun hakkında uyarmış, onun dehşetli icraatiyle korkutmuştur. Belki de bu sebeptendir, hemen hemen bütün dinlerde buna müşâbih inançlara rastlanmıştır. Bilhassa kitabî dinlerde bu, pek bârizdir. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta Antechrist diye isimlendirilir.
3- Geniş açıklamayı Kıyametle ilgili bölümün Deccal´la ilgili kısmında yapacağımız Deccâl, bir bakıma her devirde, her bölgede çıkacak kötü şahısların müşterek ismi ve hem de vasfıdır. Rivayetler, Deccal bilgisinin Sahabe devrinden beri mahalle mekteplerindeki çocuklara bile öğretildiğini göstermektedir. Bu sanki her Müslümanın bilmesi gereken temel İslâmî kültürün bir parçası kılınmıştır.
4- Deccal´la ilgili bir kısım tavsirleri, yoruma muhtaç müteşâbihât kabul etmek gerekir. Sözgelimi sağ gözünün kör olması, onun mâneviyatı kör, âhireti göremez, sâdece dünyaya, maddeye kıymet verir olmasıdır. Aksi takdirde bir kısım tasvirleri aynen fiilî şekilde aramak hem safdillik olur, hem de hurâfeye inanmak nev´inden saçmalıklara düşülebilir.
5- Hadisin sonunda ifade edilen, “Benden sonra dönüp birbirlerinizin boyunlarını vuran kâfirler olayın!” cümlesinden, Nevevî´nin kaydına göre, yedi farklı hüküm çıkarılmıştır:
1- Müslümanın kanını haksız yere helâl addeden Müslüman, kâfir olur.
2- Bundan maksad nimet ve İslâm´ın hakkına karşı nankörlüktür, kadr u kıymetini tanımamaktır.
3- Bu hal (mü´minin, mü´mini öldürmesi) küfre yakın bir ameldir ve küfre götürür.
4- Bu, kâfirlerinkine benzer bir fiildir. Çünkü normalde mü´mini kâfirden başkası öldüremez.
5- Bundan murad küfrün hakikatidir, yani mânası şöyledir: Sakın küfre dönmeyin, Müslüman olmaya devam edin!
6- Bu mânayı Hattâbî ve başkaları hikâye etmişlerdir: Buradaki “kafirler”den (küffar) murâd, silah kuşananlardır. Araplar, تَكَفَّرَ الرَّجُلُ بِسَِحِهِ derler. Yâni silâhını kuşandı. “Kuşandı” kelimesini tekeffür etti diyerek, küfr kökünden bir kelime kullanarak ifade ederler. el-Ezherî, Tehzîbü´l-Lüga adlı kitabında silah kuşanan, silah taşıyan mânasına kâfir kelimesini kullanmıştır.
7- Hattâbî de şu mânayı anlamıştır: “Birbirinizi tekfir etmeyin, sonra birbirinizi öldürmeyi helâl addedersiniz.”
Nevevî bu açıklamalardan sonra sözünü şöyle noktalar: “Bunlardan en muvafık olanı dördüncü maddede söylenendir. Kadı Iyaz (rahimehullah) da bunu tercih etmiştir.”[770]
ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]انطلقَ النّبىُّ # مِنَ المَدِينَةِ بَعْدَ مَا تَرَجّلَ وَادّهنَ وَلَبِسَ إزَارَهُ وَرِدَاءَهُ هُوَ وَأصْحَابُهُ فَلَمْ يَنْهَ عَنْ شَئٍ مِنَ ا‘رْدِيَةِ وَا‘ُزُر تُلْبَسُ إَّ المُزَعْفَرَةَ الَّتى تَرْدَع عَلى الجِلْدِ فَأصْبَحَ بِذِى الحُلَيْفَةِ فَرَكِبَ رَاحِلَتَهُ حَتَّى اسْتَوَتْ بِهِ على الْبَيْدَاءِ أهَلَّ هُوَ وَأصْحَابُُهُ وَقَلّدَ بُدْنَهُ، وَذلِكَ لِخَمْسِ بَقِينَ مِنْ ذِى الْقَعْدَةِ، وَقَدِمَ مَكَّةَ ‘رْبَعٍ خَلَوْنَ مِنْ ذِى الحِجّةِ، وَطَافَ بِالْبَيْتِ وَسَعَى بَيْنَ الصّفَا وَالْمَرْوَةِ وَلَمْ يُحِلَّ مِنْ أجَلِ بُدْنِهِ ‘نَّهُ قَلَّدَهَا. ثُمَّ نَزَلَ بِأعْلَى مَكَّةَ عِنْدَ الحَجُونِ وَهُوَ مُهِلٌّ بِالْحَجِّ وَلَمْ يَقْرَبِ الْكَعْبَةَ بَعْدَ طَوَافِهِ بِهَا حَتَّى رَجَعَ مِنْ عَرَفَةَ وَأمَرَ أصْحَابَهُ أنْ يَطوفُوا بِالْبَيْتِ وَبَيْنَ الصّفَا وَالْمَرْوَةِ ثُمَّ يُقَصِّرُوا رُؤُسَهُمْ ثُمَّ يُحِلُّوا، وَذلِكَ لِمَنْ لَمْ يَكُنْ مَعَهُ بَدَنةٌ قَلَّدَهَا وَمَنْ كَانَتْ مَعَهُ امْرَأتُهُ فَهِىَ لَهُ حََلٌ وَالطِّيبُ وَالثِّيَابُ[. أخرجه البخارى.»تَرْدَعُ« بعين مهملة: أى تنْفُضُ صِيغها عليه .
