HACC VE UMRE BÖLÜMÜ
HACC
BİRİNCİ BAB
HACCIN FAZİLETLERİ
ÜÇÜNCÜ BAB
MÎKAT VE İHRAM HAKKINDA
BİRİNCİ FASIL
MÎKÂTLAR
MÎKAT
1) İHRAMA MÎKATTA GİRMEK ŞART MI .
2- İHRAMI NİÇİN, NEREDE, KİMLER GİYER .
İKİNCİ FASIL.
İHRAM VE HARAMLARI
BİRİNCİ FER
TELBİYE HAKKINDADIR
İKİNCİ FER
İHRAMINI İFSAD EDENLER HAKKINDA
ÜÇÜNCÜ FER
SAYD´IN CEZASI
DÖRDÜNCÜ BAB
HACCIN ÇEŞİTLERİ:İFRAD, KIRAN, TEMETTU
İKİNCİ FASIL
HACC-I KIRAN
ÜÇÜNCÜ FASIL
HACC-I TEMETTÜ VE HACCIN FESHİ
BEŞİNCİ BAB
TAVAF VE SA´Y
BİRİNCİ FASIL
TAVAF VE SA´Y´İN MAHİYETİ
İSTİLÂM
İKİNCİ FASIL
TAVAF VE SA´Y AHKÂMI
ZİYARET TAVAFI
VEDA TAVAFI
ERKEKLERİN KADINLARLA KARIŞIK TAVAFLARI
HICR´IN GERİSİNDE TAVAF.
SAFA VE MERVE ARASINDA SA´Y
TAVAF VE SA´YDE DUA
ÜÇÜNCÜ FASIL
BEYTULLAH´A GİRİŞ.
1) KÂBE´YE RESULULLAH (aleyhissalâtu vesselâm) NE ZAMAN GİRDİ .
2) KÂBE´NİN İÇİNDE NAMAZ
3) NAMAZIN YERİ VE ŞEKLİ
4) KÂBE´DE NAMAZ CAİZ DEGİL Mİ .
5) KÂBE´NİN KAPISI NİÇİN KAPATILMIŞTI .
6) BAZI FEVAİD.
7) OSMAN İBNU TALHA
ALTINCI BAB
VAKFELER VE İFÂZA
BİRİNCİ FASIL
VAKFELER VE HÜKÜMLERİ (UMÛMÎ BİLGİLER)
İKİNCİ FASIL
İFÂZA HAKKINDADIR
ÜÇÜNCÜ FASIL
ARAFAT VE MÜZDELİFE´DE TELBİYE
ÜÇÜNCÜ FASIL
ARAFAT VE MÜZDELİFE´DE TELBİYE.
YEDİNCİ BAB
REMY (ŞEYTAN TAŞLAMA)
BİRİNCİ FASIL
REMY´İN KEYFİYETİ (NASIL YAPILDIGI)
İKİNCİ FASIL
REMY´İN (TAŞLAMANIN) VAKTİ
ÜÇÜNCÜ FASIL
BİNEREK VE YÜRÜYEREK TAŞLAMA.
DÖRDÜNCÜ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
SEKİZİNCİ BÂB
HALK VE TAKSÎR HAKKINDA
DOKUZUNCU BAB
BİRİNCİ FASIL
İHRAMDAN ÇIKMA (TAHALLÜL)
İKİNCİ FASIL
İHRAMDAN ÇIKMA VAKTİ
ONUNCU BÂB
KURBANLAR (HEDY VE EDAHİ)
BİRİNCİ FASIL
KURBANINVACİB OLUŞU VE SEBEPLERİ
UMUMÎ BİLGİLER
BAYRAM TELÂKKİSİ
Bayramda Yeme ve İçme
Bayramda Eğlence
DİNLENME VE İSTİRAHATIN VASITA, YER VE ZAMANLARI
İKİNCİ FASIL
KURBANIN KEMİYETİ VE MİKTARI
ÜÇÜNCÜ FASIL
KURBAN OLABİLECEK HAYVANLAR
DÖRDÜNCÜ FASIL
KURBAN OLAMAYACAK HAYVANLAR
BEŞİNCİ FASIL
KURBANLIGIN İŞARETLENMESİ
ALTINCI FASIL
KURBAN KESMENİN YERİ VE ZAMANI
YEDİNCİ FASIL
KURBAN KESMENİN ÂDÂBI
SEKİZİNCİ FASIL
KURBANDAN YEMEYE DÂİR
DOKUZUNCU FASIL
HELÂK OLAN KURBANLIK HAKKINDA
ONUNCU FASIL
KURBANLIK DEVEYE BİNMEK
ONBİRİNCİ FASIL
KÂBE´YE KURBAN HEDİYE EDEN MUKİM İHRAM GİYER Mİ
ONİKİNCİ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
ONBİRİNCİ BÂB
FEVÂT, İHSAR VE FİDYE
Umumi Açıklamalar
BİRİNCİ FASIL
HASTALIK VE EZÂ SEBEBİYLE MAHSUR KALANLAR.
FİDYEDE MUHAYYERLİK
FİDYENİN YERİ
SADAKA
İKİNCİ FASIL.
DÜŞMAN TARAFINDAN MÂNİ OLUNAN KİMSE
ÜÇÜNCÜ FASIL.
MÜDDETTE YANILANLAR VEYA YOLU KAYBEDENLER
DÖRDÜNCÜ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
ONİKİNCİ BÂB
MEKKE´YE GİRİŞ, KONAKLAMA VE ORADAN ÇIKIŞ ÂDÂBI
ONÜÇÜNCÜ BÂB
HACCDA NİYÂBET
NİYÂBET
ONDÖRDÜNCÜ BÂB
HACCLA İLGİLİ MÜTEFERRİK HÜKÜMLER
BİRİNCİ FASIL
TEŞRİK GÜNLERİNDE TEKBİR
İKİNCİ FASIL.
MİNA´DA HUTBE.
ÜÇÜNCÜ FASIL
ÇOCUĞUN HACCI
DÖRDÜNCÜ FASIL
ŞARTLI HACC
BEŞİNCİ FASIL.
HAREM´DE SİLAH TAŞIMA HAKKINDA.
ALTINCI FASIL.
ZEMZEM SUYU HAKKINDA
YEDİNCİ FASIL
MÜTEFERRİK HADİSLER
ONBEŞİNCİ BÂB
HZ. PEYGAMBER´İN HACC VE UMRESİ
BAZI HÜKÜMLER
HACC VE UMRE BÖLÜMÜ
Bu bölümde 15 bab vardır
BİRİNCİ BAB
HACCIN FAZİLETLERİ
İKİNCİ BAB
HACCIN FARZİYYETİ
ÜÇÜNCÜ BAB
MÎKAT İHRAM VE BUNLARLA İLGİLİ MESELELER
DÖRDÜNCÜ BAB
HACCIN ÇEŞİTLERİ İFRÂD, KIRÂN, TEMETTÛ
BEŞİNCİ BAB
TAVAF VE SA´Y
ALTINCI BAB
VAKFELER VE İFADA
YEDİNCİ BAB
REMY (TAŞLAMA)
SEKİZİNCİ BAB
HALK VE TAKSİR (TRAŞ)
DOKUZUNCU BAB
TAHALLÜL (İHRAMDAN ÇIKMA)
ONUNCU BAB
KURBANLAR
ON BİRİNCİ BAB
DEVTLER (AKSAMALAR), İHSAR VE FİDYE
ON İKİNCİ BAB
MEKKE´YE GİRİŞ İKAMET VE ÇIKIŞ ÂDÂBI
ON ÜÇÜNCÜ BAB
HACDA NİYABET
ON DÖRDÜNCÜ BAB
HACCLA İLGİLİ MÜTEFERRİK HADİSLER
ON BEŞİNCİ BAB
RESULULLAH´IN HACC VE UMRESİ
HACC
“Hacc, kasdetme ve yönelme ma´nalarına gelir. Ancak, onu, mutlak kasd ve mücerret yöneliş ma´nalarına hamletmek de doğru değildir. Hac, hususî bir zaman diliminde, hususî bir kısım yerleri, yine bir kısım hususî usullerle ziyaret etmeğe denir ki; senenin belli günlerinde, hac niyetiyle ihrama girip, Arafat´ta vakfede bulunmak ve Kâbe´yi tavaf etmekten ibaret sayılmıştır. İhram haccın şartı, vakfe ve tavaf ise onun rükünleridir.Her sene, dünyanın dört bir yanından yüz binlerce insan, “Beytullah”a teveccüh edip, mübarek bir zaman dilimi içinde, Sahib-i Şeriat tarafından belirlenmiş bazı mekânları… hususî bir kısım usullerle ziyaret eder… vazifelerini yerine getirir ve günahlarından arınırlar -ki böyle bir vazife “Ona varmaya gücü yeten kimsenin Kâbe´yi tavaf etmesi Allah´ın insanlar üzerindeki hakkıdır.”- fermânıyla, İslâm´ın beş esasından biri olarak gücü yeten herkese farz kılınmıştır.Hac, Müslümanlar arasında içtimâî birliği te´sis ve tecelli ettiren öyle büyük ve öyle şümullü bir İslâm şiârıdır ki, onun enginlik ve vüs´atini, küre-i arz üzerinde bir başka mekân ve bir başka cemaatte bulup göstermek mümkün değildir. Kâbe, o derin ma´na ve kudsiyetiyle, tâ Hz. Âdem ve onun yaratılışından önceki zamanlara gidip dayanan.. ve daha sonra Hz. İbrahim´le, bilmem kaçıncı kez ortaya çıkarılıp îmar edilen, millet-i İbrâhimiye ile irtibatlı, hakikat-ı Ahmediye´nin amânın bağrında eşi, nûr-u Muhammedî aleyhisselâm´ın dölyatağı ve bütün semâvî dinlerin kıblegâhı, eşsiz öyle bir tevhid ocağıdır ki, bu hususîyetleriyle ona denk, Allah evi denebilecek ikinci bir bina yoktur.Her yıl, yüz binlerce insan, Allah´a karşı kulluk sorumluluklarını yerine getirmek için, Hakk´a en yakın olacakları bir zaman diliminde, bir zirve mekânda, edâ edecekleri ibadetlerin menfezleriyle duygularını, düşüncelerini soluklar.. ahd u peymanlarını yeniler.. günahlarından arınır.. birbirlerine karşı sorumluluklarını hatırlar ve hatırlatır, içtimâî, iktisâdî, idârî ve siyâsî işlerini, her yanıyla Hakk´a kulluğu çağrıştıran bir ibadet zemininde, kalplerin rikkati, duyguların enginliği ve İslâm şuurunun med vaktinde, bir kere daha gözden geçirip pekiştirir; sonra da yepyeni bir güç, yepyeni bir azim, yepyeni bir şevkle ülkelerine dönerler.Hepimiz hacca, biraz da, ruh ve duygularımızın kirlenmiş olması mülâhazasıyla gider ve o güne kadar tanımadığımız farklı bir kapıdan, ayrı bir ma´na âlemine açılıyor gibi yola revân olur ve geçeceğimiz yollara sıralanmış şeâiri bir bir görür, duyar, enginliklerine iner.. ve ulu dağların mehâbeti içinde gözümüzü, gönlümüzü dolduran bunca İslâm alâmeti karşısında, daha yolda iken Kâbe ve haccetme ruhunun perde perde sıcak ve derin esintilerini duymaya başlarız. Sonra da, gidip tâ en son noktaya ulaşıncaya kadar, otobüs kanepelerinde, tren kompartımanlarında, gemi kamaralarında, uçak koltuklarında, otel odalarında, misafir salonlarında, hatta çarşı ve pazarda hep o sımsıcak meltemlerin te´sirini hissederiz. Bu vasıtalara, bu yollara ne kadar alışmış ve ne kadar kanıksamış olursak olalım; vasıtasına göre, saatler, günler ve haftalar süren bu mavi, bu ruhânî, bu âhenkli, bu vâridatlı yolculuktan bir kurbet, bir vuslat, bir güzellik, bir şiir, bir romantizim banyosu ala ala, ruhlarımıza, asıl kaynağından gelen gücü kazandırmış, gönüllerimizi itmi´nân arzusuyla şahlandırmış ve hususî bir âlemin namzedi olmuş gibi kendimizi, bütün bu büyülü güzelliklere ulaştıracak sırlı bir kapının önünde sanırız. Bu kudsî yolculuk ve yol mülâhazası, her zaman his dünyamıza öyle esbab üstü bir duyuş ve bir seziş kabiliyeti bahşeder ki; bazen neşeyle tüten, bazen murâkebe ve muhâsebe duygusuyla buruklaşan bir ruh hâletiyle, adeta kendimizi âhiretin koridorlarında yürüyormuşçasına hep tedbirli ve temkinli hissederiz.Hac yolcusu, evinden ayrıldığı andan itibaren, yol boyu, nefis ve enâniyeti hesabına iplik iplik çözülür; kalbî ve ruhî hayatı adına da bir dantela gibi ibrişim ibrişim örülür. Evet, insan bu ışıktan yolculuğundan en eski fakat eskimeyen, en ezelî ama taptâze gerçeklerle tanışır ve hâlleşir.. ve hiçbir zaman unutamayacağı edalara ulaşır. Hele, yapılan işin şuurunda olanlar için bu arzî fakat semâvî yolculuk, ihtivâ ettiği vâridat ve hatıralarla daha bir derinleşir ve ebediyet gamzetmeye başlar.. başlar ve güya semânın renkleri, hacıların sesleri gelir hülyalarımıza dolar, ruhlarımızı sarar ve ömür boyu gönül gözlerimizde tüllenir durur.Dünyada, Kâbe ve çevresi kadar, biraz hüzünlü de olsa, ama mutlaka füsunlu daha câzip bir başka yer göstermek mümkün değildir. İnsan, onun hariminde her zaman efsânevî bir güzelliğe şâhit olur ve herşeyi en olgun, en tatlı bir meyve gibi koparır ve yer. Oralara yüz sürme tâli´liğini paylaşan ruhlar, ebediyen başka bir ibadet mahalli arama vehminden kurtulurlar.. ve oraların öteler buudlu câzibesini ömürlerinin gurûbuna kadar da asla unutmazlar.”
HACC
Hacc, lügatte, (ziyarete) kastedmek mânasına gelir. Şeriat-ı garrâda: Beytu´l-Haram´ın muayyen âdâba uygun olarak ziyaretine kasdetmektir. Daha sarih tarifiyle: “Belirlenmiş vakitte Arafat´ta bir mikdar durduktan sonra, Kâbe-i Muazzama´yı usûl-ü dairesinde tavaf suretiyle ziyaret etmekten ibarettir.”
Hacc, İslâm´ın beş rüknünden biridir. İçtimâî ve siyasî yönü ümmet hayatında son derece ehemmiyet arzeden bir ibadettir. İslâmiyet´in beynelmilellik hüviyetini en yüksek mertebede ifade eden yegâne fırsattır. Hacc vesilesiyle dünyanın dört bir tarafında yaşayan, dilleri, renkleri, örf, âdet ve kıyafetleri farklı Müslümanlar, aralarındaki mekân uzaklığını, Allah´ın emrine uyarak kaldırıp biraraya gelirler, tanışırlar, kaynaşırlar, sevişirler, birbirlerini öğrenerek fikir birliğine ererler. Hakkıyla îfa edilen hacc ibâdeti Müslüman milletler arasında tanışmayı sağlar, tanışma sevgiyi doğurur, sevgi ise dayanışma ve yardımlaşmayı hâsıl eder.
Birinci Cihan Harbi sırasında çeşitli cephelerde Müslüman milletlerin, birbirlerine silah çekmelerini, bâhusus İslâm´ın bayraktarı olarak küffârın önünde cihad veren Osmanlılar´a karşı savaşmalarını, haccın terkedilmesi sebebiyle aralarında zarurî olan tanışma ve dayanışmanın ihmâle uğramasında gören Bediüzzaman, haccın ihmali “Düşmana milyonlarla İslâm´ı, İslâm aleyhinde istihdama zemin ihzâr etti” dedikten sonra bu feci neticeyi şöyle tasvir eder:”
İşte Hind, düşman zannederek, hakikî pederini öldürmüş, başında oturmuş ağlıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, biçâre valideleri olduğunu بَعْدَخَرابِ الْبَصْرَة (iş işten geçtikten sonra) anlıyor, ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveylâ ediyor.
İşte Âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, vâlide gibi saçlarını çekip âh-ı fîzar ediyor.
Milyonlarla ehl-i İslâm, hayr-ı mahz olan sefer-i hacca şedd-i rahl (yolculuk) etmek yerine, şerr-i mahz olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler ettirildi. فَاعْتَبِرُوا (Bundan ibret alın ey akıl sâhipleri).”
Umre lügat olara ziyaret demektir. Istılahda muayyen âdab çerçevesinde, Kâbe´nin ziyaretine denir. Umreye Haccu´l-Asgar da denmiştir. Bu sebeple hacc´a da “el-Haccu´l-Ekber” denmiştir. Haccın yıl içerisinde, belli bir zamanı vardır. Ayrıca Arafat´ta ve Müzdelife´de vakfe, şeytan taşlama gibi başka levâzımatı da bulunduğu halde, umre sâdedir: Yılın her ayında yapılabilir. İhram, tavaf ve sa´ydan ibarettir.
Umrenin hükmü hususunda, mezhepler farklı hükümlerde bulunmuştur. Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel gibi ehl-i eser denen ulemaya göre vacibtir. Buharî de bu kanaate tâbî olmuştur. Hanefî ve Malikîlere göre, nâfile bir ibadettir. Her görüş, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan menkul rivayetlere dayanır. Ebu Hanife hazretleri Tirmizî´de gelen bir rivayeti esas alır:
اَتَى اَعْرَابِىٌّ النَّبىَّ # فَقَالَ: يَا رَسُولَ اللّهِ اَخْبِرْنِى عَن الْعُمْرَةِ أوَاجِبَةٌ هِىَ؟ فقَالَ: َ وِإنْ تَعْتَمِرُ خَيْرٌ لَكَ
“Bir bedevî gelerek Hz. Peygamber´e sordu: “Ey Allah´ın Resûlü, bana umreden haber ver, o vâcib midir ” Resûlullah: “Hayır, ancak umre yaparsan senin için hayırlıdır” buyurdu.” Ayrıca Cibril hadisinde: “İslâm beş şey üzerine kuruldu” dendikten sonra beş esas sayılırken “hacc” da zikredildiği halde umrenin zikredilmemiş olması da, umreye sünnet diyenlere delil olmuştur.
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), Atâ, Ahmed İbnu Hanbel (rahimehümallah): “Başkalarına vacib olsa bile Mekke halkına vacib değildir” demişlerdir. İbnu Abbâs Kur´ân´da umrenin hacca mukârin olarak zikredildiğini söyler: ” وَاَتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَة للّهِ “Başladığınız hacc ve umreyi Allah için tamamlayın” (Bakara 196). Burada hacc ve umre yan yana birlikte zikredilir. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ): “Bir kere hacc, bir kere umre herkese vacibtir” demiştir. Tahâvî, bu sözü “kifâye olan bir vacib” diye te´vil eder.
Umrenin sünnet olduğuna kâil olan İmam-ı Âzam, senenin beş gününde umre yapmak mekruhtur der:
1- Arafe günü, 2- Nahir (kurban bayarmının ilk) günü, 3, 4, 5- Eyyam-ı teşrik (bayramın ikinci, üçüncü, dördüncü günleri). Bu mesele ile ilgili bazı ilâve bilgileri 1165 numaralı hadisin açıklamasında kaydedeceğiz.[1]
BİRİNCİ BAB
HACCIN FAZİLETLERİ
ـ1ـ عن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قُلْتُ يَارسُولَ اللّهِ: نَرَى الْجِهَادَ أفْضَلُ ا‘عْمَالِ أفََ نُجَاهِدُ؟ قَالَ: لَكِنَّ أفْضَلَ الْجِهَادِ وَأجْمَلَهُ حَجٌّ مَبْرُورٌ ثُمَّ لُزُومُ الحضَرِ. قَالَتْ: فَ أدَعُ الحَجَّ بَعْدَ إذْ سَمِعْتُ هذا[. أخرجه البخارى إ قوله »ثُمَّ لُزُومُ الحضَرِ« والنسائى بطوله .
1. (1163)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ey Allah´ın Resûlü, dedim, cihâdı amellerin en faziletlisi görüyoruz, biz de cihâd etmiyelim mi ” Şu cevabı verdi:
“Ancak, cihâdın en efdal ve en güzeli hacc-ı mebrûrdur. Sonra şehirde kalmaktır.” Hz. Aişe der ki: “Bunu işittikten sonra haccı hiç bırakmadım.” [Buhârî, Hacc 4, Cezâu´s-Sayd 26, Cihâd 1; Nesâî, Hacc 4, (5, 113). “Sonra şehirde kalmak” cümlesi Buhârî´de yok.][2]
AÇIKLAMA:
1- Buhârî´de olmadığı belirtilen cümle Nesâî´de de mevcut değildir. Nesâî´deki rivayette Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), Hz. Peygamber´e şöyle der: “Ey Allah´ın Resûlü, seninle cihad etmek üzere biz de sefere çıkmayalım mı Zîra ben Kur´ân´da cihaddan efdal bir amel göremiyorum.” Resûlullah şu cevabı verir: “Hayır, ancak cihadın en iyisi, en güzeli Kâbe´ye haccetmektir, hacc-ı mebrûrdur.”
2- Hadiste haccın cihad olarak tavsifi, haccda karşılaşılan meşakkatler sebebiyle bir nevi nefis mücadelesi yapılmasındandır. Nitekim hadislerde nefisle yapılan mücadele de “cihad” ve hatta “efdal” ve “ekber” yani “en faziletli”, “en büyük cihad” olarak ifade edilmiştir: اَفْضَلُ الْجِهَادِ اَنْ يُجَاهِدَ الرَّ جُلُ نَفْسه وهواهُ
3- Hacca “cihad´ın en iyisi” denirken muhatabın kadın olması da mühim bir husustur. Sözleri değerlendirirken muhatap unsurunu da nazar-ı dikkate almak gerekir. Hattâ hadisin sonunda gelen “sonra şehirde kalmak” tâbiri de bu açıdan değerlendirilmelidir. “Şehir” olarak tercüme ettiğimiz hadar kelimesi köy, kasaba gibi yerleşilen, sabit olunan yere ıtlak olunur. “Sonra evinde kalmak” şeklindeki bir tercüme daha açık olabilirdi. Asla sadakat için şehir dedik. Ancak burada “şehir”in, dilimizdeki şehir mânasına tam muvafık düşmediğini de bilmeliyiz. Bu cümle, Kur´ân-ı Kerim´de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevce-i pâkleri hakkında gelmiş olan: وَقَرْنَ فِى بُيُوتِكُنَّ “Evlerinizde oturun” (Ahzâb 33) âyetini hatırlatmaktadır.
4- Hacc-ı Mebrûr: “Menâsikine uygun olarak yapılan ve hiçbir günahın karışmadığı hacc demektir. “Hacc-ı Mebrûr”, Hacc-ı Makbûl olarak da anlaşılmıştır. Mamafih iki anlayış da aynı mânaya te´vil edilebilir: Hiçbir eksiğin, hiçbir günahın karışmadığı hacc makbuldür, mebrurdur.
5- Hadiste bir incelik âlimlerin dikkatini çekmiştir: Rivâyet, kadınların cihada katılmasını reddetmiyor, ancak haccın onlar için daha sevablı bir cihad olduğunu ifade ediyor. Öyle ise sevabca az da olsa onlara da cihad var demektir. Bu, hükmü çıkarmada, hadisin İbnu Mâce´de gelen vechi daha açıktır: قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ عَلى النِّسَاءِ جِهَادٌ؟ قَالَ: نَعَمْ جِهَادٌ َ قِتَالَ فِيهِ: اَلْحَجُّ وَالْعُمْرَةُ
“Dedim ki: “Ey Allah´ın Resûlü, kadınlara da cihad var mı ” Şu cevabı verdi: “Evet, içinde kıtâl olmayan bir cihâd var: “Hacc ve umre…” İbnu Battâl der ki: “Hz. Aişe´nin Cemel Vak´ası´na katılıp kıtâlde bulunması sebebiyle onun kadrini düşürmek isteyenler: “Evlerinizde oturun” (Ahzâb 33) meâlindeki âyetle savaş kadınlara haram edildiği halde, (âyetin emrine muhalefet ederek) savaşmıştır” derler. Halbuki bu hadis böylelerinin iddiasını reddeder. Zîra Resûlullah, “cihadın efdali…” tâbirini kullanmıştır. bu tâbir, kadınlara hacc dışında da cihad olduğuna, ancak haccın o cihaddan efdal bir cihad olduğuna delâlet eder.”
Böylece bu hadisten, kadınların evlerinde kalmalarıyla ilgili emr-i Kur´ânî´nin vücub ifade etmediği anlaşılır.[3]
ـ2ـ وعن سهْل بن سَعْد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَامِنْ مُسْلِمٍ يُلَبِّى إّ لُبَّى مَا
عَنْ يَمِينِهِ وَشِمَالِهِ مِنْ حَجَرٍ اَوْ شَجَرٍ أوْ مَدَرٍ حَتَّى تَنْقَطِعَ ا‘رْضُ مِنْ ههُنَا وَههُنَا[. أخرجه الترمذى .
2. (1164)- Sehl İbnu Sa´d (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Telbiyede bulunan hiç bir Müslüman yoktur ki, onun sağında ve solunda bulunan taş, ağaç, sert toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın, bu iştirak (sağ ve solunu göstererek) şu ve şu istikâmette arzın son hududuna kadar devam eder.” [Tirmizî, Hacc 14, (828).][4]
AÇIKLAMA:
Telbiye, hacc sırasında ihrama girildiği andan itibaren bayramın birinci günü (Zilhicce´nin 10. günü) Cemre-i Akabe´de ilk taşın atılmasına kadar yüksek sesle okunan şu duadır:
لَبَّيْكَ اللَّهُمَّ لَبَّيْكَ َ شَرِيكَ لَكَ لبَّيْكَ، إنَّ الْحَمْدَ وَالنِّعْمَةَ لَكَ وَالْمُلْكَ َ شَرِيكَ لَكَ
“Buyur Allahım buyur! Davetine bütün samimiyetimle icabet ettim! Buyur Allahım buyur! Senin eşin, ortağın yoktur. Buyur Allah´ım buyur! Hamd senin, nimet senin, mülk senin. Bunların hiçbirinde eşin, ortağın yoktur!”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) binbir sıkıntıya katlanarak, pekçok müşkilleri hallederek mübârek beldelere gelmekle Allah´ın emrine fiilen uymuş bulunan insanların icâbet hallerinin kavlî ifadesi olan telbiyeyi, sözdeki samimiyete binaen hâsıl olan ihlâs sebebiye, kişinin sağ ve solunda yer alan taş, ağaç, toprak bütün mevcudatın, arzın nihâî hududuna varıncaya kadar tekrar edeceğini haber vermektedir.
Bu hadisle haccın haşmetini, mânevî değerinin de içtimâî ve siyâsî yönlerine muvazi şekilde müstesna bir azamet taşıdığını anlamaktayız.
Ümmet-i merhumeye Rabbimizin lütfu ne kadar büyük! Cenab-ı Hakk´tan, buna liyakatle de merzuk kılmasını diliyoruz.[5]
ـ3ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قال رسولُ اللّه #: تَابِعُوا بَيْنَ الحَجِّ وَالْعُمْرَةِ فإنَّهُمَا يَنْفِيَانِ الذُّنُوبَ كَمَا يَنْفِى الْكِيرُ خَبَثَ الحَدِيدِ[. أخرجه النسائى .
3. (1165)- İbnu Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Haccla umrenin arasını birleştirin. Zîra bunlar günahı, tıpkı körüğün demirdeki pislikleri temizlemesi gibi temizler.” [Nesâî, Menâsik 6, (5, 115); İbnu Mâce, Menâsik 3, (2886).][6]
AÇIKLAMA:
1- Burada, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), haccla umreyi ard arda yapmayı tavsiye etmektedir. Yani hacc yapılınca peşinden umre de yapılmalıdır. Umre yapıldı mı, ardından hacc yapılmalıdır.
Münâvî, haccla umrenin yan yana zikrinden, umrenin de hacc gibi vâcib olduğu hükmünün çıkarıldığını, Muhibbu´t-Taberî´den naklen kaydeder. Yani “Nasıl ki Kur´ân-ı Kerim´in, فصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ ayetinde “tetâbu” tâbiri, kefaret halinde, ard arda iki ay oruç tutmayı vacib kılmıştır, öyle ise umre ile haccın da ard arda olması gerekir” denmiştir. Böylece araya fâsıla girmeden her ikisinin de peş peşe yapılması gerekir.
Ancak şu mâna da çıkarılmıştır: “Araya fasıla girse bile, biri yapıldıktan sonra diğeri de mutlaka yapıldı mı, hadisteki tetâbu (birbirini tâkip) emri yerine gelir, zîra Arap dili açısından bu mâna da sahihtir.”
2- Hadisin Nesâî´deki aslında hacc ve umrenin “fakirlik” ve “günahı” temizleyeceği ifade edilir. Kitabımızdaki metinde “fakirlik” kelimesi düşmüş durumda. Tabiî ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadaka ve zekâtın mala bereket ve ziyâde getirdiğini ifade ettiği gibi, hacc ve umre için yapılacak harcamaların fakirlik getireceği korkusunu kırmak için, bu yoldaki maddî fedakârlıkların sâdece mânevî değil, maddî berekete de sebep olacağını ifade etmiş olmaktadır.
3- Mânevî kazanç, körüğün demirdeki -bir rivayette altın ve gümüş de zikredilir- pisliği temizlediği şekilde hacc ve umrenin günahları temizleyeceği şeklinde ifade edilmiştir. Buradaki teşbih hakikaten dikkat çekicidir. Körük demirdeki pisliği basit bir üfürme ile değil, ciddi bir yakma ile temizlemektedir. Hacc ibâdetinde, gerçekten nefsi alev alev yakan, temizleyen çeşitli ateşler, sıkıntılar var: Maldan harcamalar, açlık, susuzluk, yorgunluk, uykusuzluk, yolculuğun muhtemel olduğu çeşitli tehlikelerin göze alınması ve aşılması, vatandan, eşdosttan, işten ayrılık, alışkanlıkların terki vs. vs. Ve bunlar 1500 senelik ağır şartların hüküm sürdüğü asırlar için düşünülürse, ne derece yakıcı bir körük alevi olduğu ve bunların hepsine sırf Allah rızası için sabırla katlanmış olan ihlâslı bir hacıyı tertemiz ettiği daha kolay anlaşılır. Mü´min bütün bu alevlerde kendisini bir şey için yakıyor: “Rabbinin emrini yerine getirerek rızasını kazanmak.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kulun bu fedakârlığına karşı Rabbi Teâlâ´nın mukabil muamelesini -müteakip hadiste görüleceği üzere- “Hacc-ı Mebrûr´un karşılığı cennetten başka bir şey olamaz” diyerek ifade etmektedir. Yani, hacc ve umre, körüğün demiri temizlediği gibi, mü´mini günahlardan temizlemekle kalmaz, fazlasını da kazandırır: Cennet!..[7]
ـ4ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: الْعُمْرَةُ إلى الْعُمْرَةِ كَفَّارَةٌ لِمَا بَيْنَهُمَا، وَالحجُّ المَبْرُورُ لَيْسَ لَهُ جَزَاءٌ إَّ الجَنَّةَ[. أخرجه الستة إ أبا داود .
4. (1166)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir umre, diğer umreye arada işlenenler için kefarettir. Hacc-ı Mebrûr´un karşılığı cennetten başka bir şey olamaz!” [Buharî, Umre 1; Müslim, Hacc 437, (1349); Tirmizî, Hacc 90, (933); Nesâî, Menâsik 3, (5, 112), 5, (5, 115); İbnu Mâce, Menâsik 3, (2887); Muvatta, Hacc 65, (2, 346).][8]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Abdi´l-Berr, hadiste umrenin kefaret olacağı belirtilen günahların küçük günahlar olduğunu söylemiş, büyük günahlara da şamil olacağını söyleyenlere şiddetle karşı çıkmıştır. Ancak, hadis mutlak geldiği için bazı âlimler “Büyüklere de şâmil olabilir” demiştir.
2- Bazı âlimler, “Büyük günahlardan ictinab, küçükleri affettirdiğine göre, umrenin küçüklerin affına vesile olması ne demektir.” diye bir işkal ileri sürmüştür. Buna: “Umrenin kefâret olması zamanla mukayyeddir, büyük günahtan ictinabın kefâret olması mukayyed değil, âmmdır, kulun bütün ömrünü içine alır, öyle ise bu açıdan ikisi farklıdır” diye açıklama sunulmuştur.
3- Bu hadis, çokca umre yapmanın müstehab olduğuna delil teşkil etmektedir, zîra buna teşvik var. Halbuki Mâlikîler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın seneden seneye yapmış olmasını delil kılarak “Yılda birden fazla umre yapmak mekruhtur” demişlerdir. “Ayda birden fazla umre yapmak mekruhtur” diyen de olmuştur. Ancak: “Mendub olan fiillerde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ameli şart değildir. Nitekim, bir çok müstehab ve mendub işi, ümmete zorluk olmasın diye, zaman zaman terketmiştir…” diye cevap verilmiştir. Ulemâ hacc elbisesi giymeyen bir kimse için, senenin her gününde umre yapabileceğinde ittifak etmiştir. Sadece Hanefîler, -daha önce temas ettiğimiz üzere- arafe ve kurban günleri ile eyyâm-ı teşrikde mekruh addetmişlerdir. Ahmed İbnu Hanbel´den yapılan bir rivayete göre: “Kişi umre yaptı mı traş olması veya saçlarını kasretmesi (kısaltması) vacibtir, öyle ise, her umrede bunu yapacağına göre ikinci bir umre için, saçın büyümesi ve dolayısıyla on gün geçmesi gerekir” demiştir.
4- Hadiste geçen “Bir umre, diğer umreye” tâbiri ile “Bir umre diğer bir umre ile birlikte…” şeklinde anlaşılmıştır. Yani mâna: “Bir umreden sonra bir umre daha yapılırsa, bu ikisi arasında işlenmiş olan (günah)lara kefaret olur” diye anlaşılmıştır. Böylece, müteakip bir umre daha yapılmasının gereği daha iyi anlaşılır.
5- Sadedinde olduğumuz hadisten, hacc farizasını yapmazdan önce de umre yapılabileceği hükmü çıkarılmıştır.[9]
ـ5ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَنْ طَافَ بِالْبَيْتِ خَمْسِينَ مَرَّةً خَرَجَ مِنْ ذُنُوبِهِ كَيَوْمِ وَلَدَتْهُ أمُّهُ[. أخرجه الترمذى.والمراد بذلك خمسون طوافا كام دون ا‘شواط .
5. (1167)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Beyt´i (Kâbe-i Muazzama´yı) kim elli defa tavaf ederse, günahlarından çıkar ve tıpkı annesinden doğduğu gündeki gibi olur.” [Tirmizî, Hacc 41, (866).]
Buradaki tavaftan maksad, şavtlar olmayıp, elli tam tavaftır.[10]
AÇIKLAMA:
Bu hadis Kâbe´yi elli defa tavaf etmedeki sevabın büyüklüğünü ifade etmektedir. Ancak buradaki “tavaf”tan maksad nedir Yani tavaf, lügat olarak, bir şeyin etrafında dönmek demektir. Öyle ise, hadis, Kâbe´nin etrafında elli kere dönmeyi mi ifade etmektedir Yoksa, hacc ıstılahı olarak, yedi şavttan (şavt, Kâbe´nin etrafında yapılan bir ziyaret devridir) ibaret olan bir tavaf mıdır
İki mâna üzerinde de durulmuştur.
Muhibbu´t-Taberî´nin bazı âlimlerden kaydına göre buradaki bir “tavaf”tan kastedilen şey bir şavttır. Ancak kendisi bu görüşü reddederek: “Burada elli tane “yedi” kastedilmektedir” der. Taberânî´nin Mu´cemu´l-Evsat´ında gelen bir açıklamaya göre demiştir ki: “Elli tavaftan maksad, bunun bir anda peş peşe yapılması demek değildir. Burada istenen, kişinin defter-i hanesinde, (her biri yedi şavt olan) elli tavafın bulunmasıdır. Bunu bir ömür içinde de tamamlamış olsa fark etmez.”[11]
ـ6ـ وعن أم سلمة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قال رسولُ اللّه #: مَنْ أهَلَّ بِحَجَّةٍ أوْ عُمْرَةٍ مِنَ المَسْجِدِ ا‘قْصَى إلى المَسْجِدِ الحَرَامِ غُفِرَ لَهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِهِ وَمَا تَأخَّرَ أوْ وَجَبَتْ لَهُ الجَنَّةُ، شك الراوى أيتهما قال[. أخرجه أبو داود .
6. (1168)- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim, hacc veya umre için Mescid-i Aksa´dan Mescid-i Haram´a (kadar) ihrâma girerse, geçmiş ve gelecek bütün günahları affedilir veya cennet kendisine vâcib olur.” -Râvi, Resûlullah´ın hangisini dediği hususunda şekke düştü-” [Ebu Dâvud, Menâsik 9, (1741)ş İbnu Mâce, Menâsik 49, (3001-3002).][12]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste ihrâma girme mahalli ne kadar uzak kılınırsa o kadar sevab olacağına işaret edilmektedir. Zîra, umre veya hacc için, Kudüs´te ihrâma girilmesi halinde geçmiş ve gelecek günahların affedileceği ifade edilmiştir. Halbuki normal mîkat (ihrama girme) mahallerinin Mekke´ye yakınlığı Kudüs´e nazaran çok fazladır.
Hattabî, şu açıklamayı sunar: “Hadiste, mîkat mahallinden önce, çok uzaklarda ihrama girmeye cevaz ve teşvik vardır. Nitekim birçok sahâbe böyle yapmıştır. Ancak, Hz. Ömer (radıyallahu anh), Basra´da ihrâma girmiş olan İmrân İbnu Husayn´ı bu davranışı sebebiyle takbih etmiştir. Hasan Basrî, Atâ İbnu Ebî Rebâh, Mâlik İbnu Enes de uzakta ihrama girmeyi kerih bulurlar. Ahmed İbnu Hanbel de: “Uygun olanı mîkatlarda ihrama girmektir” der. İshak İbnu Râhûye de böyle söylemiştir. Ben derim ki: Hz. Ömer (radıyallahu anh)´in bunu mekruh addetmesi, ümmete şefkati sebebiyledir. Zîra mesafe uzadıkça, ihramlıya, ihramda iken yapılması bir kısım cezayı gerektiren âfetlerin ârız olma ihtimali artar. Hal böyle olunca, en selâmetli davranış en kısa ihram mesafesinde ihrama girmektir.”[13]
ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ رسول اللّه # قالَ ‘مْرَأةٍ منَ ا‘نْصَارِ يُقَالُ لَهَا أمُّ سِنَانٍ: مَا مَنَعَكَ أنْ تَكُونِى حَجَجْتِ مَعَنَا؟ قَالَتْ: نَاضِحَانِ كانَا ‘بِى فَنٍ )زوجها( حَجَّ هُوَ وَابْنُهُ عَلى أحَدِهِمَا وَكانَ اŒخَرُ يَسْقى أرْضاً لَنَا. قالَ: فُعُمْرَةٌ في رَمَضَانَ تَقْضِى حَجَّةً، أوْ حَجَّةً مَعِى. فإذَا جَاءَ رَمَضَانُ فاعْتَمِرِى فإنَّ عُمْرَة فِيهِ تَعْدِلُ حَجَّةً[. أخرجه الشيخان إلى قوله: معى، والنسائى بتمامه.»النَّاضِحُ« البعير الذى يسقى عليه .
