FİTNELER, HEVALAR VE İHTİLAFLAR BÖLÜMÜ
UMUMİ AÇIKLAMA
FİTNE
KİŞİNİN FİTNESİ
İÇTİMÂÎ KARGAŞA (ANARŞİ) OLARAK FİTNE
FESAD
HERC
HERÇTEN MURAD ANARŞİDİR
FİTNEYİ İHBAR
FİTNE PATLAK VERİNCE YAPILACAK TAVSİYE.
1- Fitnede Sabır
2- Fitnecileri Yalnız Bırakmak
3- Uzlet
4- Öldürmektense Ölmeyi Tercih Etmek
5- Dilini Tutmak
6- Kalben Kerahet
7- Mal Ve Evlatça Hiffet
8- Silah Edinmemek:
ZAMANLA VUKÛA GELECEK FİTNE VE HEVÂLARDAN ZİKREDİLENLER
UMUMÎ AÇIKLAMA
FİTNENİN ÇEŞİTLERİ
DECCAL FİTNESİ
DEVLETE İSYAN
1- Bugat
2- Kutta-ı Tarik (Yol Kesenler)
3- Kutta-ı Tarik Mesabesinde Olanlar
4- Havariç
İSMİ ZİKREDİLEN FİTNELER
1- Mehdi Meselesi
2- Ebdal Meselesi
Sonuç:
3- Asaib Meselesi
İSMEN ZİKREDİLMEYEN FİTNELER
FİTNENİN VASIFLARI:
1- Fitne Yavaş Gelişir.
2- Fitne Bir Kere Çıktı Mı Sonu Gelmez.
3- Giren Çıkamaz.
4- Fitne , Fikrî Gruplaşmadır.
5- Yalan Artar.
6- Gerçeklerin İstismarı
7- Herkes Kendi Görüşünü Beğenir.
8- Cehalet Artar.
9- Şaşkınlık.
10- Din-Sultan Ayrılığı
11- Din Lafta Kalır.
12- Dinin Tatbikatı Zorlaşır.
13- İrtidat Artar.
14- Zenginlik Artar.
15- Cimrilik Artar
16- Asiller Öldürülür, Meydan Adilere Kalır.
17- Fitnede Gençler Rol Oynar.
18- Katl (Öldürme) Vakaları Artar.
19- Teşkilatlar Adına Öldürme.
20- Emniyet Ve Güven Kalmaz
21- Ölüm Aranır
22- Ganimet (Devlet Malı) Helal Addedilir
23- Fitnenin Girmedigi Ev Kalmaz
ASABİYET VE EHVA.
FİTNELERİN GELDİĞİ CİHET VE FİTNELERİN ÇIKTIĞI KİMSELER.
MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİYLE SAVAŞLARI
SAHABE VE TÂBİÎN ARASINDA ÇIKAN KAVGA VE İHTİLAFLAR.
HZ. OSMAN´IN ŞEHİD EDİLMESİ
CEMEL VAKASI
HARİCÎLER.
HAKEMEYN HÂDİSESİ VE YEZİD İBNU MUAVİYE´YE BİAT VAKASI
HAKEMEYN HÂDİSESİ VE HARİÎİLER
İBNU´Z-ZÜBEYR DEVRİ
HACCAC
BENÎ MERVAN
SAHABE VE FİTNE HAREKETLERİ
Fitnede Sahabe´nin Tutumu.
1- Fitne Hâdiselerini Sahabeler Çıkarmadı
2- Sahabeler Fitneye Katılmadı
Cemel Vakası
Fitneye Karışan Sahabeler
3- Ashab´ın Katıldıgı Fitneler Üzerine Birkaç Mütalaa
Sahabelerde Ölçü
Sahabeler Arasındaki Muharebelerin Mahiyeti Ve Hikmeti
FİTNELER, HEVALAR VE İHTİLAFLAR BÖLÜMÜ
(Bu bölümde altı fasıl vardır.)
BİRİNCİ FASIL
FİTNE PATLAK VERİNCE YAPILACAK TAVSİYE
İKİNCİ FASIL
ZAMAN İÇİNDE ÇIKACAK FİTNELERDEN ZİKRİ GEÇENLER
İSMİ GEÇEN FİTNELER
İSMİ GEÇMEYEN FİTNELER
ÜÇÜNCÜ FASIL
ASABİYYE VE EHVA
DÖRDÜNCÜ FASIL
FİTNENİN GELECEGİ CİHET VE FİTNEYİ ÇIKARACAKLAR
BEŞİNCİ FASIL
MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİYLE SAVAŞLARI
ALTINCI FASIL
SAHABE VE TABİİN ARASINDA ÇIKAN KAVGA VE İHTİLAFLAR
HZ. OSMAN´IN ŞEHİD EDİLMESİ
CEMEL VAK´ASI
HARİCİLER
HAKEMEYN HADİSESİ VE YEZİD İBNU MUAVİYE´YE BİAT
İBNU´Z-ZÜBEYR DEVRİ
HACCAC
BENÎ MERVAN
FİTNELER, HEVALAR VE İHTİLAFLAR BÖLÜMÜ
UMUMİ AÇIKLAMA
Fitne, insanlık tarihinin, Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm)´ den sonra kıyametin kopmasına kadar geçecek zaman içerisinde en bariz kaderlerinden biri olduğu için Resûlullah pek çok hadisleriyle uyarıda bulunmuştur. Hadis kitaplarında mutlaka yer alan bölümlerden biri Kitabu´lfiten´dir. Ebu´l-Fida İbnu Kesir, bu hadisleri en-Nihaye ev el-Fiten ve´l-Melahim adlı bir kitapta toplamıştır.[1] Zamanımız, hadislerde haber verilen bütün fitnelerin yaşandığı bir devredir. Çünkü fitneyi kısaca dahilî kargaşa olarak anlarsak, artık İslam âlemi dış oyunların tuzağına düşerek, cihad mânasında, küffara karşı savaş dönemini hemen hemen kapamış, Müslümanların birbirleriyle kavgasına dönüşen dahilî kargaşalar vetiresine girmiştir. Şu halde, fitne nedir ve ne değildir, fitne sırasında takip edilecek tavır hususunda ne gibi İlahi düsturlar varid olmuştur bilmek her zamankinden daha büyük, daha zaruri bir ihtiyaç haline gelmiştir. Bu sebeple, bu bölümde açıklamaları biraz daha geniş tutacağız.[2]
FİTNE:
Din alimlerince, dinimize umumiyetle sınama ve imtihan olarak aktarılan bu kelime aslında altın ve gümüşü, yabancı maddelerden temizleyip saf olarak elde etmek için ateşe sokup eritmeye denmiştir. İyiliği ve kötülüğü belli olmak için insana edilen muamele ve ibtilaya da bu asıldan alınmış olarak fitne denir. Kelime zamanla çok daha geniş mânalar kazanarak iptila, imtihan, tecrübe mânalarına, insanın ateşe atılıp azap edilmesi vs. mânalarına da kullanılmıştır.
İbnu´l-Arabî bu kelimenin “tecrübe” (ihtibar), mihnet, mal, evlad, küfür, insanların fikir ayrılıklarına düşmeleri, ateşte yakmak gibi çeşitli mânalara geldiğini belirtir.
Fitne kelimesinin, gerek Kur´an´da gerekse hadislerde, söylenenlere ilaveten günah, saptırma, sapıtma, cünun (delilik) rezalet (faziha), insanların birbirlerini öldürmesi, katl, ateşte yakarak azab vermek gibi çok değişik mânalarda kullanıldığı muteber kaynaklarda şahitleriyle belirtilir. Aliyyü´l-Kârî, bozuk akideye de fitne dendiğini ayrıca belirtir.
Hülasa bu kelime, lügat açısından bidayette, tecrübe ve mihnet mânalarını taşıdı ise de, zamanla her çeşit fena ve mekruh şeye ıtlak edilmiştir.
Bu kelime üzerine İmam Birgivî´nin kaydettiği açıklama, onun ifade ettiği mânanın genişliğini daha iyi gösterir. Der ki: “Fitne, insanları meşru bir faide olmaksızın ızdıraba, ihtilale, ihtilafa, mihnet ve belaya düşürmektir. Kalbin afetlerinin 48´incisidir. Cemaat imamının namazı uzatması, halka anlayamayacağı çapraşık ve kapalı dil ile hitap etmesi fitnelerdendir.
“Fitne kelimesinin buraya kadar sayılan mânaların birçoğuna delalet ettiğini Kur´an-ı Kerim´de görmekteyiz, mesela:[3]
Saptırma: “İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne aramak (ötekini berikini saptırmak) için (Kur´an´ın) müteşabih âyetlerine tabi olurlar” (Âl-i İmran 7, İsra 73).[4]
İmtihan: “Biz onlardan (insanlardan) kimini kimi ile.. işte böyle imtihan ettik” (En´am 53. Ayrıca Bak. Taha 85; Sâd 34, Ankebut 3.)[5]
AZAB: “Davud sandı ki, biz kendisine bir azab hazırladık…” (Sad 24)[6]
Yakmak: “Mü´minler, münafıklara: “…Siz kendinizi kendiniz yaktınız” derler” (Hadid 14).[7]
İşkence: “Rabbin, işkence edildikten sonra hicret edip sonra cihad ve sabır edenlerin lehindedir” (Nahl 110).[8]
Fenalık Yapmak: “Kafirlerin size fenalık yapmalarından korkuyorsanız…” (Nisa 101).[9]
Belaya Uğratmak: “Hakikat, erkek mü´minlerle kadın mü´minleri belaya uğratanlar…” (Bürûc 10).[10]
Delilik: “Delilik hanginizde imiş ” (Kalem 6).[11]
Şirk Ve Tefrika: “Fitneden yani (şirk ve tefrikadan) eser kalmayıncaya din de (şunun bunun değil, yalnız) Allah´ın (dini tanınmış) oluncaya kadar onlarla savaşın…” (Bakara 193).[12]
Kargaşa (Ölümü Temenni Ettiren Hal): “Onları (size harp açanları) nerede bulursanız öldürün, onları, sizi çıkardıkları yerden (Mekke´den) çıkarın. Fitne (ölümü temenni ettiren hal) katilden beterdir” (Bakara 191).[13]
İman Zayıflığı-Küfür: “Kafir olanlar bile birbirlerinin yardımcılarıdır, eğer siz bunu yapmazsanız, yeryüzünde bir fitne (iman zayıflığı, küfür) ve büyük bir fesad olur” (Enfal 73).[14]
İsyan-Muhalefet: “Onlardan kimi de: “…Bana izin ver, beni fitneye (isyana, muhalefete) düşürme” diyecektir. Haberin olsun ki, onlar zaten fitne çukuruna düşmüşlerdir” (Tevbe 49).[15]
KİŞİNİN FİTNESİ:
Fitne kelimesinin taşıdığı bu çeşitli mânalar, aslında, birbirinden tamamen uzak değildir. Birçoğu birbirine yakındır ve ebedî bir hayat içinde ve tekamülden geçmek üzere yaratılmış bulunan insanın imtihanında düğümlenmektedir. Yani insan bir imtihan için yaratılmıştır (Mülk 2). O, çeşitli şekillerde, hayırlaşerle (Enbiya 35); bollukladarlıkla, hastalıklasağlıkla (Bakara 155), dünyevî derece ve nimetlerde üstünlük ve alçaklıkla (En´am 165) vs. imtihan edilmektedir. Maruz kaldığı imtihanların hepsi, Kur´an ve hadisin dilinde “fitne”dir, yani imtihandır. “(Ey iman edenler) mallarınız, evladlarınız herhalde sizin için bir fitnedir (imtihandır) …” (Tegâbün, 15). Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de şöyle buyurur: “Kişinin fitnesi, ailesinde, malında, nefsinde, çocuğunda ve komşusundadır. Bu fitneyi, oruç, namaz, sadaka, emr-i bi´lma´ruf ve nehy-i ani´lmünker (yani iyiliği emir, kötülükten men etmek) yollarıyla örter (telafi eder).”
Burada fitne olarak tavsif edilen mal, nefis, evlad gibi şeyler diğer hadislerde düşman ve hatta en büyük düşman olarak tavsif edilir: “Öldürdüğün takdirde, senin için bir nur olan, seni öldürdüğü takdirde (şehadetine sebep olarak) cennete gönderen düşman değildir. Hakiki ve en büyük düşmanın kendi sulbünden gelen evladın, sonra tasarrufun altında bulunan malındır.”
Şu hadiste ise bu sayılanlar arasında birinci planda nefsin yer aldığı, kişinin afaki, dış hadisatta boğularak kendini unutmaması, ruhunu güzel ahlak, iyi niyet, hayırhahlık gibi faziletlerle tezyin edip, kötü huylarını baskı ve kontrol altına alması için mücadeleye çağırır: “Senin en büyük düşmanın, içindeki nefsindir.”
Allah´ın verdiği her çeşit nimet (sağlık, mal, mülk, evlad…) mü´minin vermekte olduğu imtihanı kazanmasına vesile olursa, bunlar gerçek mânada nimet olur. Aksi takdirde, düşmandır. İnananların bu mühim hakikattan gafil olmamaları için, Kur´an ve hadiste çok çarpıcı ifadelerle dikkatler çekilir. Mesela bir ayette: “Ey iman edenler, eşlerinizin, evlatlarınızın içinde hakikaten size düşman (olanlar) da var. O halde onlardan sakının” (Tegâbün, 14) denmektedir.
Şu ayet de mal ve evladın nasıl düşman olabileceğini açıklar: “Ey iman edenler, sizi ne mallarınız, ne evladlarınız Allah´ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir” (Münafıkûn 9).
Bu bahsi, Abdullah İbnu Ömer´in bir sözü ile noktalayabiliriz: “Sizden hiç kimse “Ya Rabbi, fitneden (imtihandan) sana sığınıyorum” demesin. Zîra, sizden hiç kimse fitnenin (imtihanın) dışında kalmaz. Ancak istiazede bulunan kimse fitnenin şerrinden (muhtemel maddî ve manevî zararlarından) istiazede bulunsun. Nitekim Cenab-ı Hak: “Mallarınız ve evlatlarınız sizin için bir fitnedir” buyuruyor.” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şu hadisinde de kaçınılması mümkün olmayan, ancak alınacak tedbirlerle zararı asgariye düşürülebilecek bir fitneden söz edildiği görülmektedir: “Ben, arkamda, erkekler için kadından daha zararlı bir fitne bırakmıyorum.”
Kişinin nefsî meseleleriyle alakalı bu açıklamalar, esas mevzumuzdan uzaklaşma sayılmamalıdır. Zîra ileriki bahislerde daha iyi görüleceği üzere, cemiyeti kasıp kavuran asıl fitnenin sebebini, kişinin ailesindeki fitneyi (imtihanı) hafife alması ve bu küçük dairedeki imtihanı kaybetmesi teşkil etmektedir.[16]
İÇTİMÂÎ KARGAŞA (ANARŞİ) OLARAK FİTNE:
Fitne kelimesinin lügat ve örf yönünden taşıdığı mânalara kısa bir dikkat çektikten sonra, asıl mevzumuzu teşkil eden içtimâî kargaşa yönünü ele alacağız.
Fitne kelimesi dilimizde daha ziyade içtimâî bozuklukları ifade eder. Arapça aslında mevcut olan delilik, günah, imtihan, ateşe atma gibi bizzat Kur´an´da kullanılmış olan birkısım mânalarını dilimize geçerken kaybetmiştir. Fitne deyince ilk akla gelen mâna, beşerî huzursuzluk, bozgun, kavga, kargaşa, birbirine girme, dedikodu, fesad gibi insanlar arasında cereyan eden menfî hâdiselerdir.
Meşhur dilcimiz Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lügatinde bu kelimeye, Arapça lügatlerde belirtilen -ki yukarıda kaydettik- mânaları verir. Ancak fiiliyatta, Arapça aslında bütün mânalarıyla kullanılması Türkçemizde pek yaygın değildir. Nitekim diğer bir lügatta “azdırma, baştan çıkarma, karışıklık, ara bozma” gibi birbirine yakın mânalara yer verilir.
Kur´an ve sünnetin mükerrer beyanlarla üzerinde durup reddettikleri fitne, bu fitnedir, bütün cemiyetin ferdlerine sirayet edip kardeşlik, yardımlaşma, birbirini sevip sayma gibi iyi münasebetleri bozup, bunların yerine düşmanlık, kin, husumet, kavga, katl gibi, içtimâî huzuru, ümmet ve millet bütünlüğünü bozucu mahiyette olan fitnedir.
Hemen kaydedelim ki, yeri geldikçe belirtileceği üzere, alimlerimizce ehl-i kıble tabir edilen ve Ehl-i Sünnet dışında kalan diğer fırkalarla düşülen ihtilaflar da “fitne” mefhumunun şümûlüne girer. Fitneye karşı beyan edilen her çeşit yasak, tahdit ve tehditler bu çeşit ehl-i bid´a fırkaları için de muteberdir.
Yine ileriki bahislerde görüleceği üzere, hadislerde ısrarla bulaşılmaması istenen ve fıkıh açısından bir kısım ahkama menşe ve merci olan fitnenin daha has bir mânası vardır. Burada onu da belirtmemiz gerekir. Vereceğimiz bu mâna, mesele üzerinde ortaya atılan değişik görüşlerden, cumhur denen ekseriyetin görüşüdür: “Fitne, dünyevî iktidar talebiyle düşülen ihtilaf olup, bu ihtilafta kimin haklı kimin haksız olduğu belli değildir.” Bu tarifle içtimâî kargaşalardan bir kısmı -teknik tabiriyle bağy (isyan), irtidat (dinden dönme) ve kat´u´ttarik (yol kesme) denen- diğer bir kısım kargaşalardan ayrılmış oluyor. Bunlardan her birine terettüp eden ahkam farklı olmaktadır, yeri geldikçe göreceğiz.
Şu halde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hadislerinde geliş şartları ve evsafı belirtilen, çıktığı zaman nasıl hareket edilmesi gerektiği mü´minlere bildirilen, önleme ve ortadan kaldırma çareleri bütün teferruatıyla açıklanan asıl fitne bu fitnedir. Keza Kur´an-ı Kerim´de: “Öyle bir fitneden sakının ki (geldiği zaman) içinizden yalnız zulmedenlere çatmaz (ammeye de sirayet eder ve hepsini perişan eder)” (Enfal 25) ayetinde kastedilen fitne de bu fitnedir.
İşte bu sebepledir ki, müteakip hadislerde bu fitne mevzubahis olacak, bu fitneyle alâkalı tahliller yapılacaktır.[17]
FESAD:
Bu kelime lügat açısından bir şeyin itidal ve ölçüden dışarı çıkmasını ifade eder. Bu çıkış az da olsa çok da olsa fesad diye ifade edilir. Zıddı salahdır, düzeltme ve ıslah etmedir. Kelime sadece mânevî sahada değil, maddî sahada da kullanılır. Nefis olsun, beden olsun, eşya olsun istikametten ayrılan her şeyi ifade için bu kelime kullanılır.
Kur´an-ı Kerim´de bu kelimenin ve bu kelimeden türeyen başka kelimelerin, fitne gibi çeşitli mânalarda olmasa bile sıkça kullanıldığına şahit olmaktayız. Bir-iki misal verelim: “Kendilerine yeryüzünde fesat yapmayın denildiği zaman “biz ancak ıslah edicileriz” derler” (Bakara 11).
“Yeryüzünde -o, ıslah edildikten sonra da- fesadçılık etmeyin. O´na (Cenab-ı Hakk´a) korkarak ve umarak dua edin” (A´raf 56).
“Eğer (yer ve gök) her ikisinde Allah´ tan başka tanrılar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak ki fesada uğrar, (harap olur) giderdi” (Enbiya 22).
“O, yeryüzünde iş başına geçti mi, orada fesat çıkarmaya, ekini ve zürriyeti kökünden kurutmaya koşar. Allah fesadı sevmez” (Bakara 205).
“Eğer Hak onların heva (ve heves)lerine tabi olsaydı, göklerde, yerde ve bunların içinde bulunanlar muhakkak ki fesada uğrardı” (Mü´minûn 71).[18]
HERC:
Bazı rivayetlerde aslen Habeşçe olduğu ve katl (öldürme) mânasına geldiği (Buharî, Fiten 5) belirtilen bu kelime için, Cevherî: “Herc kelimesi, lügat açısından, bir şeyde çokluk mânasına gelir” der. İbnu Hacer, bu kelimenin kullanıldığı mânaların dokuza çıktığını el-Muhkem´den naklen belirttikten sonra hepsini kaydeder. Fitne kelimesi ile alakasını anlamamıza yardım edecek olan bu dokuz mânaya bir göz atalım:
1- Katlde şiddet,
2- Katlde çokluk,
3- İhtilat (kargaşa)
4- Ahirzamanda ortaya çıkacak fitne,
5- Nikahda çokluk,
6- Yalanda çokluk,
7- Uykuda çokluk,
8- Uykuda görülen düzensiz, karmakarışık rüyalar,
9- Bir şeyde düzgünlük, sağlamlık gibi mükemmelliğin bulunmayışı.
Buharî şarihlerinden Aynî, bu kelimenin Arapça ihtilât (kargaşa) mânasına geldiğini belirttikten ve kelimedeki bu mânayı tebarüz ettirip vurguladıktan sonra, herç kelimesinin katl mânasındaki tefsirini Habeşçe´ye nisbet edenlerin hata ettiklerine temas eder ve kesin bir dille: “Bu kelime hakiki Arapça bir kelimedir” der.
Teferruat bir tarafa, gerçek olan şu ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu kelimeyi, kendisinin ölümünden sonra, İslam cemiyetinde çıkacak ve galip vasfıyla mü´minlerin birbirlerini çokça öldürmeleri şeklinde tezahür edecek olan içtimaî bozuklukları haber vermek maksadıyla sıkça kullanmıştır. Bir başka ifadeyle, fitne kelimesi ile, katl dahil her çeşit içtimâî bozukluklar kastedilirken; herç kelimesiyle de, içtimâî bozuklukların dahilî kırım halini alacak kadar ilerleyen had safhası kastedilmiş oluyor.
Herç kelimesinin bilhassa mü´minin mü´mini öldürmesi şeklindeki kargaşaları ifade etmek maksadıyla kullanılma keyfiyeti, bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.)´in sözlerinden açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Hz. Peygamber, kıyametten önce ortaya çıkacak içtimâî bozuklukları sayarken, bu bozuklukların bir neticesi olarak “herç”in de artacağını mükerrer olarak ifade eder. Dinleyiciler tarafından umumiyetle müphem bulunan “herç”in ne olduğu sorulunca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bazan bizzat sözle: “Herç ölüm demektir, ölüm demektir, ölüm demektir” diye vurgulayarak açıklarken, bazan da eliyle boyun uçurma işareti yaparak, bu kelime ile katletmeyi kasd ettiğini belirtir.[19]
HERÇTEN MURAD ANARŞİDİR:
Birkısım rivayetlerden, Ashab´tan bazılarının “çokça katl” olarak tesbit edilen herçten düşmanla cihad sırasında ölme veya öldürmenin artması şeklinde yanlış anladığını, ancak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bu anlayışı tashih ettiğini görmekteyiz. Ebu Musa´dan gelen bir rivayete göre, Hz. Peygamber: “Kıyametten önce mutlaka herç vardır” buyurması üzerine: “Ey Allah´ın Resûlü herç nedir ” diye sordum. “Katldir” cevabını verdi. Bunun üzerine orada bulunan Müslümanlardan bazıları: “Ey Allah´ın Resûlü (bunu belirtmeniz de niye ) Biz şimdiden bir yılda şu kadar bu kadar çok müşrik öldürüyoruz!” derler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) muhatablarının yanlış anladıklarını görerek, şu tavzih ve açıklamada bulunur: “(Benim kastım) müşriklerin öldürülmesi değildir. (O gün gelince) birbirinizi öldüreceksiniz, o kadar ki, kişi komşusunu, amcaoğlunu ve akrabalarını öldürecek.” Cemaatten bazıları tekrar sorar: “Ey Allah´ın Resulü, o zaman aklımız başımızda olduğu halde mi bunu yapacağız (yoksa delirmiş mi olacağız )” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verir: “Hayır, bu esnada akıl kalmaz. (Aşırı hırs ve cehalet sebebiyle) o devir insanlarının ekseriyetinin aklı ortadan kalkar. Bu durumda, halk içinde ortaya çıkan akıldan mahrum bir ayak takımı, öncekilerin yerine geçer.” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Davaları aynı olan iki büyük grup arasında büyük bir savaş vukua gelmedikçe kıyamet kopmaz” diyerek herçle alâkalı hadislerde ifade edilen dahilî öldürmeleri teyid eder.[20]
FİTNEYİ İHBAR:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendisinden sonra ortaya çıkacak mühim hadisatı, “onlara karşı ümmetin her an müteyakkız olması için” haber vermiştir. İstanbul´un fethi, Kıbrıs´ın fethi, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali´nin şehadetleri vs. gibi, Resûlullah tarafından haber verilen hadisat çoktur. Bunlar Hz. Peygamber´in siyerinde ayrı bir mevzudur, teferruatı vardır, fakat inceliklerine inmek bizim gayemizin dışında kalır. Ancak şunu hemen kaydedelim ki: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in gelecekte vukuunu haber verdiği pek çok meseleden, âhirzaman fitnesi ile alâkalı olanları mühim ve hususi bir yer tutar.
Bu çeşit rivayetler, diğerlerine nisbetle sayıca pek çoktur. O kadar ki, ilk tedvin edilen kitaplar başta olmak üzere, hemen hemen bütün hadis mecmualarında “Kitabu´l-Fiten”, “Kitabu´l-Melahim” adları altında müstakil bölümlere yer verilerek bunlarda o hadisler zikredilmiştir.
Bu hadislerden birinde, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), ümmeti beş tabakaya ayırır: “Ümmetim beş tabakadır: Kırk seneye kadar olanlar birr (iyilik) ve takva ehlidir. Bundan sonra 120 yılına kadar, birbirlerine karşı merhamet duyan, sıla-i rahmi yerine getiren kimselerdir. Sonra 160 yılına kadar olanlar, bunlar birbirlerinden yüz çeviren, (her çeşit beşerî bağları koparanlar) gelir. Bundan sonra gelecek olan “herç”tir, herç. Bunun çabuk geçmesini talep edin.”
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, kimlerin münafık olduğuna dair bilgileri sır olarak tevdi etmiş bulunduğu Huzeyfe tu´bnu´l-Yeman (radıyallahu anh)´dan gelen rivayetler Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´in vukua gelecek fitnelere dikkat çekmekle kalmayıp, -sır olarak tevdi edilmiş bile olsa- en azından birkısmını, bazı şahıslara birer birer haber vermiş olduğunu gösterir. Şöyle der: “Allah´a kasem olsun, ben, benimle kıyamet arasında vaki olacak bütün fitneleri bilmede insanların en malumatdarıyım. Bunları size bildirmeme mani olan şey, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bunları bana sır olarak tevdi etmiş olmasıdır. Ancak şu da var ki, içerisinde benim de bulunduğum bir mecliste fitne hakkında (sır olmaması gereken) açıklamalarda bulunmuştu. Fitneleri tadad ederken şunu da söyledi: “Bu fitnelerden üç tanesi var ki, hemen hemen hiç bir şey bırakmaz. Bunlardan bazıları da var ki, yaz mevsiminde esen rüzgar gibidir. Bu fitnelerden küçük olanları var, büyük olanları var.”
Huzeyfe´nin Ebu Davud´da yer alan açıklamasına göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), zamanında kıyamete kadar gelecek fitneleri tadad etmekle kalmıyor, etbaı üç yüzden fazla olacak fitnebaşılarını isimleriyle, baba ve kabile isimleriyle söylüyor. Hatta bu bilgiler verilirken yanında başkalarının da bulunduğunu kaydeden Huzeyfe (radıyallahu anh) ilave eder: “Kasem olsun, anlamıyorum. Bunları arkadaşlarım gerçekten unuttu mu, yoksa kasden unutur mu gözüküyorlar ”
Nitekim Üsame (radıyallahu anh)´den gelen bir rivayette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, bir gün Medine´deki eski kalelerden (Ütm) birine çıkarak: “Benim gördüğümü görüyor musunuz Ben, evleriniz arasında fitnelerin vaki olacağı yerleri görüyorum…” dediğini belirtir. Buharî´de kaydedilen bir rivayette, “Kahtan kabilesinden birisi çıkıp insanları deyneğiyle idare etmedikçe kıyamet kopmaz” denir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), ümmetinin kıyamete kadar devam edecek ana vasıflarından birinin dahilî fitne ve kargaşalar olacağını çeşitli şekillerde ifade etmiştir. Şöyle ki:
1- Bir grup rivayetlerde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, Cenab-ı Hakk´tan üç şey talep ettiği, bunlardan ikisinin kabul edilip, birisinin reddedildiği, reddedilenin de: “Kendi aralarında savaş olmasın talebi” olduğu belirtilir. Bu rivayetlerden Müslim´de kaydedileni şöyle: “Rabbimden üç şey talep ettim. Bunlardan ikisini bana verdi, birini vermedi. Rabbimden ümmetimi kıtlıkta helak etmemeni istedim, bunu kabul etti. Keza ümmetimin (Nuh kavminin başına geldiği şekilde) suda boğularak helak edilmemesini istedim, bu da kabul edildi. Rabbimden ümmetimin birbirini belaya atmamasını istedim; bu reddedildi.”
Şunu hemen kaydedelim ki, bu hadisin farklı rivayetlerinde reddedilen şey hep aynı kaldığı halde kabul edilen diğer iki talepte değişikliklere rastlanmaktadır. Nitekim yine Müslim´de kaydedilen diğer bir rivayette, kabul edilenlerden biri Cenab-ı Hakk tarafından şöyle cevaplandırılır: “Ben sana, senin ümmetin için… onlara kendilerinden başka bir düşmanın musallat olmasını veriyorum…”
Bu hususu teyid eden bir diğer rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle der: “Benim ümmetim, ümmet-i merhumedir (yani diğer ümmetlerden farklı ve ziyade bir lütf-i İlahîye mazhardır). Ahirette (ebedî) azap görmeyecektir; onun azabı (daha ziyade) dünyadadır. Dünya hayatında (aralarında çıkacak harp suretinde) fitneler, (bir kısım şiddet ve korku) çalkantıları ve kıtaller suretinde azap ve ibtila olunacaklar.”
Bir diğer rivayette: “Allah bu ümmet üzerinde iki kılıcı birleştirmeyecektir: Kendi kılıçları ve düşmanlarının kılıcı.” Alimler bunu, “Müslümanların ortadan kalkmasıyla sonuçlanacak böyle bir durumun olmayacağı, dışa karşı birleşecekleri, ancak dış düşman tehlikesi kalkınca birbirlerine düşecekleri” şeklinde anlamışlardır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kendisinden sonra zuhur edecek ihtilaf ve gruplaşmaları haber verirken bilhassa menfi olanların hususiyetlerini belirtmeye ayrı bir gayret gösterir. Bunladan birinde şöyle der: “Ümmetimde ihtilaf ve iftiraklar olacak. Bunlardan bir zümre sözlerinde çok güzel, amellerinde çok kötü olacak. Kur´an´ı okurlar da gırtlaklarından öte geçmez. Okun hedefi delip geçmesi gibi dini terkederler, bir daha da geri dönmezler. Onlar insanların ve mahlukatın en şerlisidirler…”
2- Diğer bir kısım rivayetlerde ümmet-i Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´in 73 fırkaya ayrılacağı, bunlardan 72´si sapık olup, sadece birinin hidayet üzere olacağı belirtilir: “Muhammed´in nefsini elinde tutan zata kasem ederim ki, ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. Bunlardan biri cennetlik, geri kalan 72´si cehennemliktir…”
Bu rivayetlerde, ayrıca Hıristiyanların 71, Yahudilerin de 72 fırkaya ayrılmış olduklarının ifade edilmiş olmaları dikkate alınırsa, Müslümanların onlara nazaran daha çok tefrikalara düşeceğinin ifade edilmek istendiği anlaşılır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu çeşit rakamlarla çokluğu kasteder, bizzat rakamın gösterdiği sayıyı değil.
3- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bazı kereler, ümmetin sadece fırkalara bölünmekle kalmayıp, birkısmının irtidat bile ederek tamamen İslam dairesinden dışarı çıkacağını haber verir.
“İnsanlar bu dine kitleler halinde (fevç fevç) girdiler, ondan tekrar kitleler halinde çıkacaklar.”
“Ümmetimden bazı kabileler (irtidat edip) müşriklere iltihak etmedikçe kıyamet kopmaz.”
4- Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), fitneyi haber verirken, bunun fasılalarla kıyamete kadar devam edeceği hususunu bilhassa tebarüz ettirir, vurgular. Bu noktanın anlaşılmasında en güzel örnek, Huzeyfe tu´bnu´l-Yeman´dan gelen bir rivayettir, aynen kaydediyoruz:
“İnsanlar, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e hep hayırdan sorarlardı. Ben ise, bana da ulaşır korkusuyla hep şerden sorardım. Bir defasında dedim ki: “Ey Allah´ın Resulü, biz bir cahiliyet ve kötülük devrinde yaşadık. Allah bizi bu hayırla, İslam´la müşerref kıldı. Bu hayırdan sonra tekrar herhangi bir şer var mı ”
“Evet var” dedi. Tekrar sordum: “Bu şerden sonra tekrar hayır gelecek mi ”
“Evet dedi, gelecek. Ancak, bu hayır bulanık olacak (yani önceki şerrin kalplerde bıraktığı kin, husumet ve itimadsızlık gibi fenalıklar belli bir ölçüde devam edecek.)”
Tekrar sordum: “Bu bulanıklık da ne ” Dedi ki: “(Önceki şerle ortaya çıkan) bir zümre (varlığını devam ettirecek. Bunlar) benim sünnetimden, benim getirdiğim hidayetten ayrılacaklar, başka bir sünnete, başka bir itikada tabi olacaklar. Sen bunların bazılarını (veya bazı davranışlarını güzel bulur) tasvip edersin, bazılarını (veya bazı davranışlarını kötü bulur) reddedersin.
“Ben tekrar sordum: “Pekala, bu hayırdan sonra da şer var mı ” Cevaben: “Evet, dedi ve devam etti: “Bunlardan sonra cehennem kapısında durup (bid´ata, küfre) çağıranlar (yani emîrler, reisler, gizli açık teşkilatlar, militanlar, hatipler, yazarlar vs.) var. Çağrılarına uyanları oraya (cehenneme) atarlar.”
Tekrar dedim ki: “Ey Allah´ın Resulü, bu çağırıcıların vasıflarını bana bildir (de onları tanıyayım ve çıktıkları zaman uymayayım).” Dedi ki: “Onlar bizim bedenimizdendir, soydaşlarımızdır, dindaşımızdır, milletimizin efradındandır.” Tekrar dedim ki: “Onlar bana ulaşacak olsa ne yapmamı emredersin ” Cevaben: “Müslümanların cemaatlerinden ve imamlarından ayrılma” dedi.
Ben tekrar sordum: “Onların cemaatleri ve bir imamları yoksa (ne yapayım )” Dedi ki:
“O zaman mevcut fırkaların hepsini terket. Hatta bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş vaziyette bile olsan, ölüm sana ulaşıncaya kadar öyle kal, (yine de onlara katılma).”
Esma´dan gelen şu rivayet bize Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in çıkacak fitnelere karşı, ashabını uyarmada değişik üsluplara başvurduğunu göstermektedir: “Ben (cennette bana has olan) havuzumun başında yanıma gelecekleri beklerken, bir bölük insan (cehenneme atılmak üzere) yakalanıp getirilir. Ben: “Bunlar benim ümmetimdir” diyerek müdahale ederim. Ancak, “Sen bunların arkandan yüz geri olup, dinden çıktıklarını bilmiyorsun” derler.”
Son olarak şunu belirtmede fayda var: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in “Benden sonra” veya “Kıyamete yakın”, “Kıyamet kopmazdan önce” gibi çeşitli tabirlerle zamanlayarak haber verdiği hadiseler, daha Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hayatta iken ortaya çıkan ve ölümünden sonra Hz. Ebu Bekir zamanında gelişen yalancı peygamber Müseylime-i Kezzab hadisesi ile başlar. Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali´nin şehadetleri ile, Cemel, Sıffîn, Nehrevan vakaları ile devam eder.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ihbar ettiği fitnelere, İslam dünyasının her tarafında günümüzde şahit olduğumuz ve gelecekte şahit olacağımız fitneler de dahildir. Hadislerdeki tasvirlerle bunların herbiri arasında mutabakat görülebilir. Her devirde yaşayan Müslümanlar, bu mutabakatı görerek, devirlerindeki fitnenin, Hz. Peygamber tarafından haber verilen fitne olduğunu ifade etmişlerdir. Bunlardan biri, Resûlullah´ın arkadaşlarından (Ashab) Huzeyfe´ye aittir. O, şöyle der: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bize: “Bana Müslümanların sayımını yapın” deyince, biz: “Ey Allah´ın Resulü, sayımız altı yedi yüze ulaştığı halde, yoksa korkuyor musunuz ” dedik. Bunun üzerine:
“Siz bilmezsiniz, belki de imtihan ve (ibtila) olunacaksınız” cevabını verdi. Biz gerçekten imtihan olunduk. Öyle ki, bizden bir kimse, namazı bile gizlice kılmak durumunda kaldı.”[21]
BİRİNCİ FASIL
FİTNE PATLAK VERİNCE YAPILACAK TAVSİYE
ـ4758 ـ1ـ عن أبِى أُمَيَّةَ الشّعْبَانِى قالَ: ]قُلْتُ يَا أبَا ثَعْلَبَةَ كَيْفَ تَقُولُ في هذِهِ اŒية: يَا أيُّهَا الَّذِىنَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أنْفُسَكُمْ. فقَالَ: أمَا وَاللّهِ لَقَدْ سَألْتَ عَنهَا خَبِيراً. سَألْتُ عَنْهَا رَسُولَ اللّهِ #. فقَال: بَلِ ائْتَمِرُوا بِالْمَعْرُوفِ، وَانْتَهُوْا عَنِ الْمُنْكَرِ، حَتّى إذَا رَأيْتُمْ شُحّاً مُطَاعاً، وَهوىً مُتَّبِعاً، وَدُنْيَا مُؤْثِرَةً، وَإعْجَابَ كُلِّ ذِى رَأىٍ بِرَأيِهِ، فَعَلَيْكَ بِنَفْسِكَ، ودَعْ عَنْكَ أمْرَ الْعَوَّامِّ. فإنَّ مِنْ وَرَائِكُمْ أيَّاماً الصَّبْرُ فِيهِنَّ كَالْقَبْضِ عَلى الْجَمْرِ، لِلْعَامِلِ فِيهِنَّ مِثْلُ أجْرِ خَمْسِينَ رَجًُ يَعْمَلُونَ مِثْلَ عَمِلِكُمْ[. أخرجه أبو داود والترمذي.»الشُّحُ« البخل الشديد.و»طَاعَتُهُ« اتباع انسان هوى نفسه لبخله وانقياده له.وقوله: »دُنْيا مؤْثَرَةً« أى محبوبة مشتهاة .
1. (4758)- Ebu Ümeyye eş-Şa´bânî anlatıyor: “Ey Ebu Sa´lebe, dedim, şu ayet hakkında ne dersin ” (Mealen): “Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda oldukça sapıtmış olanlar size zarar vermez..” (Maide 105).
Bana şu cevabı verdi:
“Gerçekten bunu, iyi bilen birine sordun. Zira ben aynı şeyi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a sormuştum: Demişti ki:
“Ma´rufa sarılın, münkerden de kaçının! Ne zaman uyulan bir cimrilik, takip edilen bir heva, (dine, ahirete) tercih edilen dünyalık görür, rey sahiplerinin (selefi dinlemeden) kendi reylerini beğendiklerini müşahede edersen, o zaman kendine bak. İnsanlarla uğraşmayı bırak. Zîra (bu safhaya gelince) arkanızda sabır günleri var demektir. O günler avuçta ateş tutmak gibi (sıkıntılı)dır. O günlerde, sizin kadar amel yapabilen bir kimseye elli kişinin ecri verilecektir.” [Ebu Davud, Melahim 17, (4341); Tirmizî, Tefsir, Mâide, (3060); İbnu Mace, Fiten 21, (4014).][22]
AÇIKLAMA:
Hadis, kişinin kendisiyle meşgul olmasını, başkasının sapıklığının kişiye zarar vermeyeceğini ifade eden bir ayeti (Maide 105) açıklama sadedinde varid olmuştur. Ayetin zahirine bakılınca emr-i bi´lmarufa yer vererek başkalarıyla meşgul olmayı değil, kendi işiyle meşgul olmayı emrediyor gözükmektedir. Ayet suale vesile olmuştur. Çünkü mü´min kişiyi emr-i bil marufta bulunmaya, münkerden nehyetmeye teşvik eden ayetler ve hadisler var. Bu ayetle öbür ayetler arasında zahirî bir tezad gözükmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) beyan buyurdukları açıklama ile “Marufa sarılın…” emretmektedir. Ma´ruf, güzel kabul edilen, meşru olan, şeriatın yapılmasını tecviz ve teşvik ettiği her şeydir. Bunlar arasında emr-i bi´lmaruf ve nehy-i anil münker de yer alır. Şu halde mü´min buna ara vermeden devam edecek. Ancak cemiyette zuhur edecek bazı alametler var. Onlar görüldü mü, artık emr-i bil maruf ve nehy-i ani´lmünkeri terketmek evladır. Çünkü, bu safhada emr-i bil´maruf, fayda değil zarar verebilecektir. Hadiste bu alametler şöyle sayılır:
* İtaat gören cimrilik. Bazı alimler aşırı, hırsla karışık cimrilik diye açıklamıştır.
* Hevaya uyulması, yani şeriatın emirlerinin terkedilmesi.
* Dine tercih edilen dünya.
* Rey sahiplerinin kitaba, sünnete, icma-ı ümmete, sahabe akvaline bakmadan kendi görüşünü beğenip ona tabi olması.
Bu sayılanlar, haricî bir düşmanın hakimiyeti değil, İslam cemiyeti içerisinde gayr-ı İslamî, beşerî değerlerin hakimiyetidir, fitnedir, dahili kargaşanın had safhaya ulaşmasıdır. Bu derece bozulan insanlara emr-i bil maruf fayda vermez, zararı daha da artırır mânasında olmak üzere Aleyhissalâtu vesselâm, kişiye, cemiyeti terketmesini, kendini kurtarmayı düşünmesini tavsiye etmektedir. Çünkü arkada sabrın övüleceği sıkıntılı günler gelecektir.[23]
ـ4759 ـ2ـ وعن واقِدِ بْنِ مُحمّدٍ عن أبيهِ عن عبداللّهِ بْنِ عَمْرِو بْنِ
العَاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]شَبَّكَ رَسُولُ اللّهِ # أصَابِعَهُ. وَقَالَ: كَيْفَ أنْتَ يا عَبْدَاللّهِ ابْنَ عَمْرٍو إذَا بَقِيْتَ في حُثَالَةٍ قَدْ مَرَجَتْ عُهُودُهُمْ، وَاخْتَلَفُوا فَصَارُوا هكذَا؟ قَالَ: فَكَيْفَ يَا رَسُولَ اللّهِ؟ قَالَ: تَأخُذُ مَا تَعْرِفُ، وَتَدَعُ مَا تُنْكِرُ، وَتَقْبِلُ عَلى خَاصَّتِكَ، وَتَدَعُهُمْ وَعَوَامَّهُمْ[. أخرجه البخاري. قال الحميديّ: وليس هو في أكثر النسخ.»الحثالةُ« ما يسقط من قشر الشعير ونحوه إذا نقّى، وكأنّهُ الردئ من كل شئ.و»مَرجَتْ عُهُودُهُمْ« أى اِخْتَلَطَتْ وَاختلفت .
2. (4759)- Vakid İbnu Muhammed babasından, o da Abdullah İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ)´dan anlattığına göre demişti ki:
“Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), (bir gün) parmaklarını kenetledi ve dedi ki:
“Ey Abdullah İbnu Amr! Ahidleri bozulup şöyle karmakarışık hale gelen bir kısım ayak takımı (hezele) kimselerle başbaşa kalırsan ne yaparsın ”
“Ne yapmamı tavsiye edersiniz, Ey Allah´ın Resulü!” dedim. Buyurdular ki:
“Güzel bulduğun şeyi yaparsın, kötü bulduğun şeyi de terkedersin. Kendi yakınlarının (hallerini düzeltmeye) yönelirsin. O hezele takımı (ile de), onların cemaatı ile de (uğraşmayı) terkedersin.” [Buhârî, Salat 88, Fiten 13; Ebu Davud, Melâhim 17, (4342); İbnu Mace, Fiten 10, (3957).][24]
AÇIKLAMA:
1- Ahdin bozulması, güven ve emniyetin kalkmasıdır. İster mal, ister can, isterse ırz emniyeti olsun, hepsinin kalkması, halel görmesi, ahdin bozulması ile ifade edilmiştir. Irz emniyeti deyince vicdan hürriyeti, din hürriyeti gibi kişinin şahsiyetine giren hususları da anlamamız gerekir. Ahdin bozulmasıyla cemiyette bunlar da kalmaz, vicdanlara baskı artar, inançları sebebiyle dindarlara taarruz ve tasallut tahammül edilmez hale gelir. Önceki hadiste de kısmen geçtiği üzere dindarlığın, ahirzamanda, elde ateş tutmak gibi zorlaşması, ahdin bozulmasıyla din ve vicdan hürriyetinin de ortadan kalkacağını ifade eder.
2- Şarihler bu hadisi açıklarken, hadisin “parmakların kenetlenmesini yasaklayan” bir başka hadisle arzettiği tenakuza dikkat çekip, aralarını telif ederler: “Resûlullah buyurmuştur ki: “Biriniz namaz kılınca parmaklarını kenetlemesin. Zira, kenetleme işi, şeytandandır. Biriniz mescidde olduğu müddetçe, oradan çıkmadıkça namazdadır.” Şarihler, umumiyetle bu iki rivayet arasında tearuz görmezler. Çünkü bu sonuncu hadiste, namaz esnasında veya namaz beklerken parmakların kenetlenmesi yasaklanmaktadır. Halbuki, sadedinde olduğumuz hadis, hadisenin namazla ilgisinden bahsetmez. Hadisin mescidde vürud etmesi de muhtemeldir. Bu takdirde cevap şöyledir: Yasak, gayesiz bir şekilde boş yere kenetlemekle ilgilidir. Halbuki Resûlullah bir temsil vermek, kapalı bir mânayı daha anlaşılır kılmak için parmaklarını kenetlemiştir. Öyle ise, namaz dışında müsbet, faideli bir maksatla parmakların kenetlenmesinde bir mahzur yoktur.
Kenetlenme yasağının hikmeti üzerine: “Çünkü “şeytandandır”, “uykuyu getirir”, “kenetlemenin arzettiği manzara, ihtilafın manzarasıdır, bu manzara namazda veya namaz hükmündeki bir halde bulunan kimse hakkında mekruh görülmüştür. Çünkü bir başka hadiste “Karışık olmayın; kalplerinize ihtilaf girer” buyrulmaktadır” gibi yorumlar getirilmiştir.
3- Hadisin, fitne sırasında Müslümanın takip edeceği yolla ilgili mesajı izah gerektirmeyecek kadar açıktır: Fitneye bulaşmamak, ateşi avuçta tutmak kadar zor bir iş dahi olsa fitneden kaçmak; öyle ki, icabında emr-i bi´lmaruf ve nehy-i ani´l münkeri de terkedip, sözünü dinleyecek yakınlarla meşgul olup, onları kurtarmaya çalışmak. Müteakiben kaydedilecek ilk iki hadiste (4760, 4761) fitneden kaçmanın gereği ve hayrı daha açık olarak ifade edilecektir.[25]
ـ4760 ـ3ـ وعن أبى ذرٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # يَا أبَا ذَرٍّ قُلْتُ: لَبَّيْكَ يَا رَسُولَ اللّهِ وَسَعْدَيْكَ. قَالَ: كَيْف أنْتَ إذَا أصَابَ النَّاسَ مَوْتٌ يَكُونُ الْبَيْتُ فيهِ بِالْوَصِيفِ؟ قُلْتُ: مَا خَارَ لِى اللّهُ
وَرَسُولُهُ. قَالَ: عَلَيْكَ بِالصَّبْرِ، أوْ قَالَ تَصَبَّرْ ثُمَّ قَالَ لِى: يَا أبَا ذَرٍّ. قُلْتُ: لَبَّيْكَ يَا رَسُولَ اللّهِ وَسَعْدَيْكَ قَال. كَيْفَ أنْتَ إذَا رَأيْتَ أحْجَارَ الزَّيْتِ قَدْ غَرَقَتْ بِالدَّمِ؟ قُلْتُ: مَا خَارَ لِى اللّهِ وَرَسُولُهُ. قَالَ عَلَيْكَ بِمَنْ أنْتَ مِنْهُ. قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ: أفََ آخُذُ سَيْفى أضَعَهُ عَلى عَاتِقِى. قَالَ: شَارَكْتَ الْقَوْمَ إذن. قُلْتُ: فَمَا تأمُرُنِى؟ قَالَ: تَلْزَمُ بَيْتَكَ. قُلْتُ: فإنْ دُخِلَ عَلَىًّ بَيْتِى؟ قَالَ: إنْ خَشِيْتَ أنْ يَبْهَرَكَ شُعَاعُ السَّيْفِ فألْقِ ثَوْبَكَ عَلى وَجْهِكَ يَبُوءُ بإثْمِكَ وإثْمِهِ[. أخرجه أبو داود.والمراد »بالبيت« ههُنَا القبر.و»الوَصيفُ« العبد، والمعنى أن القتلى تكثر لكثرة الفتن حتى يشترى موضع قبر يدفن فيه الميت بعبد لضيق المكان عنهم، أو ‘نه شتغال بعضهم ببعض يوجد من يحفر قبر ميت ويدفنه إ أن يعطي وصيفا أو قيمته .
3. (4760)- Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) seslendiler:
“Ey Ebu Zerr!”
“Buyurun, Ey Allah´ın Resulü, emrinizdeyim!” dedim.
“İnsanlara (kitle halinde) ölüm isabet edip, kabirlerin (ücretli) hizmetçiler tarafından kazılacağı zaman ne yapacaksın ” buyurdular.
“Benim için Allah ve Resulü neyi ihtiyar buyurursa onu yaparım!” dedim.
“Sabrı tavsiye ederim!” buyurdular -veya, sabredersin! dediler- ve sonra bana tekrar seslendiler:
“Ey Ebu Zerr!”
“Buyurun ey Allah´ın Resûlü, sizi dinliyorum!” dedim.
“Zeyt mıntıkasının taşları kanda boğulduğunu gördüğün zaman ne yapacaksın ”
“Allah ve Resûlü benim için neyi ihtiyar buyurursa onu!” dedim
“Sana kendilerinden olduğun yakınlarını tavsiye ederim!” dedi. Ben sordum:
“Ey Allah´ın Resulü! (O zaman) kılıcımı alıp omuzuma koymayayım mı ”
“Böyle yaparsan (fitneci) kavme ortak olursun!” buyurdular.
“Bana ne emredersiniz!” dedim.”Evine çekil!” buyurdular.
“Evime girilirse ” dedim.
“Eğer kılıcın parıltısının seni şaşırtacağından korkarsan, elbiseni yüzüne ört. Gelen hem senin günahınla, hem de kendi günahıyla dönsün!” buyurdular.” [Ebu Davud, Fiten 2, (4261); İbnu Mace, Fiten 10, (3958).][26]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis fitneye karışmayı yasaklayan hadislerden biridir. Hadisin, Begavî tarafından Mesabih´te kaydedilen veçhi biraz daha teferruatlıdır; şöyle ki:
“Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ben bir gün, bir merkep üzerinde, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın terkisinde idim. Medine´nin (dış) evlerini geçtiğimiz sırada bana:”Ey Ebu Zerr! Medine´ye açlık hakim olduğu; öyle ki, yatağından kalkınca açlıktan bitkin düşüp mescide kadar gidemediğin zaman ne yapacaksın ” dedi” diyerek başlayan hadis, Resûlullah´ın şu tavsiyesi ile noktalanır:[27]
“Eğer kılıcın parıltısının sana galebe çalmasından (dayanamayıp kılıca sarılıp fitneye katılmaktan) korkarsan elbisenin kenarını yüzüne çek, ta ki, (haksız yere öldürerek) senin günahınla ve kendi günahlarıyla geri dönsünler.”
2- İnsanlara (kitle halinde) ölüm nisbeti kıtlık, veba, savaş gibi sebeplerle gelecek umumi ölüm hadisesi olarak anlaşılmıştır.
3- Hadiste geçen beyt ve vasif kelimelerini anlamada şarihler bazı farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Şöyle ki:
* Mezar olarak tercüme ettiğimiz (beyt) kelimesini bazı alimler mezar olarak anlamıştır. Hattabî der ki: “Beyt, burada “mezar” demektir, vasif de hizmetçi. Murad olan mâna şudur: “İnsanlar, öylesine meşguldürler ki öleni gömmeye fırsat bulamazlar da onu gömmesi için hizmetçiye verirler, yahut ücretle gömdürürler.”
* Buradan şöyle anlayanlar da olmuştur: “Mezar yerleri öylesine dardır ki, herbir ölüleri için bir kabir yerini bir köle vererek satın alırlar.” Ancak bu ikinci te´vil tenkit edilmiş ve: “Ölüm, sağlar arasında devam etse ve fevkalade yayılarak artsa da yine böyle bir darlık hasıl olmaz. Çünkü arz geniştir” denmiştir. Ancak, hadisin Mesabih´ten kaydettiğimiz veçhinde ikinci mânayı teyid eden ibareler mevcuttur. Hadisin şerhinde imkan varsa hadisten istifade en evla yoldur. Burada o imkan mevcuttur.
* Bu ibareden şu mâna dahi çıkarılmıştır: “O zaman evler, ölümlerin çokluğu ve ikamet edeceklerin azlığı sebebiyle çokça ucuzlar. Öyle ki bir ev, aslında normal olarak bir köleden pahalı olduğu halde, bir köle mukabilinde satılır.”
* Şu mâna da çıkarılmıştır: “Evlerde önceleri çok insan mevcut olduğu halde, bu evin işini görmeye sadece bir köle kalır.”
4- Zeyt´in Medine´nin bir mahallesi veya Medine civarında bir yer adı olduğu söylenmiştir. Türbüşti: “Burası, Yezid zamanında cereyan eden meşhur hadisenin vukua geldiği Harra´da bir noktanın adıdır. Orada savaşan zalim orduların komutanı da Müslim İbnu Ukbe el-Mürri´dir. Resûlullah´ın koyduğu haramları mübah kılan heriftir. Karargahı Medine´nin batısında yer alan Harre-i garbiyye idi. Medine´nin hurmetini ihlal etti, erkekleri hep öldürdü. Orada üç gün -beş de denmiştir- talanda bulundu.”
5- “Kendinden oldukların” tabiriyle kişinin ailesi, yakınları, kavmi kastedilmiştir. Bununla “İmam”ın yani biat etmiş olduğu imamının kastedildiği de söylenmiştir. Bu durumda mâna: “İmamına ve bey´at ettiğin kimseye tabi ol” demek olur.
6- Hadiste, kişinin kılıcı alıp omuza koyması halinde, günahta fitnecilere ortak olacağı ifade edilmiştir. Öyleyse fitne şartlarında fitnecilere iştirak etmemek, günahlarına ortak olmamak için silaha sarılmamak gerekir. Aliyyu´l-Kârî der ki: “(Fitnede) hasım Müslümansa, fesad terettüp etmeyecek ise, müdafa-i nefis caizdir. Ancak hasım kafir ise, imkan nisbetinde müdafaa etmek vacib olur.”
7- “Kılıcın parıltısının galebe çalması”, kılıcı kullanmaktan kinayedir. “Elbisenin kenarıyla yüzünü örtmek”, düşmanı görüp, korkmamak içindir. Bundan maksad, “Onlar seninle savaşsa da sen onlarla savaşma, ölmeyi tercih et” demektir.
Bu taktirde, gelenler “seni öldürmüş olmanın günahı ve diğer günahlarıyla dönerler” mânası anlaşılır.[28]
ـ4761 ـ4ـ وعن أبى مُوسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ بَيْنَ يَدَى السَّاعَةِ فَتَناً كَقِطَعِ اللَّيْلِ الْمُظلمِ، يُصْبِحُ الرَّجُلُ فِيهَا مُؤْمِناً وَيُمْسِي كَافِراً، وَيُمْسِي مُؤْمِناً وَيُصْبِحُ كَافِراً اَلْقَاعِدُ فِيهَا خَيْرٌ مِنَ الْقَائِمِ، وَالْمَاشِى فِيهَا خَيْرٌ مِنَ السَّاعِى. فَكَسِّرُوا قِسيَّكُمْ، وَقَطِّعُوا أوْتَارَكُمْ، وَاضْرِبُوا سُيُوفَكُمْ بِالْحِجَارَةِ. فإنْ دُخِلَ عَلى أحَدٍ مِنْكُمْ فَلْيَكُنْ كَخَيْرِ ابْنَى آدَمَ[. أخرجه أبو داود والترمذي.وزاد أبو داود بعد الساعى: ]قَالُوا: فَمَا تأمُرُنَا؟ قَالَ: كُونُوا أحَْسَ بُيُوتِكُمْ[.»قِطَعُ اللَّيْلِ« طائفة منه، وأراد فتنا مظلمة سوداء تعظيماً لشأنها.وأراد بقوله: »فَلْيَكُنْ كَخَيْرِ ابْنَىْ آدَمَ« ابن آدم لصلبه هابيل الذي قتله أخوه قابيل، ومما قال اللّهُ تعالى في أمرهما: لَئِنْ بَسَطْتَ إليَّ يَدَكَ لِتَقْتُلَنِي اŒية .
4. (4761)- Hz. Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyametten hemen önce karanlık gecenin parçaları gibi fitneler var. Kişi o fitnelerde mü´min olarak sabaha erer, akşama kafir olur; mü´min olarak akşama erer, sabaha kafir çıkar. O fitnede oturan, ayakta durandan hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Öyleyse yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parçalayın, kılıçlarınızı da taşa vurun. Sizden birinin evine girerlerse Hz. Adem´in iki oğlundan hayırlısı olsun (ölen olsun, öldüren değil)” [Ebu Davud, Fiten 2, (4259, 4262); Tirmizî, Fiten 33, (2205).]
Ebu Davud, “koşandan” kelimesinden sonra şu ziyadeyi kaydetmiştir: “Yanındakiler, “Bize ne emredersiniz (ey Allah´ın Resulü) ” dediler. “Evinizin demirbaşları olun!” buyurdu.”[29]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah, kıyamete yakın çıkacak fitnelerin dehşetini belirtmek için, zifirî karanlık gecenin parçalarına benzetmiştir. Yani peşpeşe fitneler olacak, her biri, gece parçası gibi karanlık, yani doğruyanlış, haklıhaksız, isabetlihatalı vs. şekilde tefrik etmek imkanı tanımayacak, son derece dehşetli olacak demektir. Bu teşbihten maksat fitnenin büyüklüğünü ifadedir.
2- Hz. Adem´in iki oğlundan hayırlısı Hz. Habil´dir. Kardeşi Kabil onu öldürmek istediği vakit ayet-i kerimenin ifadesiyle kardeşine: “Sen beni öldürmek için elini bana kaldırsan da , ben seni öldürmek için elimi sana kaldırmayacağım” (Maide 28) demiştir. Bu ayette, Cenab-ı Hakk fitne sırasında Müslümanların takip edeceği siyaseti vaz´ etmiş olmaktadır: “Fitneden kaçmak, öldürmektense ölmeyi tercih etmek.” İslam´da bunun ilk örneğini Hz. Osman (radıyallahu anh)´ın verdiği belirtilir: O fitnenin büyümemesi için öldürmeyi değil, öldürülmeyi tercih etmiştir.
3- Evin demirbaşı olmaktan maksad, evden ayrılmamak, dışarı çıkıp fitneye bulaşmamaktır. Nasıl ki demirbaş denen halı, kilim gibi bir kısım eşyalar devamlı evde kalırlar; fitne sırasında da o eşyalardan biri gibi olmak yani evden dışarı çıkmamak tavsiye edilmiştir. Bundan da maksad, fitneye katılmamaktır.[30]
ـ4762 ـ5ـ وعن أبى سعيدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهُ #: يُوشِكُ أنْ يَكُونَ خَيْرَ مَالِ الْمُسْلِمِ غَنَمٌ يَتْبَعُ بِهَا شَعَفَ الْجَِبَالِ وَمَوَاقِعِ الْقَطْرِ، يَفِرُّ بِدِينِهِ مِنَ الْفِتَنِ[. أخرجه البخاري ومالك وأبو داود والنسائي.»مَوَاقِعِ الْقَطْرِ« المواضع التي ينزل بها المطر .
5. (4762)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kişinin en hayırlı malının peşine takılıp dağ geçitlerini ve yağmur düşen yerleri takip edeceği koyunu olacağı zaman yakındır. Böylece dinini fitnelerden kaçırmış olur.” [Buhârî, İman 12, Bed´ü´l-Halk 14, Menakıb 25, Rikak 34, Fiten 14; Muvatta, İsti´zan 16, (2, 970); Ebu Davud, Fiten 4, (4267); Nesâî, İman 30, (8, 123, 124).][31]
ـ4763 ـ6ـ وعن مَعْقِلْ بن يسار قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: الْعِبَادَةُ في الْهَرْجِ كَهَجْرَةِ اليَّ[. أخرجه مسلم والترمذي.»اَلْهَرْجُ« هنا: اختف والفتن .
6. (4763)- Ma´kıl İbnu Yesar anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Herc (fitne) zamanında ibadet, tıpkı bana hicret gibidir.” [Müslim, Fiten 130, (2948); Tirmizî, Fiten 31, (2202).][32]
ـ4764 ـ7ـ وعن الْمقداد بن ا‘سود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ السَّعِيدَ لَمَنْ جُنِّبَ الْفتَنَ وَلَمَنِ ابْتُلِىَ فَصَبَرَ، فَوَاهاً[. أخرجه أبو داود.»وَاهاً« كلمة يقولها المتأسف على الشئ والمتعجب منه .
7. (4764)- Mikdad İbnu´l-Esved (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bahtiyar, fitneden kaçınan kimse ile, belalarla karşılaşınca sabreden kimsedir. Ne mutlu ona!” [Ebu Davud, Fiten 2, (4263).][33]
ـ4765 ـ8ـ وعن ابْنِ عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِنْ شَرٍّ قَدِ اقْتَرَبَ، أفْلَحَ مَنْ كَفَّ يَدَهُ[. أخرجه أبو داود .
8. (4765)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Yaklaşan bir şerden yazık Araplara! Elini çeken ondan kurtulur.” [Ebu Davud, Fiten 1, (4249).] [34]
AÇIKLAMA:
Kaydedilen son hadisler, özet olarak fitneye bulaşmamayı ve imkan nisbetinde fitneden kaçmayı tavsiye etmektedir. Kapıya kadar gelen fitneye, öldürülmeyi tercih edecek kadar bulaşmama emri, üzerinde durulması gereken bir husustur. Zîra ulema, çeşitli nokta-i nazarları ve mukabil delilleri de gözönüne alarak, mesele üzerinde ziyadesiyle durmuş ve enine boyuna tartışmıştır. Fitne şartlarında yaşamamız haysiyetiyle bu hususların daha sistemli ve teferruatlı olarak bilinmesinin gerekli ve faydalı olacağına inanıyoruz. Bu sebeple mevzuyu biraz açıklayacağız.
Fitnede herkese ferdî olarak terettüp edecek vazifeleri şöyle sayabiliriz:
1- Fitnenin getireceği sıkıntılara sabır.
2- Fitnecileri yalnız bırakmak,
3- Uzlet; eve çekilmek, dağa çekilmek, terk-i diyar etmek,
4- Öldürmektense ölmeyi tercih etmek. Fitnede müdafa-i nefis meselesi,
5- Dilini tutmak,
6- Kalben kerahet,
7- Mal ve evlatça hıffet,
8- Silah edinmemek,Şimdi bunları açıklayalım:[35]
1- Fitnede Sabır:
Hangi çeşitten olursa olsun, iradesi dışında gelen her çeşit musibet karşısında Müslümanın başvuracağı mühim bir silah olarak ifade edilen “sabır”, fitne karşısında daha da ehemmiyet kazanan, ısrarla tavsiye edilen en mühim silah hüviyetini kazanmaktadır. Bu hususu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bazan tek tek fertlere, bazan umumi bir ifade ile herkese duyurmuştur.
