İKİNCİ FER´
MEDİNE´NİN FAZİLETİ
ـ4596 ـ1ـ عن أنس رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]حَرَّمَ رَسُولُ اللّهِ # الْمَدِينَةَ مَا بَيْنَ كَذَا الى كَذَا. فَمَنْ أحْدَثَ فِيهَا حَدَثاً فَعَلَيْهِ لَعْنَةُ اللّهِ وَالْمََئِكَةِ وَالنَّاسِ أجْمَعِينَ. َ يَقْبَلُ اللّهُ مِنْهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ صَرْفاً وََ عَدًْ[. أخرجه الشيخان .
1. (4596)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine´yi şu şu yer arasında kalan kısımlarıyla haram ilan etti. “Kim bu haramı ihlâl edecek bir davranışta bulunursa, Allah´ın meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Allah Kıyamet günü o kimseden ne farz ne nafile (hiçbir hayır) kabul etmesin” (buyurdu).” [Buhârî, Fezailu´l-Medine 1, İ´tisâm 6; Müslim, Hacc 462, 463, 464, (1365, 1366, 1367).][483]
ـ4597 ـ2ـ وفي روايةٍ لهما: ]أنَّهُ # أقْبَلَ حَتّى بَدَا لَهُ أحُدٌ. فقَالَ: هذَا جَبَلٌ يُحِبُّنَا وَنُحِبُّهُ. فَلَمَّا أشْرَفَ عَلى الْمَدِينَةِ قَالَ: اللّهُمَّ إنِّى أُحَرِّمُ مَا بَيْنَ جَبَلَيْهَا مِثْلَ مَا حَرِّمَ إبْرَاهِيمُ مَكَّةَ. اللّهُمَّ بَارِكْ لَهُمْ في مُدِّهِمْ وَصَاعِهِمْ[.»الْحَدَثُ« ا‘مْرُ الْحَادثُ الْمنكر الّذى ليس بمعتاد و معروفٍ في السّنة .
2. (4597)- Yine Sahiheyn´in bir rivayetinde anlatıldığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (Medine´nin dışına doğru) yürüdü. Önünde Uhud görünmüştü:
“Bu dağ var ya, o bizi çok seviyor, bizde onu seviyoruz” buyurdular. Medine´ye yönelince de:
“Ey Allahım! Hz. İbrahim Mekke´yi haram kıldığı gibi, ben de [Medine´yi] iki dağı arasıyla haram kılıyorum. Allahım, (Medine halkını) müdd ve sa´larınla mübarek kıl” buyurdular.” [Buhâri, Fezâilu´l-Medine 6; Müslim, Hacc 462, (1365).][484]
ـ4598 ـ3ـ وعن علي رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]مَا كَتَبْنَا عَنْ رَسُولِ اللّهِ # إَّ الْقُرآنَ وَمَا في هذِهِ الصَّحِيفَةِ. قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: الْمَدِينَةُ حَرَامٌ مَا بَيْنَ عَيْرٍ الى ثَوْرٍ. فَمَنْ أحْدَثَ فِيهَا حَدَثاً أوْ آوَى مُحْدِثاً فَعَلَيْهِ لَعْنَةُ اللّهِ وَالْمََئِكَةِ وَالنَّاسِ أجْمَعِينَ، َ يَقْبَلُ اللّهُ مِنْهُ صَرْفاً وََ عَدًْ. ذِمَّةُ الْمُسْلِمِينَ وَاحِدَةٌ، يَسْعى بِهَا أدْنَاهُمْ. فَمَنْ أخْفَرَ مُسْلِماً في ذِمَّتِهِ فَعَلَيْهِ لَعْنَةُ اللّهِ وَالْمََئِكَةِ وَالنَّاسِ أجْمَعِينَ، َ يُقْبَلُ مِنْهُ صَرْفٌ وََ عَدْلٌ[. أخرجه الخمسة، وهذا لفظ الشيخين.زاد أبو داود: ]َ يُخْتَلى خََهَا، وََ يَنَفّرُ صَيْدُهَا، وََ تُلْتَقَطُ لُقَطَتُهَا إَّ مَنْ أشَادَهَا، وََ يَصْلُحُ لِلرَّجُلِ أنْ يَحْملَ فِيهَا السَِّحَ لِقِتَالٍ، وََ يَقْطَعُ مِنْهَا شَجَرَةً إَّ أنْ يَعْلِفَ الرَّجُلُ بَعِيرَهُ[.»عَيْرٌ وَثَوْرٌ« جَبََنِ الْمَدِينَةِ، وَقِيلَ لَيْسَ بِهَا ثور وَلكِنَّهُ بِمَكَّةَ، ولعل الحديث ما بين عير الى أحد، والصحيح أن بها ثورا.و»المُحَدّثُ« بكسر الدال: فاعل الحدث، وبفتحها: ا‘مر المبتدع.و»خَفَرْتُ الرَّجُلَ« إذا أمنته، وأخفرته: إذا نقضت عهده.و»الصَّرْفُ« النافلة.و»العَدْلُ« الفريضة .
و»ا“شَادةُ« رفع الصوت بالشئ، والمراد تعريف اللقطة وافشاؤها .
3. (4598)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan Kur´ân-ı Ker´îm ve bir de şu sahifede olandan başka bir şey yazmadık.. (Bu sahifede bulunana gelince) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurmuştu ki:
“Medine Ayr dağı ile Sevr dağı arasında kalan hudud içerisinde haramdır. Kim orada bir bid´atte bulunur veya bid´atçiyi himaye ederse, Allah, melekler ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Allah onun farz, ne nafile hiçbir hayrını kabul etmesin. Müslümanların garantisi birdir, en düşükleri de bu garantiye sahiptir. Kim bir müslümana garantisinde ihanet ederse, Allah´ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerine olsun. Onun (Kıyamet günü) ne farz ve ne nafile hiçbir hayrı kabul edilmez.” [Buhârî, Fezâilu´l-Medine 1, Cizye 10, 17, Ferâiz 21, İ´tisam 5; Müslim, Hacc 467, (1370); Ebû Dâvud, Menasik 99, (2034, 2035), Tirmizî, Vela ve´l-Hibe 3, (2128). Bu rivayetin metni Sahiheyn´e uygundur.
Ebû Dâvud´da şu ziyade var: “Otu yolunmaz, av hayvanı ürkütülmez, yitik malı, onu ilan edecek olan alabilir. Hiç kimseye kıtal maksadıyla orada silah taşımak caiz olmaz. Oradan ağaç kesilmez. Kişi devesini otlatabilir.”][485]
AÇIKLAMA:
1- Bu üç rivayet, Medine´nin Resûlullah tarafından haram kılındığını belirtmekte ve kabaca sınırını da vermektedir: Ayr dağı ile Sevr dağı arasında kalan kısımlar. Ayr dağı güney, Sevr dağı ise kuzey hududu teşkil eder. Başka rivayetlerde doğuda Lâbetu Şarkiyye´nin, batıda da Lâbetu Garbiyye´nin diğer hudutları teşkil ettiği belirtilmiştir.
Ağaçlarının kasilmekten, hayvanlarının öldürülmekten yasaklanması ile çevrenin canlı örtüsünü koruma altına alma işi, Mekke´ye has olan bir tatbikattır. Mekkeliler buna Hz. İbrahim aleyhisselâm´dan beri rivayet etmekte idiler. Resûlullah bunu Medine için de aynen ilan etmiş ve bunun müesseseleşmesi için maddi ve manevî müeyyideler koymuştur. Medine´nin haram kılınmasıyla ilgili açıklamayı bu bahsin sonuna yani 4615 numaralı hadisten sonra müstakilen koyacağımız için, burada fazla açıklamaya girmeyeceğiz.
Ancak şunu belirtmekte fayda var: “İmam-ı A´zam Ebû Hanîfe Hazretleri, Medine´nin haram kılınması meselesinde, Hz. Enes´in kardeşi Ebû Umeyr´in bir kuşla oynaması ve o kuşun ölmesiyle ilgili يَا اَبَا عُمَيْرِ مَا فَعَلَ النُّفَيْرُ؟ hadisi ile ihticac ederek Medine´nin haram olmadığına hükmetmiştir. Şâfiî ve Mâlik başta olmak üzere cumhur ise haram olduğuna hükmetmiştir. Şâfiî´ler, Hanefî görüşe iki suretle cevap verirler:
* Ebû Umayr´la ilgili hâdise tahrimden önceye ait olabilir.
* O kuş, haram bölgeden değil, helal bölgeden tutulup getirilmiş olabilir. Bu ikinci cevap Hanefîleri ilzam etmez. Çünkü, onlara göre helal bölgenin hayvanı haram bölgeye geçti mi o da haram olur.
Bir diğer husus da şu: Şâfiî, Mâlik ve cumhura göre Medine´nin hayvan ve ağacı haramdır. Fakat bu haram ihlal edilecek olsa, Mekke´deki ihlâl gibi ağır bir ceza gerekmez. Tazminatı olmayan bir haramdır. İbnu Ebî Zi´b ve İbnu Ebi Leylâ “tıpkı Mekke gibi buna da ceza gerekir” demişlerdir. Mâlikî ve Şâfiî fukahâdan bazıları da böyle hükmetmiştir. Şâfiî´ nin kavl-i kadîmine göre Sa´d İbnu Ebi Vakkas´ın -ilerdeki açıklamamızda kaydedilen- bir rivayeti mucibince bu yasağı ihlal edenin giyecek dahil bütün malzemesi müsadere edilir.[486]
ـ4599 ـ4ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّه #: َ يَصْبِرُ على ‘وَاءِ الْمَدِينَةِ وَشِدَّتِهَا أحَدُ مِنْ أُمَّتِى إَّ كُنْتُ لَهُ شَفِيعاً وَشَهِيداً يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه مسلم والترمذي.وزاد مسلم: ]َ يَدَعُهَا أحَدٌ رَغْبَةَ عَنْهَا إَّ أبْدَلَ اللّهُ فِيهَا مَنْ هُوَ خَيْرٌ مِنْهُ[.»الوَاءُ« الشدة وما تعظم مشقته على ا“نسان من ضيق أو قحط أو خوف ونحوه .
4. (4599)- Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Medine´nin sıkıntı ve meşakkatlerine ümmetimden sabır gösteren herkese, Kıyamet günü şefaatçi ve (hayır ameline) şahid olacağım.” [Müslim, Hacc 484, (1378); Tirmizî, Menâkıb, (3920).] [487]
AÇIKLAMA:
Bu hadis Medine´de mücavir kalmaya teşvik etmektedir. Yani birkısım sıkıntılara katlanarak Medine´de kalmak büyük bir fazilet kaynağıdır. Öyle ki Resûlulah Kıyamet günü, ona şefaat edecek ve lehinde şahidlik yapacaktır. Aslında Resûlullah bütün ümmete şefaat edeceğini belirtmiştir. Medinelilere hususî bir şefaat vaadi, şefaatinin bunlara daha çok olacağı veya hesaplarının kolay olacağı mânasında anlaşılmıştır.
Şunu da belirtelim ki âlimler, Mekke ve Medine´de mücavir kalmanın cevazı hususunda ihtilaf ederler. Meselâ Ebû Hanîfe ve diğer bazı alimler mekruh olduğu görüşündedirler. Sebep olarak orada fazla kalanın ülfet ve alışkanlıkla oralara karşı hürmette kusur edeceğini ve günaha gireceğini söylerler. Zira orada yapılan hatalar başka yerlere nazaran daha çok günaha vesiledir. Ahmet İbnu Hanbel ve bir kısım âlimler de orada mücâveretin bilakis müstehab olduğunu söylemişlerdir. Sadedinde olduğumuz rivayet de bu görüşü teyid etmektedir. Ayrıca Mekke ve Medine´de yapılacak ibadetin sevabının çok olacağını ifade eden rivayetler de onlara delil olmaktadır. Bu durumda buralarda kaldığı taktirde günah işlemekten korkanların kalmamaları evladır. Kalanlar günahtan kaçındıkları takdirde manevî kazançları büyük olacaktır.[488]
ـ4600 ـ5ـ وعن سُفْيَانِ بْنِ أبِى زُهَيْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # يُفْتَحُ الْيَمَنُ فَيَأتِى قَوْمٌ يَبُسُّونَ فَيَتَحَمَّلُونَ بِأهْلِيهِمْ وَمَنْ أطَاعَهُمْ، وَالْمَدِينَةُ خَيْرٌ لَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ. وَتُفْتَحُ الشَّامُ فَيَأتِ قَوْمٌ يَبُسُّونَ فَيَتَحَمَّلُونَ بأهْلِهِمْ وَمَنْ أطَاعَهُمْ، والْمَدِينَةُ خَيْرٌ لَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعلَمُونَ، وَتُفْتَحُ الْعِرَاقُ فَيَأتِى قَوْمٌ يَبُسُّونَ فَيَتَحَمَّلُونَ بأهْلِيهِمْ وَمَنْ أطَاعَهُمْ وَالْمَدِينَةُ خَيْرٌ لَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ[. أخرجه الثثة.ومعنى »يَبُسُّونَ« يَسُوقُونَ بِهَائِمَهُمْ سَائِرين عن المدينة الى غيرها، وا‘صل فيه أن بِسْ بَس: كلمة زجر لبل .
5. (4600)- Süfyân İbnu Ebi Züheyr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Yemen fethedilecek. Bir grup insan, Medine´den oraya aileleri ve kendilerine tâbi olanlarla gidecekler. Halbuki bilselerdi, Medine onlar için hayırlıydı. Şam da fethedilecek. Bir kavim Medine´den aileleri ve kendilerine tâbi olanlarla oraya göç edecekler. Bilselerdi Medine onlar için hayırlı idi. Irak da fetholacak. Bir grup kimse ailesi ve kendilerine tâbi olanlarla Medine´den oraya taşınacaklar. Halbuki bilselerdi Medine onlar için hayırlı idi.” [Buharârî, Fezailu´l-Medine 5; Müslim, Hacc 497, (1388); Muvatta, el Câmi´ 7, (2, 887, 888).][489]
AÇIKLAMA:
Resûlullah bu hadislerinde bir mucize oarak, fethedilecek yerleri haber vermiştir. Nitekim dediği şekilde aynı tertiple, zikredilen yerler birer birer İslâm´a kazandırılmıştır. Yine Aleyhissalâtu vesselam´ın haber verdiği üzere, Medine´den bir grup insan her seferinde bu fethedilen yerlere aileleriyle göç edip yerleşmişlerdi. Bu göçlerin temelde yatan sebebi, oralarda Medine´ye nazaran daha parlak maddî imkanların zuhurudur. İşte Aleyhissalâtu vesselâm, Medine´nin maddî mülâhazalarla terkedilmemesi gerektiğini hatırlatıyor. Fazileti sebebiyle seyahat edilmeye layık üç mescidden biri Medine´dedir.
Hadîse verilen bu mânada bazı ihtilaflar olmuş ise de, âlimleri bu tevcihi esas almaya sevkeden Ahmet İbnu Hanbel´in Hz. Câbir´den kaydettiği şu rivayettir: “Öyle bir zaman gelecek ki Medine halkı, zenginliğe ermek için civar karyelere dağılacak, oralarda gerçekten bolluk bulacaklar. Sonra geri dönüp ailelerini de oraya götürecekler. Halbuki bilselerdi Medine onlar için daha hayırlı idi.” Resûlullah sadedinde olduğumuz hadiste, Medine´de kalmayı, sırf servet çoğaltmak için Medine´yi terketmemeyi tavsiye etmektedir. Alimler ticarî maksatla veya cihad maksadıyla yapılacak ayrılmaların bu yasağa girmediğini belirtirler.
Öyleyse hadis, darlık, açlık gibi maddî sıkıntıları sineye çekerek Medine´de kalmayı tavsiye etmiş olmaktadır.[490]
ـ4601 ـ6ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قالَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أُمِرْتُ بِقَرْيَةٍ تَأكُلُ الْقُرَى. يَقُولُونَ: يَثْرِبُ، وَهِىَ الْمَدِينَةُ، تَنْفِى النَّاسَ كَمَا يَنْفى الْكِيرُ خَبَثَ الْحَدِيدِ[. أخرجه الثثة .
وفي رواية لمسلم: ]خَبَثَ الفِضَّةِ[.ومعنى: »تَأكُلُ الْقُرَى« أنَّ اللّهَ يَنْصر ا“سْمَ بأهلِهَا وَهُمْ ا‘نْصَارُ وَتفتح القرى على أيديهم ويغنِمَهُمْ إياها فيأكلونها، وهذا من باب اتساع واختصار وحذف المضاف، والتقدير يأكل أهلها أموال القرى. وغيّر # اسم يثرب بطيبة وطابة كراهة التثريب، وهو المبالغة في اللوم والتعنيف والتعيير .
6. (4601)- Hz. Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ben karyeleri yiyen karye(ye hicret)le emrolundum. Buna Yesrib diyorlar. Burası Medine´dir. Medine, tıpkı körüğün curufu ayırması gibi insanları(n kötüsünü) defedip ayırır.” [Buhârî, Fezâilu´l-Medine 2; Müslim, Hacc 488, (1382); Muvatta, el-Câmi´ 4, (1, 886).][491]
AÇIKLAMA:
1- Medine´nin “Karyeleri yiyen bir karye” olarak tavsifi, bir kısım mahzufları ihtiva eden teşbihli bir ifadedir. Bu ifadede Allah´ın, Medine halkı ile İslâm´a hizmet sunacağını, onların eliyle karyelerin yani pekçok memleketlerin fethedilip İslâm´a dahil edileceğini, Medine ahalisinin bu fethedilen yerlerdeki ahaliye galebe çalarak malını ganimet vs. şeklinde yiyeceğini haber verir. Hadiste “yemek” fiili ile galebe çalmak ifade edilmiştir. İbnu´l-Münîr Medine´nin, diğer şehirlerin faziletine galebe çalacağı da anlaşılabilir. Çünkü faziletler onun büyük fazileti karşısında öylesine söner ki, sanki yok hükmünü alır.” Ancak bazı âlimler “en faziletli olma” iddiasını Medine hakkında reddederler ve Mekke´nin Ümmü´l-Kurâ diye vasfedilerek faziletçe en önde olduğunu belirtirler.
2- Medine´nin eski ismi Yesrîb idi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu ismi önce Taybe ve Tâbe diye değiştirdi. Sebebi de tesrîb, levm ve ayıplamada mübalağa mânasına gelmesidir. Hadisten hareketle, bazı âlimler Medine´ye Yesrib demenin mekruh olduğunu, Kur´ân´daki bu şekilde tesmiyesinin, gayr-i müslimlerdenöyle dediklerini hikaye etme sebebinden ileri geldiğini söylerler. Bir rivayette Resûlullah “Kim Medine´ye Yesrib derse Allah´a istiğfar etsin. O Medine´dir, o Medine´dir” buyurmuştur.
3- İbnu Hacer, hadisin iki kısım ihtiva ettiğini, birinci kısmı Aleyhissalâtu vesselâm´ın Mekke´de iken söylemiş olacağını; ikinci kısmı da Medine´de söylemiş olacağını belirtir.
4- Hadiste Medine´nin kötüleri dışarı attığı ifade edilmektedir. Tıpkı körüğün madenin cevheriyle curufunu birbirinden ayırması gibi. Bazı âlimler bunu zâhiri üzere alırlar. Zira Resûlullah, Medine´nin havası sebebiyle hastalandığı için uğursuzluk verdiği inancıyla yaptığı beyât akdini bozmak üzere gelen bedevi vesilesiyle: “Medine körük gibidir. İnsanların kötüsünü atar (ve sinesinde barındırmaz), iyisini tutar” buyurmuştur.
Hadisteki bu hükmün Deccal´ın zuhuru zamanıyla ilgili olduğu da söylenmiştir. Zira Resûlullah başka hadislerinde ahir zamanda Deccal´ın Medine civarına ineceğini, Medine´nin ahalisini üç kere titreteceğini, bu vesileyle Allah´ın oradaki kâfir ve münafık herkesi Medine´den çıkaracağını, bunların Deccal´e giderek Medine´yi terkedeceğini haber vermiştir.[492]
ـ4602 ـ7ـ وعن ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنِ اسْتَطَاعَ أنْ يَمُوتَ بِالْمَدِينَةِ فَلْيَمُتْ بِهَا فإنِّى أشْفَعُ لِمَنْ يَمُوتُ بِهَا[. أخرجه الترمذي وصححه .
7. (4602)- İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Medine´de ölmeye muktedir olan orada ölsün. Zira ben, orada ölene şefaat ederim.” [Tirmizî, Menâkıb, (3913).][493]
AÇIKLAMA:
Hadiste, ölünceye kadar Medine´de ikamet etmek tavsiye edilmektedir. Çünkü orada ölmeye muktedir olmak demek, ölünceye kadar orada ikamete muktedir olmak demektir. Bu, orada ikamete teşviktir. Orada oturanlara ikram olarak, Resûlullah, bütün ümmetine yapacağı umumî şefaatinde ayrı olarak hususî bir şefaatte bulunacağını belirtmektedir.[494]
ـ4603 ـ8ـ وعن عائشة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]لَمَّا قَدِمَ النَّبِىُّ # الْمَدِينَةِ وَعِكَ أبُو بَكْرٍ وَبَِلٌ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما فَدَخَلْتُ عَلَيْهِمَا. فَقُلْتُ: يَا أبَتِ، كَيْفَ تَجِدُكَ؟ وَيَا بَِلُ، كَيْفَ تَجِدُكَ، وَكَانَ أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه. إذَا أخَذَتْهُ الْحُمَّى يَقُولُ:كُلُّ امْرِئٍ مُصَبَّحٌ في أهْلِهِ وَالْمَوْتُ أدْنَى مِنْ شِرَاكٍ نَعْلِهِ وَكَانَ بَِلٌ رَضِيَ اللّهُ عَنْه إذَا أقْلَعَ عَنْهُ يَرفَعُ عَقِيرَتَهُ، وَيَقُولُ: أَ لَيْتَ شِعْرِى هَلْ أبِيتَنَّ لَيْلَةً بِوَادٍ وَحَوْلِ إذْخِرٌ وَجَلِيلٌ وَهَلْ أرِدْنَ يَوْماً مِيَاهَ مِجَنَّةٍ وَهَلْ يَبْدُوَنْ لِى شَامَةٌ وَطَفِيلُ قَالَتْ: فَأخَبَرْتُ رَسُولَ اللّهِ # بذلِكَ. فَقَالَ: اللّهُمَّ حَبِّبْ إلَيْنَا الْمَدِينَةَ كَحُبِّنَا مَكَّةَ أوْ أشَدَّ. اللّهُمَّ وَصَحِّحْهَا وَبَارِكْ لَنَا في مُدِّهَا وَصَاعِهَا، وَانْقُلْ حُمَّاهَا، وَاجْعَلْهَا بِالْجُحْفَىِّ[. أخرجه الثثة.»اَلْوَعكُ« ا‘لم، وقيل: هو ألم الحمى.و»العَقيرةُ« الصوت.و»الْجَلِيلُ« الثمام وهو من نبت البادية.و»مِجَنَّةٌ« موضع معروفٍ بينه وبين مكة ستة أميال، وكان للعرب فيه سوق.و»شَامةٌ وَطَفِيلٌ« جَبََنِ بأرض مكة وما واها .
8. (4603)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine´ye geldiği vakit Ebû Bekr ve Bilâl (radıyallahu anhümâ) hastalandılar. Ben yanlarına gittim:
“Ey babacığım, dedim. Kendini nasıl hissediyorsun Ey Bilâl sen nasılsın ” diye sordum. Hz. Ebû Bekr (radıyallahu anh) hummaya yakalanınca: “Her insana “sabahın hayırlı olsun” denmiştir. Halbuki ölüm ona ayakkabısının bağından daha yakındır” derdi. Hz. Bilal (radıyallahu anh) da humma nöbetinden çıkınca sesini yükseltir ve (Mekke´ye hasretini ifade eden şu beyitleri) terennüm ederdi:
“Bilmem ki! Mekke vadisinde etrafımı izhir ve celil otları sarmış olarak bir gece daha geçirebilecek miyim Macenne suyuna ulaşacağım bir gün daha gelecek mi (Mekke´nin) Şâme ve Tafil dağları bana bir kere daha görünecek mi ”
[Sonra Bilâl şöyle beddua etti: “Allahım, bizi yurdumuzdan çıkarıp bu vebalı diyara süren Şeybe İbnu Rebî´a, Utbe İbnu Rebî´a ve Umeyye İbnu Halef´e lanet et!]
Hz. Aişe der ki: “(Ben gidip, bunlardaki Mekke hasretini) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a haber verdim. O, şöyle dua buyurdu:
“Allahım bize Medine´yi sevdir. Tıpkı Mekke´yi sevdiğimiz gibi, hatta fazlasıyla! Allahım onun havasını sıhhatli kıl. Onun müddünü, sâ´ını hakkımızda mübarek eyle. Onun hummasını al, Cuhfe´ye koy!” [Buhâri, Fezailu´l-Medine 11, Menakıbu´l-Ensâr 46, Mardâ 8, 22, 43; Müslim, Hacc 480, (1376); Muvatta, Câmi´ 14, (2, 890, 891).][495]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, Mekke´den Medine´ye hicret eden muhacirlerden bazılarının, Medine´de hava değişikliği sebebiyle hastalandıklarını ve bu halin onlarda dâussıla denen memleket hasretini tahrik ettiğini göstermektedir. Mekke dağlarında bir gece geçirmek Hz. Bilâl´e büyük bir hayal olur. Hasret ateşi sadece Mekke için değil, Mekke´nin civar yöreleri ve oralarda yetişen bitkiler için de tutuşur:
İzhir: Daha önce geçtiği üzere bir ottur.
Celîl: Bu da bir kır otudur.
Mecenne: Mekke´ye altı mil mesafede bir yer olup, Cahiliye devrinde orada panayır kurulurdu.
Şâme ve Tafîl: Mekke civarında iki dağ adıdır.
Müdd ve sa´ daha önce mükerrer seferler geçtiği üzere iki hacim ölçeğidir.
2- Hz. Aişe´nin durumdan Resûlullah´ı haberdar etmesi üzerine, Aleyhissalâtu vesselâm´ın, meseleleriyle ilgilendiğini görmekteyiz: O hususta yaptığı dua buna delalet eder. Sadedinde olduğumuz hadisin Buhârîdeki veçhinin devamında, Hz. Aişe´nin: “Biz Medine´ye hicret edip geldiğimizde, Medine Allah´ın en vebalı, en hastalıklı arazisi idi. Medine´nin Buthân sahrasındaki vadiden acı bir su akardı” demesi, Aleyhissalâtu vesselam´ın duasından sonra Medine´nin havasının düzelerek sağlıklı bir yere dönüştüğü anlaşılmaktadır.
3- Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın humma hastalığının Medine´den Cuhfe´ye havâlesini talep ettiğini göstermektedir. Bunun sebebi, o sıralarda Cuhfe´nin müşriklerle meskûn olmasıdır.Hattabî, orada yahudilerin yaşadığını söyler. Şarihler bu duanın indallah kabul gördüğünü, Medine bereket ve sağlığa kavuşurken Cuhfe´nin humma yatağı haline geldiğini, o günden beri Cuhfe´nin bu hastalıktan kurtulamadığını söylerler. Mesela Nevevî der ki: “Bu duada Resûlullah´ın zâhir bir mucizesi var. Zira Cuhfe o günden beri herkesin kaçındığı bir yer olmuştur. Onun suyundan kim içerse hummaya (sıtmaya) yakalanır.”
4- Hadis, bazı sufîlerin: “Velayette kemale ermek için kadere razı olma gerekir. Musibetlerin, hastalıkların def´i için dua edilmez” şeklideki iddialarının sünnete aykırı olduğunu gösterir. Keza, Mutezile´den bazılarının “dua ezelî kadere tesir etmez” şeklindeki iddialarını da bu hadis reddeder. Çünkü dua ile Medine´de istenen değişiklikler hasıl olmuştur.[496]
ـ4604 ـ9ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: اللّّهُمَّ اجْعَلْ بِالْمَدِينَةِ ضِعْفَىْ مَا جَعَلْتَ بِمَكَّةَ مِنَ الْبَرَكَةِ[. أخرجه الثثة .
9. (4604)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle dua buyurdular: “Allahım! Mekke´ye verdiğin bereketi iki katıyla Medine´ye de ver!” [Buhârî, Büyu´ 53, Kefâret 5, İ´tisâm 16; Müslim, Hacc 465, (1368); Muvatta, Câmi´ 1, (2, 884, 885).][497]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, Medine´nin Mekke´den daha fazla faziletli olacağını ifade eder. Ancak âlimler başka hisleri de gözönüne alarak, bu bereket ve üstünlüğün dünyevî berekete yönelik olduğunu, uhrevî amellerde Mekke´nin üstünlüğünün esas olduğunu belirtirler. “Medine´nin bir cihetle efdal olması, her cihette Mekke´den efdal olmasını gerektirmez” derler. Nevevî, bereketin ölçekte fiilen hasıl olduğunu, başka yerlerde bir müdd zâhirenin az geldiği pek çok kimseye, Medine´de ölçülen bir müdd zahirenin kâfi geldiği sıkça görülüp tecrübe edildiğini, bu durumun Mekke´de yaşayanlarca bilmüşahede malum bulunduğunu söyler.[498]
ـ4605 ـ10ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # إذَا أُتِىَ بِأوَّلِ الثَّمَرِ. قَالَ: اللّهُمَّ بَارِكْ لَنَا في مَدِينَتِنَا وَفي ثِمَارِنَا وفي مُدِّنَا وفي صَاعِنَا بَرَكَةً مَعَ بَرَكَةٍ. اللّهُمَّ إنَّ إبْرَاهِيمَ عَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَخَلِيلُكَ، وَإنِّى عَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ. وَإنَّهُ دَعَاكَ لِمَكَّةَ، وَأنَا أدْعُوكَ لِلْمَدِينَةِ بِمِثْلِ مَا دَعاكَ لِمَكَّةَ وَمِثْلِهِ مَعَهُ ثُمَّ يُعْطِيهِ أصْغَرَ مَنْ يُحْْضُرَ مِنَ الْوِلْدَانِ[. أخرجه مسلم ومالك والترمذي .
10. (4605)- Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a (yılın turfanda) ilk meyvesi getirildiği zaman şöyle buyururlardı:
“Allahım, bize Medine´mizi, meyvelerimizi, müddümüzü, sa´ımızı bereket üzerine bereketle mübarek kıl. Allahım, İbrahim senin kulun, peygamberin ve halîlindir. Ben de senin kulun ve peygamberinim. O sana Mekke için dua etti. Ben de Medine için, onun Mekke hakkında yaptığı duayı bir misli ziyadesiyle aynen yapıyorum” Resûlullah bu şeklide dua ettikten sonra getirilen meyveyi, orada hazır olan çocuklardan en küçüğüne veerirdi.” [Müslim, Hacc 473, (1373); Muvatta, Câmi´ 2, (2, 885); Tirmizî, Da´avât 55, (3450).][499]
ـ4606 ـ11ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # عَلى أنْقَابِ الْمَدِينَةِ مََئِكَةٌ َ يَدْخُلُهَا الطَّاعُونَ وََ الدَّجَّالُ[. أخرجه الثثة والترمذي.وزاد مسلم: ]قَالَ #: يَأتِى الْمَسِيحُ الدَّجَّالُ مِنْ قِبَل الْمَشْرِقِ وَهِمَّتُهُ الْمَدِينَةُ حَتّى يَنْزِلَ دُبُرَ أُحُدٍ ثُمَّ تَصْرِفُ الْمََئِكَةُ وَجْهَهُ قِبَلِ الشَّامِ، وَهُنَاكَ يَهْلِكُ[.
»النَّقْبُ« المضيق بين الجبلين.وقوله »ينْزلُ دُبُرَ اُحُدٍ« أي خلفه .
11. (4606)- Yine Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Medine´ye geçit veren dağ gediklerinde [birbiriyle kenetlenmiş] melekler var. [Her gedikte (kınından çekilmiş) kılıçlarıyla bekleyen iki meleğin korumaları sebebiyle] Medine´ye ne veba ve ne de Deccâl giremez.” [Buhârî, Fezailu´l-Medine 9, Tıbbı 30, Fiten 27; Müslim, Hacc 485, 486, (1379), 1380); Muvatta, Câmî´ 16, (2, 892); Tirmizî, Fiten 51, (2244).]
Müslim´in rivayetinde şu ziyade var: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Mesih Deccal, doğu tarafından gelir. Kasdı Medine´dir. Uhud´un arka tarafına iner. Derken (Medine´yi bekleyen) melekler, onun yüzünü Şam tarafına çevirirler ve orada helak olur.”[500]
AÇIKLAMA:
Medine´nin melekler tarafından Deccal ve tâuna karşı korunduğu hususu Fatıma Bintu Kays, Mihcen, Üsema İbnu Zeyd, Semüre İbnu Cündeb gibi başka sahabeler tarafından rivayet edilen hadislerde de teyid edilmiş, güç kazanmıştır. Müslim´in kaydettiği Fatıma Bintu Kays (radıyallahu anhâ)´nın rivayetinde, Deccal kendisinden bahseder: “…Ben Mesih Deccal´ım. Yeryüzünü dolaşırım. Kırk günde Mekke ve Medine hariç inmediğim köy bırakmaksızın hepsine uğrarım.”[501]
ـ4607 ـ12ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَيْسَ مِنْ بَلَدِ إَّ سَيطُؤُهُ الدَّجَّالُ إَّ مَكَّةَ وَالْمَدِينَةَ، لَيْسَ نَقْبٌ مِنْ أنْقَابِهَا إَّ عَلَيْهِ الْمََئِكَةُ صَافِّينَ يَحْرُسُونَهَا. فَيَنْزِلُ السَّبِحَةَ ثُمَّ تَرْجُفُ الْمَدِينَةُ بأهْلِهَا ثَثَ رَجَفَاتٍ فَيَخْرُجُ إلَيْهِ كُلُّ كَافِرٍ وَمُنَافِقٍ[. أخرجه الشيخان .
12. (4607). Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Mekke ve Medine hariç Deccal´ın çiğnemeyeceği memleket yoktur. Mekke ve Medine´ye geçit veren yolların herbirinde saf tutmuş melekler var, buraları korurlar. (Deccal) es-Sebbiha nâm mevkie iner. Sonra Medine ahalisini üç sarsıntı ile sarsar. Bunun üzerine (şehirde bulunan) bütün kâfir ve münafıklar (şehri terkederek Deccal´e) gelirler.” [Buhâri, Fezailu´l-Medine 9; Müslim, Fiten 123, (2943).][502]
ـ4608 ـ13ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا بَيْنَ بَيْتِى وَمِنْبَرِى رَوْضَةٌ مِنْ رِيَاضِ الْجَنَّةِ، وَمِنْبَرِى عَلى حَوْضِى[. أخرجه الثثة .
13. (4608)- Hz. Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Evimle minberim arası cennet bahçelerinden bir bahçedir. Minberim havuzumun üzerindedir.” [Buharî, Fazlu´s-Salât 5, Fezâilu´l-Medine 11, Rikak 53, İ´tisam 16; Müslim, Hacc 502 (1392); Muvatta, Kıble 10, (1, 197).][503]
AÇIKLAMA:
1- Sadedinde olduğumuz hadis, Medine Mescidi´nin faziletini beyan etmekte, ancak mescidin bazı kısımlarının diğer yerlere nazaran efdal olduğunu belirtmektedir.
Bazı rivayetlerde “hücrem” ve hatta “kabrim” denmiştir. Şarihler kabr kelimesinin “ev”in tefsiri olduğunu belirtir. Çünkü Resûlullah evine gömülmüştür.
2- Âlimler bu hadisi iki surette açıklamıştır:
* Belirtilen bu yer, olduğu gibi cennete nakdelilecektir.
* Orada yapılan ibadet, sahibini cennete götürecektir.
3- Alimlerden bazıları, bir başka yerin, hadislerde cennetin bir parçası olarak tavsif edilmemiş olmasından hareketle, bu hadisi, “Medine´nin en faziletli yer olduğu” hususunda delil kılmıştır.
4- Havuzdan murad, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a verilmiş olan Kevser havzı´dır. Şu halde, minberi ahirette onun üzerinde kurulacaktır. Bâtıl fırkalardan Mutezile ve Hariciler havz, şefaat ve Deccal´e inanmazlar ise de Ehl-i Sünnet´e göre bunlar haktır ve inanmak farzdır.
Hadis, Medine´de yaşamaya teşvikte bulunmaktadır.[504]
ـ4609 ـ14ـ وعن الخدريّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]تَمَارَى رَجَُنِ في الْمَسْجِدِ الَّذِى أُسِّسَ عَلى التَّقْوى. فقالَ رَجُلٌ: هُوَ مَسْجِدُ قُبَا. وَقالَ رَجُلٌ: هُوَ مَسْجِدُ رَسُولِ اللّهِ #. فقَالَ #: هُوَ مَسْجِدِى هذَا[. أخرجه مسلم والترمذي، وهذا لفظه والنسائي .
14. (4609)- el-Hudrî (radıyallahu anh) anlatıyor: “İki kişi “takva üzerine kurulmuş olan mescid” hakkında münakaşa ettiler. Biri: “Bu Kuba mescididir!” derdi. Diğeri de: “O, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın mescididir!” dedi.
(Bu münakaşayı işiten) Aleyhissalâtu vesselâm:
“Şu benim mescidimdir!” buyurdular.” [Müslim, Hacc 514, (1398); Tirmizî, Tefsir, Tevbe, (3098); Nesâî, Mesâcid 8, (2, 36).][505]
AÇIKLAMA:
Burada, Kur´ân-ı Kerîm´in takva üzerine kurulmuş olmakla tebcil ettiği mescidin Medine Mescidi olduğu takrir edilmektedir. Ayet şöyle: “…Senin namaz kılmana layık olan mescid, ilk günden beri takva üzerine kurulu bulunan mesciddir” (Tevbe 108).
İşte iki sahâbî bu mescidle hangi mescidin kastedildiğini münakaşa etmiştir. Çünkü, Resûlullah´ın Medine´ye gelir gelmez yaptırdığı mescid Kuba Mescidi´dir. Zira önce oraya inmiş, bir müddet orada ağırlanmış, sonra Medine´nin içerisine gelinmiştir. Kuba, o zaman Medine´nin dışında idi. Resûlullah oradaki ikameti sırasında derhal Kuba Mescidi´ni inşâ ettirmişti. Medine´ye yerleştikten sonra da cumartesi günleri Kuba´ya gidip orayı ziyaret ettiği, mescidinde iki rek´at namaz kıldığı rivayetlerde belirtilmiştir.
Bu hadis de Medine´nin ve Mescid-i Nebev´inin faziletini teyid eden rivayetlerdendir.[506]
ـ4610 ـ15ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: آخِرَ قَرْيَةٍ مِنْ قُرَى ا“سَْمِ خَرَاباً الْمَدِينَةُ[. أخرجه الترمذي.