7. (1583)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), saçlarını tarayıp yağladıktan, rida ve izârını giydikten sonra Medine´den ashabıyla birlikte ayrıldı. Rida ve izâr çeşitlerinden, vücudun cildine boyası geçen za´feranla boyanmış olanlar dışında hiç bir şeyi yasaklamadı. Böylece Zülhuleyfe´ye geldi. Orada devesine bindi. Devesi onu Beydâ sırtına çıkarınca O (aleyhissalâtu vesselâm) da, Ashab´ı (radıyallahu anhüm) da telbiye getirdiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kurbanlığına takısını takıp nişanladı. Bu iş, Zilkade ayının sondan beşinci gününde cereyan etmişti. Mekke´ye Zilhicce´nin dördünde indi. (İlk iş) Beytullah´ı tavaf etti, Safâ ve Merve arasında sa´yde bulundu. Kurbanlığı sebebiyle ihramdan çıkmadı. Çünkü ona (kurbanlık alâmeti olan takıyı) takmıştı. Sonra Mekke´nin Hacûn yanındaki en yüksek yerine indi. Artık hacc için telbiye getiriyordu. Kâbe´ye, onu tavaf ettikten sonra, Arafat´tan dönünceye kadar hiç yaklaşmadı. Ashabına ise, Kâbe´yi tavaf etmelerini, Safâ ile Merve arasında sa´yetmelerini emretti, sonra saçlarını kısaltarak ihramdan çıkmalarını emretti. Bütün bu emirler, berâberinde kurbanlık olarak takılanmış devesi olmayanlar içindi. Berâberinde hanımı bulunanlara, hanımları da helaldi. Keza koku ve elbise de helâldi.” [Buhârî, Hacc 21, 70, 128.][771]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Veda haccının bazı safhalarını anlatmaktadır: Zülhuleyfe´de ihrama giriş, Mekke´ye gelince kurbanlığı olmayanlara, hacc için giydikleri ihramı umreye çevirmelerini emretmesi, kurbanlığı olanların hacc-ı kıran yapmak üzere ihramdan çıkmamaları vs. Bu meseleler daha önce açıklanmıştır. Bilhassa şu numaralarda bulunmalıdır: 1288, 1292,1293, 1301.[772]
ـ8ـ وعن على رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]وَقَفَ رسولُ اللّهِ # بِعَرفَةَ وقال: هذِهِ عَرفَة وَهُوَ المَوْقِفُ وَعَرَفَةُ كُلُّهَا مَوْقِفٌ. ثُمَّ أفَاضَ حِينَ غَرَبَتِ الشّمْسُ وَأرْدَفَ أُسَامَةَ بنَ زَيْدٍ وَجَعَلَ يُشِيرُ بِيَدِهِ عَلى هَيْنَتِهِ وَالنّاسُ يَضْرِبُونَ يَمِيناً وَشِماً َ يَلْتَفِتُ إلَيْهِمْ. وَيَقولُ: يَا أيُّهَا النَّاسُ عَلَيْكُمْ السّكِينَةُ. ثُمَّ أتَى جَمْعاً فَصَلَّى بِهِمُ الصََّتَيْنِ جَمِيعاً. فَلَمَّا أصْبَحَ أتَى قُزَحَ وَوَقَفَ عَلَيْهِ؛ وقال: هذَا قُزَحُ، وَهُوَ
المَوْقِفُ وَجَمْعٌ كُلُّهَا مَوْقِفٌ. ثُمَّ أفَاضَ حَتَّى انْتَهى إلى وَادِى مُحَسِّرٍ، فقَرَعَ نَاقَتَهُ فَخَبّتْ حَتَّى جَاوَزَ الْوَادِىَ فَوقفَ وَأرْدَفَ الْفَضْلَ. ثُمَّ أتَى الجَمْرَةَ فَرَمَاهَا. ثُمَّ أتَى إلى المَنْحَرِ فقال: هَذَا المَنْحَرُ وَمِنىً كُلُّهَا مَنْحَرٌ وَاسْتَفْتَتْهُ جَارِيَةٌ شَابَّةٌ مِنْ خَثعَمَ قالَتْ يَا رسولَ اللّهِ إنَّ أبى شَيْخٌ كَبِيرٌ قَدْ أدْرَكَتْهُ فَرِيضَةُ اللّهِ تَعالى في الحَجِّ أفَيُجْزِى أنْ أحُجَّ عَنْهُ؟ قال: حُجِّى عَنْ أبِيكِ. قال: وَلوَى عُنُقَ الْفَضْلِ، فقَالَ الْعَبّاسُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: يَارَسُولَ اللّهُ؟ لِمَ لَوَيْتَ عُنَقَ ابنِ عَمِّكَ؟ قال: رَأيْتُ شَاباً وَشَابَةً، فَلَمْ آمَنِ الشَّيْطَانَ عَلَيْهِمَا. فَأتَاهُ رَجُلٌ فقَالَ يارسُولَ اللّهِ: إنِّى أفَضْتُ قَبْلَ أنْ أحْلِقَ؟ فقَالَ: احْلِقْ وََ حَرَجَ. وَجَاءَ آخَرُ: فقَالَ يَا رسُولَ اللّهِ: إنِّى ذَبَحْتُ قَبْلَ أنْ أرْمِىَ؟ فقَالَ: ارْمِ وََ حَرَجَ. قالَ: ثُمَّ أتَى الْبَيْتَ فَطَافَ بِهِ ثُمَّ أتَى زَمْزَمَ فقََالَ يَا بَنِى عَبدِالمطلبِ لَوَْ أنْ يَغْلِبَكُمْ النَّاسُ عَلَيْهِ لَنَزَعْتُ[. أخرجه الترمذى .