7. (1169)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ensâr´dan Ümmü Sinân adındaki bir kadına:
“Bizimle haccetmekten seni ne alıkoydu ” diye sordu. Kadın:
“Ebû fülânın (kocasını kasteder) sadece iki sulama devesi var. Biriyle o ve oğlu haca gitti. Öbürü (ile de ben kaldım) arâzimizi suluyor(um)” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Öyleyse Ramazan´da (yapacağın) umre, (kaçırdığın) bir haccın veya benimle (yapmış olacağın) bir haccın kazasıdır. Ramazan gelince umre yap. Zîra Ramazan´daki bir umre hacca muâdil olur.” [Buhârî, Umre 4, Cezâu´s-Sayd 26; Müslim, Hacc 222; Nisâî, Sıyâm 6, (4, 130).][14]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Hacer, Buhârî´nin “Ramazan´da Umre” adlı babında, hadisi muhtelif vecihleri içerisinde tahlil ederek, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kendisiyle hacca katılmayış sebebini sormuş olduğu iki ayrı kadın olabileceği ihtimalini belirtir. Bunlardan biri Ümmü Ma´kıl el-Esediyye, diğeri Ümmü Sinan el-Ensâriyye´dir. Bunların hikâyeleri de hadislerde farklıdır. Hatta, bazı rivayetlerde Ümmü Sinân değil, Ümmü Süleym ismi mezkurdur.
2- İsmi mübhem kılınan koca, bâzı rivayetlerde Ebu Sinân diye tesmiye edilmiştir. Bu durumdan, kadının oğlunun isminin Sinân olduğu anlaşılmaktadır.
3- İbnu Huzeyme der ki: “Bu hadise göre, bir şey diğer bir şeye bazı yönleriyle benzerlik arzederse, biri diğerine benzetilerek ona muadil kılınabilir. Zîra, aslında “umre” ile ne farz olan ne de nezredilmiş olan “hacc” ifa edilemez.” İbnu Battâl da şunu söylemiştir: “Bu hadiste, kişinin nâfile olarak yapmaya azmettiği haccın tatavvu bir hacc olduğuna delil vardır. Zîra, “umre”nin hiç bir surette “farz olan hacc”ın yerini tutmayacağı hususunda icma-ı ümmet vardır.” Ancak, İbnu´l-Münir, İbnu Battâl´ı tenkid ederek der ki: “Buradaki mezkûr hacc, Vedâ Haccı´dır. Vedâ Haccı, İslâm´da farz olarak eda edilen ilk haccdır. Zîra, daha evvel Hz.Ebu Bekir´in emîrliği altında ifâ edilen hacc bir inzar idi. Hal böyle olunca, hadiste zikri geçen kadının daha önce farz olan hacc borcunu eda etmiş bulunması müstahildir (yani akla aykırıdır).”
İbnu Hacer de İbnu´l-Münir´i reddederek şöyle der: “Onun söylediği, herkesce benimsenmiş (müsellem) bir görüş değildir. Zîra, kadının Ebû Bekir (radıyallahu anh)´le birlikte haccederek, bu haccla farzdan kurtulmuş olmasına bir mâni yoktur. Üstelik İbnu´l-Münir, iddiasını, haccın hicrî onuncu yılda farz kılındığı ihtimâline dayandırmaktadır. Bu ihtimali esas alması, haccın bidayetten beri farz olduğu[15] söylenerek şahsî görüşüne karşı ileri sürülecek tenkitlerden kurtulmak içindir.” İbnu Hacer, İbnu Huzeyme´nin görüşü hususunda, İbnu Battâl´ın yaptığı tarzda bir tahlile gerek olmadığını belirtir. Ve şöyle bir neticeye varır: Ramazan´da yapılacak umre sevab itibariyle hacca muâdil olur, bu yönüyle haccla müştereklik arzeder. Ancak farz olan haccın borçtan düşmesi hususunda umre, haccın yerine geçmez, bu husus icmâ ile sabittir. Tirmizî´nin bir kaydına göre, sadedinde olduğumuz hadiste umre ile hacc arasında kurulmuş olan irtibatı İshâk İbnu Râhuye, İhlâs sûresinin Kur´ân-ı Kerim´in üçte birine muâdil olduğunu beyan eden hadisteki İhlâsla, Kur´ân arasındaki irtibata benzetmiştir.
İbnu´l-Arabî demişti ki: “Bu umre hadisi sahihdir. Rabbimizin bir lütfu ve nimeti olarak umre, ona Ramazan´ın da inzimamıyla (hâsıl olan sevâb itibâriyle) hacc derecesine ulaşmaktadır.” İbnu´l-Cevzî de şu yorumu yapmıştır: “Bu hadisten öğreniyoruz ki, amelin sevabı, ona zamanın şerefi de ilave edilince ziyadeleşmekte ve artmaktadır, tıpkı huzur-u kalb ve hulus-i niyetle de arttığı gibi.”[16]
ـ8ـ وعن أبى بكر بن عبدالرحمن قال: ]جَاءَتِ امْرأةٌ إلى رسولِ اللّه # فقَالَتْ: إنِّى كُنْتُ تَجَهَّزْتُ لِلْحَجِّ فَاعْتَرَضَ لِى. فقَالَ: اعْتَمِرِى في رَمَضَانَ فإنَّ عُمْرَةً فِيهِ كَحَجَّةٍ[. أخرجه مالك وأبو داود .
8. (1170)- Ebu Bekr İbnu Abdirrahmân anlatıyor: “Bir kadın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelerek:
“Ben haccetmek için hazırlık yapmıştım. Bana (bir mâni) ârız oldu ne yapayım ”
“Ramazan´da umre yap, zira o ayda umre tıpkı hacc gibidir” buyurdu.” [Muvatta, Hacc 66, (1, 347); Ebu Dâvud, Hacc 79, Tirmizî, Hacc 95, (939); Nesâî, Sıyâm 6, (4, 130); İbnu Mâce, Hacc (Menâsik) 45, (2991-2995).][17]
AÇIKLAMA:
Burada ismi belirtilmeyen kadının, Ebû Dâvud´un rivayetinde Ümmü Ma´kıl olduğu anlaşılmaktadır. Ârız olan mâni, bir rivayette kocasına ve kenisine gelen hastalıktır. Kocası ölmüş, kendisi sıhhate kavuşmuştur. Tek develeri de kocası Ebu Ma´kıl tarafından Allah yolunda vakfedilmiştir.
Abdurrezzak´ın rivayetinde kadın, hacc hazırlığı yaptığını ancak devesini kaybettiğini söyler.
Zürkânî: “Deveyi bulmuş, sonra da hastalanmış veya hastalıktan kurtulmuş, bu sefer de deveyi kaybetmiş olabilir” diyerek, iki rivayeti te´lif eder.
Hülâsa Resûlullah kadına: “Ramazan´da umre yap, bu, (sevapça nafile olan) hacca eşittir” diyerek cevap verir.
Âlimler: “Hayırlı ameller, onun işlendiği vakitlere göre birbirlerinden üstün olur, bazı vakitlerde yapılan, diğer vakitlerde yapılana nazaran daha faziletlidir. Ramazan ayı, hayırlı amellerin katlanması açısından diğerlerinden üstündür, bu onun faziletinin büyüklüğüne delildir. Hac, içerisindeki meşakkatin ve amelin fazlalığı sebebiyle umreden üstündür” diyerek hadisin anlaşılması için açıklama yapmışlardır.[18]
ـ9ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قال رسولُ اللّه #: مَا عَمِلَ آدَمِىٌّ عَمًَ يَوْمَ النَّحْرِ أحَبَّ إلى اللّهِ تَعالى مِنْ إهْرَاقِهِ الدِّمَاءَ، إنَّهَا لَتَأتِى يَوْمَ الْقِيَامَةِ بُقُرُونِهَا وَأشْعَارِهَا
وأظَْفِهَا، وَإنَّ الدَّمَ لَيَقَعُ مِنَ اللّهِ تَعالى بِمَكَانٍ قَبْلَ أنْ يَقَعَ في ا‘رْضِ فَطِيبُوا بِهَا نَفْساً[. أخرجه الترمذى.وزاد رزين: وَإنَّ لِصَاحِبِ ا‘ضْحِيَةِ بِكُلِّ شَعْرَةٍ حَسَنَةً .
9. (1171)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Hiç bir kul, kurban günü, Allah indinde kan akıtmaktan daha sevimli bir iş yapamaz. Zîra, kesilen hayvan, kıyamet günü boynuzlarıyla, kıllarıyla, sınnaklarıyla[19] gelecektir. Hayvanın kanı yere düşmezden önce Allah indinde yüce bir mevkiye ulaşır. Öyle ise, onu gönül hoşluğu ile ifâ edin.” [Tirmizî, Edâhî 1, (1493); İbnu Mâce, Edâhî 3, (3126).]
Rezîn şunu ilave etmiştir: “Kurban sahibine, hayvanın her bir tüyü için sevap vardır.”[20]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, kurban bayramı gününde yapılabilecek en kıymetli, en makbul ibâdetin kurban kesmek olduğunu belirtmektedir. Aliyyü´l-Kârî´nin belirttiği üzere hadiste, kurbanın boynuz, kıl, sınnak gibi işe yaramaz gibi gözüken kısımlarının bile kıyamet günü ortaya çıkacağının zikri, kurbandan hâsıl olacak sevâbın büyüklüğünü belirtmektedir. Kesilen kurban eksiksiz olarak kıyamet günü geleceğine, yani her bir parçasından sevap hâsıl olacağına göre, onun, imkân nisbetinde eksiksiz ve mükemmel olması ve gönül hoşluğu ile, sevinerek kesilmesi gerekir.
Kanın yere düşmeden indallah bir mevkiye ulaşması, Allah´ın kurban ibadetinden râzı olacağını, kurbanın indallah makbul bir ibadet bulunduğunu ifade eder.
Öyle ise kulun, böylesine kıymetli bir ibadeti, istemeyerek, cimrice düşüncelerle değil, gönül hoşluğu ile, sevinçle yapması, kurban emrini yerine getirmek hususunda iştiyak ve heyecan duyması, bayram yapması gerekir. Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) bu noktaya irşad buyurmaktadır. Rezîn´in ilâvesinden, imkân nisbetinde büyük hayvan kesmenin daha sevaplı olduğu anlaşılmaktadır.[21]
ـ10ـ وعن أبى بكر الصديق رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سُئِلَ رسول اللّه #
______________(32) أىُّ الحَجِّ أفْضَلُ؟ قَالَ: الْعَجُّ وَالثَّجُّ[. أخرجه الترمذى.»الْعَجُّ« رفع الصوت بالتلبية.»والثَّجُّ« إراقة دماء الهدى والضحايا .
10. (1172)- Ebu Bekri´s-Sıddîk (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a: “Hangi hacc daha efdaldir ” diye sorulmuştu.”
Yüksek sesle telbiye getirilip, kurban kesilerek yapılan hacc!” diye cevap verdi.” [Tirmizî, Hacc 14, (827), Tefsir, Âl-i İmrân (3001).][22]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a, hacc nasıl yapılırsa en efdal olacağı sorulmuştur. Resûlullah da yüksek sesle mümkün mertebe çok sayıda telbiye çekilen ve kurban kesilen hacc! diye cevap verir. Telbiyelerin imkân nisbetinde çokluğu, hacc esnasında vaktin boş geçmediğine, en sevablı zikirle doldurulduğuna delildir. Telbiyenin azlığı ise, zikrin azlığına -ve daha fenası- mâlayânî ve günaha bâis konuşmalarla hacc müddetinin heder edildiğine delil olur. Telbiyenin yüksek sesle olması, hacc âdâbına uymaktır. Elbette âdâbına uyarak yüksek sesle okunan telbiyeler, âdâbın terkiyle alçak sesle okunandan efdaldir. Kan akıtılmasına gelince, haccda kurban kesmek mutlak bir vecibe değildir. Hacc-ı ifradda olduğu üzere kurban kesmeden de haccı eksiksiz eda etmek mümkündür. Hacc-ı kıran veya hacc-ı temetuda kesilen kurban, şükrân kurbanıdır. İmkânsızlık halinde bunun da on gün oruçla telâfi imkânı mevcuttur.
Hanefî mezhebine göre en efdal hacc da mezkur kurbanın vâcib olduğu hacc-ı kıran´dır.
Şu halde Resûlullah, bu kurbanın îfa edileceği haccın efdaliyetini belirtmektedir.
Hadisin, yine Tirmizî´nin Tefsir bölümünde kaydedilmiş olan diğer bir vechinde şu ziyade var:
“Başka bir adam kalkarak:
“Ey Allah´ın Resûlü, buna yol nedir ” diye sordu ve şu cevabı aldı:
“Azık ve binek.”[23]
ـ11ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: جِهَادُ الصَّغِيرِ وَالْكَبِيرِ وَالضَّعِيفِ وَالْمَرْأةِ: الحَجُّ وَالْعُمْرَةُ[. أخرجه النسائى .
11. (1173)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Küçüğün, büyüğün, zayıfın, kadının cihadı hacc ve umredir.” [Nesâî, Hacc 4, (5, 114); İbnu Mâce, Menâsik 8, (2902).][24]
AÇIKLAMA:
Hacc ve umrenin cihada benzetilmesi, daha önce (1169 numaralı hadisin izahında) belirttiğimiz gibi bu iki amelde mevcut meşakkat ve zahmetler sebebiyledir. Cihad da meşakkat ve zahmet yönü ağır basan bir ibadettir. İnsan nefsi, her üç amelle de aynı terbiyeleri alabilecektir. Bu sebeple, sevap yönüyle bunların aralarında benzerlik, yakınlık ve hattâ -şartlara göre- ayniyet olduğu Resûl-i Ekrem tarafından bildirilmektedir. Öyleyse cihada muktedir olamayan -söz gelimi çocuk, kadın veya yaşlı birisi- hacc veya umreyi yaparak aynı sevabı kazanabilecektir.[25]
İKİNCİ BAB
HACCIN VÜCÛBU
ـ1ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]خَطَبَنَا رسول اللّه # فَقَالَ: يَا أيُّهَا النَّاسُ قَدْ فُرِضَ عَلَيْكُمْ الحجُّ فحُجُّوا. فقَالَ رَجُلٌ: أفِى كُلِّ عَامٍ يَا رسولَ اللّهِ؟ فسكَتَ حَتَّى قَالَهَا ثَثاً. ثُمَّ قالَ: ذَرُونِى مَا تَرَكْتُكُمْ. لَوْ قُلْتُ نَعَمْ لَوَجَبَتْ وَلَما اسْتَطَعْتُمْ. إنَّمَا أهْلَكَ مَنْ كانَ قَبْلَكُمْ كَثْرَةُ سُؤالِهِمْ وَاخْتَِفُهُمْ عَلى أنْبِيَائِهِمْ، فإذَا أمَرْتُكُمْ بِأمْرٍ فأتُوا مِنْهُ مَا اسْتَطَعْتُمْ وَإذَا نَهَيْتُكُمْ عَنْ شَئٍ فاجْتَنِبُوهُ[. أخرجه مسلم والنسائى .
1. (1174)- Ebu Hüreyre hazretleri (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bize şöyle hitab etti:
“Ey insanlar, size hacc farz kılınmıştır. Şu halde haccı edâ edin!”
Cemaatte bulunan bir adam:
“Her sene mi, Ey Allah´ın Resûlü ” diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cevap vermedi. Adam sorusunu üç kere tekrar etti. Bunun üzerine:
“Ben sizi bıraktıkça siz de beni bırakın. (Madem ki sükût ettim, niye sormada ısrar ediyorsunuz ) Şayet (sorunuza) “Evet!” deseydim, her yıl haccetmek vacib oluverirdi ve buna güç yetiremezdiniz. Şunu bilin ki, sizden öncekileri helak eden şey, çok sual sormaları ve peygamberleri hakkında ihtilâflarıdır. Size bir iş emrettiğim zaman, bunu gücünüz yettiğince îfa edin, bir yasaklamada bulunduğum vakit de ondan kaçının (bu emir ve yasakla ilgili olarak aklınıza gelen her şeyi sormaya kalkmayın!)” [Buhârî,İ´tisam 4; Müslim, Hacc 412, (1337), Fedâil 130, (1337); Nesâî, Hacc 1, (5, 110-111).][26]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a bu suali soran sahâbinin Akra´ İbnu Hâbis (radıyallahu anh) olduğu rivayetin bazı vecihlerinde tasrih edilir.
2- Fazla sual sorma yasağı ile alâkalı geniş açıklamayı 581 numaralı hadis vesilesiyle yaptığımız için burada teferruata girmeden birkaç noktaya kısaca dikkat çekeceğiz:
3- Emir tekrarı gerektirir mi
Bu hadisi izah sadedine Nevevî, usulcülerin münakaşa ettikleri bir meseleye temas eder. Kur´ân veya hadiste gelen bir emri bir kere yapmak yeterli mi, yoksa o emrin tekrar tekrar yapılması gerekir mi Bu hususta farklı görüşler ileri sürülmüştür:
1) Şafiilere göre, emir tekrar iktiza etmez, tekrara ihtimali vardır.
2) İkinci bir görüşe göre tekrarı iktiza eder.
3) Birden fazlası hakkında tevakkuf edilir. Şayet bir şarta bağlı veya bir vasfın sübutuyla mukayyed ise o durumlarda tekrar ifade eder. Yani, birden fazlası için bir beyan aranır. Bazı Hanefîler bu görüştedir. Yukarıdaki hadis bu görüşte olanlara delil olmuştur. Zîra Akra´, tekrar hususunda bir beyan aramıştır.
4) Mutlak emir, ne tekrar ne de umum iktiza etmez. Onlara ihtimali de yoktur. Namaz, oruç, zekât gibi ibadetlerin tekerrür etmesi, sebeplerinin tekerrür etmesi sebebiyledir. Haccın sebebi olan Beytu´l-Haram tekerrür etmediği için ömürde bir defa emre uymakla farz düşer. Hanefîler´in ekseriyetince benimsenen görüş budur.
4- Sual yasağı nelere racidir
Sahâbe ve Tâbiin´den bazı âlimler, yasağın, vukua gelen olsun,vukua gelmeyen olsun her meseleye şâmil olduğunu ileri sürmüştür. Ancak, bu görüşe bir çok fukahâ karşı çıkmıştır. Bu görüşte olan Ebu Bekr İbnu´l-Arabî şöyle der: “Gafillerden bir kısmı, sual sormayı yasaklayan âyetten (Mâide 101) hareketle, nevâzil´e giren (yani âyet ve hadiste zikri geçmeyen) şeylerden -bunlar fiilen vukua gelmedikçe- sual sormanın yasak olduğu zannına kapıldılar. Halbuki işin aslı böyle değildir. Zîra âyetin verilecek cevap sebebiyle kötülük hasıl olacak soruları yasakladığı pek sarihtir. Nevâzil ile alâkalı sorular bu gruba girmez.”
İbnu Hacer bu görüşü te´yid eder, ancak İbnu´l-Arâbî´nin kendisi gibi düşünmeyen ulemâ hakkında gafiller tâbirini kullanmış olmasını takbih eder. Mamafih, ondan önce Kurtubî de onu takbih etmiş, ilâveten böylesi davranışların İbnu´l-Arâbî´de sıkça görülen sabit bir huy olduğuna da dikkat çekmiştir.
5- Yasak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrine mi ait
Sual sorma yasağının daha ziyade Resûlullah devriyle ilgili olduğunu söyleyen âlimler, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan sonra sorulacak suallerden âyette beyan edilen kötülük ihtimalinin kalktığını ileri sürmüşlerdir. Şu hadisleri delil olarak ileri sürerler:
مَا احَلَّ اللّهُ في كِتَابِهِ فَهُوَ حََلٌ وَمَا حَرَّمَ فَهُوَ حَرَامٌ وَمَا سَكَتَ عَنْهُ فَهُوَ عَفْوٌ فَاقْبِلُوا مِنَ اللّهِ عَافِيَتَهُ فَإنَّ اللّهَ لَمْ يَكُنْ يَنْسِى شَيْئاً ثُمَّ تََ هذِهِ اŒية: وَمَا كَانَ رَبُّكَ نسياً
“Allah´ın, kitabında helâl kıldıkları helal, haram kıldıkları da haramdır, sükût buyurdukları da affa mazhardır. Öyleyse Allah´ın affettiğini kabul edin, zîra Allah hiçbir şeyi unutmamıştır.” Resûlullah şu âyeti okur. (meâlen): “…Rabbin unutkan değildir” (Meryem 64).Bir başka hadis de şöyledir:
إن اللّهَ فَرَضَ فَرائِضَ فََ تُضَيَّعُوهَا وَحدّ حُدُوداً فََ تَعْتَدُوهَا وَسَكَتَ عَنْ اَشْيَاءَ رَحْمَةً لَكُمْ غَيْرَ نِسْيَانٍ فََ تَبْحَثُوا عَنْهَا
“Allah bir kısım farzlar koydu. Sakın bunları terketmeyin, bir kısım da yasaklar koydu. Sakın onları çiğnemeyin. Bir kısım şeylerde de unutarak değil, size merhameten sükût buyurdu, sakın onları kurcalamayın!”
Bir hadis de şöyle: اعْظَمُ الْمُسْلِمِينَ بِالْمُسْلِمِينَ جُرْماً مَنْ سَألَ عَنْ شَىْءٍ لَمْ يُحْرَمْ فَحَرُمَ مِنْ اَجْل مَسْألَتِهِ “Müslümanlar´a karşı en büyük cürmü işleyen o kimsedir ki, haram edilmemiş olan bir şeyden sual eder de, onun sebebiyle haram ediliverir.”
6- Yasak Medineliler´e mi mahsus Mezkûr yasağın bedevîlere şâmil olmayıp daha ziyade Medine´de kalan Muhacir ve Ensâr´la ilgili olduğunu gösteren rivayetler de var. Bunlar, yasağın sınırlı oluşuna ve daha ziyade vahiyle ilgili oluşuna destek sayılabilir. Enes´in bir rivayeti şöyle: “Bizler Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e herhangi bir hususta sual sormaktan men edilmiş idik. Bu yasaktan gafil bir bedevînin gelip Resûlullah´a birşeyler sorması ve bu vesileyle Efendimiz´i dinlemek çok hoşumuza giderdi.” Müslim´de Nevvâs İbnu Sem´ân´ın bir rivayeti bu mevzuda daha dikkat çekici: “Hicret etmeksizin Medine´de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte bir yıl ikâmet ettim. Hicret etmeme sadece “sual meselesi” mâni olmuştu. Zîra birimiz kesinlikle hicret edip “Muhacir” oldu mu, artık Resûlullah´a sual soramazdı.” Nevvâs hazretleri (radıyallahu anh) sırf soru sorabilme hakkını yitirmeden Medine´de ikamet edebilmek için “Muhacir” statüsüne girmeye yanaşmıyor. Ahmet İbnu Hanbel´in bir rivayetinde soru yasağıyla ilgili âyetin nüzûlünden sonra Ashab´ın Medine´ye gelen bedevîlere zaman zaman bahşiş vererek Hz. Peygamber´e soru sormaya teşvik ettiklerini belirtir:
لَمَّا نَزَلَتْ يَا اَيُّهَا الَّذِينَ امَنُوا َ تَسْألُوا عَنْ اَشْيَاءَ اŒيَةَ كُنَّا قَدْ اَتَّقَيْنَا اَنْ نَسْألَهُ # فَاَتَيْنَا اعْرَابِيّاً فَرَشَوْنَاهُ بُرْداً وَقُلْنَا: سَلِ النَّبِىَّ #
Bu mevzu üzerine rivayet çoktur:
7- Ashab´tan vârid olan soruların izâhı:
Hemen belirtelim ki, hadis kitaplarında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a Ashab´ın sorduğu birçok sualler rivayet edilmiştir. İster istemez, yasağa rağmen bu sualler nasıl soruldu diye bir müşkil hatıra gelebilmektedir. Âlimler üç ihtimal üzerinde dururlar:
a) Bu sualler, yasak koyan âyetin inmesinden önce sorulmuş olabilir.
b) Âyette gelen sual yasağı umumî değil, hususîdir. Yani, hükmü kesinlik kazanmış meselelerle ilgili olarak duyulan ihtiyaçta soru yasağı yoktur.
c) Yasak, mutlaka bilinmesi gereken şeylere şâmil değildir. Kamışla kesilen hayvanın etine terettüp edecek hükümle ilgili sual, ümerâ Allah´a itaatin dışına çıkan emir verecek olursa, onlara itaat edilip edilmeyeceğine dair sual, kıyâmet ahvâli ve âhirzaman fitnesi ile ilgili sualler, keza bizzat Kur´ân´da zikredilen, kelâle, içki, kumar, haram aylardaki savaş, yetimler, hayız zamanı, kadın, sayd vs. üzerine gelen sualler gibi. Bu sualler gerçek ihtiyaçtan geldiği için yasak bunlara şâmil olmamıştır.
8- Yasak vukû bulmayana da şâmildir.
Sual sormaya yasak koyan âyetin, vukû bulmayan hâdiselerle de ilgili olduğunu söyleyenler, bu kanaate, “vukû bulan hâdiseyle ilgili sual, meşakkat getiren teklife sebep olduğuna göre, olmayan şeyden sormamak daha iyidir” mülâhazasıyla varırlar. Dârimî, Sünen´inin Mukaddime kısmında bu mevzuya tahsis ettiği bir babta, bir çok selefin görüşünü kaydeder.
İbnu Ömer: “Vukûa gelmeyen şeyden sormayın, zîra ben olmayan şeyden soran kimseye babam Ömer (radıyallahu anhümâ)´in lânet ettiğini işittim” der.
Zeyd İbnu Sâbit kendisine birşey sorulunca önce, bunun vukû bulup bulmadığını sorar, “evet!” derlerse, o konuda bildiği bir şey varsa söylerdi. Şâyet “Hayır, henüz vukû bulmadı!” derlerse: “Bırakın vukûa gelsin, o zaman sorarsınız!” deyip cevap vermediği belirtilir.
Hz. Ömer de, “Vukuâ gelen hâdiseler bizi yeterince meşgul etmekte” diyerek, vukûa gelmeyen şeylerden sormayı yasaklamıştır.
Âlimler, hakkında nass gelmeyen şeylerle ilgili olarak yapılan araştırmayı iki kısma ayırmışlardır:
1) Hâdiseyi bütün yönleriyle, nassın delaleti içerisine dâhil etme araştırması. Böyle bir araştırma makbuldür, mekruh değildir. Bilâkis, yetkili müctehidlere, bunu yapmak farzdır.
2) Rivayetler arasında ihmali mümkün veya cem´edilmesi kabil küçük farklılıkların üzerinde fazlaca durup, dine, şeriata hiçbir faydası olmayan ince tahlillere girişmek; benzer şeyler arasında yoktan ayrılıklar, farklılıklar çıkarmak gibi gayretler, tahliller, araştırmalar ortaya koymak; veya aksine farklılıkları zâhir olan muhtelif şeyleri aynı şeymiş gibi göstermek için tekellüflü te´lif çalışmaları yapmak; delilleri, vechi olmayacak şekilde zorlamak. Selefin mekrûh addettiği ilmî gayretler bu kısma girenlerdir. Bu çeşit boş gayretlerin zaman kaybından başka, kişiyi, şu hadisin tehdidine maruz kılacağı da belirtilir: هَلَكَ الْمُتَنَطِّعُونَ “A-şırılar helâk olmuştur”. Hadiste geçen mütenattiûn´u aşırılar olarak tercüme ettik.
Zemahşerî, hadisin gayesi, doğruluk ve güzellikte tek veche ulaşan muhtelif kıraatlarda münakaşa ve inadlaşmayı yasaklamaktır demiştir.
Nevevî hadisten: “Kelâmda çeşitli edebiyat oyunları yaparak derinleşmenin, halka hitab ederken fesahat yapacağım diye zorlamalara, yapmacıklara gitmenin, lügat parçalamanın, irab inceliklerine inmenin kastedilip, kötülendiğini, ayrıca faydasız, mâlayâni mevzulara dalmanın… vukûu nâdir meselelerin inceliklerinden sual sormanın vs…” kastedildiğini söylemiştir.
İbnu Hacer, kitap, sünnet, icma gibi ana kaynaklardaki bir asla dayanmayan meselelerde teferruata inmede aşırı gitmeyi de buraya dâhil eder. Başka şeylerde harcanması çok daha iyi olacak kıymetli vakitlerin, vukûu pek nadir şeylerde harcandığına esefle parmak bastıktan sonra der ki: “Bunların en fenası, şeriatça keyfiyetini araştırmadan sadece inanılması istenen şeyleri didiklemek maksadıyla çokca sual sormaktır. Sözgelimi, bazı meseleler vardır ki, meşhûd âlemde hiçbir hissî delili yoktur: Kıyametin vakti, ruhun mahiyeti, bu ümmetin ömrünün müddeti gibi. Bunlar sadece ve sadece nakil yoluyla bilinebilecek meseleler olduğu halde bunlardan sorular da sorulur. Halbuki bunların çoğu hakkında nakille gelen bilgi yoktur, bunlara araştırma yapmadan iman gerekir. Daha da fenası, bazı mevzular var ki, fazla didiklemek, kişiyi şekke ve şaşkınlığa atar. Ebu Hüreyre tafından rivayet edilen: “İnsanlar birbirlerine şundan bundan sora sora, şöyle sorma noktasına gelirler: “Bu mahlûkatı Allah yarattı, öyleyse Allah´ı kim yarattı ” hadisi bu durumu haber vermektedir.”
Şu halde sual sorma yasağı pek çok teferruata şâmil ber mevzudur. Biz bazı meselelerini özetleyerek sunmaya çalıştık.[27]
ـ2ـ وعن علي رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: مَنْ مَلَكَ زَاداً وَرَاحِلَةً تُبَلِّغُهُ إلى بَيْتِ اللّهِ الحَرَامِ وَلَمْ يَحُجَّ فََ عَلَيْهِ أنْ يمُوتَ يَهُوديّاً أوْ نَصْرَانِيّاً وَذلِكَ أنَّ اللّهَ تَعالى يَقُولُ: وَللّهِ عَلى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إلَيْهِ سَبِيً اŒية[. أخرجه الترمذي .
2. (1175)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz şöyle buyurdular:
“Kim kendisini Beytullahi´lharam´a ulaştıracak kadar azık ve bineğe sahip olduğu halde haccetmemişse onun Yahudi veya Hıristiyan olarak ölmesi arasında fark yoktur. Zîra, Cenab-ı Hakk şöyle buyurmuştur: “Oraya yol bulabilen insana, Allah için Kâbe´yi haccetmesi gerekir” (Âl-i İmrân 97). [Tirmizî, Hacc 3, (812).][28]
AÇIKLAMA:
Hadiste, hacc yapmaya yetecek maddî imkânı olup da hacca gitmeyenler çok ağır bir üslubla tehdid edilmektedir: Hıristiyan veya Yahudi olarak ölme tehlikesi, yani küfür üzere ölmek. Âlimler, bu ifadenin tağliz yani “terhib ve korkutmada şiddete başvurma” güttüğünü belirttikten sonra şu açıklamayı da yaparlar: Maddî imkâna rağmen farz olan haccı terketmek, ya bunun vacib olduğunu inkâr ve istihfafdan gelir, bu ise küfürdür; ya da emr-i İlâhî´ye isyandan gelir. Öyle ise küfre düşerek Yahudi veya Hıristiyan mertebesine inme tehlikesi ile başbaşadır.
Haccı terkedenlerin betahsîs Ehl-i Kitab´a benzetilmeleri, onların da kitaplarıyla amel etmemelerinden ileri gelir. Zîra haccı yapmayan Müslüman da, kitabının emrini terketmiş olmakla aralarında bir müştereklik hasıl olmaktadır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), haccı emreden âyeti okuyarak, haccetmeyenin bu emr-i İlâhî´yi inkâr veya ona isyan ettiğine ve dolayısıyla beyan ettiği vaîde delil getirmiş olmaktadır.[29]
ـ3ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ ا‘قْرَعَ بْنَ حَابِسٍ سَألَ رسولَ اللّه # فقَالَ: الحَجُّ في كُلِّ سَنَةٍ أوْ مَرَّةً وَاحِدَةً؟ فقَالَ: بَلْ مَرَّةً وَاحِدَةً. فَمَنْ زَادَ فَتَطَوُّعٌ[ .
3. (1176)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) hazretleri anlatıyor: “Akra´ İbnu´l-Hâbis (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a:
“Hacc her sene midir, ömürde bir kere midir ” diye sordu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Bir keredir, fazla yapan nafile olarak yapmış olur!” diye cevap verdi.” [Ebu Dâvud, Hacc 1, (1721); Nesâî, Hacc 1, (5, 111); İbnu Mâce, Menâsik 2, (2886).][30]
ـ4ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: َ صَرُورَةَ في ا“سَْمِ[. أخرجهما أبو داود. »الصَّرَُورَةُ« الذى لم يحُج رج كان أو امرأة .
4. (1177)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: “İslâm´da hacc yapmamak (saruret) yoktur.” [Ebu Dâvud, Hacc 3, (1729).][31]
AÇIKLAMA:
Saruret iki mâna taşır:
1- Hiç hacc yapmayan kimseye denir.
2- Ruhbanlarda olduğu şekilde evlenmeyip, bekâr kalan kimseye denir. Tâbir, açıklanan bu iki mânasıyla cahiliye devrinde câri iki âdeti de dile getirmiş olmaktadır. İmam Mâlik Muvatta´da, kadın saruret´i şöyle açıklamıştır: “Kadınlardan hiç haccetmeyendir, kendisini hacca götürecek bir mahremi bulunmayan -veya böyle bir mahremi olsa da kadını hacca götürmeye muktedir olmayan- kadına, saruret denir.” İmam Mâlik devamla, “İslâm´da saruret yoktur” prensibi için: “Böyle bir kadın, bir grup kadına dâhil olarak hacca giderek, farz olan haccını yine de terketmez, (din haccın terkine (sarûrete) cevâz vermez” buyurur.
Görüldüğü üzere, İslâm´da sarûret yoktur hadisi, hacc yapabilecek güçte olan kimseye, kadın olsun, erkek olsun hacc etmemek için ileri sürebileceği her çeşit mâzeret kapısını kapamaya müteveccihtir.
Hadisten, “ruhbanlarınki tarzında” bekârlığın reddi de anlaşılabilir. Zîra İslâm, başkaca mazeret olmadıkça, dindarlık ve zühd mülâhazalarıyla bekâr kalmayı tecviz etmemiş, meşrû addetmemiştir.[32]
ـ5ـ وله عنه أيضاً: ]قال #: مَنْ أرَادَ الحَجَّ فَلْيَتَعَجَّلْ[ .
5. (1178)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şu sözünü rivayet etmiştir: “Hacc yapmak isteyen acele davransın.” [Ebu Dâvud, Menâsik 6, (1732).][33]
AÇIKLAMA:
Bu hadis hacc hususunda acele davranmanın gereğine dikkat çekmektedir. Haccın arzuya bağlı nafile bir ibadet olmayıp, şartlara bağlı bir farz olduğu gözönüne alınınca “hacc yapmak isteyen…” tâbirini, “hacc kime farz olmuş ise” şeklinde anlayıp şöyle ifade etmemiz gerekir: “Bir kimseye hacc farz oldu mu, bunu yerine getirmede acele etsin.”
Öyle ise, haccda esas olan ta´cildir. Bilhassa yurdumuzda kökleşmiş olduğu üzere ileriki yaşlara, yaşlılığa bırakmak câiz değildir. Bu hadisin Beyhakî´deki ziyadesi meseleye daha da açıklık getirir:
فَإنَّ اَحَدَكُمْ َ يَدْرِى مَا يَعْرِضُ لَهُ مِنْ مَرَضٍ اَوْ حَاجَةٍ
“Zîra sizden kimse, başına ne gelecek bilmez; hastalanacak mı, fakir duruma mı düşecek ”
Bu hadise dayanan Ebu Hanife, İmam Mâlik ve bir kısım Şafiî ulemâsı, haccın fevrî bir vecibe olduğuna, yani vâcib olur olmaz, tehir edilmeden getirilmesi gereğine hükmetmişlerdir. Ancak İmam Şafiî, Evzâî, Ebû Yusuf ve Muhammed eş-Şeybânî (rahimehumullah), haccın beşinci veya altıncı hicret yılında farz kılınmış olmasına rağmen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın onuncu yılda haccetmiş olmasını nazar-ı dikkate alarak, hacc farizasının fevrî bir vecibe olmayıp geciktirilebileceğini söylemişlerdir.
Ancak hemen belirtelim ki, bu görüşe katılmayanlar:
a) Haccın farz kılınma zamanının münâkaşalı ve hattâ bazılarınca 10. hicrî yıl kabûl edildiğini, bu durumda te´hir olmadığını,
b) 10. yıldan önce farzedilmiş olsa bile, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, haccda çırılçıplak vaziyette hacc yapan müşriklerle karışık olarak hacc yapmak istemediği için tehir ettiğini ve dolayısiyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın te´hirinde meşru bir özür bulunduğunu söyleyerek görüşlerinin isabetliliğini müdâfaa etmişlerdir.
Hacc yapanlar, günümüz şartlarında dahi, hacc ibadetinin gençlikte yapılması gereken meşakkatli bir ibadet olduğunu te´yid etmektedir.[34]
ـ6ـ وعن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سُئِلَ رسول اللّه # عَنِ الْعُمْرَةِ أوَاجِبَةٌ هِىَ؟ فقَالَ: َ. وَأنْ تَعْتَمِرُوا هُوَ أفْضَلُ[ .
6. (1179)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan:
“Umre vacib midir ” diye sorulmuştu, şu cevabı verdi:
“Hayır! Ancak, umre yapmanız faziletli bir ameldir.” [Tirmizî, Hacc 88. (931).][35]
AÇIKLAMA:
Umre hakkında, mevzuun başında ve ayrıca 1165 numaralı hadisin açıklamasında yeterince durulmuştur. Oralarda kaydettiğimiz üzere bir kısım âlimler (Şafiî, Ahmed vs.), umrenin vacib olduğunu söylerken, diğer bazıları (İmam Mâlik, Ebû Hanife vs.) nafile olduğuna hükmetmişlerdir. (Önceki bahislere bakılmalıdır.)[36]
ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]الْعُمْرَةُ وَاجِبَةٌ[ أخرجهما الترمذى .
7. (1180)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)´ın: “Umre vacibtir” dediği rivayet olunmuştur. [Tirmizî, Hacc 88, (931).][37]
AÇIKLAMA:
İmam-ı Şafiî´nin bir rivayetine göre, kendisine İbnu Abbâs´ın umre hakkında “vacibtir” diye hükmettiği ulaşmıştır. Buharî´nin muallak olarak kaydettiği bir rivayet de bunu destekler: وَقَالَ اِبْنُ عَبَّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: إنَّهَا لَقَرِينَتُهَا فِى كِتَابِ اللّهِ
“İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): “Umre, Allah´ın kitabında haccla birlikte zikredilmiştir” demiştir.” Bunu te´yid eden bir başka rivayeti Hâkim, Atâ´dan kaydetmiştir. Atâ´nın bildirdiğine göre İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): اَلْحَجُّ وَالْعُمْرَةُ فَرِيضَتَانِ
“Hacc ve umre iki farz ibadettir” buyurmuştur.