15. (4610)- Hz. Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“İslâm şehirlerinden en son harap olacak olan Medine´dir.” [Tirmizî, Menâkıb, (3915).][507]
ـ4611 ـ16ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَتْرُكُونَ الْمَدِينَةَ عَلى خَيْرِ مَا كَانَتْ، َيَغْشَاهَا إَّ الْعَوافِى، يُرِيدُ عَوَافِىَ السِّبَاعِ والطَّيْرِ، وَآخِرُ مِنْ يُحْشَرُ رَاعِيَانِ مِنْ مُزَيْنَةَ يُرِيدَانِ الْمَدِينَةَ يَنْعِقَانِ بِغَنَمِهِمَا فَيَجِدَانِهَا مُلِئَتُ وُحُوشاً حَتّى إذَا بَلَغَا ثَنِيَّةَ الْودَاعِ خَرَّ عَلى وُجُوهِهِمَا[. أخرجه الثثة.»العَوَافِى« جَمَعَ عَافِيَةَ، وهِىَ: كُلَّ طَالِب من سبع وطير ودابة وغير ذلك إ أنه كثر استعماله وغلب على السباع والطير.و»نَعَقَ الرَّاعِى بالغنمِ« إذا دعاها لتعود عليه .
16. (4611)- Yine Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Medine´yi, taşıdığı yüce hayra rağmen terkedecekler. Onu rızık arayanlar yani kuşlar ve kurtlar istila edecek. Oraya [en son gelecek] iki çoban bu maksadla Müzeyne´den çıkıp koyunlarını azarlayacaklar. Fakat Medine´yi vahşî hayvanlarla dolmuş bulacaklar. Seniyyetü´l-Vedâ´ya ulaştıkları vakit yüzüstü düşe(rek ölecek)ler.” [Buharî, Fezâilu´l-Medine 5, Müslim, Hacc 499, (1389); Muvatta, Câmî 8, (2, 888).][508]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivayetin bazı vecihlerinde تتركون yani “…tekredeceksiniz” şeklinde gelmiştir.
2- Hadis hakkında İbnu Hacer, İyaz´dan naklen şu açıklamayı kaydeder: “Bu ihbar aynen görülmüştür. Şöyle ki Medine bidayette hilafet merkezi olmuş, bu suretle çok kimseleri kendine celbetmiş, bir toplanma yeri olmuştur. Yeryüzünün serveti âdeta oraya akmış en mamur beldelerden biri olmuştu. Hilafet merkezi oradan alınıp önce Şam´a, sonra da Irak´a nakledilince oraya bedeviler hakim oldu ve fitneler kol gezdi. Sakinleri birer birer orayı terkettiler. Derken şehir, vahşi kuşların ve yırtıcı hayvanların istilasına uğradı.” Hadiste geçen “avâfî”, âfie´nin cem´idir; gıdasını arayan hayvan mânasına gelir.
Nevevî, bu terke uğrama halinin, Medine´nin başına Kıyamete yakın, ahir zamanda geleceği kanaatindedir ve “Medine´ye en son gelecek ve orada vahşi hayvanlarla karşılaşacak iki çoban”la ilgili ihbarın da bu hususu te´yid ettiğini söyler.
Nevevî´yi haklı bulan İbnu Hacer, İmam Mâlik´in Ebû Hureyre´den kaydettiği şu hadisi de delil gösterir:
“Medine, üzerinde bulunduğu şu en güzel haline rağmen terkedilecek. Öyle ki ona kurtlar [veya köpekler] girerler ve mescidin bazı sütunları üzerinde veya minberi üzerinda gıdalanırlar [ulurlar].” Ashab sordu: “[Ey Allah´ın Resûlü!] Bu durumda (Medine´nin) meyveleri kime kalacak ” Aleyhissalâtu vesselâm: “Yiyecek arayanlara: Kuşlara ve vahşi hayvanlara!” cevabını verdi.”
İbnu Hacer´in Ebû Hureyre´den kaydettiği bir başka rivayet, Medine ile ilgili olarak zikri geçen iki çobanın, en son haşredilecek kimseler olacağını belirtir. Şu halde Medine´nin vahşiler tarafından istilası âhir zaman alametleri meyanında anlaşılmalı diyenlere bu hadis destek vermektedir: “En son haşredilecek iki kişi var. Bunların biri Müzeyne´den, diğeri de Cüheyne´dendir. Bu iki şahıs acaba insanlar nereye gitti diye arayarak Medine´ye gelecekler. Fakat orada tilkilerden başka birşey görmeyecekler. Bunların yanına iki melek iner, onları yüzleri üzerine yere yatırır ve canlarını alarak diğer insanlara kavuştururlar.” Şu halde bunların haşri ölümlerinden sonra meydana gelir.
Mühelleb, bu hadisten, Medine´nin Kıyamete kadar meşhur bir yer olarak kalacağına delil bulur.[509]
ـ4612 ـ17ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ ا“يمَانَ لَيَأْرِزُ الى الْمَدِينَةِ كَمَا تَأْرِزُ الْحَيَّةُ الى جُحْرِهَا[. أخرجه الشيخان.»يَأرزُ« أي ينضم ويلتجى .
17. (4612)- Yine Ebû Hureyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“İman Medine´ye çekilecek, tıpkı yılanın deliğine çekilmesi gibi.” [Buhârî, Fezailu´l-Medine 6; Müslim, İman 233, (147).][510]
AÇIKLAMA:
İslâm´ın ilk neşir merkezi Medine olması haysiyetiyle teşbihe yer verilmiştir. Yılan, yiyecek aramak üzere çıkıp dolaşır. Herhangi bir şey onu korkutunca kaçıp deliğine girer. İslâm da bunun gibi Medine´den intişar etmiştir. Bütün mü´minler Medine´ye gitmek hususunda içlerinde bir müşevvik, bir sâik bulurlar. Çünkü bu, Resûlullah sevgisinin bir neticesidir. Sağlığında zât-ı şeriflerini görmek, kendisinden İslâm´ı öğrenmek için; vefatından sonra da mescidini, kabrini ve bıraktığı diğer maddî hatıralarını görmek için Medine´ye gelmek isterler.
Kurtubî, bu hadiste, Medine halkını gittiği yolun doğruluğuna delil görür. Nitekim İmam Malik´in mezhebinin esası da bu görüşe dayanır; Medine ehlinin yaşayışı, sünneti temsil eder, haber-i vahide tercih edilir, onların ameli hüccettir.
İbnu Hacer, Kurtubî´nin bu umumî hükmünü “Resûlullah´ın devri ve Hülefa-i Râşidin´in devri” ile kayıtlayarak benimser. “Fitnelerin zuhurundan ve sahabelerin her tarafa dağılmasından ve hususan ikinci Hicri asrın sonlarından itibaren doğru olmayacağını, bizzat müşahadenin bu kaydı getirmeyi gerektirdiğini” söyler.[511]
ـ4613 ـ18ـ وعن جابر بنِ سمَرَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ] قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ اللّهَ سَمَّى الْمَدِينَةَ طَابَةَ[. أخرجه مسلم .
18. (4613)- Cabir İbnu Sümere (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah Teâla hazretleri Medine´yi Tâbe diye tesmiye buyurdu.” [Müslim, hacc 491, (1385).][512]
ـ4614 ـ19ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ # إذَا قَدِمَ مِنْ سَفَرٍ فَنَظَرَ الى جُدْرَانِ الْمَدِينَةَ أوْضَعَ رَاحِلَتَهُ، وإنْ كَانَ على دَابَّةٍ حَرَّكَهَا مِنْ حُبِّهَا[. أخرجه البخاري
والترمذي.»أوْضَعَ« أىْ أسْرَعَ .
19. (4614)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir seferden dönünce, Medine´nin duvarlarına bakar, develerini hızlandırırdı. Eğer bir bineğin üzerinde ise, onu tahrik ederdi. Bu davranışı Medine´ye sevgisinden ileri gelirdi.” [Buhâri Fezâilu´l-Medine 10, Umre 17; Tirmizî Da´avâtı 44, (3437).][513]
AÇIKLAMA:
Bu rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Medine sevgisini ve ona bir an önce kavuşmak için izhar ettiği aceleyi görmekteyiz. Alimler buna dayanarak vatan sevgisinin ve ona duyulan hasretin meşru olduğuna delil bulmuşlardır.
Resûlullah´ın Medine sevgisi, Medine´nin kendisi veya Medine ahalisi için olabilir. Her iki sevgi de mümkündür ve meşrudur denmiştir.[514]
ـ4615 ـ20ـ وعن سعيدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]لَمَّا رَجَعَ النَّبِىُّ # مِنْ تَبُوكَ تَلَقَّتْهُ رِجَالٌ مِنَ الْمُتَخَلِّفِينَ فَأثَارُوا غَبَاراً فخَمَّرَ بَعْضُ مَنْ كَانَ مَعَهُ أنْفَهُ، فأزَالَ رَسُولُ اللّهِ # اللِّثَامِ عَنْ وَجْهِهِ، وَقالَ: وَالَّذِى نَفْسِى بِيَدِهِ إنَّ غُبَارَهَا شِفَاءٌ مِنْ كُلِّ دَاءٍ وَأرَاهُ ذَكَرَ، وَمِنَ الْجُذَامِ وَالْبَرَصِ[. أخرجه رزين .
20. (4615)- Sa´d (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Tebük´ten dönünce, (sefere katılmayıp Medine´de kalmış olan) mütehallifînden bazıları onu karşıladılar. Bu sırada toz kaldırdılar. Bunun üzerine beraberinde bulunanlardan bazıları burunlarını sardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yüzündeki sargıyı çıkardı ve: “Nefsimi kudret elinde tutan zâta yemin olsun. Medine´nin tozu, her hastalığa şifadır!” buyurdu ve O´nun devamla “Cüzzamdan, barastan (ala terlikten)” diye saydığını gördüm.” Rezîn tahric etmiştir. [515]
İLAVE
MEDİNE´NİN HARAM İLAN EDİLMESİ
MAHİYETİ, MÂNÂSI
Mekke, Hz. İbrahim aleyhisselâm´dan bu yana haram ilan edilmiştir. Resûlullah da Medine´yi haram ilan etmiştir. Bir yerin haram ilan edilmesi demek, öncelikle ot, ağaç her çeşit bitkinin koparılıp kesilmesinin yasak edilmesi, yabanî hayvanlarının öldürülüp avlanmasının yasaklanması demektir. Mukaddes beldeler için düşünülmüş olan bu tarihî tatbikat, günümüzde “millî park”, “yeşil kuşak”, “yeşil saha” gibi farklı telakkilerle daha yaygın bir şekilde gündeme gelmiş ve uygulanmaya konmaya başlamıştır. Bu durum, tarihî tatbikatın aktualite kazanmasına ve gündeme gelmesine sebep olmuştur. Bu sebeple Medine´nin tahrîmiyle ilgili tatbikatı açıklamayı gerekli ve faydalı mülahaza ettik ve meseleye burada müstakillen temas etmeyi uygun bulduk.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in mezkur yasağıyla ilgili hadisler, noksan ve ziyade farklarıyla başta Ebû Hüreyre ve Câbir radıyallahu anhüma olmak üzere, Abdullah İbnu Zeyd, Asım İbnu Ahvâl, Râfi İbnu Hudeyc, Enes İbnu Mâlik, Ebû Saîdi´l-Hudrî, Ali İbnu Ebi Talib, Sa´d İbnu Ebi Vakkas, Ka´b İbnu Mâlik (radıyallahu anhüm ecmâin) gibi pek çok sahabe tarafından rivayet edilmiştir. Bu hadislere başta Sahiheyn olmak üzere bütün hadis kitapları yer verir.
Enes´ten gelen rivayete göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hayber seferinden dönerken, Medine´ye yaklaşınca, şehre işaret ederek: “Yâ Rabbi! Hz. İbrahim´in Mekke´yi haram kıldığı gibi, ben de Medine´yi haram kıldım. Onun iki kayalığı arası haramdır, ağaçları kesilemez, hayvanları avlanamaz, otu yolunamaz, ağaçlarının yaprağı silkilemez…” der. Hadis muhtelif vecihleri (varyantları) çerçevesinde çok daha uzun olmakla beraber, bizi alâkadar eden kısmı, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, Medine´nin civarında belli bir sahayı haram ilân ederek, “hayvanlarını öldürmekten, otunu yolmaktan, ağaçlarını kesmekten ve hattâ yapraklarını koparmaktan” Müslümanları men etmiş olmasıdır.
Buharî´nin rivayetinde haram (yasak) ilân edilen bu yerler hususu oldukça mübhemdir. En açık ifâde “iki siyah kayalık (harrateyn) arası” tâbiridir. Bu haram bölge, Ebû Dâvud´un bir rivayetinde “Air dağı ile Sevr dağı arası” diye tayin edilir. Müslim´in Ebû Hüreyre´den yaptığı bir rivayette “Medine´nin etrafında oniki millik bir kısmı koruluk (Himâ) kıldı” denir ki, bu, Adiyy İbni Zeyd´in “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Medine´nin her cihetinden bir berîdlik[516] sahayı koruluk (haram) bölge ilân etti”[517] sözüyle daha da sarâhat kazanmış olmaktadır. Rivâyetler bu bölgenin ana sınırlarını belirtecek sarâhati hâizdir. Müteakip haritada görüldüğü üzere, kuzeyde Sevr, güneyde Air dağları ile, doğuda Lâbetu Şarkiyye (Harratu Vâkım), batıda Lâbetu Garbiyye (Harratu´l-Vebere) dağları ile sınırlanmaktadır. Rivayetlerin farklı isimler zikrederek bazı mübhemliklere yer vermesinin hiçbir ehemmiyeti yoktur.[518] Her halukârda, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in, Medine´yi dört bir yandan ihâta eden bir yeşil kuşağın muhafazası için emir vermiş olması mühimdir ve bu husus da kesindir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu yasağın ciddiyet ve ehemmiyetini belirtmek için, onu ihlâl edenlere karşı vicdânî ve amelî olmak üzere gayet sert müeyyideler vazetmiştir. Vicdânî müeyyideyi şu hadis ifade eder:
“Medine, Air ve Sevr dağları arasında kalan kısımlarıyla haramdır. Orada kim bir yasak işlerse veya işleyeni himâye ederse, Allah´ın, meleklerin ve bütün insanların lâneti onun üzerine olsun. Allah, kıyamet gününde, onun ne tevbesini ve ne de fidyesini (ne farzlarını, ne de nafilelerini) kabul eder.
“Mü´min bir vicdan için bundan daha ağır, daha müessir müeyyide olamaz.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Medine´nin haramiyetinin fiilen korunması için de, yasağı işleyenlere karşı pratik ve tatbikî tedbirler vazetmiş, suçlunun maddeten tecziyesini emretmiştir; dövülmesi, soyulması ve malzemesinin müsaderesi. Bu hususla ilgili bir vak´ayı kaydedeceğiz:
Müslim, Ebû Dâvud ve Belâzurî´de birbirini tamamlayan rivayetlerde belirtildiğine göre, Akîk´deki[519] kasrına gitmekte olan Sa´d İbni Ebi Vakkâs, haram bölgede bir köleyi, bir ağacı kesmekte veya yaprağını düşürmek için silkelemekte (Belâzurî´de, ot biçmekte) iken yakalar. Sa´d, kölenin elbisesini soyar, (Belâzurî´de, orağını da elinden alır). Sa´d dönünce, kölenin efendisi gelip, köleden müsâdere etmiş olduğu şeyleri iade etmesini ister. (Belâzurî´de, Hz. Ömer´e şikayet ederler ve Hz. Ömer, Sa´d´a “Aldıklarını iade et” emrini verir.) Sa´d: “Resûlullah´ın bana ganimet kıldığı bir şeyi geri vermekten Allah´a sığınırım” der ve talebi reddeder.
Ebû Dâvud ve Belâzurî´nin rivayetlerinde Sa´d şu cevapta bulunmuştur: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), burayı haram kıldı ve: “Kim, burada avlanan (ve ağaçlarını kesen) birini yakalarsa onu dövsün, elbise ve malzemelerini de elinden alsın” buyurdu. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bana ganimet kıldığı bir şeyi asla vermem, isterseniz fiyatını vereyim.” Belâzurî´de belirtildiğine göre, Sa´d, bu oraktan kendisine bir çapa yapar ve ölünceye kadar tarla işlerinde kullanır.
Ömer İbnu´l-Hattâb (radıyallahu anh) -belki de yukarıdaki hâdiseden sonra- Osman İbni Maz´ûn´un Harra´daki arazisini elinde tutan azadlı kölesine (mevlâ) gelerek: “Sen yerinden ayrılma, ben seni buralara idare memuru (amil) tayin ettim. Medine´deki ağaçları kesmeye ve yapraklarını silkelemeye, kimseye müsaade etme. Bunu yapan birini yakalarsan baltasını ve ipini elinden al” diyerek mezkûr koruluğun himayesi için hususî bir de bekçi tayin eder.
Haram bölgenin korunmasında, sadece kasdî ihlallere ceza ve müeyyide konmakla kalmamış, hatâen vukû bulacak ihlallere karşı da müeyyide getirilmiştir. Muâviye İbni Kurre´nin anlattığına göre, hacc sırasında, ihramlı bir kimsenin atı, bir deve kuşu yuvasına basarak ezer. Durum Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e intikal edince, her bir yumurta için bir gün oruç ile bir fakir doyurmasını emreder.
Bu rivayet yumurtanın bile müeyyideye bağlanması bakımından ayrı bir ehemmiyet taşır. Böylece, haram bölgede, tahribin asgariye düşmesi için hacılar son derece dikkatli olmaya çağırılmış olmaktadırlar.
Abdullah İbni Ubade´nin bir rivayeti, haram sahası içerisinde çocukların bile kuş yakalamasına mani olunduğunu göstermektedir. Zira Ebi İhab kuyusu yakınlarında bir kuş yakalamış olan Abdullah´ın elinde kuşu gören babası Ubade, onu elinden alıp salıverir ve şu açıklamayı yapar: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Medine´nin “lâbite”si (iki siyah kayalığı) arasında kalan kısmını haram kıldı. Tıpkı Hz. İbrahim aleyhisselam´ın Mekke´yi haram kıldığı gibi.”
Kaynaklarımız, Medine´nin haram bölgesiyle ilgili başka tamamlayıcı bilgiler de verirler. Buna göre, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), adamlar göndererek, haram bölgenin nihaî hudutlarını her cihette işaretletmiştir. Ka´b İbni Malik´ten kaydedilen rivayetlerde Ka´b´ın 7-8 tepeyi işaretlediği anlaşılmaktadır.
Muhammed Hamidullah´ın el-Vesaik´te kaydettiği bir hatıradan, Resûlullah devrinde dağ zirvelerine inşâ edilmiş bulunan bu işaret yapılarından (alem) bazılarının, günümüze kısmen de olsa ulaştığını anlamaktayız. Kayıt aynen şöyle: “Bana, Medine´deki Arif Hikmet Bey Kütüphanesi Müdürü eş-Şeyh İbrahim Hamdi Harputlu´nun açıklamasına göre, Harputlu, Medine civarında, mevzuu geçen dağlara yaptığı gezintiler sırasında bu işaret yapılarının kalıntılarına rastlamıştır. Bunlar Resûlullah devrinden kalmış olmalıdır. Zira, bildiğimiz kadarıyla, Resûlullah´tan sonra kimse bunları yenilememiştir.”[520]
MEKKE VE MEDİNE DIŞINDA YASAK BÖLGE:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´den gelen rivayetlere göre, ikamet edilen meskun mahallin civarında, her çeşit kesim ve tahribe karşı korunması gereken ağaçlık bir bölge bulundurmak fikri, sadece Mekke ve Medine şehirlerine mahsus değildir. Bunu, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bütün mü´minlere tecviz ve hatta tavsiye ettiğini kesinlikle söylememize imkan verecek yeterli delil mevcuttur. Bu cümleden olarak, Taiflilerle yapılan bir müâhede (anlaşma) metnini zikredebiliriz
Taif şehri, etrafını saran surların himayesiyle, müstahkem bir vaziyet arzediyordu. Bu sebeple, Müslümanlarca kırk gün kadar kuşatılmasına rağmen fethedilmemiş, civardaki diğer kabilelerin İslam´a duhulundan sonra, dokuzuncu hicrî yılda kendiliklerinden Müslüman olmak ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e biat etmek üzere bir heyet göndermişlerdi. Bu sebeple onlar, anlaşma sırasında biraz nazlı idiler. Öyle ki, namaz kılmamak, zekat vermemek, fuhşa ve alkollü içkilere devam etmek, putlarının yıkılmaması vs. gibi son derece tuhaf, kabulü gayr-i mümkün şartlar ileri sürüyorlardı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), bu şartlardan bir kısmını şiddetle reddederken, bazılarını kabul ediyordu.
İşte onların, mevzuunu ettiğimiz tekliflerinden biri de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´in bu teklif karşısındaki tutumu, esas mevzumuz açısından ehemmiyetlidir. Onlar, Taif şehrinin mukaddes şehir olarak kabul edilmesini de talep etmişlerdi. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), onların bu isteğini kabul etmiş ve anlaşma metnine şu maddeyi koymuştur: “….Vadileri, bütünü ile mukaddestir (haramdır) ve yasak, orada, Allah adına, vahşi ağaçlar ve av hayvanları üzerinde, her baskı, her tecavüz ve her fenalığa karşı tatbik edilir…”
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), metinde Taif vadisindeki ağaçların kesilmesini, hayvanların öldürülmesini yasaklayan yukarıdaki maddenin yer aldığı anlaşma ile de yetinmeyip, bu istikamette neşrettiği umumi bir beyannamede, bunun ihlaline karşı “müeyyideler” koymuştur. Bütün mü´minlere hitaben yazılan bu beyannamenin metni aynen şöyledir:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Peygamber Muhammed´den mü´minlere: Vacc vadisinin ne dikenli ağaçları ne de çalıları tahrip edilmeyecektir. Av hayvanları da öldürülmeyecektir. Bu yasaklardan birini yapmaya tevessül eden bir kimse yakalanacak olursa, kamçı ile dövülecek ve elbisesi de soyulup alınacaktır. Eğer biri haddi aşacak olursa o, yakalanıp Peygamber Muhammed´e getirilecektir. Bu emir Peygamber Muhammed´ dendir. Bunu Allah´ın elçisi Muhammed´in emri ile Halid İbni Said yazdı. Bu emri kimse ihlal etmesin, aksi takdirde Muhammed´in emrettiği şeyde nefsine zulmetmiş olur.”
Taifliler dışında başka kabilelere de benzeri berâetler verildiğine şahit olmaktayız. Bunlardan biri Cüreyş halkıdır. Yazıda şöyle denir:
“(Cüreyşlilerin) Müslüman oldukları sırada tasarruflarında bulunan arazi kendilerine aittir. Cüreyşlilerin izni olmadan orada hayvan otlatan, haram iş yapmıştır.”
Bir diğer vesika da Tayylılar lehine tanzim edilmiştir. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Benî Esed kabilesine yazdığı mektupta Tayylıların arazi ve sularından izinsiz istifade etmemelerini emreder.
“Tayy kabilesinin sularına ve arazilerine yaklaşmayın. Zira onların suları size helal değildir. Arazilerine de Taylıların izin verdiklerinden başka kimse girmeyecektir. Emrine uymayanlara Muhammed´in zimmeti (himaye ve garantisi) yoktur.”
Şurası muhakkak ki, Hz. Peygamber´in diğer kabile ve şehirlere tanıdığı imtiyazlardan maksad, onların da, kelimenin tam manasıyla Mekke ve Medine´de olduğu gibi haram kılınması değildir. Sözgelimi Taif şehri, tanınan bu nebevî imtiyaza rağmen, tarih boyunca Müslümanlar nazarında Mekke ve Medine gibi, mukaddes bir şehir sıfatını taşımamıştır. Hatta Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından verilen bu vesikanın asıl gayesi de buraya böyle bir hüviyet kazandırmak değildir. Bu vesika, bize her beldede yerli ahalinin, yakın çevrelerini hususi bir disipline sokabileceklerini, ağaçların kesilmesini, hayvanların öldürülmesini yasaklayabileceklerini, bunun dini açıdan meşru olduğunu göstermektedir. Tarih boyunca, belki de ihtiyaç duyulmadığı için tatbik edilemeyen bu prensibin, zamanımızda tatbiki zaruridir. Bu, her hareketinde dinden bir fetva arayan Müslüman halkların nazarında, İslâm diyarının yeniden ağaçlandırılmasının ehemmiyetini tesbitte, fazlasıyla istifade edebileceğimiz bir husus olmalıdır.[521]
* KUBA MESCİDİ
ـ4616 ـ1ـ عن ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قالَ: ]كَانَ رَسُولُ اللّهِ #: يَزُورُ مَسْجِدَ قُبَاءَ كُلَّ سَبْتٍ رَاكِباً وَمَاشِياً وَيُصَلِّى فيهِ رَكْعَتَيْنِ[. أخرجه الستة إ الترمذي .
1. (4616)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her cumartesi günü Kuba Mescidini binekli ve yaya olarak ziyaret ederdi ve içinde iki rek´at namaz kılardı.” [Buharî, Fazlu´s-Salât 3, 4, İ´tisâm 16; Müslim, Hacc 516, (1399); Muvatta, Salat fi´s-Sefer 71, (1, 167); Nesâî, Mesacid 9, (2, 37); Ebû Davud, Menasik 99, (2040).][522]
AÇIKLAMA:
1- Kuba, Medine´nin güneyinde iki mil mesafede bir köy idi. Bugün Medine ile birleşmiş durumda. Resûlullah´ın bizzat taş taşıyarak inşa ettiği bu mescid, mübarek ve faziletli mescidlerden biridir. İnşâası Mescid-i Nebevî´den önce gerçekleştirilmiştir. Çünkü, hicretle Medine´ye gelen Resûlullah, önce Kuba´ya inmiş, orada Külsûm İbnu Hidm (radıyallahu anh)´ın evinde on dört gün kadar kalmıştır. İşte bu sırada ilk iş olarak Mescid-i Kuba yapılmıştır. Taberânî´nin Bintu Nu´man´dan kaydettiği rivayet, onun inşaatında Resûlullah´ın nasıl çalıştığını gösterir. “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Kuba´ya geldiğinde, şu mescidi yani Kuba mescidini bina ettiği zaman kendisini gördüm. Bizzat taş taşıyordu. (Öyle irilerini kucaklıyordu ki) aldığı taş onu çökertiyordu. Karnının veya göbeğinin üzerinde beyaz toprak izi görüyordum. Ashabından biri gelerek: “Annem babam sana kurban olsun ey Allah´ın Resûlü! O taşı bana ver de, senin yerine ben taşıyayım!” derdi. Fakat Aleyhissalâtu vesselâm: “Sen de bunun gibi başka bir taş al” diye mukabele eder, taşı vermezdi. Aleyhissalâtu vesselâm mescidi böyle bina etti.”
Ulemâ bu hadise dayanarak, Mescid-i Kuba´nın ziyaret edilmesini, orada namaz kılınmasını hatta bu ziyaretin cumartesiye rastlatılmasını müstehab addetmiştir. Nesai´nin müteakiben kaydedeceğimiz rivayeti bu hususu te´yid eder: “Kim gidip şu Kuba mescidinde namaz kılarsa umreye bedeldir.” Sa´d İbnu Ebi Vakkas (radıyallahu anh)´ın da: “Kuba mescidinde iki rek´at namaz kılmam, benim nazarımda Mescid-i Aksa´ya iki kere gitmemden daha iyidir” dediği rivayet edilmiştir.
2- Alimler bu hadisten:
* Kuba ve mescidinin fazileti,
* Kuba mescidinde namaz kılmanın müstehab oluşu,
* Bazı günleri ibadete tahsis etmenin cevazı,
* Ziyaretleri binekli veya yaya yapmanın caizliği gibi hükümler çıkarmışlardır.[523]
ـ4617 ـ2ـ وعن سهل بنِ حنيف رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ خَرَجَ حَتّى يَأتِى مَسْجِدَ قُبَاءَ فَصَلّى فيهِ رَكْعَتَيْنِ كَانَ لَهُ كَعَدْلِ عُمْرَةٍ[. أخرجه النسائي .
2. (4617)- Sehl İbnu Huneyf (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlulah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim evinden çıkıp Kuba mescidine gelir ve orada iki rek´at namaz kılarsa bu ona bir umreye bedel olur.” [Nesaî, Mesacid 9, (2, 37).] [524]
* UHUD DAGI
ـ4618 ـ1ـ عن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ أُحُداً جَبَلٌ يُحِبُّنَا وَنُحِبُّهُ[. أخرجه الثثة والترمذي .
1. (4618)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
“Uhud öyle bir dağdır ki biz onu severiz, o da bizi sever.” [Buhârî, Cihad 71, 74, Enbiya 8, 27, Et´ime 28, Da´avât 36, İ´tisâm 16; Müslim, Hacc 504, (1393); Muvatta, Câmî 10, (2, 889); Tirmizî, Menakıb, (3918).][525]
AÇIKLAMA:
Bazı alimlere göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine´ye ve Medinelilere olan sevgisini, Medine´nin bir parçası sayılan Uhud dağına olan sevgisi ile de ifade etmiştir. Nevevî, dağı sevme hadisesini mecaza değil hakikate hamleder. “Sahih ve muhtar olan, Uhud´un bizi hakikaten sevdiğidir. Allah ona temyiz ve idrak vermiştir. O da bu temyizle bizi sevmektedir.” Şarihler, cansız eşyada şuur ifade eden Kur´an ve sünetten bir kısım deliller kaydeder. Mesela ayet-i kerimede “..Öyle taşlar var ki, Allah´ın korkusundan yuvarlanır” (Bakara 74) buyurulmuştur. Resûlullah´ın avucunda taşların tesbih etmesi, camideki kuru hurma kütüğünün mufarakat-ı Nebi sebebiyle inleyerek ağlaması gibi… Keza ayette “kafirin ölümünde arz ve semanın ağlamadığı” (Duhan 29) ifade edilir. Kısacası İslam inancı, insanı saran fizik çevrenin (hava, su, toprak ve semâvat) insanla şuurdarane alaka içinde olduğunu ifade eder. Şu halde, Uhud´un Resûlullah´a karşı sevgi izhar etmesi, yadırganmaması gereken bir husustur. Görmediğimiz, duymadığımız bir şeyi inkâra yeltenmek, tereddütle karşılamak mü´minin edebine yakışmaz. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her ne söylemişse, o haktır. Aynen kabul eder, teslim oluruz. Kur´an-ı Kerim, mü´mini tarif ederken “gayba inanmayı” öncelikle zikreder (Bakara 3).[526]
* AKÎK VE ZÜ´L-HULEYFE
ـ4619 ـ1ـ عن ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]أُتِىَ رَسُولُ اللّهِ # وَهُوَ في مُعرسِهِ مِنْ ذِى الْحُلَيْفَةِ بِبَطْنِ الْوَادِى. فَقيلَ لَهُ: إنَّكَ
بِبَطْحَاءَ مُبَارَكةٍ قَالَ مُوسى ابْنُ عُقْبَةَ: وَقَدْ أنَاخَ بِنَا سَالِمٌ رَحِمَهُ اللّهُ بِالْمُنَاخِ مِنَ الْمَسْجِدِ الَّذِى كَانَ عَبْدُاللّهِ يُنِيخُ بِهِ، يَتَحَرَّى مُعَرَّسَ رَسُولِ اللّهِ #: وَهُوَ أسْفَلُ مِنَ الْمَسْجِدِ الَّذِى بِبَطْنِ الْوَادِى بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْقِبْلَةِ، وَسَطاً مِنْ ذلِكَ[. أخرجه الشيخان والنسائي.»التَّحَرِّى« القصد واعتماد لتحقيق الغرض المطلوب.و»المَعَرَّسُ« موضع التعريس وهو: نزول المسافر اخر الليل نزلة لستراحة والنوم .
1. (4619)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Zü´lhuleyfe´de, vadinin içinde istirahatgâhında iken yanına gelip kendisine: “Sen mübarek Batha´dasın!” diyen olmuş. Musa İbnu Ukbe der ki: “Salim rahimehullah, Abdullah´ın devesini ıhdırdığı mescidin yanına bizim de devemizi ıhdırdı. Abdullah İbnu Ömer orada Resûlullah´ın istirahat ettiği yeri araştırmak gayesiyle devesini ıhtırırdı. Orası, vadinin dibindeki mescidin aşağısında, mescidle kıble arasında orta bir yerdir.” [Buhârî, Hacc 16, Hars 15, İ´tisâm 16; Müslim, Hacc 434, (1346); Nesâî, Hacc 24, (5, 126, 127).][527]
AÇIKLAMA:
1- Gece istirahatı sırasında Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a gelip, bulunduğu Batha bölgesinin mübarek olduğunu haber verenin Cebrail aleyhisselam olduğu bazı rivayetlerde belirtilmiştir. Buharî´nin İbnu Ömer´den kaydettiğine göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu mubarekiyet sebebiyle, Mekke dönüşlerinde Batha´ya uğrar, orada namaz kılar, geceyi de orada geçirdikten sonra sabahleyin yola çıkıp, Medine´ye gündüzleyin girermiş.
Batha, lügat olarak vadilerin bitimindeki düzlüğe denir. Sellerin getirdiği ince kumlarla kaplı geniş düzlük manasına gelir; vadi ağzı diyebiliriz. Sadedinde olduğumuz hadiste geçen Batha Zü´lhuleyfe´dekidir. Zülhuleyfe, Medine´ye 6 veya 7 mil mesafede bir köy adıdır. Medine halkının mîkat mahallidir. Hacca gidenler orada ihrama girerler. Bazı hadislerde başka mevkilere de Zülhuleyfe dendiği vâriddir. [528]
ـ4620 ـ2ـ وعن ابْنِ عَبَّاسٍ عَنْ عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهم قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ #: وَهُوَ بِوَادِى الْعَقِيقِ يَقُولُ: أتَانِى آتِ مِنْ رَبِّى. فقَالَ: صَلِّ في هذا الْوَادِى وَقُلْ: عُمْرَة وَحجَّة[. أخرجه البخاريّ وأبو داود .
2. (4620)- İbnu Abbas, Hz. Ömer (radıyallahu anhüm ecmain)´den naklen anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Akîk vadisinde olduğu sırada şöyle söylediğini işittim:
“Bana Rabbimden bir elçi geldi ve “Bu vadide namaz kıl ve “Hacc için de umre(ye niyet ediyorum) de!” emretti.” [Buharî,l Hacc 16, Hars 15, İ´tisam 16; Ebû Davud, Menasik 24, (1800).][529]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Medine´ye dört mil mesafede olan Akîk vadisinin ve orada kılınacak namazın faziletini belirtiyor. Mu´cemu´l-Büldan´da Akîk adıyla tanınan birçok mevki olduğuna dikkat çekildikten sonra, mübarek olduğu belirtilen Akîk´in Zülhuleyfe vadisinde yer alan Akîk olduğu tasrih edilir.
2- Hadiste geçen عَمرة وحجَة ibaresi, bazı rivayetlerde عُمْرَة فِى حجة şeklinde gelmiştir. Bu sebeple manayı tevcihte farklı görüşler ileri sürülmüştür.
* “Hacc sırasında umreyi de gerekli kıldım de!” Bu manadan hareketle Resûlullah´ın hacc-ı kıran yaptığına hükmedilmiştir.
* “Umre, hacca dahildir. Yani umre ameliyesi, hacc ameliyesine girer. Dolayısıyla, ikisine de tavaf yeter.” Bu mana uzak bulunmuştur.
* Bundan daha uzak bir manaya göre, bu ibare “O sene, Aleyhissalâtu vesselâm, haccdan çıktıktan sonra umre yapacaktır” demektir. Bu çok uzak bir tevildir. Çünkü Resûlullah, o yıl böyle bir umrede bulunmamıştır.
* Resûlullah´ın bunu ashabına söylemekle emrolunması muhtemeldir. Maksad hacc-ı kıran yapmanın meşruluğunu öğretmektir.[530]
ـ4621 ـ3ـ وعن مالكٍ أنّهُ قال: ] يَنْبَغِى ‘حَدٍ أنْ يُجَاوِزَ الْمُعَرَّسَ إذَا قَفَلَ الى الْمَدِينَةِ حَتّى يُصَلِّى فيهِ رَكْعَتَيْنِ أوْ مَابَدَا لَهُ. ‘نَّهُ بَلَغَنِى أنَّ رَسُولَ اللّهِ #: عَرَّسَ بِهِ، وَهُوَ عَلى سِتَّةِ أمْيَالَ مِنَ الْمَدِينَةِ[. أخرجه أبو داود.
3. (4621)- İmam Mâlik´ten nakledildiğine göre, şöyle demiştir: “Medine´ye giden hiç kimseye, en az iki rekat namaz kılmadan Mu´arras´ı geçmesi muvafık olmaz. Çünkü bana ulaştığına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), orada gecelemiştir. Orası Medine´ye altı mil mesafededir.” [Ebû Dâvud Menâsik 100, (2045).][531]
AÇIKLAMA:
Muarras, konaklama yeri demektir; ta´ris kökünden gelir. Ta´ris ise gecenin sonunda istirahat için konaklamak demektir. Hadisteki muarrasla Zülhuleyfe´de Resûlullah´ın hacc dönüşü konakladığı yer kastedilmiştir. el-Kâdî: “Zülhuleyfe´nin Batha kısmında hacc dönüşünde konaklamak hacc menasikinden değildir. Bunu Medine ehlinden yapan kimse (bir vecibe olarak değil), Resûlullah´ın sünnetiyle teberrük için yapar. Çünkü Batha mübarek bir yerdir” der. el-Kâdî devamla bazı alimlerin: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), orada haccdan dönerken, geceyi geçirmek için konaklamıştır. Ta ki, kafilede bulunanlar gecenin kör vaktinde Medine´ye girerek, ailelerini rahatsız etmesinler. Nitekim yolculuktan gece dönmeyi birçok hadisleriyle yasaklamıştır. Bu husus meşhurdur” dediğini belirtir. Muarras´ı bazı alimlerimiz: “Medine´ye altı mil mesafedeki Zülhuleyfe mescididir” diye açıklamıştır. [532]
ÜÇÜNCÜ FER´
YERYÜZÜNDE FAZİLETLİ YERLER
* HİCAZ
ـ4622 ـ1ـ عن عمرو بْنِ عَوْفٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قالَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ الدِّينَ لَيَأرِزُ الى الْحِجَازِ كَمَا تَأرِزُ الْحِيَّةُ الى جُحْرِهَا وَلَيَعْقِلَنَّ الدِّينُ مِنَ الْحِجَازِ مَعْقَلَ ا‘رْوِيَّةِ مِنْ رَأسِ الْجَبَلِ. إنَّ الدِّينَ بَدَأ غَرِيباً وَسَيَعُودُ غَرِيباً كَمَا بَدَأ فَطُوبى لِلْغُرَبَاءِ وَهُمُ الَّذِينَ يُصْْلِحُونَ مَا أفْسَدَ النَّاسُ مِنْ سُننِى[. أخرجه الترمذي.»لَيَعْقِلَنَّ الدِّينَ« أي ليتعصم ويلتجئ ويحتمي.و»ا‘روية« الواحدة من شياه الجبل .