Müslim´de gelen bir rivayette, Hz. Peygamber, kendisine memuriyet vermesini isteyen Ensar´dan bir zata şu cevabı verir: “Siz benden sonra bencillik (ve fitneyle) karşılaşacaksınız. Havz(-ı Kevser)in başında bana kavuşuncaya kadar sabredin.” Tirmizî´nin rivayetinde, “..fitne ve dine muhalif bulacağınız icraatlar göreceksiniz” ibaresi vardır. Ensârinin “Ey Allah´ın Resulü, bize ne tavsiye edersiniz ” sualine karşı: “İcraatcılara olan vazifelerinizi (onların hakkını) eda edin, haklarınızı Allah´tan talep edin” cevabını verir.
Bu mevzuda Ebu Zerr´den gelen bir rivayet daha geniş, daha açıktır; aynen kaydediyoruz: Ebu Zerr anlatıyor: “Bir gün Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bineğinin terkisinde idim. Medine´nin evlerinden dışarı doğru çıkmıştık ki bana:
“Ey Ebu Zerr, Medine´de açlık bulunduğu ve hatta sen yatağından kalkıp da açlık sebebiyle mescide kadar gidecek gücü kendinde hissetmediğin zaman halin nedir ” dedi Ben de: “Allah Resulü daha iyi bilir” dedim. Resûlullah:
“Ey Ebu Zerr! İffetini koru (söz ve fiillerde haramdan kaçın)” dedi ve ilave etti: “Ey Ebu Zerr! Medine´de kıtal olsa ve bir mezarın ücreti bir köle fiyatına ulaşsa, o kadar ki, bir kabir bile bir köle karşılığında satılsa, senin durumun ne olur ” “Allah ve Resulü daha iyi bilir” cevabını verdim.
“Sabret ey Ebu Zerr” dedi ve ilave etti: “Ey Ebu Zerr! Medine´de kıtal olsa ve kan (Medine dışında yer alan) Zeyt mıntıkasının taşlarını sulayacak kadar çok aksa ne yaparsın ” Ben yine: “Allah ve Resulü daha iyi bilir” dedim. Resûlullah:
“Mensup olduğuna (yani aile ve akrabana veya biat ettiğin imama) dön” dedi. Ben sordum ve: “Silahımı kuşanayım mı ” dedim. Resûlullah:
“(Hayır) o takdirde insanlara (kötü amellerinde) iştirak etmiş olursun” cevabını verdi.
“Öyleyse ne yapayım ey Allah´ın Resulü ” diye sordum. Cevaben:
“Evinde kal, çıkma” dedi. Ben tekrar: “Ya evime de gelirlerse ” dedim.
“Kılıcın parıltısının galebe çalmasından (kullanmaktan) korkarsan elbisenin kenarını yüzüne ört, ta ki (gelen kimse) hem senin günahınla hem kendi günahıyla dönsün.
“Hz. Enes, Haccac´ın zulmüden çok ızdırap çekerek, ne yapacağız diye şikayete gelenlere: “Sabredin, Rabbinize kavuşuncaya kadar sabredin. Zira artık her gelen yeni gün, gidenden daha kötüdür” der ve bunu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´den işittiğini ilave eder.
Mikdad İbnu´l-Esved ise, yeminle te´kid ederek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´den şunu işittiğini söyler: “Bahtiyar kimse (lütf-i İlahî olarak) fitnelere karışmaktan uzak tutulan kimsedir. Bahtiyar kimse fitnelerden uzak tutulan kimsedir. (Çeşitli belalarla) imtihan edildiği zaman sabırla karşı koyana ne mutlu!”
Tabiinden meşhur Hasan-ı Basrî de burada zikre değer. Zîra o da fitneye karşı hararetle sabır tavsiye eder ve ortalığın tevbe ile, insanların kendilerini düzeltmesi ile iyiye döneceğini söyler. Kendisine Haccac´la alâkalı sorulduğu zaman da hep şu mealde tavsiyede bulunurdu: “Ben onunla mukatele edilmemesi görüşündeyim. Zîra, eğer o Allah´tan bir ceza ise, siz kılıcınızla Allah´ın cezasını geri çeviremezsiniz. Şayet bir bela ise, sabredin, Allah hükmünü versin. Zîra O, en hayırlı şey üzere hükmedicidir.” Ona göre fitne sırasında hiçbir gruba iltihak etmemelidir.[36]
2- Fitnecileri Yalnız Bırakmak:
Çıkan fitnenin büyümesini önlemede ve ondan gelecek zararlara karşı korunmada en isabetli tedbirlerden biri, fitneciyi yalnız bırakmaktır. Haklı ve haksız tarafların belli olduğu durumlarda, haklı tarafın desteklenmesi tavsiye edilmiş olmakla beraber, haklı veya haksızın belli olmadığı durumlarda, hiçbir tarafa destek vermemek, bütün tarafları terketmek esastır. Hz. Peygamber´den gelen rivayetlerden bu anlaşılmaktadır.
Müslim´de gelen bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Ümmetimi Kureyş´ten şu kabile helak edecektir” diye istikbalde gelecek bir fitneden haber verir. Yanındakiler: “O vakit ne yapmamızı, nasıl davranmamızı emredersiniz ” diye sorarlar. Cevap şudur: “İnsanlar onları terketmelidir.”
Muhtelif tariklerden gelen şu rivayet, fitne çıkaranların yalnız bırakılmalarının lüzumunu ve fitneye karışmamanın gereğini herkesin anlayacağı bir üslubla, çok vazıh bir şekilde ifade eder: Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber´in şöyle dediğini bildirir: “Haberiniz olsun (benden sonra) fitne çıkacak. O fitne sırasında uyuyan uyanıktan [yatan oturandan]; oturan ayakta olandan; ayakta olan yürüyenden, yürüyen koşandan daha hayırlıdır. Kim böyle bir fitneye rastlarsa hemen geri dönsün. Kim de fitne anında sığınacak bir kuytu bulursa oraya girsin.”
İbnu Hacer, ed-Davudî´den naklen şu açıklamayı sunar: “Hadisin zahirine göre, fitneye uzak veya yakından muhtelif derecelerde teması olan kimseler burada dile getirilmektedir. Yani bu işte bazıları bazılarına rağmen çok daha ileridir. Bunlardan en ileride olanı, fitnenin artmasına sebep olacak şekilde koşandır. Sonra fitnenin sebeplerini hazırlayacak şekilde ortaya çıkandır ki, hadiste bu, “yürüyen” diye ifade edilmektedir. Sonra fitne ile alakadar olan gelir ki, ona da: “ayakta olan” denmiştir. Ondan sonra fitneyi seyretmekle beraber mücadele etmeyen (karışmayan) gelir, bu da “oturan” diye ifade edilmiştir. Sonra da kendisinden bu hususta hiçbir ilgi, alâka sadır olmayan, ancak razı (ve memnun) olan gelir ki, bu da “uyuyan” diye ifade edilmiştir.”
İbnu Hacer, fitneye karışma hususunda niyetlenenleri üç gruba ayırarak mesuliyet durumlarını belirtir:
1) Arzu geçirenler: Bunlar fiilen karışmadıkça günaha girmezler.
2) Arzuda kalmayıp fiile dökenler: Bunlar günahkârlardır.
3) Azmedenler, iyice niyetlenenler: Bunların durumu münakaşalıdır.
İbnu Hacer´in bu açıklamasının ışığında, “uyuyandan” maksadın fitneden hiç haberi olmayacak kadar kendi işine gücüne dalmış, çolukçocuğunun rızkı ve terbiyesi ile meşgul kimse olduğunu söyleyebiliriz.
Nevevî de bu hadiste, “fitnenin zararının büyüklüğüne dikkat çekildiğini, fitneden son derece çekinip kaçmaya, fitneye götürecek herhangi bir şeye teşebbüsten imtina etmeye teşvik edildiğini, zira fitnenin zararı ve şiddeti onunla olan alaka nisbetinde arttığını” belirtir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), diğer birkısım hadislerinde de, dahilî birliğin kaybolduğu, ortaya çeşitli hiziplerin çıktığı hallerde -ki hadiste Müslümanların cemaat ve imamı yoksa diye ifade edilir- bu fırkaların hepsinin terkedilmesi emredilir.
Fitnecinin yalnız bırakılmasının fiilen gerçekleşmesi için, Hz. Peygamber´in bunu tamamlayıcı başka tavsiyelerine de rastlarız. Şimdi onları görelim:[37]
3- Uzlet:
Bu, kısaca inziva diye de ifade edilebilir. Uzlet veya inzivanın tahakkukunda Resûlullah´ın farklı tavsiyelerini görmekteyiz: Eve çekilmek, dağa çekilmek, terk-i diyar etmek gibi. Kişi, kendi şartlarına hangisi muvafıksa onu tercih edecek ve uzleti ihtiyar edecek. Şimdi bunları açıklayalım:[38]
* Eve Çekilmek:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), gelecek fitneyi haber verip, insanları dehşete düşüren vasıflarıyla tavsif ettiği zaman dinleyicilerden vaki olan: “Ey Allah´ın Resûlü! Biz o zaman ne yapalım. ” sualine, Hz. Peygamber´in verdiği cevaplardan bir kısmı “evlerinize çekilin” mealindedir.
Ebu Musa´dan gelen bir rivayet aynen şöyle: “Önümüzde karanlık gece parçaları gibi fitneler var. O fitneler geldiği zaman kişi, mü´min olarak sabaha erer de akşam oluncaya kadar kafir olur. Orada oturan ayakta durandan; ayakta duran yürüyenden; yürüyen de koşandan hayırlıdır..” Dinleyenler: “Bize ne emredersiniz ” dediler. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Evinizin demirbaşları olun” cevabını verdi.”
Aynı tavsiye İbnu Mes´ud´dan gelen bir rivayette: “Elinizi ve dilinizi tutun, evin demirbaşlarından biri olun” şeklinde az bir farkla tekrar edilir.Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in fitne çıktığı zaman dökülecek kanların çokluğuyla alakalı -daha önce Ebu Zerr´den kaydettiğimiz- tasviri sırasında Ebu Zerr´e yapılan tavsiye daha vazıhtır: “…Evinde otur, kapıyı üzerine kilitle…”
Keza, bir başka hadiste, fitne tasvir edilirken, emniyetin, insanlara güven ve itimadın kaybolması, iyi, kötü fark edilemeyecek derecede insanların her an değişeceği belirtildiği sırada, ne yapılması gerektiği sorulunca Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Evine kapan, diline sahip ol, iyi bildiğin şeyi yap, kötü bildiğin şeyi de terket, kendi yakınlarınla meşgul ol, ammenin işini terket” der.
Şarihler eve kapanma emrini, zaruri olmayan işler dışında, halkla irtibatı kesmek şeklinde anlarlar. Zaruri temaslardan vazgeçilmemesi gerektiğini de belirtirler.
Yukarıdaki rivayette de görüldüğü üzere, mücerred bir eve çekilme yeterli değildir. Bir başka rivayette: “(Göze batıcı, dikkat çekici davranışlardan kaçınarak) kendinizden az bahsettirin” denmektedir.[39]
* Dağa Çekilmek:
Fitneye karışmamak, dışında kalabilmek için hadislerde ifade edilen bir tedbir de dağa çekilmektir. Fitneye karışmamaya teşvik hususunda beyan edilen: “…Fitne sırasında yatan oturandan; oturan ayakta durandan… daha hayırlıdır…” hadisinin Ebu Bekre tarafından rivayet edilen veçhinde, bir adam Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a sorar: “Ey Allah´ın Resulü, bu durumda ne yapmamızı emredersin ” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in ona verdiği cevap şudur: “Kimin dağda develeri varsa onların peşine düşsün, kimin de davarı varsa, davarlarının yanına gitsin. Kimin de (ekim) arazisi varsa o da çiftinin başına çekilsin….”
Buharî ve Müslim tarafından kaydedilen bir rivayette “dağa çekilme” keyfiyeti te´yid edilir: “Müslüman kimseye, en hayırlı malın davar olacağı zaman yakındır. fitnelerden kaçarak, dinini kurtarmak için dağların yağmur düşen otlak yerlerini takip etmek üzere peşine takıldığı davar onun en hayırlı malıdır.”
Müslim´de Ebu Bekre´den gelen rivayette daha vazıh olarak: “…Haberiniz olsun, fitne iner veya vukua gelecek olursa, devesi olan, devesine; davarı olan davarına; arazisi olan arazisine iltihak etsin…” denir.
Fitne sırasında inzivayı teşvik eden hadislerden biri de taarrüb ile alakalı rivayettir. Göçebe Araplara katılarak onlar arasında ikamet mânasına gelen taarrüb daha ziyade, hicret ederek Medine´ye yerleştikten sonra, geldiği kabileye geri dönerek tekrar göçebeleşmek durumuna düşenler için kullanılan bir tabirdir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), göçebe hayattan sonra şehirlileşen bu kimselerin tekrar eski hayata dönmelerini kesinlikle yasaklamış, ancak fitne anında müsaade etmiştir: “Hicret ettikten sonra tekrar bedeviyete (eski göçebe hayata) dönen kimseye Allah lanet etsin, fitne zamanında dönenler bundan hariçtir. Zîra göçebelik (bedeviyet), fitne bulunan yerde ikametten hayırlıdır.” Hz. Peygamber´den bu maksadla izin alanlar meyanında Seleme tu´bnu´l-Ekva´ın ismi geçer.
Bu bahsi kaparken şu noktayı belirtmede fayda var: İmam Azam tarafından da fitne sırasında karışmayıp eve çekilme gereği hususunda te´yid edilen hükme Bedayi´de Kâsânî tarafından şu ihtirazi kayıt konmaktadır: “Bu hüküm, hususi bir vakitle alakalıdır. Bu da, fitnecilerle savaşa çağıran imamın bulunmadığı vakittir. Böyle bir imam varsa ve (cihada) çağırıyorsa icabet etmek farzdır.”[40]
* Terk-i Diyar Etmek:
Bir kısım hadisler, fitne çıktığı vakit eve, dağa, tarlaya çekilmekten daha öte, terk-i diyar etmeyi tavsiye etmektedir. Bu tavsiyeye uyarak Şam´a göç eden Ebu´d-Derda ile alakalı rivayet şöyle: “Yezid İbnu Ebî Hubeyb anlatıyor: “İki kişi Ebu´d-Derda´ya gelerek bir parça tarla için birbirlerini şikayet ettiler. Ebu´d-Derda onlara: “Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in: “Sen bir yerde bulunduğun sırada bir parça tarla için iki kişinin husumet ettiklerini işitecek olursan orayı terket” dediğini işittim” der ve Ebu´d-Derda Şam´a gider.”
Terk-i diyar umumi bir emir olarak anlaşılmasa bile, fitne sırasında buna tevessül etmenin istihbab edileceği bu rivayetten anlaşılmaktadır. Nitekim, yukarıda kısaca temas ettiğimiz Selemetu´bnu´l-Ekva (radıyallahu anh) da Ebu´d-Derda gibi fitneye bulaşmak korkusuyla terk-i diyar edenlerden biridir. “Hicretten irtidat mı ettin ” şeklinde maruz kaldığı ağır ithamlara rağmen, Mekke ile Medine arasında yer alan Rebeze´ye göç eder.
Hadisi şerh eden Aynî fitne korkusuyla seleften birçoğunun terk-i diyar ettiklerini belirtir. (1. cilt, s. 163) [41]
İnziva Ve Uzletin Fazileti:
Yukarıda kaydettiğimiz hadisler bize fitne sırasında uzlet ve inzivanın tavsiye edildiğini ifade eder. Esasen fitne olmayan normal zamanlarda alimlerin ekseriyeti tarafından cemiyete karışmak (muhalata), inzivaya çekilmeye tercih edilmiş, üstün tutulmuş ise de, bu üstünlük mutlak değildir. Birkısım şartların ortaya çıkması halinde inziva tercih edilmelidir. Bu mühim mevzunun aydınlanması için fitne sırasında hayvanlarını alarak dağa çekilmeyi veya arazinin başına geçerek ekimle meşgul olmayı tavsiye eden hadisi açıklama zımnında İbnu Hacer´in sunduğu veciz açıklamayı burada kaydetmeyi gerekli bulduk. Der ki: “Selef alimleri, uzlet hususunda ihtilaf etmişlerdir. Cumhur (ekseriyet) şunu söylemiştir: “İhtilat (cemiyete karışma) uzletten evladır. Zîra İslamî şeâirin devamı için lüzumlu olan dinî bilgiler bu sayede öğrenilir. Cemiyete karışmada Müslümanların sayıca artması da mevzubahistir. Onlara, maddî ve manevî yardımda bulunmak, hastalarını ziyaret etmek gibi çeşitli hayırlar bu sayede ulaştırılır.”
Bazı alimler şunu söylemişlerdir: “Uzlet, üzerine düşeni bilmek şartıyla, ihtilattan evladır. Zîra uzlette selamat tahakkuk eder, gerçekleşir.” Nevevî der ki: “Muhtar olan (yani farklı görüşlerden tercih edileni), günaha düşmeyeceği hususunda zann-ı galib olan kimse için cemiyete karışmak daha iyidir.”
Bazıları da şu görüştedir: “Burada verilecek hüküm şahıstan şahısa değişir. Bazıları için bunlardan biri şarttır. Bazıları için de tercih vesilesidir. Bu iki husus açıktır. Ancak, inziva ile ihtilat eşit olurlarsa birini diğerine tercih hususunda verilecek hüküm zamanın ve ahvalin değişen şartına bağlıdır.”
Kendisine muhâlata (yani cemiyete karışma) gereken kimseler meyanında kötülüğü bertaraf etme gücüne sahip olan kimse vardır. Böyle birisine cemiyete karışmak farzdır. Bu farz, ahval ve imkânlara tabi olarak, farz-ı kifâye nev´indendir.
Kendisine muhâlata şâyan-ı tercih olan kimseler meyânında, iyiliği emir, kötülükten men ettiği (emr-i bi´lma´ruf ve nehy-i ani´lmünkerde bulunduğu) takdirde kendisi fitneye maruz kalmayacağı hususunda zann-ı galibi hasıl olan kimse vardır.
İnzivaya çekilme ile cemiyete karışma şıklarından her ikisi de kendisine eşit olanlara misal olarak şöyle bir adam gösterilebilir: Kişi fitneye düşmeyeceği hususunda kendinden emindir. Ancak, kesinlikle bilmektedir ki, sözü tutulmayacak, kendisine itaat edilmeyecektir. Bu duruma, umumî bir fitnenin mevcut olmadığı hallerde rastlanır. Fitne çıkacak olursa, uzleti tercih etmek gerekir. Zira bu durumda umumiyetle zarara düşülmektedir.
Fitneye girenlere (İlâhî) belalar gelir ve fitneye katılmayanlara da sirayet eder. Bu hususu şu ayet haber vermektedir: “Öyle bir fitneden kaçının ki geldiği zaman sizden sadece zalim olanları çarpmaz…”
Sunduğumuz açıklamayı Ebu Saîd´in rivayet ettiği şu hadis de te´yid eder: “İnsanların en hayırlısı o kimsedir ki, nefsiyle ve malıyla cihad eder, keza o kimsedir ki dağ başlarında Rabbına ibadet eder ve böylece insanlara kötülük yapmaktan uzak olur.”
Cemiyete karışıp karışmama, yani inziva ve ihtilat hususlarında Hattâbî´nin bir izahı da klasik alimlerimizin görüşlerini anlamada bizim için faydalı olacağı kanaatindeyiz. Der ki: “İnziva ve ihtilat, kendileriyle alâkalı şeylere tabidir. Onlar değiştikçe bunlardan birini tercih durumu değişir. İhtilâta ve cemiyete karışmaya teşvik sadedinde gelen deliller, imamlara itaatla ve bir kısım dinî meselelerle alâkalıdır. İnzivaya teşvik sadedinde gelen deliller de, bunlar dışında kalan meselelerle alâkalıdır. Mesela bedenen insanlara karışmayı veya onları terketmeyi ele alalım. Tek başına geçimi te´min ve dinini muhafaza edebileceğine kâni olan bir kimse için, bir şartla, insanlara karışmaktansa uzak dursa daha iyi olur. O şart da (namaz için) cemaate devam, selam vermeye ve almaya devam, hasta ziyareti, cenaze teşyii gibi Müslümanların hukukunu edaya devamdır.
Matlub olan, lüzumsuz sohbetleri terketmektir. Zîra sohbetin fazlası, zihnimizi meşgul ve vaktimizi zâyi ederek mühim işlerimizi ihmal ettirir. En iyisi ihtilat ve insanlarla görüşme işini, kendisinden tamamen vazgeçilmeyen, sabah ve akşam yemekleri menzilesinde tutup, zarûrî olanıyla iktifa etmektir. Böyle yapmak beden için ve kalp için de çok daha rahatlatıcı, çok daha uygundur.”
Buhârî şarihlerinden Aynî de hadislerden, fitne sırasında, inziva ve uzleti ihtiyar etmenin lüzumunu anlamıştır. İbnu Hacer´den sunduğumuz açıklamanın yapılmasına sebep olan aynı hadisin şerhi sadedinde Aynî de şu kıymetli açıklamayı yapar: “Bu hadiste, fitne zamanında uzletin fazileti ifade edilmektedir. Ancak fitneyi izale edecek güçte olan kimse bu hükme tâbi değildir. Zîra bu durumda olan kimseye, fitneyi izâle etmek için, üzerine yürümesi farzdır. Bu farz, ahvâl ve imkâna tâbi olarak ya farz-ı ayn ya da farz-ı kifâye sûretlerinden biriyledir.”
Fitne bulunmayan zamanlarda uzlet ve ihtilattan hangisinin efdal olduğu hususunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Nevevî´nin sunduğu izaha göre: “İmam Şâfiî ve âlimlerin ekserisi ihtilatın efdal olduğu görüşündedirler. Zîra derler, ihtilatta bir kısım faydalı ameller îfa edilir, çeşitli İslâmî tezahürlere (şeâir-i İslâmiyye) katılır, Müslümanların sayısını artırır, hasta ziyareti, cenaze teşyii, selam vermek, emr-i bi´lma´rûf ve nehy-i ani´lmünkerde bulunmak, iyi ve hayırlı işlerde yardımlaşmak, muhtaçlara yardım, cemaatlere katılmak gibi herkesin muktedir olabileceği amellerle onlara birkısım hayır ve menfaat ulaştırır.”
Bilhassa, âlimler ve zühd sahipleri hakkında, ihtilatın fazileti te´kidli olarak beyan edilmiştir.
Birkısım âlimler de, uzlette kesinlikle selâmet bulunduğu için, onun daha efdal olduğuna hükmetmişlerdir. Ancak bu, kendisine terettüp eden ibadet vazifelerini ve mükellef olduğu şeyleri bilmek şartına bağlıdır.
Muhtar olan (tercih edilen) görüş şudur: “Günaha düşmeyeceği hususunda zann-ı galib hasıl olan kimse için cemiyete karışmak (ihtilaf) efdaldir.”
Kirmânî ise şunu söyler: “Asrımızda muhtar olan inzivadır. Zîra uğranacak meclisler (mehâfil) arasında günahlardan hâlî ve uzak olanlar nadirdir.” Aynî ilave eder: “Ben Kirmânî´nin sözüne iştirak ederim. Zîra bu devirde insanlara karışmak birtakım şeylerden başka bir şey celbetmez.”
Daha uzlaştırıcı bir neticeye varan Kastalânî ise: “Kişinin kemâli hem uzlet ve hem de sohbet (karışma) ile gerçekleşir. Sohbetle dinini salim kılamayan fakihe uzlet, hakkını veren kimseye de sohbet gereklidir” der.[42]
4- Öldürmektense Ölmeyi Tercih Etmek:
Dahilde fitne çıktığı zaman dağa çekilmek, eve kapanmak -ve az sonra temas edileceği üzere- silah edinmemek gibi emirler, aslında bozulmuş olan içtimâî durumun daha da kötüye gitmesini önlemek içindir. Fitne ateşinin yandığı yerde sönmesi, onun üzerine gitmemeye bağlıdır. Söndürmeye gücü yetmeyenlerin, hususi eşhasın buna katılmaları, karışmaları, bulaşmaları onu daha da artıracaktır. İslam´ın bu konudaki görüşünün özü budur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), fitneye bulaşmamanın ehemmiyetini vurgulayabilmek, tebarüz ettirebilmek, ami, cahil herkese duyurabilmek için “Fitne sırasında, seni öldürmeye gelseler bile karşılık verme, öldürmektense ölümü tercih et” mealindeki beyanlarda, emirlerde bulunmuştur.
Daha önce zikri geçen ve eve çekilmeyi emretmekle alâkalı rivayetlerin devamında umumiyetle şu sual sorulmaktadır: “Fitneciler eve de gelirse ne yapalım ” Bu sual Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in fitnede takınılacak tavırla alakalı emir ve tavsiyelerinin mantıkî silsilesi içerisinde mukadder, kaçınılmaz bir sualdır. Suale verilen cevap, fitneye karışmamak için yapılması gereken gayret ve gösterilmesi gereken fedâkârlıkların neler olabileceğini ifade eder, hiçbir hal ve şartta fitneye bulaşmanın meşru olmayacağını, dinin buna cevaz vermeyeceğini gösterir.
Sual mükerrer olarak sorulmuştur. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de her seferinde aynı cevabı vermiştir.
Cevap kısaca şu mealdedir: “Fitnede öldürülmeye razı ol, fakat öldürme.”
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), tebliğ ettiği her mühim meselede olduğu gibi bunu da tebliğ ederken, şartlara, muhatablara göre değişik üsluplara yer vermiştir. Kısmen daha önce söylediklerimizi tekrar mahiyetinde olmakla beraber, onlardan daha şümullu, daha cami olan bir rivayeti tam olarak görelim. Rivayeti yapan Abdullah İbnu Mes´ud´dur. Der ki: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in şöyle söylediğini işittim: “İleride fitne çıkacak, o zaman uyuyan yatandan hayırlıdır; yatan oturandan hayırlıdır; oturan ayakta durandan hayırlıdır; ayakta duran yürüyenden hayırlıdır; yürüyen koşturandan (atlı) hayırlıdır. Fitnede savaşanların hepsi ateştedir.” Ben: “Ey Allah´ın Resulü, bu söylediğin fitne ne zaman olacak ” dedim. “Bu, dedi, eyyamu´lherçtir (dahilî kıtal zamanıdır).” Ben takrar: “Eyyamü´lherç ne zaman olur ” diye sordum. Dedi ki: “Kişi arkadaşına itimat etmediği zaman.” O güne erişecek olsam bana ne emredersin ” dedim. “Nefsini, elini geri tut ve mahallene gir” dedi. Tekrar sordum: “Ey Allah´ın Resulü, eğer mahalleme de girerse ne yapayım ” “Evine gir” dedi. Ben tekrar : “Ya evime de girerse ” dedim. “O takdirde mescidine gir ve şöyle yap” -dedi ve sağ eliyle bileğinden tutarak- ilave etti: “Bu halde ölünceye kadar, “Rabbim Allah´tır” de.”
Burada sırayla mahalleye, eve ve en sonunda evin daha kuytu bir köşesi olan mescid odasına sığınmanın tavsiye edilmiş olması, fitneden en son imkana kadar kaçılması gerektiğini ifade eder. Sığınılan son melceye kadar takip edildiği takdirde ise, elini tutmak, müdahale etmemek tavsiye edilir.
Başka rivayetler, o andan yani sığınılması mümkün son kuytu yere de düşman geldiği andan itibaren, yapılması gerekecek davranışı daha açık olarak ifade etmektedir. Sa´d İbnu Ebi Vakkas´dan gelen rivayette Sa´d: “..Ey Allah´ın Resulü, düşman evime kadar girip beni öldürmek için elini kaldıracak olursa ne yapayım ” diye sorar. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Hz. Adem´in oğlu (Habil) gibi ol” der ve Hz. Adem aleyhisselam´ın oğulları Kabil ile Habil arasında geçen hadiseyi hülasa eden -ve Habil´in söylediği sözleri nakleden- şu ayeti okur: “Andolsun ki, beni öldürmek için elini bana uzatırsan ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim. Çünkü ben, kainatın Rabbi olan Allah´tan korkarım. Şüphesiz dilerim ki, sen kendi günahınla birlikte benim günahımı da yüklenesin de o ateş yârânından olasın. İşte zalimlerin cezası budur” (Maide 28-29).
Bir başka rivayette bu duruma düşecek olan bir kimseye Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), daha açık bir ifade ile şu emri verir: “Elini tutsun, Allah´ın öldürülen kulu (Abdullahi´l-Maktul) olsun, Allah´ın öldüren kulu (Abdullahi´l-Katil) olmasın. Zîra kişi, İslam cemaatinde bulunur da, kardeşinin malını yer, kanını döker, Rabbine isyan eder ve böylece cehennem kendisine vacip olur.”
İbnu Ömer´den gelen bir rivayette ise Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şunları söyler: “Sizden birine, bir adam -yani ehl-i kıbleden biri- öldürmek kastıyla geldiği zaman (iki elinden birini diğeri üzerine koyarak) (Kur´an´da Habil´in Kabil´e söylediği sözü) söyleyip Hz. Adem´in iki oğlundan en hayırlısı olmaktan aciz mi Zira bu taktirde o, cennetliktir. Böyle yapmaz da geleni öldürecek olursa cehennemliktir.”
Fitnede kıtalden men etmek maksadıyla bir başka sahabiye Resûlullah şu mealde vasiyette bulunmuştur: “İnsanların iki ayrı emîre (lidere) biat ettiklerini gördüğün zaman, benimle birlikte katıldığın cihadlarda kullanmış olduğun kılıcını al, kırılıncaya kadar Uhud dağına vur. Sonra evinde otur. Günahkar bir el veya ölüm sana gelinceye kadar (evinden çıkma).”
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Ebu Zerr´e yaptığı bir tavsiyede, buraya kadar söylenenlerin ötesinde bir tedbirin emredildiği görülmektedir. “Fitne zamanında eve giren düşmana karşı yüzünü örtmek.”
Rivayetin bizi alâkadar eden kısmı aynen şöyle: “… Dedim ki: “Ey Allah´ın Resulü, ya evime de girecek olurlarsa ” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi: “Eğer kılıcın parıltısının sana galebe çalmasından (yani eve giren düşmana mukabele etmekten) korkarsan, giyindiğin ridanın bir kenarı ile yüzünü ört, (seni öldürse de karşılık verme). Böylece hem kendi günahıyla ve hem de senin günahınla geri dönsün ve ateş ashabından (cehennemlik) olsun.”
Aynı rivayette, evine gelen düşmana karşı silahına davranma hususunda soran Ebu Zerr´e şu cevabın verildiğini görmekteyiz: “O taktirde, sana gelen kimsenin içinde bulunduğu şeyde (yani fitnede) ona ortak olursun.” Nitekim Ebu Bekre´nin: “Benim üzerime düşmanlar girecek olsalar, kendimi müdafaa için elimi silahıma uzatmam” dediği rivayet edilmiştir.
Eyyûbu´s-Sahtiyani´nin de ifade ettiği üzere, Hz. Osman kendini öldürmek için gelen katillerine mukabele etmemiştir. O, yukarıda kaydettiğimiz, Hz. Adem´in oğlu Habil´in, kendini öldürmek isteyen kardeşine, “Andolsun ki, beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatıcı değilim” dediğini haber veren ayetle, bu ümmetten amel edenin ilki olduğu belirtilir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, fitne esnasında öldürmektense, ölmeyi tercih edecek kadar fitneden uzak durma hususundaki tavsiyelerine harfi harfine uymayı kendilerine şiar edinerek, Hz. Osman (radıyallahu anh)´ın şehadetiyle teselsül eden fitnelerde Hz. Ali´nin haklı olduğunu, muhaliflerinin haksız olduğunu kabul etmesine rağmen, Hz. Ali safında yer almaktan kaçınan Sa´d İbnu Ebi Vakkas, Abdullah İbnu Ömer, Muhammed İbnu Mesleme, Ebu Bekre ve diğerleri (radıyallahu anhüm ecmain) şu kanaati izhar etmişlerdir: “Fitneden uzak durmak şarttır. Öyle ki, biri gelip kendisini öldürmek istese, ona karşı müdafa-i nefis de yapılmaz” (İbnu Hacer, Fethu´l-Bari 16, 142).[43]
* Fitnede Mudafa-i Nefis:
Fitne zamanında kişi, evine kadar gelen düşmana bile mukabele etmekten men edilince, karşımıza mütenakız bir durum çıkmaktadır. Zîra, İslam´da tecavüz haram olmakla beraber, müdafa-i nefis helal addedilmiş ve hatta buna teşvik edilmiştir. O kadar ki, malını, canını, namusunu müdafaa sırasında öldürülen kimsenin manen şehid olacağı belirtilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurur: “Kim malı(nı koruma) için dövüşürken öldürülürse (manevî) şehittir. Kim kanı(nı, canını malını korumak) için dövüşür ve öldürülürse (manevî) şehittir. Kim ehli(nin korunması) için dövüşürken öldürülürse (manevî) şehittir. Kim din için dövüşürken öldürülürse o da şehittir.”
Bir seferinde, bir adam gelerek malına tecavüz eden kimseye nasıl davranacağı hususunda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e sorar. Aralarında geçen konuşma mal ve can müdafaasının meşruiyetini görmekte burada kayda değer:
“Ey Allah´ın Resulü, bir adam gelerek malıma saldırsa ne yapmamı tavsiye edersin ”
“Ona Allah´ı hatırlat.” Müteakip hadiste: “Allah´ı üç kere hatırlat” denir.
“Allah´tan korkmazsa ”
“Etrafındaki Müslümanlardan ona karşı yardım iste.”
“Yanımda Müslümanlardan kimse yoksa ”
“Ona karşı sultandan yardım iste.”
“Sultan beden uzaksa ”
“Ahiret şehitlerinden biri oluncaya veya malını koruyuncaya kadar onunla dövüş.”
Rivayetin bir başka veçhinde: “…Dövüş. Öldürülsen cennetliksin, öldürürsen öbürü cehennemliktir” denir. Kur´an-ı Kerim´de de -haddi aşmamak kaydıyla- yapılacak kötülüğe denk bir kötülük yapmaya cevaz verilmiştir: “Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülük (bir misilleme)dir. Fakat kim affeder, barışı sağlarsa mükafaatı Allah´a aittir. Kim kendisine yapılan zulmün ardından herhalde hakkını alırsa, artık bunlar aleyhinde (me´suliyete) bir yol yoktur” (Şura 40, 41, 42). Ayet ve hadislerde gelen bu müdafa-i nefis hakkı ile, daha önce zikrettiğimiz yasak alimler arasında medar-ı münakaşa olmuştur. İmam Nevevî, bu münakaşaları şöyle hülasa eder:
“Bu ve benzeri hadisler fitne zamanında hiçbir hal ve şartta kıtali caiz görmeyenlerin hücceti olmaktadır. Alimler fitne sırasında yapılacak kıtal üzerine farklı görüşler ileri sürdüler. Onlardan bir grub: “Müslümanlar fitneye düştüğü zaman, düşman evin içine girmiş ve öldürmeye teşebbüs etmiş bile olsa onunla kıtal edilmez; ona karşı müdafayı nefiste bulunmak caiz değildir. Zîra eve gelen düşman (kafir değil) mütevvildir (ayetleri inkar etmiyor, tevil ederek herkesçe benimsenmeyen bir mânayı benimsiyor.) Bu görüş, Ashabtan Ebu Bekre ve diğer bazılarının (radıyallahu anhüm) görüşüdür.
İbnu Ömer, İmran İbnu´l-Husayn ve diğer bazılarının (radıyallahu anhüm) görüşüne göre, “fitneye karışılmaz, ancak, ölüm tehlikesi karşısında nefis müdafaası yapılır.”
Bu iki görüş, Müslümanlar arasında çıkan fitnelerin hiçbirine girmemek hususunda müttefiktir. Sahabe ve Tabiinin büyük çoğunluğu ve İslam âlimlerinin tamamı, “fitnede haklı tarafa yardım etmek ve onlarla birlik olarak asilere karşı mükatele etmek gerekir” demişlerdir. Nitekim ayet-i kerimede de: “Eğer mü´minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa, siz, o tecavüz edenle, Allah´ın emrine dönünceye kadar savaşın…” denir.
Bu mevzuda sahih olan budur.
Hadisler ise, kendisine haklı tarafın karşı çıktığı kimseyle veya her ikisi de zalim olan iki grupla alâkalıdır, şeklinde izah ve tevil edilir. Bunlardan sadece biriyle tevil edilemez. Eğer birincilerin dediği gibi hareket edilecek olursa fesad ortalığı kaplar, baği ve sapık olanların hakimiyeti devam eder gider. Doğruyu Allah bilir.”
Fahreddin-i Razi de, müdafa-i nefsin meşruiyyetini te´yid etmekle beraber, bunun mütecaviz tarafa mümkün olan asgari bir zarar vermek suretiyle yapılması hususunda ehl-i ilmin ittifak ettiğini kaydeder.
Aliyyu´l-Kârî, Ebu Zerr´den gelen: “…Eğer kılıcın parıltısının sana galebe çalmasından (yani eve seni öldürmek için giren düşmana mukabele etmekten) korkarsan, giyindiğin ridanın bir kenarı ile yüzünü ört..” mealindeki hadisin şerhini yaparken, Tîbî´den şöyle bir görüş kaydeder: “…Doğrusu şudur: Eğer eve gelen düşman Müslüman ise ve kendisine bir fesad da terettüp etmeyecek ise, onu defetmesi caizdir. Eğer düşman kafir ise, mümkün mertebe def´i vacibtir.”
Fitne sırasında mütecavize -eve kadar gelmiş bile olsa- mukabele edilmemesi görüşünde olanların delil olarak gösterdikleri ayet-i kerime de ayrıca üzerinde durulması gereken bir ayettir. Mevzubahs olan ayette Hz. Adem (aleyhissalâtu vesselâm)´in oğlu Habil, kardeşi Kabil´e şunu söyler: “Kasem ederim ki, sen beni öldürmek için bana el uzatsan da ben, seni öldürmek için sana el uzatacak değilim. Ben alemlerin Rabbi olan Allah´tan korkarım. Ben isterim ki sen, benim günahımı da kendi günahını da yüklenip varasın da, o ateşe layıklardan olasın…” (Maide 28).
Bu ayetle alâkalı olarak, müfessir Hamdi Yazır, şu açıklamayı yapar: “Burada iki sual vardır:
Birincisi: “Bir başka ayette mealen: “Hiç kimse başkasının günahından sorumlu değildir” (Fatır 18) dendiği halde, katil maktulün günahını nasıl yüklenir Bu nokta birkaç veçh ile izah edilmiştir. Bir hadis-i şerifte: “Birbirine küfreden iki kişinin bütün söyledikleri, mazlum, haddi aşmadıkça ilk başlayana aittir” denmektedir. Yani ilk başlayan hem aynen kendisinin günahını, hem de sebep olduğundan dolayı arkadaşının bir mislini yüklenir. Fakat mazlum tecavüz edip daha ileri gitmedikçe.”
Ayrıca ayette geçen: “Benim günahımı da..”, sözü “şayet sana karşı mukabeleten el uzatırsam gireceğim günahın bir misli” demektir.
Binaenaleyh biri tecavüz eder, diğeri de mukabele eyler de ikisi de maktul düşecek olursa, ilk başlayan iki cinayet, öbürü de bir cinayet yapmış olur.
Beriki mukabele etmeyecek olursa bu, bir cinayetten de kurtulur. Fakat katil yine iki cinayet yapmış ve iki günah yüklenmiş bulunur ki, birisi mazlumu katletmek, diğeri kendini ukubete müstehak kılıp ateşe atmak cinayetidir.
Bundan başka, “benim günahımı…” sözü, “beni öldürmek günahını…” mânasına geldiği gibi, “kendi günahını..” sözü de “bundan evvelki günahın (Kabil´le ilgili olarak) ezcümle kurbanının kabul edilmemesine sebep olan günahın” demek de olabilir. Nitekim bu ikinci mânayı İbnu Abbas, İbnu Mes´ud, Hasan-ı Basrî gibi selefin büyükleri ayetten anlamışlardır.
Eyyubu´s-Sahtiyanî, bu ayetle ilk amel eden Müslüman kimsenin Hz. Osman olduğunu, kendini basanlara mukabele etmektense onlar tarafından öldürülmeyi tercih ettiğini söyler.
Burada hemen kaydedelim ki, birbirini takip eden fenalıkların çıkmasına sebep olan fitneci kimseye sadece ilk yaptığının günahı değil, arkadan teselsül edecek fenalıkların da günahından bir misli gelecektir. Nitekim, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kıyamete kadar işlenecek cinayetlerin günahından bir mislinin Hz. Adem (aleyhissalâtu vesselâm)´in oğlu Kabil´e geleceğini, çünkü yeryüzünde bu menfur işi onun başlattığını ifade eder.
İbnu Hacer´in bir kaydını nazar-ı dikkate alacak olursak, “fitneye karışmak mı, karışmamak mı, fitne sırasında müdafa-i nefis caiz mi, değil mi ” gibi ihtilaf ve münakaşaların, aslında bir ıstılah karışıklığından ileri geldiği söylenebilir. Zîra, onun kaydettiği üzere, alimlerin bir kısmına göre, “fitne” tabiriyle sadece dünyevî maksatlarla çıkartılan kargaşaları anlamak gerekir. Bağy tabir edilen ve meşru devlete, haksız bir teville karşı gelen isyancıların eylemi, karışmaktan men edilen fitne değildir, bertaraf edilinceye kadar bunlarla savaş gerekir.
Bu duruma göre, Nevevî´nin az önce sunduğumuz açıklamalarında rastlanan -ve belli bir ölçüde, tenakuz olarak değerlendirilmesi mümkün olan- müphemlik böylece ortadan kalkmış oluyor. Haklı tarafa yardım veya ayet-i kerimede ifade edilen “birbiriyle dövüşen iki mü´min zümreden mütecaviz olanla, Allah´ın emrine dönünceye kadar savaş” emri de, meşru devlete karşı bir te´vile dayanarak, haksız olarak isyan edenlere karşı devletin yanında yapılacak savaşı ifade eder. Değilse, devlete karşı isyan eden muhtelif fırkalardan birini desteklemek mânasına gelmez. İlerde bu bahse tekrar döneceğiz.[44]
5- Dilini Tutmak:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bir kısım hadislerine göre, fitne yoksa çıkaran, çıkmış ise büyütüp geliştiren ve fertleri fitnenin getireceği şerlerin içine atan en mühim amillerden biri de “dil”dir. Fitneye karşı mü´minleri uyarmak maksadıyla varid olan bir kısım hadislerde dilin rolüne dikkat çekilerek, dilin kılıç gibi, hatta kılıçtan da beter olduğu ifade edilmiştir.
Ebu Davud´da gelen Ebu Hüreyre rivayetinde: “Sağır, dilsiz ve kör fitne gelecek. Fitneye azıcık meyledenin üzerine o, süratle gelir (kendine çeker). Fitnede dilini oynatmak aynen kılıç oynatmak gibidir” denir. Abdullah İbnu Amr´ın rivayetinde ise, dilin kılıçtan daha beter tesir icra edeceği ifade edilir: “Haberiniz olsun ki, ilerde Arapları darmadağın edecek fitne çıkacak. O yüzden ölenlerin hepsi ateştedir. O zaman dil(i kullanmak) kılıç kullanmaktan beterdir.”
Yine Abdullah İbn-i Amr´dan gelen bir rivayette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in gelecek fitne ile alâkalı tasvir ve ihbarları üzerine, “O çıktığı zaman ne yapalım ” diye soranlara: “Evine çekil, diline sahip ol, maruf ile amel et, münkeri terket, kendi çolukçocuğunla ilgilen, başkasıyla meşgul olma” şeklinde cevap verdiğini görmekteyiz.
Hadiste yasaklanmış bulunan “fitnede dil oynatmak” tan maksad nedir
Aliyu´l-Kârî´nin Mirkat´ta naklettiği açıklamalara göre, halkın dedikodusunu yapmak, fitneye karışanların lehinde veya aleyhinde konuşmak, bir tarafı kötülerken bir tarafı övmek suretiyle iki gruptan birini ta´n etmek, hep bu yasağa girmektedir. Hatta zalim idarecilere haber götürüp (ispiyonculuk yapmak) da bu yasağın tahtındadır. Zîra bu davranış idarecinin öfkesini kabartarak öldürme, hapis, sürgün vesair pek ciddi öyle fenalıklara sebep olur ki, kılıç kullanmak bu kadarını yapamaz.
Münâvî, “dilini tutmak” emrinden, “konuşmazdan önce iyice düşünerek sadece lehine olacak hususlarda konuşup, kendini ilgilendirmeyen hususlarda hiç konuşmamayı” anlar.
Yukarıda kaydettiklerimizden öyle anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in Hz. Muaz´a bir vesileyle söylemiş bulunduğu: “Ey Allah hayrını veresice Muaz, insanları yüzüstü ateşe atan şeyin, dilleriyle haset etiklerinden başkası olduğunu mu zannediyorsun ” sözü fitne hakkında da aynen doğrudur: İnsanı fitneye atacak veya fitneden koruyacak en mühim amillerden biri dildir.[45]
6- Kalben Kerahet
Fitnenin maddî ve manevî şerrinden kurtuluşun mühim şartlarından biri, kalben fitneye buğzetmektir. Aslında münker olarak ifade edilen her çeşit şer ve kötülüğün izalesi için eliyle, diliyle müdahale bir vecibe kılınmış ise de, gerek şerrin büyüklüğü, gerek şahsın aczi gözönüne alınarak “gücü yetiyorsa”, “fitneyi artırmayacaksa” gibi kayıtlar konmuştur. Güçsüzlüğü sebebiyle şer ve fitneye eli ve diliyle müdahele edemeyecek durumda olan kimselerden, ortadaki kötülüğe karşı, en azından kalben kerahet istenmiştir. Buna da gücü yetmeyen kimse düşünülemez. Dinimizin yasakladığı şeyleri , devrin icabı, modanın icabı, bulunduğumuz cemiyetin icabı diyerek meşru görmek mümkün değildir. Kişi birkısım münkerleri işlemek durumunda olsa bile, onun kötülüğünü kabul etmek, kalben nefret etmek zorundadır.
Hadiste kesin bir dille şöyle denir: “Yeryüzünde bir hata işlendiği vakit, bunu görüp de ikrah eden sanki orada bulunmayan birisi gibidir. Orada bulunmadığı halde, işlenen fenalığı hoş görüp razı olan kimse de sanki fenalığa şahit olmuş gibidir.” Evet hadiste, “Mü´minin niyeti amelinden hayırlıdır” buyrulmuştur.[46]
7- Mal Ve Evlatça Hiffet
Gerek dağa çekilmek ve gerekse eve çekilmek suretiyle fiile konması tavsiye edilen fitneden kaçma ve inzivanın gerçekleşmesine yardımcı olacak durumların da ayrıca tavsiye edildiğine şahit olmaktayız. Bu cümleden olarak, mal ve evlad azlığı zikredilmektedir. Bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “İkinci asrın başında sizin en hayırlınız hissece hafif olanıdır” der. “Hissece hafiflik nedir ” diye sorulunca: “Ehil ve malı olmayandır” diye cevap verir.
Bir başka rivayet de şöyle: “Öyle bir devir gelecek ki, o zaman bekarlık helal olacak. O zaman dindar kişi, civciviyle kaçan bir kuş, yavrusuyla kaçan bir tilki gibi, diniyle birlikte bir dağdan öbür dağa, bir inden öbür ine kaçmadıkça selamet bulamaz. Bu meyanda namazını kılar, zekatını verir ve hayır işleri dışında insanlardan uzak durur.”[47]
8- Silah Edinmemek:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), fitneyi önleyici, şümûlünü azaltıcı tedbirler meyanında “fitne sırasında silah satışını yasaklamakla” kalmaz, elde herhangi bir silah bulundurulmasını kesinlikle yasaklar. Rivayetlerde bu yasak “mevcutların kırılması”, “taşa çalınması”, “tahtadan kılıç kuşanılması” şeklinde ifade edilir.
Şu noktayı bilhassa belirtmeliyiz: Silah edinmeme emri, hassaten evinde kalanlara yapılmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz üzere fitneye karışmamak için ilk tavsiye edilen husus deve, koyun gibi hayvanlarını alarak dağlara çekilmek veya ekim arazisinin başına geçmek, meskun mahalden uzaklaşmaktır. Bu imkânlardan mahrum kişiye de evine kapanması emredilir.
İşte bu sonuncu durumda olan kimsenin peşi takip edilebilir, fitneye düşürülebilir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu ihtimali asgariye düşürebilmek için bu durumdaki kimselere silah edinmemeyi emretmektedir.
Söylenen bu hususu az yukarıda kaydettiğimiz Ebu Bekre hadisinin devamında görmekteyiz: “…Fitne vaki olduğu zaman devesi olan devesine, davarı olan da davarına iltihak etsin, kimin de arazisi varsa, arazisine gitsin.” Bir adam sordu: “Ey Allah´ın Resulü! Ne devesi, ne davarı ve ne de arazisi olmayan kimse ne yapacak ” Cevaben: “Kılıcına gitsin, keskin tarafını taşa vursun, sonra da gücü yettiğince fitneden kaçsın” dedi.”
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu emrin ehemmiyetini vicdanlarda tesbit için: “Ey Allahım, tebliğ vazifemi yaptım mı, ey Allahım, tebliğ vazifemi yaptım mı, ey Allahım “tebliğ vazifemi yaptım mı ” diye üç kere tekrar eder.
Hadisin bir başka veçhinde: “Kılıcını alsın, keskin tarafını kara taşa vursun” denir. Muhammed İbnu Mesleme´ye de: “Kılıcını al, Uhud dağına git, kırılıncaya kadar dağa vur” demiştir.
Nevevî: “Kılıcını taşa çalsın” emri ile hakikaten kılıcın kırılması mı, yoksa bununla mecaz mı kastedildiği hususunu ele alarak bazı alimlerin: “Hadisin zahirine göre, kişinin kendisine fitne kapısını kapaması için, gerçekten kılıcı kırması gerekir” derken, bazılarının da: “Bu mecazdır, asıl maksad kıtalin terkidir” dediğini belirtir. Ancak birinci görüşün muteber görüş olduğunu kaydeder. Bu görüş başka alimlerce de paylaşılmıştır.
Fitne çıktığı zaman kırılması gereken silah sadece kılıç değil, silahın her çeşididir. Nitekim bir başka rivayette, fitne hakkında gerekli bilgi verildikten sonra: “Yaylarınızı kırın, kirişlerinizi parça parça edin, kılıçlarınızı taşa vurun (ve evlerinizin içine girin). Buna rağmen birinizin üzerine gelirlerse, Hz. Adem´in iki oğlundan hayırlısı (Habil) gibi olun” buyurur.
Yayın kırılmasından sonra kirişin bir işe yaramayacağı bedihi olduğu halde, kirişin de parçalanmasının emredilmesinde, bazı alimler, yasaktaki mübalağanın vurgulanma gayesini görmüşlerdir. Fakat başkasının istifade etmesini önleme gayesine de matuf olduğu söylenmiştir.
Birçok durumlarda Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in ashabına: “Müslümanlar arasında fitne çıktığı vakit tahtadan bir kılıç edinin” diyerek öldürücü silah bulundurma yasağını dile getirdiğini görmekteyiz.
Hadis kitapları, bu yasağa da harfiyyen uyup tahtadan kılıç taşıyanların örneklerini zikreder. Bunlardan biri Ebu Müslim´dir, bir diğeri Ühban İbnu Sayfi´dir. Ebu Müslim ile alâkalı rivayet aynen şöyle: “Hz. Ali, Hz. Muaviye ile olan mücadelesi sırasında hazırlık yapmak üzere Basra´ya gelir ve Ebu Müslim´e uğrayarak: “Bana yardım et” der. Ebu Müslim “hayır” diye kestirip atmaktansa lisan-ı hal ile bunu ifade etmeyi tercih ederek kılıcını getirir. Kınından bir karış kadar sıyırır. Hz. Ali (radıyallahu anh)´ye bunun tahtadan olduğunu gösterdikten sonra şu açıklamayı yapar: “Can dostum ve senin amcaoğlun (aleyhissalâtu vesselâm) benden, “Müslümanlar arasında fitne çıktığı zaman tahta kılıç edinmem” hususunda söz aldı (ve ben de yaptım. Buna rağmen) seninle harbe çıkmamı istersen yine de çıkarım.” Hz. Ali şu cevabı verir: “Ne sana, ne de kılıcına ihtiyacım yok.” [48]
İKİNCİ FASIL
ZAMANLA VUKÛA GELECEK FİTNE VE HEVÂLARDAN ZİKREDİLENLER
UMUMÎ AÇIKLAMA
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), fitne hadislerinde, kıyamete kadar Müslümanlar arasında cereyan edecek pek çok hadisatı haber vermiştir. Hz. Huzeyfe´nin ifadesiyle etrafında üç yüz kişi toplayabilecek fitne başlarını adları, baba adları, kabile adlarıyla bildirmiştir.
Yani fitne ile ilgili oldukça teferruata inen ihbarlarda bulunmuştur. Bugün bize rivayet edilebilen hadisler, Hz. Huzeyfe´nin dediği açıklıkta bir fitneler listesi çıkarmamıza imkan tanımaz. Ancak, Teysir müellifinin koyduğu başlıktan, bu hadislerin iki kısımda mütalaa edilebileceğine inanıyoruz:
1- İsmi zikredilen sarih fitneler.
2- İsmi zikredilmeyen, umumî vasıfları zikredilen fitneler.
İsmi zikredilenleri, şarihler hadiseler vuku buldukça “bu fitne falan hadiste haber verilen fitnedir” diye belirtmişlerdir. İkinci kısmı, izmi zikredilmeyen, vasfı zikredilen fitneler teşkil eder. Kıyamete kadar, İslam aleminin her köşesinde her devirde vukua gelecek hadiselere bunları tatbik etmek mümkündür. Ancak, hadis sarih olmadığı için, bu çeşit tatbiklerde ve yorumlarda kesin ifadeden kaçınmak gerekir, ihtimalli konuşmak ihtiyata muvafık olur.
Biz burada, hadislere geçmezden önce fitnelerin çeşitleriyle ilgili umumi bir açıklamada bulunacak, sonra hadisleri ve -gereken yerlerde- açıklamalarını kaydedeceğiz:[49]
FİTNENİN ÇEŞİTLERİ:
Bir hadiste, giderek ağırlaşacak olduğu bildirilen dört ayrı fitneden bahsedilmektedir: “Dört (büyük) fitne vukua gelecek. Birinci fitnede kan dökmek helal addedilecek; ikincisinde hem kan hem de mal helal addedilecek; üçüncüsünde kan, mal ve ferc (ırza tecavüz) helal addedilecek. Dördüncüsü ise Deccal fitnesidir.”
Ebu Davud´da yer alan bir rivayet de dikkat çekicidir. İbnu Ömer anlatıyor: “Biz bir grup kimse, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in yanında idik. Bize fitnelerden bahsetti ve ısrarla üzerinde durdu. Bu meyanda “demirbaş fitne”yi (fitnetu´l-ahlas) mevzubahs etti. Derken dinleyenlerden birisi: “Ey Allah´ın Resulü, demirbaş fitne de nedir ” diye sordu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “O, (kin, husumet ve düşmanlık sebebiyle insanlardan) kaçmaktır, (mal ve ehil yağmalandığı için) açıkta kalmaktır. Sonra refah fitnesi (fitnetu´sserra) var. Bunun dumanı Ehl-i Beytimden bir adamın ayaklarının altından (gelir). O, kendisini benden zanneder, o benden değildir. Benim dostlarım müttaki kimselerdir. Sonra insanlar, ilmi ve fikri nakıs olduğu için ehil olmayan, kararsız bir kimsenin etrafında toplanırlar. Sonra yaygın (yani herkese bulaşan) fitne (fitnetu´dduheyma) gelir. Bu fitne ümmetimden kimseyi istisna etmez, hepsine bir darbe vurur. Her ne zaman bittiğine hükmedilse, yine başlar ve temadi eder gider. Bu fitne zamanında kişi, mü´min olarak sabahlar, kâfir olarak akşamlar. Bu zamanda insanlar iki ayrı gruba ayrılır:
1) İman grubu ki, burada nifak yoktur.
2) Nifak grubu ki burada da iman yoktur.
İşte siz bu durumda iken, artık sabah-akşam Deccal´ın gelmesini bekleyin.”
Bu hadiste sözkonusu edilen fitne çeşitleri birbirini takiben ortaya çıkacak fitneler olabileceği gibi, birbiriyle öncelik, sonralık irtibatı olmayan fitneler de olabilir.
Kur´an-ı Kerim´de, bilhassa geldiği zaman, sadece zalimlere değil, herkese çarpan fitneye karşı dikkat çekilmiş olması da (Enfal 25), fitnelerin çeşitli olacağını te´yid etmektedir. Hatta ayette geçen fitnenin yukarıda zikri geçen “yaygın fitne (fitnetu´dduheyma) olduğu da söylenebilir.
Bir başka hadiste Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) fitneden daha değişik kelimelerle bahseder: “Şurası muhakkak ki, benden sonra henat ve henat (yani şerler ve fesatlar) olacak. Cemaatten ayrılan veya Muhammed ümmetinin birliğini bozmak isteyen birisini gördünüz mü, bu herifi kim olursa olsun öldürün. Zîra Allah´ın (yardım) eli cemaat üzerindedir. Şeytan ise cemaatten ayrılanla birliktedir.”[50]
DECCAL FİTNESİ:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hadislerinde yeralan fitne çeşitlerinden bahsederken Deccal fitnesinden ayrıca bahsetmemiz gerekmektedir. Zîra, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bilhassa bu fitneye karşı mükerreren uyarıda bulunmuştur. Hadislere göre, bu fitne, insanlığın en büyük fitnesidir. Hz. Nuh´tan bu yana bütün peygamberler aleyhimüsselam, ümmetlerini Deccal fitnesine karşı uyarmışlardır. Deccal´in iki gözünün arasında kafir yazılıdır, okuma yazmayı bilen de bilmeyen de bunu okur. Deccal´ın beraberinde ateş ve cennet beraber bulunur, onun ateşi cennet, cenneti ateştir. Onun iki akan nehri vardır. Bakınca biri tatlı sudur, diğeri yakıcı ateştir. Fakat kim buna kavuşursa ateş olan nehre gelmeli, ondan içmelidir. Zîra o aslında tatlı sudur. Deccal Medine ve Mekke haricinde her beldeye ayak basacaktır. Çıkacak olan Deccal sayıca otuzu bulacak, hepsi de Allah ve Resulü hakkında iftiralar düzerek küfre düşecek vs.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, Deccal fitnesine karşı vaki uyarıları tebligatında mühim bir yer tutar. Bu husus, Deccal´le alâkalı rivayetlerin çokluğundan anlaşılabileceği gibi, bilahare bunun, selef tarafından mahalle mekteplerinde muallimler tarafından çocuklara öğretilecek bilgiler arasında yer verilmesi gerektiğine hükmedilecek kadar ehemmiyet verilmiş olmasından da anlaşılmaktadır.
Esasen Heysemi tarafından sıhhati te´yid edilen bir hadiste Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Deccal fitnesine karşı halkı devamlı uyarmayı tavsiye etmekte bunun terkini hoş karşılamamaktadır: “İnsanlar Deccal´ı zikrettiği, imamlar minberlerden bunu duyurmaya devam ettiği müddetçe Deccal çıkmaz.” Öyle ise, bazı hadislere göre, namazların arkasında istiaze edilecek, Allah´ın yardımı talep edilecek dört şeyden biri “Deccal fitnesi” olmalıdır.
Fitne üzerine gelen ve bazan birbirine zıd olan tavsiflerin, farklı zaman ve farklı mekanlarda zuhur edecek, mahiyetçe birbirinden farklı fitnelerle alâkalı olduğuna şarihlerce de dikkat çekilmiştir. Nitekim Buhari şarihi aynî, muhtelif hadislerde kıyamet alâmetleri olarak beyan edilen “cimriliğin artması” ile, yine muhtelif hadislerde ifade edilen “bolluğun artması” gibi zıt durumları, dediğimiz şekilde te´lif zımnında şunları söyler: “Her ikisi de (yani bolluğun artması da, cimriliğin artması da) kıyamet alâmetlerindendir. Fakat, her biri başka başka zamanlara aittir.”[51]
DEVLETE İSYAN:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hadislerinde mevzubahs edilen fitneleri, başta Ashab olmak üzere, her devir âlimleri kendi zamanlarındaki huzursuzluklara tatbik etmişlerdir. Zamanımızın Müslümanları da tabii olarak aynı şeyi yapmak isteyecektir. Ancak, kıyamete kadar gelecek her devre hitap eden Resulullah´ın sözlerini belli bir asırda yorumlarken, hataya düşmemek için son derece dikkat etmek gerekir.
Bu sebeple “imtihan”dan “isyan”a kadar pek çok mânaları ihtiva eden fitne ve müteradifi tabirlerle alâkalı açıklamalarda yanlış anlamalara, tehlikeli ve ters yorumlara düşmeyi önlemek için, devlete karşı gelmek şeklinde ifadesini bulan dahilî fitneler hususunda fukahanın taksimat ve değerlendirmesini burada kaydetmeyi lüzumlu görüyoruz. Esasen gayemiz, bugünkü fiilî durumu teker teker ele alarak tahlil etmekten ziyade, İslamî ölçüyü, sünnette, Kur´an´da ve alimlerin değerlendirmelerinde yer almış olan zaman ve mekanüstü endazeyi okuyucunun eline vermeye çalışmaktır. Ölçme işini, miyara vurma işini okuyucunun ferasetine bırakacağız.
Fakihler, meşru otoriteye (veliyyü´l-emr´e) itaat etmemek, karşı gelmek şeklinde tezahür eden davranışları adi suçlardan ayrı mütalaa etmişlerdir. Günümüzde de bu çeşit cürümlere kısaca “siyasî cürüm” diyoruz. İslam fakihleri bu siyasî cürmü işleyenleri dört grupta mütalaa etmişlerdir:[52]
1- Bugat:
“Ulu´l-emrin haklı olan emirlerine haksız olarak isyan edip, bir bölgeyi zorbalığı altına alanlardır.” Bunları diğer isyankâr gruplardan ayıran vasıflar şunlardır:
a) Bunlar otoriteye (Veliyyü´l-emr´e) karşı bir te´vile (haklı gibi görünen bir bahaneye) dayanarak haksız yere isyan ederler.
b) İsyan etmiş olmakla beraber, kendilerinden olmayan Müslümanların kanlarını, mallarını helal ve zürriyetlerinin esir edilmesini mübah görmezler.
Bunlar esas olarak bir te´vile dayanarak isyan ettikleri, yağma vs.´yi mübah görmedikleri için, bunlarla yapılan savaşta, bunların telef ettiği mal ve can sebebiyle, kendilerine ceza terettüp etmez. Fukaha bu hükmü Zührî´den gelen şu rivayete istinad ettirmiştir: “Hz. Peygamber´in ashabının çokca bulunduğu bir zamanda fitne çıktı. Ashab şu hususta ittifak ettiler: “Kur´an´ın te´vili ile helal addedilen her kan bırakılmıştır. Kur´an´ın te´vili ile helal addedilen her mal bırakılmıştır, Kur´an´ın te´vili ile helal addedilen her ferc bırakılmıştır (bunlar için ceza verilmez).” Bu hususta Sahabe´nin icmaı hasıl olmuştur. Bağiler desteksiz ise esirler öldürülmez, kaçanlar kovalanmaz. Arkaları varsa esir edilirler veya hapsedilirler.
İmam, bağilerin oyalama nevinden olmayan sulh teklifini, durumlarını görmek için kabul edebilir. Ancak, buna mukabil para alamaz.[53]
2- Kutta-ı Tarik (Yol Kesenler):
Bunlar otoritenin (veliyyü´l-emr´in) itaatinden bir te´vile müstenid olmaksızın çıkarak yolları kesen halkın can ve malına kasteden kimselerdir.Bunların geride güvenip dayandıkları bir şey (teşkilat, kuvvet, teşvikçi gibi bir nokta-i istinad) bulunsa da bulunmasa da bu ismi alırlar.[54]
3- Kutta-ı Tarik Mesabesinde Olanlar:
Bunlar da veliyyü´l-emrin (otoritenin) itaatinden bir te´vile müstenid olarak çıkan, geride güvenip dayandıkları bir şey bulunmayan kimselerdir.
Bu iki gruba “yolkesenler”le alâkalı ahkâm uygulanır.[55]
4- Havariç:
Bunlar kendilerince haklı olan bir te´vile dayanarak isyan edenlerdir. Ancak te´villerine dayanarak,
a) Otoritenin kâfir olduğunu ileri sürerler.
b) Otorite ile savaşmanın farz olduğunu kabul ederler.
c) Kendilerine muhalif olan Müslümanların öldürülüp, mallarının gasbedilmesini ve zürriyetlerinin de esir edilmesin helal addederler.
d) Bunlar, geride güvenip dayanacakları bir şeye de sahiptirler.