Hacc ve umre hakkında bu mevzuun giriş kısmında gerekli tahlili yaptığımız için tekrar etmiyeceğiz.[38]
ـ8ـ ومثله عن ابن مسعود: ]وكانَ يَقرأ: وَأتَمُّوا الحَجُّ وَالْعُمْرَةَ إلى الْبَيْتِ، وَكانَ يقُولُ: لَوَْ التَّحَرُّجُ، وَأنِّى لَمْ أسْمَعْ مِنْ رسول اللّه # في ذلِكَ شَيْئاً لَقُلْتُ الْعُمْرَةُ وَاجِبَةٌ[. أخرجه رزين .
8. (1181)- Yukarıdaki rivayetin bir benzeri İbnu Mes´ud´dan yapılmıştır. İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) hazretleri şöyle kıraat ederdi: واتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ إلى الْبَيْتِ ve derdi ki: “Eğer günah olmasaydı -Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan bu mevzuda hiç bir şey işitmemiş olmama rağmen- umre vaciptir derdim.” [Rezîn ilavesi.][39]
AÇIKLAMA:
1- Anlaşıldığı üzere, İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) da umrenin vacib olduğu görüşündedir, tıpkı İbnu Abbas gibi.. واتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ للّهِ “Başladığınız haccve umreyi Allah için tamamlayın” (Bakara 196) âyetini, -Ebu Hayyân´ın el-Bahru´l-Mühit´de dediği üzere- tefsir mâhiyetinde şöyle okumuştur: واتِمُّوا الْحَجَّ وَالْعُمْرَةَ إلى الْبَيْتِ “Beytullah´a olan hacc ve umreyi Allah için tamamlayın.” Şu halde bu, farklı bir kıraatten ziyade, tefsirî bir ziyade olmaktadır.
2- İbnu Mes´ud, umrenin vacib olduğuna öylesine inanmıştır ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan onun vacib olduğuna dair hiçbir şey işitmemiş olduğunu belirttikten sonra: “Günaha girmiş olmaktan korkmasaydım umre vâcibtir diyecektim” der.
Şu halde İbnu Mes´ud, umrenin vâcib olduğuna dair, Resûlullah´tan hiç bir şey işitmediğini alçıklamış olmaktadır. Fetvalarında hep İbnu Mes´ud´u esas alan Ebu Hanife (rahimehullah), “Umre vâcib değildir” derken de İbnu Mes´ud´un bu riayetine muhalefet etmemiş olmaktadır.[40]
ÜÇÜNCÜ BAB
MÎKAT VE İHRAM HAKKINDA
Bu babta İKİ FASIL ile ÜÇ FER´ vardır.
BİRİNCİ FASIL
MÎKAT HAKKINDADIR
*
İKİNCİ FASIL
İHRAM VE HARAMLAR HAKKINDADIR
*
BİRİNCİ FER´
TELBİYE
*
İKİNCİ FER´
İHRAM YASAGI İHLALİ
*
ÜÇÜNCÜ FER
CEZÂU´S-SAYD (AVLANMANIN HÜKMÜ)
BİRİNCİ FASIL
MÎKÂTLAR
MÎKAT:
Hacc ve umre ibadetlerinin kendine has menâsiki vardır.[41] Bunlardan biri ihramdır. İşte, Mekke dışından hacc için gelenlerin ihram giymeleri şart olan yerlerden her birine mîkat denir. Mekke´ye gelinen istikâmete göre mîkat yerleri farklıdır ve toplam beş adet mîkat vardır: Zülhuleyfe, Zat-ı Irk, Cuhfe, Karn, Yelemlem.
Mekke´de bulunanların hacc için mîkatı Mekke´dir. Umre için, Mekke´nin Harem bölgesinin dışında ihram giymesi gerekir. Bu maksadla Mekke´ye en yakın Ten´im mevkii vardır, oraya gidip ihram giymesi gerekir.
İhram giyme vaktine de mîkat denir. Mîkat mahallerinden önce de ihrame girilebilir.
İhramla ilgili yasaklar ihramın giyildiği yerden itibâren başlar. Mecburi ihram giyme yerleri, gelinen istikametlere göre şöyledir:
1- Zülhuleyfe: Medine istikametinden gelenlerin mîkatıdır. Mekke´ ye en uzak mîkattır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Veda haccında burada ihrama girmiştir. Şimdilerde Âbâr-ı Ali veya Ebyâr-ı Ali denilmektedir. Mekke´ye 450 km uzaklıktadır.
2- Cuhfe: Şam yönünden gelenlerin mîkatıdır. Mekke´ye 187 km. mesafededir.
3- Zat-ı Irk: Irak istikâmetinden gelenlerin mîkatıdır.
4- Karn: Necid bölgesi cihetinden gelenlerin mîkatı olup Mekke´ye 54 km. mesafededir.
5- Yelemlem: Yemen tarafından gelenlerin mikatıdır. Mekke´ye uzaklığı 54 km´dir, en yakın olanı budur.
Kızıl Deniz´in Süveyş cihetinden gelenler, Cuhfe yakınındaki Râbiğ hizasında, Cidde tarafından gelenler Cidde´de ihrama girmektedirler, buralar da mîkat sayılmaktadır.[42]
ـ1ـ عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]أشْهُرُ الحَجِّ شَوَّالٌ وَذُو القَعْدَةِ وعَشْرٌ مِنْ ذِي الحِجَّةِ[. أخرجه البخارى ترجمة .
1. (1182)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) dedi ki: “Hacc ayları Şevvâl, Zülkade ve Zilhicce´den de on gündür.” [Buharî, Hacc 33 (Tercüme, yani bâb başlığı olarak senetsiz kaydetmiştir.)][43]
AÇIKLAMA:
Haccın menâsikini îfa edebilmek için muayyen zamanlar vardır. Bu zamanlar dâhilinde yapıldıkları takdirde menâsik muteber olur. Sadedinde olduğumuz rivayet bu vakitleri bildirmektedir. Bu aylara eşhür-i hacc veya mevsim-i hacc denir. Bunlar Şevval, Zilkade aylarıyla Zilhicce´nin ilk on günüdür. Bunlar dışında menâsik îfa edilemez. Bu husus âyet-i kerime ile de tavzih edilmiştir. (Meâlen): “Hacc bilinen aylardandır. O aylarda hacca girişen kimse bilmelidir ki, haccda kadına yaklaşmak, sövüşmek, döğüşmek yoktur…” (Bakara 197).
İbnu Abbâs, İbnu Ömer, İbrahim Nehâî, Şa´bî, Mücâhid, Hasan Basrî, Ahmed İbnu Hanbel hazerâtı Zilhicce´nin onuncu gününün de hac mevsimine dahil olduğunu söylemişlerdir. Hanefi mezhebi de bu görüştedir. Haccın son rüknü olan tavaf-ı ziyâret bu günde yapılır.
İmam Şafiî Zilhicce´nin dokuzunu sayar, onuncu gününü saymaz.
İmam Mâlik bütün Zilhicce ayını hacc mevsimine dâhil addeder. Ona göre ayette geçen eşhür şehr´in cem´idir. Arapça´da cem´in en azı üçtür. Âyette eşhür dendiğine göre bu üç ay tam olarak hacc aylarıdır. Ancak Şâfiî ve Mâlik hazretlerinin sözleri mütearif malûmata aykırıdır.
Hacc mevsimi, belirtilen bu vakitlerin dışına çıkarılamaz. Hanefî ve Mâlikîler haccın şerâit-i mütekaddimesinden olan ihrama bu aylar dışında da girilebileceğini kabul ederler, ancak sünnete aykırı olduğu için mekruh addederler. Şafiî hazretler i ise hiç câiz görmez ve “Bu, hacc değil umre olur” der.
Gerek temettu, gerek kıran ve gerekse ifrad haccının geri kalan menâsikinin sahih olması için bu sayılan aylar içinde yapılmasının şart olduğunu söylemekte hepsi ittifak eder.
Buharî´nin kaydettiğine göre, Horasan fâtihi Abdullah İbnu Âmir, Horasan´ı fethedince, bu lütf-i İlâhi´ye şükür olarak, Horasan´dan Medine´ye kadar ihramlı gitmeye ahdeder ve Nisâbur´da ihrama girer. Medine´ye varıp Hz.Osman´ın huzuruna çıkınca, Hz.Osman (radıyallahu anh) onu bu davranışı sebebiyle ayıplar. Ayıplama sebebini, bazı âlimler Mekke ile Horasan arasındaki uzaklığın eşhürü´lhacc mesafesinden fazla olmasıyla yani, hacc mevsimi dışında ihrâma girmiş olmasıyla izah ederler. Dolayısiyle Hz. Osman bunu hoş karşılamamış ve ayıplamıştır.[44]
ـ2ـ وعن هشام بن عروة ]أنَّ عَبْدَ اللّهِ بْنَ الزُّبَيْرِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: أقَامَ بِمَكَّةَ تِسْعَ سِنِينَ يُهلُّ بِالْحَجِّ لِهَِلِ ذِى الْحِجَّةِ، وَعُرْوَةُ مَعَهُ يَفْعَلُ ذلِكَ[ .
2. (1183)- Hişâm İbnu Urve (merhum) anlatıyor: “Abdullah İbnu Zübeyr (radıyallahu anhümâ) Mekke´de dokuz yıl ikâmet etti. Bu esnada Zilhicce´nin hilâli ile yüksek sesle telbiyeye başladı. (Kardeşi) Urve de onunla aynı şeyi yapardı” [Muvatta, Hacc 50, (1, 339).][45]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Abdullah İbnu Zübeyr´in Mekke´de geçirdiği hilâfet yılları esnasında hacc mevsiminin başlamasıyla, diğer hacılar gibi bulunduğu yerde telbiyeye başladığını anlatmaktadır. Daha önce de söylendiği üzere, Mekke´de oturanlar -ister yerli ister dışardan gelen (âfakî) olsun- hacc mevsimi başlar başlamaz bulundukları yerde ihrâma girerek telbiyeye başlarlar. (Telbiye: yüksek sesle Lebbeyk Allahümme lebbeyk… duasını okumaktır.) Mekke´nin dışında olan Mekkeliler hacc yapmak diledikleri takdirde Mekke´ye dönerken geçtikler yerdeki mîkatta âfakiler gibi ihrama girerler.
Hacc için Mekke´de ihram giymiş olanlar, Kâbe tavafını ve Safâ ile Merve arasındaki sa´yi Mina dönüşüne te´hir ederler. İmam Mâlik, Abdullah İbnu Ömer´in böyle yaptığını belirtir.[46]
ـ3ـ وعن القاسم بن محمد ]أنَّ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قالَ: يَا أهْلَ مَكَّةَ مَا شأنُ النَّاسِ يأتُونَ شَعْثاً وأنْتُمْ مُدَّهنُونَ أهِلُّوا إذَا رَأيْتُمُ الهَِلَ[. أخرجهما مالك.»الشَّعِثُ« البعيد العهد بِتَسْرِيح الشعر وغسله .
3. (1184)- Kasım İbnu Muhammed anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallahu anh) Mekkelilere şöyle hitab etti: “Ey Mekkeliler! Ne oluyor da uzak diyardan gelenler saçları dağınık vaziyette iken sizler yağlanıyorsunuz (Zilhicce) hilâlini görünce siz de telbiyede bulunun.” [Muvatta, Hacc 49, (1, 339).][47]
AÇIKLAMA:
Mekke´ye dışardan hacc için gelenler (âfakiler) ihramları sebebiyle saçlarına yağ sürüp taramadıkları için, Hz. Ömer (radıyallahu anh) onlara kasden “saçları dağınık” tâbirini kullanmıştır.
Şa´s, bakımsız, taranmamış ve kirli saça denir. Mekkeliler ihramsız olmaları sebebiyle saçlarını yağlayıp taradıkları için Hz. Ömer onlara, “Sizler yağlanıyorsunuz” demiştir.
Hz. Ömer sanki şöyle demektedir: “Buraya uzaktan gelenlerin, tâzimen saçları karışık olunca buranın yerlileri olan sizlerin bu tâzim vaziyetine girmesi evla ve ensebtir.”
Nitekim, bu maksadını daha açık olarak şöyle dile getirmiştir: “(Zilhicce ayına girip) hilâli görünce siz de ihrama girin ve telbiyeye başlayın.”
Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh) ise terviye günü[48] (yani Zilhicce´nin 8. günü) telbiyede bulunmakla babasına muhalefet etmiştir. Her iki görüşü de benimseyen fukahâ mevcuttur.[49]
ـ4ـ وعن عطاء ]أنَّهُ سُئِلَ عَنِ المُجَاوِرِ مَتَى يُلَبِّى بِالْحَجِّ. فقَالَ: كانَ ابْنُ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما إذَا أتى مُتَمَتِّعاً يُلَبِّى بِالحَجِّ يَوْمَ التَّرْوِيَةِ إذَا صَلَّى الظُّهْرَ
واسْتَوى عَلى رَاحِلَتِهِ[. أخرجه البخارى ترجمة.»يَوْمُ التَّرّوِيَةِ« هو الثامن من ذى الحجة، سمى بذلك ‘نهم كانوا يرتوون من الماء فيه .
4. (1185)- Atâ´ya: “Mücâvir (Mekke´de ikâmet eden) hacc için ne zaman telbiyede bulunur ” diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) mütemetti olarak gelince, terviye günü, öğleyi kılıp, devesine bindi mi hacc için telbiyede bulunurdu.” [Buharî, Hacc 82, (Tercüme yani bab başlığı olarak kaydedilmiştir. Senetsizdir.][50]
AÇIKLAMA:
1- Önceki rivayetin açıklamasında da kaydettiğimiz üzere İbnu Ömer, Zilhicce´nin sekizinci günü, yevm-i terviyede ihrama girmektedir. Buharî´nin kaydına göre, kendisine: “Herkes Zilhicce hilâli görülünce ihrama girdiği halde sen terviye gününe kadar girmiyorsun ” diye sorulunca: “Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı bineği yola çıkarıncaya kadar telbiye yapar görmedim” diye cevap verir.
2- Mütemetti, umre ve haccını ayrı ayrı ihram giyerek eda eden demektir. Yani önce umre için ihram giyer, umreyi tamamlayınca ihramdan çıkar. Bir müddet ihramsız, yasaksız yaşadıktan sonra, hacc için yeniden ihrama girer. Şu halde sadedinde olduğumuz hadis, Adullah İbnu Ömer (radıyallahu anh)´in, temettu haccı yaptığını, haccetmek üzere ihrama, Zilhicce´nin sekizinde girdiğini, öğle namazını kıldıktan sonra Mina´ya gitmek üzere devesine binince telbiye getirmeye başladığını ifade etmektedir. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı haccı böyle eda ederken gördüğü için bu tarzda hareket etmiştir.[51]
ـ5ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]مِنَ السُّنَّةِ أنْ َ يُحْرَمَ بِالْحَجِّ إَّ في أشْهُر الحَجِّ[. أخرجه البخارى ترجمة أيضاً .
5. (1186)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) şunu söylemiştir: “Hacc için, sadece hacc aylarında ihrama girmek sünnettendir.” [Buharî, Hacc 33 (tercüme yani bab başlığı olarak kaydetmiştir).][52]
AÇIKLAMA:
1- Hacc ayları (eşhürü´lhacc) Şevvâl, Zilkade ve Zilhicce´dir. Hacc menâsiki bu aylarda başlatılabilir. 1182 numaralı hadiste açıklandığı üzere hacc menâsikinden olan ihrama, bu ayların dışında da girilmesinin câiz olduğu bir kısım ulemâca kabul edilmiş, ancak mekruh addedilmiştir. Sünnete uygun olanı, İbnu Abbas (radıyallahu anh) hazretlerinin belirttiği üzere bütün menâsikin mezkur üç ay içerisinde başlatılmasıdır.[53]
ـ6ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قال رسولُ اللّه #: يُهلُّ أهْلُ الْمَدِينَةِ مِنْ ذِي الحُلَيْفَةِ، وَيُهِلُّ أهْلُ الشَّامِ مِنْ الْجُحْفَةِ، وَيُهِلُّ أهْلُ نَجْدٍ مِنْ قَرْنٍ[. أخرجه الستة .
6. (1187)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Medineliler Zülhuleyfe´de, Şamlılar Cuhfe´de, Necidliler Karn´da ihrama girer, telbiyeye başlar.” [Buharî, Hacc 8, 5, 10, İlm 52, İ´tisam 16; Müslim, Hacc 1347, (1182); Muvatta, Hacc 22, (1,330); Tirmizî, Hacc 17, (831); Ebû Dâvud, Menâsik 9, (1737); Nesâî, Hacc 17, 18, 21, (5,122-125).][54]
ـ7ـ وفي رواية: قال ابن عمر ]وَذكِرَ لى ولَمْ أسْمَعْ أنَّ رسولَ اللّه # قالَ. وَيُهِلُّ أهْلَ الْيَمَنِ مِنْ يَلَمْلَمَ[ .
7. (1188)- Bir rivayette İbnu Ömer der ki: “Bizzat işitmemekle beraber, bana söylendiğine göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurmuştur ki: “Yemenliler de Yelemlem´de ihrâma girerler.” [Buharî, Hacc 8, İlm 52, İ´tisâm 16; Müslim, Hacc 13-18 (1182).][55]
AÇIKLAMA:
İbnu Ömer, Resûlullah´tan rivayet hususundaki hassâsiyetinin bir ifadesi olarak, Yahudilerin ihrama girme yeri ile ilgili haberi “Resûlullah´tan bizzat işitmedim ama, söylendiğine göre Yemenliler´in de Yelemlem´de ihrama gireceklerini söylemiş” diyerek rivayet etmiştir. Buharî ve Müslim´de muhtelif vecihlerden kaydedilmiş olan bu haberin, Buharî´ nin Kitâbu´l-İlm´deki vechi hepsinden farklı bir mahiyet taşır:
وَيَزْعُمُونَ اَنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَالَ: وَيُهِلُّ اَهْلُ الْيَمَنِ مِنْ يَلَمْلَمْ وَكَان ابْنُ عُمَرَ يَقُولُ لَمْ اَفْقَهْ هذِهِ مِنْ رَسُولِ اللّهِ #
“…Bazılarının zu´muna göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Yemenliler de Yelemlem´de ihrâma girerler” buyurmuştur. Ben bunu, Resûlullah´ın nasıl söylediğini anlamadım.”
İbnu Ömer dışında pek çok sahâbî, Yemenliler´in mîkatının Yelemlem olduğunu kesin bir şekilde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan rivayet ederler.[56]
ـ8ـ وفي أخرى للبخارى: ]أنَّ رَجًُ سألَهُ مِنْ أيْنَ يَجُوزُ لِى أنْ أعْتَمِرَ. فقَالَ: فرَضَهَا رسولُ اللّه #: ‘هْلِ نَجْدٍ قَرْناً، وَ‘هْلِ المَدِينَةِ ذَا الحُلَيْفَةِ، وَ‘هْلِ الشَّامِ الجُحْفَةَ، وَلَمْ يَزِدْ[ .
8. (1189)- Buharî´de gelen bir diğer rivayette belirtildiği üzere, bir zât (Abdullah İbnu Ömer´e) gelerek: “Umre için nerede ihrama girmem câiz olur ” diye sorunca: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mîkat yerleri olarak Necidliler için Karn´ı, Medineliler için Zülhuleyfe´yi, Şamlılar için Cuhfe´yi belirledi” demiş, başka bir mîkat yeri zikretmemiştir.” [Buharî, Hacc 3.][57]
ـ9ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]وَقَّتَ رسولُ اللّه # ‘هلِ المَدِينَةِ ذَا الحُلَيْفَةِ، وَ‘هْلِ الشَّامِ الجُحْفَةَ، وَ‘هْلِ نَجْدٍ قَرْنَ المَنازِلِ، وَ‘هْلِ الْيَمَنِ يَلَمْلَمَ. قال: فَهُنَّ لَهُنَّ وَلِمَنْ أتَى عَلَيْهِنَّ مِنْ غَيْرِ أهْلِهِنَّ مِمَّنْ أرَادَ الحَجَّ وَالعُمْرَةَ. وَمَنْ كانَ دُونَهُنَّ فَمُهَلُّهُ مِنْ أهْلِهِ وَكذلِكَ حَتَّى أهلُ مَكَّةَ يُهِلُّونَ مِنْهَا[. أخرجه الخمسة إ الترمذى .
9. (1190)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Medineliler için Zülhuleyfe´yi, Şamlılar için Cuhfe´yi, Necidliler için Karnu´l-Menâzil´i[58], Yemenliler için Yelemlem´i mîkat yerleri olarak ta´yin etmiştir. Bu yerler, ora ahalileri ve oraya başka yerlerden hacc ve umre yapmak maksadıyla gelenler için mîkat yerleridir. Bu söylenen mîkat yerlerinin berisinde (yani mîkatlarla Mekke arasında) bulunanlar için mîkat, bulunduğu yerdir. Daha yakın yerde olanlar da böyledir. Nitekim Mekkeliler de Mekke´de ihrama girerler.” [Buharî, Hacc 7, 9, 11, 12, Cezâu´s-Sayd 18; Müslim, Hacc 11, (1181); Ebû Dâvud, Menâsik 9, (1737); Nesaî, Hac 20, 23, (5, 123-125).][59]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet mîkatlarla ilgili bilinmesi gereken yer isimlerini belirtmekten başka iki umumî prensibi açıklıyor:
a) Resûlullah tarafından belirlenen mîkatlar, sadece ora halkı için değil, oradan geçen her bir Müslüman içindir. Söz gelimi Yemen cihetine bir iş için giden Suriyeli bir Müslüman hac mevsimi içinde dönüş yapıp haccetmeyi arzu ederse Yelemlem´de ihrama girer. Suriyelilerin aslî mîkatı olan Cuhfe´ye gitmesi gerekmez.
b) Belirlenen mîkatların iç kısmında kalan yerlerde ikâmet eden kimseler, bulundukları yerlerde hacc ve umre ihramını giyebilirler. Harem dahilinde (Mekke´de) bulunan bir kimse (Mekke´nin yerlisi veya Mekke´de bulunan bir âfâkî) umre için ihrama girecekse Harem´in dışına çıkması gerekir. Harem´in Mekke´ye en yakın hududu Ten´im´dir. Günümüzde Ten´im Camiî bu maksadla en güzel şekilde tanzim edilmiş durumdadır.[60]
1) İHRAMA MÎKATTA GİRMEK ŞART MI
İhram için, Hz. Peygamber´in zikrettiği bu yerlere gelmek vecibe midir, oralara gelmeden ihrama girilemez mi Bunun cevabı âlimlerce farklı şekillerde verilmiştir:
a) İmam-ı Âzam ve İmam Şafiî, Sevrî (rahimehumullah) gibi bir kısım ulemâya göre Mîkat´tan daha uzak yerde ihrama girmek kerâhetsiz caizdir. Çoğunlukla Şâfiîler, mîkatta giyinmeyi sünnete uyduğu için efdal bulurlar. Daha yakın yerde caiz değildir. Mîkatı ihramsız olarak geçip, sonradan ihram giyerse bu koyun kesmeyi gerektiren bir cinayet olur. Ancak geri dönüp, mîkatda ihramı giyerse ceza düşer. İmam-ı Âzam ve Şâfiî hazretleri, ihram yasaklarına gücü yetecek olan kimselerin mîkattan önce ihrama girmesini daha faziletli bulmuşlardır. İbnu Mes´ud, Hz. Ali, İmrân İbnu Husayn, İbnu Abbâs, İbnu Ömer ve Abdullah İbnu Âmir (radıyallahu anhüm ecmaîn) gibi Ashab´tan bir kısmı bu şekilde hareket etmiştir. 1168 numaralı hadiste gördüğümüz üzere, buna Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın teşvikini bile zikretmek mümkündür.
Mîkattan önce ihrama girmek efdal diyenler herkesin evinde ihrama girmesinin daha muvafık olduğunu, mîkata kadar girmemenin bir ruhsat olduğunu da söylerler.
Öyle ise, ihrama, zikredilen mîkatların hizasında başka noktalarda da girilebilir, caizdir. (1193. hadisde açıklanacak).
b) İmam Mâlik, Hasan Basrî, Atâ gibi bazıları mîkattan evvel ihrama girmenin mekruh olduğuna hükmederler. Bunların delili Ashab´tan Hz. Ömer, Hz. Osman (radıyallahu anhümâ) gibi bazılarının bunu hoş karşılamamış olmasıdır. Nitekim Hz. Ömer, İmrân İbnu Husayn´ın Basra´dan ihrama girmesini, Hz. Osman da Abdullah İbnu Amir´ın Nisabur´dan ihrama girmesini iyi karşılamayıp ayıplamışlardır.
c) Zâhirîler´den İbnu Hazm, mîkat dışında ihrama girmenin haram olduğunu söyler. Ona göre, mîkattan evvel ihrama girip mîkatı geçen kimsenin ne haccı ne de umresi câiz değildir. Ancak, mîkata vardığında ihramını yenilemeye niyet etmişse o zaman bu ihramı sahih olur.[61]
2- İHRAMI NİÇİN, NEREDE, KİMLER GİYER
Hanefîlere göre, ihram esas itibariyle Harem bölgesine hürmet için giyilir. Yani, sadece umre veya hacc niyetiyle değil, ticâret, ziyaret, ilim gibi bir başka maksadla Mekke´ye gitmek isteyen mü´min bu mukaddes beldeye hürmeten ihramlı olarak girmesi gerekir. Mîkatları ihramlı geçmek vâcibtir.
Şâfîîlere göre, hacc ve umre kasdı yoksa Harem’e ve Mekke’ye ihramsız girilebilir, caizdir.
* Mîkat sınırları ile Harem bölgesi arasında kalan -ki Hıll denir- yerlerde bulunanlar, hacc ve umre dışında Mekke´ye girmek için ihram giymek mecburiyetinde değildirler.
* Mîkat sınırları dışına çıkmadıkça, Harem bölgesinin dışına çıkan Mekkeliler, tekrar Mekke´ye girerken ihram giymek zorunda değildir.
* Doğrudan Harem bölgesi veya Mekke´ye girmek kasdı olmadan Hıll bölgesine girmek isteyen âfakilerin mîkatta ihram giymesi gerekmez. Bu şekilde Hıll dahiline ihramsız girmiş bulunan bir âfakî, bilahere, Harem´e veya Mekke´ye girip çıkmak istese, Hıll bölgesinde ikâmet edenlerin hükmüne tâbi olurlar. Hacc ve umre için bulundukları yerde ihrama girerler, ticaret, ziyaret gibi maksadlarla girecek olurlarsa ihram gerekmez. İhram olmaksızın Kâbe´yi de tavaf edebilirler.
* Hacc veya umresini tamamlayan hacı ihramdan çıktıktan sonra, Hıll bölgesi hududundan çıkmadıkça Mekke´ye girişlerinde ihram giymez. Mesela Mîkat mahalli olan Cidde´ye gidecek olsa, ihrama girmeden tekrar Mekke´ye dönebilir.
* Hıll bölgesinin dışına çıkıldığı takdirde, ister âfakî olsun, isterse Mekkeli olsun, tekrar girerken mîkatta ihrama girmesi gerekir.
* İhramlı kimsenin uyması gereken bir kısım yasaklar vardır. 1193-1261 numaralar arasındaki hadisler, ihram ve yasaklarıyla ilgilidir.
* Harem bölgesinin sınırları Hz. İbrahim (aleyhisselam) tarafından çizilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ise, bu yerleri hususî şahıslar göndererek işaretletmiştir[62].[63]
ـ10ـ وفي رواية: ]وَمَنْ كَانَ دُونَ ذلِكَ فَمِنْ حَيْثُ أنْشَأ حَتَّى أهْلُ مَكَّةَ مِنْ مَكَّةَ[ .
10. (1191)- Bir rivâyette şöyle denmiştir: “Kim (mîkatlerin) berisinde ise, (niyeti) başlattığı yerde ihram giyer, öyle ki, Mekkeliler Mekke´de (ihrama girerler). [Buharî, Hacc 7; Ebu Dâvud, Menâsik 9, (1737).][64]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, aslında önceki rivayetin devamı ve bir parçasıdır. فَمِنْ حَيْثُ أنْشَأَ cümlesinin mef´ûlü takdire kalmıştır. Şârihlerin bazısı “Hacc veya umre için seferi başlattığı yer” diye takdir ettiği gibi “hacc veya umre için niyetini başlattığı yer” olarak da takdir etmişlerdir.
Hıll bölgesine hacc ve umre kasdı olmadan giren ve dolayısıyla ihramsız olan âfakilerin, bilahare hacc veya umreye niyet etmeleri halinde, ihram giymek için mîkata dönmeden bulundukları yerde ihram giyebilme ruhsatları, hadiste gelmiş olan: فَمنْ حَيْثُ أنْشَأ “Nerede başlattı ise orada” ibaresinden çıkarılmıştır. Başlatılan şey âfakî için “niyet” denmesi, Hıll bölgesi sakinleri için “sefer” denmesi daha muvafık gözüküyor.[65]
ـ11ـ وعن أبى الزبير قال: ]سُئِلَ جابِرٌ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ عَنِ المُهَلّ فقَالَ: سمعتُ رَسولَ اللّه # يَقُولُ: مُهَلُّ أهْلِ المَدِينَةِ مِنْ ذِى الحُليْفَةِ، وَالطَّرِيقُ اŒخرُ الجحْفَةُ، وَمُهَلُّ أهْلِ العِراقِ مِنْ ذَاتِ عِرْقٍ، وَمُهَلُّ أهْلِ نَجْدٍ مِنْ قَرْنِ المَنَازِلِ وَمُهَلُ أهْلِ الْيَمَنِ مِنْ يَلمْلَمَ[. أخرجه مسلم .
11. (1192)- Ebu´z-Zübeyr anlatıyor: “Hz. Câbir (radıyallahu anh)´e ihrama girme yerinden sorulmuştu. Şu cevabı verdi: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu hususta şöyle söylediğini işittim. “Medineliler´in ihrama girme yeri Zülhuleyfe´dir. Diğer yol Cuhfe´dir. Iraklılar´ın ihrama girme yeri Zât-ı Irk´dır. Necidliler´in ihrama girme yeri Karnı´l-Menâzil´dir. Yemenliler´in ihrama girme yerleri Yelemlem´dir.” [Müslim, Hacc 18, (1183).][66]
ـ12ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]لَمَّا فُتِحَ هذَانِ المِصْرَانِ أتَوْا عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. فقَالُوا يَا أمِيرَ المُؤمِنِينَ: إنَّ رسول اللّه # حَدَّ ‘هْلِ نَجْدٍ قَرْناً وَهُوَ جَوْرٌ عَنْ طَرِيقِنَا، وَإنَّا إنْ أَرَدْنَا أنْ نَأتِىَ قَرْناً شَقَّ عَلَيْنَا. قالَ: فانْظُروُا حَذْوَهَا مِنْ طَرِيقِكُمْ فَحَدَّ لَهُمْ ذَاتَ عِرْقٍ[. أخرجه البخارى.»المِصْرُ« المدينة، والمراد بهما هنا: الكوفة والبصرة .
12. (1193)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Şu iki memleket (Basra ve Kûfe) fethedildiği zaman Hz. Ömer (radıyallahu anh)´e halk gelip:
“Ey mü´minlerin emîri! Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Necidliler için Karn´ı (mîkat olarak) tesbit etti. Orası bizim yolumuza sapa düşer. (Buradan) Karn´e gitmeye kalksak, bize zor olur!” dediler. Hz. Ömer (radıyallahu anh) onlara:
“Öyleyse onun kendi yolunuzdaki hizasına bakın” dedi ve onlar için Zât-ı Irk´ı tesbit etti.” [Buhârî, Hacc 13.][67]
AÇIKLAMA:
1- Hadis metninde geçen Mısr, şehir demektir. Mısrân ile Kûfe ve Basra muraddır. Ancak Kûfe ve Basra şehirleri Müslümanlar tarafından kurulmuş olduğu için, hadiste esas kastedilen bu iki şehrin arâzisidir.
2- Hadisin zâhirine göre Zât-ı Irk´ı mîkat olarak Hz. Ömer (radıyallahu anh) şahsî re´yi tesbit etmiş olmalıdır. İmam Şâfiî´den: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Meşrık ahalisi için hiçbir mîkat belirlememiştir. Halk, Zât-ı Irk dağlarını ittihaz etti” dediği rivayet edilmiştir.
Ahmed İbnu Hanbel de bu mevzuya giren bir rivayette İbnu Ömer´ in : فآثَرَ النَّاسُ ذاتَ عِرْقٍ عَلى قَرْنٍ “İnsanlar Zât-ı Irk´ı Karn´a tercih etti” dediği kaydedilir.
Bir başka rivayette Hz. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) mîkatları sayınca, bir adamın: “Irak´ın mîkatı nerede ” diye sorduğu, İbnu Ömer´in de: “O gün Irak yoktu (yani henüz fethedilmiş değildi)” diye cevap verdiği belirtilir.
Irak´ın mîkatının Hz. Peygamber tarafından tesbit edilmemiş olduğunu ifade eden başka rivayetler de var. Bunların hepsini kaydettikten sonra İbnu Hacer: “Bu rivayetlerin hepsi, Zât-ı Irk mîkatının mansûs olmadığına (Hz. Peygamber tarafından tesbit edilmediğine) delâlet eder” der ve hemen ilâve eder: “Gazâlî ve er-Râfiî, Şerhu´l-Müsned´de, Nevevî, Şerhu Müslim´de buna hükmederler. İmam Mâlik´in Müdevvene´sinde de böyle geldi.”
Ancak İbnu Hacer, Zat-ı Irk´ın mîkat olmasının mansûs olduğuna hükmeden âlimleri de zikreder: “Hanefîler, Hanbelîler ve Şâfîlerin cumhûru, Şerhu´s-Sağir´de Râfiî, Şerhu´l-Mühezzeb´de Nevevî bunun mansûs olduğunu söylediler.” İbnu Hacer ayrıca Müslim´de Hz. Câbir´den kaydedilen bir rivayetin de bu hükmü te´yid ettiğini, ancak rivayetin merfu oluşunda şek bulunduğunu belirtir.
Hülâsa Zat-ı Irk´ın, Resûlullah tarafından mı, Hz. Ömer tarafından mı mîkat kılındığı hususundaki birbirine zıt delilleri serdettikten sonra bir tarafın rüchaniyeti hususunda tavır takınmaz. Ancak Zat-ı Irk´ın mîkat kılınışını Hz. Ömer´e nisbet eden rivayetin esas alınması sonunda, mîkatı olmayan kimselerin meselesinin çözüme kavuştuğunu belirtir. Der ki:
“Mîkatı olmayan kimseler hakkında hüküm şudur: Böyle birisi, kendine en yakın mîkatın hizasında ihrama girer. Ancak, Hz. Ömer (radıyallahu anh), Zât-ı Irk´ı mîkat kılmış olup, sahâbelerin de bu işte ona uymuş olması ve bu hükümle amelin devam kazanmış bulunması sebebiyle ona uymak evlâ oldu ve mîkatı olmayanlara, bu beş mîkattan birinin hizasında ihrama girmesi gerektiği hususunda bununla istidlal edildi. Şurası muhakkak ki bu beş mîkat Harem´i her cihetten kuşatmaktadır: Zülhuleyfe Şam tarafını, (kuzey), Yelemlem, Yemen tarafını (güney) kuşatır. Bu ikinci, diğerinin mukabil tarafını teşkil eder. Gerçi bunlardan biri diğerine nazaran Mekke´ye daha yakındır. Karn şark cihetini kuşatır. Cuhfe ise garb cihetini kuşatır ve ötekinin mukâbilidir. Bunların uzaklıkları da farklıdır. Zât-ı Irk, Karn´ın hizasındadır. Bu durumda Küre-i Arz´dan hiçbir köşe bu mîkatlardan birinin hizasının dışında kalamaz.”
Bu meselede Kirmânî daha net bir tavırla: “Zât-ı Irk´ı, Hz. Ömer mîkat kıldı” der. Aynî ise uzun tahlillerle Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in mîkat kıldığına hükmeder. Teferruatı gereksiz görüyoruz.[68]
ـ13ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]وَقَّتَ رسولُ اللّه # ذَاتَ عِرْقٍ ‘هْلِ
الْعِرَاق[. أخرجه أبو داود والنسائى .
13. (1194)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Iraklılar için Zât-ı Irk´ı mîkat kıldı.” [Ebu Dâvud, Menâsik 9, (1739); Nesâî, Hacc 22, (5, 125).][69]
ـ14ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]وَقَّتَ رسولُ اللّه # ‘هْلِ المَشْرِِقِ الْعَقِيقَ[. أخرجه أبو داود والترمذى .
14. (1195)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Meşrikliler için Akîk´i mîkat kıldı.” [Ebu Dâvud, Menâsik 9, (1740); Tirmizî, Hacc 17, (832).][70]
AÇIKLAMA:
Akîk ile Zât-ı Irk birbirine oldukça yakındır. İbnu Hacer bu hadisin senedde yer alan Zeyd İbnu Ebî Ziyâd sebebiyle zayıf olduğunu belirttikten sonra, sıhhatini kabul edecek bile olsak öbürleriyle birkaç yönden cemedilmesi mümkün der ve açıklar.”
a) Zat-ı Irk vacib olan mîkatdır, akîk ise müstehab olan mîkat; zîra Akîk daha uzaktır.
b) Akîk bir kısım Iraklılar´ın mîkatıdır. Medâinliler gibi. Diğeri ise Basralılar´ın mîkatıdır..
c) Zât-ı Irk önceleri, bugünkü Akîk´in yerinde idi, sonradan (isim) değişikliğine maruz kalarak Mekke´ye daha yakın bir duruma geldi. Bu hale göre, Zât-ı Irk ve Akîk aynı şey olmalıdır…”
Şâfiî hazretleri Iraklılar´ın Akîk´de ihrama girmelerini müstehab addetmiş. “Zât-ı Irk´da girecek olurlarsa bu da kâfi gelir” demiştir.
Zât-ı Irk´ın, Hz. Ömer tarafından mîkat kılındığı görüşünde olan Hattâbî: “Bu meselede halk günümüze kadar Ömer (radıyallahu anh)´e tabi oldu” der.[71]
ـ15ـ وعن مالك: ]أنّهُ بَلَغَهُ أنّ النّبِيّ # أهَلّ مِنَ الْجِعِرّانَةِ بِعُمْرَةٍ[[.
15. (1196)- İmam Mâlik: “Bana ulaştığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ci´râne´de umre için ihrâma girdi” demiştir. [Muvatta, Hacc 27, (1, 331); Ebu Dâvud, Hacc 81, (1996); Tirmizî, Hacc 96, (935); Nesâî, Hacc 104, (5, 199).][72]
AÇIKLAMA:
Muvatta´da, belâğ (senetsiz) ve muhtasar olarak gelen bu rivayet, başka kaynaklarda daha uzun ve senetli olarak gelmiştir.
Ciirrâne (veya Ci´râne) Tâif´le Mekke arasında yer alır. Mekke´ye daha yakın bir mesafededir. Huneyn Savaşı´nda elde edilen ganimetin dağıtımı burada yapılmıştır. Rivayette belirtilen umre de bu ganimet dağıtımı işi bittiği zaman icra edilmiştir, yani sekizinci hicrî senenin Zilkade ayında.