8. (1584)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Arafat´ta vakfe yaptı ve: “Burası Arafat´tır, vakfe yeridir, Arafat´ın her yeri vakfe yeridir” dedi.
Sonra güneş batar batmaz ifâza yaptı. (Arafat´ı terketti). Devesinin terkisine Üsâme İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ)´i bindirdi. Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), -halk sağında ve solunda (develere telâşla vururlarken) onlara dönüp bakmadan- her zamanki sükun ve rıfk hâlini koruyarak eliyle işaret edip: “Ey insanlar! Sakin olun” diyordu.
Sonra Cem´e (Müzdelife´ye) geldi. Orada iki namazı da (akşam ve yatsı) beraberce kıldırdı. Sabah olunca Kuzah tepesine gelip üzerinde vakfe yaptı.”
Burası Kuzeh´dir, vakfe yeridir. Cem´in tamamı vakfe yeridir!” dedi. Sonra oradan ayrıldı, Muhassır vâdisine geldi. Devesine vurdu. Deve dört nala koşarak vâdiyi geçti. Orada durup, amcası Abbâs (radıyallahu anh)´ın oğlu Fazl´ı devesinin terkisine aldı.
Oradan Cemretu´l-Akabe´ye geldi ve taşlama yaptı. Sonra menhara (kesim yerine) geldi:
“Burası menhardır (kurbanlarımızı keseceğimiz yer), Mina´nın her tarafı menhardır” buyurdu. Has´am kabilesinden genç bir kadın gelerek:
“Ey Allah´ın Resûlü! Babam yaşlanmış bir ihtiyardır, Allah´ın hacc farizası kendisine terettüp etmektedir. Ben ona bedel hacc yapabilir miyim ” diye bir suâl sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Babana bedel hacc yap!” cevabını verdi. Bu sırada eliyle, devenin terkisinde bulunan Fazl´ın başını büktü. Amcası Abbâs (radıyallahu anh):
“Ey Allah´ın Resûlü! Amcanın oğlu Fazl´ın başını niye büktün ” diye sordu.
“İkisini de birer genç görüyorum. Onlar hakkında şeytanın şerrinden emin değilim!” dedi. Derken bir adam daha gelip:
“Ey Allah´ın Resûlü, ben traş olmazdan önce ifâza tavafını yaptım!” dedi.
“Traş da ol, bunda mahzur yok!” cevabını aldı. Derken bir başkası daha gelip:
“Ey Allah´ın Resûlü, ben taşlama yapmazdan önce kurbanımı kesmiş bulundum!” dedi.
“Taşlarını da at, bunda bir mahzur yok!” cevabını aldı. Sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Beytullah´a geldi, onu tavaf etti, sonra zemzem´e geldi ve:
“Ey Abdulmuttaliboğulları, eğer halk size bunun üzerine galebe etmeyecek olsa mutlaka çekerdim” dedi.” [Tirmizî, Hacc 54, (885).][773]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste geçen:
* Arafat vakfesi,
* Oradan ifâza,
* Cem (Müzdelife) vakfesi, müddeti vs.
* Müzdelife ile ilgili açıklamalar: (Cem´, Kuzeh, Muhassır vs.)
* Mina´ya geliş, Mina´da taşlamalar,
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ a orada soru soranlar, aldıkları cevaplar,
* İfâza ziyâreti, gibi bir çok hususlar daha önce açıklandı (şu hadislere bakılsın: 1422, 1428, 1431, 1461, 1553.