Hariciler cumhur-u fukahaya ve ehl-i hadisin ekserisine göre bugat (asiler) hükmündedirler. Bazı ehl-i hadise göre bunlara mürted ahkâmı tatbik edilir.[56]
* İSMİ ZİKREDİLEN FİTNELER
ـ4766 ـ1ـ عن حُذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا عِند عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه فقال: أيُّكُمْ يَحْفَظُ حَدِيثَ رَسُولِ اللّهِ # في الْفِتْنَةِ؟ فَقُلْتُ: أنَا. قَالَ: إنَّكَ لَجَرِئٌ؛ وَكَيْفَ؟ قَالَ قُلْتُ: سَمِعْتُهُ يَقُولُ: فِتْنَةُ الرَّجُلِ في أهْلِهِ وَمَالِهِ وَوَلَدِهِ وَنَفْسِهِ وَجَارِهِ يُكَفِّرُهَا الصِّيَامُ، وَالصََّةُ، وَالصَّدَقَةُ، وَا‘مْرُ بِالْمَعْرُوفِ، وَالنَّهْىُ عَنِ الْمُنْكَرِ فقَالَ عُمَرُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: لَيْسَ هذَا أُرِيدُ إنَّمَا أُريدُ الَّتِى تَمُوجُ كَمَوْجِ الْبَحْرِ قَالَ
فَقُلْتُ: مَالَكَ وَلَهَا يَا أمِيرَ الْمُؤْمِنِينَ! إنَّ بَيْنَكَ وَبَيْنَهَا بَاباً مُغْلِقاً. قَالَ: فَيُكْسَرُ الْبَابُ أوْ يُفْتَحُ؟ قَالَ: قُلْتُ: َ. بَلْ يُكْسَرُ. قَالَ: ذلِكَ أحْرَى أنْ َ يُغْلَقَ أبَداً. فَقُلْنَا لِحُذَيْفَةَ: هَلْ كَانَ عُمَرُ يَعْلَمُ مَنِ الْبَابُ؟ قَالَ: نَعَمْ، كَمَا يَعْلَمُ أنَّ دُونَ غَدٍ اللَّيْلَةَ، إنِّي حَدَّثْتُهُ حَدِيثاً لَيسَ بِا‘غَالِيطِ. فَقِيلَ لِحُذَيْفَةَ: مَنِ الْبَابِ؟ قَالَ: عُمَرُ[. أخرجه الشيخان والترمذي .
1. (4766)- Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hz. Ömer (radıyallahu anh)´in yanında idik: Bize:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın fitne hakkındaki hadisini kim hafızasında tutuyor ” dedi. Ben atılıp: “Ben biliyorum!” dedim.
“Sen iyi cür´etlisin, nasılmış söyle bakalım!” dedi. Ben de anlattım:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim. Demişti ki: “Kişinin fitnesi ehlinde, malında, çocuğunda, nefsinde ve komşusundadır. Oruç, namaz, sadaka, emr-i bi´lmaruf ve nehy-i ani´lmünker bu fitneye kefaret olur!”
Ömer (radıyallahu anh) atılıp: “Ben bu fitneyi kastetmemiştim. Ben öncelikle denizin dalgaları gibi dalgalanacak (bütün cemiyeti sarsacak) fitneyi kastetmiştim!” dedi. Bunun üzerine ben:
“Ey mü´minlerin emîri! O fitne ile sizin ne alâkanız var! Sizinle onun arasında kapalı bir kapı mevcut!” dedim.
“Bu kapı kırılacak mı, açılacak mı ” dedi.
“Hayır açılmayacak bilakis kırılacak!” dedim. Hz. Ömer (hayıflanarak):
“(Eyvah) Öyleyse ebediyen kapanmayacak!” buyurdu.” Ravi der ki: “Biz Huzeyfe (radıyallahu anh)´ye sorduk:
“Ömer bu kapının kim olduğunu biliyor muydu ”
“Evet, dedi. Yarından önce bu gecenin olacağını bildiği katiyyette onu biliyordu. Ben hadis rivayet ettim; boş söz (ve efsane) anlatmadım.
“Huzeyfe (radıyallahu anh)´ye soruldu:
“O kapı kimdir ”
“Ömer (radıyallahu anh)´dir!” buyurdu.” [Buharî, Mevakitu´s-Salat 4, Zekat 23, Savm 3, Menakıb 25, Fiten 17; Müslim, Fiten 17, (144); Tirmizî, Fiten 71, (2259).][57]
ـ4767 ـ2ـ وفي رواية لمسلم رحمه اللّه قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: تُعْرَضُ الْفِتَنُ عَلى الْقُلُوبِ كَالْحَصِيرِ عَوْداً عَوْداً. فأىُّ قَلْبٍ أُشْرِبَهَا نَكَتَتْ فِيهِ نُكْتَةً سَوْدَاءَ، وَأىُّ قَلْبٍ أنْكَرَهَا نَكَتَتْ فيهِ نُكْتَةً بَيْضَاءَ حَتّى يَصِيرَ عَلى قَلْبَيْنِ: قَلْبٍ أبْيَضَ مِثْلِ الصَّفَا فََ يَضُرُّهُ فِتْنَةٌ مَا دَامَتِ السَّمواتُ وَا‘رْضُ وَاŒخَرُ أسْوَدُ مُرْبَادٌّ كَالْكُوزِ مَجْخِيّاً َ يَعْرِفُ مَعْرُوفاً وََ يُنْكِرُ مُنْكَراً إَّ مَا أُشْرِبَ مِنْ هَوَاهُ؛ وَفيهِ قَالَ حُذَيْفَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: إنَّ بَيْنَكَ وَبَيْنَهَا بَاباً مُغْلَقاً يُوشِكُ أنْ يُكْسَرُ قَالَ عُمَرُ: أكَسْراً َ أبَالَكَ؟ فَلَوْ أنَّهُ فُتِحَ، كَانَ لَعَلَّهُ يُعَادُ. قَالَ: وَحَدَّثْتُهُ أنَّ ذلِكَ الْبَابَ رَجُلٌ يُقْتَلُ أوْ يَمُوتُ حَدِيثاً لَيْسَ بِا‘غَالِيطِ. فَقُلْتُ لِسَعْدِ بْنِ طَارِقٍ: مَا أسْوَدُ مُرْبَادٌّ؟ قَالَ: شِدَّةُ الْبَيَاضِ في سَوَادٍ. قُلْتُ: فَمَا الْكُوزُ مُجْخِيّاً؟ قَالَ: مَنْكُوساً[.»والجرأةُ« ا“قدام على ا‘مر العظيم.و»ا‘غاليطُ« جمع أغلوطة، وهى المسائل التي يغلط بها، وا‘حاديث التي تذكر للتكذيب.وقوله: »كَالْحَصِير عَوْداً عَوْداً« معناه أن القلوب تحيط بها الفتن حتى تكون فيها المحصور والمحبوس، يقال حصره القوم: إذا أحاطوا به وضيقوا عليه.وقوله: »عَوْداً عَوْداً« بفتح العين: أي مرة بعد مرة.و»أشربها« أى دخلت فيه وقبلها وسكن إليها .
و»النكتة« ا‘ثر.و»المربادُّ« الذي في لونه ربدة، وهى لون بين السواد والغبرة.و»المجخيُّ« المائل عن استقامة واعتدال هاهنا .
2. (4767)- Müslim rahimehullah´ın bir rivayetinde (Huzeyfe radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim. Demişti ki:
“Fitneler, tıpkı (kamışlardan örülen) hasır gibi, (insanların kalbine) çubuk çubuk atılır. Hangi kalbe bir fitne nüfuz ederse onda siyah bir leke hasıl olur. Hangi kalp de onu reddederse onda beyaz bir benek hasıl olur. Böylece iki ayrı kalp ortaya çıkar: Biri cilalı taş gibi bembeyazdır; dünyalar durdukça buna hiçbir fitne zarar vermez. Diğeri ise, alaca siyahtır. Tepetaklak duran testi gibidir; bu kalp, ne iyiyi iyi bilir, ne de kötüyü kötü. O, hevadan (beşerî değerlerden) kendisine ne yutturulmuşsa, onu (hak veya batıl) bilir.
“Bu rivayette Huzeyfe (radıyallahu anh) der ki: “(Ey Ömer!) Seninle o fitne arasında kapalı bir kapı vardır kırılması yakındır!”
Hz. Ömer atıldı: “Ey babasız kalasıca! O kırılacak mı keşke açılsaydı. Böylece tekrar (kapatılarak eski normal hale) dönülürdü!”
Huzeyfe der ki: “Ben ona bu kapı ile öldürülecek veya ölecek bir şahsın kinaye edildiğini bildiren bir hadis söyledim. Mugalata (ve efsane anlatıp boş laf) etmedim.”
Ravi der ki: “Sa´d İbnu Tarık´a (hadiste geçen) “esvedü mürbad” tabiri ne demektir ” diye sordum.
“Siyah üzerine şiddetli beyazlıktır” dedi. Ben tekrar “elkûzu mechıyy” nedir ” dedim. “Tepetaklak (ters çevrilmiş) testi!” diye cevap verdi.” [Müslim, İman 231, (144).][58]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, istikbalde olacakları ihbar sınıfına giren mucizelerdendir. Aslında gaybı sadece Allah bilir. Ancak Allah´ın bildirmesiyle insanlar da bilebilir. Peygamberler, Allah´ın gaybı bildirme nimetine en ziyade mazhar olan kimselerdir. Resul-i Ekrem (aleyhissalâtu vesselâm), en kamil mertebede bu nimete mazhar olmuştur. Şarihler, bu hadisle Hz. Ömer´in şehit olacağının ihbarı ile Hz. Osman fitnesinin haber verildiğini belirtirler.
2- Bizim dikkat çekeceğimiz bir mucize de fitneye düşenlerin psikolojik halleriyle ilgili beyanlardır. Bunu da bir mucize olarak değerlendirmemize hiç bir mani yoktur. Fitneye tam olarak düşmüş olan kimsede herkesçe müsellem olan değerlerin kaybolduğu, kendisine “içirilen” -ki yutturulan diye tercüme ettik- dışında bir değer tanımadığı belirtilmiştir.[59] Günümüzde bu tip insanları fiilen gördüğümüz için hadisin demek istediği gerçeği daha iyi anlama şansına sahibiz. Aksi takdirde inayet-i İlahiyeye mazhariyet dışında bir imkânla bu hadisin mesajını anlamamız mümkün olmayacaktı.
Hadisin anlaşılması için ma´ruf ve münker tabirlerine dönelim: Ma´ruf, şeriatın ve aklın güzel bulduğu şeydir. Ma´rufla, insanlarca elbirlik takdir edilen şeriatça te´yid edilen müşterek değerler sistemi; bir başka ifadeyle iyi olan şeylerin ifade edildiğini, münkerle de yine insanlarca elbirlik reddedilen, takbih edilen, şeriatça da çirkinliği, kötülüğü, zararlılığı te´yid edilen değerlerin ifade edildiğini bilmek gerekir. Bu değerler ferdî değildir, beşerî değildir. Bu sebeple hadis, bunların heva olmadığına dikkat çeker. Hadis, fitneye düşen kimsenin, insanlarca ma´ruf kabul edilmiş bir şeyi maruf addetmediğini; münker bilinen şeyi de münker görmediğini buna mukabil kendisine yutturulan yeni değerler sistemine göre hükmettiğini belirtir. Yeni değerler sistemine hadis heva demektedir. Bir ayet, İlahi değerler yerine “heva”nın konulmasını halis şirk ilan etmektedir: “Gördün mü o heva (ve heves)ini tanrı edinen kimseyi Şimdi onun üzerine (habibim) sen mi bir bekçi olacaksın Yoksa onların çoğunu hakikaten (söz) dinlerler, yahut akıllanırlar mı sanıyorsun Onlar başka değil, dört ayaklı hayvanlar gibidir. Belki yolca daha sapıktır” (Furkan 43-44).
Ayet-i kerime, beşerî hevaya saplanarak İlahî menşeli marufu “iyi”; münkeri de “kötü” kabul etmeyenleri dört ayaklıdan beter ilan etmektedir.
Böylece sadedinde olduğumuz hadiste, günümüzde çağdaşlık, hümanizm, laisizm gibi yaftalarla nikah, edeb, tesettür, haya, ibadet gibi marufları gericilik diye reddeden; fuhuş, içki, kumar, açıksaçıklık, ahlaksızlık, hayasızlık gibi her çeşit münkeri de ilericilik diye hoş göstermeye, müdafaalarını yapmaya kalkan insanların hem yetişme vetirelerinin ve hem de ruhî yapılarının en beliğ bir tasvirini görmüş olmaktayız.
3- Hadisle ilgili ilave yorumları müteakiben kaydedeceğiz.[60]
ـ4768 ـ3ـ وعن أبى بكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَنْزِلُ أُنَاسٍ مِنْ أُمَّتِى بِغَائِطٍ يُسَمَّى الْبَصْرَةَ عِنْدَ نَهْرٍ يُقَالُ لَهُ دِجْلَةُ. يَكُونُ عَلَيْهِ جِسْرٌ يَكْثُرُ أهْلُهَا، وَتَكُونُ مِنْ أمْصَارِ الْمُهَاجِرِينَ. فَإذَا كَانَ في آخِرِ الزَّمَانِ جَاءَ بَنُو قَنْطُورَاءَ عِرَاضُ الْوُجُوهِ صِغَارُ ا‘عْيُنِ، حَتّى يَنْزِلُوا عَلى شَطّ النَّهْرِ، فَيَتَفَرَّقُ أهْلُهَا ثَثَ فِرَقٍ: فِرْقَةٌ يَأخُذُونَ أذْنَابَ الْبَقَرِ والْبَرِّيَةِ وَهَلَكُوا، وَفِرْقَة يَأخُذُونَ ‘نْفُسِهِمْ وَكَفَرُوا، وَفِرْقَةٌ يَجْعَلُونَ ذَرَارِيَّهُمْ خَلْفَ ظُهُورِهِمْ وَيُقاتِلُونَهُمْ، هُمْ الشُّهَدَاءُ[. أخرجه أبو داود.»الغائط« المطمئن من ا‘رض.و»البصرة« الحجارة البيض الرخوة، وبها سميت البصرة.و»بَنُو قَنْطُورَاءَ« هُم الترك، يقال إن قنطوراء اسم جارية كانت “براهيم الخليل عليه الصة والسم، ولدت له أوداً جاء من نسلهم الترك .
3. (4768)- Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ümmetimden bir kısım insanlar Dicle denen bir nehir yanında, Basra denen geniş bir düzlüğe inerler. Nehrin üzerinde bir köprü vardır. Oranın halkı (kısa zamanda) çoğalır ve muhacirlerin [Müslümanların[61]] beldelerinden biri olur. Ahirzamanda geniş yüzlü, küçük gözlü olan Benî Kantûra gelip nehir kenarına inerler. Bundan böyle (Basra) halkı üç fırkaya ayrılır:
* Bir fırka sığır ve kır develerinin peşlerine takılıp (kır ve ziraat hayatına dönerler, bunlar) helak olurlar.
* Bir fırka nefislerini(n kurtuluşunu esas) alırlar (ve Benî Kantûra ile sulh yolunu) tutarlar. Böylece bunlar küfre düşerler.
* Bir fırka da çocuklarını geride bırakıp onlarla savaşırlar. İşte bunlar şehit olurlar.” [Ebu Davud, Mehalim 10, (4306).][62]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, henüz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zamanında mevcut olmayan, Hz. Ömer zamanında, hicrî 27 yılında, Utbe İbnu Gazvan tarafından kurulan ve içerisinde hiç puta tapılmamış olan Basra şehrinden bahsetmektedir. Ancak bazı alimler başka görüştedir. Aliyyu´l-Kari şu açıklamayı kaydeder: “El-Eşref der ki: Aleyhissalâtu vesselâm bu şehirle, Medinetu´s-Selam olan Bağdat´ı kastetmiştir. Zîra Dicle hadiste geçen kırdır. Köprü de Bağdat´ın ortasında mevcuttur. Basra´nın ortasında köprü yoktur. Resulullah Bağdat´ı Basra diyerek tanıtmıştır. Çünkü Bağdat´ın dışında kapısına pek yakın bir yer vardır; Babu´l-Basra denir. Aleyhissalâtu vesselâm böylece, Bağdat´ı, ya bir kısmının ismiyle isimlendirmiş olmaktadır; yahut da muzafın hazfedilmesiyle[63] tıpkı ayet-i kerimede وَاسْألِ الْقَرْيََةَ dendiği gibi. Bağdat dahi Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) devrinde bugünkü şekliyle kurulmuş değildi. Keza Aleyhissalâtu vesselâm devrinde, şehirlerden bir şehir de değildi. Bu sebeple Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Müslümanların beldelerinden biri olur” demiş, geleceğe matuf konuşmuştur. Aleyhissalâtu vesselâm zamanında bilakis (o civarda), Kisra´nın Medain şehri çıktıktan sonra Basra´ya mensup, onun nahiyeleri sayılan bir kısım köyler vardı (büyük bir şehir yoktu). Ayrıca, meselenin bir başka yönü daha var: Zamanımızda, Türklerin Basra´ya savaş suretiyle girdiğine dair kimse bir şey işitmiş değildir. Hadisin mânası şu olmalıdır: “Ümmetimden bir kısmı, Dicle yakınlarına inecek ve orada yerleşecektir. Burası Müslüman beldelerden biri olacaktır.” İşte burası Bağdat´tır.” (Aliyyu´l-Kârî´den.)
2- Benî Kantûra ile Türklerin kastedildiği kabul edilmiştir. Hattâbi, “dendiğine göre” diyerek şu açıklamayı kaydeder: “Kantûra Hz. İbrahim´in cariyesinin ismidir. Hz. İbrahim´in bundan çocukları dünyaya geldi. Türkler bu çocuklardan çoğalmadır.” Bazı açıklamalara göre Kantûra, Türklerin atasının ismidir. Bazı âlimler bu açıklamaları reddeder ve “Türklerin, Hz. Nuh´un oğullarından Yafes´ten çoğaldıklarını ileri sürer. Hz. Nuh aleyhisselam, Hz. İbrahim´den çok önce yaşadığına göre Türklerin Hz. İbrahim´le bir irtibatı olmamalıdır. Görüşlerdeki bu zıtlığı, “Cariyenin, Yafes evladından olması mümkündür” veya “Cariye ile, -Hazreti İbrahim´in evladlarından gelmesi haysiyetiyle- Hz. İbrahim´e mensup, Yafes´in evladlarından biriyle evlenmiş bir kızın kastedilmiş olması, Türklerin mezkur evlilikten hasıl bulunması da mümkündür” gibi uzlaştırıcı açıklamalarla kaldırmaya çalışanlar da olmuştur.
Şunu kaydetmek isteriz: Yeryüzündeki ırkların menşei bugün dahi ilmî kesin bir çözüme kavuşmuş değildir. Sadece bazı nazariyeler mevcuttur. Kaydedilen açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, eski kitaplarımız da, çok sağlam ve kesin bir kaynağa dayanmaksızın, malumat-ı mütearife şeklinde yaygınlık kazanmış olan birkısım rivayeti, bütün farklılıklarıyla birlikte tekrar etmektedirler. İlerde Kıyamet´le ilgili bölümde, Kıyamet Öncesi Fitneler Faslında (5018. hadis) açıklayacağımız üzere ulemanın ekseriyeti tarafından Benî Kantûra´dan maksadın Türkler olduğu kabul edilmiş bulunduğu halde bununla başkasının ve mesela Sudanlıların kastedildiğini söyleyenler de olmuştur.
3- Basralıların ayrılacağı üç fırka hususunda şarihler şu açıklamayı kaydederler:
1) “Sığırların ve kır develerinin kuyruklarını yakalarlar”dan murad, “Savaştan kaçınırlar, canlarını ve mallarını kurtarmayı düşünürler ve sığırlarının peşine düşerek kırlara, çöllere çekilirler. Ancak oralarda helak olurlar” veya “Savaştan kaçınıp ziraatle meşgul olurlar. Ekip kaldırmak maksadıyla sığırların peşine takılarak muhtelif yerlere dağılırlar, oralarda helak olurlar.”
2) “Can derdine düşenler”den maksad, Benî Kantûra ile sulh yapmayı prensip edinen zümredir. Bunlar sulh elde edecek ama dinden, sünnetten, şahsiyetten fedâkârlıkla, zilletle bunu yapabilecektir. Bu da helakın bir başka şekli, cesedden önce ruhun öldürülmesidir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu da te´yid etmiyor.
3- Üçüncü grup, kadın ve çocuklarını arkada bırakarak Benî Kantura´ya karşı çıkıp mertçe savaşanları teşkil edenlerdir. Bunlar Resulullah´ın te´yid ve tasvibindedir. Zîra bunlardan ölenlerin şehit olacaklarını haber vermektedir.
Aliyyu´l-Kârî der ki: “Bu hadis Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın mucizelerindendir. Çünkü, hâdise Aleyhissalâtu vesselâm´ ın haber verdiği tarzda aynen, 656 yılında Safer ayında vukua gelmiştir.”
Aliyyu´l-Kârî´nin temas ettiği bu hâdise, Hülagu tarafından Bağdat´ın zaptıdır.
Bağdat´ın düşmesiyle noktalanan İslamî tezebzüb ibretlerle dolu bir hâdisedir. Hülagu, Bağdat´ı zaptettikten sonra Halep Hükümdarı el-Meliku´n-Nasır´a yazdığı bir mektupta, Müslümanların uğradığı bu mağlubiyet ve zilletin sebebini şöyle özetler: “Sizler haram yediniz ve imanınıza sadık kalmadınız. Birçok bid´atları meydana koydunuz. Sabi çocukları kullanmayı adet ettiniz, şimdi buyurun zillet ve hakareti! Bugün yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz. “Zulmedenler nereye gideceklerini ve hangi deliğe tıkılacaklarını yakında görür ve bilirler” (Şuara 227). Siz bize kafir diyorsunuz. Biz de size fasık ve facir diyoruz.”
Mezkur mektubu, dipnotlar da düşerek bazı yorumlar katarak nakleden Ahmed Hilmi´den aynen kaydetmeyi, Resulullah´ın hadisinin anlaşılması ve tarihten ibret alınması için gerekli görüyoruz:
“Bu arada (Hicrî 657´de) Hülagu, Halep Hükümdarı el-Meliku´n-Nasır´a elçilerle bir mektup gönderdi. Bu mektup, Hülagu´nun davranışı ve zihniyetini göstermesi bakımından çok alakabahştır. Bu sebeple Ebu´l Ferec´den aynen alıyoruz:
“el-Meliku´n-Nasır bilir ki biz (Hicrî 656´da) Bağdat üzerine inip tanrının kılıncı ile orayı aldık ve oranın sahibini yanımıza çağırarak kendisine iki sual sorduk. Suallerimize cevap veremedi. Bundan dolayı sizin Kur´anınızda “Tanrı hiç bir kavmin elindeki nimeti, o kavim kendi kendisini bozmadıkça bozmaz” (Rad suresi 2) denildiği gibi, bizim azabımıza kendisinin yapmış olduğu işler yüzünden müstehak oldu. Mallarını kıskandığı için, malına gelecek olan, canına geldi ve tatlı canlarını adi madenlere değiştiler. Bunun sonucu yine Tanrının dediği “her ne yaptılarsa orada hazır buldular” (Kehf 49) gibi oldu. Çünkü biz, Tanrının kuvvetiyle kalktık ve O´nun kuvvetiyle muvaffak olduk ve olmaktayız. Hiç şüphe yoktur ki biz, yeryüzünde Tanrının askerleriyiz.[64] Kendisi gazabına uğratmak istediği kimseler üzerine bizi gönderir. Olup biten vakalar size ibret ve nasihat olsun. Bizim önümüzde kale para etmez ve karşımıza geçen ordular bir işe yaramaz ve hakkımızda yaptığınız kargışlar (beddua) bize geçmez. Başkalarına bakıp onların başlarına gelenlerden ibret alın ve örtü açılıp altındakiler meydana çıkmadan ve size bir hata gelmeden önce işlerinizi bizim elimize verin; biz sonradan ağlayanlara ve şikayet feryatları koparanlara acımayız. Nice şehirleri yaktık ve nice kimseler yok ettik ve nice çocukları atasız bıraktık ve yeryüzüne fesat saldık. Size kaçmak varsa, bize de kaçanları yakalamak var. Sizin için bizim kılıncımızdan kurtuluş yoktur. Oklarımız size nerede olsanız yetişir. Atlarımız her attan ziyade koşar ve oklarımız her şeyi yarar geçer, kılıçlarımız yıldırım gibi iner. Akıllarımız dağlar gibi sağlamdır. Sayımız kumlar kadar çoktur. Bizden aman dileyen selamete erer. Bizim ile savaş etmeye yeltenenler sonunda pişman olurlar. Eğer siz bizim emrimize itaat ile şartlarımızı kabul edecek olursanız canlarınız bizim canlarımız ve mallarınız bizim mallarımız gibi olur. Yok, emrimize karşı gelir ve muhalefette ayak dilerseniz, başlarınıza gelecekler geldiği zaman bizi değil kendinizi kınayın, ey zalimler! Tanrı sizin aleyhinizedir. Gelecek musibet ve belalara hazırlanın! Sonucun fena geleceğini önceden söyleyen kimsede şüphe yoktur ki, hiç bir kabahat kalmamıştır. Sizler haram yediniz ve imanınıza sadık kalmadınız. Birçok bid´atları meydana koydunuz. Sabi çocukları kullanmayı adet ettiniz, şimdi buyurun zillet ve hakareti! Bugün yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz! “Zulmedenler nereye gideceklerini ve hangi deliğe tıkılacaklarını yakında görür ve bilirler” (Şuara 227). Siz bize kafir diyorsunuz. Biz de size fasık ve facir diyoruz. Bütün işleri takdir ve tedbir eden kimse tarafından biz size musallat edildik. Sizin azizleriniz bizim katımızda zelil ve hakirdirler. Sizin zenginleriniz bizim katımızda yoksuldurlar. Yeryüzünün batı ve doğusu bizim elimizdedir. Yeryüzünde ne kadar mal sahipleri varsa onların hepsinin ellerindeki mallar ve kendileri bizim demektir. istediğimiz vakit o malları onların ellerinden alırız ve her gemiyi gasbederiz.[65] Kâfirler ateşlerini alevlendirmeden, kıvılcımlarını saçmadan ve sizin hepinizi yok edip yeryüzünde sizden bir kimseyi bırakmadan, akıllarınızı başlarınıza devşirin; doğruyu eğriden ayırın. Bu mektubumuz ile biz sizi uykudan uyandırdık. Apansız başınıza ateşler yağmamasını istiyorsanız hemen bu mektubumuza cevap verin. Sonrasını siz bilirsiniz.”
Hülagu, bu mektubunda, kendilerinin Tanrı te´yidine mazhar oldukları, hatta Tanrı kudretinin kendilerine tecelli ettiği, kendilerinin onun takdirini icra eden memurlar olduklarını, zalimlere, facirlere karşı gönderilmiş bulunduklarını söylemektedir. Cengiz´den itibaren hep böyle konuşmuşlardır. Bu onların bu vazifelerine hakikaten inandıklarını gösterir. “Sizin azizleriniz bizim katımızda zelil ve hakirdirler…” derken de makam-ı uluhiyetten konuşur gibidir. Eski Türk hakanları (Tanrı kulu)durlar, yani (Zillullahi fil-arz)dırlar. Tanrının yeryüzünde mümessilidirler ki, bu ibare de ona işaret etmektedir. Diğer taraftan kendi vücudunu ve zuhurunu Kur´an´la da te´yit etmektedir ki, bu kalplere hoş görünmek içindir denilebilir.
Halep Meliki bu mektubu alınca, umerâsıyla müzakere ederek yerine oğlunu gönderdi. Hülagu bunu izaz etmekle beraber, babasının gelmesini şu cümle ile bildirdi: “Onun gönlü bize karşı doğru ise kendi gelir; yoksa biz, ona gideriz.” Bu sözler üzerine Melik, Hülagu´ya gitmek istedi ise de beyleri döndürdüler.”[66]
ـ4769 ـ4ـ وعن حسّان بْنِ عَطيّة عن جُبير بن نُفَيْر عن رجل من أصحاب النبي # يقال له ذو مخبر قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # سَتُصَالِحُونَ الرُّومَ صُلْحاً آمِناً فَتَنْزُونَ أنْتُمْ وَهُمْ عَدُوّاً مِنْ وَرَائِكُمْ فَتُنْصَرُونَ وَتَغْنَمُونَ وَتَسْلَمُونَ، ثُمَّ تَرْجِعُونَ حَتّى تَنْزِلُوا بِمَرْجٍ ذِى تُلُول، فَيَرْفَعُ رَجُلٌ مِنْ أهْلِ النَّصْرَانِيَّةِ الصَّلِيبَ؛ فَيَقُولُ: غَلَبَ الصَّلِىبُ، فَيَغْضَبُ رَجُلٌ مِنَ الْمُسْلِمِينَ، فَيَدُقُّهُ. فَعِنْدَ ذلِكَ تَغْدِرُ الْرُّومُ وَتَجْتَمِعُ لِلْمَلْحَمَةِ وَيَثُورُ الْمُسْلِمُونَ الى أسْلِحَتِهِمْ فَيَقْتِلُونَ، فَيُكْرِمُ اللّهُ تِلْكَ الْعِصَابَةَ بِالشَّهَادَةِ[. أخرجه أبو داود.»الْمَرْجُ« ا‘رض الواسعة ذات النبات تمرج فيها الدواب: أي تسرح مختلطة كيف شاءت.و»التُّلُولُ«: ا‘ماكن المرتفعة من ا‘رض. و»الملحمةُ« معظم القتال.
4. (4769)- Hassan İbnu Atiyye, Cübeyr İbnu Nüfeyr´den, o da Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Zi-Mihber denen bir sahabisinden naklen anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Rumlarla güvenilir bir sulh yapacaksınız. Onlar arkanızda (başkalarına) düşman olacaklar, sizler (de diğer düşmanlarınızla) savaşacak ve (Allah´ın keremiyle) yardıma mazhar olacaksınız; ganimet elde edecek, selamete ereceksiniz. Sonra dönüp tepelikli bir çayıra ineceksiniz. Hıristiyanlardan biri salibi kaldıracak ve: “Salib galebe çaldı!” diyecek. Müslümarlandan bir adam öfkelenip onu (salibi) kıracak. Bunun üzerine Rum, (antlaşmasına) ihanet edip büyük bir savaş için toplanacak. Müslümanlar da silaha sarılıp savaşacaklar. Allah bu orduya şehadet lutfedecek.” [Ebu Davud, Melahim 2, (4292, 4293).][67]
ـ4770 ـ5ـ وعن أمُّ سلَمَة زوج النبي # رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ] قَالَ رَسُولُ اللّهِ # يَكُونُ اخْتَِفٌ عنْدَ مَوْتِ خَلِيفَةٍ. فَيَخْرُجُ رَجُلٌ مِنْ أهْلِ الْمَدِينَةِ هَارباً الى مَكَّةَ فَيأتِيهِ نَاسٌ مِنْ أهْلِ مَكَّةَ فَيُخْرِجُونَهُ وَهُوَ كَارِهٌ، فَيُبَايِعُونَهُ بَيْنَ الرُّكْنِ وَالْمَقَامِ، وَيُبْعَثُ اليْهِمْ بَعْثٌ مِن الشَّامِ فَيُخْسِفُ بِهِمْ بِالْبَيْداءِ بَيْنَ مَكَّةَ وَالْمَدِينَةِ. فَإذَا رَأى النَّاسُ ذلِكَ أتَاهُ أبْدَالُ الشَّامِ وَعَصَائِبُ أهْلِ الْعِرَاق فَيَبُايِعُونَهُ. ثُمَّ يَنْشَأُ رَجُلٌ مِنْ قُرَيْش، أخْوَالُهُ كَلْبٌ فَيَبْعَثُ إلَيْهِ بَعْثاً فَيَظْهَرُونَ عَلَيْهِمْ وَذلِكَ بَعْثُ كَلْبٍ، وَالْخَيْبَةُ لِمَنْ يَشْهَدْ غَنِيمَةَ كَلْبٍ. فَيَقْسِمُ الْمَالَ وَيَعْمَلُ في النَّاسِ بِسُنّةِ نَبِيِّهِمْ وَيُلْقى ا“سَْمُ بِجِرَانِهِ الى ا‘رْضِ، فَيَلْبَثُ سَبْعَ سِنِينَ، وَقَالَ بَعْضُ الرُّوَاةِ: تِسْعَ سِنِينَ، ثُمَّ يَتَوَفَّى وَيُصَلّى عَلَيْهِ الْمُسْلِمُونَ[. أخرجه أبو داود.قوله »وَيُلِقى ا“سَْمُ بِجِرَانِهِ« أى يقرّ قراره ويستقيم: كما أن البعير إذا برك فاستراح مدّ جرانه على ا‘رض.
5. (4770)- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcelerinden Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bir halifenin ölümü anında (ehl-i hal ve akd arasında) ihtilaf olacak. (O zaman) Medine ahalisinden bir adam (Mehdi) kaçarak Mekke´ye gidecek. Mekke halkından bir kısmı ona gelecek ve (fitne çıkar korkusuyla) istemediği halde onu (evinden) çıkaracaklar. Rükn ile Makam arasında ona biat edecekler. Onları (ortadan kaldırmak için) Şam´dan bir ordu gönderilecek. Ordu Mekke-Medine arasındaki el-Beyda´da yere batırılacak. İnsanlar bu (kerameti) görünce Şam´ın ebdalı ve Irak ahalisinin velileri ona gelip biat ederler. Sonra Kureyş´ten dayıları Kelb kabilesinden olan bir adam zuhur eder ve (Mehdi ve adamlarına) karşı bir ordu gönderir. Ama onlar bu orduya galebe çalarlar. Bu ordu, Kelbî´nin (ihtirasıyla çıkarılmış) bir ordudur. Bu Kelbî´nin ganimetine iştirak edemeyen zarara uğramıştır. (Mehdi, malı taksim eder. Halk arasında peygamberlerinin sünnetini (ihya eder ve onun) ile amel eder. İslam yeryüzünde yerleşir. Yedi yıl hayatta kalır. -Bazı raviler dokuz yıl demiştir.- Sonra ölür ve Müslümanlar cenaze namazını kılarlar.” [Ebu Davud, Melahim 1, (4286, 4288, 4289).][68]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, birkaç meseleye birden temas etmektedir:[69]
1- Mehdi Meselesi:
Medine´den çıkıp kaçarak Mekke´ye giden zatı, bazı alimler Mehdi olarak değerlendirmiştir. Bu kanaatte olan Tîbî, delil olarak bu hadisi Ebu Davud´un Kitabu´lmehdî bölümünde kaydetmiş olmasını gösterir.
Hadisten anlaşıldığına göre, bir halifenin ölümü üzerine, yerine seçilecek kimse meselesinde seçiciler (ehlü´lhal ve´l-akd) arasında ihtilaf çıkar. Zikri geçen zat (Mehdi), emîrlik makamının mes´uliyetinden veya fitne çıkmasından korkarak Mekke´ye kaçar. Ne de olsa orası, kendisine iltica edenlere emniyet sağlayan, içinde yaşayanlara mabet olan mukaddes yerdir.
Mekke halkı onun halini anlayarak yalnız bırakmaz: Onu evinden çıkarıp Ka´be´nin önünde Haceru´l-Esved Rüknü ile Makam-ı İbrahim arasında biat eder. Ancak Şam´dan bir ordu gönderilerek bunlar tenkil edilmek istenir. Fakat ordu Mekke-Medine yolu üzerinde el-Beyda´da yere batırılır. Bu kerametle kıymeti ve makamı ortaya çıkan zatın etrafında, civarın salihleri toplanır; Şam´ın ebdalları, Irak´ın sulehası vs. yanına gelip biat ederler.
Sonra, annesi Kelb kabilesinden olan Kureyşli birisi buna (Mehdi´ye) karşı çıkar ve hatta bir ordu hazırlar. Mehdi ve adamları bu orduyu bertaraf ederler, bol miktarda ganimet elde ederler.
Mehdi yedi veya dokuz yıl hayatta kalır. Sünneti ihya eder ve halk arasında sünnetle amel edilmesini sağlar. İslam böylece sağlam bir şekilde yeryüzüne yerleşir.
Hadis, bu şekilde Mehdi´nin yapacağı icraatı özetler.
Mehdi hakkında yegane hadis bu değildir. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), pek çok hadisiyle, ahirzamanda çıkacak Mehdi´den bahsetmiş, icraatını ve diğer birkısım evsafını bildirmiştir. Mehdi ile ilgili açıklamayı ileride (5004-5008. hadisler) yapacağımız için burada teferruata girmeyeceğiz.[70]
2- Ebdal Meselesi:
Hadiste temas edilen diğer bir husus Şam´ın ebdallarıdır.
Ebdal, “bedel” kelimesinin cem´idir. Dilimizde abdal şeklinde kullanılır. Kelime cemi olmasına rağmen müfred gibi kullanırız. Arapça aslında da müfredi olan bedel pek kullanılmamaktadır. en-Nihaye´de şu açıklama yapılır: “Bunlar evliyalar ve abidlerdir; bedelin cem´idir. Ebdal diye isimlenmişlerdir. Çünkü, her ne vakit bunlardan biri ölecek olsa, bir başkası onun yerini alır.” Suyûtî Mirkatu´s-Suud´da der ki: “Kütüb-i Sitte´de Ebdal´dan bahseden bir başka hadis mevcut değildir. Sadece Ebu Davud´un bu hadisi onların zikrine yer vermektedir. Ancak Hakim bu hadisi el-Müstedrek´te tahric etmiş ve sahih olduğunu belirtmiştir. Kütüb-i Sitte dışında, ebdallar hakkında pek çok hadis gelmiştir. Bunları müstakil bir kitapta topladım.” İbnu´l-Cevzî, Ebdal´la ilgili bütün rivayetlere “mevzu” demiştir. Ancak Suyûtî, ona karşı çıkmıştır. Suyûtîye göre, ebdalle ilgili haber sahihtir. Hatta mütevatir de denilebilir. “Çünkü der, rivayetler manevî mütevatir haddine ulaşmıştır. Öyle ki, ebdalların varlığına kesinlikle hükmetmek zaruret halini almıştır.” İbnu Hacer, Fetava´sında: “Ebdallah hakkında kimisi sahih kimisi gayr-i sahih bir çok hadis gelmiştir. Kutub´un zikri bazı âsarda gelmiştir. Sufiler arasında meşhur olan evsafıyla Gavs hakkında hiçbir rivayet sabit değildir” der.
Ebdallarla ilgili birkaç hadisi mealen kaydediyoruz:
* Ahmet İbnu Hanbel, Ubade İbnu´s-Samit´ten merfu olarak naklediyor: “Bu ümmette ebdallah otuz tanedir. Kalpleri, Halilu´r-Rahman Hz. İbrahim aleyhisselam´ın kalbi üzeredir. Bunlardan biri ölünce Allah onun yerine bir başkasını koyar.”
* Yine Ubâde´nin bir başka rivayeti şöyledir: “Ümmetimde ebdallar otuz tanedir. Arz onlar sebebiyle ayaktadır, onlar sebebiyle yağmura mazharsınız, onlar sebebiyle yardıma mazharsınız.” Bu iki hadisin senedine “sahih” denmiştir.
* Avf İbnu Malik´in Taberani´deki rivayeti şöyle: “Ebdallar Şam ehli arasındadır. Onlar sebebiyle yardım görürler, onlar sebebiyle rızka mazhar olurlar.”
* Hz. Ali´nin rivayeti: “Ebdallar Şam´dadır. Onlar kırk erkektir. Bunlardan biri öldü mü, Allah yerine birini koyar, yağmur onlar sebebiyle sular, düşmanlara karşı onlar sebebiyle yardım edilir, Şam ehlinden azap onlar sebebiyle bertaraf edilir.”
Bu son iki rivayetin hasen olduğu söylenmiştir.
Hilyetü´l-Evliya´da Ebu Nuaym´ın İbnu Ömer´den rivayeti şöyle: “Her nesilde ümmetimin en hayırlıları 500 kişidir. Ebdallar da kırk kişidir. Ne 500´ler için ne de 40´lar için eksilme vardır. Bunlardan bir kimse ölünce Allah yerine 50´den birini alır, kırklara koyar.” Yanındakiler: “Ey Allah´ın Resulü! Bize onların amellerini söyle!” dediler. Buyurdu ki: “Onlar kendilerine zulmedenleri affederler. Kendilerine kötülük yapanlara iyilik yaparlar. Allah´ın kendilerine verdiği şeylerde başkalarına pek cömert davranırlar.”
Yukarıda kaydedilen hadislerde Ebdalların miktarı hakkında bazan otuz bazan kırk sayısı zikredilmiştir. Şarihler arada bir tenakuz belirtirler ve: “Çünkü derler, hadisin birinde “kırk erkek” denirken, diğerinde “Hz. İbrahim´in kalbi üzerine otuz” denmiştir. Şu halde otuzu Hz. İbrahim´in kalbi üzerinedir, on adedi öyle değildir.” Münâvi, arzın ebdallah sayesinde ayakta kalması, yağmur ve nusretin onlar vasıtasıyla gelmesi hususunda şu açıklamayı kaydeder: “Peygamberler arzın direkleri idi. Peygamberlik kesilince, Allah onların yerine bunları koydu. Bunların bir kısmı arz ehline yardım eder, feyzin gelmesini artırır. Bazı âsarda gelmiştir ki: “Arz, peygamberlerin gidişinden Allah´a şikayette bulunur. Allah Teala: “Senin sırtına otuz tane sıddîk koyacağım” cevabını verir. Arz da sükunete erer.” Ubade hadisinde geçen: “..Onlar sebebiyle arz ayaktadır…” ibaresi, yine Hilye´nin bir başka rivayetinde: “Onlar sebebiyle ihya edilir ve öldürülür, yağmur yağar, nebat biter, belalar defedilir.” Ravi der ki: “Haberi rivayet eden İbnu Mes´ud´a denildi ki: “Nasıl, onlar sebebiyle ihya ve öldürme olur, yağmur yağar… ” Şu cevabı verdi: “Çünkü onlar, Allah´tan ümmetlerin çoğalmasını taleb ederler ve çoğalırlar, cebbarlara beddua ederler, onlar azalır. Yağmur talep ederler, yağmur yağar. Onlar dilerler, onlar için arz nebat verir, dua ederler, bu dua sebebiyle nice belalar defolur.” Hakimu´t-Tirmizî, şu rivayeti kaydeder: “Arz Allah´a nübüvvetin kesilmesinden şikayette bulundu. Allah Teala: “Senin sırtına kırk tane sıddîk koyacağım. Onlardan biri ölünce, yerine bir başkasını bedel kılacağım. Bu sebeple onlara bedel dediler. Allah onların ahlaklarını tebdil etti. Onlar arzın direkleridir, onlar sebebiyle arz ayaktadır, onlar sebebiyle yağmur yağar.
“Bu ümmette ebdallar otuz kişidir. Hepsinin kalbi Hz. İbrahim Halilurrahman´ın kalbi üzerinedir. İçlerinden biri ölünce, Allah onun yerine bir başkasını bedel kılar” hadisini açıklayan Münavi şu bilgileri kaydeder: “Bunların kalbine, Allah´a gitmede, Hz. İbrahim aleyhisselam´ın yolu açılır. Bir rivayette: “Kalpleri bir kişinin kalbi üzeredir” ibaresi gelmiştir. el-Hakim (et-Tirmizî) der ki: “Onlar böyle tek bir kalp gibi oldular. Çünkü kalpleri Allah´tan başka herşeyle meşguliyeti terkeder, hepsinin tek meşguliyeti Allah olunca kalplerde tam bir birlik hasıl olur.” Futuhat-ı Mekkiyye´de İbnu Arabî der ki: “Hadisteki “Hz. İbrahim´in kalbi üzeredirler” sözü; bir başka hadiste geçen “Hz. Adem´in kalbi üzeredirler” şeklindeki, beşer büyüklerinden birinin veya bir meleğin kalbine izafe eden ifadelerin mânası şudur: Onlar İlahî marifetleri kazanmada bu şahsın kalbiyle tekallüb eder (haşir neşir olur). Çünkü İlahî ilimlerin varidatı, kalplere varid olur. Her bir ilim, melek ve peygamberden bir büyüğün kalbine varid olur. O da bunu, kalbi kendi kalbi üzere olan bu kalplere ifaza eder. Bu sebeple, bazı büyükler der ki: “Falan kimse falan kimsenin izi üzeredir.” Bunun mânası zikrettiğimiz şekildedir.” el-Kayserî er-Rumî, el-Arif İbnu Arabî´den naklen der ki: “Hadiste: “İbrahim aleyhisselam´ın kalbi üzeredir” denmiştir. Çünkü velayet ikidir: Mutlak velayet, mukayyed velayet. Mutlak olan, küllî olan velayettir, bütün cüz´î velayetler onun fertleridir. Mukayyed olan ise, hadiste geçen (Hz. İbrahim´in yolu, Hz. Adem´in yolu… gibi) münferid velayetlerdir.
Küllî olsun, cüz´î olsun bu velayetlerden her biri marifetin zuhurunu talepeder. Bu ümmet içerisinde, veraset yoluyla bütün peygamberlerin velayetleri zuhur etmiştir. Bu sebeple bu hadiste “İbrahim aleyhisselam´ın kalbi üzere” denmiştir; bir başka hadiste “Musa aleyhisselam´ın kalbi üzere” denmiştir. Değişik hadislerde başka isimler de sayılmıştır. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (aleyhissalâtu vesselâm), velayet-i külliye dairesinin sahibi olması haysiyetiyle velayet-i külliye sahibidir. Çünkü, bu küllî nübüvvetin bâtını küllî velayet-i mutlakadır. Bu ümmet içerisinde, peygamberlerden herbirinin velayetinin bir mazharı olunca, bu ümmette büyük peygamberlerden herbirinin kalbi üzere olan kimseler bulunacaktır.”
Münâvî ebdal diye tesmiye edilişlerine: “Çünkü onlar kötü huylarını tebdil ettiler, nefislerini buna razı ettiler, böylece güzel ahlak amellerinin zineti oldu” şeklinde bir yorum getirir.
Münâvî, otuz rakamıyla ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Ehl-i hakikatın sözlerinin zahirine göre “otuz, onların muhtelif mertebeleridir.” el-Arif el-Mürsî der ki: “Melekût âleminde dolaştım. Ebu Medyen´i, arşın tavanında muallak gördüm. Kızıl tenli, mavi gözlü birisiydi. Kendisine: “İ-limlerin ve makamın nedir ” dedim. “Yetmiş bir ilim biliyorum. Makamım da halifelerin dördüncüsü, yedi ebdalin başıdır” dedi. “Ya Şazelî´nin durumu “dedim. “O bir denizdir, onu ihata etmek mümkün değildir!” dedi.”
el-Arif el-Mürsî der ki: “Üstadım Şazelî´nin önünde oturuyordum. Yanına bir cemaat girdi. Bana: “Bunlar ebdaldır” dedi. Ben de basiretimle baktım. Onları ebdal olarak görmedim ve hayrette kaldım. Şeyhim dedi ki: “Kim günahlarını hasenata tebdil ederse, o kimse bedeldir.”[71] Böylece anladım ki ebdallığın ilk mertebesi günahların sevaba tebdilidir.” İbnu Asakir´in tahricine göre, İbnu´l-Müsennâ, Ahmed İbnu Hanbel´e: Bişru´l-Hafi İbni´l-Haris hakkında sorunca: Ahmed İbnu Hanbel “Yedi Ebdal´in dördüncüsüdür” diye cevap vermiştir.
Münâvî, İbnu Arabî´nin Hilyetu´l-Ebdal kitabından şunu kaydeder: “Bir arkadaşımız anlattı ki; “Bir gece ben o günkü virdimi tamamlamış olarak seccademde oturuyordum. Başım dizlerimin arasında Allah´ı zikrediyordum. Derken bir şahsın altımdaki seccademi çekip, ona bedel bir hasır yaydığını hissettim. “Bunun üzerinde namaz kıl” dedi. Halbuki odamın kapısı üzerime örtülü idi. Bu durum bana bir korku verdi. Ama adam: “Allah´a dost olan korku hissetmez” dedi ve arkadan ilave etti: “Her halinde Allah´tan kork!” Sonra içimden bir ses geldi ve: “Ey Efendim! Ebdallar ne ile ebdal oluyorlar ” diye sordum.
“Dört şeyle, dedi ki, bunları Ebu Talib, el-Kut´da zikretmiştir. Samt (konuşmamak), uzlet, açlık, geceleyin uyumamak.” Adam sonra çekilip gitti. Odama nasıl girdi, nasıl çıktı bilemiyorum. Çünkü kapım kapalıydı.” el-Arif İbnu Arabî der ki: “Bu ebdallardan biridir, ismi, Muaz İbnu Eşres´dir. Mezkur olan dört şey de bu yüce yolun temelleri ve esaslarıdır. Kimin bu yolda ayağı ve sebatı yoksa, o kimse Allah´ın yolundan sapmış demektir.” İbnu Arabî devamla der ki: “Bir ebdal, bir yeri terketti mi, yerine oraya ruhani bir hakikati koyar. Bu velinin göç ettiği bu yer ahalisinin ervahı onun etrafında toplanır. Bu yerdeki insanlardan birinde, bu şahsa karşı şiddetli bir şevk ve arzu zuhur etse, o şahsın yerine, bedel kıldığı bu ruhanî hakikat cesed giyer ve onlarla konuşur. Onlar da kendilerine gaib olduğu halde buna konuşurlar. Bu hal, bazan ebdaldan olmayan kimse hakkında da cereyan eder. Ancak bu ikisi arasında fark vardır: Ebdal olan gitmiştir ve yerine başkasını bıraktığını bilir. Ebdal olmayan ise, onu bıraksa da bunu bilmez. Çünkü bu dört şeye onun hakkında hükmedilemez.”
Bazı rivayetlerde ebdalların evsafıyla muttasıf olmanın yolu çok namaz, çok oruçtan ziyade, ahlâkî kemalden geçtiği belirtilir. Hakimu´t-Tirmizî, Ebu´d-Derda´dan kaydettiği bir rivayette şunu ziyade etmiştir:
“Onlar insanları ne çok namaz kılarak, ne çok oruç tutarak, ne de çok tesbih çekerek geçmiş değillerdir. Fakat onları öne geçiren husus güzel ahlak, vera ve takvada sıdk, halis niyet, iç temizliği gibi ahlakî düsturlardır. (Bunlar(a uyanlar) hizbullahtır. Hizbullah olanlar kurtuluşa erecek olanlardır)” (Mücâdile 22). Bunlara ebdal denmiştir. Çünkü onlar, önceki yerlerinde kendilerine benzeyen bir başkasını bedel bırakarak başka bir yere göçerler. Cinler hakkında muhtelif suretlere bürünmek caiz olunca, melekler ve evliyalar hakkında bu evladır. Sufiyye mesleğine göre, cisimler âlemi ile ruhlar alemi arasında orta bir âlem mevcuttur; buna âlem-i misal derler. Onlara göre bu âlem, cesedler âleminden daha latif, âlem-i ervahtan daha kesiftir. Ruhların cesed giyme ve muhtelif şekillerde zuhur etme hadisesini bu âlem-i misale bina ederler. Bir velinin tavırdan tavıra geçmek (suretiyle terakki etmesi) üç şekilde husul bulur:
1) Cinlerde olduğu gibi, temsil ve teşekkül yoluyla birçok sureti alma hali.
2) Farklı suretlere bürünmeden arzın dürülmesi, mesafenin tayyedilmesi suretiyle farklı yerlerde görünme hali. Bunun sonucu olarak onu iki ayrı şahıs, aynı bünye ve şekil içinde ayrı ayrı yerlerde görebilir. Allah bunu, arzı dürmek ve görmeye mani perdeleri kaldırmak suretiyle gerçekleştirir. Kişi aslında bir yerde olduğu halde iki yerde zannedilir. Bunun en iyi örneği, (Mirac dönüşü Mekkelilerin dileği üzerine) Beytu´l-Makdis´le Resulullah arasındaki perdelerin kalkması ve Aleyhissalâtu vesselâm´ın onu tasvir etmesidir.
3) Velinin cüsse itibariyle kevni dolduracak kadar azamet ve büyüklük kesbetmesi ve bu yolla her tarafta müşahade edilmesidir.
Gazâlî der ki: “Ebdallar insanların ve halkın gözünden saklıdırlar. Çünkü bunlar, devrin alimlerine bakmaya tahammül edemezler. Çünkü bunlar, onlar nazarında Allah´ın cahilidirler. Onlar ise, nefisleri yanında ve cahiller nazarında ulemadırlar.”[72]
Sonuç:
İbnu Arabî der ki: “Allah´ın kendileriyle alemi muhafaza buyurduğu direkler dörttür. Bunlar ebdallardan daha hastırlar. İki imam ise bunlardan daha hastırlar. Kutup ise hepsinden ehastır. Ebdal, kötü vasıfları iyileriyle tebdil eden herkes için kullanılan müşterek bir lafızdır ve bunu muayyen bir miktar hakkında kullanırlar. Bu muayyen miktar kırktır; otuz da denmiştir, yedi de denmiştir. Her birinin, dört direk (veted)den bir direği, Beyt´in rükünlerinden bir rüknü vardır. Hz. İsa´nın kalbi üzere olanlara Rükn-i Yemanî, peygamberlerden bir peygamberin kalbi üzere olanla, Hz. Adem´in kalbi üzere olan kimseye Rükn-i Şamî; Hz. İbrahim´in kalbi üzere olana, Rükn-i Irâkî; Hz. Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´in kalbi üzere olana da Rükn-i Hacer-i Esved vardır. Bu, Allah´a hamdolsun bizimdir.”[73]
3- Asaib Meselesi:
Asaib, en Nihaye´nin açıkladığı üzere “İsabe”nin cem´idir. Miktarı, on´dan kırk´a kadar olan cemaat demektir. Hadiste, hayırlılar cemaati mânasınadır. Hz. Ali´nin bir rivayeti şöyle: “Ebdallar Şam´dadır; Nücebâ Mısır´dadır; Asa-ib de Irak´dadır.” Şu halde, asaib salihler, iyiler mânasına gelir. Hadiste, ıstılah olarak kullanılmış olup Irak´da bulunan salihleri ifade etmektedir.
Anlaşılacağı üzere hadis, ebdal, nüceba, asaib gibi kelimelerle ifade edilen salih, zahid ve veli kulların Mehdi´ye delalet edeceklerini ifade etmektedir.[74]
ـ4771 ـ6ـ وعن ثَوْبَانِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُوشِكُ ا‘ُمَمُ أنْ تَدَاعِى عَلَيْكُمْ كَمَا تَتَدَاعَى ا‘كَلَةُ الى قَصْعِتِهَا. فقَالَ قَائِلٌ: مِنْ قِلَّةٍ نَحْنُ يَوْمَئِذٍ؟ قَالَ: َ. بَلْ أنْتُمْ يَوْمَئِذٍ كَثِيرٌ، وَلكِنَّكُمْ غُثَاءٌ كَغُثَاءِ السَّيْلِ، وَلَيَنْزَعَنَّ اللّهُ مِنْ صُدُورِ عَدُوِّكُمُ الْمَهَابَةَ مِنْكُمْ، وليَقْذِفِنَّ في قُلُوبِكُمُ الْوَهْن. قِيلَ: وَمَا الْوَهْنُ؟ قَالَ: حُبُّ الدُّنْيَا وَكَرَاهَةُ الْمَوْتِ[. أخرجه أبو داود.»التَّدَاعِي« التتابع: أى يدعو بعضها بعضاً فتجيب.و»ا‘كَلةُ« جمع آكل.و»الغُثَاءُ« ما يلقيه السيل .
6. (4771)- Hz. Sevban (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Size çullanmak üzere, yabancı kavimlerin, tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi, birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.
“Orada bulunanlardan biri: “O gün sayıca azlığımızdan mı ” diye sordu:
“Hayır, buyurdular. Bilakis o gün siz çoksunuz. Lakin sizler bir selin getirip yığdığı çerçöpler gibi hiçbir ağırlığı olmayan çerçöpler durumunda olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!”
“Zaaf da nedir ey Allah´ın Resulü ” denildi.
“Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!” buyurdular.” [Ebu Davud, Melahim 5, (4297).][75]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), düşmana karşı gerçek gücün ve gerçek zaafın ne olduğunu iki kelime ile ifade etmektedir:
* Dünya sevgisi
* Ölüm korkusu
Bunların zıddı da gerçek gücü ifade eder.
Sadece ekonomik gücün değil, her çeşit insanî ve medenî kıymetlerin bile rakama dökülüp kemiyetle ifade edildiği günümüz telakkisinden ne kadar farklı İslam´ın bidayetteki kemmî azlık ve ekonomik hiçliğe rağmen şehit olmak hırsı ve Allah yolunda ölmek aşkıyla doluluk sebebiyle elde edilen başarıları ve ulaşılan iktisadî zenginliği delil kılarak, hadisin İslam âleminin günümüzdeki problemlerine de çözüm formülü olabilecek bir hakikatı dile getirdiğini söylemek istiyoruz.[76]
اَلَّلهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقّا وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ
ـ4772 ـ7ـ وعن حذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه أنّهُ قال: ]واللّهِ مَا أدْرِى أنسِيَ أصْحَابِي أمْ تَنَاسَوْا؟ واللّهِ مَا تَرَكَ رَسُولُ اللّهِ # مِنْ قَائِدِ فِتْنَةٍ الى انْقِضَاءِ الدُّنْيَا يَبْلُغُ مَنْ مَعَهُ ثَثَمِائَةٍ فَصَاعِداً إ سَمَّاهُ لَنَا بِاسْمِهِ واسْمِ أبِيهِ وَقَبِيلَتِهِ[. أخرجه أبو داود .
7. (4772)- Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) diyor ki: “Vallahi bilemiyorum! Arkadaşlarım gerçekten unuttular mı yoksa unutmuş mu gözüküyorlar Allah´a kasem olsun, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) kıyamete kadar gelecek fitne başılardan üç yüz ve daha fazla etbaı bulunan herkesi, hiçbirini bırakmadan, bize ismiyle, babasının ismiyle, kabilesiyle söyleyip haber verdi.” [Ebu Davud, Fiten 1, (4243).][77]
* İSMEN ZİKREDİLMEYEN FİTNELER
ـ4773 ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: بَادِرُوا بِا‘عْمَالِ فِتَناً كَقِطَعِ اللَّيْلِ الْمُظْلِمِ يُصْبِحُ الرَّجُلُ مُؤْمِناً، وَيُمْسِي كَافِراً وَيُمْسِي مُؤْمِناً وَيُصْبِحُ كَافِراً يَبِيعُ دِينَهُ بِعَرَضٍ مِنَ الدُّنْيَا[. أخرجه مسلم والترمذي .
1. (4743)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Karanlık gecenin parçaları gibi olan fitnelerden önce, hayırlı ameller işlemede acele edin. O fitne geldi mi kişi mü´min olarak sabaha erer de kâfir olarak akşama girer. Mü´min olarak akşama erer de kafir olarak sabaha ulaşır; dinini basit bir dünya menfaatine satar.” [Müslim, İman 186, (118); Tirmizî, Fiten 30, (2196).][78]
ـ4774 ـ2ـ وعن ابْنِ مَسْعُودٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: تَكُونُ في هذِهِ ا‘ُمَّةِ أرْبَعُ فِتَنٍ، في آخِرِهَا الْفَنَاءُ[. أخرجه أبو داود .
2. (4774)- İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bu ümmette dört (büyük) fitne olacak. Sonuncusunda kıyamet kopacak!” [Ebu Davud, Fiten 1, (4241).][79]
AÇIKLAMA:
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde kıyamete kadar vukua gelecek dört mühim dahilî fitneden bahsetmektedir. Bu fitnelerin umumi vasfı Taberânî´nin İmran İbnu Husayn´dan yaptığı bir rivayette belirtilmiştir:
“Dört (büyük) fitne olacak. Birincide kan helal addedilecek; ikincide hem kan hem de mal helal addedilecek; üçüncüde hem kan, hem mal, hem de fercler helal addedilecek; dördüncü fitne Deccal fitnesidir.”[80]
ـ4775 ـ3ـ وعن عَرْفَجةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: سَتَكُونُ هَنَاتٌ وَهَنَاتٌ، فَمَنْ أرَادَ أنْ يُفَرِّقَ أمْرَ هذِهِ اُمَّةِ وَهِىَ جَمِيعٌ فَاضْرِبُوهُ بِالسَّيْفِ كَائِناً مَنْ كَانَ. وَفي روايةٍ: فَاقْتُلُوهُ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائي.»الهنات« جمع هنة، وهي الخصلة من الشر دون الخير .
3. (4775)- Arfece (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Şerler ve fesadlar olacak. Kim, birlik içinde olan bu ümmetin işinde tefrika çıkarmak isterse, kim olursa olsun kılıçla boynunu uçurun.” -Bir rivayette: “…onu öldürün!” denmiştir-” [Müslim, İmaret 59, (1852); Ebu Davud, Sünnet 30, (4762); Nesâî, Tahrim 6, (7, 93).[81]
ـ4776 ـ4ـ وعن معاوية رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَامَ فِينَا رَسُولُ اللّهِ # فقَالَ: أَ إنَّ مَنْ كَانَ قَبْلَكُمْ مِنْ أهْلِ الْكِتَابِ افْتَرقُوا عَلى اثْنَيْنِ وَسَبْعِينَ مِلَّةً، وَإنَّ هذِهِ اُمَّةِ سَتَفْتَرِقُ عَلى ثََثٍ وَسَبْعِينَ فِرْقَةَ: ثِنْتَانِ وَسَبْعُونَ في النَّارِ، وَوَاحِدَةٌ في الْجَنَّةِ، وَهِىَ الْجَمَاعَةُ[. أخرجه أبو داود.وزاد في رواية: »سَيَخْرُجُ مِنْ أُمَّتِى أقْوَامٌ تَتَجَارَى بِهِمُ ا‘هْوَاءُ كَمَا يَتَجَارَى الْكَلَبُ بِصَاحِبهِ َ يَبْقى مِنْهُ عِرْقٌ وََ مَفْصِلٌ إَّ دَخَلَهُ«.و»التَّجَارِى« تَفَاعَل من الجرى وهو الوقوع في ا‘هواء الفاسدة.و»التَّدَاعِى« فيها، تشبيها بجرى الفرس.»الكَلَبُ« بتحريك الم: داء معروف يعرض للكلب، إذا عض إنساناً عرضت له أعراض رديئة فاسدة قاتلة، فإذا تجارى با“نسان وتمادى به هلك .
4. (4776)- Hz. Muâviye (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) aramızda doğrulup buyurdular ki:
“Haberiniz olsun! Sizden önce Ehl-i Kitap, yetmiş iki millete (dine) bölündüler. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya bölünecek. Bunlardan yetmiş ikisi ateşte, sadece biri cennettedir. Bu da (Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaattir.” [Ebu Davud, Sünnet 1, (4597).]
Bir rivayette şu ziyade var: “Ümmetimden bir kısım gruplar çıkacak, bunları bid´alar istila edecek, tıpkı kuduzun, buna yakalanan kimsede hiç bir damar, hiçbir mafsal bırakmayıp her tarafını sardığı gibi, bu bid´a da onların her hallerine sirayet edecek.” [82]
AÇIKLAMA:
Bid´a, daha önce[83] açıkladığımız üzere sünnette olmayan, sonradan çıkan her şey mânasına gelir. Bunlardan bir kısmı hayatın gelişmesi sebebiyle ortaya çıktığı için, İslam alimleri normal karşılamış hatta مَنْ سَن َّسُنَّةً حَسَنَةً hadisi açısından, bu çeşit bid´ aya teşvik bile etmiştir. Bunlara bid´ayı hasene demişlerdir. Burada mevzubahis edilen, kötülenen bid´a bu değildir. Reddedilen bid´a, sünnete aykırı olan, alındığı takdirde bir sünnetin terkini gerektiren bid´attir. Bu bid´ate bid´at-i seyyie denmiştir.