1. (4622)- Amr İbnu Avf (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bu din Hicaz´a çekilecek. Tıpkı yılanın deliğine çekildiği gibi. (Allah´a kasem olsun!) Yaban keçisinin dağın tepesine sığınması gibi, din de Hicaz´a sığınacaktır. Bu din garip olarak başladı, tekrar garipliğe dönecektir. Gariplere ne mutlu. O garipler ki, benden sonra insanların sünnetimden bozdukları şeyi ıslah edecekler.” [Tirmizî, İman 13, (2632).][533]
AÇIKLAMA:
Aliyyu´l-Kârî, bu hadisi şöyle anlamıştır: “İman ehli, imanlarını orada korumak için Medine´ye imanlarıyla iltica ederler. Çünkü Hicaz, imanın asli vatanıdır; orada zuhur etmiş, orada kuvvetlenmiştir. Bu hadis ahirzamanda İslam´ın azalacağını ihbardır.” Aliyyu´l-Kârî´nin bu yorumu 20. asırda gelişen vak´aya mutabıktır. Batılıların veya Batıcıların istilasına uğrayan pek çok İslam memleketindeki şuurlu ve münevver Müslümanlar, İslamî hayatlarından taviz vermek istemeyince, Suudî A-rabistan´a göç edip sığınmak zorunda kalmıştır. Halen bu maksadla oraya sığınmış Orta Asya Müslümanları, Mekke ve Medine´de ticari hayatta dikkat çekecek bir kesafete ulaşmıştır. Keza Mısır ve Kuzey Afrika mültecileri, Suriye, Irak ve Türkiye mültecileri de mevcuttur. Cenab-ı Hak, Resûlü´nün bu ihbarına uygun siyasi bir zemini orada ihzar etmek suretiyle, dininden dolayı her tarafta sıkıntıya düşen Müslümanlara bir teselli ve bir ümid kapısını açık tutmuş olmaktadır.
Hadisten, günümüzdeki bazı yorumcular kıyamete yakın, İslam dini, tıpkı bidayette olduğu gibi garip yani akıl almaz bir başarı ve inkişaf kaydedecek diye anlamışlardır. Gerçekten İslam´ın bidayetteki inkişafı akılla izahı olmayan bir hadisedir; tam manasıyla bir mucizedir. Kıyamete yakın benzer bir hamle yapması da Allah´ın rahmetine ve adetine uzak değildir.[534]
ـ4623 ـ2ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: غِلَظُ الْقُلُوبِ وَالْجَفَاءُ في الْمَشْرِقِ، وَا“يمَانُ في أهْلِ الْحِجَازِ[. أخرجه مسلم .
2. (4623)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kabalık ve kalp katılığı şarktadır. İman ise Hicaz ahalisi içerisindedir.” [Müslim, İman 92, (53).][535]
AÇIKLAMA:
Hadiste, imanın Hicaz´a nisbeti vak´aya mutabıktır. Çünkü İslam, Mekke ve Medine şehirlerinde doğup gelişmiştir. Hicaz denince öncelikle onun iki şehri; Mekke ve Medine kastedilir. Resûlullah´ın hadislerinde bazan, “iman” Yemen´e nisbet edilir. Çünkü Yemen de esas itibariyle Hicaz´ın bir uzantısıdır. 4627 numaralı hadiste açıklama gelecek.
Kabalık, kalp katılığı ve küfür, henüz şirk üzerine devam eden kabilelerin bulunduğu şark cihetine nisbet edilmiştir.[536]
* ARAP YARIMADASI
ـ4624 ـ1ـ عن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ #: يَقُولُ: إنَّ الشَّيْطَانَ قَدْ يَئِسَ أنْ يَعْبِدَهُ الْمُصَلُّونَ في جَزِيرَةِ الْعَرَبِ ولكِنْ في
التَّحْرِيشِ بَيْنَهُمْ[. أخرجه مسلم.»التَّحْرِيشُ« اغراء وايقاع الفتن بين الناس ونحو ذلك .
1. (4624)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim, şöyle diyordu:
“Şeytan artık Arap yarımadasında namaz kılanların kendisine ibadet etmelerinden ümidi kesti. Ancak onları aldatacaktır.” [Müslim, Münâfikûn 65, (2812).][537]
AÇIKLAMA:
Hadis, Arap yarımadasında İslam´ın tam olarak hakim olacağını haber vermektedir. Nevevî´nin ifadesiyle bu ihbar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın mucizelerindendir. Gerçekten o günbugün Arap yarımadası, bütün ahalisiyle Müslümandır. Ancak şeytan zaman zaman bazı fitneler çıkarmıştır ve çıkarmaya çalışacaktır.[538]
ـ4625 ـ2ـ وعن ابْنِ شِهَابٍ قالَ: ]قَالَ رَسُولَ اللّهِ #: َ يَجْتَمِعُ دِينَانِ في جَزِيرَةِ الْعَرَبِ. قَالَ ابْنُ شِهَابٍ: فَفَحَصَ عَن ذلِكَ عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه حَتّى أتَاهُ الثَّلْجُ وَالْيَقِينُ أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَالَ ذلِكَ فَأجْلَى يَهُودَ خَيْبَرَ[. أخرجه مالك. وقال: وَقَدْ أجْلَى عُمَرُ يَهُودَ بَحْرَانَ وَفَدَكَ. وَأمَا يَهُودُ خَيْبَرَ فَخَرَجُوا مِنْهَا لَيْسَ لَهُمْ مِنَ الْثَّمِرِ وََ مِنَ ا‘رَاضِى شَىْءٌ، وأمَا يَهُودُ فَدَكَ فَكَانَ لَهُمْ نِصْفُ الثَّمَرِ وَنِصْفُ ا‘رْضِ قِيمَةٌ مِنْ ذَهَبٍ وَوَرِقٍ وَإبِلٍ وَحِبَالٍ وَأقْتَابٍ، ثُمَّ أعْطَاهُمُ الْقِيمَةَ وَأجَْهُمْ مِنْهَا.»الفَحصُ« الْبَحْثُ عَنْ حَقيقَة ا‘مْر وكشفه.و»الثَّلَجُ« اليقين .
2. (4625)- İbnu Şihab anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Ceziretü´l-Arap´ta iki din içtima edemez.”
İbnu Şihab devamla der ki: “Hz. Ömer bu meseleyi, kesin bir kanaat ve yakin elde edinceye kadar araştırdı. Gördü ki, Resûlullah gerçekten bunu söylemiş. Bunun üzerine Hayber Yahudilerini sürgün etti.” [Muvatta, Cami´ 18, (2, 892, 893).]
Malik der ki: “Hz. Ömer (radıyallahu anh), Necran ve Fedek Yahudilerini sürgün etti. Hayber Yahudilerine gelince, onlar kendilerine meyve ve arazi gelirlerinden herhangi bir hak tanımadan orayı terkettiler. Fedek Yahudilerinin [durumu farklı idi; meyvenin yarısı, arazinin yarısı onlarındı. Çünkü Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), onlarla meyve ve arazinin yarısı üzerine sulh yapmış idi.] Hz. Ömer onlara meyvenin yarısını, arazinin yarısını; altın, gümüş, ip ve semer nevinden kıymet biçti ve onlara değerini vererek onları da oradan sürdü.”[539]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, ölüm döşeğinde iken yaptığı bir kaç vasiyetten biri, Arap yarımadasında İslam´dan başka din mensubunun bulundurulmaması idi. Hz. Ömer halife olunca, bu vasiyetin sıhhatini araştırır ve gereğini yerine getirir. Bunu yaparken Resûlullah´ın onlarla yaptığı antlaşma şartlarına uyar: Fedek Yahudileri ile mal ve mahsul, yarı yarıya sulh yapıldığı için, onların hakları hesaplanır, paraya tahvil edilir ve ödenir. Böylece onlar hisseleri satmaya mecbur edilir ve paraları ödendikten sonra sürülür.[540]
ـ4626 ـ3ـ وعن عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: ‘خْرِجَنَّ الْيَهُودَ وَالنَّصَارى مِنْ جَزِيرَةِ الْعَرَبِ وََ أتْرُكُ فِيهَا إَّ مُسْلِماً[.قَالَ سَعِيدُ بْنُ عَبْدِ الْعَزِيزِ: »جَزِيرَةُ الْعَرَبِ مَا بين الْوادي الى أقْصى الْيَمَنِ الى تُخُومِ الْعِراقِ الى الْبَحْرِ«. أخرجه مُسلم وأبو داود والترمذي .
3. (4626)- Hz. Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın şöyle söylediğini işittim:
“Arap yarımadasından Hıristiyan ve Yahudileri mutlaka çıkaracağım, orada Müslüman olmayanı bırakmayacağım.”
Said İbnu Abdilaziz der ki: “Arap yarımadası, el-Vadi´(l-Kura)dan Yemen´in uzak kısmına, Irak sınırına, denize kadar olan kısımdır.” [Müslim, Cihâd 63, Ebû Dâvud, Harâc 28, (3030); Tirmizî, Siyar 43, (1606).][541]
AÇIKLAMA:
1- Yahudi ve Hıristiyanların Arap yarımadasından sürülmesi birçok rivayette ele alınmıştır. Sadedinde olduğumuz rivayet dahi onlardan biridir; Hz. Ömer´dendir.
2- Arap yarımadasını eski kaynaklarımız kuzeyde Suriye ve Irak sınırlarına kadar uzanan, Cidde ve Kızıldeniz, Yemen kıyıları-Aden arasında kalan, bilinen yarımadayı tarif eder. Arap yarımadası Cezîretu´l-Arap diye tesmiye edilmiştir. Yani Arap adası, aslında ada olmadığı halde ada denmesini el-Ezheri doğu, batı ve güneyinin denizlerle çevrili olmasından başka, kuzeyden de Dicle ve Fırat nehirleriyle çevrili olmasıyla izah eder. el-Kamus´ta da “Ceziretu´l-Arap; Hind Denizi, Şam Denizi, Dicle ve Fırat´ın ihata ettiği arazi” diye tarif edilmiştir.[542]
* YEMEN
ـ4627 ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أتَاكُمْ أهْلُ الْيَمَنِ هُمْ أرَقُّ أفْئِدةً وَألْيَنُ قُلُوباً، ا“يماَنُ يَمَانٌ، وَالْحِكْمَةُ يَمَانِيَّةُ، وََرَأسُ الْكُفْرِ قِبَلَ الْمَشْرِقِ، وَالْفَخْرُ وَالْخيَءُ في أهْلِ ا“بِلِ، والسَّكِينَةُ وَالْوَقَارُ في الْغَنَمِ[. أخرجه الثثة والترمذي.»ا‘فْئدة« جمع فؤاد.و»الخُيءُ« الكبر والعجب .
1. (4627)- Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Size Yemenliler geldi. Onlar, ince ruhlu ve yufka yürekli insanlardır. İman Yemenlidir, hikmet de Yemenlidir. Küfrün başı şark cihetindedir. Böbürlenme ve kibirlenme deve besleyenlerdedir. Sükûnet ve vakar koyun (besleyenler)dedir.” [Buharî, Menakıb 1, Megazî 74, Bed´ü´l-Halk 14; Müslim, İman 84, (52); Tirmizî, Fiten 61, (2244).] [543]
AÇIKLAMA:
1- Burada Resûlullah, Yemenlileri ince ruhlu ve yufka yürekli olmakla övmektedir. Bu onların şehirleşmiş, yerleşik hayata geçmiş olmalarının bir neticesidir. Yemen eski bir medeniyet an´anesine sahiptir. Nitekim Kur´anda zikri geçen Sebe kavmi Yemen´de yaşamakta idi. Hz. Süleyman´la Sebe Melikesi Belkıs´ın macerası, orada gelişen ziraat hayatı, yaptıkları su bentlerinin (baraj) yıkılmasıyla hasıl olan Arim seli ve bunun getirdiği çölleşme Kur´an-ı Kerim´de anlatılır (Sebe 16). Bu gelişen medeniyet ve yerleşik hayat elbette beşerî münasebetlerde nezaket, kalplerde incelme getirecektir. Nitekim aynı hadiste, Resûlullah kalp yönüyle kabalık, anlayış yönüyle kıtlığın deve besleyenlerde, yani bedevilerde olduğunu görüyor. Deve besleyenlerden maksad bedevilerdir. Bunların sabit bir merkezleri yoktur. Mevsime göre değişen otlakları takip ederler. Bu sebeple seyyardırlar. Araplarda, bedevi denen kısım bunlardır. Bunlar, görgü ve beşerî münasebetler yönüyle şehirleşmiş, yerleşmiş olanlara nazaran henüz yeterince incelmemiştir, kabadır. Onların hakikatı anlamada çektikleri zorluğa Kur´an-ı Kerim dahi yer vermiş, imandan çabuk dönecek bir kavrayışsızlığa sahip olduklarına dikkat çekmiştir (Tevbe 97, Fetih 11, Hucurât 14). Nitekim, Resûlullah´ın vefatından sonra “namaz kılarız, zekât vermeyiz” diyerek isyan edenler, bu kaba, sert, anlayışsız bedevi takımlarıdır.
2- İmanın hadiste Yemen´e nisbeti, onun Yemenli olduğunun beyanı, şarihleri farklı yorumlara sevketmiştir:
* “İman Mekke´de doğdu. Mekke Medine´ye nazaran Yemenli sayılır, o cihettedir. Medine dahi Yemen´e nisbet edilebilir. Çünkü Şam´a nisbetle Mekke de Medine de Yemenli sayılabilir.” Bu söz Resûlullah´tan Tebük´te sadır olmuştur. Öyle ise bu nisbet doğrudur. Nitekim Hz. Câbir´in bir rivayetinde “İman Hicaz ehlindedir” buyrulmuştur.
* Ensar aslen Yemenlidir. Dolayısıyla bu hadisteki “Yemenli” sözüyle Ensâr kastedilmiştir. İmanın onlara nisbeti caizdir. Çünkü Resûlullah´a yardım edip destek verdiler. İslam´ın inkişafını onlar sağladı.
* İbnu Salah, bu tevilleri tenkid ederek, hadisi zahirine göre anlamaya bir mani olmadığını söyler. Ona göre, burada Resûlullah Yemenlileri tafdil etmekte, övmektedir. Sebebi de onların imanı zahmetsizce, kalpten kavrayıp benimsemeleridir. İslam´ı kabulde ciddi bir problem çıkarmamışlardır. Halbuki başka diyarların insanları, Müslümanları epeyce bir sıkıntıya soktuktan sonra, İslam´ı kabule mecbur kalmışlardır. Kim bir şeyle muttasıf olur ve onu ciddi bir şekilde izhar ederse o meseledeki kemalini ifade için bunun ona nisbeti makuldur ve bu nisbet o şeyin başkasında da varlığını reddetmeyi gerektirmez. Öyleyse imanı Yemenlilere nisbet de bunun gibidir. Başkalarından imanı nefyetmek manası çıkmaz. Yine İbnu Salah´a göre, hadisin bazı vecihlerinde gelen tasrihattan anlaşılıyor ki, Aleyhissalâtu vesselâm muayyen bir beldeyi kasdetmemiş, onları temsilen gelen heyet mensuplarını, zatlarını kasdetmiştir. İbnu Salah bu görüşüne delil olarak, hadisin sadedinde olduğumuz veçhini kaydeder: “Size Yemenliler geldi. Onlar ince ruhlu ve yufka yürekli insanlardır. İman Yemenlidir, hikmet de Yemenlidir…” “Hadisten muradın o zaman onlardan orada mevcut olanlar olduğu da söylenebilir, yani her devirde yaşamış veya yaşayacak olan bütün Yemenliler değil. Çünkü lafız bunu gerektirmez.” İbnu Salah devamla “Fıkıh”la kastedilen şey, dinde anlayıştır. “Hikmet”le kastedilen şey Allah´ın marifetini de içine alan ilimdir” der.
* Hakim et-Tirmizî: “Bu hadiste bir tek şahıs kastedilmiştir; o da Üveys el-Karanî´dir” demiş ise de, bu tevil pek uzak, pek zayıf bulunmuştur.
3- Küfrün bazı şark cihetinde olmasından murad, öncelikle Mecusilerdeki küfrün şiddetidir. O zaman Mecusi olan İranlılar onlara tabi durumdaki Araplar, Medine´ye nisbetle doğu sayılan bölgelerde yaşıyorlardı. Ayrıca hakimiyetleri sebebiyle son derece kibir, gurur ve ceberrut içerisinde idiler. Nitekim Resûlullah, İran kralına İslam´a davet mektubu göndermiş, kral bu mektubu gururundan yırtmış, Yemen valisine, “Peygamberim diye ortaya çıkan bu adamı bağla, bana yolla” diye emir göndermişti.
4- Deve besleyenlerden maksat bedevilerdir. Bunlara ehl-i veber de denmektedir. Nitekim hadisin başka vecihlerinde bedevilerin ehl-i veber, yerleşiklerin ehl-i meder[544] tabirleriyle ifade edildiği görülür. Hattabi´ye göre, göçebeler hayat şartlarının galebesi sebebiyle günlük geçim meşgalesini öne alıp, umur-u diniyelerini ihmal etikleri veya geri planlara attıkları için hadiste zemmedilmişlerdir.
Bazı alimlerce, hadiste, koyun besleyenlerden maksadın -yerleşik hayat sahibi- Yemenliler olabileceğine dikkat çekilmiştir. Yine denmiştir ki: “Koyun besleyenler servet ve çokluk yönüyle deve besleyenlerden geri oldukları için bunlarda öbürlerinde servet ve çokluğun hasıl ettiği kibir ve gurur yoktur, tevazu hakimdir.”[545]
* ŞAM
ـ4628 ـ1ـ عن ابْنِ عمرو بْنِ الْعَاصِ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُول اللّهِ #: سَتَكُونَ هِجْرةٌ بَعْدَ هِجْرَةٍ، فَخِيَارُ أهْلِ ا‘رْضِ ألْزَمُهُمْ مُهَاجِرَ إبْرَاهِيمَ، وَيَبْقى في ا‘رْضِ شِرَارُ أهْلِهَا تَلْفِظُهُمْ أرَضُوهُمْ. تَقْذَرُهُمْ نَفْسُ اللّهِ عَزَّ وَجَلَّ وَيَحْشُرُهُمْ الى النَّارِ مَعَ الْقِرَدَةِ وَالْخَنَازِيرِ[. أخرجه أبو داود.»تلفظهم« أي تقذفهم كما ترمى اللفاظة من الفم.وقوله »تقذرهم نفس اللّه« معناه يكره اللّه خروجهم إليها ومقامهم بها ف يوفقهم لذلك فيصيروا بالرد وترك القبول كالشئ الذي تقذره النفس ف تقبله .
1. (4628)- İbnu Amr İbni´l-As (radıyallahu anhüma) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bir hicretten sonra bir hicret daha olacak. Arz ehlinin hayırlılarına Hz. İbrahim´in hicret ettiği yer (Şam) gereklidir. Arzda, ahalisinin şerirleri kalır. Arzları, onları (öbür dünyaya) atar. Allah Teala da onlardan hoşlanmaz. Onları ateş, maymunlar ve hınzırlarla birlikte haşreder.” [Ebû Davud, Cihad 3, (2482).][546]
AÇIKLAMA:
Şam deyince, Suriye bölgesini anlamamız gerekecektir. Çünkü bugün Şam deyince sadece Suriye´nin başşehri olan Şam´ı anlarız. Halbuki eski kitaplarda bu şehrin adı Dımeşk´tir. Mu´cemu´l-Büldan´da Şam bölgesinin sınırı Fırat´tan başlatılıp Mısır diyarındaki el-Ariş´e kadar, kıble cihetinden Tayy dağları ile Rum denizi arası diye çizilir. Başlıca şehirleri olarak Menbec, Haleb, Hama, Humus, Dımeşk, el-Beytu´l-Makdis, Antakya, Trablus vs. sayılır. Belli başlı bölgeleri olarak da Kınnesrîn, Dımeşk, Ürdün, Filistin, Humus bölgeleri zikredilir. Bu açıklamaya göre, eski kitaplardaki Şam kelimesi, sadece bugünkü Suriye´yi kasdetmiyor. Filistin, Ürdün, Lübnan topraklarını da içine alıyor. Bu meyanda, Mu´cemu´l-Büldan´ın Şam´dan saydığı giriş noktaları olarak, Masisa, Tarsus, Ezene, Antakya, Maraş, Hades, Bağras ve Belka isimleri de zikredilir.
Şu halde hadislerde tafdil edilen Şam´ın, geniş bir saha olduğunu, yurdumuzun güneydoğu kısmını da içine aldığını bilmemizde fayda var. Yine Mu´cemu´l-Büldan´da Abdullah Amr İbnu´l-As´ın şu söz kaydedilir:
“Hayır on kısma bölündü. Bunun onda dokuzu Şam´a verildi, onda biri arzın diğer yerlerine. Şer de ona taksim edildi. Bunun onda biri Şam´a, onda dokuzu arzın diğer yerlerine verildi.”
Bu, sahih bir rivayet olması halinde hükmen merfu sayılması gerekir. Çünkü bu açıklama içtihadla olamaz, vahiyle olabilir. Rivayetin sıhhati meşkuk olması halinde, Şam hakkındaki yaygın kanaati aksettirmesi bakımından yine de kıymet taşır. Hayat hikayeleri Kur´an´da geçen bütün peygamberlerin bu bölgede gelipgeçmeleri, bu bölgenin manevi bir berekete mazhar olduğunu anlamada kafi bir durumdur. Ayrıca medeniyetin bu bölgelerde doğup her tarafa buradan geçtiği de ciddi bir nazariye olarak benimsenmiştir. Muhammed İbnu Amr İbnu Yezid es-Sağânî der ki: “Kitaplarda Şam isminin o kadar çok zikrine rastladım ki, bende, Cenab-ı Hakk´ın arzı yaratmaktan maksadı sanki Şam´ı yaratmakmış gibi bir düşünce hasıl oldu.” Yakut el-Hamevi merhum, Resûlullah´tan da şu rivayeti kaydeder: “Şam, Allah´ın beldeleri arasında Safvetullahtır (yani en temiz yeri). Kullarından temiz olanları da oraya seçer. Ey Yemenliler, size Şam´ı tavsiye ederim. Çünkü arzda Safvetulallah Şam´dır. İmtina eden bilsin ki Allah Şam´ı bana tekeffül etmiştir.”
Gerçekten o diyar bidayetten beri İslam´a merkezlik etmiş; büyük alimler oralarda yetişmiştir. Bugünkü tezebzüb ve tedenninin geçici olduğuna inanıyor, Rabb-i Rahim´den bu diyarların tekrar eski misyonuna bir an önce dönmesini niyaz ediyoruz.[547]
ـ4629 ـ2ـ وعن زَيْدِ بْنِ ثَابِتٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنَّا يَوْماً عِنْدَ رَسُولِ اللّهِ # نُؤَلِّفُ الْقُرآنَ مِنَ الرِّقَاعِ. فقَالَ #: طُوبَى لِلشَّامِ. فَقُلْتُ: لِمَ ذاكَ يَا رَسُولَ اللّهِ؟ فَقَالَ: ‘نَّ الْمََئِكَةَ بِاسِطَةٌ أجْنِحَتَهَا عَلَيْهَا[. أخرجه الترمذي.
2. (4629)- Zeyd İbnu Sabit (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın yanında idik. Parçalar üzerinde Kur´an (ayetlerini) tanzim ediyorduk. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Şam´a ne mutlu!” buyurdular. Ben: “Bu mutluluk nereden geliyor ey Allah´ın Resûlü ” diye sordum.
“Çünkü, buyurdular. [Rahmân´ın] melekleri onun üzerine kanatlarını geriyorlar!” [Tirmizî, Menâkıb, (3949).][548]
AÇIKLAMA:
1- Kur´an ayetlerini tanzim etmek olarak çevirdiğimiz te´lifu´l-Kur´an´ dan murad şudur: “Kur´an-ı Kerim´in nüzulünde ne sûre olarak, ne de ayet olarak belli bir sıra yoktu. Her bir vahiy ayrı ayrı parçalara yazılıyor, sonra Resûlullah bu ayetlerin hangi sûreye ve sûrenin neresine konacağını belirtiyordu. İşte, ayetlerin bu tanzim işine te´lif denmiştir. Bazı rivayetlerde sahabiler: “Biz Resûlullah zamanında Kur´an´ı telif ederdik” diyerek bu vak´ayı dile getirirler. Ulemâ sûrelerin tanzimi içtihadî mi, tevkifî mi diye ihtilaf etmişse de, ayetlerin tanziminin tevkifi yani Resûlullah´a vahyen bildirmek sûretiyle olduğu hususunda icma etmiştir.
2- Meleklerin kanat germesini, alimlerimiz Şam ahalisinin küfürden korunması olarak anlamıştır. Bazı rivayetlerde Melaiketu´r-Rahman şeklinde kayıtlı olarak ifadesi, bu meleklerin rahmet melekleri olduğu hususunda kanaat vermiştir. Münavi, bunu “bereket ve rahmetin inmesi, bela ve ezanın önlenmesi” olarak anlar.[549]
ـ4630 ـ3ـ وعن ابْنِ حوالة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: سَيَصِيرُ ا‘مْرُ الى أنْ تَكُونُوا جُنُوداً مُجَنَّدَةً: جُنْدٌ بِالشَّامِ، وَجُنْدٌ بِالْيَمَنِ، وَجُنْدٌ بِالْعِرَاقِ فَقُلْتُ: خِرْلِى يَا رَسُولَ اللّهِ إنْ أدْرَكْتُ ذلِكَ. قَالَ: فَعَلَيْكَ بِالشَّامِ فإنَّهَا خِيرَةُ اللّهِ مِنْ أرْضِهِ يَجْتَبِى إليها خَيْرَتَهُ مِنْ عِبَادِهِ. فَأمَّا إذْ أبَيْتُمْ فَعَلَيْكُمْ بِيَمَنِكُمْ، وَاسْقُوا مِنْ غُدُرِكُمْ، فإنَّ اللّهَ تَوَكَّلَ لِى بِالشَّامِ وَأهْلِهِ[. أخرجه أبو داود.قوله: »خِرْلِى« بِكَسْرِ الْخَاءِ الْمُعْجَمَة: أي اخترلى ا‘صلح .
»وا“جْتِبَاءُ« اختيار واصطفاء .
3. (4630)- İbnu Havale (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bu iş, sizin birkısım toplu gruplara ayrılmanıza müncer olacak: Şam´da bir grup, Yemen´de bir grup, Irak´da bir grup!”
Ben: “Ey Allah’ın Resûlü! Dedim. O güne erdiğim takdirde (bunlardan en hayırlısı hangisi ise şimdiden) bana seçiverin!” dedim.
“Öyleyse dedi, sana Şam´ı tavsiye ederim! Çünkü orası, Allah´ın, arzında mümtaz kıldığı yerdir. Allah kulları arasında seçkin olanları oraya tahsis eder. Ancak (oraya gitmekten) imtina ederseniz, size Yemen´inizi tavsiye eder, (oradaki) havuzlarınızdan için derim. Zira Allah, Şam ve ahalisini (fitnelerden koruma hususunda) bana garanti verdi.” [Ebû Davud, Cihad 3, (2483).][550]
ـ4631 ـ4ـ وعن أبى الدَّرْدَاءِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رسُولُ اللّهِ #: إنَّ فَسْطَاطَ الْمُسْلِمِينَ يَوْمَ الْمُلْحمَةِ بِالْغُوطَةِ الى جَانِبِ مَدِينَةٍ يُقَالُ لَهَا دِمَشْقُ مِنْ خَيْر مَدَائِنِ الشَّامِ[. أخرجه أبو داود.المراد »بالفُسْطَاطِ« هنا: البلد الجامة للناس.و»المَلْحَمَةُ« الحرب والقتال.و»الغوطة« اسم للبساتين والمياه التي عند دمشق وهي غوطة دمشق .
4. (4631)- Ebû´d-Derdâ (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Gûta´daki savaş sırasında Müslümanların sığınağı, Şam şehirlerinin en hayırlısı olan Dımeşk denen şehrin yakınındadır.” [Ebû Dâvud, Melâhim 6, (4298) Sünet 9, (4639).][551]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Dımeşk´in (bugünkü Şam şehrinin) faziletini ifade etmektedir. Ecdadımız Resûlullah´tan gelen bu çeşit övgüler sebebiyle olacak, o mübarek şehrimizi Şam-ı Şerîf diye yâdetmişlerdir.
Hadis, Dımeşk ahalisinin ahirzamandaki faziletini de ifade etmektedir. Fitnelerden uzak kalacağı belirtilmiştir. Alimler Dımeşk´in faziletlerini sayarken şunlara da dikkat çekerler.
* Ona Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı gören on bin göz girmiştir.
* Resûlullah oraya peygamberlikten önce de, sonra da girmiştir. Peygamberlikten önce ticarî maksadlarla, peygamberlikten sonra Tebük seferi sırasında ve Miraç gecesinde.
* Aleyhissalâtu vesselâm: “Savaşlar sırasında Müslümanların ilticagâhı Dımeşk´tir” buyurmuştur.
2- Gûta: Dımeşk yakınlarında sulak bağbahçelerin adıdır. Gûta-i Dımeşk diye bilinir. Müslüman askerlerinin burada karargâh kurup toplanacaklarının ihbarı anlaşılmıştır.[552]
ـ4632 ـ5ـ وعن عبدالرَّحْمنِ بنِ سُلَيْمَان قال: ]سَيَأتِى مَلِكٌ منْ مُلُوكِ الْعَجَمِ فَيَظْهَرُ عَلى المَدَائِنِ كُلِّهَا إَّ دِمِشْقَ[. أخرجه أبو داود .
5. (4632)- Abdurrahman İbnu Süleyman anlatıyor: “Acem krallarından bir kral gelecek, Dımeşk hariç bütün şehirler üzerinde hakimiyet kuracak.” [Ebû Davud, Sünnet 9, (4639).][553]
* BEYTU´L-MAKDİS
ـ4633 ـ1ـ عن مَيْمُونَةَ رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ أفِتْنَا في بَيْتِ الْمَقْدِسِ. فَقَالَ: ائْتُوهُ فَصَلُّوا فيهِ، وَكَانَتِ الْبَِدُُ إذْ ذَاكَ حَرْباً، فإنْ لَمْ تَأتُوهُ وَتُصَلُّوا فيهِ فَابْعَثُوا بِزَيْتٍ يُسْرَجُ في قَنَادِيلِهِ[. أخرجه أبو داود .
1. (4633)- Meymune (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Ey Allah´ın Resûlü! dedim, bize Beytu´l-Makdis hakkında fetva verin!”
“Ona gidin, içinde namaz kılın!” buyurdular. -O zaman her tarafta savaş vardı. (Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu durumu nazar-ı itibara alarak sözlerini şöyle tamamladılar):- “Gidip, içinde namaz kılamıyorsanız, hiç olmassa kandillerinde yanacak zeytinyağı gönderin!” [Ebû Dâvud, Salât 14.] [554]
AÇIKLAMA:
Beytu´l-Makdis, bugün Mescid-i Aksa da denilen Kudüs´teki, İslam´ın üçüncü mabedidir. Resûlullah, yeryüzünde sadece üç mescid için seyahat yapılabileceğini söylemiştir. Ka´be, Mescid-i Nebevî ve Mescid-i Aksa, dünyanın diğer bütün camileri aynı değerde olurken, Kudüs mescidinin ayrıca zikri, onun faziletini ifade eder. O, bu fazileti tarihinden almaktadır. Zira Ka´be´den sona Allah´a ibadet için inşâ edilen ikinci mesciddir. Sahih rivayetlerde geldiğine göre, inşâ bakımından aralarında kırk yıllık zaman farkı mevcuttur.[555]
* VECC
ـ4634 ـ1ـ عن الزُّبَيْرِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ صَيْدَ وَجٍّ وَعَضَاهَهُ حَرَمٌ مُحَرَّمٌ للّهِ تَعالى[. أخرجه أبو داود.»وَجٌّ« واد بين الطائف ومكة. قال الخطابى: و أعلم لتحريمه معنى إ أن يكون على سبيل الحمى لنوع من منافع المسلمين، أو أنه حرم وقتاً مخصوصاً ثم أحلّ يدل على ذلك قوله في جامع ا‘صول قبل نزوله الطائف لحصار ثقيف: ثم عاد ا‘مر فيه الى ا“باحة .
1. (4634)- Hz. Zübeyr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Vecc (vadisin)in avı ve ağaçları haramdır. Allah için haram kılınmıştır.” [Ebû Davud, Menâsik 97, (2032).][556]
AÇIKLAMA:
1- Vecc, Mekke ile Taif arasında yer alan bir vadinin ismidir. Medine´nin haram ilan edilmesiyle ilgili açıklamanın sonunda belirttiğimiz üzere, Taifliler, sulh yoluyla gelip, İslam´a girme şartlarını pazarlık ederken, bir kısım kabul edilmesi imkansız olan birçok teklifleri ileri sürmüşlerdi. Bu tekliflerden biri de Taif´in haram ilan edilmesi idi. Resûlullah, onların makul tekliflerini kabul etmiş idi. İşte onlardan biri de bu idi. Hattabî: “Bu tahrimden bir mana çıkaramadım. Ancak, Müslümanların menfaatine bir davranış olan koruluk tesisi gayesini gütmüş olabilir” dedikten sonra şu yorumu da ilave eder: “Yahut da belli bir müddet haram kıldı, sonra bu yasağı kaldırıp helal kıldı.” Hattabî, kendisini bu ikinci ihtimali söylemeye sevkeden şeyin, hadisin sonunda yer alan bir açıklama olduğunu belirtir: “Vecc´in haram kılınma hadisesinin Taif´in muhasara edilmesinden önceye ait olduğu”dur. Buna dikkat çektikten sonra Hattabi: “Sonra oranın durumu tekrar mübahlığa rücû etmiştir” der.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın, Taif´i kuşatması sırasında Taiflilerin morallerini bozmak için ağaçların kesilmesi hususunda verdiği emri delil gösteren bazı şarihler, Vecc vadisinin, Taif´in muhasara edilmesinden önce haram edilmiş olma kaydını ihtiyatla karşılarlar. Zira, bu kayıt önce kaydettiğimiz üzere bilahare İslam´a girmek üzere gelen heyetin getirdiği tekliflerden bahseden rivayetlere de muhalefet etmektedir.
İmam-ı Şafii, Vecc vadisine “haram” demese de, av ve ağaç kesimine mekruh demiştir. Bazı Şafii fakihler bunu kerahet-i tahrimiye olarak yorumlamıştır. Fukaha umumiyetle sadece Mekke ve Medine´nin haram olduğuna hükmetmiş, hatta Ebû Hanîfe, Medine hakındaki haram hükmünü de kabul etmemiştir.[557]
* MESCİDÜ´L-AŞŞÂR
ـ4635 ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: إنَّ اللّهَ تَعالى يَبْعَثُ مِنْ مَسْجِدِ الْعَشَّارِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ شُهَدَاءَ َ يَقُومُ مَعَ شُهَدَاءِ بَدْرٍ غَيْرُهُمْ[. أخرجه أبو داود.وقال: »الْمَسْجِدُ با‘بُلَّهِ مِمَّا يَلِى النَّهْرَ« .
1. (4635)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim. Buyurmuştu ki:
“Allah Teala Hazretleri, Mescidu´l-Aşşâr´dan, kıyamet günü bir kısım şehidleri ba´s eder (yeniden diriltir) ki, Bedir şehidleriyle sadece onlar kalkar.” [Ebû Davud, Melahim 10, (4308).]
Ebû Dâvud der ki: “Mescidu´l-Aşşâr, Übülle´de (Fırat) nehrinin hemen yanındaki mesciddir.”[558]
AÇIKLAMA:
1- Rivayetin Ebû Dâvud´daki aslı biraz daha uzuncadır. Şöyle ki: İbrahim İbnu Salih İbni Dirhem babasından nakledyior: “Hacc yapmak niyetiyle gelmiştik. Bir adamla karşılaştık. (Tanışıp nereli olduğumuzu öğrenince): “Size yakın Übülle denen bir karye var değil mi ” dedi.
“Evet!” dedik. Bunun üzerine: “Sizden kim, oradaki Mescidü´l-Aşşâr´ da benim adıma iki veya dört rek´at namaz kılıp: “Bu Ebû Hüreyre içindir!” deme hususunda bana garanti verebilir” dedi ve açıkladı:
“Ben Halilim Ebû´l-Kasım (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim. Demişti ki: “Allah, kıyamet günü Aşşâr mescidinde öyle şehidler diriltecek ki, Bedir şehidleriyle onlardan başkası kalkamaz!”
2- Übülle, Basra´ya yakın deniz cihetinde bir karyedir. Mescid-i Aşşâr da, görüldüğü üzere kendisiyle teberrük edilen meşhur bir mesciddir.[559]
* BAZI NEHİRLER
ـ4636 ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: سَيْحَانُ وَجَيْحَانُ وَالْفُراتِ وَالنِّيلُ، كُلٌّ مِنْ أنْهَارِ الْجَنَّةِ[. أخرجه مسلم .
1. (4636)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil cennet nehirlerindendir.” [Müslim, Cennet 26, (2839).][560]
AÇIKLAMA:
Hadiste zikri geçen dört nehirden üç tanesi sevgili vatanımız Anadolu´dan çıkar ve kendi hudutlarımız dahilinde Akdeniz´e dökülür ve yurdumuza büyük bereket sağlar. Fırat, Doğu Anadolu topraklarından çıkarak Basra Körfezi´ne ulaşır. Nil-i mübarek Mısır topraklarına çöl ortasında hayat verdikten sonra Akdeniz´e ulaşır. Şârihlerimiz bunların “cennetten çıkmaları”nı iki surette açıklarlar:
* İslamiyet bu nehirlerin havzalarına ulaşmış, oralar İslam toprağı olmuştur. Dolayısıyla o nehirlerden içenler, istifade edenler, ehl-i iman olarak cennetliktirler.
* Diğer tevil, hadisin zahirine bakar. Bir başka yoruma hacet bırakmaz. Ehl-i Sünnet akidesine göre cennet, tıpkı cehennem gibi halen yaratılmış olarak mevcuttur. Ayrıca bir başka hadiste Resul-i Ekrem, bu mübarek nehirlere cenetten her an birer damla karıştığını ifade buyurmuştur.