2- Bu hadiste izaha muhtaç ibâre, hadisin son cümlesinde Abdülmuttaliboğulları´na Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın söylemiş olduğu sözdür. Bu sözden Nevevî´ye göre iki farklı mâna çıkarılmıştır:
1- “İnsanların bunu hacc menâsikinden zannederek (aynen yapmaya kalkıp) zemzemin etrafında izdihama sebep olarak sizi itekleyip, hacıları sulama hizmetinize mani olacaklarından korkmasaydım, faziletinin büyüklüğü sebebiyle sizinle birlikte zemzem verme hizmetine ben de katılırdım.”
2- Bazı âlimler şu mânayı da anlamışlar: “Bana ittiba için halk size galebe çalmayacak olsa zemzem kuyusundan ben de su çekip, sizin yaptığınız şekilde hacılara, ben de su verirdim.”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, bu sözü onları hacılara su verme hizmetinde sebat etmeye teşvik için söylediği, ayrıca belirtilmiştir. [774]
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/277-278.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/279.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/279-280.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/281.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/281.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/282.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/282-283.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/283.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/283-284.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/284.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/284-285.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/285.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/285-286.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/286.
[15] Hacc´ın ne zaman farz kılındığı münakaşalıdır. 5., 6., 7., 8., 9., hicrî yılı kabûl edenler mevcuttur. Hicretten önce farz kılındı diyen de var ise de bu farzdır.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/286-287.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/288.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/288.
[19] Sınnak, Arapçadaki hâfir veya zalat kelimelerini karşılayan mahalli bir kelimedir. Hayvan ayağında tırnağa tekâbül eden kısma denir. Kurbanlıklarda paça denen kısımlardır.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/289.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/289.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/290.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/290.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/291.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/291.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/292.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/293-297.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/297.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/297-298.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/298.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/298.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/299.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/299.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/299-300.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/300.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/300-301.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/301.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/301.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/301.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/301-302.
[41] Menâsik: Mensek´in cem´idir. Mensek (veya nüsük) lügat olarak ibâdet ve su ile bir şeyin temizlenmesi mânâsına gelir ise de, hacc ıstılahı olarak, “Hacc´ın farz, vacîb ve sünnet olan herhangi bir fiiline” ıtlak olunmuştur.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/304-305.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/305.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/305-306.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/306.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/306.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/307.
[48] Terviye suya kandırmak veya gördüğü rüya üzerine düşünmek demektir. Zilhicce´nin 8.günü hacılar, sabah namazını Mekke´de kıldıktan sonra Mina´ya gider. Mina´da su olmadığı için gerek kendileri ve gerekse binekleri Mekke´de kana kana su içerek yola çıktıkları için o güne terviye günü denmiştir. Hz. İbrahim, oğlu İsmail´in kurban edilmesiyle ilgili rüyayı da o gece görmüş, o gün rüya üzerinde düşünmüştür, bu sebeple de o güne terviye günü denmiştir.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/307.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/308.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/308.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/308.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/309.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/309.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/309.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/309-310.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/310.
[58] Karnu´l-Menazil: Bazı rivâyetlerde sadece Karn denir. Bu rivayetteki tasrın, aynı ismi taşıyan bir başka Karn´dan tefrik içindir. Diğeri Karn-ı Seâlim´dir, yokuşun başında yer alır. Karn-ıMenâzil ise yokuşun aşağısında yer alır.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/310-311.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/311.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/311-312.
[62] Krokiler Diyanet İşleri Başkanlığı´nca neşredilen Hacc Rehberi´nden alınmıştır.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/312-313.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/314.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/314.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/314.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/315.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/315-316.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/317.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/317.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/317.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/318.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/318.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/318.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/318-319.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/319.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/319-320.
[78] Başı da örten bir parça taşıyan her çeşit giyecek. İslâm´ın bidâyetinde zâhidlerin giydiği aşağılara sarkan uzunca bir takke çeşidi (Nihâye).
[79] Vers: Sarı renkli bir boya maddesidir. Koku maddeleri olup olmadığı münakaşa edilmiştir.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/321.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/321-323.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/323-324.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/324.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/324.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/324.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/325.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/325.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/325-326.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/326-327.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/327-328.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/328.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/328.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/328-329.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/328-329.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/329.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/330.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/330.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/330.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/330.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/331.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/331.
[102] Hadiste geçen tahmîr´i, örtme ile ilgili nüans diyebileceğimiz farklılıkları ifâde edebilmek için “Sıkıca örtmek” diye tercüme ediyoruz.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/331-332.
[104] Bu hususun anlaşılması için bak: 1, 489, 4.madde ve s. 502´de 3.madde ve devamı.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/332.