Tirmizî´nin rivâyeti hâdiseyi teferruatlı olarak şöyle anlatır: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ci´râne´den geceleyin umre yapmak üzere ayrıldı. Mekke´ye gece vakti indi. Umresini yaptı, sonra aynı gece geri döndü ve geceyi sanki Ci´râne´de geçirmiş gibi orada sabahladı. Ertesi gün, güneş zeval noktasını terkedince (Ci´râne´den ayrılıp) Batn-ı Seref yolunu tuttu. Orada (Medine´ye giden) yol kavşağına kadar geldi. Bu sebeple, umresi diğer insanlara gizli kaldı.”
Bu vak´ayı anlatan rivayetler arasında ihtilaf vardır. Bazısına göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Mekke´de sabahlamış olmalıdır. Muhaddisler umumiyetle Tirmizî´de gelen vechi sahih kabul ederler. Parantez içerisine aldığımız ziyadeler Ahmed İbnu Hanbel´in Müsned´inde gelen rivayetten alınmıştır.[73]
ـ16ـ وعن الثقة عنده. ]أنَّ ابْنَ عُمَرَ أهَلَّ بِحَجَّةٍ مِنْ إيليَاءَ[. أخرجه مالك.»إيلياء« بالمد والتخفيف: اسم بيت المقدس .
16. (1197)- Yine İmam Mâlik´in, nazarında güvenilir (sika) bir kimseden rivayet ettiğine göre, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) Îliyâ´da hacc ihrâmı giymiştir.” [Muvatta, Hacc 26, (1, 331).][74]
AÇIKLAMA:
1- Buradaki sika (güvenilir) kişi ile Mâlik´in, Nâfi´yi kastettiği tahmin edilmiştir. Önceki rivayet gibi bu da Muvatta´nın senetsiz (muallak) hadislerindendir.
“Bana bâliğ oldu” diyerek rivayet ettiği için bunlara belâğ (cem´i belâgât) denir.
2-Îliyâ, Beytu´l-Makdis´in adıdır. Bu hacc, Zürkânî´nin açıkladığı üzere, Hakemeyn hâdisesinin cereyan ettiği senede icra edilmiştir. Meşhur iki hakem: Ebû Musa ve Amr İbnu´l-As (radıyallahu anhümâ) hazretleri, Devmetu´l-Cendel´den, ittifak hasıl etmeden ayrılınca, İbnu Ömer (radıyallahu anh) Beytu´l-Makdis´e gider, orada ihrama girer.
Halbuki 1187,1188, 1193 numaralı hadislerde olduğu üzere, ihram mahalleri yani mîkatlarla ilgili rivayetleri yapan Abdullah İbnu Ömer´dir ve o rivayetlerde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Kudüs´ü mîkat olarak zikretmediğini görürüz. Bu durumu değerlendiren bir kısım âlimler, Abdullah İbnu Ömer´in mîkatle ilgili nebevî açıklamalardan, belirtilen yerlerde ihramı giymenin vâcib olmadığı, sadece oraları ihramsız geçmenin yasaklandığı, binâenaleyh daha önce de ihram giyilebileceği hükmüne vardığı neticesini çıkarmışlardır. Bu vesile ile tekrar belirtelim ki, Hz. Ömer ve Hz. Osman (radıyallahu anhümâ) gibi bazı sahabilerin uzakta ihram giymeyi hoş karşılamadıklarına dair rivayetlerde dile getirilen kerahetin, bir başka sebebe dayandığı, bu sebebin de, mesafenin uzaklığı yüzünden, muhrime ihramı bozucu yasakların ârız olma endişesinin olduğu belirtilmiştir.
İbnu Abdilber, bu kerâhete bir başka sebep daha ilave eder: “Kişi nefsine, Allah´ın kolaylık ihsan ettiği şeyde zorluk yüklemektedir.”[75]
ـ17ـ وعن عثمان رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّهُ كَرِهَ أنْ يُحْرِمَ الرَّجُلُ مِنْ خُرَاسَانَ وَكِرْمَانَ[ أخرجه البخارى ترجمة
.
17. (1198)- Hz. Osman (radıyallahu anh)´ın: “Bir kimsenin Horasan veya Kirmân´da ihrama girmesini mekruh addettiği” rivayet edilmiştir. [Buharî, Hacc 33, (Bab başlığında, senetsiz olarak kaydedilmiştir).][76]
AÇIKLAMA:
Mîkatlar dışında ihrama girmenin mekruh olduğunu söyleyen âlimlerin dayandığı rivayetlerden biri budur. Bu rivayeti Buharî hazretleri Sahîh´inde bâb başlığı meyanında kaydedip, senedini vermemiş ise de, İbnu Hacer´in belirttiği üzere, Said İbnu Mansur´un Müsned´inde, Abdurrezzak´ın Musannaf´ında ve diğer bir kısım kaynaklarda senetli olarak gelmiştir. (Hâdise, 1182 numaralı hadisin açıklama kısmında izah edilmiştir.)[77]
İKİNCİ FASIL
İHRAM VE HARAMLARI
ـ1ـ عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]سُئِِلَ رسولُ اللّه # مَا يَلْبَسُ المُحْرِمُ؟ قالَ: َ يَلْبَسُ المُحْرِمُ الْقَمِيصَ وََ الْعِمَامَةَ وََ الْبُرْنُسَ وََ السَّرَاوِيلَ وََ ثَوْباً مَسَّهُ وَرْسٌ وََ زَعْفَرانٌ وََ الخُفّيْنِ إَّ أنْ َ يَجِدَ نَعْلَيْنِ فَلْيَقْطَعْهُمَا حَتَّى يَكُونَا أسْفَلَ مِنْ الْكَعْبَيْنِ[. أخرجه الستة، وهذا لفظ الشيخين.وزاد البخارى: وََ تَنْتَقِبُ المَرأةُ المُحْرِمَةُ وََ تَلْبَسُ القُفَّازَيْنِ.»الْقُفازَ« بضم القاف وتشديد الفاء: شئ يعمل لليدين يُحْشى بقطن ويكون له أزرار يزرَّر بها علي الساعدين من البردِ تلبسه المرأة في يديْها .
1. (1199)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) muhrimin giyeceği şeylerden sorulmuştu, şu cevabı verdi: “Muhrim ne kamis (gömlek), ne sarık, ne bürnus[78], ne şalvar ne de vers[79] veya zaferân bulaşmış bir giysi taşımaz. Ayağında da mest (ve benzeri ayakkabı) yoktur. Ancak nalın bulamazsa, mestlerin topuktan aşağı kısmını kesmelidir.”
Buharî´de şu ziyade var: “İhramlı kadın yüzünü örtmez, eldiven de giymez.” [Buharî,Hacc 21, Cezâu´s-Sayd 13, 15, İlm 53, Sâlât 9; Müslim, Hacc 1, (1177); Muvatta, Hacc 8, (1, 324-328); Tirmizî, Hacc 18, (833); Ebu Dâvud, Menâsik 32, (1824, 1825, 1826); Nesâî, Hacc 28, (5, 129).][80]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayet ihrâma giren kimsenin, giyeceği parçalar hakkında bilgi vermektedir. İhram kelime olarak yasaklamak mânasına geldiği halde, ihramlının giydiği hususî “giysi”ye de ihram denilmiştir. Öyle ise muhrim; ihramlı, ihram giymiş kimse demektir.
2- Sadedinde olduğumuz hadis ihrama giren kimseye gömlek ve şalvar, bürnus gibi vücudun üst veya alt kısmını veya tepeden tırnağa tamamını örtmek maksadıyla hazırlanmış olan normal zamana âit giyecekleri yasaklamaktadır. Normal zamanda baş ve ayağa giyilen şeyler de yasaktır: Sarık, ayakkabı gibi… ayağa zeminin menfi tesirlerinden koruyan, üstü açık, dikişsiz nalın ve benzeri terlikler giyilebilir. Nalın bulamayanlara, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), diğer ayakkabıların, ayağın üst tarafını örten kısımlarının kesilmesi şartıyla giyilmesine izin vermektedir.
Kadı İyaz´ın bu hadisle ilgili olarak yaptığı yorum daha vazıhtır. Der ki: “Müslümanlar, ihrâma giren kimsenin bu hadiste zikri geçen şeyleri giymemesi gerektiğinde icma etmişlerdir. Kamîs ve şalvarla her çeşit dikilmiş giyecekler, sarık ve bürnus ile de başı örten dikişli, dikişsiz her şey; keza mest kelimesiyle de ayağı örten giyeceklerin tamamı kastedilmiştir.”
İbnu´l-Münzir bu husustaki bir başka icmâdan bahseder: “Kadın bu sayılanların hepsini giyebilir. Giyecekle ilgili yasakların birinde erkeklerle müşterekleri vardır: Vers veya za´ferân sürülmüş giysi yasağı.” Bunlar o devrin boya sürünme yani koku maddeleridir. Hadisten bunlar dışında kalan maddelerin helâl olacağı anlaşılmakta ise de, ulemâ, her çeşit koku maddesini hükümdeki müştereklik sebebiyle bunlara dahil etmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bunları zikretmekle, -ne kadar hafif bile olsa – ihramlıya, her çeşit kokuyu yasaklamış olduğunda tam bir icma mevcuttur. Bazı âlimler daha da ileri giderek, kıyasla, za´feran kokan şeyin yenmesinin de yasak olduğuna hükmetmişse de, Hanefîler, yasağın giymek ve sürünmekle ilgili olduğunu, yemenin, giymek ve sürünmek sayılamayacağını belirterek, Şâfiîlerin bu hükmünü reddetmişlerdir.
Hanefîler, yıkanıp silindiği zaman kaybolmayacak şekilde boyalı elbise ihramda giyilebilir der. Şafiî´ye göre, ıslanınca koku salan elbise ihram olamaz. Asıl olan, lekenin, yıkanınca çıkmasa bile koku salmamasıdır. Kokusuz olduğu takdirde giyilmesinde beis yoktur.
3- İhramlıya ayakkabı giymek de yasaklanmakta, nalın giymesi emredilmektedir. Ancak nalın bulamayanlara, topukları kapayacak kısımların kesilmesi şartıyla ayakkabı (huffeyn) giymeye izin verilmektedir. Buharî´nin kaydettiği İbnu Abbâs´tan mervi bir rivayette فَإنْ لَمْ يَجِدْ نَعْلَيْنِ فَلْيَلْبَسِ الْخُفَّيْنِ “Eğer nalın bulamazsa huffeyn (bir çift mest = ayakkabı) giysin” denmektedir. Bunu esas alan Ahmed İbnu Hanbel´e göre ayakkabı kesilmeden giyilebilir.
Cumhur, hadisten, nalın bulabilene, kesilmiş de olsa huffeyn giymenin câiz olmadığına hükmetmiştir. Ancak bazı Şâfiîler ile Hanefîler “ca-izdir!” demiştir. Şunu da belirtelim ki “bulamamak”tan maksad “te´minine muktedir olamamak”dır. Bu da, ya onun mevcut olmayışından veya kişinin satın almaya güç yetiremeyişinden hasıl olur. Satışında aldatma mevcut ise, kişiye onu satın alması gerekmez. Kezâ hibe edilecek olsa kabul etmeyebilir. İâre ise almalıdır.
Nalın bulamadığı için ayakkabı giyen kimseye, Şâfiîlere göre fidye ödemek gerekmez. Hanefîlere göre gerekir. Cumhur, ayakkabı giyme halinde, ayakkabıyı ayağa tutturacak kadar bir bağ haricinde kalan kısımların kesilerek, ayağın sırtı ve topukların açılmasını şart koştuğu halde, Ahmed İbnu Hanbel az yukarıda İbnu Abbas´tan kaydettiğimiz rivayete dayanarak, kesilmeden giyilmesini câiz görmüştür. “Mutlak, mukayyede hamledilir” kaidesiyle tenkid edilmişse de Hanbelîler, muhtelif yollardan cevap vermişlerdir, teferruata gerek görmüyoruz.
4- Buharî´de kaydedilen “ihramlı kadın yüzünü örtmez, eldiven de giymez” ibaresinden ulemâ, kadınların hacc sırasında yüzlerini örtmeyecekleri kesin hükmünü çıkarmışlardır. Yüzü örtmenin onlar için haram olduğunda ihtilâf etmezler. Ellerin örtülmesi de esas itibariyle haram olmakla birlikte bu hususta bazı ihtilâflar olmuştur. Eldiven giyme yasağı kadınlarla ilgili olarak beyan edilmiş olmakla birlikte, bunun erkeklere de şamil olduğuna hükmedilmiştir.[81]
ـ2ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]نَهى رسولُ اللّه # النِّسَاءَ في إحْرَامِهِنَّ عَنِ القُفَّازَيْنِ وَالنِّقَابِ وَمَا مَسَّ الْوَرْسَ وَالزَّعْفَرَانَ مِنَ الثِّيَابِ وَلْتَلْبَسْ بَعْدَ ذلِكَ مَا أحَبَّتْ مِنْ أنْوَاعِ الثِّيَابِ مِنْ مُعَصْفرٍ أوْ خَزٍّ أوْ حُلىٍّ أوْ سَرَاوِيلَ أوْ قمِيصٍ أوْ خُفٍّ[. أخرجه أبو داود .
2. (1200)- Yine İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´den rivayete göre demiştir ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kadınları ihrâma girdikleri vakit eldiven kullanmaktan, yüzlerini örtmekten ve vers ve za´ferân değmiş elbise giymekten yasakladı ve: “Bunlardan gayrı, hoşuna giden elbise çeşitlerinden safranla boyanmış veya ipekli veya zinet veya şalvar veya kamis veya mest giysin” dedi.” [Ebu Dâvud, Menâsik 32, (1827).][82]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, ihrama giren kadınların kıyafetle ilgili üç hususa dikkat etmeleri gerektiğini, bunun dışında serbest olduklarını göstermektedir:
1- Yüzlerinin açık olması gerekmektedir.
2- Eldiven kullanmalıdırlar.
3- Kokulu elbiselerden kaçınmalıdırlar.
Hadiste vers ve za´ferân dışındaki maddelerle boyanmış elbiselerin serbest olduğu belirtilmekte, safrânla boyananların serbest olduğu betahsis zikredilmektedir. Ancak Aliyyu´l-Kârî, hadiste za´ferânla boyanan ile safranla boyanan arasında yapılan tefrike, Hanefî mezhebinin ihtiyat kaydı koyduğunu belirtir: “Birçok âlimler: Bir kimse versle veya za´ferânla veya safranla boyanmış elbiseyi bir tam gün veya daha fazla sırtında taşıyacak olursa bir dem (koyun kesme) cezası çekeceğine, bir günden az bir müddet taşırsa sadaka cezası ödeyeceğine hükmetmişlerdir” der ve şu açıklamayı yapar: “Bu durumda, hadisteki ruhsatı safranla boyanmış olmakla beraber, yıkanıp kokusu giderilmiş elbiseye hamletmek gerekir, veya sarı boyalı elbisenin, (kokusuz) Ermeni toprağı ile boyanmış olanıyla tefsir edilir. İbnu Hacer´in “safran koku değildir” sözünü onun kokusu tekzib eder.”
Aliyyul-Kârî, kadınların, altın vs.den mamul küpe, halhal, bilezik gibi her çeşit zinet eşyasını ihramlı iken takabileceklerini belirtir. Bagavî´nin Şerhu´s-Sünne´de kaydettiği bir rivayete göre, Hz. Aişe´den ihrama giren kadınların giyecekleri şeyler hakkında sorulunca: “İpekli, ibrişimli, boyalı giyebileceğini, zinetlerini takabileceğini” söyler.[83]
ـ3ـ وفي رواية عن عائشة: ]أنَّهُ # رَخَّصَ للِنِّسَاءِ في الخُفّيْنِ[ .
3. (1201)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´den gelen bir rivayette: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ihramlı iken mest giymede kadınlara ruhsat tanıdı” denmiştir. [Ebu Dâvud, Menâsik 33, (1831).][84]
AÇIKLAMA:
Ebu Dâvud´dan alınan bu rivayet eksik alınmış olmalı, zîra aslı şöyledir[85]: اَنَّ عَبْدَ اللّه يَصْنَعُ ذلِكَ يَقْطَعُ
الْخُفَّيْنِ لِلْمَرْأةِ الْمُحْرَمةِ. ثُمَّ حَدَّثَتْهُ صَفِيَّةُ بِنْتُ أبِى عُبَيْدٍ اَنَّ عَائِشَة رَضِىَ اللّهُ عَنْهَا حَدَّثَتْهَا: )أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَالَ: »قَدْ كَانَ رَخَّصَ لِلنِّسَاءِ فِى الْخُفَّيْنِ«( فَتَرَكَ ذلِكَ.
Bu rivayette Abdullah İbnu Ömer´den az yukarıda 1199 numarada kaydettiğimiz rivayete atıf yapılarak, orada, mest giydikleri takdirde ihramlı erkeklerin mesti kesmeleriyle ilgili hükme kıyâsen ihramlı kadınların da mest giydikleri zaman mesti kesmeleri gerektiğine dair fetva verdiği belirtiliyor. Ancak bilâhare Abdullah´a Safiyye Bintu Ebî Ubeyd, Hz. Aişe´den işittiği şu rivayeti haber verince Abdullah İbnu Ömer, bu fetvadan vazgeçiyor. Hz. Aişe Resûlullah´ın ihramlı kadınların mest giymesine ruhsat verdiğini belirtmiştir.
فَتَركَ ذلِكَ ibaresi, Azîmâbâdî´nin açıkladığı üzere: “Bunu işittikten sonra Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), kadınların da mestleri kesmesi gerektiğine dair fetvasını terketti” demektir.
Yani, kadınlar ihramlı iken ayaklarını örten mest vs. giyebilirler.
İbnu´l-Münzir: “İhramlı kadınların dikişli elbisesinin her çeşidini ve her türlü mesti giyebilecekleri, başlarını, saçlarını örtebilecekleri, yabancı erkeklerin bakışından korumak için yüzlerine hafif bir örtü sallandırabilecekleri hususunda icma edilmiştir” der.[86]
ـ4ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قال رسول اللّه #: مَنْ لَمْ يَجِدْ إزَاراً فليَلْبَسْ سَرَاوِيلَ، وَمَنْ لَمْ يَجِدَ نَعْلَيْنِ فَلْيَلْبَسْ خُفّيَنِ[. أخرجه الخمسة .
4. (1202)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) hazretleri anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hazretleri buyurdular ki: “Kim izar bulamazsa şalvar giysin, kim de nalın bulamazsa mest giysin.” [Buharî, Libâs 14, 37, Hacc 132, Cezâu´s-Sayd 15, 16; Müslim, Hacc 4,(1178); Tirmizî, Hacc 19, (834); Ebu Dâvud, Hacc 32, (1829); Nesâî, Hacc 32, (5, 132).][87]
AÇIKLAMA:
İzar, belden aşağıyı örtmek için bağlanan giysinin adıdır. İhramlının normal olarak bunu giymesi gerekir. Bunun temiz ve beyaz renkli olması efdaldir. Hadis, izar bulunmadığı takdirde şalvarın giyilebileceğini belirtmektedir. Ancak, âlimler, daha önce de açıklandığı üzere bazı farklı hükümlere gider:
1- Ahmed İbnu Hanbel, hadisin zâhiriyle hükmetmiş, nalın ve izar bulamayanın mest ve şalvar giyebileceğini söylemiştir.
2- Cumhur mestin üst kısmının kesilmesi, şalvarın yırtılması şartını koşmuştur. Bunları özürsüz giyene fidye gerekir.
3- Şafîler ve ekseriyet nezdinde esahh olan şalvarı yırtmadan giymektir.
4- İmam Muhammed, şalvarın yırtılmasını şart koşar.
5- İmam-ı Âzam ve İmam Mâlik mutlak şekilde şalvara fetva vermez.
6- Hanefîler´den Râzi: “Giyebilir, ancak fidye gerekir” der. Nitekim, Hanefîler mest hakkında da böyle söylemişlerdir.[88]
ـ5ـ وعن نافع. ]أنَّهُ سَمِعَ أسْلَمَ مَوْلى عُمرَ يَقُولُ: بْنِ عُمَرَ رَأى عُمرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما على طَلْحَةَ ثَوْباً مَصْبُوغاً وَهُوَ مُحْرِمٌ. فقَالَ مَا هذَا إنَّمَا هُوَ مَغْرَةٌ أوْ مَدَرٌ فقَالَ: إنَّكُمْ أيُّهَا الرَّهْطُ أئمَّةٌ يَقْتَدِى بِكُمْ النَّاسُ. فَلَوْ أنَّ رَجًُ جَاهًِ رَأى هذَا لَقَالَ إنَّ طَلْحَةَ بنَ عُبَيْدِاللّهِ كانَ يَلْبَسُ الثِّيَابَ المُصَبّغَةَ في ا“حْرَامِ، فََ تَلْبَسُوا أيُّهَا الرَّهْطُ مِنْ هذِهِ الثِّيَابِ[ .
5. (1203)- Nâfi´nin anlattığına göre, Eslem Mevlâ Ömer´in, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´e şöyle söylediğini işitmiştir: “Ömer (radıyallahu anh), Hz. Talha (radıyallahu anh)´nın üzerinde, ihramlı iken boyalı bir giysi görmüştü.”
(Ey Talha) bu boyalı giysi de ne ” diye sordu. (Talha cevaben):
“Ey mü´minlerin emîri, bu kızıl toprakla boyanmıştır!” dedi. Ömer (radıyallahu anh):
“Ey azizler, sizler halkın imamlarısınız, halk sizlere uymaktadır. Eğer câhil biri bu elbiseyi görse: “Talha İbnu Ubeydillah, ihramda boyalı elbise giymiş” diyecek. Ey azizler, bu boyalı elbiselerden hiçbirini giymeyin!” dedi” [Muvatta, Hac 10, (1, 326).][89]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin yukardaki metninde, Muvatta´daki metnine nazaran birkaç kelimelik eksiklik var. Tercümede eksik kelimeleri parantez içerisinde gösterdik.
2- Hz. Ömer, Talha (radıyallahu anhümâ)´nın üzerinde açıkça yasaklanmış olan za´ferân ve vers dışında bir başka boya ile boyanmış bir elbise gördüğü için “Bu nedir ” diye sormuştur. Tabiî ki bu soruş, Hz. Ömer´in memnuniyetsizliğinden ileri gelmektedir. Zîra O (radıyallahu anh), büyüklere uyan câhil halkın, bu renkliyi za´ferân veya vers ile boyanmış zannederek, hatâen bunlarla boyanmış giysileri ihram olarak giymede beis görmeyebilir diye kaygılanmıştır.
3- Talha İbnu Ubeydillah (radıyallahu anh) için Hz. Ömer: “Sizler imamsınız” diye hitab etmiştir. Çünkü Talha (radıyallahu anh), Ashab´ın büyüklerindendi. Şöyle ki: O, ilk sekiz Müslümandan biridir ve Hz. Ebu Bekir vasıtasıyla Müslüman olmuştur. Aşere-i Mübeşşere´dendir. Hz. Ömer´in tesbit ettiği altılı şûrada üye idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Suriye taraflarına “casus”luk vazifesiyle gönderdiği için Bedr´e katılamamıştır, ancak Bedir ganimetinden pay ayrılmış “Bedir´e katılma sevabı”na iştirak ettiği müjdelenmiştir. Uhud ve diğer gazvelere katılmış, Bey´atu´r-Rıdvan´da hazır bulunmuştur. Uhud Savaşı´nda çok kritik anlar geçirmiş, Resûlullah´a kendini siper etmiş, elleriyle oklara karşı koymuş, elinden, başından yaralar almış, Resûlullah´ı sırtlayarak kayanın üstüne, kuytuya çıkarmıştır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) O´nu Uhud´da Talhatu´l-Hayr, Usre gününde Talhatu´l-Feyyâz, Huneyn gününde de Talhatu´l-Cûd diye tesmiye etmiş, iltifatta bulunmuştur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın “Talha ve Zübeyr, cennette benim iki komşum olacaklar!” sözü de meşhurdur.
Resûlullah onun şehid olarak öleceğini de ihbâren şöyle buyurmuştur: “İki ayağı üzerinde yürüyen bir şehid görmek isteyen, Talha´ya baksın!” Gerçekten Talha (radıyallahu anh), Cemel Vak´ası´nda, Hz.Ali (radıyallahu anh)´nin yanında savaşırken Mervan İbnu´l-Hakem´in attığı bir okla şehid düşmüştü.
Rivayete göre, bir kimse üç gün üst üste Talha İbnu Ubeydillah (radıyallahu anh)´ı rüyasında görür. Her defasında: “Kabrimin yerini değiştirin, sudan rahatsız oluyorum!” der. Üçüncü defa aynı şeyi görünce adam, İbnu Abbas (radıyallahu anh)´a gelerek rüyasını anlatır. Baktıkları zaman, yere gelen tarafın su sızıntısından yeşerdiğini görürler. Yeri değiştirilir.[90]
ـ6ـ وعن عروة قال: ]كانَتْ أسْمَاءُ بِنْتُ أبى بَكْرٍ تلبس المُعَصْفَرَاتِ وَهِىَ مُحْرِمَةٌ لَيْسَ فِيهَا زَعْفَرَانٌ[. أخرجه مالك .
6. (1204)- Urve anlatıyor: “Esma Bintu Ebî Bekr (radıyallahu anhümâ), ihramlı olduğu halde, sarı renkli giysiler giyerdi. Ancak bunlarda za´ferân olmazdı.” [Muvatta, Hacc 11, (1, 326).][91]
AÇIKLAMA:
Bu boyanın su değince dağılacak, ıslanınca silinecek şekilde olmaması gerektiği şârihlerce belirtilir. Su ile dağılan boya, tîb´i yani koku maddesini andıracağı için hem erkek ve hem de kadınlar hakkında tecviz edilmemiştir. Esmâ (radıyallahu anhâ)´nın elbiselerinde za´ferân yoktu denmesi, sürünme maddesinin bulunmadığını tasrih eder.[92]
ـ7ـ وعن يَعْلى بن أمَيّةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ رَجًُ أتَى النَّبىَّ # وَهُوَ بِالْجِعِرَّانَةِ قَدْ أهَلَّ بِعُمْرَةٍ وَهُوَ مُصَفِّرٌ لِحْيَتَهُ وَرَأسَهُ وَعَلَيْهِ جُبّةٌ. فقَالَ: يَارسولَ اللّه أحْرَمْتُ بِعُمْرَةٍ وَأنَا كَما تَرى. فقَالَ انْزِعْ عَنْكَ الجُبّةَ وَاغْسِلْ عَنْكَ الصُّفْرَةَ[. أخرجه الستة، وهذا لفظ الشيخين.وزاد أبو داود: واصْنَعْ في عمْرَتِكَ مَا صَنَعْتَ في حَجَّتِكَ .
7. (1205)- Ya´lâ İbnu Umeyye (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Ciirrâne´de iken, umre için ihrama girmiş bir adam geldi. Adamın sakal ve saçları sarıya boyanmış, sırtında da za´ferân lekeleri bulunan bir cübbe vardı.
“Ey Allah´ın Resûlü, dedi, şu gördüğün vaziyette, umre için ihrâma girdim!”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Şu cübbeyi çıkar, sarı boyayı da yıka!” diye emretti.” [Buharî, Umre 10, Cezâu´s-Sayd 16, 17, Megâzî, 56, Fedailu´l,Kur´ân 2; Müslim, Hacc 6, (1180); Muvatta, Hacc 18, (1, 328-329); Tirmizî,Hacc 20, (835, 836); Ebu Dâvud, Menâsik 31, (1819-1822); Nesâî, Hacc 43, (5, 142.-143).]
Bu metin, Sahiheyn´deki metindir. Ebu Dâvud´un rivayetinde şu ziyade mevcuttur: “Umrede iken, hacda yaptığını yap.”[93]
AÇIKLAMA:
Hadisin muhtelif vecihleri var. Bazı vecihlerinde burada yer almayan ve başka mevzuları ilgilendiren teferruat var. Nesâî´nin bir rivayetindeki ziyadede bu zat Resûlullah´a:
“Ben umre için ihrama girdim, ne yapayım ” diye sorar, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Sen haccederken ne yapardın ” der. Adam:
“Ben şu (tîb)den kaçınır ve yıkardım” deyince, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):
“Haccda ne yapıyorsan umrede de onu yap!” diye emreder.
Müslim´in bir rivayetinde, Resûlullah: “Şu cübbeyi çıkar, üzerindeki za´ferânı yıka!” der. Sahiheyn´in bir ziyadesinde bu emrin üç kere tekrarı mevzubahistir.
Kadı Iyaz der ki: “Bu tekrarın Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ tan olması muhtemeldir, bu durumda yıkamayı tekrar etmede hadis nassdır. Bunun sahâbî sözü olması, Resûlullah´ın “yıka!” emrini, iyi anlaşılmak için âdeti üzere yaptığı gibi, ard arda üç kere tekrar etmiş olması da muhtemeldir.”
Bu rivayet gösteriyor ki, haccla ilgili bir kısım menâsik cahiliye devrinde de bilinmekte idi. İslâm onların hepsini ilga etmiş değildir.[94]
ـ8ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّهُ كانَ يَكْرَهُ لُبْسَ المِنْطَقَةِ لِلْمُحْرِمِ[ .
8. (1206)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in: “İhramlının mıntıka takmasını mekruh addettiği” rivayet edilmiştir. [Muvatta, Hacc 12, (1, 326).][95]
AÇIKLAMA:
1- Mıntıka; bele, elbisenin üzerine bağlanan şeydir, yerine göre kuşak veya kemer diyebiliriz.
2- Yukarıdaki rivayet İbnu Ömer´in bunu mekruh addettiğini ifade eder. Ancak, Zürkânî, İbnu Ömer´den bunun cevazıyla ilgili rivayetin de geldiğini, dolayısıyla, sonradan bu görüşünden rücû etmiş olabileceğini belirtir.[96]
ـ9ـ وعن القاسم بن محمد قال: ]أخْبََرَنِى الْفَرَافِصَةُ بنُ عُمَيْرٍ الحَنَفىُّ أنَّهُ رَأى عُثْمَانَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يُغَطِّى وَجْهَهُ وَهُوَ مُحْرِمٌ[ .
9. (1207)- Kasım İbnu Muhammed anlatıyor: “Bana, el-Ferâfisa İbnu Umeyr el-Hanefî haber verdi ki, O, Hz.Osman (radıyallahu anh)´ı, ihramlı iken yüzünü örter görmüş.” [Muvatta, Hacc 13, (1, 327).][97]
AÇIKLAMA:
Hadis Muvatta´da muhtelif vecihten kaydedilmiştir. Bazı vecihlerinde, Hz. Osman´ın, Medine´ye üç merhale uzaklıktaki Arc karyesinde yüzünü, erguvan bir kadife parçasıyla örttüğü tasrih edilir.
Yüzün bu şekilde örtülebileceğinin câiz olduğu görüşünde başka sahabeler de vardı: İbnu Abbâs, İbnu Avf, İbnu´z-Zübeyr, Zeyd İbnu Sâbit, Saîd, Câbir gibi (radıyallahu anhüm ecmaîn)… Şâfiî de buna hükmetmiştir.
Ancak, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) bunun haram olduğuna hükmeder. Mâlik, Ebu Hanife, Muhammed İbnu´l-Hasan da aynı kanaati beyan ederler. Bunlar yüzü örtene fidye gerekir derler. Sâdece elle örtmede bir beis görmezler.
Şu hususu bir kere daha belirtelim. Başı örtmekle yüzü örtmek aynı şey değildir. İhramlı iken başı örtmenin erkekler için haram olduğu hususunda ulemâ icmâ eder.[98]
ـ10ـ وعن نافع: ]كانَ ابنُ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما يقولُ: ما فَوْقَ الذَّقَنِ مِنَ الرَّأسِ فََ يُخَمِّرُهُ المُحْرِمُ[. أخرج هذه ا‘حاديث الثثة مالك .
10. (1208)- Nafi´ anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: “Başın çeneden yukarısını ihramlı kimse örtemez.” [Muvatta, Hacc 13, (1, 327).][99]
ـ11ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كانَ الرُّكْبَانُ يَمُرُونَ بِنَا وَنَحْنُ مَعَ رسولِ اللّه # مُحْرِمَاتٌ فإذَا حَاذَوْا بِنَا سَدَلَتْ إحْدَانا جِلْبَابَهَا مِنْ رَأسِهَا عَلى وَجْهِهَا فإذَا جَاوَزُونَا كَشَفْنَاهُ[. أخرجه أبو داود .
11. (1209)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Biz (kadınlar) ihramlı olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la beraber iken, binekliler bize uğrardı. Onlar tam hizamıza gelince, herbirimiz cilbabını başından yüzünün üzerine sarkıtıverirdi. Bizi geçtiler mi tekrar kaldırırdık.” [Ebû Dâvud, Menâsik 34, (1833).][100]
AÇIKLAMA:
Bu rivayette, Hz. Aişe, ihramlı iken kadınların yüzlerinin açık olduğunu, yabancı erkeklerle karşılaştıkları zaman, onların bakışlarından kendilerini korumak için örtülerini baştan aşağı yüzlerinin üzerine sarkıttıklarını belirtmektedir. Şârihler bu sarkıtmada, örtünün yüze değmeyecek şekilde yapılmış olması gerektiğine dikkat çekerler ve “yüz derisine değmiyecek şekilde…” diye kayıt koyarlar. Aksi takdirde, 1199 numaralı rivayete kaydettiğimiz وََ تَنْتَقِبُ الْمَرْأةُ الْمُحْرِمَةُ “İhramlı kadın yüzünü örtmesin” emrine muhalif düşer der.
Şevkâni, Neylü´l-Evtâr´da şunu kaydeder: “Bu hadisle şu husus istidlâl edildi: “Kadın, erkeklerin yanından geçmesi anında ihtiyaç duyduğu taktirde, başın üstünden bir giysiyi yüzüne sarkıtması câizdir. Zîra kadın, yüzünü örtmeye muhtaç olması haysiyetiyle örtü ona, avret gibi mutlak şekilde haram olamaz. Ancak örtü derisine değmeyecek şekilde yüzünden mesâfeli olmalıdır. Şâfiîler ve başkaları da böyle hükmetmiştir. Ancak, hadisin zâhiri bu hükme muhalefet eder. Çünkü yüzüne örtü sarkıtan, derisine değmeyi önleyemez. Sarkıtılan örtünün mesafeli olması şart olsaydı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu belirtirdi.”[101]
ـ12ـ وعن فاطمة بنت المنذر قالت: ]كُنَّا نُخَمِّرُ وُجُوهَنَا وَنَحْنُ مُحْرِمَاتٌ مَعَ أسْمَاءَ بِنْتِ أبِى بَكْر رَضِىَ اللّهُ عَنْهما[. أخرجه مالك .
12. (1210)- Fâtıma Bintu´l-Münzir anlatıyor: “Biz, bir kısım kadınlar, ihramlı iken, yanımızda Esmâ Bintu Ebî Bekr (radıyallahu anhümâ) olduğu halde, yüzlerimizi sıkıca örtüyorduk”[102] [Muvatta, Hacc 16, (1, 328).][103]
AÇIKLAMA:
Sahâbî olan Esma, Ebu Bekir´in kızıdır. Ayrıca Fatıma´nın ve kocasının da büyükannesidir. Bir başka rivayette, Fatıma ilave eder: “…Esmâ, yüzümüzü sıkıca örtmemize müdâhale etmezdi.” Zürkânî müdahale etmeyişini: “Çünkü başkasının gözüne karşı, kadının kendisini örtmesi câizdir” diye izah eder ve ilâve eder: “Sadece câiz değil, bilakis vâcibdir de, yeter ki fitne olacağını bilsin veya zannı hasıl olsun veya erkek, kendisine lezzet kasdıyla bakmış bulunsun.”
İbnu´l-Münzir, bu hadisi açıklama sadedinde “Kadının her çeşit dikişli giysileri ve mesti giyebileceği, yüzü hâriç başını ve saçlarını örtebileceği, yüzünü erkeklerin nazarından koruyacak bir örtüyü hafifçe başından sarkıtabileceği fakat sıkıca saramayacağı hususlarında ulemâ -şu kaydettiğimiz Fatıma Bintu´l-Münzir rivayeti hariç- icma etmiştir” der ve ilâve eder: “Fatıma Bintu´l-Münzir´in rivayetinde zikredilen sıkıca örtme (tahmîr) tâbiri ile, sarkıtma suretiyle örtme (sedl) kasdedilmiş olması muhtemeldir. Nitekim Hz. Aişe de, kadınların yabancı erkeklere karşı örtündüğünü belirtir, ancak “sıkıca örtünme” (tahmir) tâbiriyle değil, örtünme (sedl) tâbiriyle ifade eder: “Biz (kadınlar) ihramlı olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la beraber iken, binekliler bize uğrardı. Onlar tam hizamıza gelince, herbirimiz cilbabını (örtüsünü) başından yüzünün üzerine sarkıtıverirdi. Bizi geçtiler mi tekrar kaldırırdık.”
Yeri gelmişken hemen belirtelim ki, İmam-ı Âzam hazretleri bu çeşit tearuz durumlarında, hadisler arasında sıhhat yönüyle tercihe müessir zâhir bir sebep yoksa, râvileri fakih olan hadisi tercih eder.[104] Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´nin kullandığı tâbirlerin fıkhî inceliklerini en iyi bilen büyük fakihlerden biri olduğu nazar-ı dikkate alınacak olursa, İbnu´l-Münzir´in pek isâbetli bir yorum yapmış olduğu anlaşılır.[105]
ـ13ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]طَيَّبْتُ رسولَ اللّه # بِيَدَىَّ هَاتَيْتِ حِينَ أحْرَمَ، وَلِحِّلِهِ حِينَ أحَلَّ قَبْلَ أنْ يَطُوفَ بِالْبَيْتِ بِطيبٍ فِيهِ
مِسْكٌ[. أخرجه الستة.وفي رواية: بِذَرِيرَةٍ في حَجَّةِ الْوَدَاعِ.وفي أخرى: قَبْلَ أنْ يُحْرِمَ ثمَّ يُحْرِمُ.وفي أخرى: بِأطْيَبِ مَا أجِدُ حَتَّى أجِدَ وَبِيصَ الطِّيبِ في رأسِهِ وَلِحْيَتِهِ.وفي أخرى: كَأنِّى أنْظُرُ إلى وَبِيصِ الطِّيبِ في مَفَارِقِ رسولِ اللّه # وَهُوَ مُحْرِمٌ.زاد في رواية كانَ ابنُ عُمرَ يَدَّهِنُ بِالزَّيْتِ فَذَكَرْتُهُ “بْرَاهِيمَ. فقَالَ: مَا تَصْنَعُ بِقَوْلِهِ حَدثنِى ا‘سْوَدُ عَنْ عَائِشَةَ قالتْ: كَأنِّى أنْظُرُ إلى وَبِيصِ الطِّيبِ ـ الحديث.زاد في رواية: وذلِكَ طِيبُ إحْرَامِهِ .
13. (1211)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a, ihrama gir(ece)ği zaman (ihramı için), keza ihramdan çıktığı zaman da Kâbe´yi tavaftan önce hıll´i için, içinde misk bulunan sürünme maddesini şu iki elimle sürdüm.” [Buharî, Hacc 18, 143, Libâs 73, 89, 91; Müslim, Hacc 31, 33, (1189); Muvatta, Hacc 17, (1, 328); Tirmizî, Hacc 77, (917); Ebu Dâvud, Menâsik 11, (1745, 1746); Nesâî, Hacc, 41, (5, 136-141).]