Bediüzzaman bu meseleye “Öyle taşlar vardır, bağırlarından nehirler çağlar” (Bakara 74) ayetini açıklama sadedinde, bir başka açıklık getirir ve der ki:
“Bu fıkra ile dağlardan nebean eden Nil-i mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar harikanuma ve mucizevari bir surette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder ve onunla böyle bir manayı müteyakkız kalplere veriyor ki: “Şöyle azim ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü, faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahruti birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür´atli ve kesretli cereyanlarına muvazeneyi kabetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler ve kesretli mesarife karşı galiben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kafi varidat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları, âdi ve tabiî ve tesadüfi değildir. Belki pek harika bir surette Fatır-ı Zülcelâl, onları sırf hazine-i gayb´tan akıttırıyor.
İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için hadiste rivayet ediliyor ki: “O üç nehrin herbirine cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler” Hem bir rivayette denilmiş ki: “Şu üç nehrin menbaları cennettendir.” Şu rivayetin hakikatı şudur ki, madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kabil değildir. Elbette menbaları, bir alem-i gaybtadır ve gizli bir hazine-i rahmetten gelir ki, masarif ile vâridatın muvazenesi devam eder.” [561]
YEDİNCİ BAB:
MÜTEFERRİK AMEL VE FİİLLERİN FAZİLETLERİ
(Bu babta üç fasıl vardır)
*
BİRİNCİ FASIL
HUSUSİ SALAVATLARIN FAZİLETİ
*
İKİNCİ FASIL
HASTA ZİYARETİNİN FAZİLETİ
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
BAZI MÜŞTEREK VE MÜTEFERRİK HADİSLERLE FAZİLETİ BELİRTİLEN AMEL VE SÖZLER
BİRİNCİ FASIL
HUSUSİ SALAVATLARIN FAZİLETİ
ـ4637 ـ1ـ عن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: الصَّلَواتُ الْخَمْسُ، والْجُمُعَةُ الَى الْجُمُعَةِ، وَرَمَضَانُ الَى رَمَضَان: كَفَّارَاتٌ لِمَا بَيْنَهُنَّ مَا لَمْ تُغْشَ الْكَبَائِرُ[. أخرجه مسلم والترمذي .
1. (4637)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Beş vakit namaz, bir cuma namazı diğer cuma namazına, bir Ramazan diğer Ramazana hep kefarettirler. Büyük günah irtikab edilmedikçe aralarındaki günahları affettirirler.” [Müslim, Taharet 14, (223); Tirmizî, Salat 160, (214).][562]
AÇIKLAMA:
Bu ve benzeri pekçok hadis, kişinin abdest almak, günlük farzları eda etmek, cum´a namazlarını kılmak, Ramazan orucunu tutmak gibi amellerin arada işlenen küçük günahları affettireceğini beyan ediyor. Burada şöyle bir sual hatıra gelir: Günlük namazlar aradaki küçük günahları yevmî olarak affettirdiğine göre cumadan cumaya veya Ramazandan Ramazana günah kalmaz Veya hiç günah işlemeyen kimse olursa durum nedir Hadisi nasıl anlamalıyız Ulemâ, Nevevî´nin açıklamasına göre şöyle cevap vermiştir: Bu zikredilenlerden her biri, günah işlenmesi halinde kefaret olmaya elverişlidir. İşlenmediği takdirde kişinin sevabını artırır, büyük günahların cezasını hafifletir, kulun Allah nezdindeki derecesini yüceltir.[563]
ـ4638 ـ2ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ صَلّى الصُّبْحَ فَهُوَ في ذِمَّةِ اللّهِ، فََ يَتَّبِعَنَّكُمُ اللّهُ بِشَىْءٍ مِنْ ذِمَّتِهِ[. أخرجه الترمذي .
وزاد رزين: ]فإنَّهُ مَنْ يَطْلُبْهُ يُدْرِكُهُ ثُمَّ َ يُفْلِتْهُ[ .
2. (4638)- Yine Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Sabah namazını (cemaatle) kılan, Allah´ın garantisi altındadır. Sakın Allah, (ona verdiği garantisi sebebiyle) size bir ceza vermesin.”
Rezîn şunu ilave etti: “Kim bu garantiyi talep ederse onu elde eder ve bir daha da kaçırmaz.” [Tirmizî, Fiten 6, (2165).][564]
AÇIKLAMA:
Garanti diye tercüme ettiğimiz kelime zimmettir; uhde, eman gibi başka manalara da gelir. Hadis, “sabah namazını cemaatle kılan kimseye şu veya bu sebeple eza verilmemesini âmirdir. Siz ona eza verirseniz, karşınızda, onu garanti altına almış bulunan Allah´ı bulacaksınız” demektir.
Hadis, şu şekilde de anlaşılmaya uygundur: “Allah sabah namazını (cemaatle) kılana garanti vermektedir. Öyleyse sakın (namazı terketme sebebiyle) bu garantiden mahrum kalmayın, musibete maruz kalmayın.”[565]
ـ4639 ـ3ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ] قَالَ رَسُولُ اللّهِ # يَتَعاقَبُونَ فِيكُمْ مََئِكَةٌ بِاللَّيْلِ وَمََئِكَةٌ بِالنَّهَارِ، وَيَجْتَمِعُونَ في صََةِ الْفَجْرِ وَصََةِ الْعَصْرِ ثُمَّ يَعْرُجُ الَّذِينَ بَاتُوا فىكُمْ فيَسْألُهُمْ، وَهُوَ أعْلَمُ بِكُمْ، كَيْفَ تَرَكْتُمْ عِبَادِى فَيَقُولُونَ: تَرَكْنَاهُمْ وَهُمْ يُصَلُّونَ وَأتَيْنَاهُمْ وَهُمْ يُصَلُّونَ[. أخرجه الثثة والنسائي.»يَتَعَاقَبُونَ« أي تجئ طائفة بعد طائفة: أي إن مئكة الليل تصعد وتنزل مئكة النهار وبالعكس .
3. (4639)- Yine Ebu Hüreyre anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Gece ve gündüzde birkısım melekler nöbetleşe aranızda bulunurlar. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında toplanırlar. Sonra sizi geceleyin takip eden melekler (hesabınızı vermek üzere huzur-u İlahiye) yükselir. Sizi çok iyi bilen Allah, bu meleklere sorar: “Kullarımı nasıl bıraktınız ”
“Biz onları namaz kılıyorlarken bıraktık, biz onlara namaz kılarlarken vardık!” derler.” [Buharî, Mevâkitu´s-Salat 16, Bed´ü´l-Halk 6, Tevhid 23, 33; Müslim, Mesacid 210, (632); Muvatta, Kasru´s-Salat 82, (1, 170); Nesaî, Salat 21, (1, 240, 241).][566]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, birkısım meleklerin insanları gece ve gündüz nöbetleşe takip ettiklerini, insanı hiç yalnız bırakmadıklarını belirtmektedir. Ulemâ çoğunlukla bu meleklerin hafaza melekleri olduğunu söylemiştir. Başka melekler olabileceğini söyleyenler de olmuştur; Kurtubî bunlardandır. Bu meleklerin ayrı olduğunu söyleyenlere göre, hafaza melekleri insanın iyi ve kötü her hallerini yazarlar. Halbuki bu melekler insanların iyi hallerine muttali olmakta, namaz durumlarını Allah´a götürmektedirler. Böylece Cenab-ı Hakk´ın mü´min kullarına bir lütfu ve kerameti olarak o meleklerden insanların kötü halleri saklı kalmaktadır. Bu ifadede hafaza melekleri ile yazıcı meleklerin aynı melekler olduğu görüşü çıkmaktadır. Halbuki bunların aynı değil, ayrı olduklarını ifade eden hadisler var.
2- Meleklerin ikindi ve sabah vakitlerinde toplanmaları da mü´min kullara bir lütuf olmaktadır. Çünkü her seferinde namaz halinde görerek Allah´ın huzurunda öyle şehadette bulunurlar.
3- Meleklerin münavebesi şöyle açıklanmıştır: Bir kısım melekler ikindileyin iner. Bunlar ertesi sabaha kadar kalırlar. Sabahleyin ikinci grub iner ve her iki grup biraraya gelirler. Sonra geceyi mü´minlerle geçiren grup semaya çekilir. İkinci gelenler ikindiye kadar yeryüzünde kalırlar. İkindi olunca başka bir melek taifesi iner ve yeryüzündeki meleklerle ikindi namazında buluşurlar. Her iki grup bir müddet beraber olurlar. Sonra biri sabah namazında semaya çıkar. Bu suretle ikindide iniş, sabahda da çıkış olmak suretiyle münavebe devam edip gider.
4- Meleklerin sabah ve ikindi vakitlerinde gelmeleri, onların vakitli geldiğini ifade eder. Öyleyse ilk vakitlerinde gelmeleri esastır. Hadislerde en efdal namazın ilk vaktinde kılınan namaz olduğu belirtildiğine göre, bu namazların meşhûd olması için ilk vaktinde ve cemaatle kılınmaya teşvik vardır.
5- Sabah ve ikindi vakitleri daha şerefli; o vakitte kılınan namazlar daha sevaplıdır. [567]
ـ4640 ـ4ـ وعن عَمّارة بْنِ رؤيبة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: لَنْ يَلِجَ النَّارَ أحَدٌ صَلّى قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا يَعْنِى الْفَجْرَ وَالْعَصْرَ[. أخرجه مسلم وأبو داود والنسائي .
4. (4640)- Ammâre İbnu Rueybe (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Güneşin doğmasından ve batmasından önce namaz kılan hiç kimse ateşe girmeyecektir. -Burada sabah ve ikindi namazları kastedilir.-” [Müslim, Mesacid 213, (634); Ebu Davud, Salat 9, (427); Nesâî, Salat 21, (1, 241).][568]
AÇIKLAMA:
Bu hadis hakkında Azîmâbâdî şu açıklamayı sunar: “Resûlullah sabah ve ikindiyi zikretti. Zira sabah uyku zamanıdır, ikindi de ticari meşguliyet vaktidir. Kim bu iki namaza, söylenen meşguliyetlere rağmen devam ederse, diğerlerine de devamlı olacağı anlaşılır. Namazın insanı kötülüklerden menedeceği Kur´anî ihbardır. Keza bu iki vakit meleklerce meşhuddur; gece melekleri ve gündüz melekleri o namazlarda hazır olarak şehadette bulunurlar ve kulun amellerini Allah´a çıkarırlar. Böylece bunlar, başka günahlara da kefaret teşkil edip kişinin mağfur olmasını ve cennete gitmesini temin etmiş olur.”[569]
ـ4641 ـ5ـ وعن معاذ بن أنس الجُهَنِى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # مَنْ قَعَدَ في مُصََّهُ حِينَ يَنْصَرِفُ مِنْ صََةِ الصُّبْحِ حَتّى يُسَبِّحَ رَكْعَتِى الضُّحى، َ يَقُولُ إَّ خَيْراً غَفرَ اللّهُ لَهُ خَطَايَاهُ وَإنْ كَانَتْ أكْثَرَ مِنْ زَبَدِ الْبَحْرِ[. أخرجه أبو داود.»التَّسْبِيحُ« هاهنا: صة النافلة .
5. (4641)- Muaz İbnu Enes el-Cühenî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim sabah namazından çıkınca, iki rekatlik kuşluk namazını kılıncaya kadar hayırdan başka bir şey söylemeden namaz kıldığı yerde oturur beklerse, Allah onun günahlarını, denizin köpüğü kadar çok da olsa bağışlar.” [Ebu Davud, salat 301, (1287).] [570]
AÇIKLAMA:
Rivayette Ebu Davud´un teferrüd ettiği bu hadiste, sabah namazını kıldıktan sonra kuşluk vaktine kadar yerinde kalmak tavsiye edilmektedir. Bilhassa amelde bulunmamak ve hayırlı olmayan sözlerden kaçınmak esastır. Sadece sevap terettüp edecek sözlerle iktifa edilecektir.
Alimler, affı vaadedilen günahların küçük günahlar olduğunu, büyük günahların affının da muhtemel bulunduğunu belirtirler.[571]
ـ4642 ـ6ـ وعن أم حبيبة رَضِيَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا مِنْ عَبْدٍ مسلم يُصلّى للّهِ كُلَّ يَوْم ثِنْتَىْ عَشْرَةَ رَكْعَةً مِنْ غَيْرِ الْفَرِيضَةِ إَّ بَنَى اللّهُ لَهُ بَيْتاً في الْجَنَّةِ قَالَتْ: فَمَا تَرَكْتُهَا مُنْذُ سَمِعْتُهَا مِنْ رَسُولِ اللّهِ #[. أخرجه الخمسة إ البخاري .
6. (4642)- Ümmü Habibe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim hergün farzlar dışında on iki rekat (nafile) kılarsa Allah onun için cennette mutlaka bir ev inşa eder.
“Ümmü Habibe der ki: “Bunu Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´dan işittiğim günden beri bu namazları terketmedim.” [Müslim, Müsafirin 103, (728); Ebu Davud, Salat 290, (1250); Tirmizî, Salat 306, (415); Nesâî, Kıyâmu´l-Leyl 66, (3, 261).][572]
AÇIKLAMA:
Burada kastedilen on iki rekat, farzlarla birlikte kılınan nafilelerdir. Bunlara revatib denir. Tirmizî ile Nesâî´nin rivayetlerinin sonunda: “Öğleden önce dört, sonra iki; akşam namazından sonra iki, yatsı namazından sonra iki, sabah namazından evvel iki” diye döküm yapılır.
Bu sayılanlar biz Hanefilerin kılmakta olduğumuz revatibten biraz ayrılmaktadır. Çünkü biz ikindiden önce dört, yatsıdan önce de dört daha kılmaktayız. Hemen belirtelim ki revatib nafileleri hususunda farklı rivayetler gelmiştir. Ebu Hanife´nin tercihi başka rivayetlere dayanır. Bu hususlar kitabımızın namazla ilgili bölümünde yeterince açıklandığı için burada teferruata girmeksizin kitaplarda gelen farklı rivayetlere dikkat çekeceğiz:
* Taberânî´nin Mucemu´l-Kebir´inde gelen bir rivayette “ikindiden evvel iki, yatsıdan sonra da iki” denmiştir.
* Ebu Davud ve Sahiheyn´in bir rivayetinde ikindiden önce iki rekatin zikri geçer.
* Ebu Davud´la Tirmizî´nin bir tahricinde “İkindiden evvel dört rek´at namaz” tavsiye edilmiştir.
* Yine Ebu Davud ve Tirmizî´nin bir başka tahriclerinde “öğleden önce dört, öğleden sonra dört rek´at nafile” mevzubahis edilmiştir.
* Buharî´nin bir rivayetinde, akşamdan önce nafile kılmak tavsiye edilmektedir.
* Bir başka rivayette ezanla kaamet arasında bir nafile kılınması irşad-ı nebevî olmaktadır.
Nevevî´nin belirttiği üzere, akşamdan öneki nafile hususunda münakaşa edilmişse de, diğerleri ulema tarafından amele esas yapılmaktadır. Revatib sünnetlerinde farklı rakamların varlığı, bu meselede ruhsata hamledilmiştir. Dileyen fazla kılar, dileyen asgari ile yetinir. En az miktarındakini yapmakla sünnet yerine gelirse de, kemal isteyen fazlasını yapar.[573]
ـ4643 ـ7ـ وعن زيد بن خالد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ تَوضّأَ فأحْسَنَ وُضُوءَهُ ثُمَّ صَلّى رَكْعَتَيْنِ َيَسْهُو فِيهِمَا غَفَرَ اللّهُ لَهُ مَا تَقَدّمَ مِنْ ذَنْبِهِ[. أخرجه أبو داود .
7. (4643)- Zeyd İbnu Halid (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim güzelce abdest alır, sonra da iki rek´at namaz kılar ve namazında gaflete yer vermezse Allah, (seğâirden olan) geçmiş günahlarını mağfiret buyurur.” [Ebu Davud, Salat 162, (905).] [574]
ـ4644 ـ8ـ وعن سعيد بن المسيب رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْمُنَافِقِينَ شُهُودُ الْعِشَاءِ وَالصُّبْحِ، َ يَسْتَطِيعُونَهُمَا[. أخرجه مالك.
8. (4644)- Said İbnu´l-Müseyyeb (rahimehullah) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bizimle münafıklar arasında yatsı ve sabah namazlarında hazır bulunma farkı vardır. Onlar bu iki namaza muktedir olamazlar.” [Muvatta, Salatu´l-Cema´a 5, (1, 130).][575]
ـ4645 ـ9ـ وعن زيد بن ثابتٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: صََةُ الْمَرْءِ في بَيْتِهِ أفْضَلُ مِنْ صََتِهِ في مَسْجِدِى هذا إَّ الْمَكْتُوبَةَ[. أخرجه ا‘ربعة إ النسائي .
9. (4645)- Zeyd İbnu Sabit (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kişinin evindeki namazı, benim şu mescidimde kılacağı namazdan efdaldir; tabii ki farzlar hariç.” [Ebu Davud, Salat 205, (1044), 340, (1447); Tirmizî, Salat 331, (450); Muvatta, Salatu´l-Cemâ´a 4, (1, 130).][576]
AÇIKLAMA:
1- Kişinin evindeki nafilenin başka yerde, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevî, Mescid-i Aksa bile olsa, kılacağı namazdan efdal olması şu hususlardan ileri gelir:
* Riyadan uzaktır, öbürüne riya karışabilir.
* Ev halkının görüp namaza teşvik ve tedribi var.
* Ev böylece mübarek kılınır ve rahmetin inmesine vesile olur.
* Eve melekler iner, şeytan kaçar.
2- Ancak ashabu´ş-Şafiî, hadisin âmm hükmünden bazı nafileleri istisna tutarlar ve onların evin haricinde kılınmasının efdal olacağını söylerler: Cemaatle kılınması gereken bayram namazları, küsuf ve hüsuf namazları, istiska namazı, tahiyyetu´lmescid, tavafın sonunda kılınan iki rek´at, keza ihram giyilince kılınan iki rek´at namaz.
3- Alimler bu hükmün erkeklerle ilgili olduğunu da belirtirler. Çünkü farz da olsa kadınların namazlarını evlerinde kılması efdal kabul edilmiştir; “…kendilerine bazı cemaatlere katılma izni verilmiş olsa bile” denir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur: “Kadınlarınız, gece bile mescide gitme izni isteseler izin verin. Ancak evleri onlar için daha hayırlıdır.”[577]
ـ4646 ـ10ـ وعن عبد الواحد بن زياد يرفعه قال: ]صََةُ الرَّجُلِ في الْفََةِ إذَا أتَمَّهَا تُضَاعَفُ عَلى صََتِهِ في الْجَمَاعَةِ[. أخرجه رزين .
10. (4646)- Abdülvahid İbni Ziyad merhum, merfu olarak şunu rivayet etmiştir: “Kişinin çölde kılacağı namazı, tamamladığı takdirde cemaatle kılacağı namazdan efdaldir.” [Rezin tahric etmiştir. Hadis, Ebu Davud´da gelmiştir. (Salat 49, (560).]
Ebu Davud bu hadisi, Ebu Saidi´l-Hudrî´den kaydettiği şu hadisin arkasından rivayet eder: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Cemaatle kılınan namaz yirmi beş namaza bedeldir. Kişi (cemaatle yolculuk sırasında) çölde kılar da rükû ve secdelerini tam yaparsa, o zaman (sevabı) elli misline ulaşır.”[578]
AÇIKLAMA:
Bu hadis, yolculuk sırasında cemaatle namaz kılmanın faziletini nazara vermektedir. Çünkü meşakkat sebebiyle yolcudan namazını cemaatle kılması ısrar edilmemiştir. O, buna rağmen cemaatle kılar ve tadil-i erkana da riayet ederse, normal zamanki cemaatten bir kat fazla sevaba nail olacaktır. Hadiste, rükû ve sücudun üzerinde durularak tam yapılmasının hatırlatılması, yolculuk halinde biraz acele ile hafifletme durumu olduğundandır. Acele yapıldığı takdirde ta´dil-i erkana riayet edilmeyerek rükünler eksik kalacak ve gerçek sevab elde edilemeyecektir. Şu halde namazda ta´dil-i erkan ve cemaat, hangi şartlarda olursa olsun, namazın kıymetini artıran hususlardır.[579]
ـ4647 ـ11ـ وعن ابن عُمَرَ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: صََةُ الْجَمَاعَةِ أفْضَلُ مِنْ صََةِ الْفَذِّ بِسَبْعٍ وَعِشْرينَ دَرَجَةً، وَرُوِيَ بِخَمْسٍ وَعِشْرِينَ[. أخرجه الستة إ أبا داود .
11. (4647)- İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cemaatle kılınan namaz münferid kılınan namazdan yirmi yedi derece üstündür.” -“Yirmi beş derece” diye de rivayet edildi.-” [Buharî, Ezan 30, 31; Müslim, Mesacid 249, (650); Muvatta, Cemâ´a 1; Tirmizî, Salat 161, (215); Nesâî, İmamet 42, (2, 103).][580]
ـ4648 ـ12ـ وعن أبي الدَّرداءِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا مِنْ ثََثَةٍ في قَرْيَةٍ وََ بَدْوٍ َتُقَامُ فِيِهِمْ الْصََّةُ إَّ قَدِ اسْتَحْوَذَ عَلَيْهِمْ الْشَّيْطَانُ، فَعَلَيْكُمْ بِالْجَمَاعَةِ[. أخرجه أبو داود والنسائي.وزاد رزين: ]وَإنَّ ذِئْبَ ا“نْسَانِ الشَّيْطَانُ، إذَا خََ بِهِ أكَلَهُ[.»ا“ستحواذُ« استيء على الشئ والغلبة .
12. (4648)- Ebu´d-Derda (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Köyde olsun, kırda olsun üç kişi olur da orada cemaatle namaz kılınmazsa, şeytan onlara galebe çalmış demektir. Size cemaatle namaz kılmanızı tavsiye ederim.” [Ebu Davud, Salat 47, (547); Nesâî, İmamet 48, (2, 106).]
Rezîn şu ziyadede bulunmuştur: “Zira insanın kurdu şeytandır. Onu yalnız yakaladı mı yer.”[581]
ـ4649 ـ13ـ وعن أبى سعيدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]جَاءَ رَجُلٌ، وَقَدْ صَلّى رَسُولُ اللّهِ #، فَقَامَ يُصَلِّى. فَقَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أَ رَجُلٌ يَتْجُرُ عَلَى هذَا فَيُصَلِّي مَعَهُ. فَقَامَ رَجُلٌ فَصَلّى مَعَهُ[. أخرجه أبو داود والترمذي.»يَتجرُ« بفتح المثناة تحت وباسكان المثناة فوق وضم الجيم: أى يحصل لنفسه بالصة معه مكسباً من الثواب .
13. (4649)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), namazı kılıp bitirdikten sonra bir adam gelip namaza durdu. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Şununla namaza durup ticaret yapacak kimse yok mu ” buyurdular. Bunun üzerine bir adam kalkıp onunla (ona uyarak) namaz kıldı.” [Tirmizî, Salât 164, (220); Ebu Davud, Salat 56, (574).][582]
AÇIKLAMA:
Hadisin Ebu Davud´daki veçhinde Aleyhissalâtu vesselâm: “Şu adamla namaz kılıp ona tasaddukta bulunacak yok mu ” buyurmuş olmalı. Böylece onun cemaat sevabına kavuşmasını sağlayarak bir nevi sadakada bulunmuş olacağı ifade ediliyor. Zira yalnız kılsaydı tek sevab elde edecekken, cemaatle kılınca yirmi altı kat daha ilave etmiş olacaktır.
Bu hadisten, bir kısım ulemâ, cemaatle namaz kılınan bir mescidde tekrar cemaat yapılabileceğine hükmetmiş; bunun caiz olduğu hükmünü çıkarmıştır. Şafiî, Malik, Süfyan, İbnu´l-Mübarek ise, bir camide cemaat yapılmışsa, ondan sonra münferid kılmak gereğine hükmetmişlerdir.[583]
ـ4650 ـ14ـ وعن عُثمان رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ صَلّى صََةَ الْعَشَاءِ في جَمَاعَةٍ فَكأنَّمَا قَامَ نِصْفَ اللَّيْلِ، وَمَنْ صَلّى الصُّبْحَ في جَمَاعَةٍ فَكَأنَّمَا قَامَ اللَّيْلَ كُلَّهُ[. أخرجه مسلم ومالك وأبو داود والترمذي .
14. (4650)- Hz. Osman (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim yatsı namazını cemaatle kılarsa sanki gecenin yarısını ihya etmiş gibidir. Kim de sabahı da cemaatle kılmışsa gecenin tamamını ihya etmiş gibidir.” [Müslim, Mesacid 260, (5656); Muvatta, Cema´at 7, (1, 132); Ebu Davud, Salat 18, (555); Tirmizî, Salat 165, (221).][584]
AÇIKLAMA:
1- Geceyi ihya etmek, namazla, zikirle ibadetle geçirmektir. İlmî meşguliyetle geçirmek de ihyadan sayılmıştır. Hatta ibadetle geçirmekten de efdal olacağı söylenmiştir.
2- Sabah ve yatsı namazlarını cemaatle kılmanın geceyi ihya yerine geçmesi, yatsı ve sabahın cemaatle kılınmasında hasıl olacak sevabın gece boyu kılınacak namazla elde edilecek sevaba eşit olduğunu ifade eder. Hem cemaate katılan, hem de geceyi ihya eden, elbette kat kat sevaba nail olur. Şu halde yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılmak gece ihyasının bir nevi sayılmalıdır. [585]
ـ4651 ـ15ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّه #: مَنْ صَلّى أرْبَعِينَ يَوْماً في جَمَاعَةٍ، لَمْ تَفُتْهُ تَكبيرةُ اِحْرَامِ كُتِبَ لَهُ بَرَاءَتَانِ: بَرَاةٌ مِنَ النَّارِ، وَبَرَاءَةٌ مِنَ النِّفَاقِ[. أخرجه الترمذي .
15. (4651)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim kırk gün, iftitah tekbirini kaçırmadan cemaatle namaz kılarsa, kendisine iki berâet yazılır; ateşten berâet, nifaktan berâet.” [Tirmizî, Salat 178, (241).][586]
ـ4652 ـ16ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: ا“مَامُ ضَامِنٌ، وَالْمُؤَذِّنُ مُؤتَمَنٌ. اللّهُمَّ أرْشِدِ ا‘ئِمَّةَ، وَاغْفِرْ لِلْمُؤَذِّنِينَ[. أخرجه أبو داود والترمذي.قوله »ضَامِنٌ« أى إن صة المقتدين به في عهدته، وصحتها مقرونة بصحة صته فهو ضامن لهم صحة صتهم.و»الْمُؤَذِّنُ مُؤْتَمَنٌ« القوم الذين يتقون به ويأتمنون على أوقات صتهم وصيامهم .
16. (4652)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“İmam zâmin, müezzin de mü´temendir. Allahım, imamları irşad et, müezzinlere de mağfiret buyur.” [Ebu Davud, Salat 32, (517); Tirmizî, Salat 153, (207).][587]
AÇIKLAMA:
1- İmamın zamin olması, kendine uyanların namazı onun uhdesindedir. Namazların sıhhati, onun namazının sıhhatine tabidir. Öyleyse imam, cemaatinin namazlarının sıhhatini garanti etmiş olmaktadır. Müezzin mü´temen olması, cemaatin namaz vakitlerinde ona güvenmesidir. Öyleyse onlar da oruç ve namazların vakitlerinde halkın itimad ettiği kimselerdir. [588]
ـ4653 ـ17ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: صََةُ الرَّجُلِ في جمَاعَةٍ تُضَعَّفُ عَلى صَتِهِ في بَيْتِهِ وفي سُوقِهِ خَمْساً وعِشْرِينَ ضِعْفاً. ،ذلِكَ أنَّهُ إذا تَوَضأ فأحْسَنَ الْوُضُوءَ ثُمَّ خَرَجَ الى الْمَسْجِدِ، َ يُخْرِجُهُ إَّ الصََّةُ، لَمْ يَخْطُ خَطْوَةً إَّ رُفِعَتْ لَهُ بِهَا دَرَجَةٌ وَحُطّ عَنْهُ بِهَا خَطِيئَةٌ. فإذَا صَلّى لَمْ تَزَلِ الْمََئِكَةُ تُصَلّى عَلَيْهِ مَا دَامَ في مُصََّهُ اللَّهُمَّ صَلّ عَلَيْهِ، اللّهُمَّ ارْحَمهُ. اللّهُمَّ تُبْ عَلَيْه. مَالَمْ يُؤْذِ فيهِ، مَالَمْ يُحْدِثْ، قِيلَ مَا يُحْدِثُ قَالَ أبُو هُريْرة: مَالَمْ يَفْسُ أوْ يَضْرُطْ، وََ يَزَالُ أحَدُكُمْ في صََةٍ مَا انْتَظرَ الصََّةَ[. أخرجه الستة إ النسائي .
17. (4653)- Yine Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kişinin cemaatle kıldığı namaz, evinde ve işyerinde kıldığı namazından yirmi beş kat daha sevablıdır. Çünkü, güzelce abdest alır, mescide gider. Bu gidişte gayesi sadece ve sadece namazdır. Her adım atışında bir derece yükseltilir, günahından da biri dökülür. Namazını kılınca, namazgahında kıldığı müddetçe melekler ona mağfiret duasında bulunur ve: “Allahım ona mağfiret et, Allahım ona rahmet et, Allahım onun tevbesini kabul et” derler. Bu kimseye, orada eza vermedikçe, hadeste bulunmadıkça böyle devam eder.”
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)´a: “Hadeste bulunması ne demek ” diye sorulmuştu: “Sesli veya sessiz yel bırakmadıkça!” diye açıkladı. “Sizden biri, namazı beklediği müddetçe namazdadır.” [Buharî, Ezan 30, Salat 87, Büyû 49; Müslim, Mesâcid 246, (649); Muvatta, Taharet 33, (1, 33); Ebu Davud, Salat 49, (559); Tirmizî, Salat 423, (603).][589]
ـ4654 ـ18ـ وعن سعيدٍ بن الْمُسَيّب قال: ]احْتَضَرَ رَجُلٌ مِنَ ا‘نْصَارِ. فقَالَ: إنِّى مُحَدِّثُكُمْ حَدِيثاً مَا أُحَدِّثُكُمُوهُ إَّ احْتِسَاباً.
سَمِعْتُ رَسُولَ اللّهِ # يَقُولُ: إذَا تَوَضّأ أحَدُكُمْ فَأحْسَنَ الْوُضُوءَ. ثُمَّ أتَى الى الصََّةِ لَمْ يَرْفَعْ قَدَمَهُ الْيُمْنى إَّ كَتَبَ اللّهُ لَهُ بِهَا حَسَنةً، وََ وَضَعَ قَدَمَهُ الْيُسْرَى إَّ حَطَّ عَنْهُ سَيِّئَةً فَلْيُقَرِّبْ أوْ لِيُبَعِّدَ. فإنْ أتَى الْمَسْجِدَ فَصَلّى في جَمَاعَةٍ غُفِرَ لَهُ، وَاِنْ أتَى الْمَسْجِدَ وَقَدْ صَلّوا بَعْضاً وَبَقِىَ بَعْضَ صَلّى مَا أدْرَكَ وَأتَمَّ مَا بَقِىَ، كَانَ كَذلِكَ. فَإنْ أتَى الْمَسْجِدَ وَقَدْ صَلّوا فَصَلّى وَأتَمَّ الصََّةَ كَانَ كذلِكَ[. أخرجه أبو داود .
18. (4654)- Said İbnu´l-Müseyyeb (rahimehullah) anlatıyor: “Ensardan biri ölmek üzere idi. Dedi ki: “Size bir hadis rivayet edeceğim. Bunun da sadece sevap ümidiyle yapacağım. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işittim, şöyle buyurmuştu:
“Biriniz abdest alır ve abdestini güzel yapar sonra da namaza giderse, sağ adımını her atışta, bu adım sebebiyle Allah mutlaka ona bir sevap yazar; sol adımını attıkça da her seferinde mutlaka bir günahını döker. -Öyleyse (mescide) yaklaşsın veya uzaklaşsın- mescide gelir ve cemaatle namazını kılarsa mağfirete mazhar olur. Mescide geldiğinde namazın birkaç rek´ati kılınmış; birkaç rek´ati kalmış ise yetiştiğini cemaatle kılıp, kaçırdıklarını da tamamlamışsa, keza mağfirete mazhar olur. Eğer mescide geldiğinde namazı kılınmış bulur ve tek başına tamamlarsa yine mağfirete mazhar olur.” [Ebu Davud, Salat 51, (563).][590]
ـ4655 ـ19ـ وعن أبى أُمَامة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسولُ اللّهِ #: مَنْ خَرَجَ مِنْ بَيْتِهِ مُتَطَهِّراً الى الصََّةِ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ أجْرُهُ كَأجْرِ الْحَاجِّ الْمُحْرِمِ، وَمَن خَرَجَ الى تَسْبِيحَةِ الضُّحى َ يُنْصِبُهُ إَّ ذلكَ كَانَ كَأجْرِ الْمُعْتَمَرِ، وَصََةٌ على إثْرِ صََةٍ َلَغْوَ بَيْنَهُمَا كِتَابٌ في عِلِّيِّينَ[. أخرجه أبو داود.»النَّصْبُ« التعب.
و»اللَّغْوُ« الهذر من القول. و»عِلِّيِّينَ« أعلى مكان في الجنة .
19. (4655)- Ebu Ümâme (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim evinden temizlenmiş olarak farz namaz için çıkarsa, onun ecri, tıpkı ihrama girmiş hacının ecri gibidir. Kim de kuşluk namazı için çıkar ve sırf bu maksadla yorulursa onun ücreti de umre yapanın ücreti gibidir. Namaz kıldıktan sonra araya lağv (dünyevî kelam) sokmadan kılınan ikinci namaz, İlliyyîn (denen cennetin yüce makamın)da yazılıdır.” [Ebu Davud, Salat 49, (558).][591]
AÇIKLAMA:
1- Aliyyu´l-Kârî, namaza gidenle hacca giden arasındaki benzerliğin, sevabın azlığı, çokluğu veya kemiyet ve keyfiyet cihetiyle olmadığını, bilakis bu benzerliğin evden çıkıştan itibaren geri dönünceye kadar her ikisinin de ibadet sayıldığı ve geçirilen her anın sevaba vesile olduğu cihetiyle olduğunu belirtir. Çünkü, daha önce de kaydedilen bazı hadislere göre, kişi eve dönünceye kadar geçen vaktin belli bir cüzünde namaz kılsa da bütün vakit ibadet etmiş gibi vesile-i sevabtır. Hacc da böyle; hacı adayı asıl haccını Arafat´ta geçrekleştirmiş olsa bile, evden çıktıktan dönünceye kadar geçen zamanı hep hacc sevabına vesiledir.
2- Hadiste, keza ihramla temizlik arasında da benzerlik kurulmaktadır: Bu benzerlik haccın ihramsız, namazın da abdestsiz sahih olmaması sebebiyle. Keza hacı ihramlı oldu mu sevabı daha çok olmaktadır. Namaza giden de abdestli çıktı mı, sevabı çok olmaktadır.
3- Hadiste, kuşluk namazı, tesbîhu´dduha yani kuşluk tesbihi olarak ifade edilmiştir. Başka hadislerde de nafile namazlarının tesbih veya sübha kelimesiyle ifade edildiği görülür. Bunun sebebi farz ve nafile namazlarda tesbihlerin sünnet olması sebebiyledir. Sanki, nafileye tesbih denmesi, vacib olmamakla zikre benzemesi sebebiyledir.
4- Aliyyu´l-Kârî´ye göre, bu rivayetin sahih olması halinde, hadis metni, kuşluk namazı için çıkmanın efdaliyetine değil, cevazına delalet eder. Yahut hadis, evi olmayana veya meskende meşguliyeti olana hamledilir. Hadiste asla “mescid” kelimesinin zikredilmemiş olması gözönüne alınınca, mananın şöyle olması gerekir. “Kim, kuşluk namazına gitmek üzere dünyevî meşguliyetini terkederek evinden veya işyerinden veya meşguliyetinden çıkarsa… ecri, umre yapanın ecri gibidir.”
5- Kuşluk namazının İlliyîne yazılması, onun sevab ve derecesinin yüceliğine alamettir. Çünkü İlliyîn, ebrar olanların amellerinin yazıldığı divanın alem ve ünvanıdır. Nitekim ayet-i kerimede: “İhlas ile kulluk edenler ise İlliyînde kayıtlıdır, İlliyyînin ne olduğunu bilir misin O apaçık yazılmış bir kitaptır” (Mutaffifin 18-20) buyrulur.
İlliyyîn (veya illiyyûn) kelimesi yükseklik manasına gelen ulüvv´den gelir; iliyy kelimesinin cem´idir. Cennetteki en yüce makamın ismidir. Mezkur divanın da böyle tesmiyesi, namazın tekrimen yedinci semaya yükseltilmiş olmasından ve bir de en yüce derecelere çıkmaya sebep olmasındandır.
Bazı alimler: “Hadiste, namazların arasına namaza münafi bir şey sokmadan kılmaya devam etmenin kişiye en yüce, en şerefli mertebeyi kazandıracağı ifade edilmektedir. Bu durum İlliyyûn kelimesiyle kinaye edilmektedir” demiştir.
Bazı alimler İlluyyûn için: “Yedinci semanın ismidir” derken, diğer bazıları: “Salihlerin amellerinin yazıldığı hafaza meleklerinin divanıdır” demiştir.[592]
ـ4656 ـ20ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]أرَادَ بَنُو سَلِمَةَ أنْ يَتَحَوَّلُوا الى قُرْبِ الْمَسْجِدِ. فقَالَ رَسولُ اللّهِ #: أَ تَحْتَسِبُونَ آثَارَكُمْ فَأقَامُوا[. أخرجه البخاري.»اِحْتِسَابُ« ادّخار ا‘جر عنداللّهِ بفعل الخير. و»اŒثار« آثار مشيهم .
20. (4656)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Benî Selime yurtlarını bırakarak Mescid-i Nebeviye yakın bir yere gelip yerleşmek istediler. (Durumdan haberdar olan) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“(Yürüdüğünüz zamanki) adımların sevabını hesaba katmıyor musunuz ” dedi. Bunun üzerine yerlerinde kaldılar.” [Buharî, Fezâilu´l-Medine 11, Ezan 33.] [593]
AÇIKLAMA:
1- Hadisin, İbnu Hacer tarafından kaydedilen muhtelif vecihleri, Ensardan Benî Selime denen oldukça büyük bir grup, evlerinin mescidden bir mil kadar uzaklığı sebebiyle namaza gidipgelme hususunda ortaya çıkan zorluğu bertaraf etmek için, mescide yakın bir yere gelip oraya yerleşmek isterler. Resûlullah: “Medine´nin evlerinin boş terkedilmesini istemediği için” buna izin vermez. Aksi takdirde kenar mahalleler, evlerini terkederek merkeze yaklaşacak, böylece bir kısım yerler harabe ve viraneye dönecekti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu önlemek maksadıyla, mescide gelebilmek için ne kadar çok adım atılırsa o kadar fazla sevap kazanılacağını hatırlatarak bunu önlüyor. Hadiste geçen asar (= izler) kelimesiyle adımların kastedildiği belirtilmiştir. Buhârî, sadedinde olduğumuz hadisi, İhtisabu´l-âsar (adımlardan sevabını hesaba katmak) şeklinde bir başlık altında sunmakla “Onların sağken yaptıkları ile arkadan bıraktıklarını (âsarlarını) zayi etmeyip kaydeden biziz” (Yasin 12) ayetinin Benî Selime hadisesi üzerine nazil olduğu kanaatini izhar etmiştir.