[106] Zerire:Muhtelif kokuların karışımıyla elde edilen bir tîb çeşidi.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/333-334.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/334-335.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/335.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/335-336.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/337.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/337.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/337.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/337.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/337-338.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/338.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/338-339.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/339.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/340.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/340-341.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/341.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/341-342.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/342.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/342-343.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/343.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/343.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/343.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/343-344.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/345.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/345-347.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/347.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/347.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/348.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/348.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/348.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/349.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/349.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/349.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/350.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/350.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/351.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/351.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/351.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/351-352.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/352.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/352.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/352.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/353.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/353-354.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/354.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/355.
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/355.
[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/355.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/356.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/356.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/356.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/357-358.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/358-359.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/360.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/360-361.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/361.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/361.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/361.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/362.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/362.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/362.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/363.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/363.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/364.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/364.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/365.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/365.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/365.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/365-366.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/366.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/366-368.
[177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/368.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/369.
[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/369-370.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/370.
[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/370.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/371.
[183] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/371.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/371-372.
[185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/372-373.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/373.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/373-374.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/374.
[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/374.
[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/374-375.
[191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/375.
[192] Fer´ teferruat mesele demektir. Yani bir meselenin ikinci, üçüncü derecede tâli meselesi, alt başlığının alt başlığı gibi. Cem´i, fürû´dur.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/376.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/376-377.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/378.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/379.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/379.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/379.
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/379-380.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/380.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/381.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/381.
[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/382.
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/382.
[205] Bu sahabî, bazan Hallâd İbnu Sâîb diye de zikredilir. Hallâd, Sâib´in oğlu ve Tâbiî olmalıdır.
[206] İhlâl da telbiye demektir, burada râvinin şekki mevzubahistir.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/383.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/383.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/383-385.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/385-386.
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/386.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/386.
[213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/387.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/387.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/388.
[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/388.
[217] Radıyallahu anh tâbirinormal olarak sahâbe için kullanılır. Burada Etbau´t-Tâbiîn´den olan İmam Mâlik için de kullanılmıştır. Buna da normal saymak gerekir. Zira ulemâ, Eimme-i Erba´a, Ömer İbnu Abdilaziz gibi bir kısım büyükleri teşrîf için, onlar hakkında da bu tâbiri kullanmıştır.
[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/388-389.
[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/389.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/389-390.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/390-391.
[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/391.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/391.
[224] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/391-392.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/394.
[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/394.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/395.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/395.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/395-396.
[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/396.
[231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/396.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/396-397.
[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/398.
[234] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/398-399.
[235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/399-400.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/400-401.
[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/401.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/402.
[239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/402.
[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/402-403.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/403.
[242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/403.
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/403.
[244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/404-405.
[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/405-406.
[246] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/407.
[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/407.
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/408.
[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/408.
[250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/408.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/408-409.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/409-410.
[253] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/410-412.
[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/412-413.
[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/413.
[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/413.
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/414.
[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/414.
[259] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/414.
[260] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/415.
[261] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/415-416.
[262] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/416.
[263] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/416.
[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/416.
[265] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/417.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/417.
[267] Ashabın itirazı şuradan ileri geliyordu: Mekke´ye Zilhicce´nin dördünde gelmişlerdi. Niyetleri haccdı. Hz. Peygamber ihramdan çıkmayı, ihram yasaklarından -ve meselâ hanımlarıyla cinsî münasebet yasağından uzaklaşmayı emretmişti. Halbuki sekiz Zilhicce´de tekrar ihrama gireceklerdi. Bu kadar dar bir zaman için ihramdan çıkmaya, dinî havalarını bozmaya değer miydi Ashab, memnuniyetsizliğini “Henüz cenâbetken…” diye tercüme ettiğimiz mânâyı daha gâliz kelimelerle ifade etmiştir.
(*) Bu ve müteâkip rivâyetler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Veda Haccı´yla ilgili oldukları için, hadîs kitaplarında umumiyetle aynı bablarda, aynı rivâyetin farklı vecihleri şeklinde peşpeşe bulunurlar. Bu sebeple kaynaklarını en sonda toptan göstereceğiz. Sadece Buhârî peşpeşe göstermeyebilir.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/419-420.
[269] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/420.
[270] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/420.
[271] Bu söylenen yıkanma, hayızdan temizlenince gerekli olan yıkanma değildir, ihramı giyerken yapılması sünnet olan yıkanmadır.
[272] Bazı rivayetlerde “Bathâ gecesi” diye gelir. İkisi de aynı şeyi ifade eder. Leyletü´l-hasbe, teşrîk gecelerinden sonra hacıların çakıllı yere indikleri gecedir. Çakıllı yerden maksad Mina´dır. Demek ki Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), Minâ´da kalınan gecelerden birinde temizlenmiş olmalı.
[273] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/421-422.
[274] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/422.
[275] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/423.