Bir rivayette şu ibare de var: “…Veda haccında zerire denilen koku ile…”[106]
Bir başka rivayette: “…ihrama girmezden önce, sonra ihrama girerdi.”
Bir diğer rivayette: “…bulabildiğim kokunun en iyisi ile başında ve sakalında koku maddesinin parıltısını görünceye kadar (sürerdim).”
Bir diğer rivayette: “…Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ihramlı iken (sürülen) koku maddesinin saç ayırımlarındaki parlaklığına (şu anda) bakıyor gibiyim.”
Bir rivayette şu ziyade var: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) zeytinyağıyla yağlanırdı. Bunu İbrahim (Nehâî)´ye zikretmiştim, bana: “Pekâlâ, şu rivayeti ne yapacaksın: “Esved, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´ den onun şöyle söylediğini rivayet etti: “…(Sürülen koku maddesinin saç ayrımlarındaki parlaklığına bakıyor gibiyim.”
Bir rivayette de şu ziyade var: “…Bu, ihram(a girmezden önce süründüğü) koku idi.”[107]
AÇIKLAMA:
1- Daha önce kaydedilen hadislerin bir kısmında geçtiği üzere, ihramlı bir kimse, ihramdan çıkıncaya kadar koku sürünemez. Kokulu sabun dahi kullanamaz.
2- Sadedinde olduğumuz hadis, ihrama girmezden önce, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bedenine, bahusus saç ve sakalına koku maddesi sürüldüğünü belirtiyor. Hadisin râvisi olan Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) tîb denilen kokulu sürünme maddesini Resûlullah´a kendi elleriyle sürdüğünü belirtiyor. Hadisin bir vechinde, bu tîb´i, bulabildiği en güzel, en iyi maddeden seçtiğini belirtirken, sadedinde olduğumuz vechinde bunun misk olduğunu belirtiyor. Misk, bir nevi keçinin göbeğinden elde edilen, en güzel, en pahalı koku çeşididir.
3- Rivâyet, şu hususu da belirtmektedir: Hz. Aişe hacc sırasında, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a ihramdan çıkar çıkmaz, yani şeytan taşlamaları bitip, kurban kesilince, daha tavafa gidilmezden önce koku sürmüştür.Şu halde bu rivayet koku yasağının ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini açık şekilde belirtmektedir: Bu yasak, hacc veya umre müddetiyle ilgili bir yasak değil, hacc ve umrenin ihram nüsük´ü ile alâkalı bir yasaktır: Koku sürünmek, niyet edip ihramı giyme anından, saçların kesilip ihramdan çıkma anına kadar devam eder.
4- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in, zeytinyağı sürmüş olmasıyla ilgili ziyadeye gelince; bu ziyade Buhârî´nin 18. babında geçer. Burada İbnu Ömer´in ihram giyeceği sırada tîb değil, zeytinyağı sürdüğü ifade edilmektedir. Şârihlerin belirttiği üzere, ihrama girmezden önce koku sürünme meselesinde Hz. Aişe ile, İbnu Ömer (radıyallahu anhüm ecmaîn) arasında ihtilâf mevcuttur. Sadedinde olduğumuz hadiste Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), kesin bir dille Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in ihrama girmezden önce bedenine koku sürdüğünü, saçını, sakalını koku maddesi ile ovduğunu ifade ediyor. Hatta bu hususu çok iyi hatırladığını, bu meselede zerre kadar şüphesi olmadığını ifade için: “Sürdüğüm koku maddesinin Resûlullah´ın saç ayırımlarında hasıl ettiği parlaklığa (şu anda) bakıyor gibiyim” der. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) ise, ihram öncesi sürülen kokunun ihramdan sonra devam etmemesi gereğine inanmaktadır. Yani, ihram giymeye yakın, kokulu madde sürülmelidir. İbnu Ömer de bu konuda kesin kanaat sahibidir. Öyle ki: “Koku sürünmektense katrana bulanmayı tercih ederim” bile demiştir. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in bu meselede babası Hz. Ömer (radıyallahu anh)´e uyduğu babasının, ihramlı üzerinde, önceden intikal eden koku bulunmaması inancında olduğu belirtilir. Tirmizî´nin bir rivayetinde (Hacc 114, (962) İbnu Ömer, Hz. Peygamber´in ihramlı iken, tîbsiz olduğunu, zeytinyağı süründüğünü rivayet eder. Şu halde İbnu Ömer, ihramlı iken zeytinyağını hoş kukusu olmadığı ve bir de Resûlullah´ın süründüğünü bildiği için sürmüştür. Müteakip hadis de konuya açıklık getirecektir.[108]
ـ14ـ وفي أخرى: ]سُئِلَ ابنُ عُمَرَ عَنِ الرَّجُل يَتَطيَّبُ ثُمَّ يُصْبِحُ مُحْرِماً؟ فقَالَ: مَا أحِبُّ أنْ أُصْبِحَ مُحْرِماً أنْضَخُ طِيباً ‘نْ أطَّلِىَ بِقَطِرَانِ أحَبُّ إلىَّ مِنْ أنْ أفْعَلَ ذلِكَ. فأخْبِرَتْ عَائِشَةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها بِقَولِ ابنُ عُمرَ. فقَالَتْ: أنَا طَيَّبْتُ رسولَ اللّه # عِنْدَ إحْرَامِهِ، ثُمَّ طَافَ في نِسَائِهِ، ثُمَّ أصْبحَ مُحْرِماً يَنْضَخُ طِيباً[. هذه ألفاظ الشيخين .
14. (1212)- Bir diğer rivayette şöyle gelmiştir: “Önce koku sürünüp sonra ihrama giren kimse hakkında soruldu. Şu cevabı verdi: “Ben (tîb sürünerek) ihrama girip koku neşretmeyi sevmem. Katrana bulanmam bunu yapmaktan daha iyidir.” Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´ye, İbnu Ömer´in, bu sözü haber verilince: “Ben, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a ihrama (gireceği) sırada tîb sürdüm. Bu halde hanımlarına uğradı. Sonra da ihrama girdi, koku neşrediyordu” dedi. [Buharî, Gusl 14; Müslim, Hacc 47, (1192); Nesâî, Hacc 42, (5, 139), Gusl 13, (1, 203).][109]
AÇIKLAMA:
Bir önceki hadisin açıklama kısmında belirttiğimiz üzere, ihrama girecek kimsenin, ihramdan önce kokulanması ve dolayısıyla ihramlının koku neşretmesi hususunda, Hz. Aişe ile, Hz. İbnu Ömer (radıyallahu anhüm ecmaîn) arasında ihtilâf mevcuttur ve her ikisi de birbirlerinin düşüncelerini bilmektedirler. Yukarıda, İbnu Ömer´in görüşü Hz.Aişe´ye haber verilince, onun görüşünde ısrar ettiğini gördük. Saîd İbnu Mansûr´un, İbnu Ömer´in oğlu Abdullah´tan kaydettiği bir rivayet, Hz. Aişe´ nin görüşünü işiten İbnu Ömer´in sükût ettiğini, kendi görüşünde ısrar etmediğini ifade eder. Sâlim İbnu Abdillah, İbnu Ömer´in de bu meselede Hz. Aişe´nin hadisine dayanarak babasına ve dedesine muhâlefet ettiğini belirtir.
Cumhûr da, bunu esas alıp, ihramdan önce kokulanmayı müstehab addetmiştir. Hanefî mezhebi de bu görüştedir.
Mâlikîler, İbnu Ömer´in görüşünü esas alır ve Hz. Aişe´nin hadisini şöyle te´vil ederler: “Rivayette koku süründükten sonra Hz. Peygamber´in kadınlarına uğradığı, sonra ihrama girdiği belirtilir. Bu uğramadan kasıt cimâ´dır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zevcelerinden herbirine uğradıkça her seferinde yıkanmak âdeti idi. Böylece, süründüğü tîb yıkanmış olmaktadır ki kokudan eser kalmaz.” Keza “Saç ayırımında görülen tîbin parlaklığı, ondan bâki kalan renktir, yıkanınca kokusu gitmiştir, kokusu olmayan tîb lekesidir” şeklinde te´vil edilmiştir.
Ulemâ bu konuda lehte, aleyhte deliller getirir, izahlar, te´viller yapar. Teferruata girmeyeceğiz. Ancak bu vesile ile hadiste gözüken bir kaç noktaya dikkat çekeceğiz:
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevceleri, Resûlullah´ın hizmetine koşmuşlardır. Burada koku sürme hizmeti gözükmektedir.
* Münâsebet-i cinsiyede kadın ve erkeğin güzel koku sürünmesi müstehabdır.
* Ashab´ın büyükleri bile, Resûlullah´ın bazı sünnetini, zevceleri kadar iyi bilememekte ve bu sebeple aralarında ihtilaf çıkmaktadır.
* Ulemâ, çoğunluk itibariyle, zevcelerinin daha iyi bilme durumunda olduğu hususlarda -ihtilâf vâki olursa- zevcelerinin rivâyetini tercih etmiştir, bu meselede olduğu gibi.[110]
ـ15ـ وفي أخرى للنسائى: ]كانَ رسولُ اللّه # إذَا أرَادَ أنْ يَحْرَمَ أدَّهَنَ بِأطْيَبِ دُهْنٍ يَجِدُ حَتَّى أرَى وَبِيصَهُ في رَأسِهِ وَلِحْيَتِهِ[.
15. (1213)- Nesâî´nin kaydettiği bir diğer rivayette şöyle denir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ihrama girmeyi arzu ettiği zaman bulabildiği en güzel yağla yağlanırdı. Öyle ki, yağın parlaklığını başında ve sakalında görürdüm.” (Râvi Hz. Aişe´dir). [Nesâî, Hacc 42, (5, 139-140).][111]
ـ16ـ وله في أخرى قالت: ]طَيَّبْتُهُ لِحَرَمِهِ حِينَ أحْرَمَ وَلِحِلِّهِ بَعْدَ مَا رَمَى الْعَقَبَةَ قَبْلَ أنْ يَطُوفَ بِالْبَيْتِ[ .
16. (1214)- Yine Nesâî´nin bir başka rivayetinde, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) şöyle buyurmuştur: “Ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a ihrama gireceği zaman ihramı için, şeytan taşlamasını yaptıktan sonra ve Beytullah´a yapacağı tavaf (-ı ziyaret)ten önce ihramdan çıkınca da hıll´i (ihramsız hâli) için tîbini sürdüm.” [Nesâî, Hacc 41, (5, 137).][112]
AÇIKLAMA
:1218 numaralı hadiste yapılmıştır.[113]
ـ17ـ وفي أخرى: ]طِيباً َ يُشْبِهُ طِيَبكُمْ هذَا[ ـ يعنِى طيباً ليس له بقاء.»الذَّرِيرَةُ« ضَرْبٌ من الطيب مجموع من أخْط. »وَالْوَبِيصُ« الْبَصِيصُ وَالْبَرِيقُ. »وَيَنْضَخُ« بالخاء المعجمة: يفوح .
17. (1215)- Bir diğer rivayette şöyle denir: “Resûlullah´ın tîb´i (sürdüğü koku) sizin şu tîbinize benzemez.” Yani (sizin kullandığınız tîb), uzun müddet koku neşretmeye devam etmez, demektir. [Nesâî, Hacc 41, (5, 137).][114]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet de Hz. Aişe´ye aittir. Bütünü içinde şöyledir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a ihramsız iken de, ihrama gireceği zaman da tîbini sürdüm. Sizin bu tîbiniz onun tîbine benzemez.” Hz. Aişe bu sözü ile, “(Sizin tîbinizin) bekâsı yoktur (kokusu devam etmez)” demek istemiştir.
Sindî bu ifadeyi şöyle açıklar: “İhrama girmezden önce kullandığınız tîbin kokusu, ihramdan sonra devam etmez, hemen kaybolur. Halbuki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) en iyi kokudan kullanırdı ve ihramdan sonra da koku neşretmeye devam ederdi.” Sindî bu te´vili Hz. Aişe´den gelen diğer rivayetlerin ruhuna uygun olarak yaptığını belirtir. Aksi takdirde: “Hz. Peygamber´in kullandığı tîbin kokusu devam etmezdi” şeklinde te´vil dahi mümkündür.[115]
ـ18ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]كُنَّا نَخْرُجُ مَعَ رسولِ اللّهِ # إلى مَكَّةَ فَنُضَمِّدُ جِبَاهَنَا بِالسُّكِّ المُطَيِّبِ عِنْدَ ا“حْرَامِ فإذَا عَرِقَتْ إحْدَانَا سَالَ عَلى وَجْهِهَا فَيَرَاهُ رسولُ اللّه # فََ يَنهَانَا[. أخرجه أبو داود.ومعنى »نُضَمِّدُ« أبى نلطخ. و»السُّكُّ« نوع معروف من الطيب .
18. (1216)- Hz.Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ile (hacc ve umre için ihrama girip) Mekke´ye giderdik. İhram sırasında alınlarımıza sükk denen bir tîb sürerdik. Birimiz terleyecek olsa, yüzüne akardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu gördüğü halde (bize) onu(n sürülmesini) yasaklamazdı.” [Ebu Dâvud, Menâsik 32, (1830).][116]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste geçen sükk, Lisânu´l-Arab´a göre bir tîb çeşididir. Misk ve râmek kokularının karıştırılmasıyla elde edilir. Başka çeşit tîbe karıştırılarak kullanılır.
2- Bu rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sükk denen tîbi ihramlı iken hanımlarının süründüklerini gördüğü halde sesini çıkarmadığı ifâde edilmektedir. Resûlullah´ın gördüğü şeye sükût buyurması takrîrî sünnet addedilir ve bu, sükût edilen şeyin Resûlullah tarafından kabul edildiğine delil sayılır.
Ahmed İbnu Hanbel´in bir rivayetinde de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ihramlı iken koku maddesiyle kaynatılmamış saf zeytinyağı ile yağlandığı rivayet edilmiştir. Bu rivayette, ihramlı iken saf zeytinyağı ile yağlanılabileceğine dair delil çıkarılmıştır. 1211 numaralı hadiste açıkladığımız Hz. Aişe ile Hz. İbnu Ömer ihtilâfının aslı, bir kere daha görülüyor ki, Resûlullah´tan görülen farklı tatbikata dayanmaktadır.
3- Yanlış anlaşılmaması için tekrar belirtelim, Hz. Aişe´nin belirttiği sükk sürme işi, ihrama girmezden önce cereyan etmiştir. Ebu Dâvud, Hz. Aişe´nin bu hadisini ihramdan sonra da devam eden kokunun önceden sürülebileceğine delil yapmak kasdıyla kaydetmiştir. İhram sırasında kadın ve erkek hiç kimseye koku sürmenin helâl olmadığı hususunda ulemâ ihtilaf etmez, icma eder. Ancak zeytinyağı tîb değildir, kokusu için sürülmez, başka maksadla sürülür. Bu sebeple saç ve sakal hariç zeytinyağının, ihramlı iken sürülmesi câiz addedilmiştir.[117]
ـ19ـ وعن الصَّلْتِ بن زبيد عن غير واحد من أهله. ]أنَّ عُمرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ وَجَدَ رِيحَ طِيبٍ وَهُوَ بِالشَّجَرَةِ. فقَالَ: مِمَّنْ هذَا؟ فقَالَ كَثِيرُ بنُ الصَّلْتِ مِنِّى، لَبَّدتُ رَأسِى وَأرَدْتُ أنْ أحْلِقَ. فقَالَ عُمَرُ: اذْهَبْ إلى شَرَبَةٍ مِنَ الشَّرَبَاتِ فَادْلُكْ رَأْسَكَ حَتَّى تُنْقيَهُ فَفَعَلَ ذلِكَ[. أخرجه مالك .
19. (1217)- Salt İbnu Zübeyd (rahimehullah), ailesinin bazı fertlerinden naklen şunu rivayet etmiştir: “Hz. Ömer (radıyallahu anh) Şecere nâm mevkide iken, bir tîb kokusu hissetti.
“Bu koku kimden geliyor ” diye sordu: Kesîr İbnu´s-Salt:
“Bendendir, (saçımın dağılmaması için) süründüm ve tıraş olmamaya karar verdim” dedi. Hz. Ömer (radıyallahu anh):
“Su birikintilerinden birine git, başını koku gidinceye kadar ovuştur!” diye emretti. Kesir İbnu´s-Salt öyle yaptı.” [Muvatta, Hacc 20, (1, 329).][118]
ـ20ـ وله في أخرى عن أسلم مولى عمر ]أنَّ عُمَرَ وَجَدَ رِيحَ طِيبٍ فَقَالَ: مِمّنْ هذَا الطِّيبُ؟ فقَالَ مُعَاوِيَةُ بنُ أبِى سُفْيَانَ: مِنِّى يَا أمِيرَ المُؤمِنِينَ! فقَالَ مِنْكَ لَعَمْرُ اللّهِ؟ فقَالَ: إنَّمَا طَيَّبَتْنِى أُمُّ حَبِيبَةَ يَا أمِيرَ المُؤمِنينَ. فقَالَ عُمَرُ: عَزَمْتُ عَلَيْكَ: لَتَرْجِعَنَّ فَلَتَغْسِلَنَّهُ[.»التَّلْبِيذُ« أن يُسَرِحَ شعر رأسه، ويجعل فيه شيئاً من صَمْغ ليلتزق، و يتشعَّث في ا“حرام. »والشَّرَبَةُ« بفتح الشين والراء: الماء المجتمع حول النخلة كالحوض.
20.(1218)- Muvatta´nın bir diğer rivayeti, Eslem Mevlâ Ömer´den: “Ömer (radıyallahu anh), bir tîb kokusu hissetmişti.
“Bu koku kimden ” diye sordu. Muâviye İbnu Ebî Süfyan (radıyallahu anh):
“Ey mü´minlerin emîri! Bendendir!” diye cevap verdi. (Hz. Ömer kızgın bir eda ile):
“Allah Allah! Senden mi ” diye çıkıştı. Hz. Muâviye:
“Bana Ümmü Habibe sürdü, ey mü´minlerin emîri!” (diye özür) beyan etti. Hz. Ömer:
“Allah aşkına geri dön ve şu sürdüğün şeyi yıka!” diye emretti.” [Muvatta, Hacc 19.][119]
AÇIKLAMA:
1- Yukarıdaki iki rivayet, birbirine ziyadesiyle benzerlik arzeden iki ayrı hâdiseyi anlatmaktadır. Saçına koku saçıcı bir madde sürdüğü için Hz. Ömer´in müdahalesine mâruz kalan şahıs, birinci hadiste Kesîr İbnu´s-Salt, ikinci hadiste ise Muaviye İbnu Ebî Süfyan (radıyallahu anhümâ)´dır.
2- Hz. Ömer´in kokuyu hissettiği yer Şecere´dir. Zülhuleyfe´de, Esma Bintu Muhammed İbni Ebî Bekr´in doğum yaptığı yerdir. Medine´ye altı mil mesafededir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´ye giderken, Medine´den oraya gelir, ihrama orada girerdi.
3- Su birikintisi diye tercüme ettiğimiz şerbet´i İmam Mâlik hurmanın dibindeki çukurluk diye târif eder. Diğer açıklamalardan, suyun birikmesi için, ağaçların etrafında, hâlen teşkil edilen havuzlama çukurları olduğu anlaşılıyor.
4- İkinci rivayetin bir başka vechinde, Hz. Ömer (radıyallahu anh)´in Hz. Muâviye´ye öfkelendiği kaydedilir. Şârihler, Hz. Ömer´in, Hz. Muâviye´yi refaha düşkünlükle itham edip Arab´ın Kisrası diye isimlendirdiğini belirtirler.
5- İbnu Ebî Şeybe´nin rivayetinde: “…Herkes ihramını giyince, Hz. Ömer bir tîb kokusu hissetti ve: “Bu kimdendir ” diye sordu…” denir. “Bendendir ey mü´minlerin emîri!” diyen, bu rivayette Berâ İbnu Âzib´tir.6- Bu rivayetler, Hz.Ömer´in ihramlıya hiçbir surette kokuyu câiz görmeyen fetvasını aksettirmektedir. Zürkânî, bu meselede -az yukarıda kaydettiğimiz, Hz. Aişe ile olan ihtilâfa parmak basarak der ki: “Hz. Ömer, ihrama girecek kimsenin, önceden koku sürünmüş olmasını, bu kadar büyük sahâbi ve tâbiin huzurunda reddettiği halde, onlardan hiçbiri ona itiraz etmedi. Şu halde bu durum, Hz. Aişe´nin buna muhalif rivayetin te´vil edilmesi gerektiğine en kuvvetli bir delildir.”[120]
ـ21ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّهُ كَفَّنَ ابْنَهُ وَاقِداً وَمَاتَ بِالْجُحْفَةِ مُحْرِماً وَخَمَّرَ رَأسَهُ وَوَجْهَهُ وَقالَ: لَوَْ أنَا حُرُمُ لَطَيَّبْنَاهُ[. أخرجه مالك .
21. (1219)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´den anlatıldığına göre: “İhramlı iken Cuhfe´de ölmüş olan oğlu Vâkid´i kefenlemiş, bu arada başını ve yüzünü örttükten sonra şöyle demiştir: “Eğer ihramlı olmasaydık, cenâzeye tîb de sürerdik.” [Muvatta, Hacc 14, (1, 327).][121]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, ihramlı iken kokulu nesneye değilmemesi gereğine bir delil olduğu gibi, ihram sırasında ölen kimsenin normal şekilde kefenlenmesi gereğine de delil olmaktadır. Zîra, ihramlı halde, ölen oğlunun başını ve yüzünü örtmüştür. Halbuki, ihramlının başı ve yüzü açıktır. İhramlı koku sürünmez, ama cenazeye mûtad üzere sürülmelidir. İbnu Ömer (radıyallahu anh) oğlunun cenazesine sürmüyor, fakat özrünü beyan ediyor: Tekfine katılan hepimiz ihramlıyız, ihramlı olanların kokuya değmemeleri gerekir, böyle olmasaydık, ihramlı iken ölmüş bulunan cenazeye mutad üzere koku da sürerdik.”
Bu hadiste, İmam-ı Âzam, İmam Mâlik ve Evzâî Sahiheyn´de kaydedilen bir İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) rivayetine cevap bulurlar: “İhramlı bir kimseyi, devesi sırtından atarak ölümüne sebep olmuştu. Durum Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a intikal ettirilince: اغْسِلُوه وكفنُوهُ وََ تُغَتُّوا رَأسَهُ وََ تَقْرَبُوهُ طيباً: فَاِنَّهُ يُبْعَثُ مُلَبِّياً
“Onu yıkayın, kefenleyin, sakın başını örtmeyin ve koku da yaklaştırmayın. Zîra o, (kıyamet günü) telbiye getirerek diriltilecektir” buyurdu.
İmam Şafiî, Ahmed İbnu Hanbel, İshâk İbnu Râhuye ve Zâhirîler, bu sonuncu rivayetten hareketle, ihramlı iken ölen bir kimsenin, öldükten sonra da ihramlı sayılacağını söylerler. Hadiste ifade edilen: “Başını örtmeyin, koku da sürmeyin” emri bunu ifade eder. Hatta, hadisin bazı vecihlerinde “iki parça içerisine kefenleyin” ziyâdesi de vardır. Yani, kefeni de, ihram gibi iki parçadan ibaret olmalıdır.
Bu görüşe katılmayan âlimler (Mâlik, Ebu Hanife..) ihram halinde ölen kimseye ihramsız gibi muâmele yapılması gerektiğini söylerler. Onlara göre ihram, diğer ibadetler gibi bir ibadettir. Namaz, oruç vs. ibadetler ölümle iptal olduğu gibi, bu da ölümle iptal olur. Ölümle ihram devam edecek olsa, cenazesinin tavaf ettirilmesi ve diğer menâsikin de tamamlattırılması gerekirdi. Halbuki hiçbir âlim bunu söylememiştir.
Ayrıca İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) hadisi, hadiste geçen şahısla ilgili hususî bir hüküm ifade etmektedir. Onu umumîleştirmek mümkün değildir. Çünkü Hz. Peygamber, “Zîra o telbiye getirerek diriltilecek” buyurmuştur… Halbuki, şehidlerle ilgili hüküm ifâde edilirken tahsis değil ta´mim ifade eden bir üslub kullanılmıştır: “Şehid (kıyamet günü), yarasından kan akıyor olduğu halde dirilir.” Bu mülâhazaya göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “İhramlı halde ölen kimse kıyamet günü telbiye getirerek dirilir” buyurmuş olsaydı hüküm umumiyet kazanmış olacaktı.[122]
ـ22ـ وعن نافع قال: ]كانَ ابنُ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما إذَا خَرَجَ إلى مَكَّةَ ادَّهَنَ بِدُهْنٍ لَيْسَتْ لَهُ رَائِحَةٌ طَيِّبَةٌ، ثُمَّ يأتِى مَسْجِدَ ذِى الحُلَيْفَةِ فَيُصَلِّى ثُمَّ يَرْكَبُ. فإذَا اسْتَوَتْ بِهِ رَاحِلتُهُ قَائمَةً أحْرَمَ ثُمَّ يقُولُ: هكذَا رَأيْتُ رسولَ اللّه # يَفْعَلُ[. أخرخه البخارى .
22. (1220)- Nâfi anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) ihram giyerek Mekke´ye müteveccihen yola çıktığı zaman, güzel kokusu olmayan bir yağ ile yağlanırdı. Sonra Zülhuleyfe mecsidine gelir, orada (ihram için iki rek´at) namaz kılar, sonra hayvanına binerdi. Devesi (ayağa kalkıp) onu doğrultunca telbiyeye başlar ve şöyle derdi: “Ben Resûlullah´ın böyle yaptığını gördüm.” [Buharî, Hacc 28; Muvatta, Hacc 32, (1, 333).][123]
AÇIKLAMA:
Burada ihram, telbiye getirmek mânasına gelir. İbnu Ömer, ihramını giydikten sonra kılınması sünnet olan iki rek´at ihram namazını kılınca hemen telbiyeye başlamıyor, devesine binip, devesi ayağa kalkınca, tam binme halini aldıktan sonra telbiyeye başlıyor. Sözgelimi ayağını atarken veya, deve kalkarken değil, tam binmiş vaziyete geçince telbiyeyi getiriyor. Böylece ihram yasakları fiilen başlatılmış oluyor.[124]
ـ23ـ وفي رواية للترمذى قال: ]كانَ يَدَّهِنُ بِدُهْنٍ غَيْرِ مُقَتَّتِ. يَعْنِى غَيْرِ مُطَيِّبٍ[.»الْقَتُّ« تطييب الدهن بالريحان .
23. (1221)- Tirmizî´nin bir rivayetinde şöyle denir: “(İbnu Ömer) reyhanlanmamış bir yağla yağlanırdı.” Yani kokulandırılmamış. [Tirmizî, Hacc 114, (962); İbnu Mâce, Menâsik 88, (3083).][125]
AÇIKLAMA:
Hadiste geçen mukattat, reyhanla kaynatılmak suretiyle koku sindirilmiş demektir. İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) ihramlının mutlak surette kokudan uzak kalması kanaatinde olduğu için, ihram öncesi yağlanırken kokulu kılınmamış, tabiî yağla yağlanmıştır. Bu te´vili esas alanların ihram giydiği takdirde izi devam ederek koku salmayı sürdürecek olan kokulu krem kullanmaması gerekir.
Hanefîlerin ihram öncesi kokulanmayı müstehab addettiklerini bir kere daha hatırlatalım.[126]
ـ24ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]يَشُمُّ المُحْرِمُ الرَّيْحَانَ، وَيَنْظُرُ في المِرآةِ، وَيَتَدَاوَى بِمَا يَأكُلُ الزَّيْتِ وَالسَّمْنِ[. أخرجه البخارى ترجمة .
24. (1222)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “İhramlı reyhan koklayabilir, aynaya bakabilir. Yediği zeytinyağı ve tereyağı ile tedâvi olabilir.” [Buharî, Hacc 18, (Bab başlığında, senetsiz olarak kaydetmiştir).][127]
AÇIKLAMA:
İhramlının reyhan koklaması ihtilâflı bir mevzudur. Sadedinde olduğumuz rivayetde İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´ın bunda bir beis görmediği ifade ediliyor. Ancak, İshâk da mübah derken, Ahmed İbnu Hanbel, tevakkuf etmiş, Şafiî hazretleri haramdır demiş, İmam Mâlik ve Ebû Hanife (rahimehumullah) “mekruh” addetmişlerdir.
Aynaya bakma hususunda Sevrî´nin Câmi´inde kaydedilen rivayete göre İbnu Abbâs “Muhrim olanın aynaya bakmasında bir beis yoktur” demiştir. Kasım İbnu Muhammed´den gelen rivayette mekruh addedilmiştir.
Ebû Bekir İbnu Ebî Şeybe´nin kaydettiği rivayette İbnu Abbâs, يَتَدَاوَى الْمُحْرِمُ بِمَايَأْكُلُ
“Muhrim yediği şey ile tedavi olur” demiştir. Bir başka rivayette ise: “Muhrimin eli veya ayakları çatlayacak olursa, zeytinyağı veya tereyağı sürebilir” demiştir.
Bu ifadede Mücâhid´in: “Tereyağı ve zeytinyağı ile tedavi olamaz, aksi halde dem (koyun kurban etmesi) gerekir” şeklindeki görüşüne cevap verilmiş olmaktadır.[128]
ـ25ـ وعن عبداللّه بن حُنَين: ]أنَّ ابنَ عبَّاسٍ وَالمِسْوَرَ بنَ مَخْرَمَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. اخْتَلَفَا بِا‘بْوَاءِ. فقَالَ ابنُ عَبَّاسٍ: يَغْسِلُ المُحْرِمُ رَأسَهُ؛ وَقَالَ الْمِسْوَرُ: َ يَغْسِلُ المُحْرِمُ رَأسَهُ. فأرْسَلَنِى ابنُ عَبَّاسٍ إلى أبى أيُّوبَ ا‘نْصَارىِّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَوَجَدْتُهُ يَغْتَسِلُ بَيْنَ الْقَرْنَيْنِ وَهُوَ يَسْتُرُ بِثَوْبٍ. فَسَلَّمْتُ عَلَيْهِ فقَالَ: مَنْ هَذَا؟ فقُلْتُ: أنَا عَبْدُاللّهِِ بنُ حُنَيْنٍ أرْسَلَنِى إلَيْكَ ابنُ عَبَّاسٍ يَسْألُكَ كَيْفَ كانَ النَّبىُّ # يَغْسِلُ رَأسَهُ وَهُوَ مُحْرِمٌ؟ فَوَضَعَ أبُو أيُّوبَ يَدَهُ عَلى الثَّوْبِ فَطأطأَهُ حَتَّى بَدَا لِىَ رَأسُهُ. فقَالَ “نْسَانٍ يَصُبُّ عَلَيْهِ: اصْبُبْ فَصَبَّ عَلى رَأسِهِ فَحَرَّكَ رَأسَهُ بِيَدَيْهِ فأقْبلَ بِهِمَا وَأدْبَرَ، وقال: هكذَا رَأيْتُهُ # يَفْعَلُ[. أخرجه الستة إ الترمذى.زاد في رواية غير مالك: قالَ المِسْوَرُ بن عبّاس: أُمَارِيكَ أبداً. »قَرْنَا الْبِئْرَ« عضادَتاها التى يجعل عليهما البكرة. »وَالمُمَارَاةُ« المجادلة.
25. (1223)- Abdullah İbnu Huneyn anlatıyor: “İbnu Abbas ile Misver İbnu Mahreme (radıyallahu anhümâ) Ebvâ´da ihtilâf ettiler. İbnu Abbas: “Muhrim başını yıkar” dedi. Misver ise: “Hayır, yıkayamaz!” dedi. İbnu Abbâs, beni Ebu Eyyûb el-Ensârî (radıyallahu anh)´ye gönderdi. Ben onu iki direk arasına gerilmiş bir perde gerisinde yıkanıyor buldum. Kendisine selam verdim.
“Kim o ” dedi.
“Abdullah İbnu Huneyn´im. Beni, size İbnu Abbas gönderdi. Sizden, ihramlı iken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın başını nasıl yıkadığını soruyor” dedim. Bunun üzerine Ebû Eyyûb (radıyallahu anh) elini perde (ipinin) üzerine koyup aşağı doğru bastı ve başı göründü. Üzerine su döken birisine: “Dök!” dedi. O da döktü. Ebu Eyyub (radıyallahu anh) başını elleriyle ileri geri ovalayıp:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı böyle yapar gördüm” dedi.” [Buharî, Cezâu´s-Sayd 14; Müslim, Hacc 91, (1205); Muvatta, Hacc 4, (1, 323); Ebu Dâvud, Menâsik 38, (1840); Nesâî, Hacc 27, (5, 128-129); İbnu Mâce, Menâsik 22, (2934).]
Muvatta dışındaki rivayetlerde şu ziyade mevcuttur: “Misver, İbnu Abbâs´a şunu söyledi: “Seninle bir daha münakaşa etmiyeceğim (ne dersen kabûlüm).”[129]
AÇIKLAMA:
1- Buharî bu hadisi, “Muhrimin yıkanması” adlı bir babta kaydeder. Yıkanma ile ferahlık, paklık ve cenâbetten temizlenmek gibi çeşitli maksatlarla yapılan yıkanmaların hepsini kasteder. Muhrimin cenâbetten temizlenmek için yıkanması gereğinde ulemâ icma eder. Başka maksatlarla yapılacak yıkanmalarda ihtilâf edilmiştir.
İmam Mâlik, muhrimin su ile başını örtmesini mekruh addetmiştir. Nitekim Muvatta´da, İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in ihramlı iken sadece ihtilâm halinde yıkandığı rivayet edilmiştir.
İbnu Abbas: “Muhrim hamama gider, tırnağı kırılırsa koparıp atar” demiştir.
Hasan Basri ve Atâ da yıkanmayı mekruh addetmiştir.
Hz. Aişe başını veya vücudunu kaşımakta beis görmemiştir.
2- Başın yıkanıp yıkanmaması ihtilafı, daha ziyade saçın dökülme ihtimalinden doğmaktadır. Çünkü, baş yıkanırken parmaklarla kaşımak gerekmektedir.
Halbuki ihramlının vücudundan kıl yolunması yasaktır. Yukarda kaydettiğimiz ihtilâflar bu temel espriden kaynaklanır.
Abdullah İbnu Huneyn, Ebu Eyyub´e “başın yıkanıp yıkanmadığını” sormak üzere geldiği halde, soruyu biraz değiştirerek: “Baş nasıl yıkanır ” diye sormuştur. Zîra Ebu Eyyub hazretlerini yıkanır vaziyette bulunca, soruyu “Baş yıkanır mı ” şeklinde sormanın mânası kalmamıştır. Fetânet eseri olarak, saçın yolunma ihtimalini asgarîye düşürecek bir tarzda mı yıkandığını anlamayı tercih etmiş, bu maksadla “İhramlı iken Resûlullah başını nasıl yıkardı ” diye sormuştur. Ebu Eyyûb (radıyallahu anh) ellerini başından ileri geri kaydırarak ovalamış ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ihramlı iken, normal bir yıkayışla baş yıkadığını ifade etmiştir.
3- Bu rivayet, bir kısım meselelerde Ashab´ın kendi aralarında münâkaşa ettiklerini gösterdiği gibi, münakaşa âdablarını da göstermektedir. Meseleyi, nassa başvurarak tahkik ediyorlar, nass ortaya çıkınca kendi fikirlerinden vazgeçiyorlar.
4- Misver (radıyallahu anh)´in, İbnu Abbâs´a: “Seninle artık bir daha münakaşa etmeyeceğim” demesi, birbirlerinin faziletini kabuldeki mümtaz ahlâklarını göstermesi bakımından mânidardır. Bu söz, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´ın fikhî meselelerde de üstünlüğünü, nassa dayanmayı esas aldığını gösterir.
5- Ebu Eyyûb´tan açıklayıcı haberi getiren tek kişidir: Abdullah İbnu Huneyn. Şu halde Misver (radıyallahu anh), haber-i vahidi, hem de Tâbiin´den olan bir kimsenin haber-i vâhidini kabul etmiş olmaktadır ki, bu, Ashab´ın haber-i vâhidle amel etmelerine de bir delil olmaktadır.
6- Ashab´tan birinin sözü, diğerini bağlayıcı değildir. Bu sebeple münâkaşa edilebiliyor ve tahkike başvurabiliyorlar. İbnu Abdilberr demiştir ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: اَصْحَابِى كَالنُّجُومِ “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uysanız doğru yolda olursunuz” sözündeki iktidâ ile fetvalarına uymak kastedilmiş olsaydı, İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) iddiasına hüccet aramaya ihtiyaç duymaz, bilakis Misver´e: “Ben yıldızım, sen de yıldızsın, bizden sonrakiler hangimize uyarlarsa bu onlar için yeterlidir” derdi. Öyle ise o hadisin mânası, ehl-i ilimden el-Müzenî ve başkasının da söylediği üzere, “Ashab nakil meselesinde yıldız gibidir” demektir, çünkü hepsi udûl´dür.
7- Hadiste, yıkanırken perde çekmenin gereğine, temizlenmede yardım istemenin cevazına delil var.
8- Keza tahâret halinde selam alıp verme, konuşma caizdir.
9- Muhrimin yıkanması câizdir, saçını bol su ile doyurması, yolunmasından emin olduğu takdirde ovalaması caizdir. Hatta, Kurtubî, bu hadisten hareketle, yıkanırken başı ovmanın vâcib olduğuna hükmetmiştir. Der ki: “Eğer ovmadan yıkanmak tamam olsaydı muhrimin bunu terketmeye daha çok hakkı olurdu, ovmada mahzur açıktır (saç yolunması).”
Kurtubî, “Abdest sırasında müstehab olan sakal tüylerinin arasından parmakların geçirilmesi (hilalleme), ihramlı için de müstehablığını devam ettirir” diyerek Şafiîlerden bazılarının, – yolunma endişesiyle – “İhramlı, abdest alırken sakalını hilallemez, mekruhtur” sözünü de reddetmiş olmaktadır. Kurtubî, bu hükmünde de sadedinde olduğumuz hadise dayanır ve der ki: “Baştaki tüyleri ovmakla, sakaldaki tüyleri ovmak arasında fark yoktur…”.[130]
ـ26ـ وعن خارجة بن زيد عن أبيه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ النَّبىَّ # تَجَرَّدَ “هَْلِهِ وَاغْتَسَلَ[. أخرجه الترمذى.وذكر رزين رواية أنَّ النَّبىِّ # اغْتَسَلَ “حْرَامِهِ وَلِطَوافِهِ بِالْبَيْتِ وَلِوُقُوفِهِ بِعَرَفَةَ .
26. (1224)- Hârice İbnu Zeyd, babası Zeyd (radıyallahu anh)´den naklediyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ihrama girmek çin soyundu ve yıkandı.” [Tirmizî, Hacc 16, (830).]Rezin de şu rivayeti kaydetti:”Aleyhussalatu vesselam, ihramını giymek, Kabeyi tavaf etmek ve Arafat´da vakfe içi yıkandı”[131]
AÇIKLAMA:
1- Aliyyu´l-Kârî, “soyunma”yı, “dikişli elbiselerini çıkarıp izâr ve ridâsına büründü” diye açıklar.