2- Bu hadis, iyi ameller ihlasla yapıldığı takdirde o amelin icrası için atılan her adımın sevap vesilesi olduğuna delalet etmektedir. Hadiste, bir başka menfaat olmadığı takdirde mescide yakın oturmanın müstehab olduğu hükmü de görülmüştür. Nitekim Resûlullah Benî Selime´yi niyyetleri sebebiyle reddetmemiş, bir başka maslahat zikretmiştir. Mescide gidişgelişte attıkları adımlar, uzaklıktan doğan mahzuru telafi edecek ve hatta yakınlığın faziletini geçebilecektir. Alimler, mescide yakın olan mı, uzak olan mı efdal diye ihtilaf etmiştir. Taberî, müsavat olduğu kanaatindedir.[594]
ـ4657 ـ21ـ وعن بُريدةٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: بَشِّرِ المَشَّائِينَ في الظُّلَمِ الى الْمَسَاجِدِ بِالنُّورِ التَّامِّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه أبو داود والترمذي .
21. (4657)- Hz. Büreyde (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Karanlıkta mescide gidenlere kıyamet günü tam bir nura kavuşacaklarını müjdele!” [Ebu Davud, Salat 50, (561); Tirmizî, Salat 165, (223).] [595]
İKİNCİ FASIL
HASTA ZİYARETİNİN FAZİLETİ
ـ4658 ـ1ـ فيه حديثٍ عليّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: ]مَا مِنْ رَجُلٍ يَعُودُ مَرِيضاً مُمْسِياً[ .
1. (4658)- Hz. Ali (radıyallahu anh) diyor ki: “Bir hastayı akşamleyin ziyaret eden hiçbir kimse yok ki beraberinde kendisine sabaha kadar istiğfar edecek yetmiş bin melekle çıkmış olmasın. Ayrıca onun cenette bir bahçesi de vardır. Kim de hasta ziyaretine sabahleyin gelirse onunla birlikte yetmiş bin melek çıkar, akşam oluncaya kadar ona istiğfar ederler. Onun da cennette bir bağı vardır.” [Ebu Davud, Cenaiz 7, (3098, 3099), 3100).][596]
ـ4659 ـ2ـ وحديثَ أنسٍ: ]مَنْ تَوَضّأ فَأحْسَنَ الْوُضُوءَ وَعَادَ أخَاهُ الْمُسْلِمَ[ .
2. (4659)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim güzel bir şekilde abdest alır, Müslüman kardeşine, sevap düşüncesiyle hasta ziyaretinde bulunursa, cehennemden yetmiş yıllık yürüme mesafesi uzaklaştırılır.”
Sabit dedi ki: “Ey Ebu Hamza, harîf nedir ” diye Enes´ten sordum. Bana: “Yıl!” diye cevap verdi.” [Ebu Davud, Cenaiz 7, (3098).][597]
ـ4660 ـ3ـ وحديثَ أبي هريرة: ]مَنْ عَادَ مَرِيضاً أوْ زَارَ أخاً لَهُ في اللّهِ[.وتقدمت هذه احاديث في كتاب الصحبة من حرف الصاد في الفصل الثاني عشر منه في عيادة المريض وفضلها.
3. (4660)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim bir hastaya veya bir din kardeşine Allah rızası için ziyarette bulunursa, bir münadi ona nida eder: “(Dünyada da ahirette de) iyi olasın, (ahiret yolculuğun da) iyi olsun. (Bu davranışınla) cennette bir ev hazırladın!” der.” [Tirmizî, Birr 64, (2009); İbnu Mâce, (Cenâiz 2, (1443).] [598]
ÜÇÜNCÜ FASIL
BAZI MÜŞTEREK VE MÜTEFERRİK HADİSLERLE FAZİLETİ BELİRTEN AMEL VE SÖZLER
ـ4661 ـ1ـ عن معاذ بن جبلٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]كُنْتُ مَعَ رَسُولِ اللّهِ #: في سَفَرِ فأصْبَحْتُ يَوْماً قَرِيباً مِنْهُ وَنَحْنُ نَسِيرُ. فَقُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّهِ أخْبِرْنِى بِعَمَلٍ يُدْخِلُنِى الْجَنَّةَ وَيُبَاعِدُنِى مِنْ النَّارِ. فقَال: لَقَدْ سَألْتَ عَنْ عَظِيمٍ، وإنَّهُ لَيَسِيرٌ عَلى مَنْ يَسَّرَهُ اللّهُ عَلَيْهِ. تَعْبُدُ اللّهَ َ تُشْرِكُ بِهِ شَيْئاً، وَتُقِيمُ الصََّةِ، وَتُؤْتِي الزَّكَاةَ، وَتصُومُ رَمَضَانَ، وَتَحُجُّ الْبَيْتَ. ثُمَّ قَالَ: أَ أدُلُّكَ عَلى أبْوَابِ الْخَيْرِ؟ قُلْتُ: بَلى يَا رَسُولَ اللّهِ. قَالَ: الصَّوْمُ جَنَّةٌ، وَالصَدَقَةُ تُطْفِئُ الْخَطِيئَةَ كَمَا يُطْفِئُ الْمَاءُ النَّارَ، وَصََةُ الرَّجُلِ مِنْ جَوْفِ اللَّيْلِ شِعَارُ الصَّالِحِينَ. ثُمَّ تََ: تَتَجَافَى جُنُوبُهُمْ عَنِ الْمَضَاجِعِ. الى قَولِهِ: جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُوان. ثُمَّ قَال: أَ أُخْبِرُكَ بِرَأسِ ا‘مْرِ وَعَمُودِهِ، وَذِرْوَةِ سَنَامِهِ؟ قُلْتُ: بَلى يَا رَسُولَ اللّهِ. قَالَ: رَأسُ ا‘مْرِ ا“سَْمُ، وَعمُودُهُ الصََّةُ، وَذِرْوَةِ سَنَامِهِ اَلْجِهَادُ ثُمَّ قَالَ: أَ أُخْبِرُكَ بِمََكَ ذلِكَ كُلِّهِ؟ قُلْتُ: بَلى. قَالَ كُفَّ عَلَيْكَ هذَا، وأشَارَ إلى لِسَانِهِ. قُلْتُ: يَا رَسُولَ اللّهِ، وَإنَّا لَمُؤَاخَذُونَ ممَا نَتَكَلّمُ بِهِ؟ فقَالَ: ثَكِلَتْكَ أُمُّكَ يَا مُعَاذُ، وَهَلْ يَكُبُّ النَّاسَ في النَّارِ عَلى وُجُوهِهِمْ، أوْ قَالَ عَلى مَنَاخِرِهِمْ إَّ حَصَائِدُ ألْسِنَتَهِمْ[. أخرجه الترمذي .
»الشعارُ« العمة.والمراد »بذروة سنامهِ« أعلى موضع في الجنة وأشرفه.و»مكُ ا‘مرِ« بفتح الميم وكسرها: قوامه وما يتم به.و»الحصائدُ« جمع حصيدة، وهى ما يحصد من الزرع، شبه اللسان وما يقتطع به من القول بحدّ المنجل وما يقطع به من النبات .
1. (4661)- Muaz İbnu Cebel (radıyallahu anh) anlatıyor: “Bir seferde Resûlullah´la beraberdik. Bir gün yakınına tesadüf ettim ve beraber yürüdük.
“Ey Allah´ın Resûlü, dedim. Beni cehennemden uzaklaştırıp cennete sokacak bir amel söyle!”
“Mühim bir şey sordun. Bu, Allah´ın kolaylık nasib ettiği kimseye kolaydır; Allah´a ibadet eder, Ona hiçbir şeyi ortak koşmazsın, namaz kılarsın, zekat verirsin, Ramazan orucunu tutarsın, Beytullah´a hacc yaparsın!” buyurdular ve devamla: “Sana hayır kapılarını göstereyim mi ” dediler.
“Evet ey Allah´ın Resûlü” dedim.
“Oruç (cehenneme) perdedir; sadaka hataları yok eder, tıpkı suyun ateşi yok etmesi gibi. Kişinin geceleyin kıldığı namaz salihlerin şiârıdır” buyurdular ve şu ayeti okudular. (Mealen): “Onlar ibadet etmek için gece vakti yataklarından kalkar, Rablerinin azabından korkarak ve rahmetini ümid ederek O´na dua ederler. Kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeyden de bağışta bulunurlar” (Secde 16).
Sonra sordu: “Bu (din) işinin başını, direğini ve zirvesini sana haber vereyim mi ”
“Evet, ey Allah´ın Resûlü!” dedim. “Dinle öyleyse” buyurdu ve açıkladı:
“Bu dinin başı İslam´dır, direği namazdır, zirvesi cihaddır!”
Sonra şöyle devam buyurdu: “Sana bütün bunları (tamamlayan) baş amili haber vereyim mi ”
“Evet ey Allah´ın Resûlü!” dedim.
“Şuna sahip ol!” dedi ve eliyle diline işaret etti. Ben tekrar sordum: “Ey Allah´ın Resûlü! Biz konuştuklarımızdan sorumlu mu olacağız ”
“Anasız kalasıca Muâz! İnsanları yüzlerinin üstüne -veya burunlarının üstüne dedi- ateşe atan, dilleriyle kazandıklarından başka bir şey midir ” buyurdular.” [Tirmizî, İman 8, (2619).][599]
ـ4662 ـ2ـ وعن أبى الدَّرْدَاءِ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ أقَامَ الصََّةَ، وَآتِى الزَّكَاةَ، وَمَاتَ َ يُشْرِكُ بِاللّهِ شَيْئاً كَانَ حَقّاً عَلى اللّهِ أنْ يَغْفِرَ لَهُ، هَاجَرَ أوْ مَاتَ في أرْضِهِ الَّتِى وُلدَ فيهَا. فَقُلْنَا: يَا رَسُولَ اللّهِ أَ نُخبِرُ بِهَا النَّاسَ فَيَسْتَبْشِرُونَ؟ قالَ: إنَّ في الْجَنَّةِ مِائَةَ دَرَجَةٍ مَا بَيْنَ كُلِّ دَرَجَتَيْنِ كَمَا بَيْنَ السَّمَاءِ وَا‘رْضِ أعَدَّهَا اللّهُ لِلْمُجَاهِدِينَ في سَبِيلِهِ، وَلَوَْ أنْ أشُقَّ عَلى الْمُؤْمِنينَ وََ أجِدُ مَا أحْمِلُهُمْ عَلَيْهِ وََ تَطِيبُ أنْفُسُهُمْ أنْ يَتَخَلّفُوا بَعْدِى مَا قَعَدْتُ خَلْفَ سَرِيَّةٍ، وَلَوْدِدْتُ أنِّى أُقْتِلُ ثُمَّ أُحْيَا ثُمَّ أُقْتَلُ[. أخرجه النّسائِِى .
2. (4662)- Ebu´d-Derda (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim namazı kılar, zekatı verir ve Allah´a hiçbir şeyi şirk koşmadan ölürse, ona mağfiret etmek Allah üzerine bir hak olur. Hicret etse veya doğduğu yerde ölse de!”
Dedik ki: “Ey Allah´ın Resûlü! Biz bunu halka anlatsak da sevinseler olmaz mı ”
“Cennette yüz derece var. Her iki derece arasında arzla sema arasındaki kadar mesafe var. Allah onu kendi yolunda cihad edenlere hazırladı. Ben mü´minleri bindirebileceğim bir şey bulamamam sebebiyle onlar da (bu yüzden cihada iştirak edemedikleri için) benden geri kalmalarına üzülmeleri suretiyle mü´minlere meşakkat vermemiş olsaydım, hiçbir seriyyeden geri kalmaz, (her birine) iştirak ederdim. Ben (cihad esnasında) öldürülüp, sonra tekrar diriltilmeyi, tekrar öldürülmeyi isterim” buyurdular.” [Nesâî, Cihad 18, (6, 20).] [600]
ـ4663 ـ3ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قالَ رَسُولُ اللّهِ #: قَالَ اللّهُ تَعالى: مَنْ عَادَى لِي وَلِيّاً فَقَدْ آذَنْتُهُ بِحَرْبٍ، وَمَا تَقَرَّبَ اليّ عَبْدِي بِشَىْءٍ أحَبَّ الىَّ مِنْ أدَاءِ مَا افْتَرَضْتُ عَلَيْهِ، وََ يَزَالُ عَبْدِي يَتَقَرَّبَ اليّ بِالنَّوافِلِ حَتّى أُحِبُّهُ، فإذا أحْبَبْتُهُ كُنْتُ سَمْعَهُ الَّذِى يَسْمَعُ بِهِ. وَبَصَرُهُ الَّذى يُبْصِرُهُ بِهِ وَيَدَهُ الَّتِى يَبْطَشُ بِهَا. وَرِجْلُهُ الَّتِى يَمْشِى بِهَا، وإنْ سَألَنِى أعْطَيْتُهُ، وإنِ اسْتَعاذَنِى أعَذْتُهُ، وَمَا تَرَدَّدْتُ عَنْ شَىْءٍ أنَا فَاعِلُهُ تَرَدُّدِى عَنْ قَبْضِ نَفْسِ عَبْدِى الْمُؤْمِنِ، يَكْرَهُ الْمَوْتَ وَأكْرَهُ مَسَاءَتَهُ[. أخرجه البخاري.»التردّد« في حق اللّه محال، ومعناه ما ترددت رسلى في شئ أنا فاعله كترديدي إياهم في قبض نفس المؤمن .
3. (4663)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah Teâla hazretleri şöyle ferman buyurdu: “Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım (aynî veya kifaye) şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı [aklettiği kalbi, konuştuğu dili) olurum. Benden birşey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü´min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” [Buhârî, Rikak 38.][601]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın Rabbinden rivayet ettiği hadis-i kudsilerden biridir.
2- Hadiste geçen veliyyullah tabiri ile, Allah´ı bilen, ibadetlerine eksiksiz, muntazam ve ihlasla devam eden kimse kastedilmiştir.
İbnu Hacer der ki: “Böyle bir kimseye düşmanlık yapacak birinin varlığı olamaz” denilerek hadis müşkil bulundu. “Zira, dendi, düşmanlık iki tarafın varlığı ile vukua gelir. Halbuki velinin taşıması gereken vasıflarından biri de hilm ve kendisine karşı cehalette bulunan kimseye müsamaha göstermektir.” Bu müşkile şu açıklama getirilmiştir: “Düşmanlık sadece husumete ve dünyevi muamelelere münhasır değildir. Bilakis bazı kereler buğz, taassubtan doğar; tıpkı bir Rafizinin Hz. Ebu Bekr (radıyallahu anh)´e buğzu gibi; bid´atçinin Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a buğzu gibi. Her iki örnekte de buğz, tek taraftan vaki olmuştur. Veli tarafının buğzu ise Allah rızası içindir ve Allah adınadır. Fâsık-ı mütecahire, yani fıskını alenen yapan kimseye, veli Allah adına buğzeder. Öbür taraf da veliye, gittiği yolun kötülüğünü söyleyip, şehevatına uymaktan kendisini men ettiği için buğzeder. Buğz bazı kereler, bir tarafta bilfiil olup, diğer tarafta bilkuvve bulunsa da buna düşmanlık denir.”
3- Bazı alimler demiştir ki: “Veliyyullah, takva ve taatla Allah´ın dostluğuna talip olduğu için, Allah da onu, muhafaza ve ona yardımını garanti ederek dostluğa kabul eder. Allah´ın cereyan eden bir sünnetine göre düşmanın düşmanı dosttur, düşmanın dostu da düşmandır. Öyleyse veliyyullahın düşmanı Allah´ın da düşmanıdır. Bu durumda veliyyullaha düşmanlık eden ona harp açmış gibi olur. Ona harp açan da sanki Allah´a harp açmış gibi olur.”
4- Kulun Allah´a yaklaşması ile ilgili olarak Ebu´l-Kasım el-Kuşeyrî demiştir ki: “Kulun Allah´a yakınlığı önce imanı ile, sonra ihsanı ile vukua gelir. Allah´ın kuluna yakınlığı dünyada, ona lutfedeceği irfan ile, ahirette de, rıdvan ile vukua gelir. Bu ikisi arasında Allah´ın çeşitli nimetleri, ikramları ayrıca tecelli eder. Kulun hakka yakınlığı halktan uzaklığı ile kemalini bulur.” Kuşeyrî devamla der ki: “Allah´ın ilim ve kudretiyle yakınlığı bütün insanlara şamildir. Lütuf ve nusretiyle yakınlığı ise havassa mahsustur. Ünsiyetiyle yakınlığı ise velilere hastır.”
5- Hadisin zahiri, Allah´ın, kula olan sevgisinin, kulun nafile ibadetlere devamı ile tahakkuk edeceğini, buna bağlı olduğunu ifade etmektedir. Hadisin evvelinde en sevgili ibadetin farzlar olduğu ifade edildikten sonra, nafilelerle Allah´ın sevgisine erişebileceğinin ifade edilmiş olması müşkil bulunmuş ise de, şu açıklama yapılmıştır: “Nafilelerden murad, farzların ihtiva ettiği, farzları ikmal eden nafilelerdir.” Bunu, Ebu Ümame rivayetinde gelen bir açıklık te´yid eder: “Ademoğlu! Sen, benim yanımda olana, sana farz kıldıklarımı eda etmedikçeulaşamazsın.” Fâkihânî der ki: “Hadisin manası şudur: “Kul farzları eda eder, namaz, oruç vesaireye bağlı nafileleri yapmaya devam ederse, bununla Allah´ın muhabbetine ulaşır.” Bu hususta İbnu Hübeyre´nin bir notu da kayda değer: Der ki: “Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder…” sözünden, nafilenin farzın önüne geçmeyeceği hükmü çıkar. Zira nafileye, nafile denmesi, farzlara ziyade olarak gelmesindendir. Öyleyse farz eda edilmedikçe nafile hasıl olmaz. Kim farzı eda eder, üzerine nafileyi de ziyade kılar ve bunu da devam ettirirse, işte bundan (Allah´a) yaklaşma iradesi tahakkuk eder.” İbnu Hacer ilave eder: “Nitekim, câri adete göre, yakınlaşmalar çoğu kere, yakınlaşmayı sağlayanın üzerine vacip olmayan şeylerle hasıl olmaktadır; hediye, bağış gibi. Üzerindeki haraç veya bir para borcunu ödeyen kimse, kalplerde, hediye kadar yakınlık sağlayamaz. Keza Resûlullah´a teşri edilen şeyler arasında, farzları ikmal etmek üzere nafileler de var. Bu husus Müslim´in bir hadisinde şöyle ifade edilmiştir: “…Bakın araştırın, kulumun, farzdaki eksikliğini tamamlayacak nafilesi var mı ..”
Öyleyse, “nafilelerle Allah´a yaklaşmak”tan murad, öncelikle farzı mükemmel yapmaktır; farzı ihlal ve ihmal etmek değildir. Nitekim bazı büyükler de şöyle söylemiştir: “Kim nafile yerine farzla meşgul ise mazurdur, kim de farz yerine nafile ile meşgulse mağrur (şeytan tarafından aldatılmış)tır.”
6- Hadiste açıklama gerektiren bir husus, Allah Teala hazretlerinin kulun kulağı, gözü, eli, ayağı, kalbi vs. olması meselesidir. Evet bu nasıl olur Meseleye değişik açılardan izah getirilmiştir:
1) Bu bir temsildir, zahiri murad değildir. Manası şu olmalıdır: “Benim emrimi tercihte ben onun gözü ve kulağı oldum. O taatimi sever, bana hizmeti tercih eder, tıpkı bu organlarını sevdiği gibi.”
2) Mana şudur: “O kulum, her şeyiyle benimle meşguldür. Beni razı etmeyecek şeye kulak vermez, gözüyle de sadece emrettiğime bakar…”
3) Mana şudur: “Ben, ona gözüyle ve kulağıyla ulaşacağı maksadlar kılarım.”
4) “Ben ona, düşmanına karşı yardımda tıpkı gözü, kulağı eli, ayağı gibi oldum.”
5) Fâkihânî demiştir ki: “Bana öyle geliyor ki bu hadiste mahzuf bir ibare var. Takdiri şöyledir: “Ben, işittiği kulağın koruyucusu olurum da dinlenmesi helal olmayan şeyi dinlemez, gözünü ve diğer organlarını da öyle korurum.”
6) Fakihani ve İbnu Hübeyre´ye göre mana şöyledir: “Öncekinden daha ince bir başka mana da muhtemeldir; bu da “kulağı” ibaresinin manasının “işittiği şey” demek olmasıdır. Zira Arapçada mastar, meful manasına kullanılır. Bu durumda hadisin manası şöyle olmak gerekir: “O benim zikrimden başka birşey işitmez. Kitabımın tilavetinden başka bir şeyden lezzet almaz, bana münacaattan başka bir şeyle ünsiyet edip teselli elde edemez. Benim melekutumun acaiblerinden başka bir şey de tefekkür etmez. Ellerini ancak benim rızamın bulunduğu şeye atar, ayağı da böyle.”
Hattâbî der ki: “Bunlar misallerdir. Maksud olan mana ise: “Kulun, bu azalarla mubaşeret ettiği işlerde Allah´ın ona yardımı ve o ameller hususunda muhabbetin onun için kolaylaştırılmasıdır. Bu da, maddi organlarını korumakla, kişiyi Allah´ın hoşlanmayacağı şeyleri kulağıyla dinlemekten, Allah´ın yasak ettiği şeylere gözleriyle bakmaktan, helal olmayan şeye eliyle yapışmaktan ayaklarıyla batıla gitmekten korumak suretiyle, onu Allah´ın memnun olmayacağı şeylere düşmekten korumaktır…”
Hattâbî, ayrıca Allah´ın kulu sevmesi halinde, hoşlanmayacağı şeyden kulu nefret ettirerek onu yapmasına mani olacağını ilaveten belirtir.
7) Yine Hattâbî´ye göre: “Bu hadisten murad, duaların süratle karşılık görüp, talepte netice alındığını ifade etmektir. Çünkü, insan mesaisinin hepsi bu sayılan organlarla yapılır. Bazıları, -kaydedilen mütâlaadan alınmış olarak- şöyle demiştir: “Bu hadis, nafileleri işleye işleye insan öyle bir mertebe kazanır ki, artık onun organlarının hepsi Allah yolunda ve Allah´ın rızasına uygun şekilde hareket etmeye başlar.” Beyhakî Kitabu´z-Zühd´de Ebu Osman el-Cizi´den naklen şu yorumu kaydeder: “Hadiste Cenab-ı Hak: “Ben, kulumun kulağıyla ilgili dinlemedeki, gözüyle ilgili nazardaki, tutmayla ilgili eldeki, yürümeyle ilgili ayaktaki ihtiyaçlarını süratle görürüm” buyurmaktadır.
7- Hadiste geçen “Kulum benden bir şey isteyince onu veririm” ibaresi müşkil bulunmuştur. “Zira, abid ve saliklerden pekçoğu dua etmiş ve hatta duasında ısrar etmiş fakat dilekleri yerine gelmemiştir” denmiştir. Bu hususa şöyle cevap verilmiştir: “Allah´ın duaya icabeti çeşitli şekillerde vukua gelir:
* Bazan matlub, anında aynıyla hasıl olur.
* Bazan, bir hikmete binaen gecikerek hasıl olur.
* Bazan da matlub, istenenden farklı şekilde hasıl olur: Matlubta işe yarayan bir maslahat yoktur da vaki olan şeyde bu vardır. Yani kişi hırsla zararına netice verecek bir şeyi talep etmiştir. Allah rahmetiyle onu değil, neticesi hayırlı olacak bir başka şeyi verir.”
8- Hadis, namazın kadrinin yüceliğini ifade etmektedir. Zira namaz, Allah´ın kula sevgisini hasıl etmektedir. Çünkü o, münacat ve yakınlık mahallidir; kul namazda, araya bir vasıta girmeksizin Rabbiyle başbaşadır. Kulu memnun kılacak namaz kadar müessir bir başka şey mevcut değildir. Bu sebeple hadiste “Gözümün nuru (en ziyade sevdiğim şey) namazda kılındı” denmiştir. Bu da namaz kılmada sabırlı olmakla mümkündür. Bu hususta sabır ve devamlılık üzerinde bilhassa durulmuştur. Çünkü salik bir kısım afetlere ve fütura maruzdur, şeytan rahat bırakmaz. Öyleyse sabır ve devamlılıkla bunu yenmesi gerekir.
Hz. Huzeyfe (radıyallahu anh)´den gelen bir rivayette namazın neticesiyle ilgili bir ziyade şöyle: “…Kulum, evliyalarımdan, asfiyalarımdan biri olur. Nebiler, sıddıklar ve şehidlerle birlikte cennette komşum olur.”
9- İlahi tecelli arayan riyazet sahiplerinden bazı cahillerin bu hadise dayanarak: “Eğer kalp Allah´ın hıfzına mazhar olmuşsa, hatıratı hatadan ma´sum olur” diyerek, ölçüyü aşan iddialara düştüklerini belirtir ve tahkik ehli olan tarikat mensuplarının verdiği şu cevabı kaydeder: “Bu hatırattan Kur´an ve sünnete uyanlara itibar edilir, uymayan hiçbir şeye iltifat edilmez. İsmet peygamberlere mahsustur; onların dışında kalanlar hata yaparlar. Nitekim Hz. Ömer (radıyallahu anh) mülheminin başı olmasına rağmen, sahabeler, zaman zaman onun beyan ettiği görüşe aykırı olan beyanlarda bulunurlardı da, o da kendisininkini bırakıp, öbürlerine uyardı. Bu durumda, kim Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın getirdiği hususlarda kalbine gelenle amel etmenin kifayet edeceği zannına düşerse, hataların en büyüğünü irtikab etmiş olur. Bu bakımdan bazıları daha da ileri giderek “Kalbim bana Rabbimden haber veriyor” demesi daha şedid bir hatadır. Zira kalbinin şeytandan haber vermiş olabileceğinden garantisi yoktur.”
10- Süleyman et-Tûfî demiştir ki: “Bu hadis, Allah´a sulûk ve O´nun marifet, muhabbet ve yoluna vasıl olmada mühim bir asıldır. Çünkü dahili farzlar olan iman, harici farzlar olan İslam ve bunların ikisinden hasıl olan her ikisinde de ihsan, -tıpkı Cibril hadisinde beyan edildiği şekilde- bu hadiste yer almaktadır. İhsan ise, salikinin zühd, ihlas, murakabe vs. nevinden bütün tabakatını ihtiva etmektedir.”
11- Hadis, bir kimsenin üzerine vacip olan amelleri yaptığı ve nafilelerle Allah´a yakınlık hasıl ettiği takdirde -hadiste yeminle tekid edilmiş bu sadık vaadin varlığı sebebiyle- duasının reddedilmeyeceğini ifade eder. Bununla ilgili bazı ihtirazî kayıdlar az yukarıda kaydedildi.
12- Hadis, ayrıca, kul en yüce mertebelere ulaşsa, Allah´ın sevdiği bir insan olma şerefine erse bile Allah´tan talepte bulunma halinden kopamayacağını, zira talepte hudu ve kulluğun izharı bulunduğunu ifade etmektedir.
13- Hadiste geçen son bir husus, Allah´ın tereddüt etmesi meselesidir. Hattabî: “Allah hakkında tereddüt caiz değildir” dedikten sonra iki tevil sunar:
1) “Kul hayatı sırasında, herhangi bir hastalığa maruz kalarak ölümle burun buruna gelir veya fakirliğe duçar olur. Bunun üzerine Allah´a dua eder. Allah da ona sıhhat verir, fakirliği bertaraf eder. İşte bu Allah´ın mütereddin olan fiilidir; tıpkı bir işi arzu eden kimsenin, bilahare ondan vazgeçmesi gibidir. Ancak, eceli geldi mi ölüme kavuşması kesindir. Çünkü Cenab-ı Hak kendi hakkında beka, kul hakkında fena yazmıştır.”
2) “Mâna şudur: “Ben yaptığım bir şeyde elçilerimi, mü´minin nefsi hakkında geri çevirdiğim gibi geri çevirmedim. Nitekim Hz. Musa kıssasında böyle olmuştur. Hz. Musa ölüm meleğinin gözüne tokat vurmuş ve melek ona birkaç kere gidip gelmiştir. “Bu tereddüt manasının hakikatı, Allah´ın kuluna karşı duyduğu şefkat ve merhamet ve ona gösterdiği lütuf ve ikramdır” diye de izah edilmiştir.”[602]
ـ4664 ـ4ـ وعن أبى أمَامَة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: ثََثَةٌ كُلُّهُمْ ضَامِنٌ على اللّهِ: رَجُلٌ خَرَجَ غَازِياً في سَبِيلِ اللّهِ تَعالى، فَهُوَ ضَامِنٌ على اللّهِ تَعالى حَتّى يَتَوَفّاهُ اللّهُ تَعالى فَيُدْخِلَهُ، أوْ يَرُدَّهُ بِمَا نَالَ مِنْ أجْرٍ وَغَنِيمَةٍ، وَرَجُلٌ رَاحَ الى الْمَسْجِدِ، فَهُوَ ضَامِنٌ عَلى اللّهِ تَعالى حَتّى يَتَوفّاهُ اللّهُ تَعالى فَيُدْخِلَهُ الْجَنَّةَ. وَرَجُلٌ دَخَلَ بَيْتَهُ بِسََمٍ، فَهُوَ ضَامِنٌ عَلى اللّهِ[. أخرجه أبو داود.قوله: »ضَامِنٌ« فَاعِلٌ بِمعنى مَفعولٍ، ومعناه مضمونٌ على اللّهِ تعالى .
وقوله: »دَخَلَ بَيْتَهُ بِسََمٍ« أراد بِه لزوم البيت وطلب السمة من الفتن ترغيباً في العزلة وتقليل الخلطة .
4. (4664)- Hz. Ebu Ümame (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Üç şey vardır; her birine Allah garanti vermiştir: “Allah yolunda cihad etmek üzere yola çıkan kimse: Bu öldüğü takdirde cennete koyma hususunda, ölmeyip döndüğü takdirde ganimet ve sevapla gelme hususunda garantilidir. Mescide giden kimseye, öldüğü takdirde, Allah cennete koyma hususunda garanti vermiştir. Kişi (fitne zamanında bulaşmayıp) evine çekildiği takdirde Allah ona da garanti vermişti.” [Ebu Davud, Cihad 10, (2494).][603]
ـ4665 ـ5ـ وعن معاذ بن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ الصََّةَ وَالصِّيَامَ وَالذِكْر يُضَاعَفُ على النَّفَقَةِ في سَبِيلِ اللّهِ بِسَبْعمِائَةِ ضِعْفٍ[. إخرجه أبو داود .
5. (4665)- Muaz İbnu Enes (radıyallahu anh) anlatıyodr: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Namaz, oruç ve zikir Allah yolunda infak üzerine yedi yüz misli katlanır.” [Ebu Davud, Cihad 14, (2498).][604]
AÇIKLAMA:
1- Allah yolunda infak üzerine tabiri, Allah yolunda maddi harcama demektir. Şu halde hadis, zikr´in Allah yolunda yapılacak maddi harcamalardan çok kereler üstün olduğunu ifade etmektedir
2- Burada geçen zikrden murad, tesbih, tehlil, tahmid, tekbir, Kur´an tilaveti gibi taabbüdlerin hepsidir. Hadis, cihad esnasında bunlardan hasıl olan sevabı Cenab-ı Hakk´ın yüzlerce kere katlayacağını ifade etmektedir. Münâvî bu katlanmanın miktarının, kişinin izhar edeceği niyetteki ihlas ve huşuya bağlı olduğunu belirtir. Bu katlanmaya, ihlastan başka, ferdin içinde bulunduğu fizik ve şartlar da müessir olacaktır. Kışta, soğuk gecede, ölüm tehlikesi içinde icra edilen bir cihadla, daha hafif şartlar içerisinde icra edilen bir cihadın sevabı da aynı olmayacağı açıktır.
İbnu´l-Kayyim bu babta gelen başka rivayetleri de değerlendirdikten sonra der ki: “Bu meselede üç mertebe var:
Birinci mertebe: Hem zikir ve hem de cihad. Bu, en yüce mertebedir. Ayet-i kerimede (mealen): “Ey iman edenler, düşman bir grupla karşılaştınız mı sebat edin ve Allah´ı zikredin, Ola ki, felâha erersiniz” (Enfal 45) buyurulmuştur.
İkinci mertebe: Cihad etmeksizin zikretmek. Bu önceki mertebeden düşüktür.
Üçüncü mertebe: Zikretmeden cihad etmek. Bu, her ikisinden de düşüktür. Zakir olan bundan hayırlıdır. Çünkü, cihad, zikir sebebiyle vazedilmiştir. Cihaddan maksad Allah´ın zikri ve ibadetin sadece Ona yapılması, O´nun bir bilinmesi, O´nun zikri, O´nun mabud kılınmasıdır. Zikir, mahlukatın yaratıldığı gayeyi teşkil etmektedir.”
Bu yorumda İbnu´l-Kayyim rahimehullah´ı teyid etmemek mümkün değildir. Çünkü, İslam açısından cihad, öncelikle Müslümanların ibadet hürriyetini kulluk hüriyetini garantilemek için meşrudur. Zira kafir işgali altında din hürriyeti yoktur. Kafir işgalinin girdiği yerde ilk tahrip edilen yerler mabedler olmaktadır. Tarihi veya mimari değeri sebebiyle korunanlarda kapılar kilitli, minareler suskundur. Balkanların hali böyledir. Eskiden yüzlerce camisiyle büyük bir İslam merkezi olan Sofya´da bugün tek cami kalmıştır. Yugoslavya´nın meselâ Mostar´da ayakta kalanların kapıları kilitlidir. Yurdumuzda, Birinci Cihan Harbi´nin sonunda İstanbul ve İzmir´in işgalleriyle başlayan kafir hakimiyetinin ızdırabı, daha ziyade ibadet edenler nezdinde canlı olarak hissedilmiştir.Mezkur işgali müteakip tahrip edilen, minaresi yıkılan, depo olarak kullanılan, tamamen yıkılıp yok edilen mabedlerimizin binleri geçen kesin sayısını bugün kimse bilmiyor. Bir yerde İslam hakimiyetinin en bariz alemi zikirhaneler ve mabedlerdir. Hürriyetin alemi de zikir hürriyeti ve hayatın farz zikirlere göre tanzimidir. Hür olan Batı milletleri tatillerini dini günlerine göre ayarlamışlardır. Fatih İstanbul´u fethedince, Ayasofya´yı cami yapmıştır. İspanyollar Endülüs´ü fethedince Kurtuba Camii´nde ezanı susturmuşlar, içine kilise inşa etmişlerdir. Bu açıdan Ayasofya Camiinin mabedlikten çıkarılışı fevkalâde manidardır.
Ebu´d-Derdâ hazretlerinin bir rivayetinde geldiğine göre Resûlullah şöyle buyurmuştur:
“Size, amellerinizin en hayırlısını, melikiniz Rab Teala nezdinde en temizini ve derecenizi yükseltmede de en önde gelenini ve sizin için altın ve gümüş bağışından, hatta düşmanla karşılaşıp sizin onların boyunlarını veya onların sizin boyunlarınızı uçurmasından daha hayırlı olanını haber vereyim mi ”
“Evet, ey Allah´ın Resûlü!” dediler.
“Zikrullahtır!” buyurdular.”
Bir başka rivayette, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a sorulur:
“Kıyamet günü Allah nezdinde en hayırlı ibadet hangisidir ”
Resûlullah şu cevabı verir: “Allah´ı çok zikredenler!”
Hadisin ravisi Ebu Said der ki: “Ey Allah´ın Resulü, Allah yolundaki gazilerden de mi ” diye sordum. Aleyhissalâtu vesselâm şu cevabı verdi:
“Gazi, kırılıncaya ve kana bulanıncaya kadar, kılıcını kafir ve müşriklerin boyunlarına indirse de, Allah´ı zikredenler, derece itibariyle ondan üstündür.”[605]
ـ4666 ـ6ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ النُّعْمَانُ بْنُ نَوْفَلٍ: يَا رَسُولَ اللّهِ، أرَأيْتَ إذَا صَلَّيْتُ الْمَكْتُوبَةَ، وَصُمْتُ رَمَضَان، وَأحْلَلْتُ الْحََلَ وَحَرَّمْتُ الْحَرَامَ وَلَمْ أزِدْ عَلى ذلِكَ شَيْئاً، أدْخَلُ الْجَنَّةَ؟ قَالَ: نَعَمْ. قَالَ: واللّهِ َ أزِيدُ عَلى ذلِكَ شَيْئاً[. أخرجه مسلم .