[276]”Hac için yapılan niyeti umreye tahvil etmek herkese câizdir” diye hükmedenlere (Ahmed İbnu Hanbel ve bazı zâhirîler) bu hadis delil olmuştur. Ancak İmam Mâlik, Ebu Hanîfe, İmam Şâfîî vs. başkaları. “Hacc için yapılan niyetin umreye çevrilmesi Ashaba has bir ruhsattır” demiştir. Daha önce açıkladık (1292 numaralı hadise bakın).
[277] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/423.
[278] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/423.
[279] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/423-425.
[280] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/426.
[281] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/426-428.
[282] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/429.
[283] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/429.
[284] Hadiste geçen حُرمُ الْحَجَّ tabirinden: Hacc vakitleri, hacc yerleri, hacc yasakları, hacc eşyaları, hacc hâlâtı gibi mânâlar verilmiştir. Biz, “hac yasakları (=ihram)” mânâsını tercih ettik.
[285] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/429-430.
[286] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/430.
[287] Musahhab Mekke ile Mina arasında geniş bir yer. Sel sularının getirdiği çakılların çokluğu sebebiyle bu ismi almıştır. Buraya Ebtah, Bathâ da denir. Mina´nın taşlama mevkiine de Musahhab denmiştir.
[288] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/430-431.
[289] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/431.
[290] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/431.
[291] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/432.
[292] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/432-433.
[293] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/433-434.
[294] Erâk: Mekke yakınlarında bir vâdinin adıdır.(Mûcemu´l-Büldan).
[295] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/435.
[296] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/435-436.
[297] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/437.
[298] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/437.
[299] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/4387-438.
[300] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/438.
[301] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/438-439.
[302] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/440.
[303] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/440.
[304] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/440.
[305] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/440.
[306] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/441.
[307] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/441.
[308] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/443-444.
[309] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/444-446.
[310] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/446.
[311] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/447.
[312] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/448-450.
[313] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/449-450.
[314] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/451.
[315] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/451.
[316] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/452.
[317] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/452.
[318] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/452.
[319] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/453.
[320] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/453.
[321] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/453.
[322] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/453.
[323] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/453-454.
[324] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/454.
[325] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/454.
[326] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/454-455.
[327] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/455.
[328] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/455-456.
[329] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/456.
[330] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/456.
[331] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/456-457.
[332] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/457.
[333] Dilimizde Haceru´l-Esved diye yaygınlık kazanmıştır. Arapça kaidelere göre doğrusu el-Haceru´l-Esved olması gerekir. Biz, bu ve buna benzeyen bir kısım tabirleri dilimizdeki kazandığı şekle göre kullandık ve kullanmaya devam edeceğiz.
[334] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/458-460.
[335] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/460.
[336] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/460-462.
[337] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/462.
[338] Bu rivayet Buharî´de mânâ itibâriyle mevad, lâfzıyla değil.
[339] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/462.
[340] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/462-463.
[341] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/463.
[342] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/464.
[343] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/465.
[344] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/465.
[345] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/465.
[346] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/466.
[347] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/466.
[348] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/466-467.
[349] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/467.
[350] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/467-468.
[351] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/469.
[352] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/470.
[353] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/470.
[354] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/470.
[355] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/471.
[356] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/471.
[357] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/471-472.
[358] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/472.
[359] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/472.
[360] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/472.
[361] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/473.
[362] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/474.
[363] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/474.
[364] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/474-475.
[365] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/475.
[366] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/475.
[367] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/4756.
[368] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/476.
[369] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/476.
[370] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/476-477.
[371] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/477-478.
[372] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/478.
[373] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/478.
[374] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/478-479.
[375] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/479.
[376] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/479-480.
[377] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/481.
[378] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/481.
[379] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/482.
[380] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/482.
[381] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/483.
[382] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/483.
[383] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/483.
[384] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/483-484.
[385] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/484.
[386] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/484-485.
[387] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/485.
[388] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/485.
[389] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/485-486.
[390] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/486.
[391] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/486-487.
[392] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/487.
[393] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/487.
[394] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/488.
[395] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/488-489.
[396] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/489.
[397] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/489,
[398] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/490.
[399] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/490-491.
[400] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/491.
[401] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/491.
[402] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/491.
[403] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/492.
[404] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/492.
[405] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/493.
[406] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/493.
[407] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/493.
[408] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/494-495.
[409] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/495-496.
[410] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/497.
[411] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/497-498.
[412] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/499.
[413] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/499-500.
[414] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/500.
[415] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/500-501.
[416] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/501.
[417] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/501.
[418] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/502.
[419] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/502.
[420] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/502-503.
[421] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/503.
[422] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/503.
[423] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/504.
[424] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/504.
[425] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/505.
[426] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/506.
[427] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/506.
[428] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/506-507.
[429] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/508.
[430] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/508.
[431] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/508-509.
[432] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/510.
[433] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/510.
[434] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/511.
[435] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/511.
[436] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/511.
[437] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/512.
[438] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/512.
[439] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/512.
[440] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/513.
[441] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/513.
[442] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/513-515.
[443] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/515-516.
[444] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/516-517.