Şunu da belirtmede fayda var: Halkımızın bid´at deyince anladığı şey, davranışlarla ilgili olan, maddî olan bid´attir. Halbuki hadiste bid´at deyince sadece maddî şeyler kastedilmez. İnançlar, telakkiler ve anlayışlarda da bid´at olabilir. Hatta bu çeşit bid´at önce gelir. Zîra kişinin inançlar telakkiler dünyasında, yani ruh âleminde bid´at yer etmeden, fiillerine, eşyalarına yani yaşayışına bid´at girmez. Nitekim ulemâ nezdinde ehl-i bid´at tabiri öncelikle Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat dışında kalan sapık mezhepleri ifade eder. Bu mezhep mensupları, Ehl-i Sünnetten kılık kıyafetle, kullandığı eşyalarla ayrılmazlar; sadece bazı temel meselelerdeki nokta-i nazarlardan ayrılırlar. Yani belirtmek istediğimiz husus, bid´at deyince itikada, inanca, telakkiye müteallik farklılıkların, sünnete aykırılıkların kastedildiğini tebarüz ettirmektir. Bilhassa geçmiş dönemlerde, kılıkkıyafet, kullanılan eşya ve hatta hayat tarzları ve davranışlarıyla birbirinin aynısı olan insanlardan bir kısmı Ehl-i Sünnet, bir kısmı ehl-i bid´at idiyse, aradaki fark sadece inanç cihetinden gelmekte idi. Ehl-i Sünnet, Kur´an-ı Kerim´in açıklamasında sünneti esas alanlardır. Ehl-i bid´a veya ehl-i heva denenler de sünneti reddedip, onun yerine beşerî hevayı koyanlardır. Beşerî hevâ fertten ferde değişebileceği için, onlar sayıca çoktur. Hadiste ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağı belirtildikten sonra bunlardan sadece birinin yani sünnete uyanlar fırkasının kurtuluşa ereceği, geri kalanların ateşte olacağı belirtilmiştir. Aslında heva fırkalarının sayısı yetmiş ikiden pek çok kereler fazladır. Alimler hadisteki “yetmiş iki”den muradın, çokluk ifade ettiğini belirtirler. Ehl-i Sünnet, sünnete dayandığı için onun fırkaları yoktur. Bazı meselelerde ihtilaf ve farklılıklar olsa da bu yine bir sayılır. Çünkü, bu ihtilaflar da sünnete dayanır. Aynı meselede iki veya üç farklı sünnet, iki veya üç ayrı görüşe sebep olmuştur. Ancak bunlardan hiçbirine “sünnet dışı” denemez.
2- Hadiste, tıpkı vücudun her bir organına sirayet edip tesirini gösteren kuduz gibi, bid´anın da buna giren kimsenin hayatının her veçhesine, her safhasına gireceği beyan edilmektedir. Bu, “sünneti terk” prensibinin getireceği tabii neticeyi nazara vermektir. Sünneti terketme, kişinin ruh dünyasına bir mikrop gibi girdi mi, sünnetin taalluk ettiği her hususta neticesi hasıl olacak demektir.
Hayatımızda sünnetin müdahale etmediği, yönlendirmediği hangi husus var Kılık kıyafetten yeme-içme, oturmakalkma, uyuma, konuşma… âdabına, dost veya düşmanla, komşuyla münasebetlerimize, canlı ve cansız tabiatta tasarrufa, Kur´an ayetlerinin tefsirine varıncaya kadar sayılamayacak kadar çok hususlarda sünetin yeri var, nuru var. Öyleyse “süneti terk” prensibi benimsenince, tıpkı kuduz hastalığının vücudun her tarafına sirayet etmesi gibi bid´a da mü´min kişinin hayatını her meselede sararak, belli bir duruş noktası, hudud tanımayacaktır.[84]
ـ4777 ـ5ـ وعن ابْنِ عَمْرِو العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَيَأتِيَنَّ عَلى أُمَّتِى مَا أتَى عَلى بَنِي إسْرَائِيلَ حَذْوَ النَّعْلِ بِالنَّعْلِ، حَتّى إنْ كَانَ مِنْهُمْ مَنْ أتَى أُمَّهُ عََنِيَةً لَيَكُونَنَّ في أُمَّتِى مَنْ يَصْنَعُ ذلِكَ، وَإنَّ بَنِي إسْرَائِيلَ تَفَرَّقَتْ عَلى اثْنَيْنِ وَسَبْعِينَ مِلَّةً، وَسَتَفْتَرِقُ أُمَّتِى عَلى ثََثٍ وَسَبْعِينَ مِلَّةً؛ كُلُّهَا في النَّارِ إَّ مِلَّةً وَاحِدَةً. قَالُوا مَنْ هِىَ؟ قَالَ: مَنْ كَانَ عَلى مَا أنَا عَلَيْهِ وَأصْحَابِى[. أخرجه الترمذي.»حَذوَ النَّعْلِ بِالنَّعْلِ« أى مثل النعل ‘ن إحدى النعلين تقطع وتقدّ على حذو النعل ا‘خرى، والحذو: التقدير. قال الخطابى: في قوله #: ستفترق أمتى، دلة على أن هذه الفرق غير خارجة عن الملة والدين إذ جعلهم من أمته .
5. (4777)- İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Benî İsrail üzerine gelen şeyler, aynıyla ümmetimin üzerine de gelecektir. Öyle ki onlardan alenî olarak annesine gelen olmuşsa, ümmetimden de bu çirkin işi mutlaka yapan olacaktır. Nitekim, Benî İsrail yetmiş iki millete (dine, fırkaya) bölünmüştü. Benim ümmetim de yetmiş üç millete bölünecektir. Bunlardan bir tanesi hariç hepsi ateştedir.”
“Bu fırka hangisidir ” diye soruldu.
“Benim ve ashabımın üzerinde olduğu şeyden ayrılmayanlardır!” buyurdular.” [Tirmizî, İman 18, (2643).][85]
AÇIKLAMA:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), her fırkayı burada millet olarak isimlendirmektedir. Millet, aslında insanların Allah´a yakınlık sağlayabilmeleri için Allah tarafından peygamberleri diliyle teşri edilen şey, yani din mânasına gelir. Bütün şeriatler için kullanılır. Herhangi bir şeriati ifade etmek için izafet yapılır; millet-i İbrahim, millet-i Muhammed gibi. Ulema kelimeyi daha sonra öncelikle batıl fırkaları ifade etmede kullanmıştır. Çünkü bunlar, aradaki farklılıkları büyüterek, herbiri diğerinden ayrı bir dinmiş gibi ortaya çıkmış ve mecazî olarak da millet diye isimlendirilmiştir. Bazı alimler, hak da olsa batıl da olsa bir cemaatin müştereken benimsediği her bir fiil ve kavle millet demiştir.
Öyleyse hadis, ümmet efradının, biri diğerinden farklı düşünce ve davranışları benimseyen birkısım fırkalara ayrılacağını ifade etmiş olmaktadır. Bu farklılıklar hevadan geleceği için hepsi batıl olup , sadece bir fırka sünnetten ayrılmayacağı için haktır.
Mirkat´ta Aliyyu´l-Kârî Mevakıf´tan naklen belli başlı İslamî fırkaları sekiz kısma ayırır:
1) Mu´tezile: Bunlar “Kul, fiilinin halıkıdır” derler, rü´yeti reddederler, sevap ve ikabın vacip olduğunu söylerler. Başlıca 20 fırkaya ayrılmışlardır.
2) Hz. Ali muhabbetinde ifrata kaçan Şia. Bunlar 22 fırkaya ayrılmıştır.
3) Hz. Ali´yi ve büyük günah işleyenleri tekfirde ifrata kaçan Haricîler. Bunlar 20 fırkaya ayrılmıştır.
4) İman olunca günah zarar vermez, tıpkı küfür varsa amelin fayda vermediği gibi diyen Mürcie. Bunlar 5 fırkadır.
5) Fiillerin yaratılması meselesinde Ehl-i Sünnet gibi düşünmekle birlikte, Allah´tan sıfatları nefyetmede ve kelamın hadis olduğunu iddiada Mu´tezile gibi düşünen Neccâriye. Bunlar 3 fırkadır.
6) İnsanda ihtiyar yoktur, fiilinde mecburdur diyen Cebriyye. Bunlar tek fırkadır.
7) Allah´ı cisim yönüyle insana benzeten ve hulul iddia eden Müşebbihe. Bir fırkadır.
8) Ehl-i Sünnet. Bu da tek fırkadır. Hepsinin toplamı 73 yapar.
Bunların tali fırkaları mevzubahis edilmemiştir.
2- Burada şu hususu da belirtmemiz gerekir: Bu hadisi açıklayan alimlerimiz Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın burada, fıkhî meselelerdeki haram helal şeklindeki ihtilafları kastetmediğini belirtirler. Öyleyse hadiste zemmedilen fırkalar tevhid esaslarında hayır ve şerrin takdirinde, risalet ve peygamberliğin şartları, sahabenin müvalatı gibi, daha çok itikada giren meselelerde haktan ayrılıp hevaya sapan fırkalardır. Çünkü bu meselelerde ihtilaf edenler birbirlerini tekfir etmişlerdir. Halbuki ahkâm-ı fer´iyye ve fıkhiyyede ihtilafa düşenler arasında birbirlerini tekfir ve tefsik yoktur. Bu sebeple sadedinde olduğumuz hadiste temas edilen ümmetin fırkalara ayrılma işinden muradın, bu itikadi meselelerdeki ayrılıklar olduğu kabul edilmiştir.
Bu tefrikalar, daha Sahabe hayatta iken, Sahabe devrinin sonlarına doğru, Ma´bedu´l-Cühenî ve ona tabi olanlar tarafından çıkarılmaya başlanmış, zaman içinde inkişaf kaydetmiş, belli başlı yetmiş üç fırkayı bulmuştur.[86]
ـ4778 ـ6ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يَذْهَبُ اللَّيْلُ وَالنَّهَارُ حَتّى تُعْبَدَ الَّتُ وَالْعُزَّى. فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّهِ؟ إنْ كُنْتُ ‘ظُنُّ حِينَ أنْزَلَ اللّهُ تَعالى: هُوَ الَّذِى أرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلى الدِّينِ كُلِّهِ. أنَّ ذَلِكَ تَامٌّ. قَالَ: إنَّهُ سَيَكُونُ مِنْ ذلِكَ مَا شَاءَ اللّهُ تَعالى ثُمَّ يَبْعَثُ اللّهُ رِيحاً طَيِّبَةً فَيُتَوَفّى كُلُّ مَنْ كَانَ في قَلْبِهِ مِثْقَالُ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ مِنْ إيمَانٍ، فَيَبْقى مَنْ َ خَيْرَ فيهِ فَيَرْجِعُونَ الى دِينِ آبَائِهِمْ[. أخرجه مسلم .
6. (4778)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):
“Lât ve Uzza´ya (tekrar) tapılmadıkça gece ile gündüz gitmeyecektir!” buyurdular. Ben atılıp: “Ey Allah´ın Resulü! Allah Teala Hazretleri “O Allah ki Resulünü hidayet ve hak dinle göndermiştir, ta ki onu bütün dinlere galebe kılsın” (Saff 9) ayetini indirdiği zaman ben bunun tam olduğunu zannetmiştim!” dedim. Aleyhissalâtu vesselâm cevaben:
“Bu hususta Allah´ın dediği olacak. Sonra Allah hoş bir rüzgar gönderecek. Bunun tesiriyle kalbinde zerre miktar imanı olanın ruhu kabzedilecek. Kendisinde hiçbir hayır olmayan kimseler dünyada baki kalacaklar ve bunlar atalarının dinlerine dönecekler!” buyurdular.” [Müslim Fiten 52, (2907).][87]
ـ4779 ـ7ـ وعن ثَوْبَان رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّمَا أخَافُ عَلى أُمَّتِى ا‘ئِمَّةَ الْمُضِلِّينَ، وَإذَا وُضِعَ السَّيْفُ في أُمَّتِى لَمْ يُرْفَعْ عَنْهَا الى يَوْمِ الْقِيَامَةِ، وََ تَقُومُ السَّاعَةُ حَتّى تَلْتَحِقَ قَبَائِلُ مِنْ أُمَّتِى بِالْمُشْرِكِينَ، وَحَتّى تَعْبُدَ قَبَائِلُ مِنْ أُمَّتِى ا‘وْثَانَ، وَإنَّهُ سَيَكُونُ في أُمَّتِى ثََثُونَ كَذّاباً كُلُّهُمْ يَدَّعِى أنَّهُ نَبِىٌّ، وَأنَا خَاتَمُ النَّبِيِّينَ َ نَبِيَّ بَعْدِي، وََ تَزَالُ الطَّائِفَةُ مِنْ أُمَّتِى عَلى الْحَقِّ َ يَضُرُّهُمْ مَنْ خَالَفَهُمْ حَتّى يَأتِىَ أمْرُ اللّهِ وَهُمْ عَلى ذلِكَ[.قَالَ علي بن المدينى رحمه اللّه تعالى: هم أصحاب الحديث. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذي مفرقا، وأخرجه رزين بهذا اللفظ .
7. (4779)- Sevban (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ümmetim için saptırıcı imamlardan korkarım. Ümmetimin arasına kılıç bir kere girdi mi, artık kıyamet gününe kadar kaldırılmaz. Ümmetimden bir kısım kabileler müşriklere iltihak etmedikçe, ümmetimden bir kısım kabileler putlara tapmadıkça kıyamet kopmaz. Ümmetimde otuz tane yalancı çıkacak hepsi de kendisinin peygamber olduğunu iddia edecek. Halbuki ben peygamberlerin mührüyüm (sonuncusuyum) ve benden sonra peygamber de yoktur. Ümmetimden bir grup hak üzerinde olmaktan geri durmaz. Onlara muhalefet edenler onlara zarar veremezler. Allah´ın (Kıyamet) emri, onlar bu halde iken gelir.”
Ali İbnu´l-Medînî: “Bunlar ashabu´lhadistir” demiştir.” [Müslim, İmaret 170, (1920); Ebu Davud, Fiten 1, (4252); Tirmizî, Fiten 32, (2203, 2220, 2230). Hadisi, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizî parça parça rivayet etmişlerdir. Rezin ise bu lafızla (kaydettiğimiz şekilde tek bir rivayet halinde) tahriç etmiştir.][88]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, kıyamete yakın hakim olacak fitne ahvaliyle ilgili olarak muhtelif durumları zikretmektedir. Teysir müellifinin de belirttiği üzere, kaynaklarda farklı rivayetler halinde parça parça rivayet edilmiş olduğu halde, Rezîn bunları tek bir rivayet olarak kaydetmiştir. Ulema sıhhat yönünden eşit olan hadislerin bu suretle rivayetinde beis görmez. Ancak aralarında sıhhat açısından farklılıklar bulunan rivayetlerin birleştirilmesi kesinlikle caiz olmaz.
2- Saptırıcı imam, ümmetin haktan ayrılarak batıla, sapıklığa, fıskafücura gitmesine sebep olandır. Saptırma inanç ve fikirlerde olduğu gibi, yaşayışta da olabilir. Hadiste “İnsanlar önderlerinin dini üzeredir” denmiştir. Bazı hadislerde bu saptırıcıların cahil olacakları, Allah´tan korkmayacakları da belirtilir. Bir Müslim hadisi şöyle “Allah… insanlara cahil başlar bırakır. Bunlar ilme dayanmayan fetvalar vererek dalalete düşerler. Halkı da dalalete atarlar.” Bu rivayet Buharî´de gelmiştir.
3- Ümmet arasına kılıç girmekten maksad, fitnedir. Yani Müslümanların, kendi aralarında ihtilaf ederek birbirlerini öldürmeleri, Hz. Osman (radıyallahu anh)´ın şehit edilmesiyle başlayan bu hal günümüze kadar ortadan kalkmış değildir. Böylece, bu hadisi de Resulullah´ın mucizelerinden biri olarak değerlendirebiliriz.
4- Ümmetten bir kısmının puta tapması, müşriklere iltihak etmesi de açık bir durumdur. Bazı şarihler burada işaret edilen putun manevi olabileceğini söylemiştir. Nitekim bir başka hadiste “Dinar ve dirheme (paraya) kul olanlar helak olmuştur” buyrularak sadece puta değil, parayapula da kul olunabileceğine dikkat çekilmiştir. Günümüzde, İslam beldelerinde her iki çeşit putçuluktan bahsedilebilir.
5- Resulullah, bu hadislerinde kıyamete kadar çok sayıda yalancı peygamberlerin çıkacağını haber vermektedir. Bunlar sayıca otuzu bulacaktır.
6- Hadis, kıyamete kadar İslam´ı yaşayan, İslam için açıktan açığa mücadele eden bir grubun varlığını devam ettireceğini ifade eder. Ahmed İbnu Hanbel´e göre bunlar ehl-i hadistir. Buhari´ye göre ehl-i ilimdir. Nevevî daha geçerli bir yorumla bunların ümmetin her taifesinde olabileceğine dikkat çeker: “Askerler arasında cengâver yiğitlerdir, ulema arasında haktan taviz vermeyen , gerçeği canı pahasına söyleyen kimselerdir. Halk arasında her çeşit levme, ta´yibe rağmen zühd ve takvayı elden bırakmayan, emr-i bi´lmaruf ve nehy-i ani´lmünkeri şiar edinen kimselerdir.” Dindarlığın pek çok sıkıntı ve meşakkati peşinden getirdiği günümüz şartlarında, İslam´a hasbî ve samimi bir surette her memlekette gönül verip çilesini çeken, işten atılan, hapse tıkılan, terfi ve makamından olan, karakollarda dayak yiyen, işkence çeken, hayatını kaybeden her zümreden insan bu gruptan sayılmalıdır. Hiçbir zümre bunu kendine mal edemez.
7- “Allah´ın emri, onlar bu halde iken gelir” ifadesi, kıyamet onların başına kopar demek değildir. Çünkü, başka hadisler, kıyametin mü´minlerin değil, kafirlerin başına kopacağını haber vermektedir. Öyle ise ibare, kıyametin kopacağı en son vakte kadar yeryüzünden dindarların, Rabb Teala´ya ihlasla kulluk yapanların eksik olmayacağını ifade etmektedir. Kıyametin kopmasına az kala Yemen cihetinden esecek hoş kokulu bir rüzgar bunların ruhunu kabzedecek, kıyamet kafirlerin, facirlerin başına kopacaktır.[89]
ـ4780 ـ8ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَيَأتِيَنَّ عَلى النَّاسِ زَمَانٌ َ يَدْرى الْقَاتِلُ في أيِّ شَىْءٍ قَتَلَ، وََ الْمَقْتُولُ في أى شَىْءٍ قُتِلَ. قِيلَ: وَكَيْفَ ذلِكَ؟ قَالَ: الْهَرْجُ الْقَاتِلُ وَالْمَقْتُولُ في النَّارِ[. أخرجه مسلم .
8. (4780)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“İnsanlar öyle günler görecek ki, katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilemeyecek.”
“Bu nasıl olur ” diye soruldu. Şu cevabı verdi:
“Herçtir! Öldüren de ölen de ateştedir.” [Müslim, Fiten 56, (2908).] [90]
ـ4781 ـ9ـ وعن أُسَامَة بن زَيدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]أشْرَفَ النَّبِىُّ # عَلى أُطُمٍ مِنْ آطَامِ الْمَدِينَةِ. فقَالَ: هَلْ تَرَوْنَ مَا أرَى؟ قَالُوا: ، قال: فإنِّى ‘رَى مَوَاقِعَ الْفِتَنِ خَِلَ بُيُوتِكُمْ كَمَواقِع الْقَطْرِ[. أخرجه الشيخان.»ا‘طمُ« بناء مرتفع، وجمعه آطام .
9. (4781)- Üsame İbnu Zeyd (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Medine´nin Ütüm denen (eski ve yüksek) binalarından birine yaklaşmıştı:
“Benim gördüklerimi siz de görüyor musunuz ” buyurdular. Yanındakiler: “Hayır” deyince, açıkladı:
“Ben, şu evlerinizin arasında bir kısım fitnelerin yerlerini görüyorum, tıpkı yağmur yerleri gibi.” [Buhârî, Fezailu´l-Medine 8, Mezalim 25, Menakıb 25, Fiten 4; Müslim, Fiten 9, (2885).][91]
AÇIKLAMA:
1- Ütüm, Medine´de taştan yapılmış müstahkem binalara denir; bir nevi kaledir. Bazı tariflere göre Batı´daki şatoyu andırırlar.
2- Medine´ye fitnelerin çokça gelmesini yağmura teşbih buyurmuştur. Şarihler, Hz. Osman´ın şehid edilmesiyle başlayıp arkası kesilmeden devam eden fitne hareketlerini hatırlatarak, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu ihbarını onun mucizelerinden biri olarak zikrederler.
Hadiste geçen rü´yet (görme) hadisesi için de: “Ya ilmî bir rü´yettir, yahut da aynî (gözle olan) bir rü´yettir. Bu da fitnelerin, onun göreceği şekilde temessül ettirilmiş olmasıyla mümkün olur. Nitekim kıble cihetinde cennet ve cehennem de ona temessül ettirilmiş, namaz kılarken görmüştür” denilmiştir.
Resulullah´ın bunu ihbarı, ashabını fitneyi sabırla karşılamaya hazırlamak içindir. Fitneyi haber verdiği hadislerde, soru üzerine, o esnada nasıl davranmaları gerektiği hususunda açıklamalar yapmıştır: Konuşmamak, bulaşmamak, sıkıntılara katlanmak, fitne çıkan yerden uzaklaşmak vs. [92]
ـ4782 ـ10ـ وعن أبى سعيدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: تَمْرُقُ مَارَقَةٌ عِنْدَ فِرْقَةٍ مِنَ الْمُسْلِمِينَ يَقْتُلُهَا أوْلى الطَّائِفَتَيْنِ بِالْحَقِّ[. أخرجه أبو داود.»تمرقُ« أى تخرج طائفة من الناس على المسلمين فتحاربهم.و»وَالْمارقُ« الخارج عن الطاعة المفارق للجماعة .
10. (4782)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Müslümanlar arasına tefrika girip (iki fırkaya ayrıldıkları) zaman dinden çıkan bir taife zuhur edecek. Onları, iki taifeden hakka en yakın olanı öldürecektir.” [Müslim, Zekat 150, (1065); Ebu Davud, Sünnet 13, (4467).][93]
AÇIKLAMA:
Hadis, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın mucizelerinden biridir. Zîra, haber verdiği gibi çıkmıştır. İhtilaflar çıktığı zaman, kendini gösteren iki fırkadan biri Hz. Ali ve taraftarları, diğeri de Hz. Ali (radıyallahu anh) ile savaşan muhalifleridir. Bu sırada zuhur eden sapık zümre ise Haricîlerdir. Haricîleri, Hz. Ali fırkası öldürmüştür.
Nevevî der ki: “Bu (meseleye temas eden) rivayetler, ilk ihtilaflarda Hz. Ali ve taraftarlarının haklı, muhaliflerinin yani Hz. Muaviye ve taraftarlarının haksız ve müteevvil olduklarını gösterir. Yine bu rivayetlerden her iki tarafın da mü´min olduklarını anlamaktayız. Bunlar, aralarında savaş yapmakla dinden çıkmış değillerdir, fâsık da olmuş değillerdir.”
Ehl-i Sünnet ve´l-Cemaat, Ashab-ı Güzîn arasında cereyan eden bu savaşlarda iyi niyetle, rıza-ı Bari için hareket edildiğni, her iki taraf da içtihad etmiş olmakla birlikte Hz. Ali´nin içtihadında musib olduğunu, öbür tarafın isabet edemediğini; ancak, “müçtehid müçtehidi nakzedemez”, “müçtehid hata ederse günahkâr olmaz, sadece içtihad sevabı alır” gibi temel prensipler icabı, her iki tarafın da Allah indinde mükafaat göreceği neticesini çıkarmıştır.
Hadiste de görüldüğü üzere sapık oldukları tebeyyün eden Haricîlerin Hz. Ali´yi tekfir etmeleri, onların sapıklığına delil olmaktadır. [94]
ـ4783 ـ11ـ وعن ابن عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا مَشَتْ أُمَّتِى الْمُطَيطَاءَ وَخَدَمَتْهَا أبْنَاءُ الْمُلُوكِ: فَارِس وَالرُّومُ، سُلِّطَ شِرَارُهَا عَلى خِيَارِهَا[. أخرجه الترمذي.»المُطَيطَاءُ« بضم الميم والمد: المشى بتبختُر، وهى مِشْيَةُ المتكبرين المتجبرين .
11. (4783)- İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ümmetim çalımlı çalımlı yürüdü ve meliklerin evladları, Rumlar ve İranlılar hizmetini yaptı mı, şerirleri hayırlılarına musallat edilecektir.” [Tirmizî, Fiten 64, (2262).][95]
AÇIKLAMA:
1- Şarihler bu hadisi de Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın mucizelerinden sayarlar. Zîra, Bizans ve İran toprakları fethedilip onların hazine ve malları ganimet kılınıp, insanları esir edilince iç fitneler başlamış, ilk defa Hz. Osman´a saldırılmış, daha sonra Emevîler Haşimîlere saldırmış ve böylece başlayan fitneler günümüze kadar aralıksız devam edip gelmiştir.
2- Çalımlı çalımlı yürümek, kibir ve gurura düşmek, kulluk haddinin dışına çıkmaktır. Kibir, bir nevi şirk ve inkârdır.[96]
ـ4784 ـ12ـ وعن ابن عَمْرِو بن العاص رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا فُتِحَتْ عَلَيْكُمْ خَزَائِنُ فَارِسَ وَالرُّومِ، أىُّ قَوْمٍ أنْتُمْ؟ قَالَ عَبْدُ الرَّحْمنِ ابْنُ عَوْفِ: نَكُونُ كَمَا أمَرَنَا اللّهُ تَعَالَى. فَقَالَ #: بَلْ تَتَنَافَسُونَ وَتَتَحَاسَدُونَ ثُمَّ تَتَدَابَرُونَ وَتَتَبَاغَضُونَ، ثُمَّ تَنْطَلِقُونَ الى مَسَاكِينَ الْمُهَاجِرِينَ فَتَحْمِلُونَ بَعْضَهُمْ عَلى رِقَابِ بَعْضٍ[. أخرجه مسلم.»المُنَافَسَةُ« على الشئ: المغالبة عليه وانفراد به.و»التَّدَابُر« كناية عن اختف وافتراق.
12. (4784)- İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün:
“Size İran ve Bizans´ın hazineleri açılınca, nasıl bir kavim olacaksınız ” diye sormuştu. Abdurrahman İbnu Avf: “Allah´ın emrettiği şekilde oluruz!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Bilakis, sizler birbirinizle münafese (menfaat yarışı) edecek, hasedleşecek sonra da birbirinizden yüz çevirecek ve kinleşeceksiniz. Daha sonra da muhacirlerin miskin (ve zayıf olan)larına gidip bir kısmını diğeri üzerine valiler yapacaksınız.” [Müslim, Zühd 7, (2962).][97]
ـ4785 ـ13ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا كَانَتْ أُمَرَاؤُكُمْ خِيَارَكُمْ، وَأغْنِيَاؤُكُمْ سُمَحَاءَكُمْ، وَأُمُورُكُمْ شُورَى بَيْنَكُمْ فَظَهْرُ ا‘رْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ بَطْنِهَا؛ وَإذَا كَانَتْ أُمَرَاؤُكُمْ شَرَارَكُمْ، وَأغْنِيَاؤُكُمْ بُخََءَكُمْ وَأُمُورُكُمْ الى نِسَائِكُمْ فَبَطْنُ ا‘رْضِ خَيْرٌ لَكُمْ مِنْ ظَهْرِهَا[. أخرجه الترمذي .
13. (4785)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Umerânız hayırlı olanlarınızdan iseler, zenginleriniz sehâvetkâr kimselerse, işlerinizi aranızda müşavere ile hallediyorsanız, bu durumda yerin üstü (hayat), altından (ölümden) hayırlıdır. Eğer umeranız şerirlerinizden, zenginleriniz cimri ve işleriniz kadınların elinde ise, yerin altı üstünden, (ölmek yaşamaktan) daha hayırlıdır. (Çünkü artık dini ikame imkanı kalmaz.)” [Tirmizî, Fiten 78, (2267).][98]
ـ4786 ـ14ـ وعن علي رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # كَيْفَ بِكُمْ إذَا فَسَقَ فِتْيَانُكُمْ، وَطَغَى نِسَاؤُكُمْ. قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّهِ؛ وَإنَّ ذلِكَ لَكَائِنٌ. قَالَ: نَعَمْ وَأشَدُّ. كَيْفَ إذَا لَمْ تَأمُرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَلَمْ تَنْهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِ؟ قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّهِ، وَإنَّ ذلِكَ لَكَائِنٌ؟ قَالَ: نَعَمْ وَأشَدُّ. كَيْفَ بِكُمْ إذَا أمَرْتُمْ بِالْمُنْكَرِ وَنَهَيْتُمْ عَنِ الْمُعْرُوفِ؟ قَالُوا:
يَا رَسُولَ اللّهِ، وإنَّ ذلِكَ لَكَائِنٌ؟ قَالَ: نَعَمْ وَأشَدُّ. كَيْفَ بِكُمْ إذَا رَأيْتُمْ الْمَعْرُوفَ مُنْكَراً وَالْمُنْكَرَ مَعْرُوفاً، قَالُوا يَا رَسُولَ اللّهِ، وَإنَّ ذلِكَ لَكَائِنٌ؟ قَالَ: نَعَمْ[. أخرجه رزين .
14. (4786)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):
“Gençlerinizin fıska düştüğü, kadınlarınızın azdığı zaman haliniz ne olur ” diye sormuştu. (Yanındakiler hayretle):
“Ey Allah´ın Resulü, yani böyle bir hal mi gelecek ” dediler.
“Evet, hatta daha beteri!” buyurdu ve devam etti:
“Emr-i bi´lma´rufta bulunmadığınız, nehy-i ani´lmünker yapmadığınız vakit haliniz ne olur ” diye sordu. (Yanındakiler hayretle):
“Yani bu olacak mı ” dediler.
“Evet, hatta daha beteri!” buyurdular ve sormaya devam ettiler:
“Münkeri emredip, ma´rufu yasakladığınız zaman haliniz ne olur ” (Yanında bulunanlar iyice hayrete düşerek):
“Ey Allah´ın Resulü! Bu mutlaka olacak mı ” dediler.
“Evet, hatta daha beteri!” buyurdular ve devam ettiler:
“Ma´rufu münker, münkeri de ma´ruf addettiğiniz zaman haliniz ne olur ” (Yanındaki Ashab): “Ey Allah´ın Resûlü! Bu mutlaka olacak mı ” diye sordular.
“Evet, olacak!” buyurdular.” [Rezin tahric etmiştir. Bu rivayet daha muhtasar olarak Ebu Ya´lâ´nın Müsned´inde ve Taberanî´nin el-Mucemu´l-Evsat´ında tahric edilmişir. Heysemî, Mecmau´z-Zevaid´de kaydetmiştir (7, 281).][99]
AÇIKLAMA:
İslam´ın en şa´şaalı şekilde yaşandığı bir anda, zamanımızdaki içtimâî bozukluğu olduğu gibi görüp tasvir etmek, gerçekten lisan-ı nübüvvete has bir hadisedir, tam bir mucizedir.
Resulullah tedricen şu hallerin vukua geleceğini haber vermektedir:
1) Gençlerin taşkınlığı, kadınların azması.
2) Emr-i bi´lma´ruf ve nehy-i ani´lmünkerin terki.
3) Münkerin emredilmesi, ma´rufun yasaklanması.
4) Ma´rufun münker münkerin ma´ruf addedilmesi.
Hadisin siyakından şu husus anlaşılmaktadır: Bu içtimâî ve dinî bozuklukların ilk halkasını, gençlerin ve kadınların ihmal edilerek İslamî terbiye ile yeterince terbiye edilmemesi teşkil etmektedir.
Bu hal zamanla emr-i bi´lma´rufun terkine müncer olmaktadır.
Emr-i bi’l-ma’rufun terki, zamanla münkerin emrine, ma’rufun nehyine sebep olmaktadır.
Bozulmanın son halkasını ma´rufun münker bilinmesi, münkerin de ma´ruf sayılması teşkil etmektedir.
Bu hal, değerler sisteminin alt-üst olması, tersine dönmesidir. Günümüzde ilericilik, çağdaşlık, laiklik yaftası altında ta´mime çalışılan beşerî değerler sistemi, dinî açıdan ma´rufun münker addedilmesinden başka bir şey değildir. Keza çağdışılık, gericilik, yobazlık, anti laisizm şeklinde ifade edilen hususlar da ma´rufun münker addedilmesinden başka bir mâna taşımaz.
Resulullah´ın gerçek bir mucizesi olarak değerlendirdiğimiz bu hadisinin bir başka dikkat çeken yönü, bu hallere düşecek kimselerin ümmet mefhumuna dahil olmasıdır. Yani İslam´ın dışında, gayr-ı müslimlerin kafalarında gelişip, hayatlarında yaşanacak bozukluklar olmayıp, bizzat Müslümanlara intikal edeceğinin bu hallerin Müslümanlarca benimseneceğinin ifade edilmiş olmasıdır.
Dediğimiz gibi, en azından memleketimizde bu halleri son zamanlarda iyice müşahede eder hale geldik.[100]
ـ4787 ـ15ـ وعن أبى مالكٍ أو أبى عَامرٍ ا‘شعرى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال:]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَيَكُونَنَّ مِنْ أُمَّتِى قَوْمٌ يَسْتَحِلُّونَ الْحِرَ وَالْحَرِيرَ، وَالْخَمْرَ وَالْمَعَازِفَ، وَلَيَنْزِلَنَّ أقْوَامٌ الى جَنْبِ عَلَمٍ، تَروحُ عَلَيْهِمْ سَارِحَةٌ لَهُمْ فَيْأتِيهِمْ رَجُلٌ لِحَاجَتِهِ، فَيَقُولُونَ: ارْجِعْ إلَيْنَا غَداً فَيُبَيِّتُهُمُ اللّهُ تَعالى، وَيَضَعُ الْعَلَمَ، وَيَمْسَخُ آخَرِينَ قِرَدَةً وَخَنَازِيرَ
الى يَوْمِ الْقِيَامَةِ[. أخرجه البخاري.»الحِر« بكسر الحاء المهملة وبعدها راءٌ مهملة، والمراد به هنا: الزنا.و»العَلَمُ« الجبل والعمة.و»تَروحُ علَيْهِمْ السَّارِحَةَ« السارحة: المواشى تسرح الى المرعى، وتروح الى أهلها بالعشى.و»بَيَّتَهُمُ العدوُّ« إذا طرقهم لي وهم غافلون .
15. (4787)- Ebu Malik veya Ebu Amir el-Eş´arî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ümmetimden bir kavim, ferci (zinayı), ipeği, içkiyi, çalgıyı helal addedecektir. Bir kısım kavimler de bir dağın eteğine inecekler. Onların sürüsünü, çoban sabahları yanlarına getirecek. (Fakir) bir adam da bir ihtiyacı için yanlarına gelecek. Onlar adama:
“Bize yarın gel!” derler. Bunun üzerine Allah onları geceleyin yakalayıverir ve dağı tepelerine koyarak bir kısmını helak eder. Geri kalanları da mesh ederek kıyamete kadar maymun ve hınzırlara çevirir.” [Buhârî, Eşribe 6.][101]
AÇIKLAMA:
Hadiste zikredilen belanın hakikatı üzere olacağı gibi, mecaz olacağı da kabul edilmiştir. Hakikatı üzere olması mümkündür. Zîra geçmiş milletlerde, benzer hâdiseler vaki olmuştur. Mecaz olması halinde insanların ahvalinin değişmesinden kinayedir. İbnu Hacer: “Hakikat olması esastır” der.[102]
ـ4788 ـ16ـ وعن حذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ النَّاسُ يَسْألُونَ رَسُولَ اللّهِ # عَنِ الْخَيْرِ، وَكُنْتَ أسْألُهُ عَنِ الشَّرِّ، مَخَافَةَ أنْ يُدْرِكَنِى. فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّهِ إنَّا كُنَّا في جَاهِلِيَّةٍ وَشَرٍّ فَجَاءَنَا اللّهُ بهذَا الْخَيْرِ، فَهَلْ بَعْدَ هذَا الْخَيْرِ مِنْ شَرٍّ. قَالَ: نَعَمْ: قُلْتُ: فَهَلْ بعْدَ ذلِكَ الشَّرِّ مِنْ خَيْرٍ قَالَ: نَعَمْ، وَفِيهِ دَخَنٌ. فَقُلْتـ34وَمَا دَخَنُهُ؟ قَالَ:
قَوْمٌ يَسْتَنُّونَ بِغَيْرِ سُنَّتِي وَيَهْتَدُونَ بِغَيْرِ هَدْيِي تَعْرِفُ مِنْهُمْ وَتُنْكِرُ. قُلْتُ: فَهَلْ بَعْدَ ذلِكَ الْخَيْرِ مِنْ شَرٍّ؟ قَالَ: نَعَمْ. دُعَاةٌ على أبْوَابِ جَهَنَّمَ، مَنْ أجَابَهُمْ إلَيْهَا قَذَفُوهُ فيهَا. قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّهِ، فَمَا تَأمُرُنِى إنْ أدْرَكَنِى ذلكَ؟ قَالَ: تَلْزَمُ جَمَاعَةَ الْمُسْلِمينَ وإمَامَهُمْ. قُلْتُ: فإنْ لَمْ يَكُنْ جَمَاعَةٌ وََ إمَامٌ؟ قَالَ: فاعْتَزِلْ تِلْكَ الْفِرَقَ كُلِّهَا وَلَوْ أنْ تَعَضَّ بِأصْلِ شَجَرَةٍ؛ حَتّى يُدْرِكَكَ الْمَوْتُ وأنْتَ عَلى ذلِكَ[. أخرجه الشيخان وأبو داود .
16. (4788)- Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a halk hayırdan sorardı. Ben ise, bana da ulaşabilir korkusuyla, hep şerden sorardım. (Yine bir gün):
“Ey Allah´ın Resulü! Biz cahiliye devrinde şer içerisinde idik. Allah bize bu hayrı verdi. Bu hayırdan sonra tekrar şer var mı ” diye sordum.
“Evet var!” buyurdular. Ben tekrar: “Pekiyi bu şerden sonra hayır var mı ” dedim.
“Evet var! Fakat onda duman da var” buyurdular. Ben: “Duman da ne ” dedim.
“Bir kavim var. Sünnetimden başka bir sünnet edinir; hidayetimden başka bir hidayet arar. Bazı işlerini iyi (maruf) bulursun, bazı işlerini kötü (münker) bulursun” buyurdular. Ben tekrar: “Bu hayırdan sonra başka bir şer kaldı mı ” diye sordum.
“Evet! buyurdular. Cehennem kapısına çağıran davetçiler var. Kim onlara icabet ederek o kapıya doğru giderse, onlar bunu ateşe atarlar” buyurdular. Ben: “Ey Allah´ın Resulü! Ben (o güne) ulaşırsam, bana ne emredersiniz ” dedim.
“Müslümanların cemaatine ve imamlarına uy, onlardan ayrılma. [İmam sırtına (zulmen) vursa, malını (haksızlıkla) alsa da onu dinle ve itaat et!]” buyurdular.
“O zaman ne cemaat ne de imam yoksa ” dedim.
“O takdirde bütün fırkaları terket (kaç)! Öyle ki, bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş bile olsan, ölüm sana gelinceye kadar o vaziyette kal!” buyurdular.” [Buharî, Fiten 11, Menakıb 25; Müslim, İmaret 51, (1847); Ebu Davud, Fiten 1, (4244, 4245, 4246, 4247).][103]
AÇIKLAMA:
Bu hadisten ulema, İbnu Hacer´in açıklamasına göre, Müslümanların cemaatine uymanın şart olduğu, asi bile olsalar sultanlara itaatin gerektiği hükmünü çıkarmışlardır.
Beyzâvî der ki: “Mânası şudur: “Eğer yeryüzünde halife yoksa, sana uzlet ve zamanın sıkıntılarına sabır gerekir. “Ağacın köküne dişlerle tutunmak” tabiri meşakkate tahammülden kinayedir. Şu sözde olduğu gibi: “Falan elemin şiddetinden taşı ısırıyor.” Veya maksad “uymak”tır. Nitekim bir başka hadiste “Ona dişlerinizle tutunun” denmiştir. Önceki mânayı bir başka hadisteki “Sen bir köke dişinle tutunmuş vaziyette ölsen, o (fitne cemaatlerinden) birine uymandan hayırlıdır” ifadesi teyid eder.”
İbnu Battal der ki: “Müslümanların cemaatine uyup, zalim imamlara isyanı terk etmek gerektiği görüşünde olan fakihler cemaatine bu hadiste hüccet vardır. Çünkü, hadis sonuncu taifeyi, “Cehennem kapılarına davet ediciler” olarak vasfetti. Onlar hakkında, “Bazı işlerini iyi (maruf) bulursun, bazı işlerini de kötü (münker) bulursun” demedi. Bunlar öyle olmazlar, bunlar hak üzere değildirler. Buna rağmen cemaate uymayı emretti.”
Taberî der ki: “Bu emir ve cemaat hususunda ihtilaf edilmiştir. Bir grup alim: “Bu emir vacip ifade eder. “Cemaat”ten murad da, sevad-ı azam (yani ekseriyet)tir” demiştir.” Taberî, sonra İbnu Mes´ud´dan bir fetva kaydeder: “Hz. Osman katledildiği zaman kendisine vaki olan bir sual üzerine: “Sana cemaate uymayı tavsiye ederim. Zîra Allah Teala hazretleri, ümmet-i Muhammed´in hepsini dalalete atıcı değildir” diye tavsiyede bulunur. Bir grup da şöyle der: “Cemaat”ten murad Sahabe´dir; sonraki nesiller değil.” Bir grup da: “Onlardan murad ehl-i ilimdir. Zira Allah Teala hazretleri alimleri halk için bir hüccet kılmıştır. İnsanlar din meselesinde onlara tabidirler” demiştir.
Taberî, bu farklı görüşleri kaydettikten sonra der ki: “Doğru olanı şudur: “Hadisten murad, emir tayininde (ehl-i hal ve akdin) içtima etmiş bulunduğu kimseye itaat etmekte olanların cemaatine uymaktır. Kim biatını bozarsa cemaatten ayrılmış olur.” Devamla der ki: “Hadiste şu hüküm de var: “İnsanlar imamsız kalır ve insanlar bu yüzden fırkalara ayrılırsa, kişi şerre düşmek korkusuyla elinden gelirse bu fırkalardan hiçbirine katılmaz. Diğer hadislerde gelen ifadeler de bu hükme uyarlar. Bu hüküm esas alınınca zahirinde ihtilaf olan hadisler de telif edilmiş olur.”
İbnu Ebî Cemre hadisten başka incelikler çıkarır:
* “Bu hadiste, kullardan herbirini dilediği şekilde istihdam edişinde kullar hakkındaki Allah´ın hikmeti gözükmektedir. Şöyle ki: Ashab´ın çoğuna, bizzat amel etmeleri ve başkalarına da tebliğ etmeleri için, hayırdan sual etmeleri sevdirildiği halde, Huzeyfe (radıyallahu anh)´ye de bizzat çekinmesi ve Allah´ın kurtuluşunu irade ettiği kimselerden de def´ine sebep olması için şerden sual etmesi sevdirilmiştir.
* Hadisten, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın sadırının genişliği ve herkese her ne sorarsa uygun cevap verebilecek kadar her hususa müteallik ahkâmı bildiği de görülmektedir.
* Hadisten şu netice de çıkarılmaktadır: Her kime bir şey sevdirilirse, o kimse, bu hususta başkasını geçer. Bundandır ki, Hz. Huzeyfe, başkasının bilmediği şeyleri bilen sahib-i sır idi. Öyle ki, münafıkların ismini ve müstakbel hadiselerin birçoğunu bilmekte idi.
* Hadisten elde edilen bir diğer nafi prensip ta´lim edebine girmektedir; talebeye, çeşitli mübah ilimlerden hangisine meyletmişse onu öğretmek esas alınmalıdır. Çünkü, talebenin onda başarılı olma ve hakkından gelme şansı daha kuvvetlidir.
* Hadis, hayır yolunu gösteren her şeye hayır, şerre sevkeden herşeye de şer dendiğini de ifade eder.
* Kim, Kur´an ve sünnet varken bir başka şeyi din için asıl yapar da Kur´an ve sünneti ikinci plana atar ve bu ihdas ettiği şeye tabi kılarsa, yapılan bu iş zemmedilir, kabul edilmez.
* Bâtılı ve nebevî hidayete muhalefet eden her şeyi reddetmek vaciptir. Sünnete muhalif olan şeyi, makamı yüksek veya alçak her kim söylemiş olursa olsun, hükmü birdir, merduddur.”[104]
ـ4789 ـ17ـ وعن عبدالرّحمنِ بن عبدِ رَبِّ الْكَعْبَةِ. قَالَ: ]دَخَلْتُ الْمَسْجِدَ فإذَا عَبْدُاللّهِ بْنُ عَمْرِو بْنُ الْعَاصِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما جَالِسٌ
في ظِلِّ الْكَعْبَةِ، وَالنَّاسُ في ظِلِّ الْكَعْبَةِ مُجْتَمِعُونَ إلَيْهِ فَجَلَسْتُ إلَيْهِ. فقَالَ: كُنَّا مَعَ رَسُولِ اللّهِ # في سَفَرٍ، فَنَزَلْنَا مَنْزًِ فَمِنَّا مَنْ يُصْلِحُ خِبَاءَهُ وَمِنَّا مَنْ يُنَضِّدُ رَحْلَهُ، وَمِنَّا مَنْ هُوَ في جَشَرِهِ، إذْ نَادَى مُنَادِى رَسُولِ اللّهِ #: الصََّةُ جَامِعَة، فَاجْتَمَعْنَا إلَيْهِ. فقَالَ: إنَّهُ لَمْ يَكُنْ نَبِيٌّ قَبْلِي إَّ كَانَ عَلَيْهِ أنْ يَدُلَّ أُمَّتَهُ عَلى خَيْرِ مَا يَعْلَمُهُ لَهُمْ، وَيُنْذِرَهُمْ شَرَّ مَا يَعْلَمُهُ لَهُمْ، وَإنَّ أُمَّتِكُمْ هذِهِ جُعِلَ عَافِيتُهَا في أوَّلِهَا، وَسَيُصِيبُ آخِرَهَا بََءٌ، وَأُمُورٌ تُنْكِرُونَهَا، فَتَجئُ فِتْنَةٌ فَيَزْلِقُ بَعْضُهَا بَعْضاً. فَيَقُولُ الْمُؤْمِنُ: هذِهِ مُهْلِكتِي. ثُمَّ تَنْكَشِفُ وَتَجِئُ الْفِتْنَةُ. فَيَقُولُ الْمُؤْمِنُ: هذِهِ هذِهِ. فَمَنْ أحَبَّ أنْ يُزَحْزَحَ عَنِ النَّارِ وَيُدْخَلَ الْجَنَّةَ، فَلْتَأتِهِ مَنِيَّتُهُ وَهُوَ يُؤْمِنُ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اŒخِرِ، وَلْيَأتِ الى النَّاسِ مَا يُحِبُّ أنْ يُؤْتى إلَيْهِ، وَمَنْ بَايَعَ إمَاماً فَأعَطَاهُ صَفْقَةَ يَدِهِ وَثَمْرَةَ قَلْبِهِ فَلْيُطِعْهُ مَا اسْتَطَاعَ. فإنْ جَاءَ آخَرُ يُنَازِعُهُ فَاضْرِبُوا عُنُقَ اŒخَرِ. قَالَ: فَدَنَوْتُ مِنْهُ. فَقُلْتُ: أنْشُدُكَ اللّهَ، أأنْتَ سَمِعْتَ هذَا مِنْ رَسُولِ اللّهِ # فأهْوى إلى أُذُنِهِ وَقَلْبُهُ بِيَدِهِ؛ وَقَالَ: سَمِعَتْهُ أُذُنَاىَ، وَوَعَاهُ قَلْبِى. فَقُلْتُ: إنَّ ابْنَ عَمِّكَ مُعَاوِيَةَ يَأمُرُنَا أنْ نَأكُلَ أمْوَالَنَا بَيْنَنَا بِالْبَاطِلِ، وَنَقْتُلَ أنْفُسَنَا، واللّهُ تَعالى يَقُولُ: يَا أُيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا َ تَأكُلُوا أمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إَّ أنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ وََ تَقْتُلُوا أنْفُسَكُمْ إنَّ اللّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيماً. فَسَكَتَ عَنِّى سَاعَةً؛ ثُمَّ قَالَ: أطْعِهُ في طَاعَةِ اللّهِ، وَاعْصِهِ في مَعْصِيَةِ اللّهِ[. أخرجه مسلم والنّسائى.»اَلْجَشَرُ« هنا: المال من المواشى التي ترعى حول البيت، و تروح
الى أهلها لي.و»يَزْلِقُ بَعْضُهَا بَعْضاً« أى يدفعه بسرعة وُروده عليه.وروى »يَزْهَقُ«. بالهاء بدل الم.و»ا“زهاقُ« اعجال .
17. (4789)- Abdurrahman İbnu Abdi´l-Ka´be anlatıyor: “Mescide girmiştim. Abdullah İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhümâ)´yı gördüm, Ka´be´nin gölgesinde oturuyordu. Ka´be´nin gölgesinde birçok kimse ona müteveccih olarak oturmuştu. Ben de ona doğru oturdum. Şunu anlattı:
“Bir seferde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la beraberdik. Bir yerde konakladık. Kimimiz çadırını tamir ediyor, kimimiz yerini düzlüyor,(29) kimimiz hayvanlarını güdüyordu. Derken Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın münadisi seslendi: “es-Salatu câmia: Haydin namaza!” Resulullah´a gittik, yanında toplandık. Şöyle buyurdular:
“Benden önce her peygamber, ümmeti için hayır bildiği şeyi onlara öğretmekle mükellef idi. Onlar için şer bildiği şeyden de onları inzar etmesi (korkutması) gerekli idi. Bilesiniz, şu ümmetinizin afiyeti önce gelenler hakkında kesin kılınmıştır. Sonrakiler belaya ve kötü addedeceğiniz birkısım hallere maruz kalacaklardır. Birbirini takip eden fitneler gelecek. Mü´min: “Bu fitne helakimdir” diyecek. Sonra bu kalkacak, başka bir fitne gelecek. “Helakim işte bundan, işte bundan” diyecek. Öyleyse, kim ateşten uzak kalmayı ve cennete girmeyi dilerse, Allah´a ve ahiret gününe inanır olduğu halde ölümü karşılasın. İnsanlara, onların kendisine nasıl muamele etmelerini dilerse öyle muamelede bulunsun. Kim bir imama biat edip samimiyetle sadakat sözü vermiş ise, elinden geldikçe ona itaat etsin. Bir başkası gelip, önceki ile münazaaya girişecek olursa sonradan çıkanın boynunu uçurun.
“Ravi (Abdurrahman) der ki: “Abdullah İbnu Amr´a yanaştım ve:
“Allah aşkına söyle. Bu anlattıklarını bizzat kendin Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan işittin mi ” dedim. Sorum üzerine eliyle kulak ve kalbini tutarak:[105]
“Evet kulaklarım işitti, kalbim de belledi” dedi. Ben:
“Ama, amcaoğlun Muaviye, bize mallarımızı aramızda batıl bir şekilde yememizi, birbirimizi öldürmemizi emrediyor. Halbuki Allah Teala hazretleri (mealen): “Ey iman edenler! Birbirinizin malını haram şekilde yemeyin; ancak karşılıklı rıza ile yaptığınız ticaret başkadır. Birbirinizi ve kendinizi öldürmeyin. Canlarınızı da boşu boşuna tehlikeye atmayın. Şüphesiz ki Allah size merhametlidir” (Nisa 29) buyuruyor” dedim. Biraz sustu sonra:
“Allah´a itaatte ona itaat et, Allah´a isyanda ona isyan et!” dedi. ” [Müslim, İmaret 46, (1844); Nesâî, Bey´at 25, (7, 153); Ebu Davud, Fiten 1, (4248); İbnu Mace, Fiten 9, (3956).][106]
AÇIKLAMA:
Hadis, izah gerektirmeyecek kadar açık. Ancak son kısımdan, konuşmanın Hz. Muaviye (radıyallahu anh) zamanında geçtiği anlaşılmaktadır. Bu durumda, icraatı ve hatta meşruiyeti bazı dedikodulara sebep olan halife Hz. Muaviye´ye itaat hususunu gündeme getirmektedir. Anlaşılan, hadisin ravisi Abdurrahman, Hz. Muaviye´nin emirlerine itaatın caiz olup olmayacağı hususunda mütereddittir. Bu tereddütünü, yeri gelmişken Abdullah İbnu Amr İbni´l-As´a, Hz. Muaviye aleyhinde ayet-i kerimeyi de delil kılarak sorar. Ancak yüce sahabi İbnu Amr, fitne hususundaki İslam´ın fetvasını verir:
“Allah´a itaat etmeyi tazammun eden emirlerinde itaat edin. Allah´a isyan mânasını taşıyan emirlerinde isyan edin!”
Hadiste geçen “isyan etmek”ten murad “Allah´a isyanı mucip olan emirlere uymayın, o çeşit emirlerini icra etmeyin!” mânasındadır. Çünkü, ulema zalim imamı devirme mânasındaki isyana çok kayıtlarla fetva vermiştir. Bu hususa daha önce temas etmiş idik. (2. cilt, 287-300. sayfalar).[107]
ـ4790 ـ18ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يُوشِكُ أهْلُ الْعِرَاقِ أنْ َ يَجِئَ إلَيْهِمْ قَفِيزٌ وََ دِرْهَمٌ. قِيلَ: مِنْ أيْنَ؟ قَالَ: مِنْ قِبَلِ الْعَجَمِ يَمْنَعُونَ ذلِكَ. ثُمَّ قَالَ: يُوشِكُ أهْلُ الشَّامِ أنْ َ يَجِئَ إلَيْهِمْ دِيَنارٌ وََ مُدْيٌ. قِيلَ: مِنْ أيْنَ ذلِكَ؟ قَالَ: مِنْ قِبَلِ الرُّومِ. ثُمَّ سَكَتَ هُنَيْهَةً[. أخرجه مسلم .»القَفِيزُ« مكيال بالعراق وهو ثمانية مكاكيك.و»الْمُدْيُ« مكيال ‘هل الشام يسع خمسة وأربعين رط، والمعنى أن أهل الذمة يمتنعون من أداءِ الجزية .
18. (4790)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Irak ehline bir ölçeklik yiyecek ve tek dirhemlik paranın gelmeyeceği zaman yakındır!” buyurmuşlardı.
“Nereden ” diye soruldu.
“Acem diyarından. Onlar bunu yasaklayacak” buyurdu ve devamla:
“Şam ehline de tek dinarlık paranın ve bir ölçeklik yiyeceğin gelmeyeceği zaman yakındır!” buyurdular. Yine:
“Bu nereden gelmeyecek ” diye soruldu.
“Rum cihetinden!” buyurdular. Sonra (Hz. Cabir) bir müddet sustu (ve ilave etti: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) dedi ki:
“Ümmetimin sonunda bir halife gelecek; malı sayı ile değil, avuç avuç dağıtacak!]” [Müslim, Fiten 67, (2913).][108]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, ehl-i zimmenin yani İslam memleketinde yaşayan gayr-ı müslim vatandaşların cizye (vergi) vermekten imtina edeceklerini ifade eder. Bu, iki sebebe dayanır:
* Gayr-ı müslimlerin Müslüman olmaları: “Bu durumda cizye vermezler, zekat verirler.”
* Onlar gayr-ı müslim kaldıkları halde, devletin zayıflaması sebebiyle vergi alamaz veya o diyarlar şu veya bu şekilde İslam hakimiyetinden dışarıda kalır.
Hadis bu ihtimallerin hangisi olacağını tasrih etmiyor.
2- Hadisin Müslim´deki aslı daha uzundur. Teysir´in hazfettiği kısmın tercümesini köşeli parantez içerisinde kaydettik.
3- Hadiste geçen kafiz ve müdy kelimelerini ölçek olarak ifade ettik; miktarları üzerinde durmadık. Zîra, hadiste bir miktar tesbiti mevzubahis değil. Kafiz Irak´ta kullanılan, müdy de Suriye´de kullanılan bir hacim ölçeğidir.[109]
ـ4791 ـ19ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَكُونُ في آخِرِ أُمَّتِى خَلِيفَةٌ يَحْثِي الْمَالَ حَثْياً َ يَعُدُّهُ عَدّاً. قيلَ ‘بِى نَضْرَةَ وَأبِى الْعََءِ: أتَرَيَانِ أنَّهُ عُمَرُ بْنُ عَبْدِ الْعَزِيزِ؟ قَاَ: َ[. أخرجه مسلم .
19. (4791)- Yine Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ümmetimin sonunda bir halife gelecek, malı sayarak değil, avuçlayarak dağıtacak.”
Hadisi (Hz. Cabir´den rivayet eden) Ebu Nadre ve Ebu´l A´la´ya:
“Bunun Ömer İbnu Abdilaziz olmasına ne dersiniz ” diye sorulmuştu. Onlar:
“Hayır, (değildir)!” dediler. [Müslim Fiten 67, (2913).][110]
AÇIKLAMA:
Ömer İbnu Abdilaziz´in hayatından bahsederken belirttiğimiz üzere, onun devlet idaresine getirdiği adalet, tatbik ettiği sıkı iktisad, israfla mücadele ve sünnetin tam tatbiki gibi müsbet icraatları sonunda her sahada fevkalade düzelmeler olmuş, kısa zamanda iktisadî hayat değişmiş; Mısır gibi birkısım beldelerde zekat verilecek adam bulunamayacak kadar bolluk müşahede edilmiştir. Bu sebeple bazı hadislerde, ahirzamanda çıkacağı haber verilen Mehdî, Müceddid gibi müsbet şahsiyetin Ömer İbnu Abdilaziz olduğu, daha onun sağlığında ulema tarafından söylenmiş, halk tarafından tasvip görmüştür. Mudakkik âlimlerimizden Suyutî merhum, kendi zamanına kadar, İslam âleminin her sınıf insanında görülen mehdileri zikrederken ikinci hicrî asrın mehdisi olarak Ömer İbnu Abdilaziz´i kaydeder.
Şu halde sadedinde olduğumuz rivayet, Hz. Cabir´in rivayetinde “malı sayarak değil, avuç avuç verecek olan” ahirzaman halifesinin Ömer İbnu Abdilaziz olduğu hususunda bir kanaatin ortaya çıktığını göstermektedir.[111]
ـ4792 ـ20ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ
#: مُنِعَتِ الْعِرَاقُ قَفِيزَهَا وَدِرْهَمَهَا، وَمُنِعَتِ الشَّامُ مُدْيَهَا وَدِينَارَها، وَمُنِعَتْ مِصْرُ أرْدَبَّهَا وَدِينَارَهَا، وَعُدْتُمْ مِنْ حَيْثُ بَدَأتُمْ، ثََثَ مَرَّاتٍ، شَهِدَ عَلى ذلِكَ لَحْمُ أبى هريرةَ وَدَمُهُ[. أخرجه مسلم وأبو داود.و»ا‘ردَبُّ« مكيال ‘هل مصر: يسع أربعة وعشرين مناً، وأربعة وعشرين صاعاً على أن الصاع خمسة أرطال وثلث.وفي هذا الحديث إخبار من النبي # بما لم يكن وهو في علم اللّه كائن فخرج لفظه على لفظ الماضى تحقيقاً لوقوعه وحدوثه، وفي إعمه به قبل وقوعه دليل من دئل النبوة، وفيه دليل على ما وظفه عمر بن الخطاب رَضِيَ اللّهُ عَنْه على الكفرة من النصارى من الجزية ومقدارها.وقوله »مُنِعَتْ« له معنيان: أحدهما أنهم سيسلمون ويسقط عنهم ما وظف عليهم بإسمهم، والثاني أنهم يرجعون عن الطاعة فيمنعون ما في أيديهم .
20. (4792)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Irak´a ölçeği ve dirhemi verilmeyecek. Şam´a da ölçeği ve dinarı verilmeyecek. Mısır´a da ölçeği ve dinarı verilmeyecek. Başladığınız yere döneceksiniz” buyurdu ve üç kere tekrar etti. Buna Ebu Hüreyre´nin eti ve kanı şahit oldu.” [Müslim, Fiten 33, (2896); Ebu Davud, Harac 29, ( 3035).][112]
AÇIKLAMA:
1- Son üç hadiste Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), üç beldede cari olan ölçü ve para birimlerini zikretmektedir:
* Kafiz: Irak bölgesinde kullanılan ölçeğin adıdır. Sekiz mekkuk miktarındadır. İbnu´l-Esir, en-Nihaye´de Mekkuk´un müdd mânasında kullanıldığını, miktarı hakkında ihtilaf edildiğini belirtir.
* Müdy: Şam, yani Suriye bölgesinde kullanılan ölçeğin adıdır. Hacminin 45 rıtl tuttuğu belirtilir.* İrdebb: Bu da Mısır´da kullanılan ölçeğin adıdır. Bir sa´ rıtl olma hesabıyla yirmi dört sa´ miktarında bir hacme sahiptir.
* Rıtl: Bazı hesaplaşmalara göre 2564 gram bir ağırlığa tekabül etmektedir.
* Dirhem: Gümüş paranın adıdır.
* Dinar: Altın paranın adıdır.
2- İbnu´l-Esir, el-Camiu´l,Usul´da hadisle ilgili olarak şu açıklamayı sunar: “Hadisin iki mânası var:
1) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada, onların (Irak, Şam, Mısır ahalisinin) Müslüman olacaklarını haber vermiş olmaktadır. Böylece onlar üzerindeki borçlar Müslüman olmalarıyla düşecektir. Müslümanlıkları, üzerlerindeki borçları ödemelerine mani olacaktır. Buna hadiste geçen: “Başladığınız yere döneceksiniz” ibaresiyle istidlal edilmiştir. Çünkü, onların bidayeti Allah´ın ilminde, kazasında ve kaderinde: “Onlar Müslüman olacaklar” şeklindedir. Böylece başlamış oldukları yere dönmüş oldular.
2) İkinci mâna şudur: “Onlar taatten yüz çevirecekler.” Bu mânayı Buharî´nin Sahih´inde tahric ettiği şu hadis te´yid eder: “Siz, dirhem ve dinar toplayamadığınız zaman ne yapacaksınız ” demişti. Kendisine: Bunun olacağını nereden biliyorsun denildi.
“Evet, nefsim yed-i kudretinde olan Zat-ı Zülcelal´e yemin olsun, bunu sadık ve masduk (doğru söyleyen ve söylediğinde İlahî tasdike mazhar olan) zatın sözünden naklediyorum!” dedi. Kendisine yine soruldu: “Bu niye olacak ”
“Allah´ın haramı, Resulü´nün zimmeti (garantisi) ihlal edilir. Allah da ehl-i zimmenin kalbine katılık verir. Onlar da ellerindekini vermezler.”
Sadedinde olduğumuz hadisle ilgili olarak, İbnu Deybe de şunu kaydeder: “Bu hadiste henüz vukua gelmemiş, fakat ilm-i İlahî´de mevcut olan şeyin ihbarı var. Resulullah, istikbalde olacak vak´ayı, olmuş bir hadiseyi haber verme üslubuyla (mazi fiiliyle) beyan etmektedir. Bu üsluba, hadisenin kesin şekilde vukuunu ifade etmek için başvurulur. Hadisenin vukuundan önce bildirilmesinde Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın peygamberliğinin delili mevcuttur. Keza bu hadiste, Hz. Ömer´in Hıristiyan kâfirlerine cizye borcu yüklediği ve miktar tayin ettiği hususunda da delil mevcuttur.”[113]
ـ4793 ـ21ـ وعن جابر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ عَرْشَ إبْلِيسَ عَلى الْبَحْرِ، فَيَبْعَثُ سَرَايَاهُ فَيَفْتِنُونَ النَّاسَ، وَأعْظَمُهُمْ عِنْدَهُ مِنْزِلَةً أعْظَمُهُمْ فِتْنَةً، يَجِئُ أحَدُهُمْ فَيَقُولُ فَعَلْتُ كذَا وكذَا. فَيَقُول: مَا صَنَعْتَ شَيْئاً. ثُمَّ يَجِئُ أخَرُ. فَيَقُولُ: مَا تَرَكْتُهُ حَتّى فَرَّقْتُ بَيْنَهُ وَبَيْنَ امْرَأتِهِ فَيُدْنِيهِ مِنْهُ وَيَلْتَزِمُهُ. فَيَقُولُ: نَعَمْ أنْتَ[. أخرجه مسلم .