6. (4666)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Nu´man İbnu Nevfel (bir gün) dedi ki: “Ey Allah´ın Resûlü! Farz namazlarımı kılsam, Ramazan orucumu tutsam, helali helal bilip haramı da haram tanısam ve bunlara hiçbir ilave (hayır ve ibadet)de bulunmasam cennete gider miyim ”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Evet!” buyurdular. Nu´man: “Vallahi (bu farzlara) hiçbir ilavede bulunmayacağım!” dedi.” [Müslim, İman 16, (15).][606]
ـ4667 ـ7ـ وعن الْحَارِثُ ا‘شْعَرى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ اللّهَ تَبَارَكَ وَتعالى أمَرَ يَحْيى بْنَ زَكَرِيّا عَلَيْهِمَا السََّمُ بِخَمْسِ كَلِمَاتٍٍ، أنْ يَعْمَلَ بِهَا وَأنْ يَأمُرَ بَنِى إسْرَائِيلَ أنْ يَعْمَلُوا بِهَا،
وَإنَّهُ كَادَ أنْ يُبْطِئَ بِهَا. فقالَ لَهُ عِيسى عَلَيْهِ السََّمُ: إنَّ اللّهَ أمَرَكَ بِخَمْسِ كَلِمَاتٍ أنْ تَعْمَلَ بِهَا وَتأمُرَ بَنِى إسْرَائِيلَ أنْ يَعْمَلُوا بِهَا فإمَّا أنْ تَأمُرَهُمْ بِهَا، وَاِمَّا أنْ آمُرَهُمْ أنَا بِهَا. فقَالَ يَحْيى عَلَيْهِ السََّمُ: أخْشى إنْ سَبَقْتَنِى بِهَا أنْ يُخْسَفَ بِى أوْ أُعَذَّبَ. فَجَمَعَ النَّاسَ في بَيْتِ الْمَقْدِسِ فَامْتَ‘َ الْمَسْجِدُُ وَقَعَدُوا عَلى الشُّرَفِ. فقَالَ: إنَّ اللّهَ أمَرَنِى بِخَمْسِ كَلِمَاتٍ أنْ أعْمَلَ بِهِنَّ وَأنْ آمُرَكُمْ أنْ تَعْمَلُوا بِهِنَّ: أوَّلُهُنَّ أنْ تَعبُدُوا اللّهَ َ تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئاً. فإنَّ مَثَلَ مَنْ أشْرَكَ بِاللّهِ كَمَثَلِ رَجُلٍ اشْتَرى عَبْداً مِنْ خَالِصِ مَالِهِ بِذَهَبٍ أوْ وَرقٍ وقال: هذهِ دَارِى، وَهذا عَمَلِى، فاعْمَلْ وَأدِّ الىَّ، فَكَانَ يَعْمَلُ وَيُؤَدِّى الى غَيْرِ سَيِّدِهِ، فَأيُّكُمْ يَرْضى أنْ يَكُونَ عَبْدُهُ كذلِكَ؟ وَاِنَّ اللّهَ تَعالى أمَرَكُمْ بِالصََّةِ، فإذَا صَلَّيْتُمْ فََ تَلْتَفِتُوا، فَإنَّ اللّهَ يَنْصِبُ وَجْهَهُ لِوَجْهِ عَبْدِهِ في صََتِهِ مَا لَمْ يَلْتَفِتْ، وَأمَرَكُمْ بِالصِّيَامِ: فإنَّ مَثَلَ ذلِكَ كَمَثَلِ رَجُلٍ في عِصَابَةٍ مَعَهُ صُرَّةٌ فيهَا مِسْكٌ وَكُلُّهُمْ يُعْجِبُهُ رِيحُهَا، وإنَّ رِيحَ الصَّائِمِ أطْيَبُ عِنْدَ اللّهِ مِنْ رِيحِ الْمِسْكِ، وَأمَرَكُمْ بِالصَّدَقَةِ: فإنَّ مَثَلَ ذلِكَ كَمَثَلِ رَجُلٍ أسَرَهُ الْعَدُوُّ فأوْثَقُوا يَدَيْهِ الى عُنُقِهِ وَقَدَّمُوهُ لِيَضْرِبُوا عَنُقَهُ. فقَالَ: أنَا أفْدِى نَفْسِى مِنْكُمْ بِالْقَلِيلِ وَالْكَثِيرِ ففَدَى نَفْسَهُ مِنْهُمْ، وَأمَرَكُمْ أنْ تَذْكُرُوا اللّهَ: فإنَّ مَثَلَ ذلِكَ كَمَثَلِ رَجُلٍ خَرَجَ الْعَدُوَّ في أثَرِهِ سِراعاً حَتّى أتَى عَلى حِصْنٍ حَصِينٍ فأحْرَزَ نَفْسَهُ مِنْهُمْ، وكَذلِكَ الْعَبْدُ َ يَحْرِزُ نَفْسَهُ مِنَ الشَّيْطَانِ إَّ بِذِكْرِ اللّهِ تَعالى؛ وَقَالَ #: وَأنَا آمُرَكُمْ بِخَمْسٍ، اللّهُ تَعالى أمَرَنِى بِهِنَّ: اَلسَّمْعِ
والطَّاعَةِ وَالْجِهَادِ وَالْهِجْرَةِ وَالْجَمَاعَةِ فإنَّ مَنْ فَارَقَ الْجَمَاعَةَ قِيدَ شِبْرٍ فَقَدْ خَلَعَ رِبْقَةَ ا“سَْمِ مِنْ عُنُقِهِ إَّ أنْ يُرَاجِعَ، وَمَنْ دَعَا بِدَعْوَى الْجَاهِلِيَّةِ فَهُوَ في جَهَنَّمَ. فقَالَ رَجُلٌ: وَإنْ صَامَ وَصَلّى يَا رَسُولَ اللّهِ؟ قَالَ: وَإنْ صَامَ وَصَلّى. فَادْعُوا بِدَعْوى اللّهِ الَّذِى سَمَّاكُمُ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُؤْمِنِينَ عِبَادَ اللّهِ تَعالى[. أخرجه الترمذي وصححه .
7. (4667)- El-Hâris el-Eş´arî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah Teâla hazretleri, Yahya İbnu Zekeriyya aleyhimâsselam´a, beş kelime söyleyip bunlarla amel etmesini ve onlarla amel etmelerini Benî İsrail´e de söylemesini emir buyurdu. Ancak O, bu hususta ağır aldı. İsa aleyhisselâm kendisine: “Allah sana beş kelime öğretip onlarla amel etmeni ve Benî İsrail´e de onlarla amel etmelerini emretmeni söyledi. Ya sen bunları onlara emredersin veya bunları onlara ben emredeceğim” dedi. Yahya aleyhisselâm: “Onları emretmede benden önce davranacak olursan yere batırılmam veya azab görmemden korkarım!” dedi ve halkı Beytu´l Makdîs´te topladı. Mescid ağzına kadar doldu. Mahfillere de oturdular. (Söz alıp):
“Allah bana beş kelime gönderdi ve onlarla amel etmemi ve size de amel etmenizi emretmemi bana emretti:
* Bunlardan birincisi Allah´a ibadet etmeniz, ona hiçbir ortak koşmamanızdır. Allah´a ortak koşanın misali şudur: Bir adam, kendi öz malından altın veya gümüş mukabilinde bir köle satın alır ve: “Bu benim evim, bu da işim (çalış kazandığını) bana öde!” der. Köle çalışır, fakat kazancını efendisinden başkasına öder. Kölenin böyle yapmasına hanginiz razı olur Aynen bunun gibi, Allah da size namazı emretti. Namaz kılarken (sağasola) bakınmayın. Zira Allah yüzünü, namazda bulunan kulunun yüzüne karşı diker, o sağa sola bakmadığı müddetçe.
* Allah size orucu emretti. Bunun misali şu insanın misaline benzer: O bir grup içerisindedir. Beraberinde bir çıkın içinde misk var. Herkes onun kokusundan hoşlanmaktadır. Oruçlunun (ağzında hasıl olan) koku, Allah indinde miskin kokusundan daha hoştur.
* Allah size sadakayı emretti. Bunun misali de şu adamın misâline benzer: Düşmanlar onu esir edip ellerini boynuna bağlamışlar ve boynunu vurmaları için cellatlara teslim etmişlerdir. Adam: “Ben az veya çok (bütün malımı) vererek kendimi fidye mukabilinde kurtarmak istiyorum” der ve nefsini fidye ödeyerek kurtarır.
* Allah size, Allah´ı zikretmenizi de emretti. Bunun da misali, peşinden hızla düşmanın geldiği bir adamdır. Bu adam muhkem bir kaleye gelip, düşmandan kendini korur. Kul da böyledir. Şeytana karşı kendisini sadece zikrullahla koruyabilir.”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (buraya hikayeyi tamamlayarak) dedi ki: “Ben de size beş şeyi emrediyorum: Allah onları bana emretti. Dinlemek, itaat etmek, cihâd, hicret ve cemaat. Zira, kim cemaatten bir karışçık ayrılırsa boynundaki İslâm bağını çıkarıp atmıştır, geri dönen hariç. Kim de cahiliye davası güderse o cehennem molozlarından biridir!”
Bir adam: “Ey Allah´ın Resulü! O kimse namazını kılar, orucunu tutar idiyse (yine mi cehennemlik) ” diye sordu. Aleyhisselâtu vesselâm:
“Evet, namaz kılsa, oruç tutsa da! Ey Allah´ın kulları! Sizi Müslümanlar, mü´minler diye tesmiye eden Allah´ın çağrısı ile çağırın!” buyurdular.” [Tirmizî, Emsâl 3, (2867).][607]
AÇIKLAMA:
1- Hadîse göre, Cenab-ı Hakk yüzünü namaz kılanın yüzüne karşı tutmaktadır. Bu ifade müteşabih olup, zahiriyle anlamamak gerekir. Aksi takdirde Allah´a yön ve mekan izafesi gibi küfrü gerektiren yanlış mânalar ortaya çıkar. Bir kelamın zahiri, umumî prensiplere ters düşünce, mecaz kastedildiğine hükmedilerek teviline gidilir. Burada asıl kastedilen şey Allah´ın rızası ve buna bağlı olarak rahmetin tecellisi olmalıdır. Çünkü ibare, namazda, iltifat denen ve nazarı sağasola çevirmekten ibaret olan davranıştan men etmek gayesiyle sadır olmuştur: Kişi namazda iltifatta bulunmadığı müddetçe karşısında vech-i İlahiyi bulacak, yani namazı edebiyle kılmış olarak bol rahmete mazhar olacaktır.
2- Hicretten murad, fetihten önce ise Mekke´den Medine´ye göçtür. Fetihten sonra ise dâr-ı küfürden dâr-ı İslam´a, dâr-ı bid´a´dan darı´ssünneye, masiyetten tevbeye intikaldir. Nitekim bir hadiste: “Muhacir, Allah´ın yasakladığı şeyden hicret edendir” buyrulmuştur.
3- Cemaatten murad, Tîbî´ye göre sahabe ve onlardan sonra gelen tabiun ve etbauttabiundur. Bunlara Selef-i Salihin de denir. Hadis, bunların tabi oldukları hidayeti benimsemeye ve gittikleri yola gitmeye, onların zümresine dahil olmaya teşvikte bulunmaktadır. Manayı şöyle anlamak gerekmektedir: “Kim, sünneti terkedip, bid´aya bulaşmak ve az bir miktar da olsa taattan elini çekmek suretiyle cemaatin takip ettiği yoldan ayrılırsa, boynundaki İslam bağını çıkarmış olur.”
İslam bağından maksad İslam dinidir. Yani, kişinin İslam´ı benimsemekle, nefsine iradesiyle bağladığı İslamî bağlardır; hudud, ahkam, emirler, yasaklar vs. hepsi İslam´ın bağlarıdır.
Hadis, cemaate uymanın ve onlardan ayrılmanın mü´minlerde bulunması gereken temel vasıflardan biri olduğunu, cemaati terketmenin de cahiliye huylarından biri olduğunu ilan etmektedir. Nitekim bir başka hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): “Kim elini itaatten çekerse, kıyamet günü hüccetsiz olarak Allah´a kavuşur. Kim de boynunda bey´at olmadığı halde ölürse, cahiliye ölümü ile ölmüş olur.”
4- Sadedinde olduğumuz hadiste geçen cahiliye çağrısı tabirini, bu son hadisin ışığında cahiliye sünnetiyle diye ıtlakı üzere açıklamak gerekir. Çünkü yapılan çağrı cahiliye devrinin sünnetinedir.
İkinci bir yoruma göre, da´va, dua, yani çağırma, nida etme demektir. Mana şu olur: “Kim Müslüman olduğu halde, cahiliye devrinin nidası (yani çağırma üslubuyla) çağıracak olursa…” demektir. Yani, cahiliye devrinde, bir kimseye hasmı galebe çalınca, avazı çıktığı kadar yüksek bir sesle “Yâ âl-i fülân!” diye bağırırdı. Artık bu sesi işiten kavmine mensup kimseler, asabiyetin sevki ve cehaletleri sebebiyle, zalim veya mazlum olduğuna bakmaksızın onun yardımına koşarlardı. Aslında bu ikinci yorum da neticede birinci yoruma kavuşur.[608]
ـ4668 ـ8ـ وعن ابْنِ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: أتَانِى اللَّيْلَةَ آتٍ مِنْ رَبِّى، وَفى رِوَايَةٍ: أتَانِى رَبِّى في أحْسَنِ صُورَةٍ. فقَالَ يَا مُحَمَّدُ. فَقُلْتُ: لَبَّيْكَ رَبِّى وَسَعْدَيْكَ. قَالَ: هَلْ تَدْرِى فِيمَ يَخْتَصِمُ الْمَ‘َ ا‘عْلى؟ قُلْتُ: َ. فَوَضَعَ يَدَهُ بَيْنَ كَتِفِىَّ حَتّى وَجَدْتُ بَرْدَهَا بَيْنَ ثَدْيَىَّ. فَعَلِمْتُ مَا في السَّمواتِ وَمَا في ا‘رْضِ.
ثُمَّ قَالَ: يَا مُحَمَّدُ! أتَدْرِى فِيمَ يَخْتَصِمُ الْمَ‘ُ ا‘عْلى؟ قُلْتُ: نَعَمْ، في الدَّرَجَاتِ وَالْكَفَّاراتِ وَنَقْلِ ا‘قْدَامِ الى الجَمَاعَاتِ، وَإسْبَاغِ الْوُضُوءِ في السَّبْراتِ، وَاِنْتِظَارِ الصََّةِ بَعْدَ الصََّةِ، ومَنْ حَافَطَ عَلَيْهِنَّ عَاشَ بِخَيْرٍ وَمَاتَ بِخَيْرٍ وَكَانَ مِنْ ذُنُوبِهِ كَيَوْمَ وَلَدَتْهُ أُمُّهُ ثُمَّ قَالَ: يَا مُحَمَّدُ. قُلْتُ: لَبَّيْكَ وَسَعْدَيْكَ. قَالَ: إذَا صَلَّيْتَ فَقُلِ: اللَّهُمَّ إنِّى أسْألُكَ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَتَرْكَ الْمُنْكَرَاتِ، وَحُبَّ الْمَسَاكِينِ، وَإذَا أرَدْتَ بِعبَادِكَ فِتْنَةً فَاقْبِضْنِى إلَيْكَ غَيْرَ مَفْتُونٍ. قَالَ: وَالدَّرَجَاتُ إفْشَاءُ السََّمِ وإطْعَامُ الطَّعَامِ وَالصََّةُ بِاللَّيْلِ وَالنَّاسُ نِيَامٌ[. أخرجه الترمذي..اطق »الصُّورةِ« على اللّهِ تعالى يجوز، والمراد بما جاء في الحديث أنه أتاه في أحسن صفة، أو يكون المعنى عائداً الى النبي #: أي أتاني ربى وأنا في أحسن صورة.»والْمَ‘ُ ا‘عْلى« المئكة المقربون.و»السبرات« بإسكان الموحدة: جمع سبرة، وهى شدة البرد. وفي بعض النسخ: المكروهات .
8. (4668)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bu gece Rabbimden bir (melek, elçi olarak) geldi. -Bir rivayette ise şöyle demiştir: “Rabbim bana en güzel bir surette geldi”- ve: “Ey Muhammed!” dedi.
“Buyur Rabbim, emrindeyim!” dedim.
“Mele-i A´la(da bulunanların) nelerde yarıştıklarını biliyor musun ” dedi.
“Hayır!” dedim. Bunun üzerine elini omuzlarımın arasına koydu. Hatta onun serinliğini göğüslerimde hissettim. Derken semavat ve arzda olanları öğrendim. Sonra: “Ey Muhammed! Mele-i A´la (efradı) nelerde yarışır biliyor musun ” dedi.
“Evet! Dereceler(i artıran ameller)de, keffaretlerde. [Keffaretler ise][609] yaya olarak cemaatlere gitmek, şiddetli soğuklarda abdesti tam almak, namazdan sonra namaz beklemektedir. Kim bunlara devam ederse hayır üzere yaşar, hayır üzere ölür, günah mevzûunda da annesinden doğduğu gündeki gibi olur” dedim. Sonra tekrar: Ey Muhammed!” dedi.
“Buyurun emrinizdeyim!” dedim.
“Namaz kıldığın vakit, dedi, şunu oku: “Allahım, senden hayırları yapmamı, kötü şeyleri de terketmemi ve fakirleri sevmemi talep ediyorum! Kullarına bir fitne arzu edersen, beni fitneye düşmeden, yanına al!”
(Gece bana gelen elçi -veya Rabbim- son olarak) dedi ki: “Dereceler ise, selamı yaymak, yemek yedirmek, insanlar uyurken gece namaz kılmaktır!” [Tirmizî, Tefsir, Sad, (3231, 3232).][610]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde, çok çarpıcı bir üslubla birkısım amellerin ne derece ehemmiyetli olduklarını, feyiz ve bereketçe ne kadar faziletli olduklarını ifade buyurmaktadır:
1) Aleyhissalatu vesselam, rüyasında Rab Teala´yı en güzel bir surette görmüş, beyan edeceği hakikatı ondan taallüm buyurmuştur .
2) Mele-i A´la, yüce cemaat demektir. Cenab-ı Hakk´a yakınlığı olan büyük meleklerin teşkil ettiği cemaattir. Hadis, işte bu yüce cemaate mensup olanların bazı ameller hususunda aralarında yarış yaptıklarını bildirmektir. Ehemmiyetini anlamakta eksik kaldığımız birkısım amellerde bu büyük meleklerin yarışması mesele üzerinde mukni bir kanaat verir.
Yarışmanın mahiyeti nedir Bu hususta alimler birkaç ihtimal üzerinde durmuştur.
* Bu amelleri tesbit edip, semaya getirmede tebâdür, yani önce ve çabuk davranma gayreti olabilir.
* Bu, amellerin fazilet ve şereflerini sayıp dökme gayreti olabilir.
* Bu amellere insanların gıbtasını tahrik ederek, onları bu amelleri iktisaba ve onlar sebebiyle -şehvet yönünden farklı olmalarına rağmen- faziletçe meleklere galebe çalmaya teşvik gayreti de olabilir.
3) Meleklerin bu husustaki davranışı muhaseme olarak ifade edilmiştir. Zira, hadis sualcevap zımnında varid olmuştur. Bu ise, muhaseme ve münazaraya benzer. Biz bunu yarışma kelimesiyle Türkçeye aktardık.
4) Kıymeti belirtilmek istenen amellere gelince, bunlar iki kısımda sunulmuştur:
1) Dereceleri artıranlar;
2) Kefaretler.
Dereceleri artıranlar meyanında şunlar var:
* Selamın yaygınlaştırılması.
* Yemek yedirilmesi.
* Herkes uyurken geceleyin namaz kılmak.
Kefaretler, yani günahları örtenler:
* Yaya olarak cemaate katılmak.
* Soğuk günlerde bile abdesti tam almak.
* Namazdan sonra namaz beklemek (ve namazı ilk vaktinde kılmak).
Bu hususlara riayeti esas alan bir hayat tarzı, İslam´ın istediği tarzdır. Bunu yapan, annesinden doğduğu gündeki gibi hiçbir lekesi olmadan Allah´a kavuşacaktır.
2- Hadiste, Allah´ın en güzel şekilde görülmesi gibi kelami münakaşalara giren unsurlar var. Ancak, ulemâ, bunun bir rüya olduğuna dikkat çekerek, tevil yapmaya bile gerek görmemiştir. Mesela Aliyyu´l-Karî: “Bu, rüyada olduğuna göre, yadırganacak bir husus olmamalıdır. Çünkü, kişi rüyasında olmayacak şeyler görür; şekilsiz şeyi şekilli görebilir, şekilliyi de şekilsiz görebilir” der.
وأدَامَ الصِّيَامَ، وَصَلّى بِاللَّيْلِ وَالنَّاسُ نِيامٌ[. أخرجه الترمذي .
9. (4669)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Cennette bir takım odalar vardır. Dışları içlerinden, içleri de dışlarından görülür.”
Bunu işiten bir bedevi ayağa kalkıp: “Bu odalar kim(ler)e ait ey Allah´ın Resûlü ” diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm: “Sözü güzel yapan, yemek yediren, oruca devam eden, gece herkes uyurken namaz kılan kimse(lere) ait!” buyurdu.” [Tirmizî, Birr 53, (1985).][611]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadis, önceki hadiste temas edilen bazı faziletli amellere bir yenisini ilave ederek ona dikkat çekip, teşvikte bulunmaktadır: “Tatlı söz sahibi olmak.” Alimler bunu insanlara karşı iyi olmak, onlarla malâyânî konuşmamak, kırıcı olmamak, kaba, yakışıksız, edebe sığmayan sözlerden kaçınmak olarak anlarlar. Ayet-i kerimede “Rahman´ın has kuları… kendilerine cahiller hitap edince “selametle!” deyip geçerler, (onlara bulaşıp kalmazlar)” buyrulmuştur. Böylece, yeryüzünde tevazu ile yürüyen Rahman´ın has kulu olur ve birkaç ayet ilerde vaadedilen mükafaata ererler: “İşte onlar sabretmelerine karşılık cennetin en yüksek köşkleriyle mükâfatlandırılırlar…” (Furkan 63-75).
Böylece hadis, bir bakıma kaydedilen ayeti tefsir etmiş olmaktadır. Zira, ayette Rahman´ın has kulları diye tercüme ettiğimiz ibadu´r-Rahman´ın bir kısım amelleri sayıldıktan sonra gurfe vâdedilmektedir. Böylece ayette vâdedilen gurfenin, hadiste tavsifi yapılan gurfeler şeklinde, yani dışından içini, içinden de dışını gösterir mahiyette olduğu söylenebilir.
2- Yemek yediren tabiriyle, öncelikle bakımıyla mükellef olduğu iyali, diğer yakınları, fakirler, yolcular, misafirler vs. yani Allah´ın rızasını düşünerek yapılan meşru yedirmeler anlaşılacaktır.
3- Oruca devam eden tabiriyle farz dışında oruç tutan anlaşılmıştır. Arası kesilmeden tutulacak nafile oruçlar buraya girer. Bunun kesin bir miktarını söylemek uygun olmaz. Resûlullah´ın sünnetine bakmak gerekir. Aleyhissalâtu vesselâm savm-ı Davud dediği bir gün yiyip bir gün tutmayı en güzel oruç tarzı olarak beyan eder. Ancak kendisinin hep bu tarz oruç tuttuğu rivayet edilmemiştir. Bazı hadislerde pazartesi, perşembe olmak üzere haftada iki gün oruç tavsiye eder. Bazı hadislerde ayda üç gün tavsiye edilir. Rivayetlerdeki bu farklılığa binaen “Ayda en az üç gün oruç tutan bu hadisin hükmüne girer” diyen alim olmuştur. Ayette gurfe, sabredene vâdedildiği için, hadisteki oruca devam eden tabiriyle irtibatlı görülmüş ve sabırdan maksadın sarih olarak oruca devam olduğu belirtilmiştir.
Hadiste temas edilen gece namazının ehemmiyetine mükerrer yerlerde temas ettik (3003-3015. hadisler ve bilhassa 3015 numaralı hadisten sonraki müstakil açıklama görülmelidir: 9. cilt, 318-325. sayfalar).[612]
ـ4670 ـ10ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَقُولُ اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ: أنَا عِنْدَ ظَنِِّ عَبْدِى بى، وَأنَا مَعَهُ حِينَ يَذْكُرَنِى. فإذَا ذَكَرَنِى في نَفْسِهِ ذَكَرْتُهُ في نَفْسِى، وإنْ ذَكَرَنِِى في مَ“ٍ ذَكَرْتُهُ في مَ‘ٍ خَيْرٍ مِنْهُ. فإنِ اقْتَرَبَ اليَّ شِبْراً اِقْتَرَبْتُ إلَيْهِ ذِراعاً وَإنِ اقْترَبَ اليّ ذِراعاً اقْتَرَبْتُ مِنْهُ بَاعاً، وإنْ أتَانِى مَشْياً أتَيْتُهُ هَرْوَلَةً[. أخرجه الشيخان .
10. (4670)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah Teala hazretleri diyor ki: “Ben, kulumun hakkımdaki zannı gibiyim. O, beni andıkça ben onunla beraberim. O, beni içinden anarsa ben de onu içimden anarım. O, beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. O, şayet bana bir karış yaklaşacak olursa, ben ona bir zira yaklaşırım. Eğer o, bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.” [Buharî, Tevhid 15; 35; Müslim, Zikr 2, (26 75), Tevbe 1, (2675).][613]
AÇIKLAMA:
1- Hadise göre, Allah, kulun Allah hakkındaki zannına göredir. Yani Allah, kul ne şekilde tasavvurda bulunursa onu yapabilecek güçtedir. İbnu Hacer, bu ifadede kulu, Allah hakkında hüsn-ü zanda yani ümid içinde olmaya teşvik bulur. Kişi Allah´ın kendisini cezalandıracağını düşününceye kadar, affedeceğini düşünmesi daha muvafıktır. Bir başka ifade ile dinimizde Allah´a karşı takip edilecek edebte beyne´rreca ve´lhavf (ümid ve korku ortasında olmak) Allah´ın af, mağfiret ve rahmetinden ümid ettiğimiz kadar da celalinden, gadabından, azabından korkmak gerekmektedir. Allah telakkimizde mühim bir esastır ve bu muvazeneyi iki taraftan birinin lehine bozmak caiz değildir.
İşte sadedinde olduğumuz hadis, muvazeneyi ümid lehine bozmaya teşvik etmektedir. Çünkü Allah´ın, hakkındaki zannımıza göre bize davranması esas olunca, her insan iyi zanda bulunmayı tercih eder, buna meyyaldir.
Nevevî, İslam ulemasının şu görüşte olduğunu kaydeder: “Allah hakkında hüsn-ü zannın manası O´nun kendisine merhamet ve afla muamele edeceğine inanmasıdır.” Kişi sıhatli halde korku ve ümid içindedir. Her iki duygu eşittir. Bazısı: “Korku galiptir” demiştir. Ancak ölüm emareleri yaklaştıkça ümid galip olur veya sırf ümid hakim olur. Zira korkudan maksad measiden, çirkinliklerden sakınmak; taat ve hayırlı amelleri çok yapmada hırstır. Yaşlılık halinde bunların veya çoğunluğunun yapılması zorlaşır. Bu sebeple artık hüsn-ü zannda bulunmak müstehab olur. Yeter ki bu, Allah´a karşı iftikarı tazammun etsin, kişiyi O´ndan istemeye sevketsin.” Esasen Müslim´in bir rivayetinde “Sizden kimse Allah hakkında hüsn-ü zannda bulunmadan ölmeyecektir” buyrulmuştur. Bu hadis ölüme yakın Allah´ın rahmetinden ümidin galebe çalacağını ifade eder. Bu hususu, yine Müslim´de kaydedilen bir diğer hadis dahi teyit etmektedir: “Her kul ne üzerine ölürse o şey üzerine diriltilir.” Öyleyse yaşlılıkta ümidin galebe çalması, Allah hakkında hüsn-ü zann, Rabb-ı Rahim´in rahmetine itimad İslamî edebe aykırı olmamakta, bilakis müstehab olan edebi teşkil etmektedir.
2- Bazı alimler, sadedinde olduğumuz hadiste geçen zan kelimesinin “bilmek” manasına geldiğini söylemişlerdir. Bu durumda mana: “Kişi Allah´ı nasıl bilirse, Allah kendisine öyle muamele eder” olur.
Kurtubî, hadisle ilgili bir başka yorum kaydeder: “Bazıları “Kulumun hakkımdaki zannı”ndan muradın, “Dua sırasında duaya icabet edileceği zannı, tevbe sırasında tevbenin kabul edileceği zannı, istiğfar sırasında mağfiret zannı, şartlarına uygun yapılan ibadet sırasında mükafaat verileceği zannı” olduğunu söylemiştir. Böyle düşünenlere göre Cenab-ı Hak sadıku´lva´d´dır. Yani o vaadinde sadıktır, doğrudur. Madem ki Resulü bu vaadi haber vermiştir, bizim buna inanmamız, hüsn-ü zannı esas almamız gerekir. Nitekimbir başka hadiste “Size icabet edileceğine inanarak Allah´a duada bulunun” buyurur. Kurtubî devamla der ki: “Bu sebeple, kişiye kendisine terettüp eden vacipleri, Allah´ın onları kabul edeceği ve kendisini mağfiret buyuracağı hususunda muknî olarak yapmaya gayret etmesi gerekir. Çünkü Allah böyle vaadetmiştir. O vaadinden dönmez. Eğer kişi, yaptığını Allah´ın kabul etmeyeceğine, bunun kendisine fayda getirmeyeceğine inanırsa bu, Allah´ın rahmetinden yeis yani ümidi kesmek olur. Bu ise, büyük günahlardan biridir. Kim de böyle düşünerek ölürse kendisine, düşündüğü şekilde muamele edilir. Nitekim mezkur hadisin bazı tariklerinde “durum budur, artık kulum, hakkımda nasıl isterse öyle zannda bulunsun” demiştir.”
Buna rağmen alimlerimiz mağfiret zannında ısrarın, halis cehalet ve aldanma olduğunu, böyle bir durumun kişiyi Mürcie mezhebine götüreceğini belirtirler.
3- Hadiste geçen “Kişi beni zikredince ben onunla beraberim” ibaresindeki beraberlik, zatî beraberlik değil, ilmî beraberliktir. Yani Cenab-ı Hakk: “İlmimle beni zikredenin yanındayım, beni zikrettiğini bilirim” demiş olmaktadır; şu ayette geçtiği üzere “Allah: “Korkmayın” buyurdu. Şüphesi Ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm” (Ta-Ha 46). Bu beraberlik şu ayette ifade edilen beraberlikten daha hususidir.
“Üç kişi arasında gizli bir konuşma geçmez ki dördüncüsü Allah olmasın. Beş kişi olmaz ki, altıncısı Allah olmasın. Bundan az da olsalar, çok da olsalar farketmez; nerede olurlarsa olsunlar Allah onlarla beraberdir” (Mücadele 7).[614]
4- Zikrin çeşitleri: Bu hadisi açıklama sadedinde alimler, dört çeşit zikirden bahsederler:
* Lisanla olan zikr.
* Kalple olan zikr.
* Hem lisan ve hem de kalple olan zikr.
* Emre uymak, nehiyden kaçınmakla olan zikr.
5- Hadiste, kulun “Allah´ı içinde zikretmesi”, gizlice O´nu tenzih ve takdis etmesidir. Allah´ın kulu zikretmesi de sevap ve rahmetle gizlice anmasıdır. [615]
6- Melek mi Üstün, İnsan mı
Hadiste geçen “Kulum beni bir cemaat içerisinde anarsa, ben de onu ondan daha hayırlı bir cemaat içerisinde anarım” ibaresini bazı alimler meleklerin insanlardan efdal oldukları hususunda nass kabul etmişlerdir. İbnu Battal: “Bu cumhurun görüşü” der. Ancak ehl-i sünetin cumhuru, insanlardan salih olanların diğer cinslerin hepsinden efdal olduğuna hükmetmiştir.
* Meleklerin mutlak üstünlüğünü iddia edenler, felsefeciler olmuş, bunları Mutezile takip etmiş, mutasavvıflardan bazı kimseler de bu görüşü benimsemiştir. Keza az sayıda Zahiri de aynı iddiaya düşmüştür.
* Bazıları da her ikisinin ayrı ayrı faziletlere sahip olduğunu söylemiştir. Bunlar şöyle derler: “Meleğin hakikatı insanın hakikatından üstündür. Çünkü o, nûrânidir, hayırlıdır, latifdir; ayrıca geniş bir ilme, büyük bir kudrete ve saf bir cevhere sahiptir. Ancak bu durum melek sınıfına giren her bir ferdin, insan sınıfına giren her bir ferde üstün olmasını gerektirmez. Çünkü insanların bazı fertlerinde melekteki vasıflar fazlasıyla bulunabilir, bu caizdir.”
* Bazı alimler aradaki ihtilafı, salih insanlarla melekler arasında sınırlar. Bir kısmı bunu peygamberlerle sınırlar.
* Bazı alimler de, meleklerin peygamberler dışındaki insanlardan üstün olduğunu ileri sürmüştür.
* Bazıları da meleklerin Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) hariç, bütün peygamberlerden de üstün olduğunu iddia etmiştir.
* Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın melekten üstün olduğunu söyleyenlerin bir delili, Allah´ın meleklere emredip, Hz. Adem aleyhisselam´a secde ettirmesidir. Bu secde Adem´i büyükleme gayesine matuftur. Bu sebeple İblis, bunu kibrine yediremeyip Kur´an´da muhtelif ayetlerde geçtiği üzere bahaneler ileri sürüp secde etmemiştir.
* Ayette Cenab-ı Hakk Adem için “ellerimle yarattığım” (Sad 75) tabirini kullanır.
* Bir başka Kur´anî delil “Allah Adem´i, Nuh´u, Âl-i İbrahim ve Âl-i İmran´ı alemler üzerine seçip çıkardı” (Âl-i İmran 33) ayetidir.
* Keza bir diğer delil şu ayettir: “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini kendi tarafından bir lütuf olarak sizin hizmetinize verdi…” (Casiye 13). “Ayette geçen “hepsi” içerisine melekler de girer. Kendisine teshir edilen, kendisi teshir edilenden efdaldir” denmiştir.
* Ayrıca: “Melaikenin taati yaratılışı gereğidir. Beşerin taati ise nefis mücadelesiyledir. Çünkü insan tabiatına şehvet, hırs, heva, gadab gibi duygular konmuştur. Bu duygularla birlikte ibadet meşakkatlidir.”
* Ayrıca meleklerin taati kendilerine Allah´tan gelen emir iledir. Beşerin taati ise, bazısı nassla, bazısı içtihatla bazısı istinbatladır ve meşakkatlidir.
* Melekler, şeytanların vesveselerinden, atacakları şüphelerden ve saptırmalardan selamette oldukları halde, bunlar insanlar hakkında caizdir. Melekler melekûtî hakikatları görebilirler. İnsanlar ise bunları göremez. Allah´ın bildirmesiyle bilgi sahibi olabilir.
Bu meselede değişik görüşler arasında delillerle yapılan münakaşa uzundur. Bahsi burada keserek, hadiste geçen diğer bir meseleye temas edeceğiz .
7- Kulun Allah´a, Allah´ın da kula yaklaşması, bu yaklaşmayı “yürüyerek” veya “koşarak” yapma meselesi:
İbnu Battal der ki: “Bunlardan her biri hakikate de mecaza da hamledilebilir; ikisi de muhtemeldir. Hakikata hamli, mesafe katetmeyi ve cisimlerin birbirine yaklaşmasını gerektirir. Ancak bu, Allah Teala hakkında muhaldir. Arap dilinde meşhur olduğu üzere, bir sözün hakikate hamlinin muhaliyeti ortaya çıkınca mecaz olması kesinlik kazanır. Öyleyse kulun Allah´a karışla, zira ile yaklaşma sıfatının ve Allah´a gelmesinin, yürümesinin manası, O´na yaptığı itaatiyle, farz ve nafilelerden eda ettikleriyle elde ettiği (manevi) yakınlıktır. Allah´ın kuluna yaklaşması, ona gelmesi, yürümesi de kulun taatine sevap vermesi, rahmetiyle yakınlaşmasıdır. Böylece Cenab-ı Hakk´ın “Ona koşarak gelirim” demesinin manası: “Ona sevabım süratle gelir” demektir.” Taberi´den nakledildiğine göre, “az bir ibadet “karış”la temsil edilirken, Cenab-ı Hakk´ın sevab ve ikramında bolluk “zira” ile temsil edilmişir. Bu hal, Cenab-ı Hakk´ın, ibadete tevessül eden kuluna olan sevap ve ikramının bolluğuna bir delil kılınmıştır.”
Râgıb´ın açıklaması biraz daha farklı: “Kulun Allah´a yakınlığı, sadece Allah´ı tavsifte kullanılması caiz olan birkısım sıfatları -Allah´ı tavsif ölçüsünde olmasa da- kullara da tahsis etmektir; hikmet, ilm, hilm, rahmet vs. gibi sıfatlar bu gruba girer. Bunlar kulda, cehl, hafiflik, gadab vs. bir kısım manevi pisliklerin izalesiyle beşeri takat ölçüsünde hasıl olur. Bu yakınlık bedenî değil, ruhanî bir yakınlıktır.”[616]
ـ4671 ـ11ـ وعن أبى ذرٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رسُولُ اللّهِ #: يَقُولُ اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ: مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أمْثَالِهَا؛ وَأزِيدُ، وَمَنْ جَاءَ بِالْسَّيِّئَةِ فَجَزَاءُ سَيِّئَةٍ مِثْلُهَا؛ وَأغْفِرُ، وَمَنْ تَقَرَّبَ اليَّ شِبْراً تَقَرَّبْتُ مِنْهُ ذِراعاً، وَمَنْ تَقَرَّبَ اليَّ ذِراعاً تَقَرَّبْتُ مِنْهُ بَاعاً، وَمَنْ جَاءَنِى يَمْشِى أتَيْتُهُ هَرْوََلَةً، وَمَنْ لَقِىَنِي بِقُرَابِ ا‘رْضِ خَطِيئَةً َ يُشْرِكُ بِى شَيْئاً لَقِيتُهُ بِمِثْلِهَا مَغْفِرَةً[. أخرجه مسلم.»قُرابُ ا‘رْضِ« ما يقارب م‘ها .
11. (4671)- Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah Teala hazretleri demiştir ki: “Kim bir hayır işlerse ona sevabının on katı verilir veya arttırırım da. Kim bir günah işlerse bunun cezası, misli kadardır, veya affederim. Kim bana bir karış yaklaşırsa ben ona bir zira yaklaşırım. Kim bana bir zira yaklaşırsa ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse ben ona koşarak giderim. Kim bana hiçbir şeyi şirk koşmaksızın arz dolusu hata ile kavuşursa ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.” [Müslim, Zikr 22, (2687).][617]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste Cenab-ı Hakk´a izafe edilen cümlelerden bazıları Kur´an-ı Kerim´de mevcuttur. En´am suresinde 160. ayet şöyledir. (Mealen): “Kim bir hayır işlerse ona sevabının on katı verilir, kim de bir günah işlerse onun cezası da mislidir.”
2- Gerekli diğer açıklamalar önceki hadiste geçti.[618]
ـ4672 ـ12ـ وعن أبى مالِكِ ا‘شْعرى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: الْوُضُوء شَطْرُ ا“يمان، وَالْحَمْدُللّهِ تَمْ‘ُ الْمِيزَانَ، وَسُبْحَانَ اللّهِ وَالْحَمْدُ للّهِ تَم‘نِ مَا بَيْنَ السَّمَاءِ وَا‘رْضِ، والصََّةُ نُورٌ، والصَّدَقَةُ بُرْهَانٌ، وَالصَّبْرُ ضِيَاءٌ، وَالْقُرآنُ حُجَّةٌ لَكَ أوْ عَلَيْكَ، كُلُّ
النَّاسِ يَغْدُو، فَبَايَعٌ نَفْسَهُ فَمُعْتِقُهَا أوْ مُوبِقُهَا[. أخرجه مسلم والترمذي والنّسائى.»موبقها« أي مهلكها .