2- Bu hadis, ihrama girecek kimsenin, ihramdan önce yıkanmasının müstehab olduğuna delil olmuştur. Ulemâ çoğunlukla böyle hükmetmiştir. Vâcibtir diyen de olmuştur.[132]
ـ27ـ وعن نافع قال: ]كانَ ابنُ عُمَر يَغْتَسِلُ “حْرَامِهِ قَبْلَ أنْ يُحْرِمَ وَلِدُخُولِهِ مَكَّةَ وَلِوُقُوفِهِ بِعَرَفَةَ[. أخرجه مالك.زاد في رواية: وَكانَ إذَا أحْرَمَ َيَغْسِلُ رَأسَهُ إَّ مِنَ ا‘حْتَِمِ .
27. (1225)- Nâfi anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) ihrama girmezden önce ihram için, Mekke´ye girmek için, Arafat´ta vakfe için yıkanırdı.” [Muvatta, Hacc 3, (1, 322); Buharî, Hacc 38.]
Bir rivayette şu ziyade vardır: “İhrama girdi mi, başını sadece ihtilâm olduğu zaman yıkardı.”[133]
AÇIKLAMA:
Sünnete bağlılığıyla meşhur İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in hacc ve umre ile alâkalı olarak üç yerde yıkandığı belirtilmektedir:
1- İhrama girmezden önce, dikişli elbiseleri çıkarınca, izâr ve ridasını giymek için yıkanıyor,
2- Mekke´ye girmezden önce. Buharî´nin bu rivayetinde: “Harem´in en yakın yerine geldiği zaman telbiyeyi bırakır, Zu-Tuvâ nam mevkide geceler, sonra orada sabah namazını kılar ve yıkanırdı. Sonra: “Resûlullah böyle yapmıştı” derdi.”diye bu hususa açıklık getirilir.
3- Arafat´ta vakfe için: Bu yıkanmayı arefe akşamı yaptığını Muvatta´daki rivayet tasrih eder.[134]
ـ28ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّ النَّبىَّ # لَبَّدَ رَأسَهُ بالْغَسْلِ[. أخرجه أبو داود والنسائى.وعنده سَمعتهُ # يُهِلُّ مُلَبِّداً .
28. (1226)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yıkandığı su ile saçlarını (dağılmayacak şekilde) tarayıp nizama soktu.” [Ebu Dâvud, Menâsik 12,(1747, 1748) Nesâî, Hacc 40, (5, 136); Buhârî, Hacc 19; Müslim 21, (1184); İbnu Mâce, Menâsik 72, (3047).][135]
AÇIKLAMA:
1- Telbid: Saça hususî şekilde hazırlanmış yapışkan bir şeyler sürerek saçların birbirine yapışmasını sağlamak, düzene koymak demektir. Telbid yapılınca toz toprağın, bazı haşerelerin saçlar arasına nüfuz etmesi ve saçın fazlaca kabarıp dağılması önlenmiş olmaktadır. Rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın saçlarına telbid yaptırarak ihrama girdiğini belirtmektedir.
2- Rivayette geçen غَسْل kelimesi عَسَل şeklinde de gelmiştir. Yani gasl olursa yıkanmak için hususî surette hazırlanmış su mânasına gelir. Asel ise “bal” demektir. Şu halde saçları yapıştırmak için, saç kremi yerine o devirde bal sürülmüş olması mevzubahistir. Bu hususta şârihler açıklama sunmazlar.[136]
ـ29ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]َ يَدْخُلُ المُحْرِمُ الحَمَّامََ[. أخرجه البخارى ترجمة .
29. (1227)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: “İhramlı kimse hamama girer.” [Buharî, Cezâu´s-Sayd 14 (Tercüme bab başlığı olarak, senedsiz şekilde) kaydedilmiştir.][137]
AÇIKLAMA:
1- Buharî, bu rivayeti, يَدْخُلُ الْمُحْرِمُ الْحَمَّامَ “Muhrim hamama girer…” diye müsbet bir mânada kaydederken, Teysir, yukarıda görüldüğü üzere cümlenin başına getirerek mânayı nefy (olumsuz) yapmıştır. Hata olduğu açık.
2- Bu rivayet Buharî´de muallak ise de Beyhakî ve Dârekutnî´de mevsul olarak gelmiştir. Hadisin bir başka vechi İbnu Abbas´ın Cuhfe´de ihramlı iken hamama gittiğini ve: “(Temizlenin) Allah sizin kirinize itibar edecek değildir” dediğini belirtir. Keza bir başka rivayette de: “Muhrim hamama gider, gerekirse dişini çeker, kırılacak olursa tırnağını atar… Ezâ verici şeyleri atın, size eza veren şeyler Allah´ın işine yaramaz” buyurmuştur.[138]
ـ30ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]احْتَجَمَ رسولُ اللّهِ # وَهُوَ مُحْرِمٌ[ أخرجه الخمسة، وهذا لفظ الشيخين.وزاد البخارى رحمه اللّه تعالى في أخرى: وَاحْتََجَمَ وَهُوَ صَائِمٌ.وله في أخرى: احْتَجَمَ في رَأسِهِ
وَهُوَ مُحْرِمٌ مِنْ وَجَعٍ كانَ بِهِ.وفي أخرى: من شَقيقةٍ كانَتْ بِهِ بمَاءٍ يُقَالُ لَهُ لَحْىُ جَمَلٍ مِنْ طرِيقِ مَكَّةَ في وَسَطِ رَأسِهِ .
30. (1228)-Yine İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ihramlı iken hacamat oldu (kan aldırdı).” [Buharî, Cezâu´s-Sayd 11, Tıbb 12, 15; Müslim, Hacc 88., (1203); Ebu Davud, Menâsik 36, (1835-1836); Tirmizî, Hacc 22, (839); Nesâî, Hacc 92, (5, 193); İbnu Mâce, Menâsik 87, (3081).] Bu metin Sahiheyn´in metnidir.
Buharî merhumun bir diğer rivayetinde: “[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)] oruçlu iken hacamat oldu” denir. Yine Buharî´nin bir diğer rivayetinde: “[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)] ihramlı iken çektiği ağrı sebebiyle başından hacamat oldu” denir.
Bir diğer rivayette: “Şakîka denen (başının ön kısmındaki) bir ağrı sebebiye, Lahyu Cemel adında Mekke yolu üzerindeki bir su başında, başının ortasından hacamat oldu” denir.[139]
AÇIKLAMA:
Çeşitli vecihlerde gelmiş olan bu rivayetten şu hükümler çıkarılmıştır:
1- Nevevî der ki: Muhrim, zaruret olmaksızın hacamat olmak ister de, bu iş saçın kesilmesini gerektirirse, saçın kesilmesi sebebiyle bu haramdır. Saç kesilmesini gerektirmezse Cumhur´a göre câizdir. İmam Mâlik mekruh demiştir.
Hasan Basrî: “Saç kesilmese de fidye ödemek gerekir, ancak zaruret icabı hacamat olmuş ise, saç kesilmesi de caizdir, fakat fidye gerekir” der.
2- Bu hadisle, saç kesme ve koku sürünme gibi ihram yasağına yer vermeyen kan aldırma, yara açma, damar kesme, diş çektirme vs. tedavilerinin hepsinin câiz olduğu istidlâl edilmiştir. Bu tedavilerin hiçbiri sebebiyle fidye de gerekmez.[140]
ـ31ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]احْتَجَمَ رسولُ اللّه # وَهُوَ مُحْرِمٌ عَلى ظَهْرِ الْقَدَمِ مِنْ وَجَعٍ كانَ بِهِ[. أخرجه أبو داود والنسائى.وعنده مِنْ وَثىً كان به. »وَالْوثىَ« هو ان يصيب العظم وصم يبلغ الكسر.
31. (1229)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ihramlı iken ayağının sırtından çektiği bir ağrı sebebiyle hacamat oldu.” [Ebu Dâvud, Menâsik 36, (1837); Nesâî, Hacc 94, (5, 194).]
Nesâî´nin rivayetinde “…Maruz kaldığı incinme sebebiyle (ayağının sırtından hacamat oldu)” denmiştir.[141]
ـ32ـ وعن نافع أن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]َ يَحْتَجِمُ المُحْرِمُ إَّ أنْ يَكُونَ مُضْطَرّاً إلَيْهِ مِمّا َ بُدَّ مِنْهُ[. أخرجه مالك .
32. (1230)- Nâfi anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) dedi ki: “İhramlı kimse kaçınılmaz bir sebepten dolayı mecbur kalmadıkça hacamat olamaz.” [Muvatta, Hacc 75, (1, 350).][142]
AÇIKLAMA:
Görüldüğü üzere, İbnu Ömer de, saçın dökülmesine müncer olacak hacamatı, “zaruret olmaksızın” haram addeder. Kıl dökülmeyecek bir yerde olursa, ayak gibi, ulema câiz derken İbnu Ömer mekruh addeder. İmam Mâlik de zaruret olmadıkça kan aldırmayı mekruh addetmiştir. Çünkü bu, muhrimi zayıf düşürecektir. Aynı mülahaza ile hacının arafe günü oruç tutmasını da mekruh addeder.[143]
ـ33ـ وعن نُبَيْه بن وهب. ]أنَّ عُمرَ بنَ عُبَيْدِاللّهِ بنِ مَعْمَرٍ اشتَكَى عَيْنَيْهِ وَهُوَ مُحْرِمٌ وَأرادَ أنْ يُكَحِّلَهُمَا فَنَهَاهُ أبَانُ بنُ عُثْمَانَ وَأمَرَهُ أنْ يُضَمِّدَهُمَا بِالصَّبْرِ، وَحَدَّثَهُ عَنْ عُثْمَانَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ عَنِ النَّبىِّ # أنَّهُ كانَ يَفْعَلُهُ[. أخرجه الخمسة إ البخارى.زاد أبو داود وكانَ أبَانُ أمِيرَ المَوْسِمِ .
33. (1231)- Nübeyh İbnu Vehb (rahimehullah) anlatıyor: “Ömer İbnu Ubeydillah İbni Ma´mer, ihramlı iken gözünden hastalandı. Bunun üzerine gözlerine sürme çekmek istedi. Ancak Ebân İbnu Osman onu bundan men etti ve gözlerine sabır basmasını tavsiye etti. İlâveten: Hz. Osman (radıyallahu anh)´ın Resûlullah´ın böyle yaptığını rivayet ettiğini söyledi.” [Müslim, Hacc 89, (1204); Ebu Dâvud, Menâsik 37, (1838); Tirmizî, Hacc 106, (952); Nesâî, Hacc 45, (5, 143).]
Ebu Dâvud´un rivayetinde şu ziyade var: “Ebân hacc emîri idi.”[144]
AÇIKLAMA:
Sabır, tîb olarak kullanılmayan bir tedavi maddesidir. Bu sebeple ihramlının kullanmasına ruhsat verilmiştir. Sürmeye gelince, içerisinde koku maddesi yoksa, “Onun da kullanılması caizdir” denmiştir. Şâfiî hazretleri: “Sürme, bana göre, kadınlar için erkeklere nazaran daha ziyâde mekruhtur, ancak gerek beriki ve gerekse öteki hakkında fidyeye hükmedildiğini bilmiyorum” der.
Muhrimin sürme (kohl) kullanmasında Ebu Hanife ve ashabı, Süfyan-ı Sevri, Ahmed, İshak bir beis görmezler. Ancak ismid denen sürmeyi Süfyân ve İshak mekruh addederler.[145]
ـ34ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّهُ نَظَرَ في مِرْآةٍ لِشَكْوَى بِعَيْنَيْهِ وَهُوَ مُحْرِمٌ[. أخرجه مالك .
34. (1232)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´den rivayet edilmiştir ki, ihramlı iken, gözüne gelen bir rahatsızlık sebebiyle aynaya bakmıştır. [Muvatta, Hacc 93, (1, 358.][146]
AÇIKLAMA:
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) gözüne gelen bir ağrı sebebiyle aynaya bakmış olmaktadır. Süslenmek, saçını düzeltmek, tereffühte bulunmak gibi gayr-ı zarurî bir maksada mebnî bakış sözkonusu değildir. İmam Mâlik, bu rivayetten hareketle zarûrî bir maksadla muhrimin aynaya bakabileceğini söylemiş ise de, zarûrî olmaksızın bakmayı mekruh addetmiştir. “Çünkü der, saçının dağınıklığını görüp düzeltmeye kalkar.”[147]
ـ35ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]تَزَوَّجَ رسولُ اللّه # مَيْمُونَةَ وَهُوَ مُحْرِمٌ[. أخرجه الخمسة وهذا لفظ الشيخين.زاد البخارى في أخرى: في عُمْرةِ الْفَضَاءِ وَبَنى بِهَا وَهُوَ حَلٌ وَمَاتَتْ بِسَرِفَ .
وقال أبو داود: قال ابن المسيب: وَهِمَ ابنُ عَبَّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في تَزْوِيجِ مَيْمُونَةَ وَهُوَ مُحْرِمٌ.وفي أخرى للنسائى: تَزَوَّجَ النَّبىَّ # وَهُوَ مُحْرمٌ وَلَمْ يَذْكُرْ مَيْمُونَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْها .
35. (1233)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Meymune validemizle (radıyallahu anhâ) ihramlı iken tezevvüc buyurdular.” [Buharî, Cezâu´s-Sayd 12, Meğâzi 43, Nikâh 30; Müslim, Nikâh 46, (1410); Ebu Dâvud, Menasik 39, (1844, 1845); Tirmizî, Hacc 24, (842); Nesâî, Hacc 90, (1, 191, 192).]
Buhârî´nin bir rivayetinde şu ziyâde var: “Umretü´lkazâ sırasında, ihramsız olarak Meymûne ile gerdek yaptı. Meymûne Seref´te vefat etti.”
Ebu Dâvud der ki: İbnu Müseyyeb demiştir ki: “ihramlı iken Resûlullah´ın Meymûne ile evlenmesi meselesinde İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) vehme düşmüştür.”
Nesâî´ye ait bir başka rivayette: “İhramlı iken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) evlendi” denir. Meymûne ile evlendiği zikredilmez.[148]
AÇIKLAMA:
1- İhramlı iken nikâhlanma bahsi ihtilâflı bir mevzudur. Bu hadisi esas alan bir kısım ulemâ, ihramlı kimsenin nikâh akdi yapmasında bir beis görmez. Ancak, derler, ihramdan çıkmadıkça, cinsî münâsebette bulunamaz.” Ebu Hanife, Ebu Yusuf, İmam Muhammed, Hammâd İbnu Ebî Süleyman, İkrime, Mesrûk, Nehâî, Sevrî, Atâ vs. bazıları (rahimehumullah) bu görüştedir.
2- Cumhûr, Müslim´in kaydettiği Ebân İbnu Osman´ın Hz. Osman´dan yaptığı bir rivayete -ki 1237 numarada gelecek- dayanarak ihramlı bir kimsenin nikâhlanamayacağına, başkalarını da nikâh edemiyeceğine hükmetmişlerdir. Şafiî, Mâlik, Ahmed, Evzâî, İshak, Leys, Said İbnu´l-Müseyyeb, Sâlim, Kasım, Süleyman İbnu Yesâr vs. bu görüştedir. Ashab´tan Hz. Ali ve Hz.Ömer de bu görüştedir. Bunlara göre ihramlının kendisi veya başkası için yapacağı nikâh batıldır, dünür bile gönderemez. Ashâb´tan Ebu Râfi ile, yukarıda adı geçen Meymûne validemizden (radıyallahu anhümâ) gelen rivayetlerde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Meymûne (radıyallahu anhâ) ile evlendiği zaman ihramsız idi. Üsdü´l-Gâbe´de kaydedilen bir rivayette, Hz. Peygamber umretu´lkaza sırasında üç gün Mekke´de kalınca, Mekkeliler´e düğün ziyafeti teklif eder, kabul etmezler. Resûlullah oradan ayrılıp, dönüşte Seref´e gelir, orada Meymûne ile gerdek yapar.
İhramlı iken nikâh caizdir diyenlerle caiz değildir diyenler, lehte deliller ileri sürerken, mukabil tarafın delillerini de cerhetme husûsunda açıklamalar getirirler. Biz burada teferruata girmiyeceğiz. Her iki tarafın dayandığı rivayetler, müteakiben gelecek.[149]
ـ36ـ وعن أبى رافع رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]تَزَوَّجَ النَّبىُّ # مَيْمُونَةَ وَهُوَ حََلٌ وَبَنى بِهَا وَهُوَ حََلٌ، وَكُنْتُ أنَا الرَّسُولَ بَيْنَهُمَا[. أخرجه الترمذى.»بنى الرجل بزوجته« دخل بها، وقال الجوهرى: يقال بنى بها بل بنى عليها
36. (1234)- Ebû Râfi´ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ihramsız iken Meymûne (radıyallahu anhâ) ile evlendi. İhramsız olduğu halde onunla gerdek yaptı. İkisinin evlenmesinde aralarında ben elçilik yapmıştım.” [Tirmizî, Hacc 23, (841).][150]
ـ37ـ وعن ميمونة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]تَزَوَّجَنِى رسولُ اللّه # وَنَحْنُ حَََنِ بِسَرِفَ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذى؛ وهذا لفظ أبى داود.وعند مُسلمٍ: تَزَوَّجَهَا وَهُوَ حََلٌ. قالَ الراوى، وهُو يزيد ا‘صَمَّ: وكَانَت خالتى وخالةَ ابن عباسٍ.وزاد الترمذى: وبَنِى بِهَا حًََ وَمَاتَتْ بِسَرِفَ وَدَفَنَّاهَا في الظُّلَّةِ الَّتِى بَنِى بِهَا فِيهَا.»سَرِفَ« بوزن كَتِف: جبل بطريق المدينة.
37. (1235)- Meymûne (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Her ikimiz de Seref´te ihramsız iken, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) benimle evlendi.” [Müslim, Nikâh 48, (1411); Ebu Dâvud, Menâsik 39, (1843); Tirmizî, Hacc 24, (845).] Bu metin Ebu Dâvud´dakidir.
Müslim´de şöyle denmiştir: “Kendisi ihramsız olduğu halde O´nunla (Meymûne) evlendi, Râvi -ki Yezîd İbnu´l-Esamm´dır- der ki: “Meymûne hem benim teyzemdi, hem de İbnu Abbâs´ın teyzesi idi.”
Tirmizî´de şu ziyade vardır: “Meymûne (radıyallahu anhâ) ile gerdek yaptığında ihramsız idi. Meymûne Seref´te öldü. Onu, Resûlullah´ın kendisiyle gerdek yaptığı çadırda defnettik.[151]
ـ38ـ وعن سليمان بنَ يسار قال: ]بَعَثَ النَّبىُّ # أبَا رَافعٍ مَوَْهُ وَرَجًُ مِنَ ا‘نْصَارِ فَزَوَّجَاهُ مَيْمُونَةَ بِنْتَ الحَارِثِ، وَرَسُولُ اللّه # بِالمَدِينَةِ قَبْلَ أنْ يَخْرُجَ[. أخرجه مالك .
38. (1236)- Süleymân İbnu Yesâr anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), azadlısı Ebu Râfi´yi Ensâr´dan bir başkasıyla birlikte (Meymûne´ye) gönderdi. Onlar, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı Meymûne bintu´l-Hâris (radıyallahu anhâ) ile evlendirdiler. (O vakit) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) henüz Medine´de idi (ve umretu´lkaza için yola) çıkmamıştı.” [Muvatta, Hacc 69, (1, 348).][152]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Ebu Râfi´ ile gönderdiği ikinci şahıs, İbnu Sa´d´ın belirttiği üzere Evs İbnu Havlî´dir. Bunların evlendirmesinden maksat Resûlullah adına istemeleridir.Bazı rivayette, Meymûne (radıyallahu anhâ) meselesini, Abbas İbnu Abdilmuttalib´e havâle eder, evlendirme işini o tamamlar.[153]
ـ39ـ وعن عثمان رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسول اللّه #: َ يَنْكِحُ المُحْرِمُ وََ يُنْكِحُ وََ يَخْطُبُ[. أخرجه الستة إ البخارى.
39. (1237)- Hz. Osman (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İhramlı ne evlenir, ne evlendirir, ne de dünür gönderir.” [Müslim, Nikâh 41, (1409); Muvatta, Hacc 70, (1, 348, 349); Ebu Dâvud, Menâsik 37, (1841); Tirmizî, Hacc 23, (840); Nesâî, Hacc 91, (5, 192).][154]
ـ40ـ وعن نافع قال: ]قال ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: َ يَنْكِحُ المُحْرِمُ وََ يَنْكِحُ وََ يَخْطِبُ عَلى نَفْسِهِ وََ عَلى غَيْرِهِ[ .
40. (1238)- Nâfi anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) şöyle hükmetmiştir: “İhramlı evlenmez, evlendirmez, ne kendisi için kız ister, ne de başkası için.” [Muvatta, Hacc 72, (1, 349).][155]
ـ41ـ وعن أبى غطفان المُرِّى. ]أنَّ أبَاهُ طَرِيقاً تَزَوَّجَ امْرَأةً وَهُوَ مُحْرِمٌ فَرَدَّ عُمَرُ نِكَاحَهُ[. أخرجهما مالك .
41. (1239)- Ebu Gatafân el-Mürrî´nin anlattığına göre, babası Tarîf, ihramlı iken bir kadınla evlenmeş ise de Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu nikâhı reddetmiştir. [Muvatta, Hacc 71, (1, 349).][156]
ـ42ـ وعن أبى قتادة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كُنْتُ يَوْماً جَالِساً مَعَ رِجَالٍ مِنْ أصْحَابِ رسولِ اللّه # في مَنْزِلٍ في طَرِيقِ مَكَّةَ، وَرسولُ اللّهِ # أمَامَنا وَالْقَوْمُ مُحْرِمُونَ وَأنَا غَيْرُ مُحْرِمِ عَامَ الحُدَيْبِيَّةِ فَأبْصَرُوا حِمَاراً وَحْشِيّاً وَأنَا مَشْغُولٌ أخْصِفُ نَعْلِى فَلَمْ يُؤذِنُونِى وَأحَبُّوا لَوْ أنِّى أبْصَرْتُهُ. فَالْتَفَتُّ فأبْصَرْتُهُ فَقُمْتُ إلى الْفَرَسِ فَأسْرَجْتُهُ ثُمَّ رَكِبْتُ وَنَسِيتُ السَّوْطَ وَالرُّمْحَ. فَقُلْتُ لَهُمْ نَاوِلُونِى السَّوْطَ وَالرُّمْحَ. فقَالُوا: َ وَاللّهِ َ نُعِينُكَ عَلَيْهِ فَغَضِبْتُ فَنَزَلْتُ فَأخَذْتُهُمَا ثُمَّ رَكِبْتُ فَشَدَدْتُ عَلى الحِمَارِ فَعَقَرْتُهُ ثُمَّ جِئْتُ بِهِ وَقَدْ مَاتَ فَوَقَعُوا فِىهِ يَأكُلُونَهُ. ثُمَّ إنَّهُمْ شَكُّوا في أكْلِهِمْ إيَّاهُ وَهُمْ حُرُمٌ فَرُحْنَا وَخَبَأتُ الْعَضُدَ مَعِى. فأدْرَكْنَا النَّبىَّ # فَسَألْنَاهُ عَنْ ذلِكَ فقَالَ: هَلْ مَعَكُمْ مِنْهُ شئٌ؟ فَقُلْتُ نَعَمْ! فَنَاولْتُهُ الْعَضُدُ فَأكَلَهَا وَهُوَ
مُحْرِمٌ، وَقَالَ: إنَّمَا هِىَ طُعْمَةٌ أطْعَمكُمُوهَا اللّهُ[. أخرجه الستة.وزاد في رواية لَهُمْ: هُوَ حََلٌ فكُلُوهُ.وفي أخرى: فقَالَ لَهُمْ رسولُ اللّه #: أمِنْكُمْ أحَدٌ أمَرَهُ أنْ يَحْمِلَ عَلَيْهِ أوْ أشَارَ إلَيْهِ؟ قَالُوا . قَالَ: فَكُلُوا.وفي أخرى: قال أشَرْتُمْ أوْ أعَنْتُمْ أوِ اصَّدْتُمْ .
42. (1240)- Ebu Katâde (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hudeybiye Sulhu yapıldığı sene, bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ashabından bir grupla birlikte, Mekke yolu üzerinde bir yerde oturuyordum. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bizden ileride (konaklamış) idi. Ben hâriç herkes ihramlıydı. Halk vahşî bir eşek gördü, ben o sırada meşguldüm, ayakkabımı tamir ediyordum. Gördüklerinden beni haberdar etmediler, onu kendiliğimden görmüş olmamı istiyorlardı. Bir ara aralarında bir gülüşme oldu. Birden etrafıma bakındım (ve bu esnada) hayvanı gördüm. Hemen (Cerâde adındaki) atıma gidip eğerledim ve bindim. (Acelemden) kamçıyı ve mızrağı unutmuştum. “Kamçı ve mızrağımı bana verin!” diye seslendim.
“Hayır, dediler, vallahi bu işte sana yardımcı olmak istemeyiz.” Öfkelendim. İnip onları aldım. Tekrar binip, eşeğe doğru hızla gittim, (yetişip) avladım. Beraberimde getirdim, ölmüştü. Arkadaşlarım etinden yediler. Ancak sonradan ihramlı iken yeyip yememe hususunda şekke düşüp (yediklerine pişman oldular). Yürüdük, ben bir parça ayırdım. Resûlullah´a kavuşunca, bu meseleyi sorduk.
“Beraberinizde birşeyler kaldı mı ” dedi. Ben: “Evet!” diyerek parçayı uzattım, ihramlı olduğu halde, ondan yedi. Ve:
“Bu bir taamdır. Onunla Allah size ikramda bulunmuştur!” dedi.” [Buharî, Cezâu´s-Sayd 2, 3, 4, 5, Hibe 3, Cihâd 46, 88, Megâzi 35, Et´ime 19, Zebâih 10, 11; Müslim, Hacc 56, (1196); Muvatta, Hacc 76, (1, 350); Tirmizî, Hacc 25, (847); Ebu Dâvud, Menâsik 41, (1852); Nesâî, Hacc 78, (5, 182); İbnu Mâce, Menâsik 93, (3093).]
Bunlarda gelen bir ziyade şöyledir: “(Resûlullah:) “O helaldir, yiyin (dedi).
” Bir diğer rivayette: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onlara şunu söyledi: “Sizden biri (hayvanı yakalamak üzere) saldırmasını emretmedi, veya ona hayvanı göstermedi mi ” Onlar: “Hayır!” diye cevap verince, (Resûlullah:)
“Öyleyse yiyin!” buyurdu.
“Bir diğer rivayette: “(Resûlullah): İşaret ettiniz veya yardım ettiniz veya saldırmasını sağladınız mı ” (diye sordu).”[157]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyet, ihramlı iken hayvan avlamak mevzuuna girer. Hadis çeşitli vecihlerden gelmiştir. Her vecih, diğerlerine göre bazı farklı teferruat ihtiva edebilmektedir.
2- Yukarıda kaydedilen vechinin daha vâzıh hale gelebilmesi için, başka vecihlerde gelen bazı açıklayıcı ziyadeleri parantez içerisinde kaydettik.
3- Av (sayd)´dan murad, etinin yenmesi ihramsıza helâl olan vahşî hayvandır.
4- Anlaşıldığı üzere Abdullah İbnu Ebî Katâde, herkes umre için ihramlı olduğu bir sırada ihramsızdır. Ebû Katâde´nin ihramsız oluşu, onun orduya sonradan yolda katılmış olmasından ileri gelmektedir. Ashab bir av hayvanı (vahşî eşek = zebra) gördükleri halde onu uyarmazlar, o da ayakkabı tamiriyle meşguldür, hemen göremez. Bir ara gülüşmeler sebebiyle irkilip şöyle bir etrafına bakınır. Av hayvanını görünce, avlamak için alelacele atına koşar, hazırlar ve biner. Ne var ki acelesinden hem kamçısını hem de mızrağını unutur. Arkadaşlarından istese de vermezler. Çünkü hepsi ihramlıdır ve ihramlıya av yasağı vardır. Avcıya ve avlanmaya yardım etmek de yasağa girdiği için, ihramsız olan Abdullah´ı arkadaşları ne başlangıçta uyarmışlar, ne de kamçı ve silahını eline vermişlerdir.
5- Abdullah hayvanı avlar, etini beraberce yerler. Ama, bunu yemekle bir yasak mı işledik diye içlerine tereddüt gelir. Önde ilerlemiş olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a yetiştikleri zaman vak´ayı anlatıp, durumlarını sorarlar.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), ihramlı olanların, bu avlama işine işaret edip gösterivermek suretiyle bile olsa yardımcı olup olmadıklarını tahkik edip, hiçbir yardımları olmadığını anlayınca av etinin hepsine helâl olduğunu beyan buyurur ve kendisi de yer.
6- Mevzu ile alâkalı bazı hükümler:
1) Avlanmaya yardım etmemek şartıyla ihramlı av eti yiyebilir.Ancak bu meselede bazı farklı görüşler vardır:
a) İhramlı için, avlansın avlanmasın av eti mutlak surette haramdır. Bu hükme gidenler 1241 numaralı hadisi esas alırlar.
b) İhramlının izniyle olsun olmasın, onun namına avlanan, avdan yemesi haramdır. İmam Şafiî ve İmam Mâlik bu görüştedir.
c) İhramlı bir kimse kendisi avlanır veya başkası onun izni veya delâletiyle avlarsa, o avdan yemesi haramdır. Başka surette avlanan av etlerini yiyebilir. İmam-ı Âzam bu görüştedir. Ekseriyet, “İhramlının avladığı sadece kendisine değil, başkasına da haramdır” demiştir. Hasan Basrî, Ebu Sevr, Süfyan-ı Sevrî ve diğer bazıları: “Hırsızın kestiği gibidir, başkası yiyebilir” demiştir. Ancak sahih olan,”muhrimin sayd nevinden kestiği meyte” hükmünde olmasıdır.
2) İhramlı, av hayvanını kasden veya hatâen de öldürse cezâ gerekir. Bu hususta Hicâz ve Irak ulemâsı ve başkaları ittifak ederler. Sadece Ehl-i Zâhir, Ebu Sevr, Şafiîlerden İbnu Münzir itiraz ederek hatâen öldürene ceza gerekmez derler. İki rivayetten birinde Ahmed İbnu Hanbel de bu görüştedir. Hasan Basrî ve Mücâhid: “Cezâ hata için vâcibtir, ancak, âmden olursa buna ceza değil, nikmet yani İlâhî ukubet vâcib olur” demişlerdir.
3) Ulemânın ekserisi: “İhramlı, avlandığı takdirde, ödemesi gereken ceza, avladığı hayvanın benzerini ve dengini ödemesidir” diye hükmetmiştir. Ebu Hanife onun kıymetini ödemesi vâcibtir, mislini sarfetmesi de câizdir” der.
Ekserî ulema: “Büyük hayvan avlamışsa büyük hayvan öder, küçük hayvan avlamışsa küçük hayvan öder” demiştir. İmam Mâlik bu görüşe muhalefet ederek: “Öldürülen büyük de olsa, küçük de olsa cezası büyük hayvandır, öldürülen sağlam da olsa, sakat da olsa cezası sağlam hayvandır” der.[158]
ـ43ـ
وعن الصعب بن جَثَّامَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّهُ أهْدَى ألى رسولِ اللّه # حِمَاراً وَحْشِيّاً وَهُوَ بِا‘بْوَاءِ أوْ بِوَدَّانَ فَرَدَّهُ عَلَيْهِ فَلَمَّا رَأى مَا في وَجْهِهِ قَالَ: إنَّا لَمْ
نَردُّهُ عَلَيْكَ إَّ أنَّا حُرُمٌ[. أخرجه الستة إ أبا داود .
43. (1241)- Sa´b İbnu Cessâme (radıyallahu anh)´nin anlattığına göre, kendisi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a, Ebvâ veya Vehdân´da (canlı) bir yaban eşeği hediye etmiştir. Ancak Resûlullah bunu kendisine iâde etmiş, Sa´b´ın üzüldüğünü yüzünden anlayınca: “Bunu sana iade edişimizin sebebi ihramlı oluşumuzdur” demiştir. [Buharî, Cezâu´s-Sayd 6, Hibe 5, 17; Müslim, Hacc 50, (1193), Muvatta, Hacc 83, (1, 353); Tirmizî, Hacc 26, (849); Nesâî, Hacc 79, (5, 183-185); İbnu Mâce, Menâsik 92, (3090).][159]
AÇIKLAMA:
1- Rivayette hediye edildiği belirtilen “vahşî eşek”ten murad nedir Vahşî eşek eti mi, yoksa canlısı mı Bu husus münâkaşalıdır. Rivayetin Buharî´deki vechi, yukarıda olduğu gibi çok açık değildir. Ancak, Buharî başka rivayetlerin karinesine dayanarak “canlı” olduğuna hükmetmiş ve bunu bab başlığına koyduğu kayıtla belirtmiştir. Müslim´deki bir vechinde “vahşi eşek eti” olduğu tasrih edilir. Bazı rivayetlerde “vahşî eşek budu”, “ucundan kan damlayan bir yaban eşeği budu”, “av etinden bir parça” gibi farklı tâbirler kullanılmıştır.
Rivayetlerdeki bu farklılıklar sebebiyle, ulemâ bu meselede ihtilâflı yorumlar yapmışlardır.
Tahavî, İbnu Abbâs´tan gelen bütün rivayetlerde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, Sa´b´a iade ettiği hediyenin diri olmayan av eti olduğunda müttefiktir. Bu da: “İhramlıya av eti haramdır” diyenlere delildir der.
İbnu Battal, hadislerdeki ihtilâflı durumu, hâdisenin bir değil birden fazla olmasıyla izah eder. İbnu Hacer de bu görüşe meyleder. Ona göre, Sa´b, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a bir defasında yaban eşeğini bütün olarak hediye etmiş, başka seferlerde de parçalarını hediye etmiştir.
Kurtubî de önce hayvanın bütün olarak hediye edilmiş olabileceğini, reddedilince, Sa´b´ın “bütün oluş sebebiyle reddedildiğine” yorup, sonra da parça halinde hediye ettiğine hamlederek te´life çalışır.
2- Ulemânın bir kısmı (Şa´bî, Tâvus, Mücâhid, Sevrî vs. bu rivayette İmam Mâlik) bu rivayetten istidlâl ederek ihramlı olmayan kimsenin kestiği “av hayvanı”nın ihramlıya haram olduğuna hükmetmiştir. Hz.Ali, İbnu Abbâs ve İbnu Ömer de bu kanaattedir.
3- Diğer bir kısım âlimler (Said İbnu Cübeyr, Ebu Hanife, Ebu Yusuf, İmam Muhammed, Ahmed İbnu Hanbel ve Atâ) ihramlı olmayan bir kimsenin öldürdüğü avın ihramlıya helâl olduğunu söylerler. 1240 numaralı hadisi delil gösterirler.[160]
ـ44ـ وفي أخرى للنسائى عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]أنَّ الصَّعْبَ ابنَ جَثَّامَةَ أهْدَى إلى رسول اللّه # رِجْلَ حِمَارٍ وَحْشٍ تَقْطُرُ دَماً وَهُوَ مُحْرِمٌ بِقُدَيْدٍ فَرَدَّهَا عَلَيْهِ[. »والمُرَادُ بِرِجْلِ الحِمَارِ هُنَا فَخِذُهُ« .
44. (1242)- Nesâî´nin kaydettiği diğer bir rivayette İbnu Abbâs (radıyallahu anh) şöyle anlatmıştır: “Sa´b İbnu Cessâme (radıyallahu anh), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a, ihramlı iken, Kudeyd´de ucundan kan damlayan bir vahşî eşek budu hediye etti. Resûlullah, bu hediyeyi Sa´b´a iade etti (kabul etmedi).” [Nesâî, Hacc 79, (5, 183-185).[161]
ـ45ـ وعن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ]أنَّ رسول اللّه # قال: صَيْدٌ البَرِّ لَكُمْ حََلٌ وَأنْتُمْ حُرُمٌ مَالَمْ تَصِيدُوهُ أوْ يُصَادُ لَكُمْ[. أخرجه أصحاب السنن .
5. (1243)- Hz.Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Siz ihramlı iken, bizzat avlamamış iseniz veya (sizin arzunuzla) sizin için avlanmamış ise kara av hayvanları(nın eti) size helâldir.” [Ebu Dâvud, Menâsik 41, (1851); Tirmizî, Hacc 25, (846); Nesâî, Hacc 81, (5, 187).][162]
AÇIKLAMA:
Bu hadis av hayvanını “muhrim”in avlaması ile “muhrim olmayan”ın avlaması arasındaki farkı açık bir şekilde ifade etmektedir: İhramlının öldürdüğü haram, ihramsızınki değildir. İhramlı bizzat öldürmüş veya emrederek başkasına öldürtmüş farketmiyor. Hadis, emretmemiş bile olsa, ihramlıya niyetle öldürüleni de dâhil etmektedir.
İhramsızın kestiği avın, ihramlıya helâl olduğunu kabul eden ulemâyı daha önce (1241 numaralı hadiste) belirttik.[163]
ـ46ـ وعن عبدالرحمن بن عثمان قال: ]كُنَّا مَعَ طَلْحَةَ وَنَحْنُ حُرُمٌ فأهْدِى لَنَا طَيْرٌ وَطَلْحَةُ رَاقِدٌ فِمَنَّا مَنْ أكَلَ مِنْهُ وَمِنَّا مَنْ تَوَرَّعَ فلَمْ يَأكُلْ فَاسْتَيْقَظَ طلْحَةُ وَوَفَّقَ مَنْ أكَلَهُ، وقَالَ أكَلْنَاهُ مَعَ رسولِ اللّه #[. أخرجه مسلم والنسائى.»وَفَّقَ مَنْ أكَلَهُ« أى صوَّب رأيه .
46. (1244)- Abdurrahman İbnu Osman anlatıyor: “Biz ihramlı iken Talha ile beraberdik. Bize bir kuş hediye edildi. Bu sırada Talha yatıyordu. Kuş etinden bazılarımız yedi, bazılarımız çekinip yemedi. Talha uyanınca yiyenleri te´yid etti ve: “Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la birlikte onu yedik” dedi.” [Müslim, Hacc 65, (1197); Nesâî, Hacc 78, (5, 182).][164]
ـ47ـ وعن عبداللّه بن عامر بن ربيعة قال: ] أُتِى عُثْمَانُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ بِلَحْم صَيْدٍ وَهُوَ بِالْعَرْجِ. فقَالَ ‘صْحَابِهِ كُلُوا. فقَالُوا: أوََ تَأكُلُ أنْتَ؟ قال إنِّى لَسْتُ كهَيْئَتِكُمْ إنَّمَا صَيدَ مِنْ أجْلِى[. أخرجه مالك .
47. (1245)- Abdullah İbnu Âmir İbni Rebîa anlatıyor: “Hz. Osman (radıyallahu anh)´a Arc´ta iken bir av eti getirildi. Arkadaşlarına:
“Yiyiniz!” dedi. Onlar:
“Sen yemiyor musun ” diye sordular.
“Ben, dedi, sizin durumunuzda değilim, bu hayvan benim için avlandı.” [Muvatta, Hacc 84, (1, 354).][165]
AÇIKLAMA:
Rivayetin Muvatta´daki aslında Hz.Osman´ın ihramlı olduğu belirtilir. İbnu Abdilberr bu hadisle amel eden fakîhin çıkmadığını belirtir.[166]
ـ48ـ وعن عروة. ]أنَّ عَائِشةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت لَهُ وَقَدْ سَألَهَا عَنْ لَحْمِ صَيْدٍ لَمْ يُصََدْ مِنْ أجْلِهِ: يَا ابنَ أُخْتِى إنَّمَا هِىَ عَشْرُ لَيَالٍ فإنْ تَخَلَّجَ في نَفْسِكَ شئٌ فَدَعْهُ[. أخرجه مالك.