21. (4793)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “İblis´in arşı deniz üzerindedir. Oradan askerlerini gönderip insanları fitneye atar. Bunlardan, yanında mertebece en yüksek olanı en büyük fitneyi çıkarandır. Askerlerinden biri gelip: “Şunu şunu yaptım!” der. İblis: “Hiçbir şey yapmamışsın!” der. Sonra bir diğeri gelip: “Ben falanı(n peşini) hanımıyla arasını açıncaya kadar bırakmadım!” der.” [Müslim, Münafikûn 66-67, (2813).][114]
ـ4794 ـ22ـ وعن أبى الْبخترى. قال حَدَّثنِى من سمع النبي # قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَنْ يَهْلِكَ النَّاسُ حَتّى يَعْذُروُا، أوْ يُعْذِرُوا مِنْ أنْفُسِهِمْ[. أخرخه أبو داود.ومعنى »يَعْذِرُوا« أى يهلكهم اللّه حتى تكثر ذُنُوبَهُمْ وعيوبهم فتقوم الحجة عليهم ويتضح لهم عذر من يعاقبهم .
22. (4794)- Ebu´l-Bahterî anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı dinleyen bir zatın bana anlattığına göre Resulullah demiştir ki:
“İnsanlar, günahları çoğalmadıkça helak olmayacaklardır.” [Ebu Dâvud, Melahim 17, (4347).][115]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste, sahabi müphem kalmış ise de, İbnu Cerîr et-Taberî´nin tefsirinde Abdullah İbnu Mes´ud olduğu belirtilmiştir. Hadisin bu ikinci veçhinde, Abdullah bu hadisi Resûlullah´tan nakledince, “Bu nasıl olur ” diye sorulmuş, o da şu ayeti okumuştur: (Meâlen:) “Kendilerine azabımız geldiği zaman çağırışları “Biz hakikaten zalimlerdendik” demelerinden başka (birşey) olmadı” (A´raf 7).
2- Hadiste, özür fiilinin iki farklı kullanışı sebebiyle ravinin tereddüdüne yer verilmiştir. Ancak mânaya farklılık tesir etmemektedir.[116]
ـ4795 ـ23ـ وعن سلمة بن ا‘كوع رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ سَلَّ عَلَيْنَا السَّيْفَ فَلَيْسَ مِنَّا[. أخرجه مسلم .
23. (4795)- Seleme İbnu´l-Ekva radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Kim bize kılıç kaldırırsa bizden değildir.” [Müslim, İman 162, (99).][117]
ـ4796 ـ24ـ وعن أبى مُوسى وابن عمر رَضِيَ اللّهُ عَنْهم قا: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ حَمَلَ عَلَيْنَا السَِّحَ فَلَيْسَ مِنَّا[. أخرجه الشيخان والترمذي. وأخرجه النسائي عن ابن عمر فقط.قوله: »فليسَ منا« أى إذا حمله على المسلم لكونه مسلماً فليس بمسلم. فأما إذا حمله لغير ذلك فمعناه ليس مثلنا وليس متخلقاً بأخقنا وأفعالنا .
24. (4796)- Ebu Mûsa ve İbnu Ömer radıyallahu anhüm anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim bize karşı silah taşırsa bizden değildir.” [Buharî, Fiten7; Müslim, İman 163, (100); Tirmizî, Hudûd 26, (1459).][118]
ـ4797 ـ25ـ وعن عبْدِاللّهِ بنِ الزبير رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ شَهَرَ سَيْفَهُ ثُمَّ وَضَعَهُ فَدَمُهُ هَدَرٌ[. أخرجه النسائي.»الهَدَرُ« الذي يطلب بثأره.
25. (4797)- Abdullah İbnu´z-Zübeyr (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim kılıcını çeker sonra koyarsa kanı hederdir.” [Nesâî, Tahrîm 26, (7, 117).][119]
AÇIKLAMA:
1- Son üç hadis birbirine yakın hükümler taşımaktadır: Bir mü´minin, bir başka mü´mine silah çekmesi haramdır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu yasağı farklı üsluplarla ifade buyurmuşlardır. Zira silah çekmek, silah taşımak, silah kaldırmak gibi tabirler umumiyetle vuruşmayı, mukateleyi ifade ederler.
2- “Bizden değil” ifadesi iki suretle açıklanmıştır:
1) Silahı, Müslüman kişiye” “Müslüman olduğu için kaldıran” Müslüman değildir. Burada Müslümana silah çekmeyi helâl addetme vardır. Haramı helal addetmek küfürdür. Bu mânada silah çeken tekfir olunur. Sırf silah çekmesi sebebiyle tekfir olunmaz.
2) Bizim yolumuzda değil, bizim sünnetimiz üzere değil; çünkü bizim sünnetimizde Müslümanın Müslümana silah çekmesi yoktur, helal değildir. Müslümanın Müslümandan yardım görme hakkı vardır. Müslüman kişi, Müslüman kardeşi yolunda mukâtele etmekle mükelleftir, onu öldürmek veya onunla kavga yapmak için silah çekerek korkutma hakkına sahip değildir.
Selef uleması, bu çeşit haberlerin te´vilsiz olarak, ıtlakı üzere beyan edilmesini, zecrin daha beliğ, daha müessir olması için gerekli görür. Süfyân İbnu Uyeyne, bu çeşit hadisleri, zahirinden başka mânaya tev´il etmeye karşı çıkarak: “Onun mânası bizim yaptığımız gibi değil” derdi. Ona göre, zikredilen vaide, ehl-i haktan baği (eşkiya) olanlara karşı silah çekenlerin girmez. Bağilere ve haksız kavgayı başlatanlara silahla karşı koymak caizdir.[120]
FİTNENİN VASIFLARI:
Buraya kadar kaydettiğimiz hadislerde, muhtelif fitnelerin vasıfları dağınık olarak zikredilmiştir. Ancak, bunların birkısım açıklamalarla birlikte sistemli olarak topluca zikrinde fayda umuyoruz.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), kendisinden sonra ortaya çıkacak fitneleri haber verirken bunların ana vasıflarını belirtmiştir. Daha önce de söylediğimiz gibi, fitne, fesat, anarşi gibi beşerî münasebetlerde ortaya çıkan bozulmalar, içtimâî hayatta gelişmiş olan birtakım kötü şartların tabî bir sonucudur, içtimâî bir marazdır.
Öyle ise bu şartlar cemiyette gelişip hakim duruma geçince bunların ferdî davranışlarda tahrîk edeceği menfî tezahürleri önceden tahmin edilebilir neler olacağı söylenebilir. Bu sebeple fıtrat kanunlarına, insanların tâbi olduğu beşerî ve içtimâî kanunlara marifet ve vukuf kesbeden kimseler, bunları önceden söyleyebilirler. İnsanlar şöyle yaparlarsa arkadan şu durumlar ortaya çıkar, böyle yaparlarsa bu durum ortaya çıkar diyebilirler. Kur´ân ve hadiste bunun pek çok örnekleri vardır. Kur´ân-ı Kerim´de “sünnetullahın tebdil edilip değiştirilemeyeceğini” (Ahzâb 62, Fâtır 43, Feth 23) belirten ayetler bunu ifade ederler. Cemiyetlerin ve insanlığın geleceğine dair isabetli tahminler yapan hakîm ve feylesofların varlığı bu söylediklerimizin doğruluğuna yeterli bir şahittir.
İşte, vahye mazhar olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), insan fıtratını bizzat yaratmış, belli kanunlara bağlamış olan Cenab-ı Hakk´ın irşad ve ilhamıyla bunları beyan etmiştir. Vefatından günümüze kadar geçen 1400 yıllık zaman içerisinde cereyan eden hadiseler onun hiçbir sözünü tekzib etmemiştir.
Sözü daha fazla uzatmadan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ in, kendisinden sonra çıkacak fitnelerin sıfatlarıyla alâkalı ihbaratına geçebiliriz. Ancak, şu hususu bir kere daha belirtelim ki, kaydedeceğimiz evsafın hepsini, her fitnede tam olarak aramak gerekmez. Zîra, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in hadislerinde “elfitne” değil “el-Fiten” yani sadece bir fitne değil, fitneler mevzubahistir. Öyle ise bu sıfatlardan bazan biri, bazan birkaçı, bazan da hepsi görülebilir.[121]
1- Fitne Yavaş Gelişir
Yer yer temas ettiğimiz üzere, fitne içtimâî bir hadisedir. Hiçbir içtimâî hâdise fevrî ve ani bir şekilde zuhur etmez. Belli bir gelişme devresinden geçtikten, belli bir vetireyi takip ettikten sonra ortaya çıkar. Tıpkı bir bitki gibi, onun da bir tohumu vardır. Bu tohumun gelişip meyve vermesi için toprak, su, ısı, ışık gibi çevre şartlarına ihtiyaç vardır. İşte itikadî, ahlakî, iktisâdî, her çeşit beşerî ve içtimâî bozukluklarla beslenip gelişen fitne de kemaline erdiği zaman basit bir sebeple ortaya çıkar. Onun bu zuhuru, yevmî birkısım amillere bağlanabilir. Bu amiller fitneye sebep olmakla suçlanıp mücrim ilan edilebilir. Halbuki, aslında “bu mücrim amil” bardağı taşıran son damla rolü oynamıştır. Fitne ile “o mücrim amil” arasındaki münasebeti, belli bir ölçüde mukarenet veya beraberlik tabirleriyle ifade edebiliriz. Ama sebep ve illet olarak ileri süremeyiz. Bunu söylemek ya -günümüz siyasî hayatında yapıldığı gibi- tecahül veya mualata (demagoji) veya gerçekten içtimâî hadisata yön veren temel prensibi bilmemekten ileri gelir. Eğer yıllarca, çeşitli hocaların hizmetiyle, feyziyle kendini yetiştirip mühendis olan bir kimsenin bu payeyi elde etmesindeki bütün şeref ve minnetin, mezuniyet töreninde kendisine mühendislik diplomasını veren en son şahsa ait kabul edilmesi makul bir davranış mıdır diye sorsak, herkesin “hayır” diyeceği şüphesizdir. İşte, o mücrim amilin içtimâî kargaşadaki rolü, bu kimseye diplomayı veren son merciin rolü gibidir.
4767 numarada kaydettiğimiz hadis bu söylediğimizi te´yid eder. Mevzubahs olan rivayete göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), fitnenin gelişmesini şöyle açıklar: “Fitne insanların kalbine (birden atılmaz). Hasır misali çöp çöp konur, örülür. Hangi kalbe bundan içirilse (yani ferdin istek ve iradesi ile tam bir şekilde girerse, bulaşırsa,) onda siyah bir nokta hasıl olur. Hangi kalp de bunu reddederse onda beyaz bir leke hasıl olur.
“Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), fitnenin amillerinden olan “emanetin kalkışı” ile alâkalı bir açıklamasında, kalpteki bu tedricî değişmeyi daha vazıh bir üslubla tekrar ele alır ve bazı temsillerle zihinlere yerleştirmeye çalışır. Huzeyfe´nin naklettiği bu rivayet Buharî ve Müslim´in ittifak ettiği hadislerdendir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurur ki: “Emanet (din duygusu, adalet, emniyet) insanların kalplerinin derinliklerine iner (fıtrî olarak onlarda vardır). Sonra Kur´an ve sünnetten aldıkları bilgilerle bunu beslerler, kuvvetlendirirler. Emanetin kaldırılmasına gelince, (bu da yavaş yavaş olur, şöyle ki:) Kişi uyur (fesada bulaşma nispetinde emanet(ten bir miktarı) kalbinden alınır. Öyle ki, emanetin yeri, rengi uçmuş bir yanık izi gibi küçük bir lekeye döner. Kişi bir kere daha uyur, (cemaatten geri kalan da) alınır. Bu sefer geride, senin ayağının üzerinden yuvarlanan kor taneciğinin hasıl ettiği kabarcık gibi bir iz kalır. Bu kabarcık nasıl ki boştur, sana te´sir etmeden söner gider, (aynen öyle de emanetten kalan iz de yaşayışa hiç bir tesir icra etmez). Böylece insanlar alışveriş (ve günlük yaşayışlarına) gitmek üzere müşkil bir günün) sabahına erişirler. Hemen hemen hiç kimse emaneti eda etmez (dinin istediği şekilde yaşamaz). Zamanla iyiler o kadar azalır ki) parmakla gösterilmeye başlanır ve “Falanca yerde emin bir adam varmış” denir. Bir kimse lehinde “Ne akıllı, ne nezaketli, ne civanmert kişi” diye medh ü sena edilir de o adamın kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunmaz.”
Aynî, bu hadisi izah ederken hadiste, emanetin önce bir zümreden (kavm), sonra bir başka zümreden, azar azar, kısım kısım, bir zamandan öbür zamana -dindeki fesat derecesine göre- alınacağının ifade edildiğini dile getirir ve açıklamasını şu şekilde noktalar:
“Emanetin azar azar gitmesiyle kalp ondan tamamen boşalır. Emanetten bir parça gidince, nurunu da alır götürür, onun yerini yanık izi gibi zulmetten (karanlıktan) bir benek alır. Bundan bir parça daha gidince, oradaki karanlık (büyüyerek) yanık kabarcığı gibi olur. Bu hemencecik kaybolmayan, kısmen sabitleşen bir izdir. Hadiste, kalpte yerleşen nurun bilahere birbiri ardınca kısım kısım çıkarak kaybolup gitmesi, ayak üzerine yuvarlanan kor parçasına benzetilir. Kor gider, fakat yerinde yanık kabarcığı bırakır.”[122]
2- Fitne Bir Kere Çıktı Mı Sonu Gelmez
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, fitneye karşı fazlaca uyarıda bulunmasının sebeplerinden biri de herhalde onun ortadan kalkmayan bir vasfa sahip olmasıdır. Hadislerin beyanından anlaşıldığına göre, herhangi bir yerde, herhangi bir sebeple ne çeşitten olursa olsun bir fitne çıktı mı artık onun açtığı yara bir daha kapanmayacaktır. Fitne, yatışsa, heyecanını yitirse ve sönse bile içtimâî bünyede açılan yaranın izi silinmemekte, kalpler eski berraklık ve sâfiyetine bir daha kavuşamamaktadır. Resulullah, bunu bir hadislerinde: “Ümmetim arasına kılıç girdi mi, artık kıyamete kadar bir daha kaldırılmaz” diye ifade eder. Fitne ile hasıl olacak fenalığın -küllenmesine rağmen sönmeyen bir kor gibi- sulh ve sükunete rağmen devam edeceğini Huzeyfe tu´bnu´l-Yemân´ın bir rivayetinde açık olarak görmekteyiz. Daha önce tam olarak kaydettiğimiz bu rivayette, Huzeyfe, bu şerden sonra tekrar hayır mı diye sorunca Hz. Peygamber, mevzumuzu alâkadar eden şu ilgi çekici cevabı verir: “Evet gelecek. Ancak bu hayır bulanık olacak.” Rivayetin Ebu Dâvud´daki bir veçhinde: “Bu yerden sonra bulanık bir sulh (hüdne) var” denilir. Hadisin bütün vecihlerinde yer eden “bulanık” kelimesiyle tercüme ettiğimiz kelimenin aslı “dahan”dır.
Şârihler, aslen küdûred, yani bulanıklık mânasına gelen bu tabirin açıklanmasına ayrı bir yer verirler. Aliyyu´l-Kâri, şerden sonra gelecek hayrın, diğer bir ifade ile fitneden sonra teessüs edecek sulh ve sükûnun hile, nifak ve hiyanet içerisinde devam edeceğini ifade eder ve devamla: “Şu mâna dahi muhtemeldir; fitneden sonra insanların, emîr olarak başa geçirilen kimsenin etrafında toplanmaları kerhendir, gönül rızasıyla değildir, isteyerek değildir” der.
Zemahşerî, el-Fâik´da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in zahirî salâh altında bâtınî fesadın devam edeceğini ifade etmek maksadıyla böyle bir misal verdiğini söyler.
İbnu Hacer, dahan kelimesine kin (hıkd), kusur, kalpdeki fesad mânalarının verildiğini ve her üç mânanın da birbirine yakın olduğunu belirttikten sonra şunu söyler: “Hadis, şerden sonra gelen hayrın halis bir hayır olmayacağına, bilakis nakıs ve bulanık bir hayır olacağına işaret etmektedir.” İbnu Hacer açıklamalarına devamla, Ebu Ubeyd´in şöyle dediğini kaydeder: “Bu hadisteki muradı bir başka hadis açıklamaktadır: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bir diğer sözü şudur: “İnsanların kalpleri bir daha eski halleri üzerine rücû etmez.”
İbnu Hacer, bu açıklamalardan sonra: “Sanki mâna, “insanların kalbi artık birbirine karşı halisâne olamaz” gibidir” der.
Nevevî´nin açıklamaları da İbnu Hacer´den kaydettiklerimize benzer.[123]
3- Giren Çıkamaz
Birkısım hadisler, mü´mini fitneye karşı uyarma vazifesini yapmak için, onun ölümü aratacak kadar kötülüğünü ortaya koyarken, bir de, bir girenin bir daha çıkamayacağı yönünün bulunduğunu belirtmektedir. Bu artık o fitnenin iradeleri yenen menhûs zevkinden midir, yoksa fitne teşkilatının (zîra az ilerde bir teşkilat olma durumuna temas edilecektir) baskısı sebebiyle midir, daha başka sebeplerden midir, bu nokta belirtilmiyor. Ama netice şudur: Fitneye giren çıkamıyor. Ebu Hüreyre haber vermektedir: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: “Sağır, dilsiz, kör bir fitne olacak. Kim ona yaklaşırsa, o da bunu kendine çekecek…” Şarihler, bu hadisten fitneye girenlerin hakla bâtılı ayırmaktan uzak kalacaklarını, kendilerine yapılan nasihata, emr-i bi´lma´rûf ile nehy-i ani´lmünkere kulak vermeyeceklerini, hakkı söyleyenlerin bela ve cefalara mâruz kalacağını, fitneye bir parça meyledenleri kendisine şiddetle çekeceğini vs. anlamaktadırlar. [124]
4- Fitne , Fikrî Gruplaşmadır
Bazı hadislerden Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in ümmetin dikkatini çekmeye çalıştığı büyük fitnelerin dine zıt olan fikrî cereyanlar sebebiyle ortaya çıkacağı anlaşılmaktadır. Burada “dine zıt” kaydını bilhassa tebarüz ettirmek isteriz. Zîra, gayesi Allah´ın rızasını tahsil, hedefi dine hizmet, sünneti ihya olan ve davranışlarında, düşüncelerinde Kur´an ve sünnetin düsturlarından ayrılmayan bir kısım dinî gruplaşmalar her devirde olagelmiştir ve olacaktır da. Hak mezhepler, hak tarikatlar bu söylediğimize misaldir. Birbirlerine hasmane tavır almadıkları, hayırda yarışma vasfını kaybetmedikleri müddetçe bu çeşit gruplaşmaların Kur´an ve sünnetin ruhuna aykırı olmayıp, bilakis muvafık düştüğünü belirterek mevzumuzla alâkalı hadisi kaydediyoruz:
Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Fitne insanların kalbine hasır misali çöp çöp konur. Hangi kalbte, bundan içirilirse onda siyah bir nokta hasıl olur, hangi kalp de bunu reddederse onda da beyaz bir leke hasıl olur. Böylece (cemiyetin fertleri) iki gruba ayrılır. Bir grubun kalbi düz (ve parlak) bir taş gibi beyazdır. Bunlara arz ve semavat baki kaldıkça fitne zarar vermez. Diğer grubun kalbi siyahtır, bulanıktır, tıpkı (ateşte) kararmış tencere gibidir. Ne iyiyi iyi, ne kötüyü kötü kabul eder (cemiyetin hiçbir mânevî değerlerini tanımaz). Hevayı nefsinden kendisine ne telkin edilirse onu bilir…”
Burada, belli bir fikir sistemi, belli bir görüşe şartlanan insanların tasvir edildiği pek açıktır. Zîra batıl gruplaşmalara dahil olan kimseler için, kendi sistemlerinin, kendi teşkilatlarının iyi dediği dışında iyi, kötü dediği dışında kötü mevcut değildir. Veya bunun dışında bir değer kabul etme hürriyetine sahip değildirler. Hadisteki “hevayı nefsinden ne telkin edilirse” cümlesini, “teşkilattan ne telkin edilirse” şeklinde anlamamıza hiçbir mani yoktur. Çünkü, İlahî ölçülerle değerlendirilmeyen ve ona zıt düşen her şey “heva”dır, bu kimden gelirse gelsin farketmez. Hatta Kur´an-ı Kerim´de böylelerinin “hevasını ilahlaştırmakla” itham edildiğini görürüz[125].[126]
5- Yalan Artar
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), zina, hırsızlık, içki gibi fenalığı herkesçe müsellem olan içtimâî afetlerden de beter ilan edip mü´-min ve Müslümanlık vasfı ile bağdaştıramadığı yalan (ve iftiranın) fitne zamanında son derece artacağına dikkat çekiyor. Yüzde doksanı yalana dayanan günümüz siyasî hayatının hakiki değerlendirmesini mü´minlerin isabetle yapabilmesi için Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın bu ikazına da muhtacız. Zîra hemen hemen yalan ve iftira üzerine oturtulmuş olan günümüz siyasetinin girmediği Müslüman aile kalmamıştır.
Hz. Peygamberin kıyamet fitnesi zuhur ettiği zaman artacağını haber verdiği “herc”in ne olduğu sorulunca, İbnu Mes´ud´dan gelen bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı vermiştir: “el-Katlu ve´lkizbu” yani “artacak olan herc´ten maksad haksız yere adam öldürmek ve yalan söylemektir.”[127]
6- Gerçeklerin İstismarı
Fitne hakkındaki bazı hadislerde, fitne hengâmında, fitnecilerin hep yalan dolanla, batıl sözlerle hareket etmeyip, birkısım gerçeklere de yer verecekleri, daha doğrusu, birkısım hakikatları suret-i haktan görünerek kendi batıl davaları lehine istismar edecekleri beyan edilmektedir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu noktayı, ümmeti için en ziyade korktuğu üç şeyden birini “Kur´an-ı Kerim´i bilen münafık” olarak ifade ederek tebarüz ettirir. Bu hususu işleyen muhtelif hadislerden biri şöyledir: “Ben ümmetim için ne mü´minden ne de müşrikten korkarım. Zîra mü´mini, onun imanı kötülük yapmaktan alıkoyar müşriği de küfrü durdurur. Fakat bütün korkum, âlim olan münafıktandır. Hoşunuza gidecek, te´yid edeceğiniz şeyleri söylerler, size zarar verecek işler yaparlar.” Hz. Peygamberin mükerreren ifade ettikleri endişe, saf Müslümanların, masum ve iyi niyetli kimselerin, cazip ve parlak sözlerle münafık, ikiyüzlü, tahripkâr, fitneci kimselerce aldatılmasıdır. Bu meseleye en canlı misal, Hz. Ali ile Haricîler arasında cereyan eden bir konuşmadır. Haricîler, halife ve hükümdarın varlığına lüzum olmadığı hususundaki akidelerine delil olarak, Kur´an´dan iktibas ederek “Lâ hükme illâ lillah” yani “Hüküm ancak Allah´ındır” cümlesini kendilerine slogan yapmışlardır. Hz. Ali, bunu işitince şu cevabı verdi: “Bu, doğru bir sözdür. Ancak bâtıl adına söylenmiştir.”
Sadece Haricîler değil, ta Abdullah İbnu Sebe ile başlayıp Karmatîler, Rafizîler, İsmailîler vs. günümüze kadar devam eden bütün fitne hareketleri dinî sloganlarla ortaya çıkmışlardır. Kur´an´ı inkâr değil istedikleri şekilde te´vil ederek cahilleri aldatmışlardır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), “Kur´an´ı bilen münafık” tehlikesine karşı yaptığı uyarı ile, bu canipten gelecek fitnelere parmak basmış olmaktadır. Dindarlığı laftan ibaret kalıp, amele intikal etmeyenlerin durumundan az ileride ayrıca söz edeceğiz.[128]
7- Herkes Kendi Görüşünü Beğenir
Hadislerde zikredilen fitne alametlerinden biri de, herkesin kendi görüşünü benimsemesidir. 4758 numaralı hadiste geçtiği üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) mü´minin cemiyet hâdiselerine karışmayarak, kendi hanesine çekilmesini gerektiren durumları sayarken, bilhassa rey sahiplerinin sadece kendi reylerinden (görüşlerinden) hoşlanmasını (yani -ulemanın açıklamasıyla- Kitap, sünnet ve icma tarikiyle gelen hükümlere bakmaksızın, Sahabe ve Tabiin gibi selef-i salihine uymayı terkederek, kendi hevasına göre hüküm yürütmesini) de zikreder.[129]
8- Cehalet Artar
“Oku” emri ve kalemin övülmesiyle başlayan İslam´ın en ziyade ehemmiyet verdiği şeylerden biri ilimdir. Mü´min için, imandan sonra ilim gelmelidir. Dini yaşamak, korumak, düşmana galebe çalmak, vs. hep ilimle mümkündür. Hakiki ilmin olduğu yerde din vardır. İman vardır. Allah korkusu vardır. Kur´an-ı Kerim: “Kullar arasında Allah´tan en ziyade korkanların ilim sahipleri” (Fatır 28) olduğunu bildirir. İçki, kumar, ihtikar, zina, yalan, sefalet, fakirlerin ezilmesi gibi bütün içtimâî bozuklukların temelinde Allah korkusunun yokluğunun yatmakta olduğunu kim inkâr edebilir Ayet, Allah korkusunu ilme bağladığına göre, düzensizliğin olduğu yerde ilmin kalkmış, cehaletin artmış olması gerekir. Nitekim, muhtelif hadislerde bu husus, herhangi bir tekellüf ve dolaylı ifadeye ihtiyaç bırakmayacak şekilde açık olarak beyan edilir: “Kıyametten önce gelecek fitne devrinde ilim gider, cehalet gelir…”[130]
9- Şaşkınlık
4767 numarada kaydettiğimiz Huzeyfe hadisinden çıkaracağımız bir diğer hüküm, fitne zamanında insanların hakkı batıldan ayırma hususunda geçirecekleri şaşkınlıktır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından fitnenin kör ve sağır olarak tavsifi, alimlerin, birkısım fitne esnasında insanların şaşkınlık içerisinde kalarak sağduyuları ile hareket edemeyecekleri yorumuna varmalarına sebep olmuştur. Hatta Huzeyfe´ den Üsdü´l-Gâbe´de gelen bir başka rivayette, Huzeyfe´nin sözkonusu durumu “fitnenin en dehşetlisi” olarak tavsif ettiğini görürüz: “Bir adam Huzeyfe´ye “hangi fitne daha fenadır ” diye sorunca şu cevabı verdi: “Sen hayır ve şer her ikisine birlikte maruz kaldığın zaman hangisini tercih edeceğini bilememendir.”
Aslında insanlar mükerremdir, fıtratı icabı hakkı, doğruyu arar. Üstelik Müslümanların ferasetleriyle, imanın verdiği sağduyu ve sezgi hakkı ile temyizde zorluk çekmeyecekleri Hz. Peygamber tarafından müjdelenmiştir: “Mü´minlerin ferasetinden kaçının. Zîra onlar, Allah´ın nuru ile görür.” Bu hadisin, bir ayeti (Hicr 75) tefsir sadedinde irad edildiği de gözönüne alınınca, insanlardaki sağduyunun ehemmiyeti anlaşılır. Bütün bunlara rağmen, fitnenin vasıflarından biri olarak hakla batılı tefrik ettirmeyecek umumî bir şaşkınlığa dikkat çekilmesi, o sırada yaşanacak şartların ağırlığını vurgulamayı gaye edinmiş olmalıdır. Söylediğimiz gibi bu şaşkınlık, bu mefluciyata fitnenin, insanın iradesini elinden alan bir baskı ve korku gücüne sahip disiplinli bir teşkilat eliyle yürütülmesinden midir, yoksa büyük güce sahip propaganda merkezlerinin efkâr-ı umumiyeyi iğfal etmesinden midir kesin bir şey söylenemez. Zamandan zamana mekandan mekana bunlardan biri veya bir başkası veya hepsinin birden rol oynayabileceği açıktır.[131]
10- Din-Sultan Ayrılığı:
İslam dini, dünya işleriyle ahiret işlerini birbirinden ayrı mütalaa etmez. Mü´minin beşerî hayatını ilgilendiren her şey, aynı zamanda dini de ilgilendirir. Bu sebeple şu ameller dinî, şu ameller gayr-ı dinî denemez. Fıkıh kitapları mü´minin amellerini dinî ameller dünyevî ameller diye ayırmaz; ibadat, muamelat vs. şeklinde ayırır ve muamelât zımnında zikrettiği ticaret, ziraat, nikah gibi meseleleri de, ibadat zımnında zikrettiği namaz, oruç gibi meselelerle aynı değerde dinî kabul eder. Zîra hepsi hususunda İlahî emirler, İlahî ölçüler gelmiştir.Sözgelimi, sathî bir nazarla, namaz ve oruca nisbetle gayr-ı dinî olduğu söylenebilecek bir nevi vergi olan zekat ile namazı Kur´an-ı Kerim, çoğu kere yan yana ve beraber zikreder: “Namaz kılın, zekat verin” der.[132]
Hz. Pegyamber daha da ileri giderek, farzlara riayet eden bir Müslümanın, haram olmayan her çeşit günlük muamelâtının, uyumak, yemek yemek ve hatta zevcî muamelede bulunmak nevinden olsun, hepsinin ibadet olacağını söylemiştir.
Bu dünya-ahiret ayrılmazlığının sonucu olarak İslam´da devlet reisliği müessesesi aynı zamanda dinî reisliği de temsil eder. Devlet reislerinin dinin tatbikatına müteallik vazife ve mesuliyetlerden kendilerini uzak tutmaları din açısından bir fitne olarak değerlendirilmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bir hadiste şöyle buyurur: “İhsan ihsanlık vasfını korudukça kabul edin. Fakat bu, dine karşı rüşvet mahiyetini alınca reddedin, almayın. (Maalesef) bunu terketmeyeceksiniz. Dine karşı rüşveti terketmekten sizi alıkoyan şey korku ve fakirliktir. Haberiniz olsun, iman çarkı (ilelebed) dönecektir. Bu çark her nerede dönüyorsa Allah´ın kitabına uygun olarak dönderin. Haberiniz olsun sultan ve kitap birbirinden ayrılacaktır. Sakın sakın siz Kitap´tan ayrılmayın. Haberiniz olsun başınıza öyleleri reis (emîr) olarak geçecek ki, (kendileri için hükmettiklerini sizin için hükmetmeyecekler), onlara itaat etseniz sizi dalalet ve sapıklığa atarlar, itaat etmeyip isyan etseniz, sizi öldürürler.” Cemaatten bazıları sordu. “Ey Allah´ın Resûlü! Pekâla ne yapalım ” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Hz. İsa´nın ümmeti gibi yapın. Onlar, ateşe atıldılar, testerelerle biçildiler (fakat dinlerinden dönmediler). Allah´ın taati uğruna ölmek Allah´a isyan içinde yaşamaktan daha hayırlıdır.”
Bu ihbarlar, İslam tarihinde, değişik beldelerde, farklı zamanlarda kerratla vaki olmuştur. Ahirzamanda çıkıp dinden kopacak umerayı (idarecileri) tanıtma maksadıyla irad buyrulan bir diğer hadiste şöyle buyurulur: “(Benden sonra) birkısım umera gelecek. Onların batıl sözlerine itiraz edilemez. Bunlar kendilerini şapır şapır ateşe atarlar. Dalalet ve ateşe gitmede birbirlerini takip ederler.” Hadisi rivayet eden Hz.Muaviye (radıyallahu anh), halkın itiraz etmesi gereken gayr-i adil bir hükmü, aynı camide aynı cemaate üç cuma üst üste hutbede tekrar eder. Üçüncü seferinde bir itiraz yükselince, kendisinin o zümreden olmadığına hükmederek sevinir ve itiraz eden kimseye iltifatta bulunur.[133]
11- Din Lafta Kalır
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in haber verdiği fitne devri gelince din bir isim, resim ve şekilden ibaret kalacaktır. Bir kısım rivayetlerden anlaşılan budur. Dinî emirlerin talim, tatbik ve icralarının gerçekleşmesi için gerekli olan vazifelerin ihmali ve hazırlanması icabeden şartların terki halinde lüzumlu olan müeyyide ortadan kalkınca dinin şekilden ve laftan ibaret kalacağı açıktır ve tabiî bir sonuçtur.
Nitekim hadisler birkısım fitneleri çıkaranların talim ve terbiye gibi her çeşit dinî formasyondan mahrum gençlerden oluşacağını haber verir. Bunlardan, Hz. Ali´nin rivayet ettiği mühim bir tanesinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), şöyle haber verir: “Ahirzamanda öyle bir zümre zuhur edecek ki, bunlar yaşça genç, akılca kıttırlar. Bunlar konuştukları zaman mahlukatın en hayırlı sözünden (yani Kur´an-ı Kerim´den ve hadis-i şeriften) bahsederler. Kur´an-ı Kerim´in kendi lehlerine olduğunu zannederler. Halbuki kendilerinin aleyhinedir. Ancak imanları gırtlaklarından öte geçmez. Okun hedefi delip geçmesi gibi, dine girip çıkarlar.”
Yani bugünün tabiratına dökecek olursak, hadisin haber verdiği güruh, sistemli ve köklü bilgilerden mahrum, bir kısım sloganlar ezberletilmiş, akıldan çok his ve heyecana tabi, düşüncesi kıt gençlerdir. Bunlar kendilerine telkin edilip ezberletilen sloganlarla heyecana gelip, tahrik edilirler. Sloganlar ise, en dindar kimselerin bile hoşuna gidecek güzel sözlerdir. Kur´andan bir ayet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´den bir hadistir. Ancak, bu sloganların yaşayışlarına tesiri yoktur. Şarihlerin belirttiği üzere, bunlar lafta inandıklarını söylerler, kalpleriyle inanmazlar. Zahiren güzel sözler söylerler, hakikat-ı halde söylediklerine muhalif hareket ederler.
Şu hadiste ise bunların asıl maksatlarının dünyalık (mal, mevki, şöhret, iktidar vs.) olduğu, dini ise, bu maksatla istismar için ağızlarına aldıkları daha sarih olarak ifade edilmektedir: “Ahirzamanda bir grup insan türeyecek ki, bunlar dinle dünyayı talep edecekler. İnsanlara karşı yumuşak (dindar, dünyayı terketmiş) görünmek için koyun postuna bürünürler. Dilleri şekerden tatlıdır. Kalpleri ise, canavarların kalbi gibidir. Allah onlara şöyle der: “Bana karşı laubalilikte mi bulunuyorsunuz! Şanıma ve azametime kasem olsun ki, ben onlara, kendilerinden (çıkaracağım) öyle bir fitne göndereceğim ki, (değil fiilen fenalıkları işleyenler) içlerindeki iyiler bile şaşkına dönecekler (ne def edebilecekler, ne de ondan paçalarını kurtarabilecekler).”[134]
12- Dinin Tatbikatı Zorlaşır
Ahirzaman fitnesinin, hadislerde ifade edilen en bariz ve en mühim vasıflarından biri, dine karşı olmasıdır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın geleceğe ve bilhassa Deccal fitnesine ait ihbarlarda kullandığı teşbihli üslup ve ifadelerden şöyle bir mâna çıkarmak mümkündür: Ahirzamanda ortaya çıkacak birkısım beşerî (hümanist) görüşler ve değerler, dinin yerini almaya çalışacaktır. Kendisine resmen din demese bile ortaya atacağı sistemi, kurmaya çalışacağı nizamıyla akide nokta-i nazarından aynen bir din hüviyetini alacaktır. Öyle bir din ki, kendi dışında kalanlara hayat hakkı tanımayan, diğer dinlerde mevcut olan kendini hak başkalarını batıl ilan eden kıskançlık ve taassuba fazlasıyla sahip yeni bir din. Bu yeni din beşer üstünde mevcut her çeşit İlâhî sultayı kaldırmak amacıyla inkar-ı uluhiyeti akidesine temel yapar. Her çeşit dinî değerin yerine beşerî bir put (heva) dikmeye çalışır. Temel ma´budu madde ve insan olan ladinî bir dindir. Nitekim, komünizmin bu mahiyette olduğu birçok müellifce vurgulanmıştır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu beşerî, bu ârızî ve materyalist sistemin, beşerin hevayı nefsini putlaştırıp ilahlaştırmakla kalmayıp, İlahî dinle, İslamiyet ile de mücadele edip, ortadan kaldırmaya çalışacağını mü´min ile Müslüman olanları, çeşitli hakaretlere maruz bırakacağını ifade ediyor ki, bunların geçmiş zamanlarda ve hatta günümüzde aynen çıktığını söyleyebiliriz. Komünizmin girdiği yerlerde başta Müslümanlar olmak üzere bütün klasik dinlere inananların çektikleri cümlenin malumudur.
İşte Hz. Peygamber, dinini tatbik edebilmek için hakim durumdaki düşman güçlerle mücadele gibi fevkalade, fevkalbeşer şartlara maruz bu “çetin şartlar devri Müslümanı”nı takviye ve teşvik etmeye tebliğatında hususi bir yer vermiştir. “İnsanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, o devirde dini üzerine sabretmek, elinde ateş tutmak gibi zordur. Çünkü o devirde mü´min (öyle hakaretlere maruz kalır ki) davarından daha zelil, (daha haysiyetsiz) bir duruma düşer. Bu hakaret ve baskıya birçok insan dayanamaz. Zayıf olanlar, fire vererek, beş paralık menfaat için din ve mukaddesatından rüşvet verme durumuna düşer. Gündüz ve gecelerin akması öyle devir getirecektir ki, o zaman biri kalkıp alenen: “Bir avuç menfati için bize din (ve mukaddesatını) kim satacak ” diye sorar. Bu soruş boşa değildir de: “Birçokları dinlerini çok az bir dünya malı karşılığında satar.”
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu zor şartlar alında dini tatbikatın diğer zamanlardakine nazaran çok daha değerli olduğunu ifade eder: “Herc, fitne ve insanların ahvalindeki ihtilat ve karışıklıklar zamanında ibadet tıpkı bana hicret etmek gibi büyük sevaba vesiledir.” Bir başka rivayette Hz. Peygamber, fitne devrindeki şartların ağırlığını ifade için Ashabına şu hitapta bulunur: “Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, sizden biri emredilenlerin onda birini terketse helak olur. Fakat arkadan öyle bir devir gelecek ki, her kim, emredilenlerin onda birini yapsa kurtuluşa erecek.”
4758 numarada kaydedilen hadiste, zor fitne şartlarında dinî salabetini muhafaza edebilenlere normal şartlarda yapılan ibadetin sevapça elli misli vaadedilir: Hz. Peygamber: “Siz kendi nefislerinizi (ıslah etmeye) bakın” ayetiyle alâkalı bir soru üzerine Ebu Sa´lebe´ye yaptığı açıklama sırasında sözlerini şöyle bitirir: “…Zira, önünüzde “sabır günleri” var. O zaman sabır, elde ateş tutmak gibidir. O vakit, dini tatbik eden bir kimsenin (amilin) ücreti, onun gibi çalışan elli kişinin ücretine denktir…”” “Bu onlardan elli kişinin ücreti mi ” diye bir kişi sorunca, Hz. Peygamber: “Bizden elli kişinin ücreti” diye tasrih eder.[135]
13- İrtidat Artar
Dinin ta´lim, tedris ve tatbiki resmî himaye ve müeyyideden mahrum kalmaktan öte dindarlar baskı ve hakaretlere de maruz kalınca bunun tabii bir sonucu olarak din hususunda bilgisizlik ve sathîlik ortaya çıkacaktır. Şüphesiz, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in haber verdiği bu durumlar tesadüfi, arizî durumlar değildir. Dine karşı yürütülen bütün bu menfi durumlar, şuurlu, sistemli ve planlıdır. Öyle ise, dine karşı cehaletle birlikte, dini insanlar nazarında düşürmek maksadıyla dine karşı aleyhte propaganda da yapılacaktır.
Şu halde gerçek din bilgisinden mahrumiyete, dinle alâkalı kasıtlı yanlış bilgiler, aleyhte propaganda ve dindarlara baskı ve istihkar da eklenince insanların dinle olan bağı son derece zayıflayacak demektir. O kadar ki, bazan ferdî, bazan da kitle halinde irtidatlar, dinden çıkma vakaları olacaktır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in fitne ile alâkalı bir kısım beyanları bu söylediklerimizi tasvir eder. Hz. Cabir (radıyallahu anh), Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in: “İnsanlar bu dine kitleler halinde girdiler ve kitleler halinde de çıkacaklar” dediğini ağlayarak anlatır. Hz. Aişe´nin Müslim´de gelen bir rivayetinde de Hz. Peygamber: “Gece ve gündüzün akışı Lat ve Uzza´ya ibadeti getirecektir” der. Müslim´in diğer bir rivayetinde Devslilerin “Zülhalasa” adındaki cahiliye putlarını ihya edecekleri belirtilir. Lat, Uzza, Zülhalasa adlarındaki meşhur cahiliye putlarının Resulullah devrinde param parça edildiği gözönüne alınırsa, bu hadisle, insanların elleriyle yapıp diktikleri putlara, perestiş, ibadet mânasını taşıyan ta´zim ve hürmet göstereceklerinin ifade edildiği anlaşılır. Bu mânayı teyid eden bir başka hadiste: “Putlar tekrar dikilmedikçe kıyamet kopmaz. Bunu ilk yapacak olan da Tihâme´den bir kal´a ehlidir” denilir.
Şu rivayet, kıyamete yakın çıkacak bu dinî gerilemeleri cehle bağlar: “Öyle fitneler olacak ki, o zamanda birkimse, mü´min olarak sabahladığı halde, kafir olarak akşamlar. Allah´ın ilim (vermek sureti) ile ihya edip hayatlandırdıkları müstesna (onlar imanlarını kolay kolay kaybetmezler).” Hadiste geçen “Allah´ın ilim ile ihya ettikleri müstesna” tabiri, bu irtidatların asıl sebebinin cehalet olduğuna dair yukarıda söylemiş bulunduğumuz hususu te´yid eder.
Keza, şu müteakip rivayette zikredilen: “Dini fiilen tatbik etmede acele davranın..” kaydı da fitnenin çıkış sebebinin dindeki gevşeklik olduğu, fiilen, ciddî şekilde tatbik eden fertlere fitnenin zarar vermeyeceğini ifade etmektedir. “Zifiri gece karanlığı gibi çökecek fitneler gelmeden dini fiilen tatbik etmede acele davranın. (Fitne gelince) kişi mü´min olarak sabahlar da kâfir olarak akşamlar, mü´min olarak akşamlar da kafir olarak sabahlar. Bir kısmı, çok az bir dünya menfaati mukabilinde dinini satar.”
Akşamdan sabaha veya sabahtan akşama insanlarda meydana gelen bu süratli değişmelerin sadece dinî temel nasslarda, akidelerde kalmayıp beşerî vicdanlarda bulunması gereken her çeşit değerlere sirayet ettiğini muhtelif rivayetler te´yid eder. Bunlardan birinde: “…Kişi kardeşinin kanını, ırzını ve malını haram bilerek sabahlar da, kardeşinin kanını, ırzını ve malını helal addederek akşamlar” buyrulur.[136]
14- Zenginlik Artar
Bazı hadislerden kıyamete yakın bütün insanlara şamil fevkalade bir zenginliğin geleceği ifade edilir. Ancak bu zenginlik kıyamet alâmeti olması sebebiyle bir fitnedir, en azından bir fitnenin sebebidir. Belki de daha önce zikri geçen “refah fitnesi”dir.
Her halukarda mükerrer hadislerde kıyamete yakın, zekat kabul edecek bir kimse bulunmayacak derecede umumi bir bolluk mevzubahistir: “Ahirzamanda ümmetim içerisinde bir halife zuhur edecek. Bu halife malı öyle dağıtacak ki, hesabını bile tutmayacak.” Buharî´nin bir rivayetinde malı hesapsızca dağıtacak olan kimse Hz. İsa´dır: “Hz. İsa çıkınca malı cömertçe dağıtır, ama kimse bunu kabul etmez.”
Bir diğer rivayette de “Sizden birinin sadaka vermek üzere çıkıp, kabul edecek kimseyi bulamayacağı gün gelmezden önce kıyamet kopmaz” denir. [137]
15- Cimrilik Artar:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), insanoğlunun madde karşısında hususi bir zaafı olduğuna fazlaca dikkat çeker. Yaratılışından gelen bir hırsla, ölünceye kadar bu tamahkârlığın devam edeceğini belirtir: “İnsanoğlu ne kadar yaşlansa da ondaki iki arzu genç kalır. Yaşamak arzusu ve madde arzusu.” “İnsana iki vadi dolusu altın verilse bir üçüncüyü ister, onun iç boşluğunu ancak toprak doyurur.”
Ondaki bu zaaf şer´î ölçülerle disiplin altına alınmaz, terbiyeden geçirilmezse birkısım içtimâî bozukluklara sebep olur. Bu mal hırsının marazî tezahürlerinden biri cimriliktir. Cimrilik ve mal düşkünlüğüne, bazı fertlere has münferid vak´alar olarak her devirde her cemiyette rastlanır ise de, bunun bir cemiyette umumi ve yaygın bir hal alması normal değildir. Böyle bir durumun bir cemiyette zuhuru, bir kısım içtimâî bozuklukların had safhaya ulaştığının delili ve alâmeti olmalıdır. Hatta Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), cimriliğin yaygınlaşma halini, emr-i bi´lmarufun fayda yerine zarar vereceği ve bu sebeple onu da terk etmeyi gerektiren bir mi´yar olarak değerlendirir: “..İrşad işini bırakmayın. Aksine ma´rufa uyun, münkeri nehyedin. Ancak, ne zaman mucibiyle amel edilen bir cimrilik peşinden gidilen hevesat görür, inanların (mal, mevki gibi menfaatlere aldanarak) dünyayı ahirete tercih ettiklerine, rey sahiplerinin (Kur´an, hadis ve icmayı bir tarafa iterek) kendi rey ve düşüncelerini beğendiklerine şahit olursan sen o zaman, kendi başının çaresine bak, başkasıyla uğraşmaktan vazgeç.” 4758 numarada geçen bu hadisten, daha önce temas ettiğimiz sebeplerden ileri gelen içtimâî bozukluklarla birlikte cimriliğin de yaygınlaşacağını anlamaktayız.[138]
16- Asiller Öldürülür, Meydan Adilere Kalır
Bir kısım hadisler, fitnede rol oynayacak kimselerin, birinci derecede gençler olduğunu ifade ederken, diğer bir kısım hadisler dahi asaletli, emin, dindar kişilerin helak olacağını bunların yerini gayr-ı mûtemed, hain, çapulcu ve sefih kimselerin alacağını vurgular. Dinsultan ayrılığı, dinin devlet himayesinin dışında bırakılması, dindarlığın elde ateş tutmak kadar zorlaşması gibi birbirini tamamlayan ve takip eden vakaların gelişmesinin tabii bir sonucu olarak cemiyette ortaya çıkacak olan bu durum, 5036 numarada kaydedeceğimiz bir Tirmizî rivayetinde şöyle ifade edilir: “Dünyada insanların en bahtiyarlarını (malca en zengin, yaşayışça en müreffeh, makamca en üstün, nüfuzca en kavi) en adi kimseler teşkil etmedikçe kıyamet kopmaz.”
Hadiste mevzubahs edilen adiliğin neseb ve haseb yönünden olduğu, kullanılan kelimenin nesebi bilinmeyen ahlakî kemâli duyulmayan kimse mânasını da ifade ettiği şarihlerce belirtilir.
Taberânî´nin bir tahricinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: “Fuhuş ve cimrilik ortalığı sarmadıkça, emin ve güvenilir kimseler aşağılanıp, hainlere itimat edilmedikçe, “vuûl” olanlar helak olup, “tuhût” olanlar zuhur etmedikçe kıyamet kopmaz.” Dinleyenler sorar: “Ey Allah´ın Resûlü, “vuûl” ve “tuhût” da ne demek ” Cevaben: “Vuûl, insanların ileri gelenleridir, eşrafıdır. Tuhût ise, insanların en düşük olanlarıdır, ayak altında bulunan (adı sanı duyulmamış) bilinmeyen kimselerdir” der. Hadisin bir başka veçhinde tuhut, adi, düşük ailelerden gelen kimseler olarak açıklanır.
Müslim´de kıyamete yakın vukua gelecek hâdiseleri tasvir eden bir rivayette, şu açıklamaya da rastlarız: “Geriye insanların şerirleri kalır. Bunlar (şerlere ve şehvani hedeflere koşmada) kuşlara, (birbirlerine zulüm ve düşmanlıkta) vahşi hayvanlara benzerler.”
Hadis kitaplarında “Cibril hadisi” olarak şöhret kazanan meşhur rivayette, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) kendisine kıyamet alametlerini soran Cebrail aleyhisselam´a, diğer bazı alametler meyanında şunu da zikreder: “..Yalın ayak başı kabak (halktan gelme, asaletsiz) kimselerin insanlara baş olmaları kıyamet alâmetlerindendir.”
Daha önce fitnenin çeşitlerinden bahsederken kaydettiğimiz bir hadiste, refahtan hasıl olan fitneden sonra insanların, ilmi ve fikri nakıs olduğu için gayr-ı ehil, kararsız bir kimsenin etrafında toplanarak, sulha kavuşacaklarının beyan edildiğini görmüştük. Bu rivayet de fitneden sonra ehliyetsizlerin, zorla, hile ile başa geçeceklerini ifade eder.
Rivayetlerin hepsini zikretmeye gerek yok. Kaydedilenler bize gösteriyor ki, ahirzamanda çeşitli içtimâî bozuklukların neticesi olarak insanlar umumiyetle bozulacak ve kendilerine uygun olarak, bozuk kimseler başlarına geçecektir; “Her bir kabileyi (milleti) o kabilenin münafıkları sevk ve idare etmedikçe kıyamet kopmaz.”[139]
17- Fitnede Gençler Rol Oynar
Yukarıda kaydedilen bir hadiste, en azından bir kısım mühim fitnelerde, tecrübesiz ve kıt düşünceli gençlerin birinci derecede rol oynayacağı, bunların herkesçe makbul ve müsellem olan güzel sözler, ayet ve hadisten alınma parlak düsturlarla ortaya çıkacakları, ancak sözleriyle amellerinin bir ilgisinin olmayacağı belirtilmiştir.
Daha başka hadislerde de, içtimâî ve siyasî hayatta gençlerin birinci planda yer aldıkları devirlerde fitne ve fesadın, emr-i bi´lmaruf gibi şartlara göre farz-ı ayn sayılacak kadar değer kazanmış, son derece mühim bir vazifenin “terkini gerektirecek”, defalarca yasaklanmış olan “ölümü isteme”yi meşru kılacak kadar ileri ölçülere varacağı ifade edilmekte, “umera çocuklardan olduğu müddetçe yeryüzünden lanetin kalkmayacağı” belirtilmektedir. Bu mânayı te´yid eden şu hadis de ziyadesiyle manidardır: “Kıyamet alametlerinden biri de ilmin gençler nezdinde aranmasıdır.” Şu rivayet de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´ in bu mevzudaki mühim uyarı ve tenbihlerinden biri olmalıdır: “Hz. Peygamber bir defasında “Çocukların emîrliğinden Allah´a sığınırım” der. Yanındakiler: “Çocukların emîrliği de nedir ” diye sorarlar. Şu cevabı verir: “Onlara itaat etseniz (dininizde) helak olursunuz Şayet isyan etseniz sizi(n dünyanızı) helak ederler; ya malınızı, ya canınızı ya da her ikisini almak suretiyle.”
Bizzat Buhârî´de gelen bir rivayette, ümmet-i Muhammed´in helakının Kureyş kabilesinden emîrliğe geçecek çocuklar (gençler) yüzünden geleceği belirtilmiştir. Şarihler aynıyla vaki olduğunu misallerle te´yid ederler.[140]
18- Katl (Öldürme) Vakaları Artar
Bidayette de belirttiğimiz üzere, fitnede artacağı belirtilen “herç” ölüm demektir. Şu halde fitnelerin en bariz vasıflarından biri öldürme vakalarının artmasıdır. Fitne sırasında kardeş kardeşi öldürecek demektir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Müslümanların bu davranışlara düşmemeleri için, fitnenin bilhasa bu yönüne fazlaca dikkat çekmiştir. Pek çok hadiste görüldüğü üzere, fitneye karışmamayı ısrarla tavsiye edişten maksad, haksız yere kan dökme amellerinden korumayı sağlamaktır. “…Zîra kişi Müslüman cephesinde olduğu halde, kardeşinin malını yer, kanını döker ve Rabbine isyan eder, hâlıkını inkâr eder ve kendisine cehennem şart olur.”
Fitnede, haksız yere katl vakalarının, kardeşin kardeşi öldürme hâdiselerinin çokca artacağını ifade eden hadisler çoktur. Burada daha önce 4760 numarada zikrettiğimiz hadisin bir parçasını hatırlamakla yetiniyoruz: “Ey Ebu Zerr, haberin ola. Ölüm insanlara öylesine çok gelecek ki, kabirler hizmetçi ve köleler tarafından inşa edilecek.” Bir Sahiheyn hadisinde “herc artmadıkça kıyamet kopmaz” buyuran Resulullah, “Herc nedir ” sorusuna, “Öldürme, öldürme (katl)!” diye cevap verir.[141]
19- Teşkilatlar Adına Öldürme
Fitneyi tasvir zımnında ifade edilen en enteresan hadislerden biri 4780 numarada kaydedilen hadistir: “Nefsimi kudret elinde tutan Allah´a kasem ederim ki, insanlar öyle bir devir yaşayacaklar ki, katil niçin öldürdüğünü, maktul niçin öldürüldüğünü bilmeyecek.” “Bu nasıl olacak ” diye sorulduğu zaman Hz. Peygamber şu açıklamayı yapar: “İşte bu herçtir. (Buna bulaştıktan sonra) ölen de öldüren de ateştedir.”
Biz bu hadisi, fitne üzerine söylenen enteresan hadislerden biri olarak tavsif ettik. Çünkü, bilhassa memleketimizin yaşamış bulunduğu durumu tasvir etmektedir. Birtakım gizli teşkilatlar tarafından yürütülen anarşik hadiselerde kullanılan şahıslar, kendilerine verilen vazifeyi yapmak zorundadır, sebebini, niçinini soramaz. Mesela halkı yıldırmayı hedef alan bir çok vakada, gelişigüzel kalabalık üzerine, otobüs durağında bekleyenlere yaylım ateşi açılmaktan çekinilmemiştir.
Teşkilatlar adına işlenen ve para mukabili adam öldüren klasik tipteki kiralık katillerden daha gayesiz katiller tarafından sahneye konan bu cinayetleri Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): “Öldüren niçin öldürdüğünü, ölen niçin öldüğünü bilemez” şeklinde ifade etmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bu hadiste, hassaten teşkilatlarca tertiplenen anarşist cinayetleri tasvir ettiğini te´yid etmek için bu çeşit cinayetleri tahlil eden bir Batılının şu satırlarına göz atalım: “Anarşist cinayet, siyasî cinayetlerden farklıdır. Kurbanın katil nazarında gerçekten suçlu olması mühim değildir. Hatta kurban suçsuz olduğu nisbette anarşik cinayetin daha mükemmel olduğu söylenebilir. Nitekim bu cinayetlerde mühim olan, tedhiş vasıtasıyla halk üzerinde yılgınlık hasıl etmektir. Kurban edilen kimsenin mevki-i içtimâîsi yüksek olduğu nisbette bu gayeye daha iyi ulaşılır. Zaten tedhişçiler, içtimâî bünyede gedik açabilmek için başa vurmak gereğine inanırlar.”[142]
20- Emniyet Ve Güven Kalmaz:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in mükerrer hadislerinde, fitne, anarşi devrinde emniyetin kalkacağı, kimsenin kimseye itimat edemeyeceği, emin kimselerle hain kimselerin tefrik edilemeyeceği vs. belirtilir. Bu hususla alakalı olarak Abdullah İbnu Amr´dan gelen bir rivayette, fitnenin çıkacağı devre, “(İnsanlar arasında emin ve güvenilir kimselerle hain kimseler, salihlerle facirler birbirinden tefrik edilemeyecek kadar) insanların ahde vefaları bozulduğu, itimadın kalktığı zaman..” olarak tasvir edilir.
Bir başka rivayette, fitneden haber veren Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a İbnu Mes´ud sorar: “Ey Allah´ın Resulü, bu fitne ne zaman gelecek ”
“Bu herc (insanların birbirini kırdığı) devirdir.”
“Bu kırım devri ne zaman gelir ”
“Bu, kişinin arkadaşına bile itimad edemediği zamandır.”
İbnu Mes´ud, bu hadisi Vabısa´ya anlatırken, Vabısa da İbnu Mes´ud´a eyyâmu´lhercin (kırım zamanının) ne vakit geleceğini sorar. O da mualliminden aldığını belirttiği cevabı tekrar eder: “Kişinin arkadaşlarına bile itimad edemeyeceği zaman.”
Bir başka rivayette, cemiyet fertlerinin maruz kaldıkları içtimâî bozukluklar sonunda, dinin “ahidlerinizi tutun” (Nahl 91, İsra 34), “verdiğiniz sözlerde durun”, “yalan söylemeyin” gibi emirlerini unutarak itimat edilmez davranışlara düşecekleri belirtilir: “Sen, ahidlerini bozan, güvenirliklerini kaybeden mübtezel (ayak takımı) insanların arasında kaldığın zaman ne yapacaksın O insanlar düzenleri bozulmuş (biri diğerine benzemeyen) her biri her an değişen, ahidlerini bozan, itimad ve emniyetleri suistimal eden kimselerdir.” Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bu açıklamadan sonra parmaklarını birbirine geçirerek: “İşte böylesine karışık” der.[143]
21- Ölüm Aranır:
Büyük fitnenin hususiyetlerinden biri ölümü aratmasıdır. Yukarıda söylediğimiz gibi fitne; içtimâî hastalıkların artması sonucu kargaşanın fiile geçmesidir. Her çeşit dinî ahlakın, aklî ve vicdanî prensiplerin mağlup ve makhur edilip hissiyatın, içgüdülerin, beşeriyetin kemali için daima baskı altında tutulması gereken hevayı nefsin hakim olmasıdır. Mal ve can emniyetini kaldırıp, katl, hırsızlık ve soygunları artırmaya müncer olan iktisâdî ve içtimâî bozuklukların böylesine artması, hayatın da mânasını kaybettirecektir. Böyle bir ortamda ölenlere gıpta edilmesi mucib-i hayret olmalıdır. Buhari ve diğer kaynakların kaydettikleri bir rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu durumu şöyle ifade eder: “Bir insan, ölmüş bir kimsenin kabrine uğrayınca: “Bunun yerinde keşke ben olsaydım” diye temenni etmedikçe kıyamet kopmaz.”
Müslim ve İbnu Mace´de gelen bir rivayette bu temenninin dindarlık sebebiyle olmayıp, maruz kalınan belalar, çekilen sıkıntılar sebebiyle olduğu tasrih edilir. Daha başka rivayetlerde insanların, sabredilmesi, elde ateş tutmak kadar zor olan musibet dolu devirler yaşayacakları belirtilir.
Bir başka rivayette, ölümü arattıran bu fitnenin maddî imkanların darlığı ile bir alakasının bulunmadığı, bilakis zenginlik sebebiyle arttığı, hatta bu yüzden insanların fakirliği temenni bile edecekleri tasrih edilir. Daha çok zengin başların derde düşmeye başladığı günümüz ahvaline oldukça yakınlık arzetmesi sebebiyle hadisi aynen kaydediyoruz:
“Siz öyle zaman göreceksiniz ki, o vakit kişi, nasipçe (malca) hafif olmaya gıpta eder, tıpkı şimdi sizin mal ve evlat çokluğuna gıpta ettiğiniz gibi. O kadar ki, biriniz kardeşinin mezarına uğrar da, hayvanın yerde yuvarlanması gibi yuvarlanarak: “Keşke senin yerinde ben olsaydım” der. Bu davranışı (Hz. Yusuf gibi bir an evvel) Allah´a kavuşmak arzusuyla veya önceden işlediği iyi ameller sebebiyle değil, maruz kaldığı belalar sebebiyledir.”[144]
22- Ganimet (Devlet Malı) Helal Addedilir:
“Devletin malı deniz yemeyen domuz” diyerek devlet malını çeşitli yollardan yağmalamayı helal addeden fasıklarla, “burası dâr-ı harptir, dar-ı harpte zekat verilmez” diyerek başta vergi kaçakçılığı olmak üzere çeşitli haramları helal addeden cahillerin halini beyan etmeye de Hz. Peygamber ehemmiyet vermiş, bu durumun ahirzaman fitnesinin alâmetlerinden birini teşkil ettiğini belirtmiştir. Hz. Ali´den gelen rivayete göre, “Kıyamet ne zaman ” diye soran bir kimseye, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) cevaben kıyamet alametlerini sayarken: “..emanet ganimet sayıldığı, sadaka (yani zekat ve vergi) bir yük addedildiği… zaman” demiştir. Aynı fikre, Ebu Hüreyre´den gelen “rihu´lhamra (kızıl rüzgâr) hadisinde de yer verilerek: “Emanet ganimet addedilince, zekat ise (dini bir borç değil, zorla alınan) bir ceza telakki edildiği zaman.. kızıl rüzgârı bekleyin” denmiştir.[145]
23- Fitnenin Girmedigi Ev Kalmaz:
Bazı rivayetlerden, kıyametten önce, gelecek bir fitnenin girmeyeceği evin kalmayacağı, istisnasız her eve gireceği ifade edilir. Abdullah İbnu Amr tarafından rivayet edilen bir hadiste kıyamet alâmetleri, bir ipe dizilmiş bulunan boncukların, ipin kırılmasıyla birbirini takip etmesi gibi, peşpeşe gelecekleri ifade edilir. İşte birbirini takip edecek bu alâmetlerden altı tanesi tadad edilir. Bunlardan birinin: “Bilâistisna her Arabın evine girecek olan bir fitne” olduğu belirtilir. Hadisin Müsned´de gelen iki veçhinden birinde “sizden her bir kimsenin evine” şeklinde; diğerinde “her bir yün ve toprak eve” şeklinde ifade edilerek bu hususta şehir ve köy farkının da kalmayacağı belirtilmiştir. [146]
ÜÇÜNCÜ FASIL
ASABİYET VE EHVA
ـ4798 ـ1ـ عَنْ جُندب بن عبداللّه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ قُتِلَ تَحْتَ رَايَةٍ عِمِّيَّةٍ يَدْعُو لِعَصَبِيَّةٍ أوْ يَنْصُرُ عَصَبِيَّةً فَقِتْلَتُهُ جَاهِلِيَّةً[. أخرجه مسلم والنسائي.»العِمِيّةُ« بتشديد: بيّن الجهالة والضلة، وهى فِعّيلة من العمى.و»التَّعصِيبُ« المحاماة والمدافعة عن ا“نسان الذي يلزمك أمره أو تلتزمه لغرض.و»القِتلَةُ« بكسر القاف حالة القتل، أى فقتله قتل جاهلي .
1. (4798)- Cündeb İbnu Abdillah (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim ummiyye (gayesi İslam olmayan) bir bayrak altında bir asabiyete çağırırken veya bir asabiyete yardım ederken öldürülürse onun ölümü, cahiliye ölümü üzeredir.” [Müslim, İmaret 57, (1850); Nesâî, Tahrîm, 28, (7, 123).][147]
ـ4799 ـ2ـ وعن سُراقة بن مالك الجعشمى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: خَيْرُكُمُ الْمُدَافِعُ عَنْ عَشِيرَتِهِ مَالَمْ يَأثَمْ[. أخرجه أبو داود .
2. (4799)- Sürâka İbnu Mâlik el-Cu´şemî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“En hayırlınız, (zulme düşerek) günah işlemedikçe aşiretini müdafaa edendir.” [Ebu Davud, Edeb 121, (5120).] [148]
ـ4800 ـ3ـ وعن واثلة بن ا‘سقع رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ: مَا الْعَصَبِيَّةُ قَالَ: أنْ تُعِينَ قَوْمَكَ عَلى الْظُّلْمِ[. أخرجه أبو داود .