12. (4672)- Ebu Malik el-Eş´arî (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Abdest imanın yarısıdır. Elhamdülillah mizanı doldurur; sübhanallah velhamdülillah arz ve sema arasını doldurur; namaz nurdur; sadaka bürhandır; sabır ziyadır; Kur´an ise lehine veya aleyhine bir hüccettir. Herkes sabahleyin kalkar, nefsini satar; kimisi kurtarır kimisi de helak eder.” [Müslim, Taharet 1, (223); Tirmizî, Da´avat 91, (3512); Nesaî, Zekat 1, (5, 5-6).][619]
AÇIKLAMA:
1- Abdestin imanın yarısı olması ile ilgili olarak Nevevî ulemanın muhtelif yorumlarını kaydeder:
* Temizliğin sevabı katlanarak imanın sevabının yarısına ulaşır.
* İman, önceki günahları sildiği gibi, abdest de önceki günahları siler, ancak abdestin sahih olması imanın varlığına bağlı. Bu sebeple onun, imana bağlı olma durumu “onu imanın yarısı” şeklinde değerlendirmeyi gerekli kılmıştır.
* Burada “iman” kelimesi ile namaz kastedilmiştir.Nitekim “Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir” (Bakara 143) ayetinde de iman kelimesiyle namaz kastedilmiştir. Malum olduğu üzere namazın sıhhati için taharet şarttır. Bu sebeple taharet namazın yarısı durumunda olmuştur. Burada yarı olmak, hakiki bir yarım olmayı gerektirmez.”
Nevevî, bu sonuncuyu en doğru tevil olarak yorumlar ve der ki: “Şu mana da muhtemeldir.: “İman kalple tasdik, zahirle inkıyaddır. Bu ikisi ise imanın iki yarısını teşkil ederler. Temizlik, namazı tazammun ettiği için o da zahiri azanın inkıyadı demektir.”
2- Elhamdülillah mizanı doldurur demenin manası, bunu söylemedeki sevabın büyüklüğüdür. Yani onun sevabı mizanı dolduracaktır. Kur´an ve sünnette pek çok nass, amellerin tartılacağından; bazılarının ağır, bazılarının hafif geleceğinden bahseder. Şu halde elhamdülillah diyerek yapılan zikir ağır gelecek amellerdendir.
3- Sübhanallah ile elhamdülillah´ın yergök arasını doldurması, elhamdülillahla ilgili olarak söylediğimiz manadadır. Bunlarla zikir fevkalade kıymetli amellerden olmaktadır. Esasen sübhanallah kelimesi Allah´ı noksan sıfatlardan tenzih, hamd de mazhar olduğumuz nimetlerin Allah´tan geldiğinin itiraf ve ifadesidir. Ubudiyetin özü de bunlara dayanır. Namazın her tarafında bu kelimeler sıkça tekrarlanır. Sonda da bunlar otuz üçer kere tekrarlanır. Elbette bu kelimelerin sevabı, ifade ettikleri mana gereğince fazladır. Bunlarla Allah´ın sıkça, çokça zikri, kişiyi her çeşit şirkten uzaklaştırır, gerçek tevhide ve ihlasla muvaffak eder. Sadedinde olduğumuz hadiste bu iki kelimeyi tamamlayan tekbir medar-ı bahs edilmemiş ise de hadisin Tirmizî´de gelen bir başka veçhinde ona da yer verilmiştir: “Tesbih mizanın yarısıdır; elhamdülillah mizanı doldurur; tekbir ise gökle yer arasını doldurur; oruç sabrın yarısıdır; temizlik imanın yarısıdır.”
4- Namazın nur olmasından murad, insanın nurla yolunu aydınlatıp tehlikelerden kurtulduğu gibi, namaz da insanı, Kur´an´ın müjdesiyle, kötülüklerden koruduğuna göre, insan hayatında nurun fonksiyonunu icra etmiş olmaktadır.
* Bazı alimler: “Namaz kıyamet günü bir nur olacak” demiştir.
* Bazıları: “Namaz marifet nurlarını parlatır kalbe inşirah verir, hakikatların kalple inkişafını ve idrakini sağlar, kulun zahiriyle de batınıyla da Allah´a yönelmesine zemin hazırlar” demiştir.
* Bazıları: “Namaz kılanın yüzünde dünyada da ahirette de bir nur vardır, hadis bunu beyan ediyor” demiştir. Nitekim bir başka hadiste Resûlullah mü´minlerin kıyamet günü namaz sebebiyle alınlarındaki abdestleri sebebiyle de abdest uzuvlarındaki bir nurla haşrolunup, diğer ümmetler arasında bu nurla temayüz edeceklerini haber vermiştir.
5- Sadakanın bürhan olması, “Kıyamet gününde kişiye malını nereye harcadığı sorulunca, sadakayı delil gösterip, Allah rızası için harcadığını ispatlayabilecektir” manasında açıklanmıştır. Bazı alimler de: “Sadaka vermek, verenin imanına hüccettir. Çünkü kafir ve münafık zekata inanmadığı için sadaka ve zekat vermez. İnsanî duygularla verse bile Allah onu kabul etmeyecektir. Sadakanın makbuliyeti Allah rızası için verilmiş olmasına bağlıdır. Bu düşünce ile verilen sadaka onun imanına delil olacaktır” demişlerdir.
6- Sabır ziyadır: Şer´an makbul olan sabrı alimler, -hadislerden hareketle- üçe ayırırlar:
* Allah´a taatte sabırdır: Ömür boyu taatte hiç fütur göstermeden, usanmadan, emredilenleri yapmak.
* Masiyete karşı sabırdır: Bu, Allah´ın yasakladığı şeyleri işlememekte sabretmek, direnmektir.
* Musibetlere sabırdır: “Bize düşen, aklın gösterdiği tedbirleri aldıktan sonra sabretmek, başımıza gelen musibetleri kaderden bilmek, insanları acındırmak gibi bir düşünceyle bağırıp çağırmamak, şikayet etmemek. İlla da şikayet edeceksek nefsimizi Allah´a şikayet etmek, halimizi Allah´a açmak, O´na arzetmektir. Mü´minin en bariz vasıflarından biri sabırlı ve mütevekkil olmasıdır. Bazı alimler sabrı “Kur´an ve sünnet üzerine sebat etmektir” diye açıklamıştır.
Mü´min meşru hudutlar içerisinde sabır gösterdiği takdirde, doğru olana, isabetli olana yol bulacaktır.
Hadiste, namaz için nur denirken, sabır için ziya denmesi, alimlerin bu hususta im´an-ı nazar etmesine vesile olmuştur. Pratik kullanışta nur ve ziya aynı manayı ifade ederler. Ancak ayette geçen “Biz güneşi ziya, ayı da nur kıldık” ifadesini esas alarak, ziyayı kaynaktan çıkan birinci ışık, nuru da birinci ışığın yanmasıyla hasıl olan ikinci ışık olarak değerlendirmişlerdir. “Her nur ziyadır, ama her ziya, nur değildir” derler. “Öyleyse ziya ehastır. Bu sebeple sabır, ehas olan ziya ile tavsif edilmiştir. Sabır, nefsi taat ve meşakkatlere hapsetmek olunca, sabır, namazdan önce gelir. Öyleyse sabrın ehas olan ziya ile tavsifi ve bunun neticesi olan namazın nur ile tavsifi uygundur” denmiştir.
7- Kur´an´ın lehte veya aleyhte hüccet olması açık bir husustur. Okuyup gereğiyle amel edene Kur´an lehte hüccettir, onu okumayıp mucibiyle amel etmeyen onu mehcur bırakan Hz. Peygamber de şikayet edecektir. (Furkan 30). Şu halde amellerin mizanı sırasında, aykırı amelde bulunanların değerlendirilmesinde Kur´an aleyhte bir hüccet olacaktır.
8- Kişinin sabaha erip nefsini satması şöyle açıklanmıştır: “Herkes kendi kendine birşeyler yapar. Kimisi nefsini Allah´a satar, yani onu ibadete harcar ve mukabilinde ateşten kurtarır. Kimisi de şeytana ve hevaya ve onlara uymaya satar ve helak eder.
Şu halde günlük hayatı yaşayıp da nefsini bu iki yoldan birine satmayan yoktur: Eğer Allah´a satılmamış, hayırla geçirilmemişse şeytan ve heva yolunda bad-ı heva harcanmış demektir. Hayatın Allah´a satılması, şuurlu taatte, hayırda geçirilmesi demektir. Bu şuuru kaybeder, otomat veya insiyaki bir tarzda cereyana bırakırsak şeytan yoluna gitme tehlikesi büyük ihtimaldir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu tehlikeye dikkat çekmektedir. Şuurla şeytan yolunu tercih edenler hakkında bir şey söylemeye zaten gerek yok.”[620]
ـ4673 ـ13ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # يَوْماً: مَنْ أصْبَحَ الْيَوْمَ مِنْكُمْ صَائِماً؟ قَالَ أبُو بَكْرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه: أَنَا. قَالَ: فَمَنْ تَبعَ مِنْكُمُ الْيَوْمَ جَنَازَةً؟ قَالَ أبُو بَكْرٍ: أنَا قَالَ: فَمَنْ أطْعَمَ مِنْكُمُ الْيَوْمَ مِسْكِيناً؟ قَالَ أبُو بَكْرٍ: أنَا قَالَ: فَمَنْ عَادَ مِنْكُمُ الْيَوْمَ مَرِيضاً؟ قَالَ أبُو بَكْرٍ: أنَا قَالَ # مَا اجْتَمَعْنَ في رَجُلٍ إَّ دَخَلَ الْجَنَّةَ[. أخرجه مسلم .
13. (4673)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir gün:
“Bugün sizden kim oruçlu olarak sabahladı ” diye sordular. Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh): “Ben!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Bugün kim bir cenazeye katıldı ” dedi. Yine Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh): “Ben!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Bugün kim bir fakire yedirdi ” dedi. Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh: “Ben!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Bugün kim bir hastayı ziyaret etti ” dedi. Bu sefer de Hz. Ebu Bekir: “Ben!” dedi. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
“Bunlar bir kimsede biraraya geldi mi, o kimse mutlaka cennete girer!” buyurdu.” [Müslim, Zekat 87, (1028).][621]
AÇIKLAMA:
Bu hadisten hareketle, bazı alimlerin dikkat çektiği bir husus, kişinin “ben” demesinin bir mahzur teşkîl etmeyeceğidir. Çünkü “Ben demek İblis´e mahsus bir haldir, bu onun lanetlenmesine vesile olmuştur” mütâlaasını ileri süren bir kısım alimlere karşı, bu hadis başta olmak üzere Kur´ân ve hadisten gösterilen delillerle ben demenin mekruh olmadığı belirtilmiş, İblis´in lanetlenmesi de ben demesinden dolayı olmayıp, Allah´ın emrine isyan ederek “Ben Âdem´den daha hayırlıyım!” demesinden ileri geldiği söylenmiştir.[622]
ـ4674 ـ14ـ وعن أبى ذرٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالُو: يَا رَسُولَ اللّهِ ذَهَبَ أهْلُ الدُّثُورِ بِا‘جُورِ، يُصَلُّونَ كَمَا نُصَلِّي وَيَصُومُونَ كَمَا نَصُومُ، وَيتَصَدَّقُونَ بِفَضْلِ أمْوَالِهِمْ. قَالَ: أوَلَيْسَ قَدْ جَعَلَ اللّهُ لَكُمْ مَا تَتَصَدَّقُونَ بِهِ، إنَّ بِكُلِّ تَسْبِيحَةٍ صَدَقَةً، وَكُلِّ تَكْبِيرَةٍ صَدَقَةً، وَكُلِّ تَحْمِيدَةٍ، وَكُلِّ تَهْلِيلَةٍ صَدَقَةً، وَأمْرٌ بِالْمَعْرُوفِ صَدَقَةٌ، وَنَهْىٌ عنْ مُنْكَرِ صَدَقَةٌ، وَفي بُضْعِ أحَدِكُمْ صَدَقَةٌ. قَالُوا: يَا رَسُولَ اللّهِ، أيَأتِى أحَدُنَا شَهْوَتَهُ وَيَكُونُ لَهُ فِيهَا أجْرٌ؟ قَالَ: أرَأيْتُمْ لَوْ وَضَعَهَا في حَرَامٍ أكَانَ عَلَيْهِ وِزْرٌ؟ قَالُوا: نَعَمْ. قَالَ: كَذلِكَ إذَا وََضَعَهَا في الْحََلِ كَانَ لَهُ أجْرٌ[. أخرجه مسلم .
14. (4674)- Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “(Ashabtan bazıları): “Ey Allah´ın Resûlü! Zenginler ücretleriyle gittiler. Onlar da bizim gibi namaz kıldılar, bizim gibi oruç tuttular, mallarının artanından da sadaka verdiler!” dediler. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Allah size de tasadduk edeceğiniz şeyler verdi: Her bir tesbih sadakadır, her bir tekbir sadakadır, her bir tahmîd sadakadır, her bir tehlil sadakadır, emr-i bi´lma´ruf sadakadır, nehy-i ani´lmünker sadakadır, herbirinizin (hanımıyla) ciması sadakadır!” buyurdu. Derken cemaatten: “Ey Allah´ın Resûlü! Yani birimizin şehvetine mübaşeret etmesine ücret mi var ” diye soranlar oldu. Aleyhissalâtu vesselâm:
“İhtiyacını haramla görmüş olsaydı bundan ona bir vebal var mıydı, yok muydu ne dersiniz ” diye sual ettiler.
“Evet vardı!” demeleri üzerine:
“Öyleyse, ihtiyacını helal yolla gördü mü bunda onun için ücret vardır!” buyurdular.” [Müslim, Zekât 53, (1006).] [623]
AÇIKLAMA:
1- Hadis, İslâm´ın bazı umumî prensiplerini müşahhas hale getirmektedir. Bunlardan biri mükellef kişinin her anından hesap prensibidir. Böyle olunca yaptığı fiiller de ya lehine ya aleyhinedir. Hanımıyla cinsî mübaşereti bile sadaka sayılıp, ücrete vesile olunca, geri kalan fiillerinin nasıl bir değerlendirmeye tabi tutulacağı anlaşılır. İslâm´ın sorumluluk anlayışının şumûlünü, derinlik ve inceliğini kavramada bu hadis mühim bir değer taşır.
2- İslâm´da sadaka anlayışı da burada vüs´at kazanmaktadır. Sevap getiren herbir amel sadaka mefhumuna girebilmektedir. Bu açıdan fakirliği sebebiyle maddi sadaka veremeyenler, zenginlerden daha fazla sadaka sevabı kazanabilecek durumdadırlar. Hele riya ile verme tehlikesi, minnet etme tehlikesi, ihlaslı verememe tehlikesi, ucba düşme tehlikesi gibi birkısım muhâtaraları beraberinde getiren maddî sadakaya nazaran tesbih, tahmid, emr-i bi´lmaruf, ihtiyaçlarını meşru yoldan, helal yoldan giderme gibi mecazî sadakalar çok daha selametli, garantili ve kıymetli bir sevap kaynağı olmalıdır. Kişi bu inançla, boş zamanlarını, an be-an, birkısım ezkarlarla kelime kelime zaman ipliğine ebedî nur pırlantaları olarak dizebilir.
Müteakip hadis, sadaka mefhumunun hangi meselelere kadar uzandığını kavramada daha sarihtir ve bu hadisi tamamlar.[624]
3- Hadisten Çıkarılan Bazı Hükümler:
* Hanımla münasebet-i cinsiyeye varıncaya kadar, bütün mübah fiiller iyi bir niyetle ibadet olabilir.
* Hadisten kıyasın cevazına delil çıkarılmıştır. Zira Resûlullah, Ashabtan haram cima ile helal cima arasında kıyas yapıp netice çıkarmalarını istemiştir ki, bu, kıyastan başka bir şey değildir. Ehl-i Sünnet ulemâsı bi´l-ittifak kıyası caiz görmüş, meşruluğuna hükmetmiştir. Zâhîriler buna muhalefet ederse de, itibar edilmemiştir.[625]
ـ4675 ـ15ـ وللترمذي في رواية: ]تَبَسُّمُكَ في وَجْهِ أخِيكَ صَدَقَةٌ، وَأمْرُكَ بِالْمَعْرُوفِ ونَهْيُكَ عَنِ الْمُنْكَرِ صَدَقَةٌ، وإرْشَادُكَ الرَّجُلَ في أرْضِ الضََّلِ لَكَ صَدَقَةٌ، وَبَصَرُكَ لِلرَّجُلِ الرَّدِىِّ الْبَصَرِ صَدَقَةٌ، وَإمَاطَتُكَ الْحَجَرَ والشَّوْكَ وَالْعَظْمَ عَنِ الطَّرِيقِ صَدَقَةٌ، وَإفْرَاغُكَ مِنْ دَلْوِكَ
في دَلْوِ أخِيكَ صََدَقَةٌ[ .
15. (4675)- Tirmizî´nin bir rivayetinde şöyle buyurulmuştur: “Kardeşine karşı izhar edeceğin tebessümün bir sadakadır. Emr-i bi´lmâ´rûfun ve nehy-i ani´lmünkerin sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır; gözü sakat kimse için görüvermen sadakadır; yoldan taş, diken, kemik (gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır; kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır.” [Tirmizî, Birr 36, (1957).][626]
ـ4676 ـ16ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: ثََثُ مَنْ كُنَّ فيهِ نَشَرَ اللّهُ عَليْهِ كَنَفَهُ وَأدْخَلَهُ الْجَنَّةَ: رِفْقُ بِالضَّعِيفِ، وَالشَّفَقَةُ عَلى الْوَالِدَيْنِ، وَا“حْسَانُ الى الْمَمْلُوكِ[. أخرجه الترمذي. »كَنَفُ ا“نْسَانِ«: ظِلَّهُ وحماه الذي يأوي إليه الخائف .
16. (4576)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûllullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Üç şey vardır, bunlar kimde bulunursa, Allah onun üzerine himayesini açar ve onu cennete koyar: “Zâyıflara rıfk, annebabaya şefkat, kölelere ihsan.” [Tirmizî, Kıyâmet 49, (2496).][627]
ـ4677 ـ17ـ وعن أبِى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: ثََثَةٌ حَقٌّ عَلى اللّهِ عَوْنُهُمْ: الْمُجَاهِدُ في سَبِيلِ اللّهِ، وَالْمُكَاتَبُ الَّذِى يُرِيدُ اَدَاءَ، وَالنَّاكِحُ الَّذِى يريدُ الْعَفَافَ[. أخرجه الترمذي والنَّسائى .
17. (4677)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Üç kimse vardır ki, bunlara yardım Allah üzerine bir haktır: Allah yolunda cihad eden; borcunu ödemek isteyen mükâteb, iffetini korumak niyetiyle evlenen kimse.” [Tirmizî, Fezâilu´l-Cihâd 20, (1655); Nesâî, Nikâh 5, (6, 61).] [628]
ـ4678 ـ18ـ وعن أبِى ذَرٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: ثََثَةٌ يُحِبُّهُمْ اللّهُ، وَثََثَةٌ يُبْغِضُهُمْ اللّهُ: فأمَّا الثََّثَةُ الَّذِينَ يُحِبُّهُمْ فَرَجُل أتَى قَوْماً فَسألَهُمْ بِاللّهِ وَلَمْ يَسْألْهُمْ بِقَرابَةٍ بَيْنَهُ وَبَيْنَهُمْ فَمَنَعُوهُ، فَتَخَلّفَ رَجُلٌ بِأعْقَابِهِمْ فأعْطَاهُ سِرّاً َ يَعْلَمُ بِعَطِيَّتِهِ إَّ اللّهُ وَالَّذِى أعْطَاهُ، وَقَوْمٌ سَارُوا لَيْلَتَهُمْ حَتّى إذَا كَانَ النَّوْمُ أحَبَّ إلَيْهِمْ مِمَّا يُعْدَلُ بِهِ فَنَزلُوا. فقَامَ رَجُلٌ يَتَمَلَّقُنِى وَيَتْلُو آيَاتِى، وَرَجُلٌ كَانَ في سَرِيَّةٍ فَلَقِىَ الْعَدُوَّ فَانْهَزَمُوا فأقْبَلَ بِصَدْرِهِ حَتّى يُقْتَلَ أوْ يُفْتَحَ لَهُ، وَأمَّا الثََّثَةُ الَّذِينَ يُبْغِضُهُمُ اللّهُ: فَالشَّيْخُ الزَّانِى، وَالْفَقِيرُ الْمُخْتَالُ، وَالْغَنِيُّ الظَّلُومُ[. أخرجه الترمذي والنسائي .
18. (4678)- Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Üç kişi vardır, Allah onları sever, üç kişi de vardır Allah onlara buğzeder.
Allah´ın sevdiği üç kişiye gelince: “Bir adam bir cemaate gelir, onlardan Allah adına birşeyler ister, kendisiyle onlar arasında mevcut bir karâbet sebebiyle istemez. Onun başvurduğu kimseler, istediğini vermezler. İçlerinden biri cemaatin arkasına kayıp, isteyen kimseye gizlice ihsanda bulunur. (Öyle gizli verir ki) onun verdiğini sadece Allah´la ihsanda bulunduğu adam bilir.
(İkinci adam ise:) Bir cemaat yoldadır. Gece boyu da yürürler. Derken (yorulurlar ve) uyku herşeyden kıymetli bir hal alır. Konaklarlar, [başlarını koyup yatarlar.] Bir adam kalkıp bana karşı tevazu ve tazarruda bulunur, ayetlerimi okur.
(Üçüncü adama gelince:) Seriyyeye katılmıştır. Seriyye düşmanla karşılaşır, hezimete uğrarlar. Ancak o ilerler, öldürülünceye veya başarıncaya kadar savaşmaya devam eder.
Allah´ın buğzettiği üç kişiye gelince: Bunlar zâni ihtiyar, kibirli fakir, zâlim zengindir.” [Tirmizî, Cennet 25, (2571); Nesâî, Zekât 75, (5, 84).] [629]
AÇIKLAMA:
1- Resûlullah, burada kulluk edebine yaraşan üç iyi vasıfla, kulluk edebine hiç yakışmayan üç kötü vasfı anlatmaktadır. İyi vasıflar:
* Sadakayı Allah rızası için ve gizli vermek.
* Yolculukta bile olsa gece ibadeti yapmak.
* Düşman karşısında tek başına bile kalsa savaşmaya devam etmek. Bu tavrın bilhassa bozgun esnasında büyük ehemmiyeti olmalıdır,. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm), gerek Uhud´da ve gerekse Huneyn´ de bu çeşit davranışıyla, dağılan İslâm askerlerinin etrafında toplanmasını sağlamıştır. Böylece Uhud´da hem moral çöküntüsünü hem de daha kötü sonuçları önlemiştir. Huneyn´de de büyük zaferin sebebi olmuştur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bu hadislerinde, bozgun hengâmında cesurâne davranan tek bir kişinin bile savaşın seyrini değiştirebileceğine parmak basmış olmaktadır.
2- Şarihler, hadiste kötü fiillerden olarak zikredilen “şeyhin zinası” tabiri ile muhsan olanın zinasının kastedilme ihtimalinden bahsederler. Zira, dinimiz evli ile hiç evlenmemiş bakire kimsenin zinasını bir tutmaz. Bâkirenin zinası, muhsan olanın zinasına nazaran daha hafif bir cürümdür. Çünkü birinin cezası ölüm iken, diğerinin seksen sopadır. Keza bu tabirle, gence mukabil olan “ihtiyar ve yaşlanmış kimse”nin zinasını kastetmiş olabileceği ihtimalini de belirtirler. Bu mânada anlaşılınca, çirkin işlerin herkeste aynı değerde kötü olmayacağı dersi verilmiş olmaktadır. Zina kötü bir fezâhet ama, buna yaşlanmış insan teşebbüs ederse çok daha kötü bir hal olmaktadır. Manayı muhalifi ile, edeb ve iffet güzeldir ama gençlerde olursa daha güzeldir. Çünkü gençlikte edeb ve iffetlilik güzel bir alışkanlık îras eder ve bütün hayatın iyi bir istikamette gitmesini sağlar. Sonradan -şayet nasib olursa- ulaşılan iyilik, bir yama veya aşı durumundadır, gençlikten tevarüs edilen kadar feyizli ve bereketli olmayabilir.[630]
ـ4679 ـ19ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: سَبْعَة يُظِلُّهُم اللّهُ في ظِلِّّهِ يَوْمَ َ ظِلَّ إَّ ظِلُّهُ: إمَامٌ عَادِلٌ، وَشَابٌّ نَشَأ في عِبَادَةِ اللّهِ، وَرَجُلٌ قَلْبُهُ مُعَلَّقٌ بِالْمَسْجِدِ حَتّى يَعُودَ إلَيْهِ، وَرَجَُنِ تَحَابّا في اللّهِ، اجْتَمَعَا عَلى ذلِكَ وَتَفَرَّقَا عَلَيْهِ، وَرَجُلٌ دَعَتْهُ امْرأة ذَاتُ مَنْصِبٍ وَجَمَالٍ فقَالَ: إنِّى أخَافُ اللّهَ، وَرَجُلٌ تَصَدَّقَ بِصَدَقَةٍ فأخْفَاهَا
حَتّى َ تَعْلَمَ شِمَالهُ مَا تُنْفِقُ يَمِينُهُ، وَرَجُلٌ ذَكَرَ اللّه خَالِياً ففَاضَتْ عَيْنَاهُ[. أخرجه الستة إ أبا داود .
19. (4679)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Yedi kişi var, Allah onları hiçbir gölgenin olmadığı kıyamet gününde kendi gölgesinde gölgeler:
* Adil imam,
* Allah´a ibadet içinde yetişen genç,
* Tekrar dönünceye kadar kalbi mescide bağlı olan kimse
* Allah için birbirlerini seven, Allah rızası için biraraya gelip, Allah rızası için ayrılan iki kişi,
* Güzel ve makam sahibi bir kadın tarafından davet edildiği halde: “Ben Allah´tan korkarım” de(yip icabet etmey)en kimse,
* Sağ eliyle verdiğini sol eli görmeyecek kadar gizli bir şekilde sadaka veren kimse,
* Allah´ı tek başına zikrederken gözlerinden yaş boşanan kimse.” [Buhârî, Ezân 36, Zekât 16, Rikâk 24, Hudûd 19; Müslim 91, (1031); Muvatta 14, (952, 953); Tirmizî, Zühd 53, (2392); nesâî, Kudât 2, (8, 222, 223).][631]
ـ4680 ـ20ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ دَعَا الى هُدىً كَانَ لَهُ مِنْ ا‘جْرِ مِثْلُ أجُورَ مَنِ اتَّبَعَهُ َ يَنْقُصُ ذلِكَ مِنْ أجُورِهِمْ شَيْئاً، وَمَنْ دَعَا الى ضََلَةِ كَانَ عَلَيْهِ مِنَ ا“ثْمِ مثْلُ آثَامِ مَنِ اتَّبَعَهُ َ يَنْقُصُ مِنْ آثَامِهِمْ شَيْئاً[. أخرجه مسلم ومالك وأبو داود والترمذي .
20. (4680)- Yine Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim bir hidayete davette bulunursa, buna uyanların sevaplarının bir misli ona gelir ve bu durum, onların ücretlerinden hiçbir şey eksiltmez. Kim bir dalâlete çağrıda bulunursa, buna uyanların günahlarından bir misli de ona gelir ve bu onların günahlarından hiçbir eksiltme yapmaz.” [Müslim, İlm 16, (2674); Tirmizî, İlm 15, (2676); Ebu Dâvud, Sünnet 7, (4609); Muvatta, Kur´ân 41, (1, 218).][632]
ـ4681 ـ21ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قَالَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: الدَّالُّ عَلى الْخَيْرِ كَفَاعِلِهِ[. أخرجه الترمذي .
21. (4681)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Hayra delâlet eden onu yapan gibidir.” [Tirmizî, İlm 14, (2672).][633]
ـ4682 ـ22ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَقُولُ اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ لِمََئِكَتِهِ: إذَا هَمَّ عَبْدِى بِعَمَلٍ سَيِّئَةٍ فََ تَكْتُبُوهَا حَتّى يَعْمَلَهَا، فإذَا عَمِلَهَا فاكْتُبُوهَا عَليْهِ وَاحِدَةٍ، وإنْ تَرَكَهَا ‘جْلِي فاكْتبُوهَا لَهُ حَسَنَةً، وإذَا هَمَّ بِعَمَلٍ حَسَنَةٍ وَلَمْ يعْمَلْهَا فَاكْتُبُوهَا لَهُ حَسَنَةً، فإنْ عَمِلَهَا فاكْتُبُوهَا لَهُ بِعَشْرِ أمْثَالِهَا الى سَبْعِمِائَةِ ضِعْفٍ[. أخرجه الشيخان والترمذي .
22. (4682)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah Teâla hazretleri meleklerine şöyle emreder: “Kulum kötü bir amel yapmak isteyince, onu yapmadıkça yazmayın, Yapınca, onu aleyhine bir günah olarak yazın. Eğer benim rızamı düşünerek terketti ise bunu onun lehine bir sevap yazın. Kulum iyi bir iş yapmak arzu edince, yapmasa bile onu, lehine bir sevap yazın. Eğer onu yaparsa en az on misli olmak üzere yedi yüz misline kadar ona sevap yazın.” [Buhârî, Tevhed 35; Müslim, İmân 203, 205, (128, 129); Tirmizî, Tefsîr, Enâm (3075).][634]
ـ4683 ـ23ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا مِنْ حَافِظَيْنِ رَفَعَا الى اللّهِ مَا حَفِظَا مِنْ عَمَلِ عَبْدٍ مِنْ لَيْلٍ أوْ نَهَارٍ
فَيَجِدُ اللّهُ في أوَّلِ الصَّحِيفَةِ وَآخِرَهَا خَيْراً، إَّ قَالَ لِلْمََئِكَةِ: أُشْهِدُكُمْ أنِّى قَدْ غَفَرْتُ لِعَبْدِى مَا بَيْنَ طَرَفَي الصَّحِيفَةِ[. أخرجه الترمذي .
23. (4683)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kulun gündüz veya gece amelini yazan hafaza melekleri, yazdıklarını Allah´a yükseltirler. Allah sahifenin baş ve son kısmını hayırlı bulursa, meleklere şöyle der: “Sizi şahid kılıyorum, ben kulumun sahifesinin iki tarafı arasında kalan kısmını mağfiret ettim.” [Tirmizî, Cenaiz 9, (981).][635]
ـ4684 ـ24ـ وعن عَمْرِو بْنِ عبسة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ شَابَ شَيْبَةً في ا“سَْمِ كَانَتْ لَهُ نُوراً يَوْمَ الْقِيَامَةِ، وَمَنْ رَمَى بِسَهْمٍ في سَبِيلِ اللّهِ فَبَلَغَ الْعَدُوَّ أوْلَمْ يَبْلُغْهُمْ كَانَ لَهُ عِتْقُ رَقَبَةٍ، وَمَنْ أعْتَقَ رَقَبَةً مُؤْمِنَةً كَانَتْ فِدَاءَهُ مِنَ النَّارِ عُضْواً عُضْواً[. أخرجه أصْحَابَ السنن، وهذا لَفْظُ النّسائى .
24. (4684)- Amr İbnu Abese (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim Müslüman olduğu halde, saçından bir kıl beyazlarsa, bu, kıyamet günü onun için bir nur olur. Kim Allah yolunda bir ok atarsa, bu düşmana değse de değmese de, atan için bir köle azadı yerine geçer. Kim mü´min bir köleyi azad ederse bu onun için cehennemden bir azadlık vesilesi olur: Her bir uzuv için bir uzvu ateşten kurtulur.” [Tirmizî, Fezâilu´l-Cihad, (1634); Nesaî, Cihad 26, (6, 26); Ebu Daud, Itk 14, (3966).][636]
ـ4685 ـ25ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَقُولُ اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ: يَا ابنَ آدَمَ: مَرِضْتُ فَلَمْ تَعُدْنِى. فَيَقُولُ: يَا رَبِّ كَيْفَ أعُودُكَ وَأنْتَ رَبُّ الْعَالَمِينَ؟ قَالَ: أمَا عَلِمْتَ
أنَّ عَبْدِى فُناً مَرِضَ فَلَمْ تَعُدْهُ؟ أمَا عَلِمْتَ أنَّكَ لَوْ عُدْتَهُ لَوَجَدْتَنِى عِنْدَهُ؟ يَا بْنَ آدَمَ: اِسْتَطْعَمْتُكَ فَلَمْ تَطْعِمُنِي. قَالَ: يَا رَبِّ كَيْفَ أُطْعِمُكَ وَأنْتَ رَبُّ الْعَالَمِينَ؟ قَالَ: انّ عَبْدِي فَُناً اِسْتَطْعَمَكَ فَلَمْ تُطْعِمُهُ. أمَا عَلِمْتَ لَوْ أنَّكَ أطْعَمْتَهُ لَوَجَدْتَ ذَلِكَ عِنْدِي. يَابْنَ آدَمَ: اسْتَسْقَيْتُكَ فَلَمْ تُسْقِنِى. قَالَ: يَا رَبِّ كَيْفَ أسْقِيكَ وَأنْتَ رَبُّ الْعَالَمِينَ؟ فَيَقُولُ: إنَّ عَبْدِى فُناً اسْتَسْقَاكَ فَلَمْ تَسْقِهِ؟ أمَا عَلَمْتَ أنَّكَ لَوْ سَقَيْتَهُ لَوَجَدْتَ ذلِكَ عِنْدِي[. أخرجه مسلم .
5. (4685)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet günü aziz ve celil olan Allah şöyle buyuracak:
“Ey ademoğlu! Ben hasta oldum beni ziyaret etmedin.” Kul diyecek:
“Ey Rabbim, sen Rabbülâlemin iken ben seni nasıl ziyaret ederim ” Rab Teala diyecek:
“Bilmedin mi, falan kulum hastalandı, fakat sen onu ziyaret etmedin, bilmiyor musun Eğer onu etseydin, yanında beni bulacaktın ”
Rab Teala diyecek:
“Ey ademoğlu ben senden yiyecek istedim ama sen beni doyurmadın!” Kul diyecek:
“Ey Rabbim, ben seni nasıl doyururum. Sen ki Alemlerin Rabbisin ” Rab Teala diyecek:
“Benim falan kulum senden yiyecek istedi. Sen onu doyurmadın. Bilmez misin ki, eğer sen ona yiyecek verseydin ben onu yanımda bulacaktım.” Rab Teala diyecek:
“Ey ademoğlu! Ben senden su istedim bana su vermedin!” Kul diyecek:
“Ey Rabbim, ben sana nasıl su içirebilirim, sen ki Alemlerin Rabbisin!” Rab Teala diyecek:
“Kulum falan senden su istedi. Sen ona su vermedin. Bilmiyor musun, eğer ona su vermiş olsaydın bunu benim yanımda bulacaktın!” [Müslim, Birr 43, (2569).][637]
AÇIKLAMA:
Hadiste, hasta ziyareti, aç doyurmak, susuza su vermek gibi amellerin fazileti farklı bir üslubla takrir edilmiş olmaktadır. Kulun, ziyaret edilenin yanında veya karnı doyurulanların yanında Allah´ı bulması demek, o fiiline mukabil Allah´ın bol sevabını, rahmetini bulması demektir.[638]
ـ4686 ـ26ـ وعن أبى سعيدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ أكَلَ طَيِّباً وَعَمِلَ في سُنَّةٍ وَأمِنَ النَّاسُ بَوَائِقَهُ دَخَلَ الْجَنَّةَ. قَالَ لَهُ رَجُلٌ: يَا رَسُولَ اللّهِ! إنَّ هذَا الْيَوْمَ في النَّاسِ كَثِيرٌ. قَالَ: فَسَيَكُونُ في قَرُونٍ بَعْدِى[. أخرجه الترمذي.والمراد »بالبوائق« هنا: الغوائل والشرور والظلم والغش .
26. (4686)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim temiz rızık yer ve sünnete uygun amelde bulunur, halk da kendisinden bir kötülük gelmeyeceği hususunda güven duyarsa cennete girdi demektir.”
Bir adam: “Ey Allah´ın Resulü! Bugün insanlar arasında böyleleri çoktur!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da:
“Benden sonraki zamanlarda da olacaklar!” buyurdu.” [Tirmizî, Kıyamet 61, (2522).][639]
AÇIKLAMA:
Resûlullah helal rızıkla beslenip, söylediği sözler veya yaptığı işler sünnet veya Kur´an´da mevcut nasslardan birine uygunluk arzeden bir kimseye, cennet hususunda garanti vermektedir. Yeter ki, halk da ondan gelecek her çeşit kötülükten kendini emin hissetsin.
Resûlullah her asırda bu çeşit iyi insanların çokça olacağını müjdelemektedir. [640]
ـ4687 ـ27ـ وعن البراء رَضِيَ اللّهُ عَنْه قالَ: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ مَنَحَ مِنْحَةَ لَبَنٍ أوْ وَرقٍ، أوْ هَدى ضَاًّ طَرِيقاً، أوْ أعْمى زُقاقاً، كَانَ لَهُ مِثْلُ مَنْ أعْتَقَ رَقَبَةً[. أخرجه الترمذي.»المِنحةُ« العطية. والمنحة: الناقة والشاة تعار لينتفع بِلَبَنِهَا ثم تعاد .
27. (4687)- Hz. Bera (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim sağmal bir hayvanı veya parayı (karz-ı hasen olarak ) iâreten verirse veya yolunu kaybedene yolunu gösterirse veya amayı sokağına koyarsa kendisine bir köle azad edenin sevabı verilir.” [Tirmizî, Birr 37, (1958).][641]
ـ4688 ـ28ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قِيلَ يَا رَسُولَ اللّهِ: الرَّجُلُ يَعْمَلُ الْعَمَلَ سِرّاً فإذَا اطَّلِعَ عَلَيْهِ أعْجَبَهُ ذلِكَ. فقَالَ #: لَهُ أجْرَان: أجْرُ السِّرِّ وَأجْرُ الْعََنِيَةِ[. أخرجه الترمذي.المعنى أعْجبه ثناء الناس عليه بالخير لقوله #: اَنْتُمْ شُهدَاءَ اللّهُ في ا‘رض أما إذا أعجبه علم الناس به ليكرم أو يعظم بذلك فهذا رياء. وقيل معناه أعجبه اطع الناس عليه رجاء أن يعمل بمثل عمله فيكون له مثل أجر من عمل لقوله #: من سنّ سنة حسنةً كان له أجرها وأجرُ من عمل بها .