48. (1246)- Urve merhum anlatıyor: “Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´ye:
“Bir av hayvanı benim için avlanmamışsa bu bana helâl mi, haram mı ” diye sormuştum, şu cevabı verdi:
“Ey kızkardeşimin oğlu, o (ihram müddeti) on gündür. İçinde bir seğrime (rahatsızlık, şüphe) hissedersen bırakıver (yeme).” [Muvatta, Hacc 85, (1, 354).][167]
AÇIKLAMA:
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ), sorulan husus üzerine, nazarında kesin bir nass olmaması haysiyetiyle böyle cevap vermiştir. Ona göre, bu şüpheli bir durum arzetmektedir. Öyle ise, Hz. Aişe şüpheli hususlarda Resûlullah´ın koyduğu: دَعْ مَا يُرِيبُكَ إِلَى مَاَيُرِيبُكَ “Şüpheli şeylerden, kesinliğe ulaşıncaya kadar kaçın” prensibine uyarak, yemeyi terketmelidir. Üstelik ihram müddeti on gündür, sabredilmesi zor değildir… mânasında cevap vermiştir.
Hz. Aişe, ayrıca Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hükmü iyice bilinmeyen, şüpheli hususlarda tâkip edilecek yolu gösteren bir başka düsturunu daha hatırlatmış olmaktadır: مَااَنْكَرَ قَلْبُكَ فَدَعْهُ “Kalbin nefret ettiği şeyi bırak” veya اَ“ِثْمُ حَزَّازُ الْقُلُوبِ “Günah kalblerin titrediği şeydir.”[168]
ـ49ـ وعن البَهْزِى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ، واسمه زيد بن كعب. ]أنَّ رسول اللّه # خَرَجَ يُرِيدُ مَكَّةَ وَهُوَ مُحْرِمٌ حَتَّى إذا كانَ بِالرَّوْحَاءِ إذَا حِمَارُ وَحْشٍ عَقِيرٌ فَذُكِرَ لِرَسُولِ اللّه # فقَالَ: دَعُوهُ فإنَّهُ يُوشِكُ أنْ يَجِئَ صَاحبُهُ. فَجَاءَ الْبَهْزِىُّ وَهُوَ صَاحِبُهُ إلى رسولِ اللّه #. فقَالَ يَا رسوُلَ اللّهِ: شَأنُكُمْ بهذَا الحِمَارِ. فَأمَرَ رسولُ اللّه # أبَا بَكْرٍ يُقَسِّمُهُ بَيْنَ الرِّفَاقِ. ثُمَّ مَضَى حَتَّى إذَا كانَ بِا“ثَايَةِ بَيْنَ الرُّوَيثَةِ وَالْعَرْجِ إذَا ظَبىٌ حَاقِفٌ في ظِلٍّ وَفِيهِ سَهْمٌ فَزَعَمَ أنَّ النَّبىَّ # أمَرَ رَجًُ أنْ يَقفَ عِنْدَهُ َ يُرِيبُهُ أحَدٌ مِنَ النَّاسِ حَتَّى يُجَاوِزَهُ[. أخرجه مالك والنسائى.»الحَاقِفُ« الذى انحنى وتثنى في نومه.
49. (1247)- el-Behzî (radıyallahu anh) -ki ismi Zeyd İbnu Ka´b´dır- anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´ye gitmek düşüncesiyle ihramlı olarak (Medine´den) çıktı. Ravhâ nam mevkiye varınca orada kesilmiş bir vahşî eşekle karşılaştılar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a bundan bahsedildi:
“Bırakın onu, dedi, sahibi hemen gelebilir!”
Derken hayvanın sahibi Behzî geldi ve Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı bularak:
“Ey Allah´ın Resûlü, bu eşeği (size bıraktım) dilediğiniz gibi tasarruf edin!” dedi. Resûlullah derhal Hz. Ebu Bekir´e emrederek, “yol arkadaşları arasında taksim etmesini” söyledi.
Sonra yola devam edip İsâye nâm yere geldi. Burası Ruveyse ile Arc arasında bir yer idi. Sıcak bir gölgede kıvrılıp uyumakta olan bir ceylan vardı. -Râvi der ki- “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir şahsa, herkes geçinceye kadar orada bekleyip kimseye hayvanı rahatsız ettirmemesini emretti.” [Muvatta, Hacc 79, 1, (351); Nesâî, Hacc 78, (5, 182, 183), Sayd 32, (7, 205).][169]
AÇIKLAMA:
1- Bir rivayette Medine-Mekke yolu üzerinde bulunan bazı yer isimleri geçmektedir: Ravhâ, İsâye, (veya Üsâye veya Esâye), Ruveyse, Arc. Bunlar yol boyu uğrak yerleridir.
2- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in uyuyan ceylanı rahatsız ettirip, ürküttürmemesi, ihramlı oluşlarından ileri gelir. Zîra muhrime, sayd´ı (av hayvanını) ürkütmesi veya bu işte yardımcı olması, -sadedinde olduğumuz rivayetten anlaşılacağı üzere- yasaktır.[170]
ـ50ـ وعن عروة أنَّ الزُّبيْرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ]كانَ يَتَزَوَّدُ صَفِيفَ قَدِيدِ الظّبَاءِ وَهُوَ مُحْرِمٌ[. أخرجه مالك.»الصَّفيفُ وَالْقَدِيدُ« اللحم الممْلوح المُجَفَّفُ في الشمس، سمى صفيفاً ‘نه يُصَف في الشمس لِيَجفَّ.
50. (1248)- Urve (rahimehullah) anlatıyor: “Zübeyr (radıyallahu anh) ihramlı olduğu halde (yemek üzere yanına) güneşte kurutulmuş ceylan eti dizisini azık olarak alıyordu.” [Muvatta, Hacc 77, (1, 350).][171]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Hz.Zübeyr (radıyallahu anh)´in ihramlıya, ihramdan önce hazırlanmış av hayvanı eti yemesinin helâl olduğu inancında bulunduğunu göstermektedir.[172]
ـ51ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]خَرَجْنَا مَعَ رسولِ اللّه # في حَجٍّ أوْ عُمْرَةٍ فَاسْتَقْبَلْنَا رِجْلٌ مِنْ جَرَادٍ فَجَعلْنَا نَضْرِبُهُ بِسِيَاطِنَا وَقِسِيِّنَا. فقَالَ #: كُلُوهُ فإنَّهُ مِنْ صَيْدِ البَحْرِ[. أخرجه أبو داود والترمذى.»الرِّجْلُ مِنَ الجَرَادِ« بكسر الراء وسكون الجيم: القطعة منه .
51. (1249)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz, hacc veya umre için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´le birlikte yola çıkmıştık. Yol esnasında bir çekirge sürüsüne rastladık. Kamçı ve yaylarımızla vurmaya başladık. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Bunu yeyin, zîra o deniz avından (sayılır)” dedi.” [Ebu Dâvud, Menâsik 42, (1853); Tirmizî, Hacc 27, (850).][173]
ـ52ـ وعن كعب قالَ: ]الجََرَادُ مِنْ صَيْدِ الْبَحْرِ[. أخرجه مالك وأبو داود .
52. (1250)- Ka´bu´l-Ahbâr demiştir ki: “Çekirge deniz avı(ndan sayılmış)dır.” [Ebu Dâvud, Menâsik 42, (1853); Muvatta, Hacc 82, (1, 352).]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayette, çekirgenin deniz avına benzetilmesi, çekirgenin de ölüsünün yenmesi yönüyle arzettiği benzerlikten ileri gelir.
2- Ancak, fukahâ muhrim´e çekirge öldürmeyi yasaklamıştır, Onu öldüren kıymetini tasaddukta bulunur.
Hidâye´de, çekirgenin kara avı olduğu belirtilmiştir. İbnu´l-Hümâm, ulemânın ekseriyetinin böyle hükmettiğini belirtir. Bu durumda sadedinde olduğumuz hadis müşkil bir durum ortaya koymaktadır. Hz. Ömer, kendisine, ihramlı iken çekirge öldürüp, hükmünü sormak için gelen kimseyi Ka´bu´l-Ahbâr´a gönderir. O: “Bir dirhem tasadduk etmeye” hükmeder.
Aliyyu´l-Kârî: “Bu hadis şayet sahîh ise, iki çeşit çekirge, kara ve deniz çekirgeleri var demektir, her biri hakkında ayrı ayrı uygun hüküm yürütülür” diyerek ihtilâfı gidermeye çalışmıştır. (müteakip açıklamaya da bakınız.)
Ancak hemen kaydedelim ki, Ebu Dâvud, senette yer alan Ebu´l-Mühezzim´in zayıf olduğunu, çekirgenin “deniz avı” olduğunu söyleyen iki rivayetin de vehimden ibâret olduğunu belirtir.[174]
ـ53ـ وزاد مالك ]أنَّ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قالَ لَهُ: وَمَا يُدْرِيكَ؟ فقَالَ: يَا أمِيرَ المُؤمِنينَ، وَالَّذِى نَفْسِى بَيَدِهِ إنَّ هِىَ إَّ نَثْرَةُ حُوتٍ يَنْثُرُهُ في كُلِّ عَامٍ مَرَّتَيْنِ[.»النَّثْرَةُ« الدواب بالنون: شدة الْعَطْسَة، يقال نَثرَتِ الشاة إذا طَرَحت عن أنفها ا‘ذى .
53. (1251)- Muvatta´da şu ziyade var: Hz. Ömer (radıyallahu anh) Ka´b´a sordu: “Nereden biliyorsun (ki çekirge deniz avıdır) ” Ka´b şu cevabı verdi:
“Ey mü´minlerin emîri, nefsimi yed-i kudretinde tutan Zât-ı Zülcelâl´e yemin ederim, bu (bir nevi) balık hapşırmasıdır, her yıl iki sefer hapşırır.” [Muvatta, Hacc 82, (1, 352).][175]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Ka´bu´l-Ahbar´ındır. Ka´b, Müslüman olan Yahudi âlimlerden biridir. Muhadramlardan kabul edilir. Hz. Ebu Bekir veya Hz. Ömer zamanında İslâm´la müşerref olmuştur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in sağlığında Müslüman olduğu da söylenmiştir. İbnu Hacer: “Sahîh olanı Hz. Ömer zamanında İslâm´a girmiş olmasıdır” der.
Ka´b, Yahudi âlimi olması itibariyle rivayetlerinde eski malumatının te´siri görülmüştür. Hatta İslâmî telîfâtâ giren pekçok isrâiliyâtın mühim kaynaklarından birinin Ka´b olduğu kabul edilmiştir.
Çekirgenin deniz avından olduğunu ifade eden bu rivayetlerde isrâilî efsâne kokusunu hissetmemek mümkün değildir. Ebu Hüreyre´den gelen 1249 numaralı hadisin mâkul bir te´vili yapılmış, çekirgenin deniz avından sayılmasının bir vechi gösterilmiştir. Ama, çekirge sürüsünü balık hapşırığına benzeten ifâdenin te´vili zorluk arzetmektedir. Nitekim başta Şâfiî, ulemâmız çekirgeyi kara avı saymış ve çekirgeye taarruzu ihramlıya haram kılmış, öldürene de kıymetince tasadduk hükmetmede tereddüd etmemiştir.
Zürkânî, bizzat Ka´b´ın yukarıda kaydedilen görüşünden rücû ettiğini gösteren delillerden bahseder. Aynen şöyle devam eder: “…Şâfiî hazretleri sahîh veya hasen bir senedle Abdullah İbnu Ebî Ammâr´dan şunu rivayet etti: Muaz İbnu Cebel ve Ka´bu´l-Ahbâr (radıyallahu anh)´la birlikte, bir ihramlı grup içinde, Beytu´l-Makdis´den umre yapmak üzere hareket ettik. Yolda, bir mevkiye gelmiştik ki Ka´b bir ateş yakıp ısınmaya başladı. O sırada bir çekirge sürüsü geldi. İki çekirge yakalayıp öldürdü. İhramlı olduğunu unutmuştu, sonradan hatırladı ve çekirgeleri (yemeden) attı. Medine´ye gelince Hz. Ömer´e uğrayıp bu iki çekirgenin hikâyesini anlattı. Hz. Ömer (radıyallahu anh): “Kendi kendine nasıl bir ceza verdin ” diye sordu. Ka´b: “İki dirhem ödeme cezası” dedi. Hz. Ömer: “Öyle mi! İki dirhem yüz çekirgeden daha kıymetlidir.” Evet. Çekirgeler yolları istilâ etseler, geçebilmek için çiğnemekten başka çare kalmasa, bu sebeple bir ödeme gerekmez. Yine de ihramlı, çekirge öldürmekten sakınmalıdır. İbnu Abdilberr, çekirgenin balık hapşırığı olması meselesinde, müşahedeye ters düştüğü için tevakkuf etmiştir.
es-Sâcî, Ka´b´dan şunu rivayet eder: “İlk çekirge, balığın burun deliğinden çıkmıştır.” Bununla ilk yaratılışının böyle olduğunu ifade etmiştir, ancak bunun sıhhati bilinmez. Hz. Ömer onu ne tekzib ne de tasdik etti. Zîra onun, bunu, Tevrat´tan öğrenmiş olabileceğinden korktu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in onların rivayet ettiği şeyler hususundaki sünneti şudur: “Ne tasdik ne de tekzib etmemek, böylece rivayet ettikleri şey haksa reddedilmemiş, ecdâdları tarafından uydurulmuş veya tahrif edilmiş bir şey ise tasdik edilmemiş olur.”
Görüldüğü üzere, İslâm ulemâsı, rivayet olarak kitaplara giren isrâiliyâtı ihtiyatla karşılamış, reddi gerekince de ağırbaşlılık ve selef büyüklerine olan hürmeti rencide etmeyecek bir üslubla reddetmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın: “Ehl-i Kitab´ın söylediklerini ne red ne de tasdik edin, böylece hakkı tekzib, batılı tasdikten sâlim kalırsınız” mânasındaki irşadlarının Ehl-i Kitap´la olan münasebetlerde, muhatabın inancına saygıda nasıl mühim bir esas olduğu da anlaşılmış oluyor.
Dar kafalarına sığdıramadıkları herşeye safsata diyerek milyonlarca mü´minin inançlarına saygısızlık ilan eden modern barbarların kulakları çınlasın![176]
ـ54ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها. ]أنَّ أسْمَاءَ بِنْتَ عُمَيْسٍ: نُفِسَتْ بِمُحَمَّدٍ ابْنِ أبى بَكْرٍ بِالشَّجَرَةِ فَأمَرَ النَّبىُّ # أبَا بَكْرٍ أنْ يَأمُرَهَا أنْ تَغْتَسِلَ وَتُهِلَّ[. أخرجه مسلم وأبو داود.»نُفِسَتِ المَرأةُ« بضم النون وفتحها: إذا ولدت .
54. (1252)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Esmâ Bintu Umeys, Muhammed İbnu Ebî Bekir´in doğumu sebebiyle Şecere nâm nevkide nifas olmuştu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz.Ebu Bekir (radıyallahu anh)´i görüp, kadına yıkanıp ihrama girmesini emretmesini söyledi.” [Müslim, Hacc 109, (1209); Ebu Dâvud, Menâsik 35, (1834); İbnu Mâce, Menâsik 12, (2911).][177]
ـ55ـ وعن أسماء بنت عُمَيس رَضِىَ اللّهُ عَنْها. ]أنَّهَا وَلَدَتْ مُحَمّداً بالبَيْدَاءِ: وَذَكَرَ مِثْلِهِ[. أخرجه مالك والنسائى.وفي رواية مالك: بِذِى الحُلَيْفَةِ فَأمَرَهَا أبُو بَكْرٍ أنْ تَغْتَسِلَ ثُمَّ تُهِلَّ.زاد النسائِى في أخرى: ثُمَّ تُهِلُّ بِالحَجِّ وَتَصْنَعُ مَا يَصْنَعُ النَّاسُ إّ أنَّها َ تَطُوفُ بِالْبَيْتِ، وَذلِكَ في حَجَّةِ الْوَدَاعِ.وفي أخرى له: أرْسَلْتُ إلى رسولِ اللّه # كَيْفَ أصْنَعُ؟ فقَالَ اغْتَسِلِِى وَاستَثْفِرِى ثُمَّ أهِلِّى.»اسْتَثْفَرَتِ الحَائِضُ« إذَا شَدَّت على فرجها
خِرْقة وَعَلَّقتْ طَرفيها إلى شئ مشدود في وسطها من مُقَدّمها ومؤخرها. مأخُوذٌ من ثَفَرَ الدابة: وهو ما يكون تحت ذَنبهَا .
55. (1253)- Esmâ Bintu Ümeys (radıyallahu anhâ) Muhammed´i Beydâ´da doğurduğunu söylemiş, önceki hadisteki durumu aynen zikretmiştir.” [Muvatta, Hacc 1, (1, 322); Nesâî, Hacc 26,(5, 127.]
Muvatta´nın bir başka rivayetinde şöyle denir: “(Esmâ..) Zülhuleyfe´de Muhammed´i doğurdu). Ebu Bekir (radıyallahu anh) ona yıkanmasını sonra da ihrâma girmesini emretti.”
Nesâî, bir başka rivayette şu ziyadeyi ilâve eder: “…sonra hacc için ihrama girmesini, Ka´be´yi tavaf hâriç, herkesin yaptıklarını aynen yapmasını (emretti).”
Yine Nesâî´nin bir başka rivayetinde (Esma) şöyle demiştir: “Resûlullah´a (birisini) göndererek: “Ne yapayım ” diye sordurdum. Bana: “Yıkan, (kan gelen kısma) sargı bağla, sonra da ihrama gir” haberini gönderdi.”[178]
AÇIKLAMA:
Bu rivâyet, hayızlı ve nifaslı kadınların ihrama girebileceklerini, tavaf ve tavafa bağlı olan iki rekât tavaf namazından başka, bütün hacc fiillerini yapabileceklerini göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), nifaslı halde neler yapabileceğini soran Esmâ´ya, “Tavaf hariç her şeyi” diye cevap vermiştir. Nifaslı ve hayızlı kadınların, ihram için yıkanmaları gerekir mi, gerekmez mi meselesinde ihtilâf edilmiştir. Hanefî ve Şâfiîlerin de dahil olduğu Cumhûr´a göre, yıkanmaları müstehabtır. Hasan Basrî ve Zâhirîler´e göre vâcibtir.
Bilindiği üzere, bir kadın doğumdan itibaren 40 gün nifaslı sayılır ve bu esnada, tıpkı hayızlı halde olduğu üzere, oruç tutamaz, namaz kılamaz. Kâ´be´yi tavaf edemez, câmiye giremez, Kur´ân´a el süremez. Bu durumlarda hacc yapabilir mi Veya hacc menâsikinden hangilerini yapabilir, hangilerini yapamaz İşte haccın başlatıldığı sırada doğum yapmış olan Esmâ (radıyallahu anhâ) bunu sormuştur.
Esma, hacc niyetiyle yola çıkıp, ihram giyme mahalline gelince doğum yaparak nifas olmuştur. Zîra doğum yaptığı zikredilen yerler, Medinelilerin ihrama girdikleri yerlerdir: Şecere, Zülhuleyfe, Beyda. Aslında Şecere ve Beyda, Zülhuleyfe´de muayyen noktaların isimleridir. Zülhuleyfe ise, Medineliler için, bizzat Resûlullah tarafından tesbit edilen mîkat yani ihram giyme mahallidir. (1187 numaralı hadise bakın.)[179]
ـ56ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: ]أنَّهُ قالَ في المَرْأةِ الحَائِضِ الَّتِى تُهِلُّ بِالحَجِّ أوْ بِالْعُمْرَةِ: إنَّهَا تُهِلُّ بِحَجِّهَا أوْ عُمْرَتِهَا إذَا أرَادَتْ. وَلِكِنْ َ تَطُوفُ بِالْبَيْتِ وََ بَيْنََ الصَّفَا وَالْمَرْوَةِ. وَتَشْهَدُ المَنَاسِكَ كُلَّهَا مَعَ النَّاسِ، وََ تَقْرَبُ المَسْجِدَ حَتَّى تَطْهُرَ[. أخرجه مالك .
56. (1254)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´den yapılan bir rivayete göre, hacc veya umre için ihrama giren hayızlı kadın hakkında, “Kadın dilerse umre veya haccı için ihrama girer, ancak Beytullah´ı tavaf edemez, Safa ile Merve arasındaki sa´yi de yapamaz. Bunlar dışındaki bütün menâsike insanlarla birlikte katılır. Temizleninceye kadar mescide yakın olamaz.” [Muvatta, Hacc 45.][180]
AÇIKLAMA:
Hayızlı kadının Safa ve Merve arasındaki sa´yi yapamayışı, sa´yin tavafa bağlı olmasından ileri gelir. Zîra sa´y, Beytullah´ı tavaftan sonra icrâ edilen bir nüsüktür. Böyle olunca, temizlik şart olan tavaf hayız ve nifasıyla yasak olunca, buna bağlı olarak yapılan sa´y da ister istemez yapılamaz. Tavaftan imtina eden sa´yden de imtina eder. Öyle ise hayızlının sa´y yapamayışı, sa´y için temizliğin şart olmasından ileri gelmez. Gerçi, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan yapılan bir rivayete göre, önce sa´y yapan bir kimse durumunu sorunca, Hz. Peygamber: طُفْ و حَرَجَ “Tavafını da yap, bunda bir mahzur yok” buyurmuştur. Ancak Cumhur bunun yeterli olmayacağını, tavaftan sonra yeniden sa´y yapması gerektiğini söylemiştir. Hadisi de: “Buradaki sa´y, kudüm tavafından sonra ve ziyâret (veya ifâza) tavafından önce yapılan sa´y olmalıdır” diye te´vil etmişlerdir.
Mescide yaklaşmayı meşru kılan temizlenmeden maksad “kanın kesilmesini takib edecek yıkanma”dır. Nifas veya hayız kanı tamamen kesilmeden alınacak boy abdesti şer´î temizliği sağlamaz.Veya kan kesildikten sonra boy abdesti alınmadığı takdirde yine “temiz olunmaz.”[181]
ـ57ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قال رسولُ اللّه #: النُّفَسَاءُ وَالحَائِضُ
إذَا أتَتَا عَلى المِيقَاتِ تَغْتَسَِنِ وََتَحْرِمَانِ وَتَقْضِيَانِ المَنَاسِكَ كُلَّهَا غَيْرَ الطّوَافِ بِالْبَيْتِ[. أخرجه أبو داود والترمذى
57. (1255)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Nifaslı ve hayızlı kadınlar mîkata gelince guslederek ihrama girerler ve Beytullah´a olan tavaf hariç bütün menâsiki îfa ederler.” [Ebu Dâvud, Menâsik 10, (1744); Tirmizî,Hacc 100, (945).][182]
ـ58ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]قال رسولُ اللّهِ #: خَمْسٌ مِنَ الدَّوَابِّ لَيْسَ عَلى المُحْرِمِ في قَتْلِهِنَّ جُنَاحٌ: الْغُرَابُ، وَالحِدَأةُ، ؤَالْعَقْرَبُ، وَالْفَأرَةُ، وَالْكَلْبُ الْعَقُورُ[. أخرجه الستة إ الترمذى.وفي رواية: َ جُنَاحَ عَلى مَنْ قَتَلَهُنَّ في الحَرَمِ وا“حْرَامِ.وفي أخرى بأبى داود والترمذى عن أبى سعيد الخدرى: وَالسَّبُع الْعَادِى.والمراد به الذى يعدو على ا“نسان فيفتَرسه، وسيجئ لما يجوز قلته من الدواب بابٌ في كتاب القَتْل من حرف الفاف إن شاء اللّه تعالى .
58. (1256)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Beş hayvan vardır, bunların öldürülmesi ihramlıya günah değildir: Karga, çaylak, akrep, fâre, kelb-i akûr.” [Buharî, Cezau´s-Sayd 7; Müslim, Hacc 72, (1199); Muvatta, Hacc 88,(1, 356); Ebu Dâvud, Menâsik40, (1846); Nesâî, Hacc 82, 83, 84, 86, 87, 88, (5, 187-190).]
Bir rivayette şöyle denmiştir: “Bunları, Harem´de ve ihramda iken öldürene günah yoktur.”
Ebu Dâvud ve Tirmizî´nin, Ebu Saîdi´l-Hudrî´den kaydettikleri bir rivâyette: “Âdi yırtıcılar” da denmiştir. Bundan maksad insana saldırıp yaralayandır. Hayvanlardan öldürülmesi câiz olanları ayrıca zikredeceğiz (4939-4952. hadisler).[183]
AÇIKLAMA:
1- İhramlıya öldürmesi helâl olan bu beş hayvan, ihramsıza evleviyetle helâldir. Bu hayvanların zararlı olduğu herkesce bilinir. Bunların, namaz kılarken bile öldürülmesinin câiz olduğunu ifâde eden rivayetler mevcuttur.İnsana zarar veremeyecek derecede küçük olan yavrularının da öldürülmesi câiz mi değil mi ihtilâf edilmiştir
3- Farenin muhtelif cinsleri olmasına rağmen, hadiste mutlak geldiği için hepsinin öldürülmesi câizdir.
4- Kelb-i akûr, bilinen köpek değildir. Ulemâ kelb-i akur´dan insana saldırıp, yaralayan ve insanları korkutan bütün yırtıcı canavarları anlamışlardır. Arslan, kaplan, panter, kurt gibi… Bazı âlimler, sayılan bu beş hayvana, eti yenmeyen hayvanlardan öldürülmesi yasaklanmış olanlar dışındaki bütün vahşîlerin girdiğini söyler ve öldürülmelerinin câiz olduğuna hükmederler.
5- Kastalânî, bu hayvanların öldürülmelerinin câiz kılınmasını, bunların insanlara ve diğer hayvanlara zararlı oluşlarına bağlar ve der ki: “karga ile çaylak zayıf bulduğu sığırın ve diğer sağmal hayvanların arka kısmının etini gagasıyla yer, gözünü oyar, şaşkın insanın elinden ekmeğini bile kapabilir. Bunlar kuşların en âdisidir. Akrep de çok zehirli bir hayvandır. Öyle ki yılanı bile sokup öldürülebilir. Onun zehri, kocaman fili bile devirmeye yeterlidir.” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in de namazda akrep öldürdüğünü haber veren rivâyet mevcuttur.
6- Bu hayvanların öldürülmesi bir vecibe değil bir cevazdır. Yani bunlar görülünce mutlak öldürülsün demek değildir. Öldüren, herhangi bir günah işlememiştir, herhangi bir ceza ödemez demektir.
7- Âlimler bu hadisten hareketle, öldürülmesi gereken bir mücrim Harem´e iltica ettiği takdirde, orada öldürülmesinin câiz olduğu hükmünü çıkartmıştır.[184]
ـ59ـ وعن عَلْقمة بن أبى علقمة عن أمه: ]أنَّهَا سَمِعَتْ عَائِشَةَ رَضِىَ اللّهُ عَنْها تُسْئَلُ عَنِ المُحْرِمِ يَحِلُّ جَسَدَهُ. قَالَتْ: نَعَمْ فَلْيَحُكَّهُ وَلْيَشَدُدْ. ثُمَّ قَالَتْ: لَوْ رُبِطَتْ يَدَاىَ وَلَمْ أجِدُ إَّ رِجْلِى لَحَكَكْتُ[. أخرجه مالك .
59. (1257)- Alkame İbnu Ebî Alkame, annesinden rivayet etmiştir ki: “Annesi, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´yi ihramlı iken bedenini kaşıyan kimse hakkında soru sorulunca dinlemiştir. Hz. Aişe şu cevabı verir: “Evet, kaşınsın ve şiddetle kaşısın.” Sonra Hz. Aişe ilâve eder: “Ellerimi bağlasalar, (kaşınmak için ayaklarımdan başka bir imkânım olmasa) ayaklarımla kaşınırım.” [Muvatta, Hacc 93, (1, 358).][185]
AÇIKLAMA:
Kaşıma, kıl dökme ihtimâlini getirdiği için ihramlı hakkında meşkuk bir durum hâsıl eder. Bu sebeple Hz. Aişe´ye, câiz mi, değil mi diye sorarlar. Hz. Aişe câiz olduğunu, hiçbir mahzur görmediğini ifade için mübâlağalı bir üslup ihtiyar eder. İmam Mâlik bedenin baş, sırt gibi görünmeyen kısımlarının dikkatli ve ihtiyatlı kaşınması gerektiğine dikkat çeker: “Olur ki, eli bir hayvancığa rastlar da göremez” der.[186]
ـ60ـ وعن أسماء بنت أبى بكر رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قالت: ] خَرَجْنَا مَعَ رسولِ اللّهِ # حُجَّاجاً حَتَّى إذَا كُنَّا بِالْعَرْجِ نَزَلَ رسولُ اللّه # وَنَزَلْنَا فَجَلَسَتْ عَائِشَةُ إلى جَنْبِ رسولِ اللّه # وَجَلَسْتُ إلى جَنْبِ أبى بكْرٍ فَكَانَتْ زَامَلَةُ رسولِ اللّه # وَزَامَلَةُ أبى بَكْرٍ وَاحِدَةً مَعَ غَُمٍ ‘بى بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ، فَجَلَسَ أبُو بَكْرٍ يَنْتَظِرُ أنْ يَطْلُعَ عَلَيْهِ فَطَلَعَ وَلَيْسَ مَعَهُ بَعِيرُهُ. فقَالَ أبُو بَكْرٍ: أيْنَ بَعِيرُكَ؟ فقَالَ: أضْلَلْتُهُ الْبَارِحَةَ. فَقَالَ أبُو بَكْرٍ: بَعِيرٌ وَاحِدٌ تُضِلُّهُ؟ وَطَفِقَ يَضْرِبُهُ وَرَسُولُ اللّه # يَتَبسّمُ وَيَقُولُ: انْظُروا إلى هذَا المُحْرِمِ. مَا يَصْنَعُ وَمَا يَزيدُ عَلى ذلِكَ وَيَتَبَسَّمُ[. أخرجه أبو داود .
60. (1258)- Esmâ Bintu Ebî Bekr (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hacc yapmak üzere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´le birlikte çıktık. Arc nâm mevkiye kadar geldik. Orada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) konakladı, biz de konakladık. Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanına oturdu. Ben de babam Ebu Bekir´in yanına oturdum. Resûlullah´ın binek devesi ile, Hz.Ebu Bekir´in binek develeri tekdi ve o da Ebu Bekir´e ait bir köle ile birlikte (yolda) idi. Ebu Bekir (radıyallahu anh) oturup, kölenin gelmesini beklemeye başladı. Köle geldi ama beraberinde deve yoktu. Hz.Ebu Bekir (radıyallahu anh):
“- Deven nerde ” diye sordu. Köle:
“- Sabahleyin onu kaybettim!” dedi. Ebu Bekir (radıyallahu anh):
“- Tek bir deveyi kayıp mı ettin!” deyip köleye vurmaya başladı. Resûlullah bu sırada gülüyor ve şöyle diyordu:
“- Şu ihramlıya bakın neler de yapıyor!” (İbnu Ebi Rizme der ki: Resûlullah: “Şu ihramlıya bakın neler de yapıyor ” deyip gülüyor, (başka bir şey söylemiyordu).” [Ebu Dâvud, Menâsik 30, (1818); İbnu Mâce, Menâsik 21, (2933).][187]
AÇIKLAMA:
1- Teysîr´in metni, Ebu Davud´unkine nazaran -anlamayı zorlaştıracak- bazı eksiklikler ihtiva etmektedir. Tercümede, aslından alarak parantez içerisinde gösterdik.
2- Görüldüğü üzere, ihramlının te´dibde bulunulmasına Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) müdahale etmiş, fakat, kesin ve sert bir üslubla değil. Şu halde bu müdahale tahrim ifade etmektedir. Nitekim aynı hadisi Ebu Dâvud: “İhramlı kölesini te´dib eder” adını taşıyan bir bâb başlığı altında kaydederken, İbnu Mâce: “İhramda iken sakınma” adını taşıyan bir bâbda kaydeder. Şu halde ihramlı, ailesini te´dib edebilecek, ancak dikkat etmesi, aşırı gitmemesi gerekir, terki ise evladır.[188]
ـ61ـ وعن ربيعة بن عبداللّه ]أنَّهُ رَأى عُمرَ بنَ الخَطَّابِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يُقَرِّدُ بَعِيراً لهُ وَهُوَ مُحْرِمُ[.
61. (1259)- Rebîa İbnu Abdillah: “Hz. Ömer (radıyallahu anh)´i ihramlı iken (Mekke ile Medine arasındaki Sükyâ köyünde) devesinin kurtlarını alıp toprağa atarken gördüm.” [Muvatta, Hac 92, (1, 357).][189]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin sonuna İmam Mâlik: “Ben bunu mekruh buluyorum” kaydını koyar.
2- İmam Mâlik´in mekruh addetmesi, devede yaşayan bu parazitlerin de hayvan olmasından ileri gelir. Yere atılınca öleceklerinden, ihram yasağı araya girmiş olmaktadır. Ancak Hz. Ömer´in bunu câiz gördüğü açıktır.
Zürkânî der ki: “Eğer bunlar deveye zarar veriyorlarsa, onları deveden temizler, kefâret olarak bir miktar taam yedirir” der.[190]
ـ62ـ وعن نافع قال: ]كانَ ابنُ عُمرَ يَكْرَهُ أنْ يَنْزِعَ المُحْرِمُ حَلمةً أوْ قُرَاداً مِنْ بَعِيرِهِ[. أخرجهما مالك.ومعنى »يُقَرِّدُ« أى ينزع عنه القُرْدَان جمع قُراد وهو دُوَيبَة معروفة. »وَالحَلَمَةُ« جمعها حلَم وهى : ما عظم من القراد .
62. (1260)- Nâfi´ anlatıyor: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ), ihramlının, devesinden pire veya güve gibi haşereleri temizlemesini mekruh addederdi.” [Muvatta, Hacc 95, (1, 358).][191]
BİRİNCİ FER[192]
TELBİYE HAKKINDADIR
ـ1ـ عن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]بَيْدَاؤُكُمْ هذِهِ الَّتِى تكْذِبُونَ عَلى رسولِ اللّه # فِيهَا: مَا أهَلَّ رسولُ اللّه # إّ منْ عِنْد الْمَسْجِدِ: يعْنِى مَسْجِدَ ذِى الحُلَيْفَةِ[. أخرجه الستة.وفي رواية: مَا أهَلَّ إَّ مِنْ عِنْدِ الشَّجَرَةِ حِينَ قَامَ بِهِ بَعِيرُهُ.وفي أخرى للنسائى: قِيلَ ‘بنِ عُمرَ: رَأيْتُكَ تُهِلُّ إذَا اسْتََوَتْ بِكَ رَاحِلَتُكَ؟ قالَ: إنَّ رسولَ اللّهِ # كانَ يَفْعَلهُ .
1. (1261)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) şunu söyledi: “Sizin Beydâ´nız, hakkında Resûlullah´a iftira ettiğiniz şurasıdır. Ama, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sadece mescidin -yani Zülhuleyfe mescidinin- yanında ihrama girip telbiye getirdi.” [Buharî, Hacc 20; Müslim, Hacc 23, (1186); Muvatta, Hacc 30, (1, 332); Tirmizî, Hacc 8,(818); Ebu Dâvud, Hacc 21, (1771); Nesâî, Hacc 56, (5, 162-164); İbnu Mâce, Menâsik 14, (2916).]
Bir rivayette şöyle denir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Şecere nâm mevkide devesine bindiği zaman telbiye getirdi.”
Nesâî´nin diğer bir rivayetinde denir ki: “İbnu Ömer´e: “Seni deven kaldırdığı zaman telbiye çeker gördüm” diye sorulmuştu. Şu cevabı verdi: “Çünkü Resûlullah böyle yapmıştı.”[193]
AÇIKLAMA:
1- Beydâ, lügat olarak çöl, boş arâzi mânasına gelir. Hadiste ise, belli bir yerin adıdır: Zülhuleyfe´nin Mekke tarafına düşen ve oraya yakın bulunan bir tepedir. Her çeşit inşaattan hali olduğu için Beydâ denmiştir.
2- İbnu Ömer (radıyallahu anh) bir ihtilâfa temas etmektedir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) haccı hangi noktada başlatmıştır İbnu Abbâs´tan yapılan bir rivayette -ki Dârakutnî tahric etmiştir- Hz. Peygamber´in Beydâ´ya çıktıktan sonra hacca niyet edip telbiye getirmeye başladığı belirtilir. Sa´d İbnu Ebî Vakkas (radıyallahu anh)´ın Ebu Davud´da gelen bir rivayeti, Resûlullah´ın, Uhud yolunu tutacaksa, Beyda dağına tırmandığında telbiyede bulunduğunu, Fur´ yolunu tutacaksa hayvanı kaldırır kaldırmaz telbiyede bulunduğunu ifade eder.
3- Sadedinde olduğumuz rivayette İbnu Ömer ise, Zülhuleyfe Mescidi´nin yanında telbiyeye başladığını söylemekte, diğer ifadeleri “kizb” olarak tavsif etmektedir. Hemen belirtelim ki, bu kizb dilimizdeki yalan ve iftira değildir, “hata” demektir. Yani İbnu Ömer hâdiseyi rivâyet eden ashabın hata ettiğini iddia etmektedir. İzah edileceği üzere, işin aslında hata da mevcut değil.
4- Görüldüğü üzere, ulemâ, Hz. Peygamber´in ihrama girdiği yer hususunda ihtilâf etmiştir: Zülhuleyfe Mescidi diyen olmuş, devesi onu kaldırınca diyen olmuş, Beyda tepesine çıkınca diyen olmuştur.
Bu meseleyi, müteakip rivâyette göreceğimiz üzere en güzel çözüme bağlayan İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´tır. O, “Bunu en iyi bileniniz benim”diyerek sözüne başlayacak, gerçekten hacc âdâbına uygun şekilde izah edip, her iddia sahibine hak verecek şekilde mâkul bir izaha kavuşturacaktır.
Onun bu izahını nakleden Tahâvî benimsediğini belirtir. Ayrıca Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Şâfiî, Ahmed İbnu Hanbel (rahimehumullah) bunların mezheplerine tâbi olan diğer ulemânın bu açıklamayı benimsediklerini kaydeder.
Evzâî, Atâ ve Katâde´ye göre ise, Beydâ´da ihrama girmek müstehabtır.[194]
ـ2ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ]أنَّ رسولَ اللّهِ # صَلَّى الظُّهْرَ ثُمَّ رَكَبَ رَاحِلَتَهُ فَلَمَّا عََ عَلى حَبْلِ الْبَيْدَاءِ أهَلَّ[. أخرجه أبو داود والنسائى.زاد النسائى في أخرى: وَأهَلَّ بِالحَجِّ وَالْعُمْرَةِ حِينَ صَلَّى الظُّهْرَ.
2. (1262)- Hz.Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) öğleyi kıldı. Sonra devesine bindi. Beydâ tepesine çıktığı zaman telbiye getirdi.” [Ebu Dâvud, Menâsik 21, (1774); Nesâî, Hacc 25, (5,127), 56, (5, 162).]