3. (4800)- Vâsile İbnu´l-Eska (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ey Allah´ın Resûlü, dedim, asabiyet nedir ”
“Asabiyet, buyurdular, zulümde kavmine yardım etmendir.” [Ebu Davud, Edeb 121, (5519).][149]
ـ4801 ـ4ـ وعن عمَرو بْنِ أبِى قرة قال: ]كَانَ حُذَيْفَةُ بِالْمَدَائِنِ يَذْكُرُ أشْيَاءَ قَالَهَا رَسُولُ اللّهِ #: ‘نَاسٍ مِنْ أصْحَابِهِ في الْغَضَبِ. فَيَنْطَلِقُ نَاسٌ مِمَّنْ سَمِعَ ذلِكَ مِنْ حُذَيْفَةَ فَيَأتُونَ سَلْمَانَ الْفَارِسِىُّ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما فَيَذْكُرُونَ ذلِكَ لَهُ. فَيَقُولُ: حُذَيْفَةُ أعْلَمُ بِمَا يَقُولُ. فَيَرْجِعُونَ الى حُذَيْفَةَ فَيَقُولُونَ لَهُ: قَدْ ذَكَرْنَا قَوْلَكَ لِسَلْمَانَ، فَمَا صَدَّقَكَ وََ كَذَّبَكَ. فأتَى حُذَيْفَةُ سَلْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: فقَالَ: مَا يَمْنَعُكَ أنْ تُصَدِّقَنِى فِيمَا سَمِعْتُ مِنْ رَسُولِ اللّهِ #؟ فقَالَ سَلْمَانَ: إنَّ رَسُولَ اللّهِ # كَانَ يَغْضَبُ فَيَقُولُ في الْغَضَبِ، وَيَرْضَى فَيَقُولُ في الرِّضَا. ثُمَّ قَالَ: يَا حُذَيْفَةُ! أمَا تَنْتَهِى حَتّى تُوَرِّثَ رِجَاً حُبَّ رِجَالٍ، وَرِجَاً بُغْضَ رِجَالٍ، وَحَتّى تُوَقِعَ اخْتَِفاً وَفُرْقَةً؛ وَلَقَدْ عَلِمْتَ أنَّ رَسُولَ اللّهِ # خَطَبَ فَقَالَ: اللَّهُمَّ إنِّى أتَّخِذُ عِنْدَكَ عَهْداً أيُّمَا رَجُلٍ مِنْ أُمَّتِى سَبَبْتُهُ سُبَّةً أوْ لَعَنْتُهُ في غَضَبِى فإنَّمَا أنَا مِنْ وَلَدِ آدَمَ أغْضَبُ كَمَا يَغْضَبُونَ وَإنَّمَا بَعَثْتَنِى رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ. فَاجْعَلْهَا عَلَيْهِمْ صََةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ، وَاللّهُ لَتَنْتَهِيَنَّ يَا حُذَيْفَةُ أوِ ‘كْتُبَنَّ الى عُمَرَ ابْنِ الْخَطَّابِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه[. أخرجه أبو داود.
4. (4801)- Amr İbnu Ebî Kurre anlatıyor: “Huzeyfe (radıyallahu anh) Medâin´de iken, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın öfke halinde, ashabından bazılarına sarfettiği sözleri anlatıyordu. Huzeyfe´den bunları işitenlerden bir kısmı Selman (radıyallahu anh)´a gelip, Huzeyfe´nin anlattıklarını kendisine söylüyorlardı. Selman da onlara:
“Huzeyfe söylediğini daha iyi bilir!” diyordu. Onlar da tekrar Huzeyfe´nin yanına dönüp kendisine:
“Biz senin söylediklerini Selman´a soruk. Ne tasdik etti ne de reddetti” dediler. Bunun üzerine Huzeyfe (sebze tarlasında bulunan) Selman (radıyallahu anhümâ)´nın yanına gidip:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan işittiğim şeyler hususunda beni niye tasdik etmedin ” diye sordu. Selman da:
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) öfkelenir ve öfkeli iken konuşurdu. Razı olur ve rıza halinde de konuşurdu!” cevabını verdi ve sonra devamla:
“Ey Huzeyfe! dedi. Sen, kalplerde, bir kısım insanlara sevgi, bir kısım insanlara buğz hasıl edip aralarında ihtilaf ve ayrılıklara sebep olan bu konuşmalardan vazgeçsen olmaz mı! Nitekim biliyorsun ki, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün) hutbesinde şöyle buyurmuştu: “Allahım! Ben senin katından bir garanti talep ediyorum: Ümmetimden kimi öfkeli halimde (haksız yere) sebbetmiş veya lanet etmiş [veya vurmuş veya incitmiş] isem -ki ben de ademoğluyum, tıpkı onların öfkelenmeleri gibi öfkelenirim. Halbuki sen beni âlemlere rahmet olarak gönderdin- bu (haksız sözümü) o kimseler için kıyamet günü rahmet, [zekat, ecir, yakınlık vesilesi, tuhur] kıl. [Ta ki o vesile ile sana yaklaşsın!]”
Ey Huzeyfe! Allah´a yemin olsun, ya bu konuşmalardan vazgeçeceksin, yahut da seni Ömer İbnu´l-Hattab (radıyallahu anh)´a yazıp şikâyet edeceğim!” [Ebu Davud, Sünnet 11, (4659).] [150]
DÖRDÜNCÜ FASIL
FİTNELERİN GELDİĞİ CİHET VE FİTNELERİN ÇIKTIĞI KİMSELER
ـ4802 ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: رَأسُ الْكُفْرِ نَحْوُ الْمَشْرِقِ، وَالْفَخْرُ وَالْخَيَءُ في أهْلِ الْخَيْلِ وَا“بِلِ وَالْفَدَّادِينَ: أهْلِ الْوَبَر، وَالسَّكِينَةُ في أهْلِ الْغَنَمِ[. أخرجه الثثة .
1. (4802)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Küfrün başı doğu cihetindedir. Övünme ve çalım satma işi at, deve, sığır besleyenler, çadırda oturanlar arasındadır. Sükûnet de koyun besleyenlerdedir.”[151]
ـ4803 ـ2ـ وفي أخرى للبخاري قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: اَ“يمَانُ يَمَانٍ، وَالْفِتْنَةُ ههُنَا حَيْثُ يَطْلُعُ قَرْنُ الشَّيْطَانِ[ .
2. (4803)- Buhârî´nin bir diğer rivayetinde denir ki: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“İman Yemenlidir. Fitne şu tarafta, şeytanın boynuzunun doğduğu yerdedir.”[152]
ـ4804 ـ3ـ ولمسلم: ]اَ“يمَانُ يَمَانٍ، وَالْكُفْرُ قِبَل الْمَشْرِقِ، وَالسَّكِينَةُ فِي أهْلِ الْغَنَمِ وَالْفَخْرُ وَالْخُيََءُ فِى الْفَدَّادِينَ: أهْلِ الْخَيْلِ وَالْوَبَرِ[.»الخُيََءُ« الكبر والعجب.و»الفدَّادُونَ« قالَ أبو عبيدة هو بتشديد الدال ا‘ولى، وهم المكثرون من ا“بل، وهم جفاة أهل خيء .
و»أهلُ الْوَبرِ« هم ا‘عراب الذين في البادية ومن يأوى الى جدار، ضد أهل المدر، وأضاف ا“يمان الى اليمن ‘ن أصل ظهوره من مكة، والكعبة تسمى الكعبة اليمانية.و»قَرنُ الشَّيْطَانِ« أمته، وقيل قوّته .
3. (4804)- Müslim´in rivayetinde şöyledir: “İman Yemenlidir. Küfür de şark cihetindedir. Sükûnet koyun besleyenlerin yanındadır. Övünmek ve çalım satmak feddadların, yani at besleyip çadırda kalanların yanındadır.” [Buhârî, Bed´ü´l-Halk 15, Menakıb 1, Megâzî 74; Müslim, İman 85, (52); Muvatta, İsti´zan 15, (2, 920).][153]
AÇIKLAMA:
1- Bu üç rivayetin üçü de Ebu Hüreyre´den gelmektedir. Aslında bir olan hadis, bazı farklı ziyadelerle rivayet edilmiş.
2- Hadis, daha önce de geçti. İzahı gereken bir iki noktasını kısaca kaydedeceğiz;
a) Küfrün başı şarktadır ifadesiyle Mecusîlere ve onlardaki küfrün şiddetine işaret edilmektedir. Zîra o sıralarda Mecusîler ve onlara tabi olanlar Medine´nin doğu cihetinde idi. Bunlar eski bir imparatorluğa, muntazam bir ordu ve devlete sahip oldukları için fevkalade kibir ve gurur içinde idiler. Hele devletsiz, teşkilatsız olan, aşiret hayatı yaşayan Arapları hakir görüyorlardı. Bu haletleri, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın gönderdiği mektubu yırtmaya sevketmişti. Resulullah da onlara paramparça yırtılmaları için beddua buyurmuştu. Neticede Bizans´tan sonra ikinci süper devlet olan Sasanî İmparatorluğu Hz. Ömer zamanında param parça olmuştu.
3- Hadiste geçen fahr, kibr ve huyelâ tabirleri kendini beğenmek, başkasını hakir görmek gibi kötü bir ruh halini ifade eden, birbirine yakın mânalar taşıyan kelimelerdir. Feddâdîn kelimesi feddanın cem´idir. Birkaç mânaya geldiği belirtilmiştir:
1) Ziraat işlerinde kullanılan öküze denmektedir.
2) Hattâbî, ekimde kullanılan alete feddan dendiğini belirtir. Bu durumda saban demek olur.
3) Bazı açıklamalarda deve, sığır, at gibi hayvanlara, ekim sırasında ve diğer fırsatlarda yüksek sesle bağıran kimseye feddan denmektedir. Fedid, şiddetli ses mânasına gelir.
4) Bazıları Feddâdun kelimesinin çöllerde yaşayanlar mânasına geldiğini çünkü kelimenin çöl demek olan fedted´den geldiğini ve fedtedde oturan demek olduğunu ileri sürmüştür. İbnu Hacer, bu te´vilin uzak olduğuna dikkat çeker.
5) Ma´mer İbnu´l-Müsenna ise, “Feddâdin´le iki yüz ile bin arasında devesi olan kimselerin kastedildiğini” söylemiştir.
6) Buhârî´nin bir başka rivayetinde “Kasvet ve kalp katılığı develerin kuyruklarının dibinde bas bas bağıranlardadır” denmektedir. Buradaki feddâdîn kelimesini, “yüksek sesle bağıranlar” olarak anlamak suretiyle hadis daha açık bir mâna kazanmakla kalmıyor, diğer rivayetlerde, bu kelimenin hangi mânada kullanılmış olabileceğine de ışık tutuyor.
Hattâbî der ki: “Çölde yaşayanların zemmedilmesi, çöl hayatında insanı kuşatan şartlar icabı, o insanların din işlerine ayıracak vakit bulamamaları sebebiyledir. O, gayr-ı dinî meşguliyetlerin kesâfeti kişiyi kalp katılığına atar.”
4- Ehl-i veber, çadırda yaşayanlar demektir. Çünkü veber deve yünü mânasına gelir. Araplar çölde, kırda göçebe hayatı yaşayanlara ehl-i veber der. Buna mukabil ehl-i meder tabiri vardır. Bununla da yerleşik hayat yaşayanlar, şehirliler kastedilmiştir.
5- Sükûnet, diye açıkladığımız sekîne kelimesinin tuma´nîne (itminan), sükûn, vakar ve tevazu mânalarını ifade ettiği belirtilmiştir. Sükûnetin koyun besleyenlere nisbet edilmesi, onların deve besleyenlere nazaran servet ve bollukça daha geri olmalarındandır. Servet arttıkça kibir, gurur gibi mezmum hallerin insanlar üzerinde galebe çaldığı bilinen bir husustur. Böylece Resulullah bu beşerî zaafa dikkat çekerek servet sahiplerini uyarmayı gaye edinmiş olmalıdır.
Şunu da belirtelim ki, bazı şarihler koyun sahipleri tabiriyle Resulullah´ın Yemenlileri kastettiğini; zîra onların Mudar ve Rebîa kabilelerinin aksine koyun beslediklerini söylemiştir. Rebîa ve Mudar ise deve besicileridir. Bir İbnu Mâce rivayetinde Aleyhissalâtu vesselâm, Ümmü Hani´ ye “Koyun edin. Zîra onda bereket var!” tavsiyesinde bulunmuştur.
6- İkinci rivayette geçen “Şeytanın boynuzu” tabirine gelince, Hattâbî, beğenilmeyen, kötü şeylerin şeytan boynuzu diye ifade edildiğini belirtir. Fitnenin şeytan boynuzunun doğduğu yerde olması, fitnenin, kötülüklerin, küfrün hakim olduğu yerlerde çıkacağını ifade eder.
Karnu´ş-Şeytan tabiriyle, şeytanın ümmeti, şeytana tabi olanlar, şeytanın kuvveti gibi başka mânaların kastedildiği de belirtilmiştir. Netice itibariyle hepsi aynı mânada birleşir ve hadisten, fitnenin şeytana uyanların çok olduğu, şeytanın güçlü bulunduğu, bu sebeple kötülüklerin galebe çaldığı yerlerde çıkacağı anlaşılır. [154]
BEŞİNCİ FASIL
MÜSLÜMANLARIN BİRBİRLERİYLE SAVAŞLARI
ـ4805 ـ1ـ عن ا‘حنف بن قيس قال: ]خَرَجْتُ أُرِيدُ هذَا الرَّجُلَ فَلَقِيَنِى أبُو بَكْرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه. فَقَالَ: أيْنَ تُرِيدُ يَا أحْنَفُ. قُلْتُ: أُرِيدُ نُصْرَةَ ابْنِ عَمِّ رَسُولِ اللّهِ #. فقَالَ: ارْجِعْ، فإنِّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: إذَا تَوَاجَهَ الْمُسْلِمَانِ بِسَيْفَيْهِمَا، فَالْقَاتِلُ وَالْمُقْتُولُ في النَّارِ. فقِيلَ: يَا رَسُولَ اللّهِ، هذَا الْقَاتِلُ فَمَا بَالُ الْمَقْتُولِ؟ قَالَ: إنَّهُ كَانَ حَرِيصاً على قَتْل صَاحِبِهِ. وفي رواية: أنَّّهُ قَدْ أرَادَ قَتْلَ صَاحِبِهِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي .
1. (4805)- Ahnef İbnu Kays (radıyallahu anh) anlatıyor: “Şu adamı kastederek (evden) çıkmıştım. Yolda Ebu Bekre (radıyallahu anh)´ye rastladım.
“Ey Ahnef nereye gidiyorsun ” dedi.
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın amcaoğluna yardım etmeyi arzu ediyorum!” dedi.
“Dön! dedi. Zîra ben, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim: “İki Müslüman kılıçlarıyla birbirlerinin üzerine yürürlerse öldüren de ölen de ateştedir!” (Bu söz üzerine Resul-i Ekrem´e): “Ey Allah´ın Resûlü! Katili anladık ama maktul niye ateşte ” diye sorulmuştu.
“Çünkü o da kardeşini öldürme hırsı taşıyordu!” cevabını verdi. -Bir başka rivayette ise: “O da kardeşini öldürmek istemişti” demiştir.- [Buhârî, Diyât 2, Fiten 10; Müslim, Fiten 14, (2888); Ebu Davud, Fiten 5, (4268); Nesâî, Tahrim 29, (7, 125).][155]
AÇIKLAMA:
1- Burada kastedilen vaka Hz. Ali ve taraftarları ile Hz. Aişe ve taraftarları arasında cereyan eden Cemel vakasıdır. İlerde (4810-4812. hadisler) bu hadise müstakilen tahlil edileceği için burada açıklama yapmayacağız.
2- Hadis, iki Müslümanın birbirlerini öldürmek niyetiyle silaha sarılmalarını yasaklamaktadır. İbnu Hacer hadisle ilgili olarak şu açıklamayı yapar: “Ulema der ki: “Her ikisinin de ateşte olmasının mânası şudur: “Onlar bunu hak ederler. Ancak işleri Allah´a kalmıştır. Dilerse her ikisini de cezalandırır. Sonra diğer muvahhidler gibi onları da ateşten çıkarır, dilerse her ikisini de affeder ve onlara hiçbir ceza vermez.” Bazıları: “Hadis, bunu helal addedenlere hamledilir. Hadiste ne Haricîler için ne de Mu´tezile´den: “Masiyet ehli ateşte ebedî kalıcıdır” diyenler için hüccet mevcut değildir. Çünkü, hadiste geçen “Her ikisi de ateştedir” ibaresi, onların ateşte ebedî kalacaklarını ifade etmez” demiştir.
3- Fitneye karışmamak gerekir görüşünde olanlar, bu hadisle de ihticac etmişlerdir. Bunlar, Ashab´tan, savaşlarda Hz.Ali´nin yanında yer almaktan kaçanlardır: Sa´d İbnu Ebî Vakkas, Abdullah İbnu Ömer, Muhammed İbnu Mesleme, Ebu Bekre, Üsâme, Ebu Berze el-Eslemî vs. Bunlar özetle: “Savaştan geri durmak gerekir. O kadar ki, biri öldürmek istese, nefis müdafaası da yapılmaz” demişlerdir. Mamafih: “Fitneye girilmez, ancak birisi öldürmek isterse nefis müdafaası yapılır” diyen de olmuştur. İbnu Hacer Sahabe ve Tabiinin cumhurunun “Hak tarafa yardımcı olup baği tarafa karşı mücadele vermenin vacip olduğu”na hükmetmiştir. Bunlar fitneye karışmamayı emreden bu hadisleri, savaşacak güçte olmayan veya hak sahibini teşhisten aciz kalan kimselere hamletmişlerdir. Ehl-i Sünnet, aralarında meydana gelen hâdiseler sebebiyle -haklı taraf bilinse dahi- Ashab´tan birini ta´n etmeyi men etmenin vacip olduğunda ittifak etmiştir. Çünkü onlar, bu harbi içtihadları sonucu yaptılar. Resulullah´ın haber verdiği üzere, Allah Teala hazretleri içtihadda yapılacak hatayı affetmiştir. Dahası, hatalı içtihad yapana da bir sevap verileceği sabittir. İçtihadında isabet eden ise iki ücret alacaktır” demiştir. Hadiste gelen mezkur vaid, meşru bir te´vile dayanmaksızın, sırf saltanat için savaşan kimselere hamledilmiştir.
Taberî der ki: “Müslümanlar arasında vukua gelen her hâdisede, evde kalarak kavgadan kaçmak ve kılıçları kırmak, vacip olsaydı ne hak ikame edilir ne de bâtıl iptal edilirdi. Dahası fasıklar, Müslümanlarla savaştığı zaman, onlar; “Bu fitnedir, biz fitnede onlarla savaşmaktan men edildik” diyerek ellerini fasıklardan çekecek olsalar, malları yağmalamak, masum kanları dökmek, iffetleri payimal etmek gibi haramları irtikaba yol bulurlardı. Bu davranış, sefihlere mani olmakla ilgili emirlere muhalif olurdu.”
Hadisin Bezzar´da gelen veçhinde yer alan bir ziyade, bu hadisteki maksada vuzuh getirmektedir: “Eğer dünya ile savaşırsanız ölen de öldüren de ateştedir.” Bu hususu 4780 numarada kaydedilen bir Ebu Hüreyre rivayeti de te´yid eder. Orada Resulullah, Müslümanların, ölenin niçin öldüğünü, öldürenin niçin öldürüldüğünü bilemeyeceğini haber verir. Bu nasıl olur diye sorulunca: “Herctir, ölen de öldüren de ateştedir” buyurur. Kurtubî der ki: “Bu hadis açıkça ortaya koyuyor ki, eğer kıtal (kavga) dünyayı talep eden veya hevaya uyan taraf bilinmediği halde yapılırsa öldüren de ateştedir” ve “ölen de öldüren de ateştedir” hadisinden maksad da bu durumdur.” Bu temel prensibi, sahabeler arasındaki ihtilafa tatbik eden İbnu Hacer der ki: “Bundandır ki, Cemel ve Sıffîn savaşlarına katılmaktan kaçınanlar, sayıca katılanlardan daha azdır. İnşaallah bunların hepsi de mütevvildir mecurdur (Allah´tan mükafaata mazhar olacaklardır). Sonradan gelenler, bunların hilafına dünya için savaşmışlardır.” Nitekim Buhârî´de gelen yüce sahabe Ebu Berze el-Eslemî (radıyallahu anh)´nin bir rivayeti bunu teyid etmektedir. Der ki: “…Sizler, ey Araplar, cahiliye devrinde bildiğiniz gibi, zillet, fakirlik ve dalalet içinde idiniz. Allah sizi İslam ve Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)´le o halden kurtardı, bugünkü duruma geldiniz. Ne var ki şu dünya sizi ifsad etti, aranızı açtı. Şu Şam´da bulunan [Mervan] var ya, Allah´a yemin olsun sırf dünya için savaşıyor.” Hadisin başka veçhinde, “O sıralarda ortaya çıkan fırkalardan hangisi hayırlı ” diye gelen bu suale Ebu Berze, “Hiçbir taraf!” mânasına gelen şu cevabı verir:
“Bana insanların en sevimli olanları şu gruptur: Onların karnı, halkın malından boştur, sırtları masumların kanlarının günahından azadedir.
“İbnu´l-Arabî der ki: “Demirle işaret eden lanete müstehak olursa, ya onu Müslümana vuran neye müstehaktır Kişi, ciddi veya şaka olarak, tehditle işaret etti mi lanete layık olur. Şaka ile bunu yapan da, kardeşini korkuttuğu için muaheze olunur. Ancak, ciddi olanla şaka yapanın günahları bir değildir. Yalın kılıcın teati edilmesinin yasaklanması, yakalama sırasında gafil davranılarak, kazaya sebep olma korkusundandır.”[156]
ـ4806 ـ2ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يُشِرْ أحَدُكُمْ الى أخِيهِ بِالسَِّحِ، فإنَّهُ َ يَدْرِى لَعَلَّ
الشَّيْطَانَ يَنْزَغُ في يَدِهِ، فَيَقَعُ في حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ[. أخرجه الشيخان والترمذي.»النَّزْغ« بالغين المعجمة: الفساد .
2. (4806)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah buyurdular ki: “Sizden kimse kardeşine silahla işarette bulunmasın. Zîra, o bilemez, belki de şeytan elinde bir fesatta bulunur da ateşten bir çukura düşer.” [Buharî, Fiten 7; Müslim, Birr 126, (2617); Tirmizî, Fiten 4, (2163).][157]
AÇIKLAMA:
Resulullah burada, ister ciddi ister şaka olsun yasak olan, mahzurlu olan bir neticeye götürmesi muhtemel olan davranışı men etmektedir. Hadis mutlak olduğu için, şaka kasdıyla da olsa zarara götürme ihtimali olan davranış yasaklanmaktadır. Nitekim, silah şakasıyla vukua gelen kazaları sık sık işitiriz. Silah korku veren bir nesne olduğu için, hadisten Müslümanı korkutmaktan yasaklama hükmü çıkarılmıştır. “Ateş çukuruna düşmek”, ateşe götürecek günaha düşmekten kinayedir. Bir başka hadiste: “Bir kimse kardeşine bir demirle işaret etse, muhakkak melekler ona lanet eder, onu bırakıncaya kadar. İsterse annebaba bir kardeşi olsun” buyrulmuştur. Resulullah bu hususta dikkat çekmeye ehemmiyet vererek bir başka hadislerinde kınından sıyrılmış vaziyette silah teatisini de yasaklamıştır. Bu husustaki rivayetlerden biri şöyle: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), bir yerde, bir grupa uğradı. Kılıçlarını yalın halde birbirlerine teati ediyorlardı. “Bundan yasaklamadım mı Kim kılıcını sıyırmışsa tekrar kınına koysun. Sonra arkadaşına versin. [Allah bunu yapana lanet etmiştir…] buyurdular”[158]
ـ4807 ـ3ـ وعن عبداللّه بن مسعود رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: سِبَابُ الْمُسْلِمِ فسُوقٌ، وَقِتَالُهُ كُفْرٌ[. أخرجه الخمسة إّ أبا داود.وقيل هذا محمول على من فعل ذلك من غير تأويل؛ وقيل: قاله على جهة التغليظ أن قتاله كفر يخرج عن الملة.
3. (4807)- Abdullah İbnu Mes´ud (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Müslümana sövmek fısktır, onunla çarpışmak da küfürdür.” [Buharî, Fiten 8, İman 36, Edeb 44; Müslim, İman 116, (64); Tirmizî, İman 15, (2636); Nesaî, Tahrim 27, (7, 132).][159]
AÇIKLAMA:
1- Sibab: Sövmek olarak tercüme ettiğimiz bu kelime, Arapçada kişinin namusunu lekeleyecek sözler sarfetmektir. Sebb ile sibab aynı mânaya gelir ise de sibaba sövüşmek mânası veren de olmuştur. İbrahim Harbî, sibabı “Kişiyi ayıplamak maksadıyla kendine olan olmayan kusurları sayıp dökmek” diye açıklar. Fısk, “Allah ve Resulü´ne itaatten çıkmak” mânasına gelir. Şer´î örfte fısk, isyandan eşeddir. Ayeti kerimede “…Size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi…” (Hucurat 7) buyrulmuştur.
2- Mü´minle çarpışmanın küfür olduğunu ifade eden hüküm biraz ihtilafa sebep olmuştur. Çünkü, hadisin zahirinde Haricîlerin iddiasını teyid var. Onlar “Büyük günah işleyen kâfir olur” iddiasındadırlar. Ehl-i Sünnet alimleri, mü´minle mukatele hâdisesini dinden çıkma mânasında küfür kabul etmezler.
* “Resulullah´ın “küfür” olarak ifade etmesinden murad tahzirde mübalağadır” derler. Çünkü bu çeşit durumlarda kişinin dinden çıkmayacağı umumi bir kaide olarak herkesçe malum ve müsellemdir. Bunu te´yiden şefaat hadisi, ayrıca “Allah´ın şirk dışındaki bütün günahları dilediğinden affedeceğini” (Nisa 48) ifade eden ayeti kerime gösterilmiştir.
* Hadisi te´vil zımnında: “Katl hâdisesinin küfre benzemesi sebebiyle Resulullah böyle buyurmuştur. Çünkü, mü´mini öldürmek kafirlerin şanıdır” da denmiştir.
* Bazı âlimler de: “Burada maksad küfr kelimesinin lügat mânasıdır; bu da örtmektir. Çünkü Müslümanın, Müslüman üzerindeki hakkı, onun kendisine yardım etmesi, desteklemesi, eza vermekten kaçınmasıdır. Kendisini silahla öldürmeye yani silah kuşanmaya kalkınca, sanki bu hakkı örtmüş olur” denmiştir.
* “Buradaki küfürden murad Allah´a küfürdür” diyen de olmuştur. Bunlara göre hadis, hiç te´vile yer vermeden Müslümanla mukateleyi helal addedenler hakkında varid olmuştur.
3- Hadiste mü´minin hukuku ta´zim edilmektedir. Müslime sebbeden kimseye fasık demeye cevaz da gelmiş olmaktadır.[160]
ـ4708 ـ4ـ وعن ابن عبّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ تَرْجِعُوا بَعْدِى كُفَّاراً يَضْرِبُ بَعْضُكُمْ رِقَابَ بَعْضٍ[. أخرجه الترمذي، وأخرجه أبو داود والنسائي عن ابن عَمر.وزاد النسائي في رواية عن ابن مسعود: ]وََ يُؤْخَذُ الرَّجُلُ بِجَرِيرَةِ أبيهِ، وََ بِجَرِيرَةِ أخيهِ[.قيل معنى »َ تَرْجِعُوا بَعْدِى كُفَّاراً« أى فرقاً مختلفة يقتل بعضكم بعضاً فتشبهون الكفار يقتل بعضهم بعضاً بالعداوة. و»الجَرِيرةُ« الذنب .
4. (4808)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak (dinden) dönmeyin.” [Tirmizî, Fiten 28, (2194); Buhârî, Fiten, 8, Diyat 2; Ebu Davud, Sünnet 16, (4686); Müslim, İman 66, (119); Nesâî, Tahrim 28, (7, 127).]
Nesâî, İbnu Mes´ud´dan yaptığı bir rivayette şu ziyadeye yer verir: “Kişi ne babasının ne de kardeşinin cinayetinden sorumlu tutulmaz.”[161]
AÇIKLAMA:
Hattâbî, küfre dönme tabirini ulemanın iki suretle te´vil ettiğini belirtir:
1) Resulullah, hadiste küfürle, silahla örtünmeyi kastetmiş olmalı. Çünkü küfrün aslı, lügat olarak örtmektir.
2) Hadisin mânası: “Benden sonra birbirlerini öldürmeye kalkan fırkalara ayrılmayın. Aksi taktirde kâfirlere benzersiniz. Çünkü, kâfirler adavet sebebiyle birbirlerini öldürürler. Müslümanlar böyle değildir. Çünkü bunlar kan dökmemekle, birbirleriyle kavga yapmamakla emrolunmuşlardır” şeklindedir.
* Hadiste, Hz. Ebu Bekr´in hilafeti sırasında irtidat edip, Müslümanları öldüren ehl-i riddenin kastedildiğini söyleyenler de olmuştur.
İbnu Hacer, aynı cümle için sekiz görüş ileri sürüldüğünü kaydeder:
* Haricîler: “Bu hadis zahirî mânasında vürud etmiştir” derler.
* Bu hüküm Müslümanın kanını helal addedenler içindir.
* Kan hurmetini, Müslümanların hurmetini, dinin hukukunu örtenlerdir.
* Birbirinizi öldürmekle kafirlerin fiillerini yapmış olursunuz.
* Silah kuşananlar, silahla örtünenler kastedilmiştir.
* Allah´ın nimetini örten (inkar eden).
* Hadisin zahiri murad değil, öldürme fiilinden zecretme muraddır.
* Birbirinizi tekfir etmeyin, birbirinize “ey kâfir” demeyin.[162]
ALTINCI FASIL
SAHABE VE TÂBİÎN ARASINDA ÇIKAN KAVGA VE İHTİLAFLAR
* HZ. OSMAN´IN ŞEHİD EDİLMESİ
ـ4809 ـ1ـ عن ابن أخِى عبداللّهِ بْنِ سََمٍ عن عَمِّه رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]أنَّهُ جَاءَ الى عُثْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه لَمَّا أُرِيدَ قَتْلُهُ. فقَالَ لَهُ عُثْمَانُ: مَا جَاءَ بِكَ؟ قَالَ: جِئْتُ في نُصْرَتِكَ. قَالَ: اخْرُجْ الى النَّاسِ فَاطْرُدُهُمْ عَنِّى فإنَّكَ خَارِجاً خَيْرٌ لِى مِنْكَ دَاخًِ. فَخَرَجَ عَبْدُاللّهِ بْنُ سََمٍ فقَالَ: أيُّهَا النَّاسُ، إنَّهُ كَانَ اسْمِى في الْجَاهِلِيَّةِ فُناً فَسَمَّانِى رَسُولُ اللّهِ # عَبْدَ اللّهِ، وَنَزَلَ فيَّ آيَاتٌ مِنْ كِتَابِ اللّهِ تَعالى. نَزَلَ فِيَّ: وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ بَنِى إسْرَائِيلَ عَلى مِثْلِهِ فَآمَنَ وَاسْتَكْبَرْتُمْ؛ وَنَزَلَ فيَّ: قُلْ كَفَى بِاللّهِ شَهِيداً بَيْنِى وَبَيْنَكُمْ وَمَنْ عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ؛ إنَّ للّهِ سَيْفاً مَغْمُوداً عَنْكُمْ، وإنَّ الْمََئِكَةَ قَدْ جَاوَرَتْكُمْ في بَلَدِكُمْ هذَا الَّذِى نَزَلَ فيهِ نَبِيُّكُمْ، فَاللّهَ اللّهَ في هذَا الرَّجُلِ أنَّ تَقْتُلُوهُ، فَوَاللّهِ إنْ قَتَلْتُمُوهُ لَتَطْرُدَنَّ جِيرَانَكُمُ الْمََئِكَةُ، وَلَيَسُلَّنَّ سَيْفُ اللّهِ الْمَغْمُودُ عَنْكُمْ، فََ يُغْمَدُ الى يَوْمِ الْقِيَامَةِ. فَقَالُوا: اقْتُلُوا الْيَهُودِىَّ وَاقْتُلُوا عُثْمَانَ[. أخرجه الترمذي .
1. (4809)- Abdullah İbnu Selam´ın kardeşioğlu, amcası (Abdullah İbnu Selam) (radıyallahu anh)´tan naklediyor.
“Hz. Osman (radıyallahu anh) öldürülmek istendiği zaman yanına geldim. Osman bana:
“Sen niye geldin ” diye sordu.
“Sana yardım edeyim diye geldim” dedim.
“Öyleyse halka çık. Onları benden uzaklaştır. Zîra sen bana hariçte olursan, yanımda olmaktan daha faydalı olursun!” dedi. Ben de çıkıp: “Ey insanlar! Bilirsiniz, benim adım cahiliye devrinde falandı. Ama Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) beni Abdullah diye tesmiye buyurdu. Benim hakkımda Kitabullah´ta birkısım ayetler nazil olmuştur. Şu ayet benim hakkımda nazil olanlardan biridir: “De ki: “Söyleyin bana, eğer bu Kur´an Allah tarafından gönderildiği halde, onu inkar ettiyseniz ve İsrailoğullarından bir şahit de Tevrat´a dayanarak onun hak kitap olduğuna şahitlik edip iman ettiği halde siz iman etmeyi büyüklüğünüze yediremezseniz, zalim olmaz mısınız Muhakkak ki, Allah zalimler güruhuna yol göstermez” (Ahkaf 10). Keza şu ayet de benim hakkımda nazil oldu: “İnkar edenler “Sen Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber değilsin” diyorlar. De ki: “Sizinle benim aramızda şahid olarak Allah ile O´nun kitapları hakkında bilgi sahibi olanlar yeter” (Ra´d 43). Allah´ın size karşı kınına konmuş bir kılıcı var. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın inmiş olduğu bu beldenizde melekler size mücavir oldular. Öyleyse bu adamı öldürmekten Allah´tan korkun! Allah´tan korkun! Allah´a yemin olsun eğer onu öldürürseniz, komşularınız olan melekleri buradan tardetmiş olacaksınız ve Allah´ın size karşı kında tuttuğu kılıcı kınından çıkartacaksınız ve artık o kıyamete kadar kınına girmeyecek!”
Bu sözlerim üzerine:
“Şu Yahudiyi öldürün! Osman´ı öldürün” diye bağrıştılar.” [Tirmizî Tefsir, Ahkaf.][163]
AÇIKLAMA:
Abdullah İbnu Selam, İslam´a giren meşhur Yahudi alimlerinden biridir. İslam olmazdan önceki ismi Husayn idi. Zikrettiği ayette mevzubahis edilen şahidin Abdulah İbnu Selam olduğu biraz münakaşalıdır. Çünkü Ahkaf suresi, bi´l-icma Mekkîdir. Abdullah ise hicretten sonra Müslüman olmuştur. Bu durumda ayette mevzubahis olan şahid, Mekke´ de Müslüman olan bir ehl-i kitaptır. Hicretten önce İslam´a girmiş ve Kur´an´ı tasdik etmiş olmalıdır. İbnu Cerir et-Taberî bu görüştedir. Ancak ekseriyet, ayette zikri geçen bu şahidin Abdullah İbnu Selam olduğunda müttefiktir. Hasan Basrî, Mücahid, Katâde vs. birçokları. Bunlar surenin Mekkî olduğunu, ancak mezkur ayetin Medenî olduğunu söylerler. Bu şahitle Abdullah İbnu Selam´ın kastedildiğini te´yid eden İbnu Hibban´da Avf İbnu Malik, İbnu Merdûye´de İbnu Abbas hadisleri mevcuttur. Netice itibariyle racih görüş o şahidden maksadın Abdullah İbnu Selam olduğudur.[164]
* CEMEL VAKASI
ـ4810 ـ1ـ عن عبداللّهِ بْنِ زِيَادَ قال: ]لَمَّا سَارَ طَلْحَةُ وَالزُّبَيْرُ وَعَائِشَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْهم الى الْبَصْرَةِ بَعَثَ عَلِيٌّ عَمَّارَ بْنَ يَا سِرٍ وَحَسَناً رَضِيَ اللّهُ عَنْهم، فَقَدِمَا عَلَيْنَا الْكُوفَةَ فَصَعَدا الْمِنْبَرَ، فَكَانَ الْحَسَنُ رَضِيَ اللّهُ عَنْه في أعَْهُ، وَعَمَّارٌ رَضِيَ اللّهُ عَنْه أسْفَلَ مِنْهُ، فَاجْتَمَعْنَا إلَيْهِمَا. فَسَمِعْتُ عَمَّاراً يَقُولُ: إنَّ عَائِشَةَ قَدْ سَارَتْ الى الْبَصْرَةِ، إنَّهَا لَزَوْجَةُ نَبِيِّكُمْ في الدُّنْيَا وَاŒخِرَةِ، وَلَكِنَّ اللّهَ ابْتََكُمْ لِيَعْلَمَ إيَّاهُ تُطِيعُونَ أمْ هِيَ[. أخرجه البخاري .
1. (4810)- Abdullah İbnu Ziyad anlatıyor: “Hz. Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe (radıyallahu anhüm) Basra´ya yürüyünce, Hz. Ali, Ammar İbnu Yasir ve Hasan´ı (radıyallahu anhüm) gönderdi. Bu ikisi Kûfe´ye yanımıza geldiler ve minbere çıktılar. Hz. Hasan (radıyallahu anh) minberin yukarısında idi. Ammar (radıyallahu anh) da ondan aşağıda idi. Biz onların etrafında toplandık. Ammar´ın şöyle konuştuğunu işittim:
“Aişe, Basra´ya yürüdü. Muhakkak ki o, dünyada da ahirette de Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in zevcesidir. Ancak Allah sizi imtihan ediyor: Kendisine mi itaat edeceksiniz, yoksa ona (Hz. Aişe´ye) mi ” [Buhârî, Fezailu´l-Ashab 30, Fiten 17.][165]
ـ4811 ـ2ـ وعن شقيق بْنِ عبداللّهِ قال: ]كُنْتُ جَالِساً مَعَ أبِى مُوسى ا‘شْعَرىّ، وَأبِى مَسْعُود ا‘نْصَارِىّ، وَعَمَّارٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهُم فَقَالَ أبُو مَسْعُودٍ لِعَمَّارٍ: مَا مِنْ أصْحَابِكَ مِنْ أحَدٍ إَّ لَوْ شِئْتُ لَقُلْتُ فيهِ غَيْرَكَ، وَمَا رَأيْتُ مِنْكَ شَيْئاً مُنْذُ صَحَبْتَ رَسُولَ اللّهِ # أعْيَبَ
عِنْدِى مِنَ اسْتَسْرَائِكَ فِي هذَا ا‘مْرِ. فَقَالَ عَمَّارٌ: يَا أبَا مَسْعُودٍ مَا رَأيْتُ مِنْكَ وََ مِنْ صَاحِبِكَ هذَا شَيْئاً مُنْذُ صَحِبْتُمَا رَسُولَ اللّه # أعْيَبَ عِنْدِي مِنْ إبْطَائِكُمَا فِي هذَا ا‘مْرِ فَقَالَ أبُو مَسْعُودُ: وكَانَ مُوسِراً: يَا غَُمُ! هَاتِ حُلَّتَيْنِ فأعْطَى إحْدَاهُمَا أبَا مُوسى، وَا‘خْرى عَمَّاراً، وَقَالَ: رُوحا فِيهِمَا الى الْجُمُعَةِ[. أخرجه البخاري .
2. (4811)- Şakik İbnu Abdillah anlatıyor: “Ben, Ebu Musa el-Eş´arî, Ebu Mes´ud el-Ensârî ve Ammar (radıyallahu anhüm) ile oturuyordum. Ebu Mes´ud, Ammar´a:
“Senin arkadaşlarından herkese dilediğim takdirde bir kulp takabilirim. Ama sen hariçsin. Senin hakkında bir şey söyleyemem. Senin, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a arkadaş olduğun günden beri şu işteki aceleciliğinden başka bir kusurunu görmedim!” dedi. Ammar da ona şu cevabı verdi:
“Ey Ebu Mes´ud! Ben de ne senden ne de şu arkadaşından, Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a arkadaş olduğunuz günden beri, ikinizin şu işteki ağırlığınızdan başka bir kusurunuzu görmüş değilim!
“Ebu Mes´ud -zengin birisiydi- şu karşılıkta bulundu: “Ey oğlum! İki hulle (takım) getir. Birini Ebu Musa´ya ver, diğerini de Ammar´a!” Ve ilave etti: “Bunların içinde ikiniz cumaya gidin.” [Buhârî, Fiten 18, Fezailu´l-Ashab 30.][166]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste zikri geçen Ebu Mes´ud, Ukbe İbnu Amr olup, o gün için Kûfe´de Hz. Ali´nin valisi bulunuyordu.
2- Hadisin bir başka veçhi daha teferruatlı: “Belirtildiği üzere, Ammar (radıyallahu anh), Hz.Ali için asker toplamak üzere Kûfe´ye gelmiştir. Bu sırada yanına gelen Ebu Musa ile Ebu Mes´ud el-Ensarî, Ammar´ı heyecanlı savaş taraftarı olmakla itham ederler. Ammar da onları bu savaşta (haklı olan) Hz. Ali´yi yeterince desteklemeyip ağırdan almakla itham eder. Neticede zengin olan Ebu Mes´ud iki takım elbise getirip arkadaşlarına giydirir ve beraberce cum´a´ya giderler.
3- İbnu Hacer, İbnu Battal´dan hadisle ilgili olarak şu açıklamayı kaydeder: “Ebu Mes´ud zengin ve cömert birisi idi. Bir cum´a günü Ebu Mes´ud´un yanında toplanmış idiler. Ammar´a cum´aya kıyafetle katılması için bir takım hediye etmiş olmalı. Çünkü Ammar, yoldan gelmişti ve yolcu kıyafeti ve savaş teçhizatı içerisindeydi. Bu haliyle cum´a namazına katılmasına gönlü razı olmamıştır. Ebu Musa´nın yanında sadece ona elbise hediye etmeyi muvafık bulmadığı için, Ebu Musa´ya da bir takım hediye etmiştir.”
4- Hadisten şu da anlaşılmaktadır: Savaşa katılma hususunda içtihadları farklıdır: Ammar (radıyallahu anh) ağır davranmayı mekruh addederken, diğer ikisi aceleci olmayı mekruh addetmişlerdir. Şüphesiz her iki taraf da görüşünde haklıdır. Aceleciliği mekruh addedenler Resulullah´ın fitneden sakınmayı emreden hadislerini esas almış olmalıdırlar. Ammar da bağilerle savaşmayı emreden ayet-i kerimeyi esas almış olmalıdır. (Mealen): “Mü´minlerden iki grup birbirleriyle çarpışacak olursa aralarını düzeltin. Onlardan biri diğerine karşı tecavüzünde ısrar ederse, saldıran tarafla, onlar Allah´ın hükmüne dönünceye kadar savaşın. Eğer dönerlerse siz de aralarını adaletle düzeltin ve doğruluktan ayrılmayın” (Hucurat 9).[167]
ـ4812 ـ3ـ وعن قَيْس بْنِ عَبّادٍ قَالَ: ]قُلْتُ لِعَلِيٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أخْبِرْنِى عَنْ مَسِيرَكَ هذَا: أعَهْدٌ عَهِدَهُ إلَيْكَ رَسُولُ اللّهِ #: أمْ رَأىٌ رَأيْتُهُ؟ فقالَ: مَا عَهِدَ الىًّ رَسُولُ اللّهِ #: بِشَىْءٍ وَلَكِنَّهُ رَأىٌ رَأيْتُهُ[. أخرجه أبو داود .
3. (4812)- Kays İbnu Abbad (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ali (radıyallahu anh): “Söyle bize! (Savaş için) şu yürüyüşünü Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ ın bir emrini yerine getirmek üzere mi yapıyorsun, şahsî bir içtihadın olarak mı ” diye sordum.
“Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana bu yürüyüşü yapmam için herhangi bir emirde bulunmadı. Ben bunu şahsî reyimle yapıyorum!” cevabını verdi.” [Ebu Davud, Sünnet 13, (4666).][168]
AÇIKLAMA:
Buradaki yürüyüşten maksad, Hz. Ali´nin Hz. Muaviye ile savaşmak üzere Irak´a yaptığı veya Cemel Vakası diye meşhur, Hz. Zübeyr´le savaşmak üzere Basra´ya yaptığı yürüyüştür. İbnu Sa´d´ın Tabakat´ında anlatıldığı üzere Hz. Osman´ın şehid edilmesinin ferdasında Hz. Ali´ye Medine´de biat edilmişti. Medine´de bulunan bütün sahabeler Hz. Ali´ye biat etmiş idiler. Ancak Hz. Talha ile Zübeyr´in istemeyerek biat ettikleri söylenir. Bunlar biattan sonra Medine´den ayrılıp Mekke´ye Hz. Aişe´nin yanına giderler. Hz. Aişe´yi oradan alıp Basra´ya geçerler. Bu hal Hz. Ali´ye ulaşır. O da Irak´a geçer. Basra´da Talha, Zübeyr, Aişe (radıyallahu anhüm) ve beraberindekilerle karşılaşır ve Cemel Vakası vukua gelir: Yıl 36 hicrî, Cemadiyü´l-ahire ayı. Hz. Talha, Zübeyr ve başka birçokları şehit olurlar. Ölü sayısı on üç bine ulaşır. Hz. Ali on beş gün kadar Basra´da kalır. Oradan Kûfe´ye geçer. Sonra Hz. Muaviye ve beraberindekiler Şam´da Hz. Ali´ye kıyam ederler. Bu haber kendisine ulaşınca o da ordusuyla yürür. Sıffîn´de karşılaşırlar. Yıl: Hicrî 39 senesi, Safer ayı. Savaşla ilgili bazı açıklamalara az ilerde yer vereceğimiz için kısa kesiyoruz.[169]
* HARİCÎLER
ـ4813 ـ1ـ عن زيد بن وهب الجُهَنى: ]وَكانَ في الْجَيْشِ الَّذِينَ كَانُوا مَعَ علِيٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه حِينَ سَارَ الى الْخَوَارِجِ فقَالَ عَلِيٌّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أيُّهَا النَّاسُ إنِّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: يَخْرُجُ قَوْمٌ مِنْ أُمَّتِى يَقْرَأوُنَ الْقُرآنَ لَيْسَتْ قِرَاءَتُكُمْ الَى قِرَاءَتِهِمْ بِشَىْءٍ، وََ صََتُكُمْ الى صََتِهِمْ بِشَىْءٍ، وََ صِيَامُكُمْ الى صِيَامِهِمْ بِشَىْءٍ يَقْرَأونَ الْقُرآنَ يَحْسِبُونَ أنَّّهُ لَهُمْ وَهُوَ عَلَيْهِمْ، َ تُجَاوِزُ صََتُهُمْ تَرَاقِيَهُمْ، يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الرَّمِيّةِ، لَوْ يَعْلَمُ الْجَيْشُ الَّذِينَ يُصِيبُونَهُمْ مَا قُضِيَ لَهُمْ عَلى لِسَانِ نَبِيِّهِمْ لَنَكَلُوا عَنِ الْعَمَلِ، وَآيَةُ ذلِكَ أنَّ فِيهِمْ رَجًُ لَهُ عَضُدٌ وَلَيْسَ لَهُ ذِرَاعٌ، على عَضُدِهِ مِثْلُ حَلَمَةِ الثَّدْيِ، عَلَيْهِ شَعَراتٌ بِيضٌ؛ فَتَذْهَبُونَ الى مُعَاوِيَةَ وَأهْلِ الشَّامِ وَتَتْرُكُونَ هؤَُءِ يَخْلُفُونَكُمْ في ذَرَارِيِّكُمْ وَأمْوَالِكُمْ، وَاللّهِ إنِّى ‘رْجُو أنْ يَكُونُوا هؤَُءِ
الْقَوْمِ، فَإنَّهُمْ قَدْ سَفَكُوا الدَّمَ الْحَرَامَ، وَأغَارُوا في سَرْحِ النَّاسِ. فَسِيرُوا عَلى اسْمِ اللّهِ تَعالى. قَال: فَلَمَّا الْتَقَيْنَا، وَعلى الْخَوارِجِ يَوْمَئِذٍ عَبْدُاللّهِ بْنُ وَهْبٍ الرَّاسبِى. فقَالَ لَهُمْ: ألْقُوا الرِّمَاحَ وَسَلّوا السُّيُوفِ مِنْ جُفُونِهَا فإنِّى أخَافُ أنْ يُنَاشِدُوكُمْ كَمَا نَاشَدُوكُمْ يَوْمَ حَرَوْرَاءَ. فَرَجَعُوا فَوَحَّشُوا بِرِمَاحِهُمْ وَسَلُّوا السُّيُوفَ وَشَجَرَهُمْ النّاسُ بِرِمَاحِهِمْ، وَقَتَلُوا بَعْضَهُمْ عَلى بَعْضٍ. وَمَا أُصِيبُ يَومَئِذٍ مِنَ الرِّجَالِ إَّ رَجَُنِ. فقالَ عَلِيٌّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: الْتَمِسُّوا فيهِمْ الْمَخْدَجَ فَلَمْ يَجِدُوهُ. قَالَ فقَامَ عَلِيٌّ بِنَفْسِهِ حَتّى أتَى أُنَاساً قَدْ قُتِلَ بَعْضُهُمْ عَلى بَعْضٍ. فقَالَ: أخِّرُوهُمْ فَوَجَدُوهُ مِمَّا يَلِى ا‘رْضِ. فَكَبَّرَ وَقَالَ: صَدَقَ اللّهُ وَبَلَّغَ رَسُولُهُ. فَقَامَ إلَيْهِ عَبِيدَةُ السَّلْمَانِى فقَالَ: يَا أمِيرَ الْمُؤْمِنِينَ؛ وَاللّهِ الَّذِى َ إلهَ إَّ هُوَ لَسَمِعْتَ هذَا الْحَدِيثَ مِنْ رَسُولِ اللّهِ #: فَقَالَ إى واللّهِ الَّذِى َ إلهَ إَّ هُوَ، حَتّى اسْتَحْلَفَهُ ثَثاً وَهُوَ يَحْلِفُ لَهُ[. أخرجه مسلم وأبو داود .
1. (4813)- Zeyd İbnu Vehb el-Cühenî -ki bu zat, Hz. Ali (radıyallahu anh) Haricîlerle savaşmak üzere yürüdüğü zaman beraberindeki orduda bulunuyordu- anlatıyor: “Hz. Ali dedi ki: “Ey insanlar, ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim:
“Ümmetimden bir grup çıkar. Kur´an´ı öyle okurlar ki, sizin okuyuşunuz onlarınkinin yanında bir hiç kalır. Namazınız da namazlarına göre bir hiç kalır. Orucunuz da oruçları yanında bir hiç kalır. Kur´an´ı okurlar, onu lehlerine zannederler. Halbuki o aleyhlerinedir. Namazları köprücük kemiklerinden öteye geçmez. Okun avı delip geçmesi gibi dinden hemen çıkarlar. Onlarla harb eden ordu(nun askerlerine) peygamberlerinin diliyle ne (kadar çok ücret)ler takdir edilmiş olduğunu bilselerdi (başkaca) amel yapmaktan vazgeçerlerdi. Onların alâmeti şudur: Aralarında pazusu olduğu halde kolu olmayan bir adam olacak. Pazusu üzerinde meme ucu bir çıkıntı bulacak. Bunun üzerinde de beyaz kıllar bulunacak. Sizler Muaviye ve Şamlıların üzerine gidecek, buradakileri terkedeceksiniz. Onlar da sizin (yokluğunuzdan istifade ile) çolukçocuğunuza ve mallarınıza sizin namınıza halef olacaklar!”
(Hz. Ali ilave etti): “O vallahi! Ben, onların bu kavim olacağını kuvvetle ümit ediyorum. Çünkü onlar haram kan döktüler. Halkın meradaki hayvanlarını gasbettiler. Öyleyse Allah adına bunlar üzerine yürüyün!”
Ravi der ki: “Haricîlerin başında o gün, Abdullah İbnu Vehb er-Rasibî olduğu halde, onlarla karşılaşınca Hz. Ali (radıyallahu anh) askerlerine:
“Mızraklarınızı bırakın, kılıçlarınızı kınlarından çıkarın. Çünkü ben, onların Harura günü size yaptıkları gibi yine size sulh teklif edeceklerinden korkuyorum!” dedi. Bu emir üzerine döndüler, mızraklarını bertaraf ettiler ve kılıçlarını sıyırdılar. Askerler onlara mızraklarını sapladı. Öldürüp üst üste yığdı. O gün cengâverlerden sadece iki kişi isabet alıp şehit düştü. Ali (radıyallahu anh):
“Aralarında o sakat herifi arayın!” emretti. Aradılar, fakat bulamadılar. Bizzat Ali kalkıp üst üste öldürülmüş insanların yanına geldi:
“Bunları geri çekin!” dedi. Sonra yere gelen cesetler arasında onu buldular. Onun bulunması üzerine Hz. Ali (radıyallahu anh) tekbir getirdi ve:
“Allah doğru söyledi, Resulü de doğru tebliğ etti” dedi. Ubeyde es-Selmânî, Hz. Ali´ye doğrulup:
“Ey mü´minlerin emîri! Kendisinden başka ilah olmayan Allah aşkına söyle. Sen bu hadisi Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan bizzat işittin mi ” diye sordu. Ali (radıyallahu anh):
“Kendinden başka bir ilah olmayan Allah´a yemin ederim, evet!” dedi. Ubeyde Hz.Ali´ye üç sefer yemin verdi. O da ona üç sefer yemin etti.” [Müslim, Zekat 156, (1066).][170]
ـ4814 ـ2ـ وأخرجه مسلم عن عُبيدِاللّهِ بْنِ أبِى رَافعٍ بِنَحْوِهِ، وفي أوَّلِهِ: ]أنَّ الْحَرُورِيَّةَ لَمَّا خَرَجَتْ على علِيِّ بْنِ أبِى طَالِبٍ. قَالُوا: َ حُكْمَ إَّ للّهِ. فقَالَ عَلِيٌّ: كَلِمَةُ حَقٍّ أُرِيدُ بِهَا بَاطِلٌ[.»التَّرَاقِيُّ« جمع ترقوة، وهى العظم الذي بين ثغرة النحر والعاتق.و»الرَّمِيَّة« ما يرمى من صيد أو نحوه قال الخطابي: قد أجمع علماء المسلمين على أن الخوارج على ضلتهم فِرْقة من فرق المسلمين، ورأوا مناكحتهم، وأكل ذبائحهم، وأجازوا شهادتهم .
قال: ومعنى »يَمرُقونَ مِنَ الدِّينِ« أى يخرجون عن طاعة ا“مام المفترض طاعته وينسلخون منها.و»نَكَلُوا عَنِ الْعَمَلِ« أى فتروا وجبنوا.و»اŒية« العمة التي يستدل بها.و»وحشُّوا رَماحَهُمْ« أى رموا بها وألقوها من أيديهم.و»التَّشَاجُرُ بِالرّمَاحِ« التطاعن بها.و»المخْدَجُ« الناقص .
2. (4814)- Müslim, (bu hadisi) Abdullah İbnu Rafi´den de aynı şekilde tahriç etmiştir. O rivayetin baş kısmında şu ziyade var: “Haruriyye, Ali İbnu Ebî Talib (radıyallahu anh)´e karşı huruc ettikleri zaman: “Hüküm Allah´ındır” dediler. (Bu ibare Kur´an´dan bir iktibas olması hasebiyle) Hz. Ali de: “Kendisiyle batıl murad edilen hak bir söz” dedi.” [Müslim, Zekat 157, (1066).][171]
AÇIKLAMA:
1- Haricîler, Cemel Vakası´yla başlayan iç karışıklıkların sonunda ortaya çıkan bir fitne grubunun adıdır. Bunlar Sıffîn Savaşı´ndan sonra, aradaki ihtilafın iki hakem tarafından Kur´an´a göre halledilmesi şeklinde bir karara varılınca, bu kararı beğenmeyerek hem Hz. Muaviye´ye hem de Hz. Ali´ye karşı gelmişlerdir. Fiilen halife Hz.Ali (radıyallahu anh) olması haysiyetiyle Hz. Ali onların üzerlerine gitmiş, itaate getirmek için onlarla savaşmıştır. Hz. Ali´ye karşı, siyasî bir eylem olarak ilk toplandıkları yerin adı Harura olduğu için bunlara Haruriye de denmiştir. Haricîler büyük günah işleyen kâfir olur diye ortaya attıkları bir prensiple hareket ettikleri için, zamanla kelamî bir mezhep mahiyetini de kazanmıştır.
Haricîler, bidayetten itibaren Muhakkime-i ûlâ, Ezârika, Necedat, Sufriyye, Acâride, İbâziye gibi değişik kollara ayrılmıştır. Zamanımıza kadar varlığını sürdüren kolu İbâziye´dir. Tunus´ta, Cezayir´de bunlara rastlanır. Zengibar´ın resmî mezhebinin İbâziye olduğu bilinmektedir.
2- Sadedinde olduğumuz hadis, Nehrevan Savaşı´nı anlatmaktadır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), Müslümanlarla savaşacak bir fitne grubunun evsafını beyan buyurmuş, Hz. Ali bu vasıfları Haricîlerde görmüştür. Resulullah´ın kendisine verdiği bilgilere dayanarak, bu zümre içerisinde Zü´s-Südye isminde bir kimsenin bulunması gerekeceğinde ısrar eder. Gerçekten, ölüler arasında Hz. Ali´nin “peygamberin ihbarı”na dayanarak yaptığı tasvire uygun bir adam bulununca nebevî bir mucize daha ortaya çıkar. Hz. Ali (radıyallahu anh) bu mucize karşısında heyecanlanır ve tekbir getirir: “Allah doğru söyledi. Resulü doğru söyledi” demesi, Allah´ın bildirmesiyle konuşan Hz. Peygamber´in sözünün doğrulandığını, te´yid gördüğünü ifade buyurmasıdır. Şarihler, Ubeyde es-Selmânî´nin, bu hadisenin itibarını Resulullah´tan işittiğine dair Hz. Ali´ ye üç kere yemin ettirmesini, bunu herkese duyurma maksadıyla yaptığını belirtirler.
3- Hz. Ali onların Lahükme illa lillah Kur´ânî cümlesini “Batıla alet edilen hak bir söz” olarak değerlendirir. Hatta Haricîler, aşırı dindarlıklarıyla da meşhurdurlar. Çok ibadetten alınları yara olan kimselerdir. Onun için hadiste “onların namazı yanında sizinki bir hiçtir…” cümlesine rastlanır. Ne var ki ne çok ibadet, ne Kur´an ve hadiste gelen ibarelerin slogan olarak kullanılması gidilen yolun meşruluğu için kafi değildir. Siyasi görüşü kendine muvafık olmayan, Müslümanları tekfir, halifeye isyan gibi davranışlar onları ve benzerlerini Resulullah´ın ifadesiyle “İnsan ve hayvanların en şeriri” olmaktan kurtaramıyor. Haricîlerin “Hüküm Allah´ındır” diye pek sık kullandıkları slogan, Kur´an´dan muktebestir. Birçok ayette bu mâna ifade edilmiştir (En´am 57, 62, Yusuf 40, 67, Kasas 70, 88, Gafir 42), Hz. Ali buna itiraz etmemiş, fakat söyleniş gayesinin batıl olduğunu belirtmiştir.
4- Bu hadis, mü´minler arasında cereyan edecek kıtallerin ahkâmını tesbitte esastır. Ulema bu ve diğer benzeri hadislerden sonra Sahabe´nin tatbik ettiği ahkâmdan hareketle şu esasları tespit etmiştir:
* İmama isyan edenler önce hakka çağrılır, tehdid edilir, saldırmadıkları müddetçe saldırılmaz.
* Saldırmaları halinde onlarla savaşılır.
* Yaralılarına dokunulmaz. Bozguna uğradıkları takdirde, destek görmeleri melhuz değilse takip edilmezler.
* Malları ganimet değildir yağma edilmezler.
* Tevbe edenlerin tevbesi kabul edilir.
* İsyan sebebiyle dinden çıkmış sayılmazlar. Ancak inkarları sebebiyle isyan etmişlerse o zaman mürted muamelesi yapılır.
* Onlardan esir alınanlara da, esir muamelesi yapılmaz; öldürülmezler.
* Devlete karşı isyan eden bağîlere ve Haricîlere karşı savaşmak caizdir, sevaptır, bu savaşta ölenler şehittir.
Fitnenin çeşitleri ve herbirine karşı uygulanacak ahkâm hakkında geniş bilgiyi daha önce kaydettik.[172]
ـ4815 ـ3ـ وعن سويد بن غفلة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ عَلِيٌّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: إذَا حَدَّثْتُكُمْ عَنْ رَسُولِ اللّهِ # حَدِيثاً، فَوَاللّهِ ‘نْ أخِرَّ مِنَ السَّمَاءِ أحَبُّ الىَّ مِنْ أقُولَ عَلَيْهِ مَا لَمْ يَقُلْ، وَإذَا حَدَّثْتُكُمْ فِيمَا بَيْنِى وَبَيْنَكُمْ فإنَّ الْحَرْبَ خِدْعَةٌ، وَإنِّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: سَيَخْرُجُ قَوْمٌ في أخِرِ الزَّمَانِ حُدَثَاءُ ا‘سْنَانِ سُفَهَاءُ ا‘حَْمِ، يَقُولُونَ مِنْ خَيْرِ قَوْلِ الْبَرِيَّةِ، يَقْرَأوُنَ الْقُرآنَ، َ يُجَاوِزُ إيمَانُهُمْ حَنَاجِرَهُمْ، يَمْرُقُونَ مِنْ الدّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنْ الرَّمِيَّةِ، فأيْنَمَا لَقِيتُمُوهُمْ فَاقْتُلُوهُمْ فإنَّ في قَتْلِهِمْ أجْراً لِمَنْ قَتَلَهُمْ عِنْدَ اللّهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه الخمسة إ الترمذي.»حُدَثَاءُ ا‘سْنَانُ« أى شباب لم يكبروا حتى يعرفوا الحق.»سُفَهَاءُ ا‘حَْمِ« السفه الخفة في العقل والجهل.»ا‘حمُ« العقول .
3. (4815)- Süveyd İbnu Gafle (radıyallahu anh) anlatıyor: “Ali (radıyallahu anh) dedi ki: “Ben size Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ dan bir hadis söyleyince, Allah´a yemin olsun Aleyhisselâtu vesselâm´ın söylemediği bir şeyi söylemektense gökten atılmayı tercih ederim. Ancak benimle sizin aranızda cereyan eden şeyler hakkında konuşunca, bilesiniz harp hiledir. Zîra ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim:
“Ahirzamanda yaşça küçük, akılca kıt birtakım gençler çıkacak. Yaratılmışın en hayırlısının sözünü söylerler, Kur´ân´ı okurlar. İmanları gırtlaklarından öteye geçmez. Okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkarlar. Onlara nerede rastlarsanız onları gebertin. Zîra, onları öldürene, kıyamet günü, Allah´ın vereceği ücret var.” [Buhârî, Fezâilu´l-Kur´ân 36, Menakıb 25, İstitâbe 6; Müslim, Zekât 154, (1066); Ebu Davud, Sünnet 31, (4767); Nesâî, Tahrîm 26, (7, 119).][173]
AÇIKLAMA:
1- Eslâf uleması, burada yaşça genç, akılca kıt gençlerle Haricîlerin kastedildiğini anlamışlardır. Nitekim, Teysîr´in bu hadisi, Haricîlerle ilgili fitne başlığı altında kaydettiğine göre, aynı anlayışı görmek mümkün. Ancak Resûlullah´ın hadisleri, aynen Kur´ân gibi her devre baktığı için, kıyamete kadar gelecek zaman içinde her devir insanı, kendi zamanına tatbik etme hakkına sahiptir. Nitekim, bizde Fitnenin Evsafı ile ilgili bahiste, günümüzün fitnelerinde gizli ve münafık güçlerin cahil gençlerimizi, İslâmî sloganlarla aldatıp istismar edeceklerine dikkat çekmiştik.
2- خير قول البرية tabirinde bazı alimler “kalb mevcuttur, قول خير البرية şeklinde olmalıdır” demiştir. “Yaratılmışın en hayırlısının sözü” demek olur. Bununla Kur´ân ve hadisin kastedildiği belirtilmiştir.
3- Kur´ân okumalarına rağmen imanlarının gırtlaklarından öteye geçmemesi Kur´ân´ı anlamadıklarına, ahkâmını hayatlarında tatbik etmediklerine, halkı aldatmak için, slogan olarak onları zikrettiklerine delalet eder. Bunlar, bir avı delip, ondan hiçbir bulaşık almadan öbür tarafa geçen ok gibi, İslâm´dan hiçbir pay kapmamış olarak dinden çıkarlar. İbnu´l-Esîr, en-Nihâye´de bu insanların dine giriş ve çıkışlarını “ok”un bir ava giriş çıkışına benzetmesini, oka avdan hiçbir şeyin takılmaması sebebine bağlar.