[445] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/517-518.
[446] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/518.
[447] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/519-520.
[448] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/520-521.
[449] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/522.
[450] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/522-524.
[451] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/524.
[452] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/524-525.
[453] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/525.
[454] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/525.
[455] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/525.
[456] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/526.
[457] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/526.
[458] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/528-529.
[459] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/529.
[460] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/529-531.
[461] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/531.
[462] Ebu Seyyâre: Meydânî´nin Mecmau´l-Emsâl´de açıkladığına göre, bu kimse, Benî Advân´dandır. Adı Umeyle İbnu´l-A´zel´dir. Siyah bir merkebi var idi. Halkı 40 yıl Müzdelife´den Mina´ya geçirmiştir. اَصَحُّ مِنْ عَيْرِ اَبي سَيَّارَةُ Ebu Seyyâre´nin eşeğinden daha sağlıklı tabiri darb-ı mesel olmuştur. Orada Ebu Seyyâre´nin eşeği “semersiz” diye tavsîf edilir, Arabî diye değil. Bu ziyade Müslim´in bir rivâyetinde de mevcuttur (Hacc148).
[463] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/532.
[464] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/532-534.
[465] Çünkü “ARAPÇASI YOK “””””””””””””” “bugün dinimizi size ikmal ettik”(Mâide3) ayeti Arafat´ta nazil olmuştur.
[466] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/535.
[467] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/532-536.
[468] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/536/537.
[469] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/537.
[470] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/538.
[471] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/538.
[472] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/538.
[473] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/538.
[474] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/539.
[475] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/539-540.
[476] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/540.
[477] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/540.
[478] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/541.
[479] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/541.
[480] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/541-542.
[481] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/542-543.
[482] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/544.
[483] Bu günler mevzuunda ulemâ ihtilaf eder:
1- Umûmiyetle eyyâm-ı teşrîk deyince yevm-i nahr´i (10 Zilhicce) takip eden ilk üç gün kastedilir: 11, 12, 13 Zilhicce günleri.
2- Eyyâmu Ma´dudat ile de yevm-i nahr ve ondan sonraki iki gün kastedildiğini söyleyenler de olmuştur, yani Zilhicce´nin 10, 11, 12´nci günleri.
[484] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/544-545.
[485] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/545.
[486] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/545-546.
[487] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/546.
[488] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/546.
[489] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/547.
[490] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/547.
[491] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/547-548.
[492] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/548.
[493] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/548-549.
[494] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/550.
[495] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/550.
[496] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/550.
[497] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/551-552.
[498] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/552.
[499] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/552.
[500] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/553.
[501] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/553.
[502] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/553.
[503] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/554.
[504] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/554.
[505] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/555.
[506] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/556.
[507] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/557.
[508] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/557.
[509] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/5.
[510] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/5.
[511] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/5.
[512] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/8.
[513] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/9.
[514] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/9-11.
[515] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/11.
[516] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/11.
[517] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/11.
[518] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/12.
[519] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/12-13.
[520] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/14.
[521] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/14.
[522] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/14-15.
[523] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/15.
[524] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/15.
[525] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/16.
[526] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/16-17.
[527] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/17.
[528] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/17-18.
[529] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/19.
[530] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/19.
[531] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/19.
[532] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/20-22.
[533] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/23.
[534] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/23-24.
[535] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/24.
[536] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/24.
[537] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/25.
[538] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/25-26.
[539] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/26.
[540] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/26.
[541] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/26.
[542] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/27.
[543] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/27.
[544] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/28.
[545] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/28-30.
[546] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/31.
[547] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/31-32.
[548] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/31-33.
[549] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/33-34.
[550] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/34.
[551] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/34.
[552] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/35.
[553] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/35-36.
[554] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/36.
[555] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/36.
[556] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/37.
[557] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/37-38.
[558] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/38.
[559] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/39-40.
[560] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/40.
[561] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/40.
[562] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/41.
[563] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/41.
[564] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/41.
[565] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/43-45.
[566] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/45.
[567] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/45.
[568] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/45-46.
[569] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/46.
[570] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/47.
[571] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/47.
[572] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/47-48.
[573] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/48-49.
[574] Cariye kelimesiyle, büluğa ermeyen kız çocukları veya köle kadınlar kastedilir.
[575] Fethu´l-Bâri : 3/97. Bu son cümleden, İbnu Hacer, Resûlullâh (aleyhissalâtü vasselâm)´ın şunu demek istediğini anlar: “Bu onların işidir, âdetleridir ve mübahdır da”. Bu yüzden Resûlullâh (aleyhissalâtü vasselâm) hoş karşıladı.
[576] Tekrar hatırlatalım: Câriye kız çocuğu ve köle kadınlar mânâlarına gelir. Ayrıca bu câriyelerin isimleri ve kimlerin kızları oldukları belirtilir.
[577] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/49-53.
[578] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/53.
[579] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/54.
[580] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/54.