Nesâî, bir diğer rivayette şu ziyadeyi kaydetti: “Öğleyi kıldığı zaman hacc ve umre için ihrama girdi.”[195]
ـ3ـ وعن أبى جُبير قال: ]قُلْتُ ‘بنِ عَبَّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما عَجِبْتُ ‘خْتَِفِ أصْحَابِ رسولِ اللّهِ # في إهَْلِهِ حِينَ أوْجَبَ. فقَالَ: إنِّى ‘عْلَمُ النَّاسِ بذلِكَ، إنَّهَا إنَّمَا كَانَتْ مِنْ رسولِ اللّهِ # حَجَّةً وَاحِدَةً فَمِنْ هُنَالِكَ اخْتَلَفُوا. خَرَجَ رسولُ اللّه # حَاجاً فَلَمَّا صَلَّى في مَسْجِدِ ذِي الحُلَيْفَةِ رَكْعَتَيْهِ أوْجَبَهُ في مَجْلِسِهِ فَأهَلَّ بِالحَجِّ حِينَ فَرَغَ مِنَ رَكْعَتَيْهِ فَسَمِعَ ذلِكَ مِنْهُ أقْوَامٌ فَحَفِظْتُهُ عَنْهُ، ثُمَّ رَكِبَ فَلَمَّا اسْتَقَلَّتْ بِهِ نَاقَتُهُ أهَلَّ وَأدْرَكَ ذلِكَ مِنْهُ أقْوَامٌ. وذلِكَ أنَّ النَّاسَ إنَّمَا كَانُوا يَأتُونَ أرْسَاً فَسَمِعُوهُ حِينَ اسْتَقَلَّتْ بِهِ نَاقَتُهُ يُهِلُّ. فقَالُوا إنَّمَا أهَلَّ حِينَ اسْتَقَلَّتْ بِهِ نَاقَتُهُ ثُمَّ مَضَى فَلَمَّا عََ عَلى شَرَفِ الْبَيْدَاءِ أهَلَّ وَأدْرَكَ ذلِكَ مِنْهُ أقْوَامٌ فقَالُوا إنَّمَا أهلَّ حِينَ عََ عَلى شَرَفِ الْبَيْدَاءِ. وَأيْمُ اللّهِ لَقَدْ أوْجَلَ في مُصَّهُ وَأهَلَّ حِينَ اسْتَقَلَّتْ بِهِ نَاقَتُهُ وَأهلَّ حِينَ عََ عَلى شَرَفِ الْبَيْدَاءِ. قالَ سَعِيدُ بنُ جُبَيْرِ: فَمَنْ أخَذَ بِقَوْلِ ابنِ عَبَّاسٍ أهل في مُصَّهُ إذَا فَرَغَ مِنْ رَكْعَتَيْهِ[. أخرجه أبو داود .
3. (1263)- Ebu Cübeyr anlatıyor: “İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´ a dedim ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, vâcib kıldığı zaman, getirdiği telbiye hususunda Ashab´ın ihtilâfına doğrusu hayret ediyorum!” Bana şu cevabı verdi.”
Bu meseleyi ben herkesten iyi biliyorum. Aslında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tek bir hacc yaptı. Bütün ihtilâflar bununla ilgili. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hacc maksadıyla (Medine´den) yola çıktı. Zülhuleyfe Mescidi´ne gelip iki rekatlık ihram namazını kılınca, haccı fiilen olduğu yerde başlattı. Namazı bitirince de hacc için telbiyede bulundu. İşte bu telbiyeyi bır kısım insanlar işitti. Bunu kendisinden ben de (işittim ve) hatırımda tuttum. Sonra hayvanına bindi. Devesi onu yerden kaldırınca tekrar telbiye getirdi. Bu ikinci telbiyeyi de işitenler oldu. (Her seferinde telbiyeleri) farklı kimselerin işitmesi, insanların dağınık ve hareket halinde olmalarındandı. Böylece, devesi onu kaldırdığı zaman çektiği telbiyesini de yeni insanlar işitti. İşte bunlar: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), devesi kaldırdığı zaman telbiye getirdi” dediler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yoluna devam etti. Beydâ tepesine çıkınca da telbiye getirdi. Bu telbiyeyi de işiten başkaları vardı. Bunlar: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Beydâ´ya çıkınca telbiye getirdi” dediler. Allah´a kasem olsun! Resûlullah namazgâhında haccı başlattı. Devesi kaldırdığı zaman telbiye getirdi, sonra Beydâ tepesine çıkınca orada da telbiye getirdi.”
Said İbnu Cübeyr sözüne devamla dedi ki: “İbnu Abbas´ın sözünü esas alanlar (Zülhuleyfe´deki) namazgâhta iki rek´atlık ihram namazını kılar kılmaz telbiye getirdi.” [Ebu Dâvud, Menâsik 21, (1770).][196]
AÇIKLAMA´sı için önceki hadise bakın.[197]
ـ4ـ وعن نافع قال: ]كانَ ابنُ عُمرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهما إذَا دَخَلَ أدْنى الحَرَمِ امْسَكَ عَنِ التَّلْبِيَةِ، ثُمَّ يَبِيتُ بِذِى طُوىً، وَيُصَلِّى بِهَا الصَّبْحَ، ثُمَّ يَغْتَسِلُ، وَيُحَدِّثُ أنَّ النَّبىَّ # كانَ يَفْعَلُ ذلِكَ[. أخرجه الثثة .
4. (1264)- Nâfi´ diyor ki: “İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) Harem, bölgesinin en yakın yerine geldi mi telbiyeyi artık bırakırdı. Sonra Zu-Tuva nâm mevkide geceyi geçirir, orada sabah namazını kılar, sonra yıkanırdı ve derdi ki: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) böyle yapmıştı.” [Buharî, Hacc 38, 39; Müslim, Hacc 226, (1259); Muvatta, Hacc 32, (1, 333).][198]
AÇIKLAMA:
İbnu´l-Münzir: “Mekke´ye girerken yıkanmak, bütün âlimlere göre, müstehabtır, âmden terkinde fidye gerekmiyeceği hususunda da ihtilâf etmezler” demiştir. Ulemânın ekseriyeti: “Sadece abdest alınmış olsa bu da kifayet eder, müstehab yerine gelir” demiştir. İbnu Ömer bazan abdest alır, bazan yıkanırdı. Ancak daha önce kaydedildiği üzere (1223 ve 1225. hadisler) İbnu Ömer ihrama girdikten sonra başını, ihtilâm hâli araya girmedikçe yıkamazdı. Bunun su ile de olsa, başın örtülme yasağının ihlâl edilmemesi endişesinden ileri geldiğini kaydetmiştik. Şu halde, Mekke´ye girmezden önce onun yıkanması demek, yine başını hariç tutarak yıkanması demektir, tam bir boy abdesti alması değildir.
Şâfiîler, “Mekke´ye girerken, ihramlı, yıkanmayacak olursa teyemmüm etmeli” demiştir.
İbnu´t-Tîn´in açıklamasına göre, Mekke´ye giriş için hususî bir yıkanma mevzubahis değildir. Yıkanma tavaf içindir, Mekke´ye girişte mevzubahis edilen yıkanma da, aslında tavaf içindir, Mekke´ye giriş için değildir. Ama bazı âlimler: “Bu ihramlıya has değildir, Mekke´nin hürmeti sebebiyledir, ihramsız olarak giren kimsenin yıkanması da müstehabtır” demiştir. Nitekim, Resûlullah, fetih sırasında ihramsız olduğu halde yıkanmıştı.
İbnu Nâfi´nin rivayetine göre, İmam Mâlik´e göre İbnu Ömer´in bu husustaki sözüyle amel müstehabtır. Yani, Zülhuleyfe´de ihrama girerken, Zu-Tuva´da Mekke´ye girerken ve bir de Arafat´a giderken bazan abdest almalı, bazan yıkanmalıdır, bir sebeple terkedene de herhangi bir şey gerekmez. Zâhirîler bu yıkanmaları vâcib addetseler de ümmet müstehab addetmede ittifak eder. Hasan Basrî hazretleri, “İhrama girerken unutarak yıkanmayı terkeden kimse, hatırlayınca yıkansın” demiştir.[199]
ـ5ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قال رسولُ اللّه #: يُلَبِّى المُقِيمُ أوِ المُعْتَمرُ حَتَّى يَسْتَلمَ الحَجَرَ[. أخرجه أبو داود والترمذى.وعنده: كانَ يُمْسِكُ عَنِ التَّلْبِيَةِ في الْعُمْرَةِ إذَا اسْتَلَمَ الحَجَرَ .
5. (1265)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Mukim olanlar veya umre yapanlar, Hacer-i Esved´i istilâm edinceye kadar telbiyeyi bırakmazlar.” [Ebu Davud, Menâsik 29, (1817), Tirmizî, Hacc 79, (919).]
Hadis, Tirmizî´de şöyledir: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), umrede iken, Hacer-i Esved´e istilâm yapınca telbiyeyi bırakırdı.”[200]
AÇIKLAMA:
1- İstilâm, kelime olarak selâm´dan gelir. Selamlamak diye dilimize çevirebiliriz. Bu, Ka´be-i Muazzama´nın Rükn-i şarkî (veya Rükn-i Hacer-i Esved) denen köşesindeki Hacer-i Esved´e tekbir ve tahlîl getirerek eller konup ve sonra öpülmek suretiyle gerçekleşir. Yaklaşılamadığı takdirde, uzaktan Hacer-i Esved´in hizasına gelindiği vakit Hacer´e dönülerek ellerin içi Ka´be´ye çevrilip, kulaklar hizasına kaldırılıp bismillahi Allahu ekber diyerek, eller Hacer´in üzerine konuluyormuş gibi işaret edilerek, karşıdan selamlanır ve sağ elin içi öpülür. Bu da, yakından öpmek yerine geçen bir istilâmdır. (İstilâmın daha geniş açıklaması için 1551 numaraya bakın).
2- Hadis hakkında Tirmizî merhum şu bilgiyi sunar: “İbnu Abbas´ın bu rivayeti sahih bir hadistir. Ulemânın ekserisi bununla amel etmiş ve: “Umre yapan kimse, Hacer-i Esved´i istilâm etmedikçe, telbiyeyi kesmez” demiştir. Bazıları da: “Mekke´nin dış evlerine ulaşır ulaşmaz telbiyeyi keser” demiştir. Amelde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´tan yapılan rivayetin esas kılındığını belirten Tirmizî, bununla hükmedenlerden Süfyan-ı Sevrî, Şâfiî, Ahmed ve İshak (rahimehumullah)´ın isimlerini zikreder.[201]
ـ6ـ وعن ابن عمر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يُهِلُّ مُلَبِّياً وفي رواية مُلَبِّداً. يَقُولُ: لَبَّيْكَ اللَّهُمَّ لَبَّيْكَ، لَبَّيْكَ َ شَرِيكَ لَكَ لَبَّيْكَ إنَّ الْحَمْدَ وَالنِّعْمَةَ لَكَ وَالمُلْكَ َ شَرِيكَ لَكَ. َ يَزِيدُ عَلى هذِهِ الكَلِمَاتِ[. أخرجه الستة .
6. (1266)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı telbiye çekerken -bir rivayette mülebbiyen değil, mülebbiden demiştir- işittim şöyle diyordu: “Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyk lâ şerîke leke lebbeyk. İnne´lhamde ve´nni´mete leke ve´lmülk, lâ şerîke leke.” Bu kelimelere başka ilâvede bulunmuyordu.” [Buharî, Hacc 26, Libâs 89; Müslim, Hacc 19, (1184); Muvatta, Hacc 28, (1, 331-332); Tirmizî, Hacc 13, (825); Ebu Dâvud, Menâsik 27, (1812); Nesâî, Hacc, 54, (5, 159-160).][202]
ـ7ـ ـ زاد في رواية: ]وَكَانَ عَبْدُاللّهِ بنُ عُمَرَ يَقُولُ: كانَ عُمر بنُ الخَطَّابِ يُهِلُّ بإهَْلٍ رسولِ اللّه # مِنْ هؤَُءِ الْكَلِمَاتِ وَيَقُولُ: لَبَّيْكَ اللَّهُمَّ لَبَّيْكَ لَبَّيْكَ وَسَعْدَيْكَ وَالخَيْرُ في يَدَيْكَ لَبَّيْكَ وَالرَّغْبَاءُ إلَيْكَ وَالْعَمَلُ[.وزاد أبو داود في أخرى عن جابر: فَذَكَرَ مِثْلَ ما قَالَ ابنُ عُمرَ. وقال: وَالنَّاسُ يَزِيدونَ ذا المعَارِجِ وَنَحْوَهُ مِنَ الكََمِ، وَالنَّبىُّ # يَسْمَعُ وََ يَقُولُ شَيئاً. ومعنى »ذَا المَعَارِجِ« أى صاحب مصاعد السماء ومراقيها .
7. (1267)- Bir rivayette şu ziyade var: “Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) derdi ki: “(Babam) Ömer İbnu´l-Hattâb (radıyallahu anh) bu kelimelerden ibâret olan Resûlullah´ın telbiyesi ile telbiye getirir ve şunu söylerdi: “Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyk ve sa´deyk ve´lhayru fî yedeyk. Lebbeyk, ve´rrağbâu ileyk ve´l-amel.” [Nesâî, Hacc 54, (5, 161).]
Ebu Dâvud´un diğer bir rivayetinde Hz. Câbir (radıyallahu anh)´den şu ziyade vardır: “Resûlullah şöyle telbiye getirirdi…” dedikten sonra tıpkı İbnu Ömer´in hadisindeki gibi bir metin zikretti. Sonra Hz. Cabir´in şunu ilâve ettiğini kaydetti: “İnsanlar telbiyeye “…Zü´l-Meâric” ve benzeri kelimeler ilâve ettiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunları işitti ancak hiçbir müdahelede bulunmadı.”
Zü´l-Meâric, Allah´ın isimlerinden biri olup “yükselme yerlerinin sahibi” “yüksek dereceler sahibi” mânasına gelir[203]
.ـ8ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ مِنْ تَلْبِيَةِ رسولِ اللّه # لَبَّيْكَ إلهَ الحَقِّ[. أخرجه النسائى .
8. (1268)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh): “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın telbiyesinde “Lebbeyk İlâhe´l-Hakk (Buyur! Hak olan İlâh!)” tâbiri de vardı” demiştir. [Nesâî, Hacc 54, (5, 161-162).][204]
ـ9ـ وعن السائب بن خَّد ا‘نصارى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: إنَّ
جِبْرِيلَ عَلَيْهِ السََّمُ أتَانِى أنْ آمُرَ أصْحَابِى وَمَنْ مَعِى أنْ يَرْفَعُوا أصْوَاتَهُمْ بِالْتَلْبِيَةِ أوْ بِا“هَْلِ[. أخرجه ا‘ربعة .
9. (1269)- Sâib İbnu Hallâd[205] el-Ensârî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şunu söylediler: “Cibril (aleyhisselam) bana gelip, ashabıma ve beraberimde olanlara telbiye -veya ihlâl[206] dedi- çekerken seslerini yükseltmelerini emretmemi emir buyurdu.” [Muvatta, Hacc 34, (1, 334); Ebu Dâvud, Menâsik 27, (1814); Tirmizî, Hacc 15, (829); Nesâî, Hacc 55, (5, 162); İbnu Mâce, Menâsik 16, (2922-2923).][207]
ـ10ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كانَ المُشْرِكُونَ يَقُولُونَ: لَبَّيْكَ َ شَرِيكَ لَكَ: فيقُولُ رسولُ اللّه # وَيْلَكُمْ قَدْقَدْ. فَيَقُولُونَ: إَّ شَرِيكاً هُوَ لَكْ تَمْلِكَهُ وَمَا مَلَكْ، يَقُولُونَ هذَا وَهُمْ يَطُوفُونَ بِالْبَيْتِ[. أخرجه مسلم.قوله: »قَدْقَدْ« بمعنى حسْبُ وتكرارها بالتأكيد ا‘مر، ويعنون »بِالشَّرِيكِ« الضم »وَبِمَا مَلَكْ« اŒيات التى عنده وحوله .
10. (1270)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Müşrikler (haccederken şu şekilde telbiyede bulunurlardı): “Lebbeyke lâ şerîke leke.” Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da: “Yazık size, yeter, yeter” buyururdu. Müşrikler (telbiyelerinin devamında): “Yalnız bir şerik müstesna, o senin şerikindir, sen ona da, onun mâlik olduğu şeylere de mâliksin” derlerdi. Onlar, bunu, Kâbe´yi tavaf ederken söylerlerdi.” [Müslim, Hacc 22, (1185).][208]
AÇIKLAMA :(1266-1270) numaralı hadisler için:
1- Telbiye kelime olarak لَبَّى den gelir زَكَّىص den tezkiye´nin gelmesi gibi. Üstten gelen bir emre, bir dâvete aralıksız icâbet mânasını taşır. Lebbeyke, “icâbet sana!” demektir. Dilimizdeki “Buyur!” ve “Buyur efendim!” tâbirleri ile karşılamak uygun düşer. Böyle olunca Lebbeyke, Allahümme lebbeyk tâbirini, “Emrindeyim, ey Allahım emrindeyim” veya “Buyur Allahım buyur! Fasılasız icâbet sana ey Allahım” gibi değişik tâbirlerle karşılamamız mümkündür.
Lâ şerîke leke: “Senin ortağın yoktur” demektir.
İnne´lhamde ve´nnimete leke ve´lmülk: “Hamd sanadır, nimet ve mülkün gerçek sahibi sensin” demektir.
1267 numaralı hadiste geçen sa´deyk: “Taatin için fasılasız müsaade”, yani “her an itaatindeyim” mânasına gelir.
el-Hayru biyedeyk: “Hayır senin elinde, hayır dağıtan, veren sensin!” demektir.
“Ve´rrağbâu ileyk ve´l-amel” “Dilek sana arzedilir, amel de sanadır” demektir. Telbiyeyi metin ve tercümesiyle 1164 numaralı hadiste kaydettik.
2- Telbiye, sadedinde olduğumuz rivayette de görüldüğü üzere, cahiliye Araplarında da mevcuttur. Baş kısmı, İslâmî telbiyeye benzediği için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) orayı te´yid ve arka kısmını red mânasında: “Yazık size, yeter, yeter” demiştir. İbnu Abbâs Resûlullah´ın bu sözünü araya sıkıştırdıktan sonra cahiliye telbiyesinin gerisini de kaydeder.
Ezrâkî, Tarih-i Mekke adlı kitabında, Hz. Yunus, Hz. Musa, Hz. İsa (aleyhimüsselam) gibi bir kısım geçmiş peygamberlerin telbiyelerinden bahseder ve metinlerini kaydeder.
3- 1269 numaralı hadis, İslâmî telbiyenin, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e, Cebrâil (aleyhisselam) tarafından öğretildiğini haber vermektedir.
1266 ve 1267 numaralı rivayetler, telbiyeye, umumiyetle bilinenin dışında bazı değişik kelimelerin ilâve edildiğini göstermektedir. Cumhur: “Efdal olanı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın devamlı yaptığı merfu telbiyeyi okumaktır, ancak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bazı ziyadelere sükût buyurması sebebiyle, telbiyeye ilâvede bulunmak câizdir” demiştir. Merfu telbiyeyi 1164 numarada tercümesiyle birlikte kaydettik.
4- 1269 numaralı hadiste telbiyenin yüksek sesle söylenmesi emredilmektedir. Bu erkeklere mahsustur. Kadınlar alçak sesle söylerler. Telbiyenin yüksek sesle söylenmesi, telbiyenin vâcib olduğuna hükmedenler için vâcibtir. Zâhirîler bu görüştedir. Öyle ki, onlara göre telbiyeyi terk, dem (koyun kurban etmek) gerektirir. Cumhur, burdaki emrin nedb ifade ettiğine, dolayısiyle telbiyeyi yüksek sesle yapmanın müstehab olduğuna hükmetmiştir.
5- Telbiye her hal değişikliğinde tekrar edilir: İnişlerde, yokuşlarda, başkalarıyla karşılaşmalarda, gecenin veya gündüzün gelmesinde, oturmalarda, kalkmalarda, binmelerde, inmelerde, namazların ardından, mescidde vs.. Her tekrar peş peşe üç sefer yapılır. Üç tamamlanmadan kesilmez, mamafih selâm verilmişse alınır ve fakat selâm verilmez.
Telbiyeden sonra dua edilir. Bu duada kendisi, sevdikleri ve mü´ minler için dilediğini taleb edebilir. Ancak en iyi istenecek şeylerin, Allah´ın rızası, cennet ve ateşten istiâze olduğu belirtilmiştir.
6- Telbiyeye hacılar, şeytan taşlama anına kadar devam ederler. Umre yapanlar da tavafa başlayıncaya kadar devam ederler.
Telbiye, ihram giyen herkese; kadın, erkek, abdestli, abdestsiz, hayızlı, cünüb vs. herkese müstehabtır.[209]
İKİNCİ FER
İHRAMINI İFSAD EDENLER HAKKINDA
İhramlıya has bazı yasaklar vardır. Diğer zamanlarda helâl olduğu halde hacc veya umre için ihrama girenlerin bunlardan kaçınması gerekir. Bu yasaklara toptan cinayet denir. Cinayetin ağırlığna göre, cezası da farklıdır. Bu cinayet ve cezalar, umumiyetle yedi kısma ayrılır:
1- Hacc veya umrenin kaza edilmesini (yeniden yapılması) gerektirenler,
2- Bedene (deve veya sığır kesmek) gerektirenler,
3- Dem (koyun veya keçi kesmek) gerektirenler,
4- Sadaka (fıtır sadakası miktarında bağış) gerektirenler,
5- Tasadduk (miktarı belirlenmeyen bağış, fıtır sadakasından az da olabilir) gerektirenler,
6- Oruç tutmayı gerektirenler,
7- Bedelini ödemeyi gerektirenler.
Bu cinayetlerin hepsi ihramı ifsad etmez. İfsâd edici cinayetin cezası öncelikle “kaza”dır, yani yeniden yapılması. Aşağıda bu mevzuya giren iki hadis göreceğiz.[210]
ـ1ـ عن مالك رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]بَلَغَنِى أنَّ عُمَرَ وَعَلِيّاً وَأبَا هُرَيْرَةَ سُئِلُوا عَنْ رَجُلٍ أصَابَ أ هْلَهُ وَهُوَ مُحْرِمٌ بِالحَجِّ. فقَالُوا: يَنْفُذَانِ لِوَجْهِهِمَا حَتَّى يَقْضِيَا حَجَّهُمَا ثُمَّ عَلَيهِمَا حَجٌّ قَابِلٌ وَالْهَدْىُ. قال علىٌّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: وَإذَا أهََّ بِالحَجِّ مِنْ عَامٍ قَابِلٍ تَفَرَّقَا حَتَّى يَقْضِيَا حَجَّهُمَا[ .
1. (1271)- İmam Mâlik (rahimehumullah) anlatıyor: “Bana ulaştı ki, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anhüm ecmain)´ye haccetmek üzere ihrama girmiş bulunan birisi hanımı ile cinsî temasta bulunursa ne gerekir diye sual sorulmuştu. Şu cevabı verdiler: “Bunlar (başladıkları) haccı tamamlarlar. Sonra müteâkip sene yeniden hacc yaparlar ve (ceza olarak da) kurban (hedy) keserler.”
Hz. Ali (radıyallahu anh) şunu söylemiştir: “Müteakip yıl, bunlar hacc için ihrama girince, haccı tamamlayıncaya kadar birbirlerinden ayrılırlar.” [Muvatta, Hac 151, (1,381-382).][211]
ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]أنَّهُ سُئِلَ عَنْ رَجُلٍ وَقعَ بِأهْلِهِ وَهُوَ بِمنىً قَبْلَ أنْ يُفِيضَ. فَأمَرَهُ أنْ يَنْحَرَ بَدَنَةً[.وفي رواية قال: الَّذِى يُصِيبُ أهْلَهُ قَبْلَ أنْ يُفِيضَ يَعْتَمِرُ وَيُهْدِى. أخرجه مالك .
2. (1272)- “İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)´a, Minâ´da iken, ifâza tavafından önce, hanımına cinsî temasta bulunan bir kimse hakkında sorulmuştu, bir bedene kesmesini emretti.”
Bir rivayette şöyle demiştir: “İfâzadan önce ehline temas eden kimse (ceza olarak) yeni bir umre yapar ve bir de kurban (hedy) keser.” [Muvatta, Hacc 159, (1, 384).] [212]
AÇIKLAMA:
İhramını bozan kimseyle ilgili babta kaydedilen iki hadisten her ikisi de münâsebet-i cinsiye ile alâkalıdır. Bunlardan birincisi, fiilin, Arafat vakfesinden önce vukû bulması halindeki cezayı takdir etmektedir. Bu durumda, ihram bozulmuş olmaktadır. Ancak ihramın bozulması, menâsiki olduğu yerde bırakmayı gerektirmiyor. Başlandıktan sonra fâsid olan haccın tamamlanması esastır. Bu sebeple, haccın geri kalan menâsiki de eda edilir. Ancak bu hacc, borç olan haccın yerine geçmez. Öyle ise ilk müsâid fırsatta bu kaza edilmelidir. Ayrıca erkek ve kadının her birine, ayrı ayrı birer hedy (kurban) kesmeleri gerekir.
Kesilecek hedy kurbanı, Hanefîlere göre bir dem yani koyun veya keçi, Mâlikîlere göre bir bedene, yâni deve veya sığırdır. Bu hedy, cinâyetin cezasıdır. (Tamamlayıcı bilgi için 1321 numaralı hadise bakın.)
İkinci hadis, cinsî temas fiilinin, Arafat vakfesinden sonra, fakat henüz traş olup ihramdan çıkmamış iken vukûu halindeki cezayı tesbit etmektedir: Bu durumda haccın tekrarı gerekmiyor ancak, ceza olarak bedene, yani sığır veya deve kesilmesi gerekmektedir.[213]
ÜÇÜNCÜ FER
SAYD´IN CEZASI
Sayd´ı lügat olarak dilimizdeki av kelimesiyle karşılarız. Ancak haccla ilgili bahislerde daha ziyâde mutlak mânada hayvan öldürmek demektir. Hayvan büyük de olabilir, sözgelimi çekirge gibi küçük de olabilir, hepsi sayd´la ifade edilir. İhramlı iken öldürülmesi helal olan beş çeşit zararlılar -ki 1256 numaralı hadiste açıklandı- dışında herhangi bir hayvanın öldürülmesi yasaktır. Öldürülmesi halinde, hayvanın cinsine göre değişen cezalar takdir edilmiştir. Şu halde aşağıda bu mevzuya giren beş hadis göreceğiz:[214]
ـ1ـ عن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قَضَى عُمَر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ في الضَّبُعِ بِكَبْشٍ وفي الْغَزَالِ بِعَنَزٍ، وفي ا‘رْنَبِ بِعَنَاقٍ، وفي الْيَرْبُوعِ بِجَفْرَةٍ[. أخرجه مالك.
1. (1273)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallahu anh) sırtlan öldüren için bir koç, geyik öldüren için bir keçi, tavşan öldüren için bir çebiş (küçük keçi), Arap tavşanı (denilen bir nevi tarla fâresi) için bir kuzuya hükmetti.” [Muvatta, Hacc 235, (1, 416).][215]
ـ2ـ وله مرس عن أبى الزبير: ]أنَّ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَضَى في الجَرَادِ أنَّ مَنْ عَقَرَه عَلَيْهِ جَزَاؤُهُ بِحُكْمِ حَكَمَيْنِ، لِمَا رُوِى عَنْ زَيْدِ بنِ أسْلَمَ: أنَّ رَجًُ قال لِعُمَرَ: يَا أمِيرَ المُؤمِنِينَ إنِّى أصَبْتُ جَرَادَةً بِسَوْطِى وَأنَا مُحْرِمٌ. فقَالَ لَهُ: أطْعِمْ قَبْضَةً مِنْ طَعَامٍ[ .
2. (1274)- Yine Muvatta´da mürsel (senetsiz) olarak Ebu´z-Zübeyr´ den gelen rivayete göre, Hz. Ömer, çekirge hakkında: “Onu kim öldürürse -iki hakemin hükmüyle- onun karşılığını öder” diye hükmetmiştir. Şöyle ki: Zeyd İbnu Eslem´in rivayetine göre, bir adam gelerek Hz. Ömer´e: “Ey mü´minlerin emîri, ben ihramlı iken kamçımla birkaç çekirge öldürdüm, (ne yapmam gerekir )” diye sormuş. Hz. Ömer ona bir avuç kadar taam yedir (tasadduk et) cevabını vermiştir.” [Muvatta, Hacc 235, (1, 416).][216]
AÇIKLAMA:
Teysir´deki bu rivayet metin olarak aslı olan Câmiu´l-Usûl´den farklıdır. Câmiu´l-Usul´deki de Muvatta´daki aslının aynısı değildir. Câmiu´l-Usûl´deki aslı şöyle başlar:
مَالِكُ بْنُ اَنَسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُمَا قَالَ فِى الْجَرَادِ: إنَّ مَنْ عَقَرَهُ عَلَيْهِ جَزَاءُهُ بِحُكْمِ حَكَمَيْنِ لِمَا رُوِىَ عَنْ زَيْد بْنِ اَسْلَمَ اَنَّ رَجًُ قَالَ لِعُمَرَ
Yani: Malik İbnu Enes (radıyallahu anhümâ)[217] çekirge hakkında şöyle hükmetmiştir: “Onu öldürene -iki hakemin hükmüyle- karşılığını ödemesi gerekir. Bunun delili Zeyd İbnu Eslem´den yapılan rivayettir. Bu rivayete göre, bir adam gelerek Hz. Ömer´e…”
Başlangıçları itibariyle farklıdır. Çünkü, birincideki takdi cümlesinde hüküm sahibi Hz. Ömer göründüğü halde, ikincideki takdim cümlesinde, hüküm sahibi, İmâm Mâlik gözükmektedir. İmam Mâlik, bu meselede Hz. Ömer´in hükmünü esas aldığı için netice aynı olmadığından, rivayetlerdeki farklılığı, üzerinde duracak mahiyette görmüyoruz.
Her iki rivayette de geçen: “iki hakemin hükmüyle” tâbirine gelince, bununla -müteakip rivayetlerde ve bilhassa 1276 numaralı rivayette anlaşılacağı üzere- mevzuya müteallik bir âyette ve bu âyete uygun şekilde Hz. Ömer´in verdiği bir hükme atıf yapmaktadır.
Mezkûr âyet meâlen şöyledir: “Ey iman edenler, siz (hac veya umre için) ihramlı bulunurken av öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürse (üzerine), öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır ki, Kâbe´ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere buna içinizden adalet sahibi iki adam hüküm (ve takdir) edecektir” (Mâide 95).
Hz. Ömer´in verdiği hüküm, hükmü veriş tarzı vs. 1276 numaralı hadiste gelecek.[218]
ـ3ـ وفي رواية له: ]أنَّ رَجًُ سَألَ عُمَرَ عَنْ جَرَادَةٍ قَتَلَهَا وَهُوَ مُحْرِمٌ. فقَالَ عُمَرُ لِكَعْبٍ: تَعَالَ حَتَّى نَحْكُمَ. فقَالَ كَعْبٌ: دِرْهَمٌ: فقَالَ عُمرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. إنَّكَ لتَجِدُ الدَّرَاهِمَ، لَتَمْرَةٌ خَيْرٌ مِنْ جَرَادَةٍ[ .
3. (1275)- Muvatta´nın bir başka rivayetinde şöyle gelmiştir: “Bir adam Hz. Ömer (radıyallahu anh)´e, ihramda iken öldürdüğü çekirge hakkında sordu. Hz. Ömer, (yanında bulunan) Ka´bu´l-Ahbâr´a: “Gel beraber hükmedelim” dedi. Ka´b: “Bir dirhem tasadduk etmesi gerekir” diye hükmetti. Hz. Ömer ona: “Sen dirhemleri buluyorsun. Şurası muhakkak ki hurma, çekirgeden daha hayırlıdır” dedi.[219]
AÇIKLAMA:
1- Zürkânî, Hz. Ömer´in: “Hurma çekirgeden hayırlıdır” demekle, “Çekirge öldürmenin hükmü bir avuç yiyecek tasadduk etmektir” demek istediğini belirtir.
2- Zürkânî bu rivayetten, Ka´b´ın -daha önce 1250 numarada kaydettiğimiz- “Çekirge balık hapşırmasıdır, ihramlıya yemesi câizdir” mânasındaki sözünden rücû ettiğine delil çıkarır. Zîra ihramlıya deniz hayvanı öldürmek veya deniz avı yemek helâldir, herhangi bir kefaret gerektirmez. Ka´b bu rivayete göre, çekirgeye “bir dirhemlik” ceza takdir etmiş, Hz. Ömer (radıyallahu anh) de bunu bir avuç yiyecek olarak pratik bir hükme tahvil etmiştir. Yani çekirge öldürene ceza takdir ettiğine göre, Ka´bu´l-Ahbâr´a göre çekirge deniz hayvanı sayılamaz.[220]
ـ4ـ وعن ابن سيرين قالَ: ]قالَ رَجُلٌ لِعُمرَ بْنِ الخَطابِ: أجْرَيْتُ أنَا وَصَاحِبٌ لِى فَرَسَيْنِ تَسْتَبِقُ إلى ثَغْرَةِ ثَنِيُةٍ فَأصَبْنَا ظَبْياً وَنَحْنُ مُحْرِمانِ فَمَا تَرَى؟ فقَالَ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ لِرَجُلٍ إلى جَنْبِهِ تَعالَ لِنَحْكُمَ قالَ: فَحَكَمَا عَلَيْهِ بِعَنْزٍ فَوَلَّى الرَّجُلُ فقَالَ: هذَا أمِيرُ المُؤمِنينَ َ يَسْتَطِيعُ أنْ يَحْكُمَ في ظَبْىٍ حَتَّى دَعا رَجًُ فَدَعَاهُ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فقَالَ: هَلْ تَقْرأُ المَائِدَةَ؟ قَالَ َ، قالَ: فَهَلْ تَعْرِفُ هذَا الرَّجُلَ؟ قالَ: َ. قالَ: لَوْ أخْبَرْتَنِى أنَّكَ تَقْرؤُهَا ‘وْجَعَتُكَ ضَرْباً. ثُمَّ قالَ: إنَّ اللّهَ تَعالى قالَ في كِتَابِهِ: يَحْكُُمُ بِهِ ذَوَا عَدْلٍ مِنْكُمْ[. وهذا عبدالرَحْمَن بن عوف .
4. (1276)- İbnu Sîrîn (rahimehullah) anlatıyor: “Bir adam Hz. Ömer (radıyallahu anh)´e gelerek: “Ben ve arkadaşım ihramlı olduğumuz halde Akabe´deki bir tepeye doğru atlarımızla yarış yaptık ve bu esnada bir ceylan öldürdük. Bu fiilimize hükmünüz nedir ” diye sordu. Hz. Ömer (radıyallahu anh), yanında bulunan birine: “Gel beraber hükmedelim” dedi.
(İbnu Sîrîn) der ki: “İkisi birlikte bir keçiye hükmettiler. Bunun üzerine adam döndü ve (yanındakilere):
“Ömer´e bakın, mü´minlerin emîri ama, bir ceylan hakkında hüküm veremiyor, yardımcı olarak bir adam çağırıyor!” dedi. (Bu sözü işiten) Hz. Ömer (radıyallahu anh), adamı çağırtıp:
“Sen Mâide sûresini okudun mu ” diye sordu. Adam:
“Hayır!” deyince:
“Pekiyi (hüküm vermede yardımını istediğim) bu adamı tanıyor musun ” dedi. Adam bu soruya da:
“Hayır!” deyince Hz. Ömer:
“Eğer, Mâide sûresini okuduğunu söyleseydin dayakla canını yakacaktım” dedi ve ilâve etti:
“Cenâb-ı Hakk Kitab-ı Mubîn´inde: “Ey iman edenler… İçinizden adalet sahibi iki adam hüküm (ve takdir) edecektir…” (Mâide 95) buyurmuştur. Ve şu da Abdurrahman İbnu Avf´tır.” [Muvatta, Hacc 231, (1,414).][221]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetten anlıyoruz ki, hacc veya umre sırasında ihramlının işleyeceği bir kısım hacc yasaklarının cezasını tesbit işi, iki kişilik adalet sahibi bir heyete bırakılmıştır. Bu çeşit takdire bırakılan hükümlere “hükümet-i adl” denir.
2- Günümüzün büyüklerinin bu çeşit tenkidlere göstereceği aksül-ameli düşünecek olursak, Hz. Ömer´in müsamahası, o devir insanlarının büyükleri tenkiddeki cesâret ve cür´etleri gibi, rivayetten ibret alınacak başka yönlerinin de bulunduğu anlaşılır.
3- Aynı hâdise, ufak bazı ifade farklarıyla Hâkim´in el-Müstedrek´inde Kubeysa tarafından rivayet edilmiştir. O rivayet şöyle tamamlanır: “Hz. Ömer (radıyallahu anh), sonra adama şu (nasihati) söyledi: “İnsanda on huy vardır, dokuzu iyi, birisi kötü. O tek kötü öbürlerini de bozar. Dil sürçmelerinden sakının!”[222]
ـ5ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]مَنْ نَسِىَ شَيئاً مِنْ نُسُكِهِ أوْ تَرَكَهُ مِمَّا بَعْدَ الفَرَائِضِ فَلْيُهْرِقْ دَماً[. أخرج أحاديث هذا الفرع كلها مالك .
5. (1277)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: “Kim, haccın nüsükünden farzları dışında bir şey unutur veya terkederse bir kan (dem) akıtsın.” [Muvatta, Hacc 240, (1, 419).][223]
AÇIKLAMA:
1- “Nüsük”, nesîke´nin cem´idir. Menâsik de mensek´in cem´idir. Bunlar aslında kesmek mânasına gelen نَسَكَ ´den gelir. Ayrıca nüsk ve nüsük Allah´a yaklaştıran her şey, tâat, ibâdet manalarına da gelir.
Istılahta, haccla ilgili ibadetlerin her biri için bu kelimeler kullanılır. Bu ibâdet farz, vacib, müstehab farketmez, hepsine menâsik veya nüsük denir.
2- Sadedinde olduğumuz hadisteki nüsük´ten haccın vâcibleri anlaşılacaktır. Zîra sadece vaciblerinin unutulması veya terki, dem yani koyun veya keçi kurban etme cezasını gerektirir. Nitekim, haccın müstehablarına nüsük dendiği halde, terki ceza gerektirmez.
Şu halde Hanefîlere göre dem gerektiren amelleri zikredebiliriz:
1- Mîkatı ihramsız geçmek; geri döner, ihram giyerse ceza düşer.
2- Sa´yin tamamını veya çoğunu terketmek,
3- Müzdelife vakfesini özürsüz terketmek.
4- Şeytan taşlamanın tamamını terketmek,
5- Âfakîlerin, veda tavafının tamamını veya çoğunu terketmesi,
6- Ziyaret veya umre tavafının son üç şavtını veya sadece birini terketmek.
7- Ziyaret veya umre tavafını abdestsiz, veda veya kudüm tavaflarını cünüb halde yapmak.
8- Arafe günü, Arafat bölgesinden güneş batmadan önce ayrılmak.
9- Belirli zaman ve mekânda yapılması gereken menâsiki, zamanında ve mekânında yapmamak. Ziyaret tavafını bayram günlerinden sonra yapmak, tıraşı bayram günlerinden sonra olmak veya Harem bölgesinin dışında olmak gibi.
10- Sıra ile yapılması gereken menâsikte tertibe uymamak.[224]