4- Hadisin Ebu Dâvud´daki bir veçhinde “Onlar Müslümanları (büyük günah işleyince kâfir olurlar diyerek) öldürürler. Fakat put ehlini bırakırlar. Eğer ben onlara yetişecek olsam, vallahi Ad kavminin ölümleriyle öldürürüm” buyurulmuştur. Ad kavminin ölümü tabiriyle, “Köklerinin kesilmesi”nin kastedildiği belirtilmiştir. Çünkü o kavim helak olmuş, arkası kesilmiştir.
Eski âlimler bu hadisi Haricîlere tatbik edip büyük günah işleyenleri kâfir addederek diye kayıtlamıştır. Ancak günümüzde benzeri davranışlara düşen kitlelerin davranışlarını aynı tabirlerle kayıtlamak gerekmez. Üstelik İslam âlemi şimdilerde ne kadar geniş. Müslümanlara musallat olacak bu heriflerin ileri sürecekleri bahaneler her köşede bir başka şey olabilir. Ama onların sonunu da Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) haber vermektedir: “Âd kavminin ölümüyle ölmek.” “Âd kavmi öldürülmedi, (atom bombasından hasıl olan fırtınayı hatırlatan) bir rüzgâr ile toptan helak edildi” der, şârihimiz… [174]
ـ4816 ـ4ـ وعن أبى سعيدٍ وَأنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قا: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # سَيَكُونُ في أُمَّتِى اخْتَِفٌ وَفُرْقَةٌ: قَوْمٌ يُحْسِنُونَ الْقِيلَ وَيُسِيئُونَ الْفِعْلَ، يَقْرَأُونَ الْقُرآنَ َ يُجَاوِزُ تَرَاقِيَهُمْ، يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الرَّمِيَّةِ. ثُمَّ َ يَرْجِعُونَ حَتّى يَرْتَدَّ عَلى فُوقِهِ. هُمْ شَرُّ الْخَلْقِ، طُوبَى لِمَنْ قَتَلَهُمْ وَقَتَلُوهُ، يَدْعُونَ الى كِتَابِ اللّهِ وَلَيْسُوا مِنْهُ في شَىْءٍ. مِنْ قَاتَلَهُمْ كَانَ أوْلى بِاللّهِ مِنْهُمْ. قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّهِ #! مَا سِيمَاهُمْ قَالَ: التَّحْلِيقُ[. أخرجه أبو داود، وللشيخين عن أبى سعيد نحوه .
4. (4816)- Ebu Said ve Enes radıyallahu anhümâ anlatıyorlar: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ümmetimde ihtilâf ve ayrılıklar meydana gelecek. (Onlardan) bir grup lafıyla güzel, ameliyle kötü olacak. Bunlar Kur´ân´ı okuyacaklar, ancak köprücük kemiklerinden aşağı geçmeyecek. Bunlar, dinden tıpkı okun avı delip geçmesi gibi çıkarlar. Onlar, ok, kirişine dönmedikçe bir daha dine geri gelmezler. Bunlar mahlukatın en şeriridir. Onları öldürene ve onlar tarafından öldürülene ne mutlu! Onlar insanları Kitabullah´a çağırırlar, fakat Kitap´tan zerre kadar nasipleri yoktur.”
Yanında bulunan Ashab:
“Ey Allah´ın Resûlü onların alâmeti nedir ” diye sordular da:
“Tıraş olmak!” buyurdular.” [Ebu Dâvud, Sünnet 31, (4765).]
Benzer bir rivayeti Ebu Saîdi´l-Hudrî´den Sahiheyn kaydetmiştir. [Buhâri, Fezailu´l-Kur´ân 36, Menâkıb 25, Edep 95, İstitabe 6, 7; Müslim, Zekât 143-148, (1064); Muvatta, Kur´ân10, (1, 204, 205); Nesâî, Zekât 79, (5, 87). Tahrîm 26, (7, 119).][175]
ـ4817 ـ5ـ وفي روايةٍ عن أنسٍ قال: ]سِيمَاهُمْ التَّحْلِيقُ وَالتَّسْبِيدُ. فإذَا رَأيْتُمُوهُمْ فَأنِيمُوهُمْ[.»الفُوقةُ وَالفُوقَُ« موضع وقوع الوتر من السهم.
5. (4817)- Hz. Enes´ten gelen bir rivayette (Resûlullah şöyle) buyurmuştur: “Onların alâmeti tıraş ve saçın yolunmasıdır. Onları gördüğünüz zaman öldürün.”[176]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, önceki hadiste geçen dalalet fırkasıyla ilgili mütemmim bilgi sunmaktadır. Dinden çıkan bu yaşça genç, aklı kıt, lafı güzel, ameli kötü gürûhun bir daha kazanılamayacağı ifade edilmektedir. Onların geri gelmesi, okun kirişine geri gelmesine bağlanmıştır. Yani olması muhal olan şeye dilimizde böylesi makamda “balık kavağa çıkınca” deyimini kullanırız. Maksad muhal olan şeyi ifade etmektir. Keza bunların okuduğu Kur´ân´dan zerre miktar bir tesir, bir iz kalmayacağı, kalplerine hiçbir şey inmeyeceği hakikatı da, okuduklarının köprücük kemiklerinden aşağı gitmeyeceği tabiriyle ifade edilmiştir. Başka rivayetlerde köprücük kemiği yerine boğaz, hançere, gırtlak gibi başka tabirler kullanılmıştır. Şarihlerimiz bu tabiri “Kıraatleri Allah´a yükselmez. Allah kabul buyurmaz” şeklinde de anlamıştır.
2- Hadis, böylesi insanlarla cihad gereğine dikkat çekmektedir. Çünkü, dinî sloganlarla, Kur´ân tilavetiyle meydana çıktıkları için mü´ minler arasında tereddüt çıkabilecektir. Aleyhissalâtu vesselâm bu tereddütü yenmek ve izale etmek maksadıyla onları öldüren gazi, onlar tarafından öldürülen şehit olur mânasında olmak üzere “Onları öldürene ve onlar tarafından öldürülene ne mutlu!” buyurmuştur.
3- Onların alâmeti başı tıraş etmek olarak belirtilmiştir. Nevevî der ki: “Alimlerden bazıları bu hadisten hareketle başı tıraş etmenin mekruh olduğuna hükmettiler. Ancak, hadiste buna delalet yoktur, tıraş onların alâmetidir. Alâmet, bazan da mübah olur. Nitekim Aleyhissalâtu vesselâm: “Onların alâmeti bir pazusu kadın memesi gibi olan siyah bir adamdır” buyurmuştur. Malum olduğu üzere, bu haram değildir. Ayrıca Ebu Dâvud´un Sünen´inde Buhârî ve Müslim´in şartına uygun sahih bir rivayette “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) başının birkısmı tıraş edilmiş bir çocuk görmüştü: “Ya tamamını tıraş edin ya tamamını kesmeyin” buyurdu” denmiştir. Bu rivayet başın tıraş edilmesinin mübahlığı hususunda sarihtir, te´vile ihtimali yoktur. Ulemâ der ki: “Her durumda başın tıraş edilmesi caizdir. Kişiye yağlanması ve bakımı meşakkat getirecekse tıraş etmesi müstehab olur. Eğer meşakkat getirmiyorsa kesilmesi müstehab olur.”
İkinci hadiste, tıraş olarak tercüme ettiğimiz tahlik kelimesini te´kîden tesbîd, (bazı nüshalarda tesmîd şeklindedir) kelimesi gelmiştir. Lügatte aynen deriden saçın tıraş edilmesi mânasına gelirse de Ebu Dâvud, saçın kökten yolunması diye açıklar.[177]
ـ4818 ـ6ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أتَى رَجُلٌ رَسُولَ اللّهِ # مُنْصَرَفَهُ مِنْ حُنَيْنٍ، وَفي ثَوْبِ بَِلٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه فِضَّةٌ، وَرَسُولُ اللّهِ # يَقْبِضُ مِنْهَا وَيُعْطِى النَّاسَ. فَقَالَ: يَا مُحَمَّدُ، اعْدِلْ فَقَال: وَيْلَكَ فَمَنْ يَعْدِلُ إذَا لَمْ أعْدِلْ؟ لَقَدْ خِبْتُ وَخَسِرْتُ إنْ لَمْ أعْدِلْ. فَقَالَ عُمَرُ: دَعْنِى يَا رَسُولَ اللّهِ أضْرِبْ عُنُقَ هذَا الْمُنَافِقِ. فَقَالَ #: مَعَاذَ اللّهِ أنْ يَتَحَدَّثَ النَّاسُ أنَّ مُحَمَّداً يَقْتُلُ أصْحَابُهُ، وَإنَّ هذَا وَأصْحَابَهُ يَقْرَأُونَ الْقُرآنَ َ يُجَاوِزُ حَنَاجِرَهُمْ، يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرقُ السَّهْمُ مِنَ الرَّمِيَّةِ[. أخرجه الشيخان، واللفظ لمسلم .
6. (4818)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Huneyn dönüşünde bir adam yanına geldi. Bu sırada Hz. Bilâl´in eteğinde gümüş (para) vardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bundan avuç avuç alıp insanlara dağıtıyordu. Gelen adam:
“Ey Muhammed! Adil ol!” dedi. Aleyhissalâtu vesselam (öfkeli olarak):
“Yazık sana! Ben de adil olmazsam kim adil olabilir Eğer adil olmazsam zarara ve hüsrana düşerim!” buyurdular. Hz. Ömer atılıp:
“Ey Allah´ın Resûlü! Bana müsaade buyurun şu münafığın kellesini uçurayım!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Halkın “Muhammed arkadaşlarını öldürüyor” diye dedikodu yapmasından Allah´a sığınırım. Bu ve arkadaşları Kur´ân okurlar (ama okudukları) hançerelerinden aşağı geçmez. Dinden, okun avı delip geçtiği gibi çıkıp giderler!” buyurdular.” [Buhârî, Humus 16; Müslim, Zekât 142, (1063). Metin Müslim´inkidir.][178]
AÇIKLAMA:
1- Hadis birçok vecihten rivayet edilmiştir. Müslim´in Zekât bölümündeki 140-160 arasındaki hadisler bu vak´a ile alakalı. Bazı rivayetlerdeki ziyadelerden anlaşıldığına göre, hâdise, Huneyn Savaşı´ndan elde edilen ganimetin Ci´râne´de dağıtımı sırasında cereyan etmiştir ve bu itirazcının adı Zülhüveysıra´dır. Bir rivayette adam tasvir de edilir: “Gür sakallı, elmacıkları çıkık, gözleri çukur, alnı yüksek, başı traşlı.” Bir rivayete göre, “Sağında ve solunda olanlara verdi. (Henüz) arkadakilere vermemişti. Arkadakilerden bir adam kalkarak: “Ey Muhammed, taksimde adil olmadın” der. Resulullah bu söze çok öfkelenir. Ancak: “Vallahi, benden sonra, benden daha adil olacak birini bulamazsınız” demekle yetinir. Sonra şu açıklamayı yapar: “Ahirzamanda bir kavim çıkacak. Sanki bu, onlardan biridir. Onlar, Kur´an okurlar fakat okudukları köprücük kemiklerini geçmez. İslam´dan okun avdan geçtiği gibi geçip giderler. Alametleri tıraştır. Bunların arkası kesilmez; sonuncuları Mesih Deccal´le birlikte çıkar. Onlara rastladığınız zaman bilin ki, onlar halkın ve hayvanların en şerirleridir.”
2- Havazinliler, askerlerinin daha fedakârane savaşmaları düşüncesiyle mallarını ve hatta çocuk ve kadınlarını da cephe gerisine getirdiklerinden savaşta mağlup olunca Müslümanlara çok miktarda ganimet intikal etmişti; 6.000 kadın ve çocuk, 4.000 okiyye gümüş, 24.000 deve, 40.000´den fazla koyun. Vakidî, o gün her bir gaziye dört deve ile kırk koyun ganimet isabet ettiğini belirtir. Ayrıca müellefe-i kulub denen kalpleri kazanılacak, şair, hatip, kabile reisi gibi nüfuzlu kimselere, durumuna göre 50´şer, 100´er deve verilmiştir.
3- Bazı rivayetlerde, Resulullah´tan bu adamı öldürme müsaadesi isteyen Halid İbnu Velid´dir. Dahası, hâdisenin Ci´rane´de değil Medine´de cereyan ettiğini ifade eden rivayet de var. İbnu Hacer el-Askalânî, bu rivayetlerin arasında zıtlık olmadığını, hâdisenin birkaç sefer cereyan etmiş olabileceğini söyleyerek zahirî zıtlığı te´lif eder.
4- Bu hadisler, Haricîlerle ilgili olması haysiyetiyle, bunların şerhi zımnında, Haricîlerin tekfir edilip edilmeyeceği hususuna da yer verilir. Hemen belirtelim ki, onların tekfiri hususunda ihtilaf edilmiştir. Şâfiîlerden cumhur-u ulemâya göre Haricîler tekfir edilemez. Bakillânî, onların sarih küfre düşmediğine, fakat küfre müeddi olan söz söylediklerine dikkat çekmiş ise de bu, tam bir tekfir sayılmamıştır. Kadı İyaz, “tekfir hususunda, ulemanın, muteber tek delili olduğunu, bunun da, onların kendi dışındaki Müslümanları tekfir etmeleri bulunduğunu, zîra bir hadiste mü´mini tekfir eden kimsenin sözünün havada kalmayıp, haksız yere tekfirde bulunan kimseye geri döneceğini bildirdiğini” söyler. Aslında bu hüküm, diğer fırâk-ı dâlle için de geçerlidir.
Ehl-i Sünnet uleması, tekfir hâdisesi, dinde çok nazik bir bahis olması sebebiyle, tekfir etme hususunda fazlaca dikkatli ve ihtiyatlı davranmışlardır. Dolayısıyla onların kestiklerinin yeneceğine, kadınlarıyla evlenilebileceğine, cenazelerine iştirak edileceğine, şehadetlerinin makbul olacağına hükmetmişler ve bu hususta icma etmişlerdir. Hz. Ali´ye : “Onlar kâfir midirler ” diye sorulmuş: “Küfürden kaçtılar!” demiştir.
“Münafık mıdırlar ” denilmiş, “Münafıklar Allah´ı pek az zikrederler. Halbuki onlar akşam sabah zikrediyorlar!” demiştir. “Onlar kimdir ” denilmiş, “Fitneye maruz kalıp, bu yüzden hakka karşı körleşen, sağırlaşan kimselerdir!” demiştir.[179]
* HAKEMEYN HÂDİSESİ VE YEZİD İBNU MUAVİYE´YE BİAT VAKASI
ـ4819 ـ1ـ عن ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]دَخَلْتُ على حَفْصَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها فَقُلْتُ: قَدْ كَانَ مِنَ النَّاسِ مَا تَرَيْنَ، وَلَمْ يُجْعَلْ لِى مِنَ ا‘مْرِ شَىْءٌ. فَقَالَتْ: اَلْحَقِ النَّاسَ فَهُمْ ينْتَظِرُونَكَ، وَأخْشى أنْ يَكُونَ في احْتِبَاسِكَ عَنْهُمْ فُرْقَةٌ، فَلَمْ تَدَعْهُ حَتّى ذَهَبَ. فَلَمَّا تَفَرَّقَ النَّاسُ خَطَبَ مُعَاوِيَةُ وَقَالَ: مَنْ كَانَ يُرِيدُ أنْ يَتَكَلَّمَ في هذَا ا‘مْرِ فَلْيُطْلِعْ لَنَا قَرْنَهُ، فَلَنَحْنُ أحَقُّ بِهِ مِنْهُ وَمِنْ أبِيهِ. قَالَ حَبِيبُ بْنُ مَسْلَمَةَ: فَقُلْتُ لِعَبْدِاللّهِ، فَهََّ أجَبْتَهُ؟ فقَالَ: لقَدْ هَمَمْتُ أنْ أقُولَ أحَقُّ بِهذا ا‘مْرِ مِنْكَ مَنْ قَاتلَكَ وَأبَاكَ عَلى ا“سَْمِ، فَخَشَيْتَ أنْ أقُولَ كَلِمَةً تُفَرَّقَ بَيْنَ الْجَمِيعِ وَتُسْفِكُ الدَّمَ وَيُحْمَلُ عَنِّى غَيْرُ ذلِكَ، فَذَكَرْتُ مَا أعَدَّ اللّهُ في الْجِنَانِ. قُلْتُ: حُفِظْتَ وَعُصِمْتَ[. أخرجه البخاري .
1. (4819)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ)´nın yanına girdim ve:
“(Ali ile Muaviye (radıyallahu anhümâ)´nin Sıffîn´deki hâdiseleri sebebiyle) halka gelenleri görüyorsun. (Şimdi Harameyn ve başka yerde hayatta kalan sahabeleri toplayıp fikirlerini almak istiyorlar.) Bu hilafet ve emîrlik meselesinde bana hiçbir hak tanımadılar (bu sebeple gitmek istemiyorum, ne dersin )” dedim.
“Katıl. Çünkü onlar seni bekliyorlar. Onlardan geri durmanı, onların bir muhalefet saymalarından korkarım!” dedi ve Abdullah, oraya gidinceye kadar Hafsa onu bırakmadı. (Hakemlerin hüküm vermesinden sonra) Hz. Muaviye bir hutbe irad etti ve (Abdullah´la babası Ömer´i kastederek) dedi ki:
“Kim bu hilafet meselesi hakkında bizimle konuşmak isterse kendini bize göstersin (meydana çıksın). Şurası muhakkak ki biz, halifeliğe ondan da babasından da ehakkız.”
Habib İbnu Mesleme der ki: “Abdullah´a: “Ona cevap vermedin mi ” dedim. Abdullah cevaben:
“Bu işe senden daha ehak olan, İslam adına sana ve babana karşı (Uhud´da, Hendek´te) mücadele vermiş olan Ali (radıyallahu anh)´dir!” demek istedim. Fakat, herkesin arasına tefrika sokup, kan akıtacak ve istemediğim bir mânaya çekilecek bir kelime sarfetmekten korktum. Allah´ın (sabredene) cennette hazırladığı mükafaatları da hatırlayarak (Muaviye´ye) karşılık vermedim” demiştir. Habib İbnu Mesleme: “Bu tavrı takdir ederek: “Sen bir fitneden (inayet-i İlahî ile) korunmuş ve (ciddî) bir felaketten muhafaza edilmişsin!” dedim” der. [Buharî, Megazî, 29.][180]
AÇIKLAMA:
1- İbnu Hacer´den alarak koyduğumuz parantez arası açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, Hz. Abdullah İbnu Ömer, Sıffîn Savaşı´nda, ihtilafın çözümü Hakemeyn´e yani biri Hz. Ali, diğeri de Hz. Muaviye (radıyallahu anhümâ) tarafından seçilecek iki hakemin tesbit edeceği ortak görüşe havale edildikten sonra, hayatta kalan sahabelerin fikirlerini almak üzere yapılan bir davete icabet edip-etmeme hususunda Resulullah´ın zevcelerinden ve aynı zamanda kızkardeşi bulunan Hafsa ile istişare etmiştir. Kendisi kırgın bir hava taşımakta, bu sebeple de davete icabet etmemek istemektedir. Ancak Hz. Hafsa, katılmasını tavsiye etmektedir.
Abdullah katılır. Hz. Muâviye´nin kulağına Abdullah´tan bir şeyler ulaşmış olmalı ki, ilk hutbesinde ta´rizkâr ve hatta tehditkar bir üslupla Hz. Abdullah´a laf atar. Abdullah, Hz. Ali lehine konuşup, bidayetten beri İslam için çalıştığını, Hz. Muâviye ve babası Ebu Süfyan´a karşı Uhud´da, Hendek´te İslam´ı korumak için savaş verdiğini, bu sebeplerle onun hilafete kendisinden ehak olduğunu söylemeyi düşünür. Fakat, fitne çıkmasın diye sükut eder. Said İbnu Mansur´un kaydettiği munkatı bir rivayette Hz. Abdullah, Muâviye´ye şöyle söylemek istemiştir: “Hilafete, İslam adına sana ve babana karşı savaşmış olanlar ehaktır.” Ancak kan dökülmesi ve sözünün yanlış anlaşılması korkusuyla susmayı tercih eder, (radıyallahu anh).
2- Hadiste, Hz. Abdullah´a bu davranışı sebebiyle takdirlerini ifade eden Habib İbnu Mesleme, küçük sahabelerdendir. Şam´a yerleşmiştir. Babasının Resulullah´la sohbeti mevcuttur. Aslında Hz. Muaviye taraftarlarındandır. Muaviye (radıyallahu anh) onu, kuşatma altındaki Hz. Osman´a yardım etmesi için bir askerî birliğin başında Şam´dan Medine´ye göndermiş, ancak o gelmeden Hz. Osman şehid edilmiş olduğu için geriye, Hz. Muâviye´nin yanına dönmüştür. Şam´da Hz. Muâviye ile beraberdir. Hz. Muâviye onu Rumlara karşı yapılan gazvelerin başına komutan tayin etmiştir. Sıkça Rumlarla karşılaştığı için Habibu´r-Rum lakabıyla şöhret bulmuştur. Hz. Muâviye´nin hilafeti sırasında vefat etmiştir.
Habib İbnu Mesleme´nin Hz. Abdullah´a “Allah seni fitne ve felaketten himaye etmiş” sözü, o sırada Hz. Muâviye aleyhine sarfedeceği bir sözün mutlaka bir kavgaya sebep olacağını ifade eder. Çünkü hâdiselerin içinde, hatta yetkili bir şahsiyettir, havayı gayet iyi bilmektedir.
3- İbnu Hacer´in açıkladığına göre, Hz. Muâviye, hilafet meselesinde şu görüşte idi: “Kuvvet, re´y ve marifette üstün olanın, İslam´da öncelik, diyanet ve ibadet yönleriyle üstün olana takdim edilmesi gerekir.” İşte bu görüş gereğince kendisinin hilafete ehak olduğunu ileri sürmüştür. İbnu Ömer ise aksi görüşte idi ve fitne korkusu olmadıkça mefdula biat edilmeyeceği kanaatini taşıyordu. İşte bu sebeple sonradan Hz. Muâviye´ye ve daha sonra da oğlu Yezid´e biat etti, çocuklarına da biatlarını bozmayı yasakladı. Aynı düşünce ile, Yezid´den sonra da Abdülmelik İbnu Mervan´a biat etmiştir.[181]
ـ4820 ـ2ـ وعن ابْنِ الْمُسَيَّبِ قَالَ: ]لَمَّا وَقَعَتْ اَلْفِتْنَةُ ا‘ولى، يَعْنِى مَقْتَلَ عُثْمَانَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه لَمْ تُبْقِ مِنْ أصْحَابِ بَدْرٍ أحَداً؛ ثُمَّ وَقَعَتِ الْفِتْنَةُ الثَّانِيةُ يَعْنِى الْحَرَّةَ، فَلَمْ تُبْقِ مِنْ أصْحَابِ الْحُدَيْبِيَةِ أحَداً؛ ثُم وقَعَتِ الثَّالِثَةُ فلَمْ تَرْتَفِعْ وَلِلنَّاسِ طَبَاخٌ[. أخرجه البخاري .
يقال فن » طَبَاخَ لهُ« أى عقل له و خير عنده، والمراد أنها لم تبق في الناس من الصحابة أحداً .
2. (4820)- İbnu´l-Müseyyeb (radıyallahu anh) anlatıyor: “İlk fitne yani Hz. Osman (radıyallahu anh)´ın şehid edilmesi vukua geldiği zaman Ashab-ı Bedr´den kimseyi hayatta bırakmadı. Sonra ikinci fitne yani Harra hâdisesi vukua geldi. Bu da Hudeybiye ashabından kimseyi hayatta bırakmadı. Sonra üçüncüsü vukua geldi. O da insanlar arasında akıl ve kuvvet (sahabe) barakmadı.” [Buhârî, Megazî 11.][182]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste üç fitneye temas edilmektedir. Bunlardan ilki Hz. Osman´ın şehid edilmesi hâdisesidir. Bu vak´a hicrî 35 senesinde vukua gelmiştir.
İkinci fitne Harre vakasıdır. Bu vaka Hicri 63 yılında vukua gelmiştir.
Üçüncü fitnenin hangi hâdise olduğu tasrih edilmemektedir. Kastalânî Irak´ta vukua gelen Ezârika fitnesi, Haccac tarafından İbnu Zübeyr (radıyallahu anh)´in şehid edilmesi ve Kâbe´nin yıkılmasıyla sonuçlanan hicri 74 yılındaki fitne; Mervan İbnu Muhammed´in hilafeti sırasında 130 yılında Medine´de cereyan eden Ebu Hamza el-Haricî fitnesinin kastedilmiş olabileceğinin ileri sürüldüğünü kaydeder.
İbnu Hacer, üçüncü fitnenin Ezârika fitnesi olduğunu söyleyen Davudî´ye itiraz eder ve katılmayış sebebini iki sebebe bağlar:
1) Hadisin ravisi Yahya İbnu Said burada Medine´de vukua gelen fitneleri kastedmiştir, diğerlerini değil.
2) Ezârika fitnesi ise Yezid İbnu Muâviye´nin vefatını müteakip vukua gelmiş; yirmi seneden fazla devam etmiştir.[183]
İbnu Hacer üçüncü fitnenin hangisi olduğunu belirleme maksadıyla İmam Malik´in Yahya İbnu Said´den kaydettiği şu açıklamaya yer verir: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın mescidinde iki gün namaz terkedilmiştir:
1) Hz. Osman´ın şehid edildiği gün,
2) Harra günü.”
İmam Malik: “Üçüncüyü unuttum” demiştir. İbnu Hacer devam eder: “İbnu Abdü´l-Hakim: “Haricî Ebu Hamza´nın huruc ettiği gündür” der. Bu ise Mervan İbnu Muhammed İbnu Mervan İbni´l-Hakem´in hilafeti zamanında 130 yılında cereyan etmiştir. Bu hâdise Yahya İbnu Said´in vefatından bir müddet önce vukua gelmiştir. Ben, Dârakutni´nin Garaibu Malik nam eserinde, kendisine Yahya İbnu Said´den sahih bir senetle ulaşan buna benzer bir rivayete rastladım. Sonunda şöyle diyordu: “Üçüncüsü vaki olursa insanlarda akıl ve güç bırakmaz.” İbnu Ebî Hayseme´nin tahricinde “Şayet üçüncü vaki olsaydı” şeklinde gelmiştir. Bu ifade, sadedinde olduğumuz hadiste üçüncü fitne hakkındaki cezme muhaliftir (yani hâdisenin henüz vukua gelmediğini beyandır). Aralarını bulmak ve te´lif etmek mümkündür. Şöyle ki: “Yahya İbnu Said bu sonuncu ifadeyi önce söylemiştir, sonra da mezkur üçüncü fitne, o daha sağ iken vaki olmuştur. Hâdiseden sonra Yahya İbnu Said, Leys İbnu Sa´d´ın kendisinden naklettiği ifadeyi söylemiştir.”
2- Hadiste geçen Tabah kelimesi kuvvet, akıl, hayır gibi mânalara gelir. İbnu´l-Esir, Camiu´l-Usul´de bundan maksadın Sahabe olduğunu belirtir. Rivayetten, mezkur üç fitneden birincide Bedir Ashabı, ikincide Hudeybiye Ashabı, üçüncü de Ashabın geri kalanı öldürülecek gibi bir mâna anlaşılmaktadır. Fakat mâna öyle değil. O sıralarda onların kalmamış olacağı ifade edilmiştir. Yani, “Bedir Ashabı´nın tükenme sıralarında Hz. Osman katledildi, birinci fitne husule geldi; Hudeybiye Ashabı´nın tükenmesi zamanında Harra hadisesi vukua geldi, Ashab´ın tükendiği sıralarda da üçüncü fitne vukua geldi” denmektedir.
3- Burada bir noktaya dikkat çekmek isteriz: Sadedinde olduğumuz rivayet Said İbnu´l-Müseyyeb´ten bir nakil gözükmektedir. Yapılan açıklamalara göre bu eser Yahya İbnu Said´e aittir. Nitekim Said İbnu´l-Müseyyeb hicrî 94 yılında vefat etmiştir. Halbuki üçüncü fitne olarak yorumu yapılan hâdise hicrî 130 yılında cereyan etmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, hadisin baş kısmı Said İbnu´l-Müseyyeb´e aittir. Ravi Yahya İbnu Said, Said İbnu´l-Müseyyeb´in sözlerini naklettikten sonra kendisi şu ilavede bulunmuştur: “…Sonra üçüncü bir fitne daha vukua geldi, o da insanlarda akıl ve kuvvet bırakmadı.” Ne var ki bu derc´e raviler dikkat çekmemişlerdir. Yahut bu söz, Buharî, rivayetinin zahirine göre müdrec değildir. Gerçekten Said İbnu´l-Müseyyeb´e aittir. Bu durumda üçüncü fitne hususunda yapılan ve İbnu Hacer tarafından da benimsenmiş olan yorum yanlıştır. Üçüncü fitneyi Said İbnu´l-Müseyyeb´in ölümünden önce cereyan eden bir fitne ile izah etmek gerekecek ki bu da Davudî´nin yaptığı izahtır: Ezarika fitnesi. [184]
* HAKEMEYN HÂDİSESİ VE HARİÎİLER
Bu iki hadise birbirine bağlı olduğu için ikisini birlikte kısaca Suyutî´nin anlatımından kaydedeceğiz: “Hz. Ali´ye Osman´ın şehit edilmesinin ertesi günü, Medine´de bulunan sahabeler (radıyallahu anhüm) biat ettiler. Aşere-i Mübeşşere´den Talha ve Zübeyr (radıyallahu anhümâ)´in istemeyerek biat ettikleri söylenmiştir. Bu sebeple o ikisi Mekke´de bulunan Hz. Aişe´nin yanına giderler. Üçü beraber, Hz. Osman´ın kanını talep etmek üzere Basra´ya giderler. Haber Hz. Ali´ye ulaşınca o da Irak´a hareket eder. Basra´da Talha, Zübeyr ve Hz. Aişe (radıyallahu anhüm) ve beraberindekiler ile karşılaşırlar. Cemel Vakası vukua gelir. Hicrî 36 yılında cereyan eden bu hâdisede Talha ve Zübeyr´in de aralarında yer aldığı 13.000 kişi hayatını kaybeder. Bunlardan 2.000 kadarı Hz. Ali saflarından, geri kalan da Hz. Aişe saflarındandır.
Hz. Ali, 15 gün kadar Basra´da kaldıktan sonra Kûfe´ye geçer. Bu esnada Şam´dan da Hz. Muaviye, beraberindekilerle birlikte Hz. Ali´nin üzerine yürür. Sıffîn´de karşılaşırlar. Tarih hicrî 37 Safer ayı. Aralarında başlayan savaş birkaç gün neticesiz devam eder. Şamlılar Mushafları kaldırarak onun hakemliğine başvurmayı teklif ederler. Bunun, Amr İbnu´l-As tarafından teklif edilen bir harp hilesi olduğu söylenmiştir. Hz. Ali´nin askerleri Kur´an´a karşı savaşmak istemezler. Sulh talep ederler. İki hakem tayin edilir. Daha önce belirttiğimiz üzere, Hz. Ali, Ebu Musa el-Eş´arî´yi, Hz. Muaviye de Amr İbnu´l-As (radıyallahu anhüm ecmain)´ı hakem tayin eder.
Aralarında yazılı bir vesika tanzim ederek yılbaşına Ezruh´ta bir araya gelip ümmetin meselesini halletme hususunda görüş birliğine varırlar.
Herkes dağılır. Hz. Muaviye Şam´a, Hz. Ali de Kûfe´ye dönerler. Bu sırada Hz. Ali´nin saflarından, Haricîler denecek olan bir zümre ayrılır. Bunlar hakem hâdisesine karşı çıkarlar. “Hüküm Allah´a aittir” derler. Harura´yı kendilerine karargâh yaparlar. Hz. Ali bunlara İbnu Abbas´ı nasihatçi olarak gönderir. Onlarla bazı münakaşalar yapar, açıklamalarda bulunur. Bir kısmı nasihat dinler; gidilen yolun yanlış, şeriate aykırı olduğunu kabul edip rücu eder. Bir kısmı da batılda ısrar eder. Bu ısrarcılar Nehravan´a giderler, orada başkaldırırlar. Hz. Ali oraya gidip, onlarla savaşır ve -önceki rivayette (4813. hadis) açıklandığı üzere- Zü´s-Südye başta olmak üzere pek çokları öldürülürler; yıl hicrî 38.
Aynı senenin Şa´ban ayında Ezruh´ta hakemlerin hükmünü dinlemek üzere toplanırlar. Sa´d İbnu Ebî Vakkâs, İbnu Ömer ve diğer pekçok sahabe -4819 numaralı hadiste de açıklandığı üzere- oraya gelirler.
Amr İbnu´l-As, kurnazlık yaparak ilk önce Ebu Musa el-Eş´arî´yi konuşturur. Aralarındaki antlaşma gereği o, Hz. Ali´yi azleder. Arkadan Amr konuşur, hilafette Hz. Muâviye´yi sabit tutar ve ona biat eder.
Halk bu kargaşa ile ayrılır. Hz. Ali askerlerinin ihtilafına muhatap olur.
İşte bu kargaşa sırasında Haricîlerden üç kişi, ortaya atılıp: Abdurrahman İbnu Mülcem el-Murâdî, Bürek İbnu Abdillah et-Temîmi ve Amr İbnu Bekr et-Temîmi. Bunlar Mekke´de biraraya gelip, Hz. Ali, Hz. Muâviye ve Hz. Amr İbnu´l-Âs radıyallahu anhüm´ü öldürmek ve ümmeti bunların fitnesinden huzura kavuşturmak hususunda antlaşma yaparlar.
İbnu Mülcem: “Ben Ali´yi halledeyim” der. el-Bürek: “Ben Muâviye´yi halledeyim” der. Amr İbnu Bekr de: ÔBen de Amr İbnu´l-Âs´ı halledeyim” der.
Ehl-i Sünnet ulemâsı hürmet ve sevgi ile mükellef olduğumuz Ashab-ı Kiram hazeratının aralarında cereyan eden elim vukuatı naklederken, hürmet ve muhabbeti zedeleyerek teferruata inmekten içtinab etmişler kısaca hülasa etmişlerdir.”
Bu bahsin sonunda Ashab arasında cereyan eden hâdiselerin mahiyeti hakkında Bediüzzaman´ın bir yorumunu kaydedeceğiz.[185]
* İBNU´Z-ZÜBEYR DEVRİ
ـ4821 ـ1ـ عن أبى نَوْفَلْ قَالَ: ]رَأيْتُ عَبْدَاللّهِ بْنَ الزُّبَيْرِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما على عَقَبَةِ الْمَدِينَةِ، فَجَعَلَتْ قُرَيْشٌ وَالنَّاسُ تَمَرُّ عَلَيْهِ، حَتّى مَرَّ عَلَيْهِ عَبْدُاللّهِ ابْنُ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما فَوَقَفَ عَلَيْهِ. فقَالَ: السََّمُ عَلَيْكَ أبَا خُبَيْبٍ ثَثاً، أمَا وَاللّهِ لَقَدْ كُنْتُ أنْهَاكَ عَنْ هذَا وإنْ كُنْتَ مَا عَلِمْتُ صَوَّاماً قَوَّاماً وَصُوً لِلرَّحِمِ، أمَا وَاللّهِ ‘ُمَّةٌ أنْتَ شَرُّهَا ‘ُمَّةُ خَيْرٍ. فَبَلَغَ الْحَجَّاجَ مَوْقِفُ عَبْدِاللّهِ ابْنِ عُمَرَ وَقَوْلُهُ. فأرْسَلَ إلَيْهِ فأُنْزِلَ عَنِ جِذْعهِ فَأُلْقِىَ في قُبُورِ الْيَهُودِ. ثُمَّ أرْسَلَ الى أُمَّةِ أسْمَاءَ
بِنْتِ أبِى بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما، فأبَتْ أنْ تَأتِيَهِ، فأعَادَ إلَيْهَا الرَّسُولَ لتَأتِيَنِّى أوْ ‘بْعَثَنَّ إلَيْكِ مَنْ يَسْحَبُكِ بِقُرونِكِ. فأبَتْ فقَالَتْ: واللّهِ َ أتِى إلَيْكَ حَتّى تَبْعَثَ مَنْ يَسْحَبُنِى بَقُرونِى فقَالَ: أُرونِي سِبْتِيَّتَيَّ فأخَذَ نَعْلَيْهِ ثُمَّ انْطَلَقَ يَتَوَذَّفُ حَتّى دَخَلَ عَلَيْهَا فقَالَ: كَيْفَ رَأيْتُنِى صَنَعْتُ بِعَدُوِّ اللّهِ؟ قَالَتْ: رَأيْتُكَ أفْسَدْتَ عَليْهِ دُنْيَاهُ وَأفْسَدَ عَلَيْكَ آخَرَتَكَ. بَلَغَنِى أنَّكَ تَقُولُ: يا ايْنَ ذَاتَ النِّطَاقَيْنِ، أنَا واللّهِ ذاتُ النِّطَاقَيْنِ. أمَّا أحَدُهُمَا فَكُنْتُ أرْفَعُ بِهِ طَعَامَ رَسُولِ اللّهِ # وَطَعَامَ أبِى مِنَ الدَّوَابِّ، وَأمَّا اŒخَرُ فَنِطَاقُ الْمَرْأةِ الَّذِى َ تُسْتَغْنِى عَنْهُ. أمَا إنَّ رَسُولَ اللّهِ # حَدَّثَنَا أنَّ في ثَقِيفٍ كَذَّاباً وَمُبِيراً. أمَّا الْكَذَّابُ فقَدْ رَأيْنَاهُ، وَأمَّا الْمُبِيرُ فََ إخَالُكَ إَّ إيَّاهُ. فقامَ عَنْهَا وَلَمْ يُرَاجِعْهَا[. أخرجه مسلم.وزاد رزين أن الحجاج قال: ]دَخَلْتُ إلَيْهَا ‘حْزِنَهَا فأحْزَنَتْنِى[.و»قرونُ المَرأةِ« ضفائرها.و»التَّوْذفُ« التبختر، وقيل ا“سراع.و»السِّبْتِيَّتَانِ« النعن، وأصله من السبت، وهو جلود البقر المدبوغة بالقرظ يعمل منها النعال نسبت إليها. وقيل من السبت وهو حلق الشعر ‘ن شعر الجلود ترمى عنها ثم تعمل منها النعال.و»الْمُبيرُ« المهلك .
1. (4821)- Ebu Nevfel anlatıyor: “Abdullah İbnu´z-Zübeyr (radıyallahu anhümâ)´i (Mekke´deki) Akabetü´l-Medine (denilen yerde) (asılmış) gördüm. Kureyş ve diğer halk onun yanına gelmeye başlamıştı. Derken Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) de geldi. Yanında durdu. “es-Selâmu aleyke ey Ebu Hubeyb!” dedi ve bu selamı üç kere tekrar etti. Sonra sözlerine devamla [üç kere de] “Vallahi seni bu işten men etmiştim (ama beni dinlemedim)” deyip şunları söyledi: “Vallahi, benim bildiğime göre sen, çok oruç tutan, çok namaz kılan, yakınlara çokca yardımcı olan bir kimseydin. Vallahi, en kötüsü sen olan bir ümmet mutlaka en hayırlı bir ümmettir!”
Haccâc´a, Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)´in İbnu´z-Zübeyr karşısındaki tavrı ve söylediği bu sözleri ulaştı. Derhal adam göndererek İbnu´z-Zübeyr´in cesedini asılı olduğu kütükten indirtip, Yahudilerin kabirlerine attırdı. Sonra annesi Esma Bintu Ebî Bekr (radıyallahu anhâ)´i de bir adam gönderip çağırttı. Fakat kadıncağız gitmekten imtina etti. Haccâc ikinci bir elçi daha gönderdi ve: “Ya bana kendi rızanla gelirsin ya da, sana saç örgülerinden sürüyerek getirecek birisini gönderirim!” dedi. Esmâ yine imtina edip:
“Sen, örgülerimden tutup beni sürükleyecek birini gönderinceye kadar vallahi gelmeyeceğim!” dedi. Haccâc:
“Bana ayakkabılarımı gösterin!” dedi. Papuçlarını alıp, çalımla koşup Esmâ´nın yanına girdi.
“Allah düşmanına ne yaptığımı gördün mü ” dedi.
“Ona dünyasını berbat ettiğini, onun da senin ahiretini berbat ettiğini gördüm. Bana ulaştığına göre ona: “Ey iki kuşaklının oğlu” demişsin. Vallahi iki kuşaklı benim. Onlardan biriyle ben Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın ve Ebu Bekr´in (hicret sırasındaki) yiyeceklerini bağladım. Diğeri de, kadının belinden ayırmadığı kuşağıdır. Şunu ilave edeyim ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bana: “Sakif´te bir yalancı, bir de zalim var!” demişti. Yalancıyı gördük. Zalime gelince; bunun da ancak sen olacağını zannediyorum!” dedi. Haccâc, hiç cevap vermeden yanından ayrıldı.” [Müslim, Fezâilu´s-Sahâbe 229, (2545).]
Rezîn şu ilavede bulundu: “Haccâc (bilahare) demiş ki: “Ben Esmâ´ nın yanına onu üzmek için girmiştim, ama o beni üzdü.”[186]
AÇIKLAMA:
1- Daha önce (4454-4455) açıkladığımız üzere Hz. Abdullah İbnu´z-Zübeyr, Hz. Muâviye radıyallahu anh´ın vefatından sonra oğlu Yezîd´e biat etmeyip Mekke´de halifeliğini ilan etmiş idi. Sadedinde olduğumuz hadis, Haccâc´la yaptığı savaşta, şehid düşen Abdullah´ın cesedine yapılan bed muameleyi aksettirmektedir. Haccâc, hakaret maksadıyla Akabatu´l-Medine denen mahallede[187] bir ağaca tepesi aşağı astırıp teşhîr etmiştir. Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) cesedi hürmetle karşılayıp selam vermiştir. O sırada sarfettiği sözlerden, İbnu Ömer´in, Abdullah İbnu Zübeyr´e halife olma hususunda arzu izhar edip Emevîlerle nizaya girmemesini tavsiye etmiş olduğunu anlamaktayız. Ama İbnu´z-Zübeyr, onu dinlememiş, sonu elemle biten bir kararda ısrar etmiştir.
2- Abdullah İbnu Ömer´in, İbnu Zübeyr hakkında ifade ettiği savvam, kavvam övgüsünü anlamamıza Taberânî´nin bir rivayeti yardımcı olur: “İbnu´z-Zübeyr bütün sene oruç tutar, bazan hiç iftar etmeden birkaç gün üst üste oruç tutardı. Geceleri de namazla ihya eder, çoğu kere vitir namazında Kur´ân´ı hatmederdi. Haccâc, bütün bu haline rağmen onu, “ümmetin en kötüsü” diyerek asmıştır. Abdullah İbnu Ömer´in: “Vallahi en kötüsü sen olan bir ümmet en hayırlı ümmettir” sözü, Haccâc´a bir cevap olmaktadır.
3- Hz. Esmâ´nın Zâtunnitakeyn, iki kuşaklı lakabı, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından verilmiş bir lakaptı. Hicret hazırlığı sırasında, deve hazırlanırken, yol azıklarının deveye yüklenmesi anında birkısım eşyanın (yiyecek ve içeçecek malzemelerinin) bağlanması gerekmiş, şartlar icabı zaman darlığı olduğu için Esmâ (radıyallahu anhâ), zekasını kullanıp, kuşağını çıkararak ikiye bölmüş, bir yarısı ile eşyalar bağlanmış, diğer yarısını da tekrar beline bağlamıştır. Onun bu pratik zekasından memnun kalan Fahr-ı Kâinat, muhterem baldızlarına Zatunnitakeyn (iki kuşaklı) lakabını takarak iltifat buyurmuşlardır. Esmâ validenin, o fırsatta Haccâc´a bunu açıklama ihtiyacını duymasından anlıyoruz ki, Haccâc, İbnu´z-Zübeyr (radıyallahu anhümâ)´e “İbnu Zatunnitakeyn” diyerek hakaret etmiştir.
Hz. Ebu Bekri´s-Sıddîk´in kızı olmaya bihakkın layık Zâtunnitakeyn Esmâ radıyallahu anha validenin cesaret ve fetâneti karşısında hayran kalmamak mümkün mü
4- Hadis, Abdullah İbnu´z-Zübeyr (radıyallahu anhüma)´in o savaşta haklı olduğunu göstermektedir. İslâm uleması da bu hususta ittifak eder. Halifeliğini ilan edince kendisine biat edilmiş, Haccâc ve diğer Emevî taraftarları ona isyan edip şehit olmasına müncer olan hâdiselere sebep olmuşlardır. Abdullah İbnu Ömer, ona olan takdirlerini ifade etmekten çekinmemiş, Haccâc´ın kulağına gideceğine aldırmamıştır.
5- Ulemâ, hadisten hareketle, kabirdekilere selam vermenin, bunu üç kere de tekrar etmenin, ölenleri hayırlı yönleriyle yadetmenin müstehab olduğuna hükmetmiştir.[188]
* HACCAC
ـ4822 ـ1ـ عن الزُّبير بن عدي قال: ]دَخَلْنَا عَلى أنَسِ بْنِ مَالِك رَضِيَ اللّهُ عَنْه فَشَكَوْنَا إلَيْهِ مَا نَلْقَى مِنَ الْحَجَّاجِ. فقَالَ: اصْبِرُوا، فإنَّهُ َ يَأتِى عَلَيْكُمْ زَمَانٌ إَّ وَالَّذِى بَعْدَهُ شَرٌّ مِنْهُ حَتّى تَلْقَوْا رَبَّكُمْ. سَمِعْتُ هذَا مِنْ نَبِيِّكُمْ #[. أخرجه البخاري والترمذي .
1. (4822)- Zübeyr İbnu Adiy (rahimehullah) anlatıyor: “Hz. Enes İbnu Mâlik (radıyallahu anh)´in yanına girdik. Haccâc´ın bize yaptıklarını şikayet ettik.
“Sabredin, buyurdu. Zîra öyle günlerle karşılaşacaksınız ki, her yeni gün, gidenden daha kötü olacak. Bu hal Rabbinize kavuşuncaya kadar devam edecek. Ben bunu, Resûlünüz (aleyhissalâtu vesselâm)´den işittim.” [Buhârî, Fiten 6; Tirmizî, Fiten 35, (2207).][189]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Haccâc´ın zulmünü belirtmeye ayrılmıştır. Haccâc, Emevî halifelerinden Abdülmelik İbnu Mervân ve oğlu Velid zamanında Irak ve Horasan valiliği yapmış, sert ve zalimâne muameleleri sebebiyle zalim lakabıyla meşhur olmuştur. Taiflidir ve Benî Sakîf´tendir. Bu sebeple Sakafî diye nisbeti de vardır. Hicrî 75 yılında 54 yaşında ölmüştür. Şa´bî, onun sert muamelesini belirtme sadedinde şu kıymetli bilgiyi sunar: “Hz. Ömer ve kendinden sonra gelenler, asi olan kimseyi tutup, sarığını çıkararak halka teşhir ederlerdi. Bu hal Ziyâd´a kadar devam etti. O, cinayetlere kamçı ile vurma cezası getirdi. Daha sonra Mus´ab İbnu Zübeyr buna sakalı traş etmeyi de ilave etti. Bişr İbnu Mervan, caninin elini çivi ile çakmaya başladı. Haccâc gelince: “Bütün bu cezalar (ciddiyetten uzak) eğlencedir!” dedi ve kılıçla öldürme cezası getirdi.” Müteakip hadiste görüleceği üzere Haccâc´ın kılıçla ölüm cezasına mahkûm ettiklerinin sayısı 120 bini bulmuştur.
2- Hadiste her gelen günün giden günü aratacağı ifade edilmekte ve karşılaşılan menfi durumlar karşısında en çıkar yolun sabretmek olduğu belirtilmektedir. İbnu Mes´ud´un şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Dün bugünden hayırlıdır, bugün yarından hayırlı olacak. Bu hal kıyamete kadar devam edecek.”
İbnu Battâl der ki: “Bu hadis, Resûlullah´ın nübüvvetinin delillerinden biridir; bir mucizedir. Zîra, ümmetin halinin bozulacağını haber vermektedir. Bu ise gayba ait bir haldir, re´y ile bilinemez, vahiyle bilinebilir.
Hadiste her gelen günün bir öncekine nazaran kötü olacağı mutlak bir üslupla ifade edilmiştir. Halbuki zaman zaman eskiye nazaran iyi günler yaşanmıştır. Bu hal bir tezad olarak görülmüştür. Nitekim, Ömer İbnu Abdilaziz, Haccâc´dan az sonra gelmiş ve gerçekten ümmete hayırlı günler yaşatmıştır. Onun günlerinin önceki günlerden daha kötü olduğunu söylemek mümkün değildir. Hatta onun zamanında şerrin kalmadığını bile söylemek mümkündür. Bu durumu nazar-ı dikkate alan Hasan Basrî hazretleri, hadisin hükmünü ekser ve ağleb duruma göre diye te´vil etmiştir. Haccâc´dan sonra Ömer İbnu Abdilaziz´in gelmesi sorulunca da:
“İnsanların bir nefes alması gerekir!” diye cevap vermiştir.
Temas edilen müşkile bazı alimler: “Tafdilden murad, asırların mecmuunun asırların mecmuuna tafdilidir. Zîra Haccac asrında çok sayıda Sahabe vardı. Ömer İbnu Abdilaziz´in asrında, onlar münkariz oldular. Sahabenin yaşadığı zaman, kendinden sonra gelen zamandan hayırlıdır. Nitekim “Asırların en hayırlısı benim asrımdır. Bundan sonra onu takip eden asır gelir. Onu da daha sonraki asır takip eder” hadisi bu hususu te´yid eder. Şu hadis de bu hususta kayda değer: Ashabım ümmetimin güvencesidir. Ashabım gitti mi vaadedilen (fitneler) ümmetimin başına gelecektir.” İbnu Hacer´in İbnu Mesud´dan kaydettiği bir hadiste yer alan tasrihat, mevzuyu daha açık hale getiriyor. Gelecek kötülükten murad ilmin gitmesidir: “Size artık gittikçe daha kötü olan günler gelecek. Bu hal kıyamete kadar devam edecek. Burada, yaşayışınıza gelecek sıkıntıları kasdetmiyorum, hadis bunu ifade etmez. Lakin, size her gelen gün ilim cihetiyle gidenden daha düşük olacaktır. Alimler gittimi insanlar müsavileşir, ma´rufu emretmezler, münkerden yasaklamazlar. İşte bu durumda helak olurlar.” İbnu Mes´ud´un, bir başka tarikten şöyle dediği rivayet edilmiştir. “…Biz bereketli bir yıl yaşamıştık. Dedi ki: “Bunu kasdetmiyorum. Kasdettiğim şey ulemanın gitmesidir.” Bir başka hadiste de: “…Size daima eskisinden daha kötü günler gelecek. Ancak bu kötülükle emîrlerinizin kötülüğünü kasdetmiyorum. Fakat alimlerinizi, fakihlerinizi kastediyorum. Bunlar gidiyorlar, sizler onların yerine yenisini bulamayacaksınız. Bunlar yerine kendi reyleriyle fetva verecekler geliyor.” Bu hadisin bir başka veçhinde: “…Ben bununla yağmurun bolluk veya darlığını kasdetmiyorum, fakat ulemanın gitmesini kastediyorum. Bunlar gidince kendi reyleriyle fetva verecek bir kavim gelecek. Bunlar İslam´ı delip helak edecekler.”
Deccal´den sonra İsa aleyhisselam´ın gelme hâdisesi de hadise zıt bulunmuştur. Ancak Kirmânî bu müşkili şöyle cevaplar: “Hadisten murad, Hz. İsa´dan sonra gelecek zamandır veya içinde umeranın bulunacağı zaman cinsidir. Aksi takdirde, dinimizde zaruri olarak bellidir ki, masum peygamber devrinde şer yoktur.”İbnu Hacer, bu nakillerden sonra ilave eder: “Zamanlardan murad Deccal ve ondan sonrakiler gibi kıyametin büyük alâmetlerinin zuhurundan önceki zamanlar olması da muhtemeldir. Böylece, şerde üstün olan zamandan murad, Haccâc´dan Deccal´e kadar geçecek zaman olur. Hz. İsa´nın zamanı ise, ayrı bir hükme tabidir. Doğruyu Allah bilir.” Mezkur zamanlarla kastedilen şey Sahabelerin devri de olabilir. Zîra, bunun muhatabı onlardır, hüküm onlara has olur. Böyle olursa, onlardan sonra gelecekler mezkur haberde kastedilmemiş olur. Ancak, Ashab bunu kendilerine mahsus olarak değil, bütün ümmeti ilgilendiren bir hüküm olarak anlamıştır. Bu anlayış sebebiyledir ki, Hz. Enes, kendisine Haccâc´ dan şikayet edene bu tarzda cevap vermiş ve sabır tavsiye etmiştir. Onların tamamı veya çoğunluğu Tabiin´dendi.
İbnu Hibban, Sahih´inde, “Yeryüzü zulümle dolduktan sonra adaletle dolacağını ifade eden Mehdi hadislerini gözönüne alarak, Enes hadisini âmm hükmüyle almamak gerektiğini” istidlal eder. Ancak ben, sadedinde olduğumuz hadisi tefsirde işe yarayacak olan ve de İbnu Mes´ud´dan gelen bir kaydı, Darimi´nin Müsned´inde hasen senedle gelen bir rivayette buldum. Der ki:
“Size her yeni gelen yıl öncekinden daha kötüdür. Ancak ben bu sözümde bir tek yılı kastedmiyorum.”[190]
ـ4823 ـ2ـ وعن ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: في ثَقِيفٍ كَذَّابٌ وَمُبِيرٌ[. أخرجه الترمذي .
وقال يُقَالُ: الكَذَاب المختار بن أبى عبيد، والمبير الحجاج بن يوسف .
2. (4823)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resululah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Sakif´ten bir yalancı, bir de zalim çıkacaktır.” [Tirmizî, Fiten 44, (2221).][191]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis 4821 numarada geçen uzun bir hadisin parçasıdır. Orada gerekli izah yapıldığı için, burada iki noktaya temas edeceğiz:
1) Mübir: Yıkıcı, helak edici mânasına gelir ise de zalim olarak tercüme ettik. Çünkü yıkma, helak etme de zalime mahsus bir haldir, zalimin vasfıdır. Üstelik bununla kastedilen şahıs da Haccâc´dır ve ümmet ona zalim demekte, onu bu vasıfla anmakta ittifak etmiştir.
2) Yalancıya gelince; onun da Muhtar İbnu Ebî Ubeyd es-Sakafî olduğu kabul edilmiştir. Bu herif, Hz. Hüseyin´in şehit edilmesinden sonra zuhur etmiş, halkı onun kanının intikamını almaya çağırmıştır. Bu işte asıl maksadının, insanların yüzünü kendine çevirmek, bu suretle emîrlik ele geçirmek olduğu anlaşılmıştır. Dünyayı talep ettiği halde, asıl maksadını başka bahanelerle gizlemeye çalışmıştır. Babası büyük sahabelerdendi. Hicret yılında doğan Muhtar´ın sohbeti yoktur, rivayeti de yoktur. Abdullah İbnu İsmet, hakkında: “Bu, Resulullah´ın: “Sakif´ten bir yalancı çıkacak” hadisiyle haber verdiği yalancıdır” demiştir. Önceleri fazilet, ilim ve hayırla meşhur idi. Bu hali Abdullah İbnu Zübeyr´i terkedinceye kadar devam etti. O andan itibaren gizlediği hali ortaya çıktı. Emîrlik talep etti ve içinde gizlediği bozuk fikirlerini, sapık inançlarını, hevâsını açığa vurdu. Böylece dine muhalif pek çok yönleri ortaya çıktı. Sahtekârlıklarını, kendisine Cebrail´in vahiy getirdiğini söyleyecek kadar ileri götürdü. Bu halini hicrî 62 yılında öldürülünceye kadar sürdürdü.[192]
ـ4824 ـ3ـ وعن هِشام بْنِ حِسَانِ قالَ: ]أُحْصِىَ مَا قَتَلَ الْحَجَّاجُ صَبْراً فَوُجِدَ مِائَةُ ألْفٍ وَعِشْرُونَ ألْفاً[. أخرجه الترمذي.قوله »صَبْراً« المراد به كل من قتل في غير حرب و اختس كمن تضرب
عنقه أو يحبس الى أن يموت أو يصلب أو نحو ذلك من هيْئاتَ القتل فهو مقتول صبراً .
3. (4824)- Hişam İbnu Hısan rahimehullah anlatıyor: “Haccâc´ın hükmen öldürttüğü insanların miktarı sayılmış, 120 bin kişiye ulaştığı görülmüştür.” [Tirmizî, Fiten 43, (2221).][193]
AÇIKLAMA:
Sabran öldürme; savaş ve kavga sırasında veya hataen olmaksızın icra edilen öldürmeye denir. Buna hükmen diyebiliriz. Harp esirleri ve suçlulara uygulanan öldürme vakaları sabran öldürmedir. Sadedinde olduğumuz rivayet Haccâc´ın zulmünün büyüklüğünü göstermeye kafidir.[194]
* BENÎ MERVAN
ـ4825 ـ1ـ عن سعيد بْنِ عَمْرُو بْنِ سعيدِ بْنِ الْعَاصَ قَالَ: ]أخْبَرَنِى جَدِّى قَالَ: كُنْتُ جَالِساً مَعَ أبِى هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه في مَسْجِدِ الْمَدِينَةِ وَمَعَنَا مَرْوَانُ. فقَالَ أبُو هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: سَمِعْتُ الصَّادِقَ الْمَصْدُوقَ # يَقُولُ: هَلَكَةُ أُمَّتِى على يَدَيْ أُغَيْلِمَةٍ مِنْ قُرَيْشٍ. قَالَ مَرْوَانُ: لَعْنَةُ اللّهِ عَلَيْهِمْ؛ فقَالَ أبُو هُرَيْرَةَ: لَوْ شِئْتُ أنْ أقُولَ فَُنُ وَفَُنُ لَفَعَلْتُ. قَالَ سَعِيدٌ رَحِمَهُ اللّهُ: فَخَرَجْتُ مَعَ جَدِّى الى الشَّامِ حِينَ مَلَكَهُ بَنُو مَرْوَانَ، فإذَا رَآهُمْ غِلْمَاناً أحْدَاثاً قَالَ: عَسى أنْ يَكُونَ هؤَُءِ الَّذِينَ عَنَى أبُو هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه. فَقُلْتُ: أنْتَ أعْلَمُ[. أخرجه البخاري.»الصَّادِقُ وَالْمَصْدُوقُ« هو النبي #، صدق في قوله وما أخبر به، وصُدِّق فيما جئ به إليه من الوحي.و»أُغيلمةٌ« تصغير غلمة.
1. (4825)- Said İbnu Amr İbni Said İbni´l-As anlatıyor: “Ceddim bana dedi ki: “Ben Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) ile beraber Medine mescidinde oturuyordum. Yanımızda Mervan da vardı. Bir ara Ebu Hüreyre (radıyallahu anh):
“Ben, sadık ve masduk olan Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle buyurduklarını işittim:
“Ümmetimin helak olması Kureyş´e mensup [aklı kıt] bir grup çocukcağızın elleriyledir!”
Mervan: “Allah onlara lanet etsin!” dedi. Ebu Hüreyre der ki:
“Eğer ben dileseydim falan falan diye onları teker teker ismen sayardım.” Said rahimehullah dedi ki:
“Ben, Benî Mervan iktidar olduğu zaman dedemle birlikte Şam´a gittim. Orada onları genç oğlanlar olarak görünce:
“Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)´nin kastettiği bunlar olmasın ” dedi. Ben de: “Sen daha iyi bilirsin” dedim.” [Buhârî, Fiten 3, Menakıb 25.][195]
AÇIKLAMA:
1- Bir rivayette: “Ben Resulullah´tan iki dağarcık ilim aldım. Birini rivayet ediyorum. Diğerini de rivayet etsem boynumu vurursunuz” diyen Ebu Hüreyre´nin bu ikinci dağarcığı hakkında bir ipucu veren rivayetiyle karşı karşıyayız. Bu ve bunu açıklama sadedinde kaydedeceklerimizden anlaşılacaktır ki Ebu Hüreyre, Aleyhissalâtu vesselâm´dan fitnelerle ilgili teferruatlı bilgiler edinmiş, fakat rivayet etmede çok ihtiyatlı davranmıştır. Bu rivayet, fitnecileri Ebu Hüreyre´nin ismen bildiğine delalet etmektedir.
2- Hadiste geçen uğaylime, “ğılme” kelimesinin ism-i tasğîridir. Gılme ise ğulâmın çoğuludur. Gulam, doğumbüluğ arası çocuğa denir. Şu halde, çocukcağızlar demek olur. Ancak İbnu Hacer, büluğa ermiş bile olsa akıl, tedbir ve diyanet yönüyle zayıf olan kimselere de sabiy (çocuk) veya guleym dendiğini, hadiste bu kelimenin bu mânada kullanıldığını belirtir. “Çünkü, der, Benî Ümeyye halifelerinden hiçbiri büluğa ermeden halife olmuş değildir. Keza işbaşına koydukları arasında da büluğa ermemiş çocuk yoktur. Öyleyse uğaylime´den murad hilafete getirilen bazılarının, fesada sebep olan evladlarıdır.”
3- Hadiste geçen ümmetten murad, kıyamete kadar gelecek olan ümmet değil, sadece o asırdaki ümmettir.
Bu hadisi daha iyi anlamada, Ebu Hüreyre´nin bir başka merfu rivayeti İbnu Ebî Şeybe´de gelmiştir: “Çocukların emîrliğinden Allah´a sığınırım.” Sordular: “Çocukların emîrliği de nedir ” dedi ki: “Onlara itaat edecek olsanız (dininizde) helak olursunuz, isyan edecek olsanız sizi helak ederler (yani dünyanızı mahvederler; ya canınıza kıyarlar veya malınıza yahut da her ikisine).” Yine İbnu Ebî Şeybe, Ebu Hüreyre ile ilgili olarak şu rivayeti kaydetmiştir: “Ebu Hüreyre çarşı pazar gezerken: “Allahım bana ne altmış senesini ne de çocukların emirliğini gösterme” diye dua ederdi.
İbnu Hacer der ki: “Bu rivayette, çocukların ilkinin altmış senesinde iktidar olacağına işaret vardır. Nitekim öyle de olmuştur. Zîra Yezid İbnu Muâviye o yılda hilafeti ele aldı ve altmış dört yılına kadar devam etti. Ölünce oğlu Muaviye halife oldu. Birkaç ay içinde öldü. Ebu Hüreyre´nin ihbarını Yezid´in hali te´yid eder mahiyettedir. Çünkü, büyük merkezlerdeki yaşlıları azlederek, kendi yakını olan gençleri iş başına getirip, idari kadroyu gençleştirmiştir.
4- Bu rivayet, Ebu Zür´a´nın Ebu Hüreyre´den rivayet ettiği “Halkı Kureyş´ten şu kabile helak edecek” hadisini tahsis eder. Zîra burada Kureyş´in tamamı değil, bazısı kastedilmiştir. Bunlar da gençlerdir, tamamı değil. Öyleyse hadisten murad şudur: “Bu gençler, iktidar talep ederek bu yolda savaşlar yaparak halkın ahvalini bozup insanları helake atarlar, fitnelerin peşpeşe devamı suretiyle zarardide olanlar çoğalır.” Nitekim fiiliyat, aynen Aleyhissalâtu vesselâm´ın haber verdiği şekilde cereyan etti. Yukarıdaki hadisin devamında “İnsanlar onları terkederlerse (kendileri için daha iyi olur)” buyrulmakta. Resulullah o çeşit fitnelerde kenara çekilmeyi tavsiye etmiştir. İbnu Hacer kenara çekilmeyi “Onlara müdahale etmemek, onlarla kavgaya girişmemek, dinini fitneden kaçırmak” diye açıklar ve “Bu hadisten masiyetin alenen işlendiği yerden göç etmenin müstehab olduğu hükmü çıkarılmıştır. Çünkü bu, umumi felaketin gelmesine sebep olan fitneye düşmeye sebeptir.”der. İmam Malik: “Bir yerde münker alenen işlenirse orası terkedilir” diye hükmetmiştir.