[581] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/54-55.
[582] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/55.
[583] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/56.
[584] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/57.
[585] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/57.
[586] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/57.
[587] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/58.
[588] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/58.
[589] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/59.
[590] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/59.
[591] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/59.
[592] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/59-60.
[593] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/60.
[594] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/60.
[595] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/61.
[596] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/62.
[597] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/62.
[598] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/63.
[599] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/63-64.
[600] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/64.
[601] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/64-65.
[602] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/65.
[603] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/66.
[604] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/67.
[605] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/67-68.
[606] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/68.
[607] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/68-69.
[608] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/69.
[609] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/70.
[610] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları6/71.
[611] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/72.
[612] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/72.
[613] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/72-73.
[614] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/74.
[615] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/74.
[616] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/75.
[617] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/75.
[618] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/75-76.
[619] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/76.
[620] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/76-77.
[621] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/77.
[622] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/77.
[623] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/78.
[624] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/78-79.
[625] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/79.
[626] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/79-80.
[627] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/80.
[628] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/80.
[629] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/80.
[630] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/80-81.
[631] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/82.
[632] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/82.
[633] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/83.
[634] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/83.
[635] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/83-84.
[636] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/85.
[637] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/85-86.
[638] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/86.
[639] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/86-87.
[640] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/87.
[641] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/88.
[642] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/88.
[643] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/89.
[644] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/90.
[645] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/91.
[646] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/91-92.
[647] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/92.
[648] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/92.
[649] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/92-93.
[650] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/94.
[651] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/94.
[652] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/95.
[653] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/95.
[654] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/95.
[655] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/95-96.
[656] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/96.
[657] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/96-98.
[658] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/98.
[659] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/98-100.
[660] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/100.
[661] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/102.
[662] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/103-104.
[663] Yanlış anlaşılmasın: Dinimiz biti öldürmeyin diye bir yasak koymamıştır. Buradaki yasak “ihram” gereğidir. İhramlı kimse, ihram müddetince bundan yasaklanmıştır.
[664] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/104-105.
[665] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/105.
[666] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/105-106.
[667] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/106.
[668] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/107.
[669] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/107.
[670] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/108.
[671] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/108.
[672] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/109.
[673] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/110.
[674] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/110-111.
[675] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/111.
[676] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/111-112.
[677] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/112-113.
[678] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/114.
[679] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/114.
[680] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/115.
[681] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/115-116.
[682] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/117.
[683] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/117.
[684] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/117.
[685] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/118.
[686] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/118-119.
[687] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/119.
[688] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/120.
[689] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/120-121.
[690] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/121-122.
[691] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/122.
[692] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/123.
[693] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/123.
[694] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/123.
[695] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/123.
[696] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/124.
[697] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/124-125.
[698] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/125.
[699] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/125.
[700] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/125.
[701] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/125.
[702] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/126.
[703] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/126.
[704] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/126-127.
[705] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/127.
[706] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/127-128.
[707] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/128.
[708] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/128.
[709] Şafiî´nin rivayeti köşeli parantez içindeki kısımdır. Devamı, bir başka duanın ilâvesidir.
İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/128-129.
[710] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/130.
[711] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/130-131.
[712] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/131.
[713] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/132.
[714] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/133.
[715] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/134.
[716] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/134-136.
[717] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/136-137.
[718] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/137-138.
[719] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/138.
[720] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/139.
[721] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/141.
[722] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/141.
[723] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/141.
[724] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/142.
[725] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/142-144.
[726] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/145.
[727] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/145-146.
[728] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/146-148.
[729] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/149.
[730] Temyiz, çocuğun söylenenleri tam olarak anlayıp, doğru olarak cevap verebilecek halde olmasıdır. Yaşla kayıtlı değilse de umûmiyetle çocukların 6-7 yaşlarında mümeyyiz sayılacağı kabul edilmiştir.
[731] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/149-150.
[732] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/151.
[733] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/151.
[734] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/151.
[735] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/151.
[736] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/152.
[737] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/152-153.
[738] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/153.
[739] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/154.
[740] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/154-155.
[741] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/155.
[742] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/155-156.
[743] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/157.
[744] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/157.
[745] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/157.
[746] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/157-158.
[747] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/159.
[748] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/159.
[749] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/160.
[750] Hevdec: Develerin sırtında taşınan, kadınlara mahsus küçük hücre, mahfe.
[751] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/160-162.
[752] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/162.
[753] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/163.
[754] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/163-164.
[755] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/164.
[756] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/164.
[757] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/164-165.
[758] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/166.
[759] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/166-167.
[760] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/168.
[761] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/168-169.
[762] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/169.
[763] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/170.
[764] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/170-171.
[765] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/171.
[766] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/171.
[767] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/171-172.
[768] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/172.
[769] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/173.
[770] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/174-175.
[771] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/175-176.
[772] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/176.
[773] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/177-178.
[774] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:6/178-179. –