5- İbnu Battal demiştir ki: “Bu hadiste de zalim bile olsa sultana isyan etmemek gerektiğine delil vardır. Çünkü Aleyhissalâtu vesselâm, Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)´ye bunların ve babalarının ismini öğretmiştir. Fakat, -ümmetinin helaki onlar eliyle olacağını haber vermiş olmasına rağmen- onlara isyan etmelerini emretmemiştir. Çünkü isyan, helak yönüyle itaat etmeye nisbetle daha çok helak edici ve tamamen yok olmaya daha yakındır. Böylece iki fenalıktan daha hafifini iki zorluktan daha kolayını tercih etmiş olmaktadır.”
İbni Hacer son olarak der ki: “Zahirde kendi evlatları olmasına rağmen Mervan´ın bu “oğlancağızlar”a lanet etmesi hayret veren bir husustur. Sanki Cenab-ı Hak Hazretleri, bunu onun diliyle icra etti. Ta ki, aleyhlerine daha şiddetli bir delil teşkil etsin; ola ki ibret alırlar.” İbnu Hacer, Mervan´ın babası Hakem´in de lanette bulunduğuna dair Taberanî ve diğer kitaplarda rivayet geldiğini kaydeder.[196]
ـ4826 ـ2ـ وعن حُذيفة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: احْصُوا لِى كَمْ يَلْفَظُ بِا“سَْمِ. قُلْنَا: يَا رَسُولَ اللّهِ! أتَخَافُ عَلَيْنَا وَنَحْنُ مَا بَيْنَ السِّتِّمِائَةِ الى السَّبِعْمِائَةِ؟ قَالَ: إنَّكُمْ َ تَدْرُونَ، لَعَلَّكُمْ أنْ تُبْتَلُوا. قَالَ: فَابْتُلِينَا حَتّى جَعَلَ الرَّجُلُ مِنَّا َ يُصَلِّي إّ سِراً[. أخرجه الشيخان .
2. (4826)- Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):
“Bana İslam telaffuz eden kaç kişi olduğunu sayıverin” buyurdular. Biz: “Ey Allah´ın Resulü! Bizim sayımız altıyedi yüze ulaşmış olduğu halde hakkımızda korku mu taşıyorsunuz ” dedik.
“Siz bilemezsiniz, (çokluğunuza rağmen) imtihan olunabilirsiniz!” buyurdular. Gerçekten öyle (belaya maruz kalıp) imtihan olunduk ki, içimizden namazını gizlice kılanlar oldu.” [Buhârî, Cihad 181; Müslim, İman 235, (149).][197]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, nüfus sayımı ile alakalıdır. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, hayatî korku mevzubahis olmadan bile sayım emrettiğini göstermektedir. Hadisin Buharî´de gelen bir veçhinde; “sayın” şeklinde değil اكتبوا yani “yazın!” şeklindedir. Demek ki teker teker yazıya dökülen bir sayma mevzubahistir. Hudeybiye ile ilgili rivayetlerde, oraya iştirak edenlerin sayısı 1500, 1400, 1300 kişi arasında değişmektedir. Bir Buharî rivayetinde “Muhacirlerin sekizde birini Eslem kabilesinden olanların teşkil ettiği” belirtilir. Buradan hareketle Muhacirlerin sayısını vermeye çalışan İbnu Hacer, Vâkidî´nin bir rivayetinde Eslemlilerin 100 kişi olduğunun belirtildiğini söyleyerek Muhacirlerin orada 800 kişi olduklarına hükmeder.
2- Huzeyfe (radıyallahu anh)´nin bahsettiği ibtila ve imtihan ne zaman oldu Bu, alimleri muhtelif görüşler ileri sürmeye sevketmiştir:
* İbnu´t-Tin, bunun Hendek kazma sırasında yaşandığında cezmetmiştir.
* Davudî şu ihtimali hikaye etmiştir: “Müslümanlar Hudeybiye´de iken olmuştur. Çünkü sayıları hususunda bin beş yüz mü idiler, bin dört yüz mü idiler, ihtilaf edilmişti.”
* Huzeyfe´nin “imtihan olunduk…” sözüyle Hz. Osman´ın hilafetinin sonlarında, Kûfe emîrlerinden Velid İbnu Ukbe gibi bazılarından vaki olan hallere işaret de olabilir. Onlar zamanında namaz te´hir edilmiş veya icap ettiği tarzda kılınmamıştır. Bu sebeple bir kısım vera sahipleri namazlarını tek başlarına ve gizlice kılmışlar, sonra da fitne korkusuyla mescidde emîrle birlikte kılmışlardır.
* Şöyle diyenler de olmuştur: “Bu korku hali, Hz. Osman´ın sefer namazını dört kıldığı zaman olmuştur. Çünkü bazıları gizlice tek başına iki kılıyorlardı, tenkid edilir korkusuyla alenen kılamıyorlardı.”
* “Bu, Hz. Osman´ın şehid edildiği sıraya rastlar” diyen de olmuştur. Ancak İbnu Hacer, “O esnada Huzeyfe (radıyallahu anh) Medine´de değildi” der ve bunun bir vehim olduğunu söyler ve ilave eder:
** “Bu hadiste, Resulullah´ın istikbali ihbar nevine giren bir mucizesi vardır. Nitekim Huzeyfe´den sonra Haccâc ve diğerleri devrinde belirtilenden çok daha şiddetli korkularla dolu zamanlar yaşandı.”[198]
ـ4827 ـ3ـ وفي أخرى لَهُمَا عنه قالَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَيَرِدَنَّ عَلى حَوْضِى أقْوَامٌ فَيُخْتَلَجُونَ. فَأقُولُ: أصْحَابِى. فَيُقَالُ: إنَّكَ َ تَدْرِي مَا أحْدَثُوا بَعْدَكَ[.»فَيُخْتَلَجُونَ«: أىْ يُجْذَبُونَ وَيُنْتَزَعُونَ .
3. (4827)- Sahiheyn´de yine Huzeyfe (radıyallahu anh)´den gelen bir rivayet şöyledir: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“(Kıyamet günü, havz-ı kevserime bir kısım gruplar da gelecekler ki, onlar oradan uzaklatşırılacaklar. Ben: “Onlar benim ashabımdır!” diyeceğim. Fakat:
“Sen, onların arkandan neler işlediklerini bilmiyorsun!” denilecek.” [Buhârî, Rikâk 53; Müslim, Fezail 32, (2297).][199]
AÇIKLAMA:
Bu rivayette, Ashab´tan bir kısmının Resulullah´tan sonra bozulacağı mânası çıkmaktadır. Kabisa: “Bunlar, Hz. Ebu Bekir zamanında irtidat edip, Hz. Ebu Bekir´le mukatele edip, küfür üzerine öldürülenler” demiştir. Ancak Hattabî der ki: “Sahabeden kimse irtidat etmemiştir. İrtidat edenler, dinde nasipleri olmayan kaba bedevîlerdir. Dolayısıyla bunlara bakarak meşhur sahabeyi ketmekmek caiz olmaz.” Hattâbî, bu hükmüne, hadisin bazı vecihlerinde gelen اُصَيْحَابي “Ashabcıklarım” tabirini delil göstererek: “Onların sayıca azlığına bu tabir delildir” der. Başka alimler, meseleye farklı yorumlar getirmişlerdir:
* “Bu zahirî küfürdür. Ancak murad, kendisine icabet eden ümmet (ümmetü´l-icabe) değil, davetine muhatap olan ümmettir (ümmetu´dda´ve)” diyen de olmuştur.
* İbnu´t-Tin: “Bunların münafıklar veya kebîre işleyenler olma ihtimali var” demiştir.
* Bazıları: “Bunlar ölüm korkusu, dünyaya erme ümidiyle İslam´a giren kaba bedevîlerdir” demiştir.
* Davudi: “Kebîre işleyenlerin, bid´ata düşenlerin buna dahil olması muhal değildir” demiştir.
* Nevevî der ki: “Bunlar münafıklardır, mürtedlerdir” dendi. Öyleyse onların da mü´minlere mahsus alındaki ve abdest uzuvlarındaki nurdan beneklerle haşrolunmaları caizdir, ama sonradan nurları söndürülür.”
* Dendi ki: “Onların üzerinde alâmet bulunması gerekmez, Müslüman bilinmeleri sebebiyle onlar da çağrılır.”
* “Onlar, İslam üzere ölen kebîre ve bid´atler ashabıdır. Böyle olunca onların cehenneme gidecekleri kesinlikle söylenemez. Zîra, ceza olarak önce Havz´dan tardedilip, sonra merhamet görmeleri de caizdir.”
* Onların alın ve diğer abdest uzuvlarında nurdan parlaklıklar olması, bu alâmetleriyle Resulullah´ın onları -ister muasırı olsunlar, isterse kendisinden sonra yaşayanlardan olsunlar- bu alâmetleriyle tanıması da imkan harici değildir.
* İyaz ve el-Bâci ve diğer bir kısım âlimler, hadisin ravisi Kabîsa´ nın yukarıda kaydettiğimiz “Bunlar, Aleyhissalâtu vesselâm´dan sonra irtidat edenlerdir” şeklindeki görüşünü müreccah bulmuşlardır. Resulullah´ın onları tanımış olması, onların üzerlerinde Müslümanlara has olan alâmeti taşımalarını gerektirmez. Çünkü bu alâmet, Müslüman amelini izhar eden İlahî bir ikramdır. Mürtedin ameli ise düşmüştür. Öyleyse Resulullah´ın onları tanıması irtidatlarından önce taşıdıkları alametleri itibariyle değil, şahısları itibariyledir. Keza, bu nokta-i nazardan, onların, Aleyhissalâtu vesselâm zamanındaki münafıkların da buraya dahil olmaları uzak bir ihtimal değildir. Şefaat hadisinde de geçtiği üzere “Bu ümmet, içerisinde münafıkları olduğu halde varlığını sürdürecektir.” Öyleyse bunlar bu işaretleri olmasa da ümmetle birlikte haşrolunacaklar ve fakat zatları bilinecektir. Kim onun suretini tanırsa, dünyada onu kendinden ayıran haliyle birlikte ona nida ederek belli edecektir.
Bid´a ehlinin oraya girmesine gelince: Aleyhissalâtu vesselâm´ın, kendinden sonra bid´alar işlemelerine rağmen onları, “Ashabım” diye ifade etmesi uzak bulundu. Bu müşkil, sohbet kelimesinin umumi mânasına hamliyle cevaplandırılmıştır.[200]
ـ4828 ـ4ـ وعن الْمُسَيْبِ بْنِ رَافع قال: ]لَقِيتُ الْبَرَاءَ بْنَ عَازِبٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما. فَقُلْتُ: طُوبَى لَكَ، صَحِبْتَ رَسُول اللّهِ #، وَبَايَعْتَهُ تَحْتَ الشَّجَرَةِ. فقَالَ: يَا ابْنَ أخِى إنَّكَ َ تَدْرِى مَا أحْدَثْنَاهُ بَعْدَهُ[. أخرجه البخاري.وقال: قال خلف بن حوشب كانوا يستحبون أن يتمثلوا بهذه ا‘بيات عند الفتن:الحَربُ أوَّلُ ما تَكُونُ فتِيةًتَسْعَى بِزِينَتِهَا لِكُلِّ جَهُولِحَتّى إذَا اشْتعَلَتْ وَشَبَّ ضِرَامُهَاوَلَّتْ عَجُوزاً غَيْرَ ذَاتِ حَلِيلِشَمْطَاءُ يُنْكَرُ لَوْنهَا وَتَغَيَّرَتْمَكْرُوهَةً لِلشَّمِّ وَالتَّقْبِيلِ
4. (4828)- Müseyyeb İbnu Râfi anlatıyor: “Bera İbnu Âzib (radıyallahu anhümâ)´e rastladım. Kendisine:
“Sana ne mutlu! Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´la sohbet şerefine erdin. O´na (Hudeybiye´de) ağaç altında biat ettin!” demiştim. Bana şu cevapta bulundu:
“Ey kardeşimoğlu! Biz ondan sonra ne bid´alar işledik sen bilemezsin.” [Buhârî, Megâzî, 35.][201]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, Tabiin´in Ashab´a olan gıptasını göstermekte, Resulullah´ı görmenin, Sahabi olmanın şerefini takdir ettiklerini ifade etmektedir. Sahabinin cevapta tevazu yolunu ihtiyar ederek, izhar ettiği kemali, üstelik cereyan eden birkısım dahilî hâdiseler sebebiyle, Allah´a iltica ve tazarrularını ve akibetlerinden endişelerini göstermektedir ki, bu bir başka kemalin ifadesidir.
2- Sadedinde olduğumuz hadisin sonunda, fitne zamanında okunmasının müstehap addedildiği belirtilen şiir, Buharî´de yer almaktadır. mânası şöyledir:
“Harp, başlangıçta her cahil erkeğin gözüne zinetiyle koşan genç bir kız olur.
Nihayet tutuşup, yakacaklarını yaktığı zaman,
Talibi olmayan ihtiyar bir karıya döner.
Saçları kırçıllaşmış, çirkin, koklanıp öpülmek istenmez.”
İbnu Hacer, bu beytin bazı nüshalarda İmru´l-Kays´a nisbet edildiğini, ancak tahkikte Amr İbnu Ma´dikerb´e ait olduğunun anlaşıldığını belirtir.
Bu beyti sunan bir rivayette Hz. İsa´dan şu tavsiye kaydedilir:
“Krallar size hikmeti bıraktıkları gibi, siz de dünyayı bırakın (onlarla dünya kavgası yapmayın.)”[202]
* SAHABE VE FİTNE HAREKETLERİ
Fitne ile ilgili olan bu bölümü mütemmim iki parça ile kapatacağız:
Birincisinde fitne hâdiselerinde Sahabe´nin tutumu tahlil edilecek, fitne hâdiselerine iradî olarak girmedikleri, hâdiselerin onlar dışında bir tezgahlama olduğu gösterilecektir.
İkincisinde, fitne hâdiselerinin hikmeti açıklanmaktadır.[203]
Fitnede Sahabe´nin Tutumu
Bilindiği üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in vukua geleceğini haber verdiği fitneler, daha Sahabe devrinde çıkmaya başlamıştır. Hz. Ömer´in şehadetiyle başlayan ilk kımıldamalar, esas itibariyle el-Fitnetü´l-Kübrâ denen Hz. Osman´ın şehadetiyle şiddet ve vüs´at kazanmıştır. Pekçok Müslümanın ölümüne sebep olan Cemel, Nehrevan ve Sıffîn vakaları bu fitne hareketlerinin sebep olduğu mühim hâdiselerdir. Şüphesiz burada o hâdiselerin tarihini anlatacak değiliz. Ancak bu hâdiselerle alâkalı olarak bilinmesinde bizim için ibretler, faydalar bulunan bazı durumlar, teferruatlar var ki onlar dikkatten kaçmaktadır. Biz mühim addettiğimiz birkaç noktaya dikkat çekmeye çalışacağız.[204]
1- Fitne Hâdiselerini Sahabeler Çıkarmadı
Sahabe zamanında cereyan eden hâdiseler mevzubahis olunca dikkatten kaçan mühim hususlardan biri budur. Bu nokta iyi ve net bilinmezse Sahabeler hakkında yanlış birkısım kanaatler beslemek, hatalı sözler söylemek mümkündür ve bugün Müslümanlar arasında bu çeşit durumlar, maalesef, fiilen mevcuttur. Halbuki, fitnenin çıkışı ile Ashab´ın hiçbir alâkası yoktur. Ashab dışındaki birkısım münafıklar hâdiseleri tezgahlayıp tahrik etmişler, Ashab da ister istemez kendini bu vakaların içinde bulmuştur. Şöyle ki:
Kısa zamanda, İslam´ın kaydettiği fütuhatlar, kazandığı zaferler sebebiyle, İslam´ın gittiği Mısır, İran, Suriye gibi yerlerde pekçok kimseler eski düzenlerinin bozulması sonucu menfaatlerini kaybetmişlerdi. Bunlar Müslümanlara karşı intikam hisleri ile dolu idiler. Ne var ki, açıktan açığa Müslümanlara karşı çıkmak mümkün değildi. Müslüman gözükerek ortalığı karıştırmak daha uygun bir metoddu ve öyle yaptılar.
O devirde vukua gelen hâdiselerin çıkışından gelişmesine, tahrikçilerinden karşı koyanlarına ve karşı koyuşta takip ettikleri tarz ve metodlara varıncaya kadar bizim için ibret olabilecek yönleri var. Ashab´ın, hâdiselere alâkası bunlardan biridir. Onların, hâdiselerin çıkışından itibaren pek az hisse sahibi olduklarını, hep gayr-i iradî olarak sürüklendiklerini birkaç meseleye parmak basarak göstermeye çalışacağız: [205]
a- Fitneyi Çıkaranlar: Söylediğimiz gibi, Ashab devrinin hâdiselerinin gerçek müsebbibleri, İslâm´ın getirdiği yeni idare sebebiyle menfaatleri haleldâr olan, İslâm´a karşı kin ve hasetle dolan kimselerdir. Bu işleri tezgahlayan baş mürettibin Abdullah İbnu Sebe adında bir Yahudi dönmesi olduğunu bilmek bile mesele hakkında kabaca bir bilgi verir. Onun faaliyetlerini ve fitnedeki rolünü biraz detaylı bilmek ise, mevzumuzu oldukça aydınlatır.
Abdullah İbnu Sebe kimdir İslâm tarihinde Hz. Osman´dan bu yana akan kardeş kanlarında asıl hissenin sahibi olan bu adam bir Yahudidir. Onun attığı fitne bugün bile tesirini icra etmektedir. Hakkında şahsî yorumdan ziyade, büyük alim Taberî´nin (vefatı hicrî 311) sunduğu geniş malumattan bir parçayı aynen sunuyoruz. Der ki:
“Abdullah İbnu Sebe, San´alı bir Yahudi idi. Annesi siyah bir kadındı. Abdullah, Hz. Osman´ın hilafeti sırasında Müslüman oldu. Sonra İslâm memleketlerini dolaşarak halkı baştan çıkarmaya gayret etti. Bu faaliyetlerine Hicâz´da başladı. Sonra sırayla Basra´ya, Kûfe´ye ve oradan da Şam´a geçti. Fakat Şam ahalisi nezdinde arzularından hiçbirine muvaffak olamadı. Hatta Şamlılar onu Şam´dan sürüp çıkardılar.
İbnu Sebe, Şam´dan çıkarılınca Mısır´a geldi. Burada yerleşerek faaliyetlerine devam etti. Ora halkına söyledikleri arasında şu da vardı: “Hz. İsa´nın geri döneceğine inanıp da Hz. Muhammed´in döneceğini reddedenlere şaşmak gerek. Cenab-ı Hakk Kur´ân-ı Kerîm´de “Herhalde o Kur´ân´ı senin üzerine farz kılan (Allah) seni (tekrar) dönülecek yere döndürecektir” (Kasas 85) buyurmaktadır. Öyle ise, Hz. Muhammed geri gelmeye Hz. İsa´dan daha çok hak sahibidir.”
Taberî´den naklimize burada kısa bir ara vererek hemen şunu belirtelim ki, bu âyet, hicret sırasında nazil olmuştur. Dehhâk´tan gelen rivayete göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Mekke´den Medine´ye müteveccihen hicret ederken el-Cuhfe denen, Mekke´den dört merhalelik mesafede bir mahalle geldiği zaman Mekke´den ayrılışın üzüntüsünü duyar ve Mekke´ye, doğum yerine karşı bir iştiyak duyar. Cenab-ı Hakk Resûlünü teselli için bu ayeti inzal ederek tekrar buraya geleceğini haber verir.
Şimdi tekrar Taberî´den nakle dönüyoruz:
“İbnu Sebe´nin bu sözleri kabul gördü. Böylece o, ric´at (tekrar hayata dönüş) inancını Mısır ahalisi arasına sokmuş oldu. Bu mevzuda pek çok münakaşalar oldu. İbnu Sebe başka görüşler sokmaya devam etti. Bu meyanda diyordu ki: “Şimdiye kadar bin kadar peygamber geldi geçti. Her peygamberin bir vasisi vardı. Ali de Hz. Muhammed´in vasisidir.”
İbnu Sebe bu görüşünü telkin ettikten sonra şunu ileri sürdü: “Hz. Muhammed Hatemü´l-Enbiya´dır. Ali de Hatemü´l-Esfiya´dır.”
İbnu Sebe bunu da telkin ettikten sonra şunu ileri sürdü: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın vasîsine tecavüz ederek ümmetin işini eline alan ve Hz. Peygamber´in vasiyetini yerine getirmeyen kimseden daha zalim kim vardır ”
Bu teşvişleri de piyasaya sürdükten sonra (yakınlarına) şöyle dedi: “Hilafeti Osman haksız olarak aldı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in vasisi ise meydandadır. Öyle ise ey insanlar bu işin tashihi için kalkın, meseleyi uyandırın. Bu maksatla, umerâyı (idarecileri) kötülemekle işe başlayarak kendinizi emr-i bi´lma´rûf ve nehy-i ani´lmünkerle meşgul gösterin ki, halkın alâka ve taraftarlığını kazanın ve sonra onları asıl meseleye çağırın…”
Bu şekilde yeterli sayıda adam ayarladıktan sonra dâilerini (militanlarını) her tarafa gönderdi. Gittikleri yerlerde fesat işlerini yürüten bu ajanlarla sıkı bir yazışma yaptı. Bunlar görüşlerini çok gizli bir şekilde yayıyorlardı. Dışa karşı da emr-i bi´lma´rûf ve nehy-i ani´lmünker yapıyormuş görünümünü veriyorlardı. Bunlar da kendi aralarında mektuplaşıyorlardı ve birbirlerine mektup gönderirken ajanlarının yol dağarcıklarının içerisine iyice gizliyorlardı.
Her bölgede bulunan kimseler aynı titizlik ve gizlilik içerisinde karşılıklı olarak, diğer bölgelerde bulunan adamlarıyla mektuplaşarak herbiri kendi bölgelerinde yapılanları (yeni gelişmeleri) bildiriyorlardı. Her biri mektup geldikçe, bunu bölgesindeki bütün hempalarına okuyordu.
Bu şekilde çalışmalarla propagandaları her tarafa ulaştı ve hatta Medine´ye kadar dayandı. Bunlar açıkça söylediklerinden başka şeyler peşinde koşuyorlar, gizlediklerinden başka şeyler izhar ediyorlardı. (Yapılan propagandalarla başka yerler ahalisi o kadar kargaşa ve huzursuzluk içinde gösterilmişti ki) her bölge halkı (bu haberleri duydukça): “Çok şükür, diğer yerlerdeki belalardan ve keşmekeşlerden azadeyiz, afiyetteyiz” diyorlardı. Medine´ye her taraftan bu huzursuzluk haberleri geliyordu. Onlar da bu durum karşısında: “Çok şükür, başka yerleri kasıp kavuran belalardan azadeyiz” diyerek hallerine şükrediyorlardı.
Medine´de bu durumla karşılaşan Muhammed ve Talha, Hz. Osman´a çıkarak: “Ey mü´minlerin emîri, insanların huzursuzluğu hakkında bize ulaşmış olan haberler size de geldi mi ” dediler. Hz. Osman “Hayır, ben onlardan sadece selamette oldukları hususunda haber almaktayım” dedi. Onlar, hayır diyerek kendilerine ulaşan huzursuzluk vs. haberlerini anlattılar.
Hz. Osman, onlara “Siz benim yardımcılarım ve mü´minlerin de şahidlerisiniz, ne yapmam gerekiyorsa söyleyin” der. Onlar da: “Biz sana, itimat ettiğin kimselerden bazılarını diğer bölgelere göndererek durumu tahkik ettirmeni tavsiye ederiz” dediler.[206]
Tahkîk Heyeti: Hz. Osman, yapılan tavsiye üzerine bir tahkik heyeti teşkil ederek, başta Kûfe, Basra, Mısır, Şam olmak üzere her tarafa muhakkikleri gönderir. Taşra ahalisine hitaben şu tamimi de yollar: “Ben her yıl hacc mevsiminde valilerimle karşılaşırım. Başa geçeliden beri ümmete emr-i bi´lma´rûf ve nehy-i ani´lmünkerin hakim kılınmasına gayret ettim. Şimdiye kadar bana intikal eden bir sızlanmada haklı hakkını almıştır. Âmillerime (valilerime) intikal eden haksızlıklara da el konmuş, haklıya hakkı verilmiştir. Ne ben, ne ailem raiyyetten fazla bir hakka sahip değiliz. Herhangi bir haksızlık oldu ise, hemen terkedilecektir. Medine halkı bana, insanlardan bir kısmının haksız yere hakarete uğrayıp dövülmekte olduklarını söylediler. Kim bizim gıyâbımızda gizlice dövülmüş, hakarete uğramış ise, kim böyle bir haksızlık iddia ediyorsa, hacc mevsiminde Medine´ye gelsin, hakkını benden veya amillerimden alsın veya bağışlasın. Zîra Allah bağışlayanları mükaafatlandıracaktır.” Bu mektup taşra vilayetlerde okununca herkesi ağlattı. Halk Hz. Osman´a hayır duada bulundu.”[207]
Valilerle İstişare: Hz. Osman bununla da yetinmeyip, kendileriyle istişarede bulunmak üzere valileri merkeze çağırır. Abdullah İbnu Âmir, Muâviye, Abdullah İbnu Sa´d (radıyallahu anhüm ecmain) gelirler. Bunlarla birlikte Saîd İbnu´l-Âs ve Amr´ı da istişare meclisine alır.
Yine Taberî´den aynen takip edelim:
“Hz. Osman (valilere): “Söyleyin, nedir bu şikayet, bu şayia, vallahi aleyhinize kabul görmesinden korkuyorum. Bunu tasdik etmek benim nazarımda zor görünse de başkaları kolay kapılır” dedi. Valiler, cevaben ona şunu söylediler: “Sana biz halktan haber getiriyoruz. Tahkikçiler de çıkardın, onlar da getirdiler. Halktan kimse bizzat temas kurarak, şifahen herhangi bir şikayette bulunmamaktadır. Hayır, Allah´a kasem olsun, (dedikoducular) doğru söylemiyorlar, dürüst hareket etmiyorlar. Biz, bu duruma hiçbir sebep göremiyoruz. Sen, bununla alâkalı bir kimseyi getirip kesin bir tavır alacak durumda da değilsin. Ortada boş bir şayiadan başka bir şey yok. Bu şayia ile amel etmek, onu ciddiye almak doğru olmaz.”
Bunun üzerine Hz. Osman “Öyleyse ne yapalım, bana yol gösterin” dedi. Said İbnu´l-Âs söz alarak: “Bu uydurma bir şeydir, gizlice uydurulup el altından yayılıyorlar. Hususî meclislerde bunlar konuşulup büyütülüyor” dedi. Hz. Osman tekrar sordu: “Buna karşı tedbir ne olmalı ” Saîd İbnu´l-Âs: “Bu kimseler araştırılmalı. Bu şayiaları çıkaranlar öldürülmeli” dedi. Abdullah İbnu Sa´d da şunu söyledi: “İnsanlara verilmesi gerekeni verince onların eda etmeleri gerekeni de onlardan al. Zîra bu, onları bırakmandan hayırlıdır.” Hz. Muâviye de şunu söyledi: “Sen beni vali tayin ettin ve ben de onların işlerini üzerime aldım. Onlardan sana sadece hayır haberi geldi. İki kişi onların bölgesini daha iyi bilir.” Hz. Osman ona da: “Ne yapmamız gerekir, fikrin ne ” dedi. Hz. Muâviye: “İyi muameleye devam” dedi. Hz. Osman: “Sen ne dersin ey Amr ” dedi. Amr da şu (enteresan) beyanda bulundu: “Ben görüyorum ki, sen insanlara çok yumuşak davranıyor ve ağır alıyorsun. Bu davranış Hz. Ömer´de yoktu. Ben senden önce geçen iki arkadaşının yolundan gitmeni tavsiye ederim. Şiddet gösterilmesi gereken yerde şiddet, yumuşak davranılması gereken yerde yumuşaklık göster. İnsanlara kötülükten başka bir şey yapmayanlara şiddet gerekir. Yumuşak davranış başkalarına karşı hep hayırhah olanlar içindir. Sen hiçbir ayırım yapmadan iki grup için de hep yumuşak davrandın.”
Bu konuşmalardan sonra Hz. Osman kalkarak Allah´a hamd ve senâda bulundu: “Bana söylediklerinizin hepsini dinledim. Her meseleye girmek için kendine has bir kapısı vardır. Ortada ümmet için endişe duyduğumuz şu iş vardır. Bunun üzerine örtülen ve kendileriyle korunacağımız kapı ise, Allah´ın tayin ettiği hudud yumuşaklık, anlaşma ve uzlaşmadır” dedi.
Görüldüğü üzere, son derece sinsi ve hesaplı bir şekilde hazırlanan fitne ve huzursuzluklara Sahabeler tedbir bulmakta zorluk çekmekteler. Zîra görünürde hiçbir meşrû ve mâkul sebep yok, üzerine gidilecek açık hedef yok. Ama tek gerçek şu ki, bu gelişen hâdiselerde Ashab´ın hiçbir dahli yok.[208]
2- Sahabeler Fitneye Katılmadı:
Sahabenin fitne karşısındaki tutumunu belirtmek maksadıyla nazar-ı dikkate arzetmemiz gereken mühim bir nokta da, çıkmış bulunan fitneye katılmaktan Ashab´ın kaçmış bulunduğu, fiilen girenlerin, daha doğru bir ifade ile girmek zorunda kalanların sayıca çok az olduğu keyfiyetidir. Bu maksadla, İbnu Sebe´nin Hz. Osman tarafından temsil edilen İslâm devletinin alacağı bütün tedbirleri bozarak Halife´nin şehid edilmesine müncer olan dalaverelerini ve teselsül eden hadiseleri atlayarak, ikinci mühim hâdise olan Cemel Vakası´na geçip onunla alakalı bazı gelişmeleri belirteceğiz.[209]
Cemel Vakası:
Bu hadise, bilindiği üzere, Hz. Osman´ın katillerinin cezalandırılması meselesinde ortaya çıkan görüş ayrılığı sebebiyle vukua gelmiştir. Bir tarafta Hz. Ali, bir tarafta da Hz. Aişe ve onun maiyetinde Hz. Zübeyr ve Hz. Talha vardır.
Hz. Osman´ın şehid edilmesinden beş gün sonra halife olan Hz. Ali, sayısı iki bini geçen ve Mısır, Kûfe ve Basra´dan gelmiş bulunan ihtilalcilerin kalabalık oluşları ile, vaka sırasında Medine halkının suskun davranışı gibi hususları nazar-ı dikkate alarak cezalandırma işinde acele davranma taraftarı değildi.
Buna karşılık, Mekke´de bulunan Hz. Aişe ve aralarında Hz. Talha ve Hz. Zübeyr´in de bulunduğu diğer birkısım Müslümanlar Hz. Osman´ın katillerinin hemen cezalandırılmasını istiyorlardı. İşe Basra´da başlamaya karar verdiler.
Hz. Ali, bunların niyetini ve Basra´ya hareket ettiklerini duyunca herhangi bir hâdiseye meydan vermemek, onlarla anlaşmak niyetiyle o da harekete geçerek Rebeze´ye gelir. Hz. Aişe ve taraftarlarının Basra´ya vardıklarını öğrenince Kûfe´den te´min ettiği kuvvetlerin başına geçerek Basra´ya yürür. Taberî´nin rivayetlerinden aynen takip edeceğimiz üzere her iki taraf da sulhtan başka bir şey istememektedir. Ancak araya giren gizli oyunlar burada da muvaffakiyetler elde ederek iki Müslüman kitleyi savaşa sokarlar.
“Askerler konaklayınca Hz. Ali çıktı. Öbür taraftan da Talha ve Zübeyr çıktılar. Bunlar oturup, ihtilaf ettikleri hususlarda konuştular. Sulh etmekten ve harbi terketmekten daha uygun bir şey görmediler. Birbirlerinden bu anlaşma ile ayrıldılar. Hz. Ali karargahına, Hz. Talha ve Zübeyr de kendi karargahlarına çekildiler. Her iki taraf da geceyi sulhle geçirdiler. Çoktandır, aradaki ihtilaf ve yaklaşmakta olan savaş sebebiyle böylesine huzurlu bir gece geçirmemişlerdi.”[210]
İhtilalciler Sulhten Rahatsız: Taberî, bundan sonra orduya karışan İbnu Sebe ve adamlarının iki tarafı nasıl tutuşturup, harbe soktuklarını anlatır:
“…Hz. Osman hadisesini tahrik edenler de çok fena bir gece geçirdiler. Zîra başlarına gelmekte olan felaketi görmüşlerdi. Bütün gece aralarında müzakere yaptılar. Sonunda, gizlice harbi kızıştırmaya karar verdiler. İşlemeye çalıştıkları şerrin duyulmaması için çok gizli yapılmasını istediler. Alacakaranlıkta harekete geçecekler, bundan yakın komşuları bile haberdar olmayacaktı.”[211]
İbnu Sebe´nin Sözleri: Hâdiseleri takip ederken, atlanmaması, ibretle okunması gereken bir husus, Yahudi dönmesi İbnu Sebe´nin, daha önce, henüz iki ordu karşılaşmadan, yukarıda anlaşma vaki olmadan önce verdiği bir talimattır. Bu talimat bize, fitnecilerin, her iki tarafın da iyi niyetlerini akim bırakacak, çok önceden hazırlanmış bir tertiple her iki tarafın da ordusuna katılmış olduklarını gösterecektir. Hatta hemen hatırlatabiliriz ki, onların bu katılışı rastgele bir katılış değil, hin-i hacette, alınacak kararlara kendi istekleri istikametinde yön vermede müessir olacak şekilde, en kritik noktalarda yer alacak şekilde bir katılış, bir sızmadır. İşte İbnu Sebe´nin sözleri: “Ey kavm, sizin hayat ve şerefiniz insanların birbirine düşmesine bağlıdır. Öyle ise onları birbirine düşürün. Yarın bunlar karşılaştıkları vakit harbi kızıştırın. Onları başka şeylerle meşgul olmaya bırakmayın. Öyle ise kendileriyle beraber olduğunuz kimseler, sizin istemediğiniz şeyden (yani sulhtan) yüz çevirmenin ve Allah´ın Ali´yi, Zübeyr´i ve Talha´yı ve onlar gibi düşünenleri (birbirleriyle savaştırarak) meşgul etmesinin zaruri olduğunu bilsinler…” Bu talimatı alan kurmay heyeti orduya dağılarak, sulh yapılmamasının, her iki ordunun birbiriyle çarpıştırılmasının lüzumu hususunda, diğer adamlarını ikna edeceklerdir.[212]
Fitneciler Müslümanları Vuruşturuyor: Şimdi, tekrar Taberî´nin Cemel Vakası´nın başlangıcı ile alâkalı açıklamalarına dönelim. Yukarıdaki fitnecilerin sabaha kadar müzakere ederek alacakaranlıkta harekete geçme kararlarını belirtmiştik. İstişareye katılan yönetici ekip, ortalık henüz karanlıkken şafakla birlikte harekete geçerler. “Mudar kabilesinden olanlar, diğer Mudarlı arkadaşlarının yanına, Rebia kabilesinden olanlar diğer Rabialı adamlarının yanına, Yemen´den olanlar da diğer Yemenli adamlarının yanına gittiler ve aniden baskına geçtiler. Basralılar harekete geçerek karşılık verdi. Bütün ordu harekete geçti. İleri gelenleri arasında, onları aniden basanlar da vardı. Zübeyr ve Talha, Mudar´dan olan ileri gelenlerle ortaya çıktılar ve sağ cenaha -ki Rebialılardır- Abdurrahman İbnu´l-Haris´i, sol cenaha da Abdurrahman İbnu Attab İbni Esid´i gönderdiler. Kendileri de merkezde kaldılar ve “Ne oluyor ” diye sordular. Onlar (Abdullah İbnu Sebe´nin oradaki adamları): “Kûfeliler bize gece baskını yaptı” dediler. Bunun üzerine Zübeyr ve Talha: “Anlaşıldı; Ali harbi kesme sözünde samimi değilmiş; kan dökmek, haramları helal addetmek istiyormuş; bizimle sulh meselesinde mutabık değilmiş” dediler ve Basralıların yanına geldiler.
Basralılar kendilerine saldıranları geldikleri yere geri püskürttüler. Hz. Ali ve Kûfeliler, bunların gürültüsünü işitmişti. (Fitneciler casus olarak) adamlarından birini, diledikleri şeyi (Hz. Ali´ye) haber olarak sunulmak üzere Hz. Ali´nin yakınlarına yerleştirmişlerdi. Hz. Ali gürültüyü işitince: “Ne oluyor ” diye sordu. İşte bu adam, hemen cevap verdi: “Biz ani baskın yapmadık. Ancak onlardan bir grup gece baskını yaptı. Biz de geldikleri yere geri püskürttük. Askerler hemen harekete geçtiler. Hz. Ali sağ ve sol cenah komutanlarına “Yerlerinizi alın” dedi ve ilave etti: “Anlaşıldı; Talha ve Zübeyr harbi kesme sözünde samimi değillermiş; kan dökmek, haramları helal addetmek istiyorlarmış, bizimle sulh meselesinde mutabık değillermiş.”
Böylece akşamdan sulh üzerine anlaşan iki İslam ordusu birbirine girer ve her iki taraftan beşer binin üzerinde olmak üzere, tarihin on binden fazla ölüye mal olan Cemel Vakası meydana gelir.[213]
Fitneye Karışan Sahabeler:
Fitne çıktığı zaman Ashab´tan kahir bir ekseriyet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in fitneye karışmamayı sıkı sıkıya tavsiye eden hadislerini -ki bunlardan birkısmını geçen bahislerde kaydetmiş bulunuyoruz- hatırlayarak karışmamıştır. Esasen karışanlar da çok azdır. Bir Cemel Vakasında on bin kişi şehid oldu dendiği vakit gafletle, bunların Sahabi yani bizzat Hz. Peygamber´i görmüş bulunan kimseler olduğu zihne gelir. Halbuki meseleye, tarih ve rivayet kitaplarının verdiği bilgiler ışığında bakıldığı zaman insanı hayrette bırakan bir gerçekle karşılaşılmaktadır; o da bu savaşa katılanlar arasında, idareciler dışında pek az sayıda Sahabe´nin bulunmuş olmasıdır.
Sözü fazla uzatmadan, bu ilk devirdeki fitnelere, çok az sayıda Sahabe´nin katıldığı hususunda bizi ikna edecek bir tahkiki, değerli hocalarımızdan Talat Koçyiğit´ten aynen sunacağız. Hadiscilerle Kelamcılar Arasındaki Münakaşalar adlı kitabında der ki: “Sahabenin en fazla bulunduğu senelerde zuhur eden fitneler gözönünde bulundurulacak olursa, bu fitnelere Sahabeden hemen hemen hiç kimenin iştirak etmediği görülür. Mesela Cemel Harbi´ne iştirak eden Sahabilerin sayısı hakkında gelen bir rivayette eş-Şa´bî: “Cemel´e, Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in ashabından Ali, Ammar, Talha ve ez-Zübeyr´den başka hiç kimse iştirak etmemiştir. Eğer beşincisini bulurlarsa ben yalancıyım!” demektedir. Ahmed İbnu Hanbel ise, “Ehl-i Bedr”den Sıffîn Harbi´ne iştirak edenlerin yetmiş kişi olduğuna dair ileri sürülen bir haberi, Şu´be´nin nasıl yalanladığını ve Huzeyme İbnu Sabit´ten başka hiç kimsenin bu harbe katılmadığını nasıl kat´î bir ifade ile belirttiğini zikreder.”
Şüphesiz, bu vakalara katılan Sahabeler, sayıca yukardaki rivayette zikredilen rakamlarla tahdid edilemez. Şa´bî´nin rivayetini nakleden Zehebî de, Şa´bî´nin kesin ifadesine “Sanki Şa´bî, burada ilk muhacirleri kastediyor” kayd-ı ihtirâzisini koyarak Sahabeden daha başka katılanların da olduğunu ima ediyor. Nitekim, yukarıda ismi geçenler dışında Abdullah İbnu Zübeyr, Muhammed İbnu Ebi Bekr gibi birkısım meşhurların da Cemel Vakası´na iştiraklerini muteber kitaplar te´yid eder. Şu halde, ifade edilmek istenen gerçek, on bini mütecaviz maktul arasında Sahabeden olanların tahmin edilecek kadar az olduğudur. Bunlar da hâdiseleri isteyerek çıkarmış değil, zoraki sürüklenmişler, adeta kendilerini bu vak´aların içinde bulmuşlardır.[214]
Sahabenin Fitneye Girişmeyişinin Sebebi: Sahabeleri, bu dahilî hâdiselere girmekten alıkoyan şey, mükerrer olarak temas ettiğimiz üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bu husustaki uyarı ve tenbihleri idi. Birçok ısrar ve teşebbüslere rağmen bu harplere katılmama hususunda sistemli direniş gösterenlerden Seleme tu´bnu´l-Ekva, Sa´d İbnu Ebi Vakkas, Muhammed İbnu Mesleme, Abdullah İbnu Ömer, Ebu Bekre, Ühban İbnu Sayfi meşhurdur.
Bunlardan birkısmı: “Bu fitnelere karışmamak gerekir. Öyle ki, birisi öldürmek niyetiyle gelecek olsa, müdafa-i nefis de yapılmaz” demiştir. Hz. Osman´ın birinci görüşün kurbanı olduğunu daha önce belirtmiştik. Şimdi bazılarının tutumuyla alâkalı bir iki misal göreceğiz.
Ahnef İbnu´l-Kays´ın Ebu Bekre ile alâkalı bir rivayeti şöyle: “Ben bu adama (Hz. Ali´ye) yardım etmek için çıkmıştım, yolda Ebu Bekre´ye rastladım. Nereye gidiyorsun ” dedi. Şu adama yardım etmeye dedim. Dön dedi, zîra ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in şunu söylediğini işittim: “İki Müslüman silahla birbirlerinin karşısına çıkacak olurlarsa katil de maktul de ateştedir…”
Ühbân ise, Hz.Ali´nin yardım teklifini: “Benim dostum, senin de amcaoğlun olan Hz. Peygamber, insanlar arasında kargaşa çıkınca tahtadan bir kılıç edinmem hususunda benden söz aldı…” diyerek reddeder ve Hz. Ali de normal karşılar, ısrar etmez.
Üsâme İbnu Zeyd, “La ilahe illallah” diyen bir kimse ile ebediyyen mukatele etmeyeceği hususunda yemin eder.
Fitneden kaçanların mühimlerinden biri olan Abdullah İbnu Ömer´e iki kişi gelerek: “İnsanların yaptığını görüyorsun. Sen ki, Hz. Ömer´in oğlusun, Hz. Peygamber´in ashabındansın, seni bu savaşa katılmaktan alıkoyan şey nedir ” derler. O: “Allah bana Müslüman kardeşimin kanını haram etti” der. Onlar: “Allah: “Fitnenin olmaması ve dinin tamamı Allah için olsun diye onlarla savaş” (Enfal 39) demedi mi ” diye bir ayet hatırlatırlar. İbnu Ömer şu cevabı verir: “Biz savaştık, hatta fitne kalktı, dinin tamamı da Allah için oldu. Siz de fitne olsun, din de Allah´tan başkası için olsun diye harp ediyorsunuz.”
Sa´d İbnu Ebî Vakkas da aynı mealde bir ifade ile fitneye girmeyişinin sebebini açıklar. Muhammed İbnu Mesleme´nin de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in tavsiyesine uyarak tahtadan bir kılıç yaptırdığını ve Hz. Ali´nin davetine rağmen fitneye karışmadığnı daha önce belirtmiştik.[215]
3- Ashab´ın Katıldıgı Fitneler Üzerine Birkaç Mütalaa:
Şurası muhakkak ki, sayıca az da olsa, arzu ve rızalarının hilafına da olsa, Ashabtan bazılar fitne hareketlerine bulaşmamışlardır. Bu durum Müslümanları Ashab hakkında birkısım yersiz düşünce ve hükümlere götürebilir. Bu ise, Ehl-i Sünnet akidesi açısından son derece mahzurludur. Gerek ferdî gerek içtimâî hiçbir amelî faydası olmayan bu hatalı değerlendirmelere düşemek için Ehl-i Sünnet alimlerinin bu meselelerle alâkalı olarak beyan ettikleri birkaç mütalaayı burada kaydetmede fayda var:[216]
a) Ashab´tan Katılan da Katılmayan da Haklıdır: İbnu´l-Arabî, Ashab´tan bazıları bu dahilî harbe katılırken diğer bazılarının katılmayışını, cihadın farz-ı kifaye oluşuyla izah eder. İbnu Hacer de bu mealde olmak üzere şunları söyler: “Bu meselede hakikat şudur: Mezkur sahabeden herbirisi amelinin doğru olduğuna hükmetmiş olmalıdır. Kıtale bulaşanlar nezdinde, bağiler grubu ile harp etme emrini ifade eden delil vuzuh kazanmıştır ve kendisinde de bu işi yapacak kudret mevcuttur. Katılmayanlar için de, iki gruptan hangisinin baği addedileceği hususu vuzuh kazanmamıştır. Nitekim Huzeyme tu´bnu Sabit, Hz. Ali tarafında olmakla beraber savaşmamıştır. Ne zaman ki Ammar´ı savaşır gördü o da mukateleye katıldı ve “Ammar´ı bağî bir grup öldürecek” hadisini rivayet etti.”[217]
b) Fitnenin Bir Hikmeti: İbnu´l-Arabi´ye göre, “Ashab arasında cereyan eden bu savaşlarda Allah´ın güttüğü hikmetlerden biri, ehl-i te´vil ile yapılacak harbin ahkâmını öğretmektir.”[218]
c) Fitneye Karışan Sahabeler Hakkında Verilen Hüküm: “Sahabeler arasında cereyan eden vakalara temas ederken bir noktanın belirtilmesi gerekmektedir. O da, Sahabeler hakkında bu mesele ile alakalı olarak gelişigüzel söz etmemektir. Bu husus, Ehl-i Sünnet ile diğer fırkaların ayrıldığı mühim noktalardan biridir. Haricîler, Şiîler vs. bu meselede birkısım sahabeleri tekfire kadar giden ifratlara düşerler. Nevevî, Ehl-i Sünnet´in itidal üzere olan ve nasslara uygun düşen görüşünü şöyle hülasa eder: “Bil ki, Ashab arasında akan kanlar, hadiste gelen “…ölen de öldüren de ateştedir” tehdidine dahil değildir. Ehl-i Sünnet ve ehl-i hakk olan mezhebimizin görüşü “Ashab hakkında hüsn-i zanda bulunmak ve onların aralarında cereyan eden hâdiseler hususunda gelişigüzel söz etmekten çekinmek ve onların mukatelelerini te´vil ederek iyiye yormaktır. Şöyle ki: Onların hepsi müteevvil ve müçtehid kimselerdi. Allah´a isyan ve dünyevî bir maksatla hareket etmediler. Aksine her bir fırka, hak yolda olduğuna inanıyordu. Şurası muhakkak ki, bu içtihadlarında bir kısmı musib (isabet etmiş) bir kısmı da muhti (hataya düşmüş) idi. Hataya düşenler, bu hatalarında mazur idiler. Zîra içtihad meselesinde, müçtehide hatasından dolayı günah yoktur. Hz. Ali bu hareketlerde içtihadında musib ve haklı idi. Mevcut vaziyet karşısında verilecek hükümler şaşırtıcı idi, doğrusunu bulmak zordu. Bu sebeple Ashab kararda mütehayyir kaldı ve üç gruba ayrıldı. İki grub birbirine zıd içtihadlarla karşı karşıya gelirken, bir üçüncü grup bunlardan her ikisini de terketti, savaşlara katılmadı, doğru olanın hangisi olduğu hususunda kesin kanaat edinemediler.”
İbnu Hacer, bu mücadelelerde, kimlerin muhik olduğu bilinse bile, Sahabelerden hiçbirine, bu meselelerden dolayı ta´nda bulunmamanın bir vecibe olduğunda Ehl-i Sünnet´in “ittifak ettiğini” belirttikten sonra: “Zîra onlar bu harplerde, içtihadları sebebiyle mukatele ettiler” der.
Nevevî´nin -ve veciz olarak da İbnu Hacer´in yukarıdaki açıklamalarında- atıfta bulunduğu “hata da yapsa müçtehidin günahkâr olmayacağı” prensibi, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in şu hadisidir: “Bir hakim, içtihad ederek hüküm verince isabet ederse, kendisine iki sevap vardır; içtihad ederek verdiği hükümde hata ederse kendisine bir sevap verilir.”
Öte yandan alimler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in: “İki Müslüman birbirine silah çekecek olursa, ölen de öldüren de ateştedir…” hadisini şerhederken burada mevzubahis olan, “ölen ve öldüren”lerin -dine hizmeti gaye edinen bir te´ville değil- dünyevî bir maksat arama veya heva ve cehaletinin sevkiyle mukatelede bulunanlar olduğunu belirtirler. Sahabenin ise, sırf dinî gayretle bu mücadelelere girmiş bulunduğu her çeşit şüpheden uzak bir keyfiyettir. [219]
Sahabelerde Ölçü:
Burada belirtilmesi gereken bir diğer mühim nokta da, amme meselelerinde zıt içtihad ve görüşleri sebebiyle birbirlerine muhalif düşen ve hatta aralarında savaş cereyan eden Ashabın, savaş dışı meselelerde birbirlerine karşı olan münasebetlerindeki ölçü ve hakkaniyettir. Onlar birbirlerini hataya düşmekle itham etmişler, ancak rencide edici, şahsî faziletlerini inkar edici sözler sarfetmemişler, hele asla tekfir cihetine gitmemişlerdir. Buna en iyi örnek, Hz. Aişe ile ona muhalefet edip Hz. Ali tarafında yer almış olan Ammar İbnu Yasir arasında geçen bazı tarizler, konuşmalardır. Hülasa edelim:
Söylediğimiz üzere Ammar İbnu Yasir, Hz. Ali ile Hz. Aişe arasındaki ihtilafta, Hz. Ali´nin haklı Hz. Aişe´nin haksız olduğuna inanıyordu. Bu meselede halkı ikna etmek maksadıyla mescitte yaptığı konuşma tam bir insaf örneğidir. Der ki: “Aişe Basra´ya yürüdü. Allah´a kasem olsun, o dünyada da ahirette de Peygamberimizin (aleyhisselam) zevcesidir, bunda şüphemiz yok. Ancak, Allah sizi imtihan ediyor; Kendisine mi (celle celaluhu), yoksa O´na mı (radıyallahu anhâ) itaat edeceksiniz ”
Burada, ahirette de Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevcesi olduğunun kasemle te´yidi, Hz. Aişe´nin asla tekfir edilmediğini gösterir. Fakat görüşlerinde yanıldığı kesinlikle ifade edilmektedir.
Kendisine yöneltilen bu çeşitten şiddetli tenkitler karşısında Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´nin aksülameli de burada zikre değer. İbnu Hacer´in Taberânî´den naklen kaydettiğine göre, yine aynı Ammar, Cemel Vakası´nın akabinde Hz. Aişe´ye gelerek: “Sizin bu askerî şerefiniz Allah´ın sizinle yaptığı ahde (anlaşmaya) ne kadar aykırı” der ve bu sözleriyle Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın zevceleriyle alâkalı olarak gelmiş bulunan “(vekar ile) evlerinizde oturun. Evvelki cahiliyet yürüyüşü gibi yürümeyin” (Ahzâb 33) ayetine işaret eder.
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)´nin cevabı şu olur: “Allah´a kasem olsun sen hakkı söyledin.” Ammar da “Senin lisanınla hakkında bu hükmü veren Allah´a hamd olsun” der.
İbnu Hübeyre bu konuşmayı şöyle değerlendirir: “Bu rivayetten anlıyoruz ki, Ammar doğru sözlüdür. Kezâ husumet onu, hasmının faziletlerini inkâra da sevketmemiştir. Zîra aralarında cereyan eden harbe rağmen Hz. Aişe´nin tam bir fazilete mazhar olduğuna şehadette bulunmaktadır.[220]
Sahabeler Arasındaki Muharebelerin Mahiyeti Ve Hikmeti
Bediüzzaman Hazretleri ise Mektubat´ında bu konuyla ilgili şunları söyler:”
İkinci sualinizin meali: Hz. Ali (radıyallahu anh) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir Muhariplere ve harpte ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz
Elcevap: Cemel Vak´ası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyr ve Aişe-i Sıddîka radıyallahu teala aleyhim ecmain arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile, adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:
Hz. Ali, adalet-i mahzayı esas edip, Şeyheyn (yani Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer) zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise, Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslamiye, adalet-i mahzaya müsait idi, fakat mürur-u zamanla İslamiyetleri zaif muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkil olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye, siyasete girdiği için, muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf “Lillah” için ve İslamiyetin menafii için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüd etmiş; elbette hem katil, hem maktul, ikisi de ehl-i cennettir, ikisi de ehl-i sevaptır diyebiliriz. Her ne kadar Hz. Ali´nin içtihadı musib ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstehak değiller. Çünkü; içtihad eden hakkı bulsa, iki sevap var. Bulamazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevap alır. Hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur, sözü hüccet bir zat-ı muhakkik Kürtçe demiş ki: زِ شرِّ صَحَابَانْ مَكَه قَانُ وَقيلْ لَوْ رَاجَنَّتَيْنَ قَاتِلُ هَمْ قَتِيلْ Yani Sahabelerin muharebesinden kıyl ü kâl etme. Çünkü hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i cennettirler.Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki: مَنْ قَتَلَ نَفْساً بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ في ا‘رْضِ فَكَأنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعاً
“Ayetin mânayı işarîsiyle: “Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selameti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk´ın nazar-ı merhametinde hak, haktır; küçüğüne, büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selameti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyyet namına rızasiyle olsa, o başka meseledir.”
Adalet-i izafiye ise; küllün selameti için, cüz´ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nev´i adalet-i izafiyeyi yapmağa çalışır. Fakat, adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.
İşte İmam-ı Ali (radıyallahu anh), adalet-i mahzayı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilafet-i İslamiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, “kabil-i tatbik değil, çok müşkilatı var” diye adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikat-i sebep değiller, bahanelerdir.
Eğer desen: Hilafet-i İslamiye noktasında İmam-ı Ali´nin fevkalade iktidarı, harikulade zekası ve yüksek likayatiyle beraber seleflerine nisbeten muvaffakiyetsizliği nedendir
Elcevap: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade daha çok mühim başka vazifelere layık idi. Eğer tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, “Şah-ı Velayet” ünvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zahirî ve siyasî hilafetin pek çok fevkinde mânevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Kül hükmüne geçti. Hatta kıyamete kadar saltanat-ı mânevîsi baki kaldı.
Amma Hazret-i İmam-ı Ali´nin Vak´a-i Sıffin´de, Hazret-i Muaviye´ nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslamiyeyi ve ahireti esas tutup, saltanatın birkısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise, hayat-ı içtimaiye-i İslamiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp, ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.
Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin´in Emevilere karşı mücadeleleri ise, din ve milliyet muharebesi idi. Yani: Emevîler, Devlet-i İslamiyeyi, Arap milliyeti üzerine istinad ettirip; rabıta-i İslâmiyeti, rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle zarar verdiler.
Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.
Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünkü; unsuriyetperver bir hakim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez. اَِسْمِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ َ فَرْقَ بَيْنَ عَبْدٍ حَبَشِىٍّ وَسَيِّدٍ قُرَيْشِىٍّ اِذَا اَسْلَمَا ferman-ı kat´isiyle, rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez; hakkaniyet gider.
İşte Hazret-i Hüseyin, rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, ta makam-ı şehadeti ihraz etmiş.
Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakikatlı olduğu halde, neden muvaffak olmadı Hem neden kader-i İlahî ve rahmet-i İlahiyye onların feci bir akibete uğramasına müsaade etmiş
Elcevap: Hazret-i Hüseyin´in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının safi ve parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine sebep olmuş.
Amma kader nokta-i nazarında feci akibetin hikmeti ise, Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, mânevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile mânevî saltanatın cem´i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Ta, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler, adi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.[221]
Üçüncü sualiniz: O mübarek zatların başına gelen o feci gaddarane muamelenin hikmeti nedir diyorsunuz.
Elcevap: Sabıkan beyan ettiğimiz gibi, Hazret-i Hüseyin´in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:
Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan: “Hükümetin selameti ve asayişin devamı için, eşhas feda edilir.”
İkincisi: Onların saltanatı, unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için, milliyetin gaddarane bir düsturu olan: “Milletin selameti için herşey feda edilir.”
Üçüncüsü: Emevîlerin, Haşimîlere karşı an´anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarda bulunduğu için, şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti.
Dördüncü bir sebep de: Hazret-i Hüseyin´in taraftarlarında bulunuyordu ki, Emevîlerin, Arap milliyetini esas tutup, sair milletlerin efradına “memalik” tabir ederek köle nazariyle bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, “milel-i saire” Hazret-i Hüseyin´in cemaatine intikamkârane ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden, Emevîlerin asabiyyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddarane ve merhametsizcesine meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.
Mezkur dört esbab, zahirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin ve akrabasına o facia sebebiyle hasıl olan netaci-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyat-ı mâneviye, o kadar kıymetdardır ki, o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehit edilse, öyle bir mertebeyi bulur ki, on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehid olduktan sonra ona sorulabilse, “az bir şey ile pek çok şeyler kazandım” diyecektir.” [222]
——————————————————————————–
[1] Bu kitap iki cilt halinde tahkikli olarak tabedilmiştir (Matba´atu´l-Medenî, 1389/1969), toplam dokuzyüz küsur sayfayı bulmaktadır.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/353.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/353-354.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354-355.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/354.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/355.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/355.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/355-356.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/356-357.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/357-359.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/358-359.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/359-360.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/360-364.
[22] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/365-366.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/366.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/367.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/367-368.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/369-370.
[27] Hadîsin bu vechini, az ilerde Fitnede Sabır meselesini açıklarken tam olarak kaydedeceğimiz için burada sadedinde olduğumuz hadisin açıklamasında atıf yapacağımız bir iki ziyadeyi kaydediyoruz.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/370-372.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/372-373.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/373.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/373-374.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/374.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/374.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/374.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/375.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/375-377.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/377-378.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/378.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/378-379.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/379-380.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/380.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/381-383.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/383-386.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/386-390.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/390-391.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/391.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/391-392.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/392-393.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/394.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/394-395.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/395-396.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/396-397.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/397-398.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/398.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/398.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/398.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/399-400.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/401.
[59] Hadiste geçen üşribe “içirilen” tabiri pek manidardır. Günümüzde şartlandırılan kelimesi bunu en iyi karşılayacak tabir olmalıdır.
[60] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/401-403.
[61] Ebu Ma´mer´in rivayetinde “müslümanların…” denmiştir.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/403-404.
[63] Muzafın hazfı: Bâbu´l-Basra tabirinde Bâb kaldırılınca Basra kalır.
[64] Hülâgû burada Hz. Peygamber´in, rivayet edilen bir hadisine işaret etmektedir. Bu hadis şöyledir: “Benim bir takım askerlerim vardır, onları doğu tarafına yerleştirdim ve onlara Türk adını verdim. Onları hiddet ve gazap arasında yarattım. Herhangi bir kul, bir ümmet benim emrimi yapmazsa, bunları onların üzerine musallat ederim ve bunlar vasıtasıyle onlardan intikam alırım…” bu tip hadislerin hem ilm-i rivayet-ül hadis, hem de dirayet-ul-hadis yönünden muallel ve mevzu bulundukları, muhaddislerce kabul edilmektedir. Fakat bu hadisler mevzu olsalar bile, bize devirlerindeki telâkkiyi anlatırlar ve zamanlarının, muhitlerinin bir bakıma aynası hükmündedirler. Hülâgû mektubunda, Moğolların nasıl göründüğünü, müslümanlarca nasıl karşılandığını pek mükemmel gösterdiği gibi, kendisinin sebeb-i vücudunu da bu görüşe istinat ettirmektedir. Cengiz´in Buhara´daki konuşması, Hülâgû´nun bu mektubu, Papaların ve hıristiyanların görüşleri hep aynı noktada düğümlenmektedir: Moğollar insanların günâhları dolayısıyla Tanrı tarafından gönderilmiş bir ceza makinesidir. Moğollar bunu bilhassa işlemişler ve kendilerini diğer milletleri yola getirmek için Tanrı tarafından gönderilmiş, İkab-ı ilahîyi icraya memur, bir kavim olarak görmüşler ve göstermişlerdir. Bu, onlara karşı mukavemeti kırdığı gibi, kendilerinin de gayrete getirmiş; kuvvetlendirmiştir.
[65] Kur´an´da buyrulduğu veçhile Musa (A.S.), Hızır´la yoldaşlık ederken, Hızır binmiş oldukları gemiyi delmiş, Musa (A.S.) buna itiraz etmiş, Hızır “geminin önünde her gemiyi gasbeden bir padişah var idi” demişti. Bu söz buna işaret edip, biz ilâhi kudret ve teyidle hareket edip, her şeyi yaparız demek istemekte, hatta daha ileri gitmektedir.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/404-408.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/409.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/410.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/410.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/410-411.
[71] Burada Furkan suresindeki “Allah tevbe edenlerin günahını hasenâta tebdil eder…” mealindeki ayete işaret edilmiştir (70. âyet).
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/411-416.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/416.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/416.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/417.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/417-418.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/418.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/418-419.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/419.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/419.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/419-420.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/420.
[83] Birinci cilt, 325-328. sayfalar.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/421-422.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/422-423.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/423-424.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/424-425.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/425-426.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/426-427.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/427.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/428.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/428.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/429.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/429.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/430.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/430.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/431.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/431.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/432.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/432-433.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/434.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/434.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/435-436.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/436-437.
[105] “Kimimiz yerini düzlüyordu” ibaresi, zikrettiğimiz kaynaklarda mevcut değil.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/439-440.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/440.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/441.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/441-442.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/442.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/442.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/443.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/443-445.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/445.
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/445.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/445-446.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/446.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/446.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/447.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/447.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/447-448.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/448-450.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/450-451.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/451.
[125] Bu hadis 4767 numarada daha geniş açıklandı.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/452.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/452-453.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/453-454.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/454.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/454.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/454-455.
[132] Kur´ân´da bu çeşit ifâdeler “namaz kıl, zekât ver” veya “namaz kılın zekat verin” veya “onlar ki namaz kılarlar, zekat verirler” gibi çeşitli şekillerde gelir.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/455-456.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/456-457.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/457-459.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/459-460.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/460.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/461.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/461-462.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/462-463.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/463-464.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/464.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/464-465.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/465-466.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/466.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/466-467.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/468.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/468.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/469.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/470.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/471.
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/471.
[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/472.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/472-474.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/475.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/475-477.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/478.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/478.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/479.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/479-480.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/480.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/480-481.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/482-483.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/483-484.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/484.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/485.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/485-486.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/486.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/486-487.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/488-489.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/490.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/490-492.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/492-493.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/493.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/494.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/495.
[177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/495-496.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/496.
[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/496-498.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/498-499.
[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/499-500.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/501.
[183] Yezîd İbnu Mûaviye Hicrî 64 yılında vefat etmiştir. O sıralarda ortaya çıkan Ezârike fitnesi, hâricîlerin çıkardığı bir huzursuzluktur. Bu isim, hâdisenin lideri Nâfi İbnu´l-Ezrak´tan gelir. İbnu Hacer´in yirmi yıldan fazla sürdüğünü belirttiği bu fitne Hicri 77´de büyük darbe yemiştir.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/501-502.
[185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/503-504.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/505-506.
[187] Akabe, lügat olarak dağ yolu demektir. Hadiste geçen akabetu´l-Medine tabirini Medine dağ geçidi şeklinde anlamak yanlıştır. Çünkü Hz. Abdullah İbnu´z-Zübeyr Medine´de değil Mekke´de şehid edilmiştir. Nevevî´de şerhinde, Akabetu´l-Medine´nin Mekke´de bulunan bir akabe (dağ yolu) olduğunu belirtir. Mekke dağlıktır. Şehre giriş veren yollardan birinin bu ismi taşıdığı anlaşılmaktadır. Haccac, Hz. Abdullah´ı bu yol üzerinde bir ağaca asmış olmalı.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/506-508.
[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/508.
[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/508-510.
[191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/511.
[192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/511.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/512.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/512.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/513.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/513-515.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/515.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/515-516.
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/516-517.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/517-518.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/519.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/519.
[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/519-520.
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/520.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/520.
[206] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/521-523.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/523.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/523-524.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/524-525.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/525.
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/525.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/526.
[213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/526-527.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/527-528.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/528-529.
[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/529.
[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/529.
[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/529.
[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/529-530.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/531.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/532-534.
[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/534-535.