28. (4688)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)´e soruldu:
“Ey Allah´ın Resûlü! Bir adam gizli olarak hayırlı ameller yaparken bir de bakarsın halk buna muttali olmuştur da bu onun hoşuna gitmiştir ” Aleyhissalâtu vesselâm:
“Bu kimsenin iki ücreti vardır: Gizli yapmanın ücreti ve aleni yapmanın ücreti.” [Tirmizî, Zühd 49, (2385).] [642]
AÇIKLAMA:
Tirmizî bu hadis hakkında şu açıklamayı kaydeder: “Bu hadisi, alimlerden bir kısmı şöyle açıkladı: “Yaptığı işe muttali olununca hoşuna gider” ibaresinin manası şudur: “Halkın kenisini bu işi sebebiyle hayırla sena etmesi onun hoşuna gider, zira Aleyhissalâtu vesselâm: “Sizler Allah´ın yeryüzündeki şahidlerisiniz” buyurmuştur. Bu hadisin müjdesi sebebiyle (halkın övgüsü Allah´ın rızasının alameti olduğu için) övgü adamın hoşuna gider. Ancak o kimse, bu hayrı kendinden bilsinler de hayrına mukabil kendine ikram etsinler, büyüklensinler diye, bilinmiş olmaktan hoşlanırsa bu riyadır. Bazı alimler de şöyle demiştir: “Kendisine muttali olununca, kendi yaptığı örnek alınarak başkasının yapmasına da vesile olur” ümidiyle hoşlanırsa, bu durumda onların sevaplarının bir misli ona gelir. Çünkü hadiste : “Kim iyi bir yol açarsa, ona bunun ecri ve bu yolda gidenlerin ecrinin bir misli vardır” buyrulmuştur.[643]
ـ4689 ـ29ـ وعن أبى ذَرٍّ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قِيلَ يَا رَسُولَ اللّهِ: الرَّجُل يَعْمَلُ الْخَيْرَ وَيَحْمَدُهُ النَّاسُ عَلَيْهِ. فقَالَ: تِلْكَ عَاجِلُ بُشْرى الْمُؤْمِن[. أخرجه مسلم .
29. (4689)- Hz. Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah´a soruldu: “Ey Allah´ın Resûlü! Kişi hayır yapsa halk da bu sebeple onu övse (bunun hükmü nedir )”
“Bu mü´mine (Allah´ın razı olduğuna dair) peşin bir müjdedir” buyurdular.” [Müslim, Birr 166, (2642).][644]
AÇIKLAMA:
Nevevî, kulun övülmede dahli olmadığı takdirde, gıyabında halkın yaptığı övgünün Allah´ın rızasına alâmet olacağını, aksi takdirde kendi iradesiyle, arzusuyla övgünün hasıl olması halinde bunun rıza müjdesi olmayacağını belirtir.[645]
ـ4690 ـ30ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: وَفْدُ اللّهِ ثََثَةٌ: اَلْغَازِى، وَالْحَاجُّ، والْمُعْتَمِرُ[. أخرجه النسائي .
30. (4690)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah için sefer yapanlar üçtür: Gazi, hacı, umreci.” [Nesâî, Hacc 4, (5, 113).][646]
ـ4691 ـ31ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: ما مِنْ مُسْلِمٍ يَغْرِسُ غَرْساً أوْ يَزْرَعُ زَرْعاً فَيَأكُلُ مِنْهُ طَيْرٌ أوْ إنْسَانٌ أوْ بَهِيمَةٌ إَّ كَانَ لَهُ بِهِ صَدَقَةٌ[. أخرجه الشيخان والترمذي .
31. (4691)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bir Müslüman bir ağaç diker veya bir tohum eker de bunların mahsulatından bir kuş veya insan veya hayvan yiyecek olsa, bu onun için bir sadaka olur.” [Buharî, Hars 1, Edeb 27; Müslim, Müsâkat 12, (1553); Tirmizî, Ahkam 40, (1382).][647]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadisi Buharî: “Yenilen şeyleri ekmenin ve dikmenin fazileti” adını taşıyan bir babta kaydeder: “Ekme” ve “dikme”nin faziletine Kur´anî delil olarak da “Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa bitirenler Biz miyiz Eğer dileseydik, muhakkak ki onu (tohumsuz) bir ot kırıntısı yapardık da siz de şaşakalırdınız” (Vakıa 64-65) ayeti zikredilir.
2- Buhârî´nin bab başlığından da anlaşılacağı üzere ulemâ, hadisin, ekip dikmenin faziletli ameller arasında yer ettiğine delil olduğunu ve arzın imar edilmesine teşvik teşkil ettiğini söylemiş, ayrıca hadisten çiftlik kurmanın ve onunla meşgul olmanın caiz olduğu hükmünü de çıkarmıştır. İbnu Hacer der ki: “Bu hadis, zahid geçinenlerden bazılarının ziraatle meşgul olmanın faziletini reddeden sözlerinin batıl olduğuna ve ziraatle meşguliyetten uzaklaştırmayı ifade zımnında gelen rivayetlerdeki asıl maksadı, dinî işlere mani olacak derecesine hamletmek gerektiğine de delildir.”
Burada İbnu Hacer´in kasdettiği yasaklayıcı hadislerden biri şudur: “Çiftlik edinmeyin, dünyaya rağbet edersiniz.” Kurtubî bu iki hadisi şöyle cemeder: “Bu ikinci hadisteki yasaklama aşırı çokluğun peşine düşüp o yüzden dinî vazifeleri ihmal etmeye hamledilir. Sadedinde olduğumuz hadiste ziraat da ihtiyaç nisbetinde veya Müslümanların ondan istifadesini düşünerek veya sevap elde etmek maksadıyla yapılan ziraate hamledilir.” Hadisin Müslim´deki veçhinde sebeb-i vürud da mevcut: Buna göre Resûlullah, bir bahçede çalışmakta olan Ümmü Ma´bed´in yanına gelip: “Bu hurmaları kim dikti, kafir mi Müslüman mı ” diye sorar. Ümmü Ma´bed: “Müslüman!” deyince Fahr-i Kainat (aleyhissalâtu vesselâm): “Müslüman bir kimse ağaç diker de ondan bir insan veya hayvan yahut kuş yerse bu mutlaka onun için kıyamet gününe kadar bir sadaka olur” buyurur.
3- Müslim´in bir ziyadesi bilhassa kaydetmeye değer: “…kıyamet gününe kadar kendisi için sadaka olur.” Demek ki iyi bir niyetle atılan bir tohum veya dikilen bir ağaçtan istifade edildiği müddetçe kıyamete kadar sevap hasıl olmaktadır. Bu ziyadeden, ekilen o tohumun, müteakip tohumlarından veya ağacın müteakip çekirdek ve filizlerinden hâsıl olacak ve kıyamete kadar müteselsilen elde edilecek menfaatlerden, eken kimsenin sevap cihetiyle istifade edeceği mânasını dahi anlamak mümkün ise de, Nevevî, İbnu Hacer “Sevap elde etme işi, ekilen veya dikilen şeyden yenilmeye devam edildiği müddetçe, kişi ölmüş bile olsa, hatta mülkiyeti başkasına intikal etmiş bile olsa” diyerek “bizzat dikilenin varlığının devamı müddetince” diye bir sınırlama getirirler. Her halükârda bu hadis ziraatçiliğe, mü´min gönüllerde fevkalâde bir teşvik hâsıl eder.
4- İbnu Hacer, “Müslüman” kelimesinin mutlak gelmiş olmasından hareketle, “hür, köle, fasık, müttaki, erkek, kadın her Müslümanın bu ekim sevabından istifade edeceğine” dikket çeker. “İstifade edecek kimse”de mutlak gelmiştir: “İnsan.” Bu durumda onun milliyeti, diyaneti, müşteri veya hırsız olması mevzubahis değildir. Hadisteki bu ıtlaka binaen Bediüzzaman bu hadisin mealini, “Hem bu bağdan çıkan mahsulattan kim yese -hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne geçer” şeklinde verir.
Bu çeşit hadislerin, zamanımızda ortaya çıkan ve pek çok insanımıza musallat olan ve insanları belli yaşlardan sonra müstahsil olmaktan alıkoyup, sadece müstehlik olmaya atan emeklilik anlayışının zararlılığını kavramada önemi büyüktür. Bu maksadla, yetiştirilen ağaç ve diğer bitkilerden hasıl olan mahsulatın sadaka yerine geçmesinin namaz kılma şartına bağlı olduğu görüşünde olan Bediüzzaman´dan bir pasajı aynen aktarıyoruz:
“Eğer sen, istirahat ve teneffüs vaktini ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfetsen, o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı ahiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki mâden-i mânevi bulursun:
Birinci Maden: Bütün bağındaki yetiştirdiğin -çiçekli olsun, meyveli olsun- her nebâtın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyyet ile, bir hisse alıyorsun.
İkinci Maden: Hem bu bağdan çıkan mahsûlattan kim yese -hayvan olsun, insan olsun, inek olsun, sinek olsun, müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî nâmına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve O´nun malını, O´nu mahlûkatına veren bir tevziat memuru nazariyle kendine baksan…
İşte bak, namazı terkeden, ne kadar büyük bir hasâret eder. Ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder ve sa´ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i manevî temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflas eder. Hatta ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. “Neme lazım der. Ben zaten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim ” diyerek, kendini tenbelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: “Daha ziyade ibadetle beraber sa´y-i helale çalışacağım. Tâ, kabrime daha ziyade ışık göndereceğim. Ahiretime daha ziyade zahire tedarik edeceğim.”[648]
SEKİZİNCİ BAB
HASTALIK, ÖLÜM VE MUSİBETLERİN FAZİLETİ
(Bu babta üç fasıl vardır)
*
BİRİNCİ FASIL
HASTALIK VE MUSİBETLER
*
İKİNCİ FASIL
EVLADIN ÖLÜMÜ
*
ÜÇÜNCÜ FASIL
ÖLÜM VE ALLAH´A KAVUŞMA SEVGİSİ
BİRİNCİ FASIL
HASTALIK VE MUSİBETLER
ـ4692 ـ1ـ عن أبى هريرة وأبى سعيدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما: ]أنَّهُمَا سمعا رسُولَ اللّهِ # يَقُول: مَا يُصِيبُ الْمُؤْمِنَ مِنْ وَصَبٍ وََ نَصَبٍ وََ سَقَمٍ وََ حَزَنٍ حَتّى الْهَمُّ يُهِمُّهُ إَّ كَفَّرَ اللّهُ بِهِ مِنْ سَيِّئَاتِهِ[. أخرجه الشيخان والترمذي. »النَّصبُ والوصَبُ«: الوجع والمرض .
1. (4692)- Ebu Hüreyre ve Ebu Said (radıyallahu anhüma)´nın anlattıklarına göre, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:
“Mü´min kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü hatta ufak tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle müÔminin günahından bir kısmını mağrifet buyurur.” [Buhârî, Marda 1; Müslim, Birr 52, (2573); Tirmizî, Cenâiz 1, (966).][649]
ـ4693 ـ2ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]دَخَلَ رَسولُ اللّهِ # عَلى أُمِّ السَّائِبِ رَضِيَ اللّهُ عَنْها. فقَالَ: مَالكِ تُزَفْزِفِينَ. فقَالَتِ: الحُمّى! َ بَارَكَ اللّهُ فيهَا. فقَالَ: َ تَسُبِّى الْحُمّى فإنَّهَا تُذْهِبُ خَطَايَا بَنِى آدَمَ كَمَا يُذْهِبُ الْكِيرُ خَبَثَ الْحَدِيدِ[. أخرجه مسلم.»تُزَفْزِيفينَ« بالزاي المكررة. وأصل الزفيف: الحركة الشديدة كأنه سمع ما عرض لها من رعدة الحمى؛ ويروى بالراء المهملة، من رفرفة جناح الطائر، وهى تحريكه عند الطيران. فشبه حركة رعدتها به، وا‘ول أكثر، واللّهُ أعلم.
2. (4693)- Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Ümmü´s-Saib (radıyallahu anhâ)´in yanına girdi ve:
“Niye zangırdıyorsun, neyin var ” dedi. Kadın: “Humma (sıtma)! Allah belasını versin!” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da:
“Sakın hummaya sövme! Çünkü o, insanların hatalarını temizlemektedir, tıpkı körüğün demirdeki pislikleri temizlediği gibi!” buyurdular.”[650]
ـ4694 ـ3ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]عَادَ رَسُولُ اللّهِ #: مَحْمُوماً فقَالَ لَهُ: أبْشِرْ فإنَّ اللّهَ تَعالى يَقُولُ: هِىَ نَارِى أُسَلِّطُهَا عَلى عَبْدِى الْمُؤْمِنِ لَتَكُونَ حَظَّهُ مِنَ النَّارِ[. أخرجه رزين .
3. (4694)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir hummalıyı ziyaret etmişti. Hastaya:
“Müjde! Zira Allah Teâla hazretleri diyor ki: “Humma benim ateşimdir, ben onu mü´min kuluma musallat ederim, ta ki, ateşten tadacağı nasibini dünyada tadmış) olsun.”
[Rezîn tahriç etmiştir. (Ahmet İbnu Hanbel´in Müsned´inde mevcuttur: 2, 440).][651]
ـ4695 ـ4ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ # إذَا أرَادَ اللّهُ بِعَبْدٍ خَيْراً عَجَّلَ لَهُ الْعُقُوبَةَ في الدُّنْيَا، وإذَا أرَادَ بِعَبْدِهِ الشَّرَّ أمْسَكَ عَنْهُ بِذَنْبِهِ حَتّى يُوَافِيَ بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ[. أخرجه الترمذي .
4. (4695)- Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah bir kuluna hayır murad ettimi onun cezasını tacil edip dünyada verir; bir kulu hakkında da kötülük murad ettimi onun günahlarını tutar, kıyamet günü cezasını verir.” [Tirmizî, Zühd 57, (2398).][652]
ـ4696 ـ5ـ وعنه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إنَّ عُظْمَ الْجَزَاءِ مَعَ عُظْمِ الْبََءِ، وإنَّ اللّهَ تَعالى إذَا أحَبَّ قَوْماً ابْتََهُمْ، فَمَنْ رَضِيَ فَلَهُ الرِّضَا، وَمَنْ سَخِطَ فَلَهُ السَّخَطُ[. أخرجه الترمذي.
5. (4696)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Mükâfatın büyüklüğü belânın büyüklüğü ile (orantılıdır). Allah bir cemaati sevdi mi onları musibete müptela eder. Kim bundan razı olursa Allah da ondan razı olur, kim de razı olmazsa Allah da ondan razı olmaz.” [Tirmizî, Zühd 57, (2398).][653]
ـ4697 ـ6ـ وعن جابرٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: يَوَدُّ أهْلُ الْعَافِيَةِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ حِينَ يُعْطى أهْلُ الْبََءِ الثَّوَابَ لَوْ أنَّ جُلُودَهُمْ كَانَتْ قُرِضَتْ في الدُّنْيَا بِالْمَقَارِيضِ[. أخرجه الترمذي .
6. (4697)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kıyamet günü, afiyet ehli kimseler, bela ehline sevapları verilince, dünyada iken derilerinin makaslarla kazınmış olmasını temenni edecekler.” [Tirmizî, Zühd 59, (2404).][654]
ـ4698 ـ7ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَا يَزَالُ الْبََءُ بِالْمُؤْمِنِ وَالْمُؤْمِنَةِ في نَفْسِهِ وَوَلَدِهِ وَمَالِهِ حتّى يَلْقَى اللّهَ وَمَا عَلَيْهِ خَطِيئَةٌ[. أخرجه مالك والترمذي .
7. (4698)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Mü´min erkek ve kadının nefsinde, çocuğunda, malında bela eksik olmaz. Tâ ki hatasız olarak Allah´a kavuşsun.” [Muvatta, Cenâiz 40, (1, 236); Zühd 57, (2401).][655]
ـ4699 ـ8ـ وعن مصعب بن سعد عن أبيه رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قُلْتُ يَا رَسُولَ اللّهِ! أىُّ النَّاسِ أشَدُّ بََءً؟ قَالَ: ا‘نْبِيَاءُ، ثُمَّ ا‘مْثَلُ، فَا‘مثَلُ، يُبْتَلى الرَّجُلُ عَلى حَسَبِ دِينِهِ فإنْ كانَ شَدِيداً في دِينِهِ صُلْباً اِشْتَدَّ بََؤُهُ، وإنْ كَانَ في دِينِهِ رِقَّةٌ اِبْتََهُ اللّهُ عَلى حَسَبِ دِينِهِ، فَمَا يَبْرَحُ
البََءُ بِالْعَبْدِ حَتّى يَتْرُكَهُ يَمْشِى عَلى ا‘رْضِ وَلَيْسَ عَلَيْهِ خَطِيئَةٌ[. أخرجه الترمذي.يقال: »جاءَ الْقَوْمُ اَمْثَلَ فَا‘مْثَلَ« أىْ جاء أشرافهم وأجلّهم وخيرهم واحداً بعد واحد في الرتبة والمنزلة .
8. (4699)- Mus´ab İbnu Sa´d, babası radıyallahu anh´tan naklediyor: Der ki:
“Ey Allah´ın Resulü! dedim, insanlardan kimler en çok belaya uğrar ”
“Peygamberler, sonra büyüklükte onlara ve bunlara yakın olanlar. Kişi diyaneti nisbetinde belası da şiddetli olur. Şayet dininde zayıflık varsa, Allah onu da diyaneti nisbetinde imtihan eder. Bela kulun peşini bırakmaz. Tâ o kul, hatasız olarak yeryüzünde yürüyünceye kadar.” [Tirmizî, Zühd 57, (2400).][656]
ـ4700 ـ9ـ وعن أنسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: قَالَ اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ، وَعِزَّتِى وَجََلِى أخْرِجُ أحَداً مِنَ الدُّنْيَا أُرِيدُ أنْ أغْفِرَ لَهُ حَتّى أسْتَوْفِيَ كُلَّ خَطِيئَةٍ في عُنُقِهِ بِسَقَمٍ في بَدَنِهِ وَإقْتَارٍ في رِزْقِهِ[. أخرجه رزين.»ا“قتارُ« التضييق على ا“نسان في رزقه .
9. (4700)- Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Allah Teâla hazretleri ferman etti: “İzzetim ve celalim hakkı için, mağfiret etmek istediğim hiç kimseyi, bedenine bir hastalık, rızkına bir darlık vererek boynundaki günahlarından temizlemeden dünyadan çıkarmayacağım.” [Rezîn tahriç etmiştir.”[657]
ـ4701 ـ10ـ وعن أبى موسى رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: إذَا كَانَ الْعَبْدُ يَعْمَلُ عَمً صَالِحاً فَشَغَلَهُ عَنْهُ مَرَضٌ
أوْ سَفَرٌ كَتَبَ اللّهُ لَهُ كَصَالِحِ مَا كَانَ يَعْمَلُ وَهُوَ صَحيحٌ مُقِيمٌ[. أخرجه أبو داود .
10. (4701)- Ebu Musa radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bir kul, salih amel işlerken araya bir hastalık veya sefer girerek ameline mani olsa, Allah ona sıhhati yerinde ve mukim iken yapmakta olduğu salih amelin sevabını aynen yazar.” [Buhârî Cihâd 134; Ebu Dâvud, Cenâiz 2, (3091).] [658]
İKİNCİ FASIL
ÇOCUK ÖLÜMÜ
ـ4702 ـ1ـ عن أبى سعيدٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قالَ: ]قَالَ النّسَاءُ لِلنَّبِىِّ #: يَا رَسُولَ اللّهِ غَلَبنَا عَلَيْكَ الرِّجَالُ، فَاجْعَلْ لَنَا يَوْماً مِنْ نَفْسِكَ فوَعَدَهُنَّ يَوْماً، فوَعَظَهُنَّ وَأمَرَهُنَّ، وَكانَ فِيمَا قَالَ لَهُنَّ: مَا مِنْكُنَّ اِمْرَأةٌ تُقَدِّمُ ثََثَةً مِنْ وَلَدَهَا إَّ كَانُوا لَهَا حِجَاباً مِنَ النَّارِ. فقَالَتِ امْرَأةٌ: يَا رَسُولَ اللّهِ، وَاثْنَيْنِ؟ قَالَ: وَاثْنَيْنِ[. أخرجه الشيخان .
1. (4702)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: “Kadınlar Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´a dediler ki:
“Ey Allah´ın Resulü! Sizden (istifade hususunda) erkekler bize galip çıktı (yeterince sizi dinleyemiyoruz). Bize müstakil bir gün ayırsanız!”
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunun üzerine onlara bir gün verdi. O günde onlara vaaz u nasihat etti, bazı emirlerde bulundu. Onlara söyledikleri arasında şu da vardı:
“Sizden kim, kendinden önce üç çocuğunu gönderirse, onlar mutlaka kendisine ateşe karşı bir perde olur!”
Bir kadın sormuştu: “Ey Allah´ın Resûlü! Ya iki çocuğu ölmüşse ”
“İki de olsa!” buyurmuşlardı.” [Buharî, İlm 36, CEnâiz 6, İ´tisâm 9; Müslim, Birr 152, (2633).][659]
AÇIKLAMA:
1- Bu hadiste sahabe hanımlarının dinlerini öğrenme hususunda hırsları gözükmektedir. Zira Mescid-i Nebevî´nin arka kısmında yer alan kadınların, araya giren erkek cemaati sebebiyle Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ı işitmeleri zorlaşmış olunca daha yakından dinleme imkanı sağlayacak hususî bir gün talep ediyorlar.
2- Bazı rivayetlerde Resulullah´ın “Falanca hanımın evinde toplanın” diyerek, kadınlara mahsus vaaz gününü hususî bir evde yaptığı belirtilir.
3- Hadis, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın kadınların dinlerini öğrenmeleri meselesine ehemmiyet verip hususî şekilde ilgilendiğini göstermektedir.
4- Hadis, keza Müslüman çocuklarının cennette olduğunu, çocukların ebeveynleri için ateşe karşı perde olacaklarını ifade etmektedir.
Bu rivayette iki çocuğu ölen kimsenin cennete gideceği ifade edilmiştir. Bir başka rivayette “Ya tek çocuğu ölmüşse ” sorusu da sorulmuş, Resûlullah bir müddet sükût buyurduktan sonra: “Tek de olsa!” diye cevap dermeyan etmiştir. Bir başka hadiste “Kim büluğa ermemiş üç çocuğu önden gönderirse bunlar kendisi için ateşe karşı muhkem bir kal´a olurlar” buyurulmuştur. Bir çocuk gönderene de cennet verileceğini teyid eden muhtelif rivayetler var. İbnu Hacer, bunlardan en sahih olanını, Buhârî´nin Rikâk´ta kaydettiği şu rivayetin teşkil ettiğini söyler:
“Allah Teâla hazretleri buyurmuştur: “Ben, dünya ehlinden sevdiğini aldığım bir kulum, onun sevabını umarak sabreder, rıza gösterirse mükâfatı ancak cennettir.” İbnu Hacer, “Bu rivayete tek çocuk da dahildir” der.
Bu çeşit rivayetlerin bir kısmı ihtisab yani “sevap niyetiyle sabır” kaydını ihtiva etmez, mutlak gelir. Bunlara göre, çocuğu ölen her mü´min bu sevaba dahildir. Ancak İbnu Hacer der ki: “Şeriatın bilinen kaidelerindendir: “Sevap niyete terettüp eder.” Öyleyse mutlak hadisleri “ihtisab”la kayıtlamak gerekir. Öyleyse mutlak hadisler mukayyed olanlara hamledilecektir.”[660]
ـ4703 ـ2ـ وعن أبى هريرة رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: َ يَمُوتُ ‘حَدٍ مِنَ الْمُسْلِمِينَ ثََثَةٌ مِنْ الْوَلَدِ فَتَمَسَّهُ النَّارُ إَّ تَحلَّةَ الْقَسَمِ[. أخرجه الستة إ أبا داود.وفي أخرى للترمذي: »واثْنَانِ وَوَاحِدٌ«.ومعنى »تَحِلَّةِ الْقَسَمِ« أى تمسه النار إ مسة يسيرة مثل تحليل قسم الحالف.
2. (4703)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Mü´minlerden birinin üç çocuğu ölür ve ona da ateş değerse, bu çok hafif bir alev yalamasıdır.” [Buharî, Cenâiz 6, Eymân 9; Müslim, Birr 150-154, (2632-2635); Muvatta, Cenâiz 38, (1, 235); Tirmizî, Cenâiz 64. (1060); Nesâî, Cenâiz 25, (4, 25).][661]
ـ4704 ـ3ـ وعن ابْنِ عبَّاسٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْهما قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ كَانَ لَهُ فَرَطَانِ مِنْ أُمَّتِى دَخَلَ الْجَنَّةَ بِهِمَا. قَالَتْ عَائِشَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْها: وَمَنْ كَانَ لَهُ فَرَطَ. قَالَ: وَمَنْ كَانَ لَهُ فَرَطٌ يَا مُوَفَّقَة. قَالَتْ: فَمَنْ لَمْ يَكُنْ لَهُ فَرَطٌ مِنْ أُمَّتِكَ؟ قَالَ: أنَا فَرَطُ أُمَّتِى، لَنْ يُصَابُوا بِمِثْلِى[. أخرجه الترمذي.»الفرطُ« السابق المقدم على القوم في طلب الماء والمنزل، وإذا مات ل“نسان ولد صغير فهو فرط له .
3. (4704)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Ümmetimden kimin iki öncüsü varsa, onlarla birlikte cennete girer!”
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) sordu: “Bir öncüsü olan ”
“Bir öncüsü olan da, ey (hayırda) muvaffak olan!” buyurdular.
Hz. Aişe tekrar sordu: “Ümmetinden hiç öncü göndermeyen ”
“Ben, ümmetimin öncüsüyüm, (şefaatimle onları cennete ben sevkedeceğim. Hatta ben bütün öncülerin en büyüğüyüm. Çünkü ücret, çekilen meşakkate göre büyür). Benim ki gibisine de hedef olmayacaklar. (Onların beni önden göndermekten daha büyük bir kayıpları, daha acılı bir musibetleri yoktur ve olmayacak da. Zira vahiy kesilmiş oldu.)” [Tirmizî, Cenâiz 64, (1062).] [662]
ÜÇÜNCÜ FASIL
ÖLÜM VE ALLAH´A KAVUŞMA SEVGİSİ
ـ4705 ـ1ـ عن عُبَادَةِ بْنِ الصَّامِتٍ رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: ]قَالَ رَسُولُ اللّهِ #: مَنْ أحَبَّ لِقَاءَ اللّهِ أحَبَّ اللّهُ لِقَاءَهُ، وَمَنْ كَرِهَ لِقَاءَ اللّهِ كَرِهَ اللّهُ لِقَاءَهُ. فقَالَتْ عَائِشَةُ رَضِيَ اللّهُ عَنْها: إنَّا لَنَكْرَهُ الْمَوْتَ. قَالَ: لَيْسَ ذلِكَ؛ وَلكِنِ الْمُؤْمِنَ إذَا حَضَرَهُ الْمَوْتُ بُشِّرَ بِرِضْوَانِ اللّهِ وَكَرَامَتِهِ، فَلَيْسَ شَىْءٌ أحَبَّ إلَيْهِ مِمَّا أمَامَهُ، فأحَبَّ لِقَاءَ اللّهِ وَأحَبَّ اللّهُ لِقَاءَهُ، وإنَّ الْكَافِرُ إذَا حَضَرَهُ الْمَوْتُ بُشِّرَ بِعَذَابِ اللّهِ وَعُقُوبَتِهِ فَلَيْسَ شَىْءٌ أكْرَهَ إلَيْهِ مِمَّا أمَامَهُ، فَكَرِهَ لِقَاءَ اللّهِ، وَكَرِهَ اللّهُ لِقَاءَهُ[. أخرجه الخمسة إَّ أبَا داود .
1. (4705)- Ubâde İbnuÔs-Samit (radyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:
“Kim Allah´a kavuşmayı severse, Allah da ona kavuşmayı sever. Kim Allah´a kavuşmaktan hoşlanmazsa Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz!
“Hz. Aişe (radıyallahu anhâ): “Biz ölmekten hoşlanmayız” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
“Kasdımız bu değil. Lâkin, mü´mine ölüm gelince, Allah´ın rızası ve ikramıyla müjdelenir. Ona, önünde (ölümden sonra kendisini bekleyen) şeyden daha sevgili birşey yoktur. Böylece o, Allah´a kavuşmayı sever, Allah da ona kavuşmayı sever. Kâfir ise, ölüm kendisine gelince Allah´ın azabı ve cezasıyla müjdelenir. Bu sebeple ona önünde (kendini bekleyenlerden) daha menfur bir şey yoktur. Bu sebeple Allah´a kavuşmaktan hoşlanmaz, Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.” [Buhârî, Rikâk 41; Müslim, Zikr 14, (2683); Tirmizî, Cenâiz 67, (1066); Nesâî, Cenâiz 10, (4, 10).] [663]
AÇIKLAMA:
1- Hadiste kulun Allah´a olan sevgi ve nefreti ile Allah´ın da kula olan sevgi ve nefreti mevzubahis edilmektedir. Kulun sevgi ve nefretini anlamak o kadar zor değildir. Ama Allah´ın sevgi ve nefreti izah gerektirir. Bu sebeple alimler: “Allah´ın kullarına muhabbeti, onun hayır ve hidayetini irade etmesidir. Kula in´amda bulunmasıdır. Nefreti de bunların zıddıdır. Yani kulun hayrını ve hidayetini irade etmemesi, in´amda bulunmamasıdır.”
Hadiste gelen مَنْ (kim) kelimesi şart değil de haber olarak telakki edilince şöyle bir mana çıkacağına da dikkat çekilmiştir: “Allah´a kavuşmayı seven, Allah´ın kendisine kavuşmasını sevdiği kimsedir.”
Bu durumda, Allah´ın, kula kavuşmayı sevmesinin sebebi kulun Allah´a kavuşmayı sevmesi değildir. Keza kerahat ve nefret de böyle.
2- Hadisin son kısmını anlamada Müslim ve Nesâî´de Şureyh İbnu Hânî tarikinden gelen veçhinde geçen ziyadeyi kaydediyoruz:
“…Ebu Hüreyre´yi dinledim… (hadisin aslını zikreder ve der ki:) “Sonra Hz. Aişe´ye geldim. Dedim ki: “Bir hadis işittim, eğer öyleyse hepimiz helak olduk” -Hadisi zikreder ve der ki:- “Aramızda ölümden hoşlanan kimse yok, herkes onu sevmiyor.”
Bunun üzerine Hz. Aişe: “Onun mânası senin hatırına gelen şey değil. (Hadiste ölüm hali anlatılıyor. Ölmek üzere olan insanın) gözü belerdi mi yani can çekişen kimse, gözünü açıp yukarıya dikti mi artık etrafa bakamaz, göğsü daralır, ruh gidip gelmeye başlar, derisi titrer ve büzülür. İşte bu can çekişme halidir” der.” Bu hadisin Abda İbnu Humeyd´de gelen bir veçhinde Hz. Aişe şöyle demiştir: “Allah bir kul hakkında hayır murat etti mi, onun ölümünden bir yıl önce bir melek göndererek onu takviye edip hayırlı işlerde muvaffak kılar. Hakkında: “Hayır üzere öldü” denir. İşte bu kimse ölüm gelince sevabını gördü mü nefsi ona kavuşma arzusu duyar. Bu onun Allah´a kavuşmayı sevmesi, Allah´ın da ona kavuşmayı sevmesidir. Allah bir kul hakkında şer murad etti mi, ölümünden bir yıl önce ona bir şeytan musallat eder. Bu onu saptırır ve fitneye atar. Öyle ki: “İçinde bulunduğu şer üzere öldü” denir. Ölüm geldiği zaman, Allah´ın kendisine hazırladığı azabı görür ve nefsi bundan korkar. İşte bu onun Allah´a kavuşmaktan, Allah´ın da ona kavuşmaktan hoşlanmamasıdır.”
3- Hattabî´ye göre, hadiste geçen lika (kavuşma)dan farklı manalar muraddır:
* Muayene, (birkısım gaybî hakikatleri ölüm anında görmek).
* Ba´s yani ölümden sonra dirilme; şu ayette olduğu gibi: “Allah´ın huzuruna varacaklarını inkâr edenler hüsrana uğramışlardır…” (En´âm 31).
* Ölüm; şu ayette olduğu gibi: “Kim Allah´a kavuşmayı ümit ederse, Allah´ın vaadettiği o an mutlak gelecektir…” (Ankebut 5). Keza şu ayette olduğu gibi: “De ki: Kaçtığınız ölüm, mutlaka gelip sizi bulacaktır. Sonra da görünür ve görünmez alemleri hakkıyla bilen Allah´a döndürüleceksiniz…” (Cum´a 87).
* İbnu´l-Esir, en-Nihaye´de şöyle der: “Burada likâullah (Allah´a kavuşmak)tan murad Ahiret yurduna dönüş ve Allah´ın indindeki şeylerden taleptir. Bundan gaye ölüm değildir. Çünkü herkes ondan nefret eder. Öyleyse kim dünyayı terkeder ve ona buğzederse Allah´a kavuşmayı sever, kim de dünyayı tercih edip ona kendini verirse Allah´a kavuşmayı sevmez, çünkü bu kimse, ona ölümde vasıl olur.”
* Hattabî der ki: “Kulun Allah´a kavuşmayı sevmesinin manası, ahireti dünyaya tercih etmesidir. Böylece kul, dünyada ikametin devam etmesini sevmez, bilakis oradan göçe hazırlık yapar. Allah´a kavuşmaktan nefret, bunun zıddıdır.”
* Nevevî der ki: “Hadisin manası şudur: “Şer´an itibar edilen, muhabbet ve nefret, hayatının sonuna gelmiş kimseye birkısım gaybî ahvalin açılıp, sonunun ne olacağı gösterilen, bu sebeple, artık tevbesinin kabul edilmediği can çekişme anında vaki olan muhabbet ve nefrettir.”[664]
4- Hadisten Çıkarılan Bazı Fevaid:
* Hayır ehli, şerefleri sebebiyle önce zikredilir, şer ehli sayıca çok olsa da ikinci planda mevzubahis edilmelidir.
* Cezalar amel cinsindendir. Hadiste muhabbet muhabbetle, nefret nefretle karşılık görmektedir.
* Bazı alimler lika´yı rü´yet olarak tevil ederek hadisten ahirette hayır ehlinin Allah´ı göreceğine delil bulmuş ise de bu zayıf addedilmiş ve lika ile Allah´ın sevabına kavuşmanın kastedilmiş olmasının da mümkün ve makul olduğu ileri sürülmüştür.
* Can çekişen kimsede sürur ve ehemmiyet alameti zuhur ederse, bu onun hayır üzere olduğuna delildir. Aksi zuhur ederse şer üzerine olduğuna delil olur.
* Allah´a kavuşma sevgisi, ölümü temenni etme yasağına girmez. Çünkü bu, ölümü temenni etmediği halde kişide bulunabilir. Nitekim Allah´a kavuşma muhabbeti hasıl olan kişide bu hal, ölümün gelmesi veya gecikmesiyle ortadan kalkmaz. Halbuki can çekişme ve gaybî halleri görme anı, ölümü temeni yasağına girmez. Bilakis o anda temeni müstehabtır.
* Sıhhat halinde ölümden nefret etmenin farklı şekilleri var:
** Bazı insanlar, ölümden sonraki ahiret nimetlerine, dünyayı tercih ederek ölümden nefret eder. Bu, mezmumdur.
** Bazıları, kendisini bekleyen hesaptan korkarak ölümden nefret eder. Bunlar yeterli amelde bulunamadığını, hazırlığı olmadığını idrak eder de gerekli şekilde Allah´ın emrini yerine getirmek arzusuyla ölmemek ister. Bunlar ölümden nefret etmede mazurdur. Bu gruba girenlerin çok ciddi şekilde uhrevi hazırlığa girişmeleri ve ölüm gelinceye kadar bu hali terketmemeleri gerekir. Ölüm geldi mi, bunların Allah´ın rahmetinden ümidvar olarak ölümü nefretle değil, muhabbetle karşılamaları icab eder.
* Dünyada, sağlardan hiç kimse Allah´ı göremez. Bu görme işi, mü´minlere ölümden sonra vaki olur. Zira, hadisin bir başka veçhinde: “Ölüm, Allah´a kavuşmadan öncedir” ibaresi gelmiştir. Lika, rü´yetten daha âmm bir tabirdir. Öyleyse lika ortadan kalkınca rü´ yet (görme) de ortadan kalkar. Nitekim bir Müslim hadisinde, buradakinden daha sarih olarak şöyle buyrulmuştur: “Siz, ölmedikçe Rabbinizi göremeyeceksiniz.” [665]
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/341.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/341.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/342.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/342-343.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/344-345.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/345-347.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/347-348.
[8] Yani Resûlullah şöyle demiş olmalıdır: “Sabırsızlığı yüzünden Allah tarafından cezalandırılan Hz. Yunus´u küçük görerek: “Ben Yunus´tan hayırlıyım” demek hiçbir peygambere yakışmaz.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/348-351.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/351-353.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/353.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/353-355.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/355-356.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/356.
[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/356-357.
[16] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/357-358.
[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/358.
[18] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/359.
[19] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/359-362.
[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/362.
[21] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/363.
[22] İslâm âlimleri, burada geçen: “İsâ´ya uyanlar”ın müslümanlar olduğunu belirtirler. Çünkü müslümanlar, Hz. İsâ´nın gerçek kadrini bilirler, onun getirdiği tevhid´e tâbi olurlar. Hıristiyanlar ona, Allah, Allah´ın oğlu diyerek ondan uzaklaşmıştır.
[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/363-366.
[24] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/367.
[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/367-369.
[26] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/369.
[27] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/369-370.
[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/370-373.
[29] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/373.
[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/373-378.
[31] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/378.
[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/379.
[33] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/379-380.
[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/380.
[35] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/380-381.
[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/381-387.
[37] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/387.
[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/387-388.
[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/388.
[40] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/388-391.
[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/391-393.
[42] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/394.
[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/394-395.
[44] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/395.
[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/395.
[46] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/396.
[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/397-398.
[48] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/398-399.
[49] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/399.
[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/399-400.
[51] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/400.
[52] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/401.
[53] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/401.
[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/402.
[55] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/402.
[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/402-404.
[57] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/405.
[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/405.
[59] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/406.
[60] “Onlar da, “Ey Rabbimiz derler, bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin…””(Mü´min 11) âyeti ile ölme ve dirilme hadisesi “iki” ile sınırlıdır.
[61] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/406-407.
[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/407.
[63] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/408.
[64] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/408-409.
[65] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/411.
[66] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/411-414.
[67] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/414.
[68] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/415.
[69] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/415-416.
[70] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/416-417.
[71] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/417.
[72] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/417.
[73] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/417-418.
[74] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/418.
[75] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/418-419.
[76] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/420.
[77] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/421.
[78] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/421-422.
[79] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/422.
[80] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/422-423.
[81] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/423.
[82] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/424.
[83] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/424-425.
[84] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/425.
[85] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/425-426.
[86] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/426-427.
[87] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/427.
[88] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/427.
[89] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/428.
[90] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/429.
[91] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/429.
[92] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/429-431.
[93] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/431.
[94] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/431-432.
[95] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/433.
[96] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/433.
[97] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/434.
[98] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/435.
[99] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/436.
[100] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/436-441.
[101] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/441.
[102] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/442-443.
[103] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/443.
[104] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/444.
[105] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/445.
[106] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/445.
[107] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/446.
[108] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/447.
[109] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/447.
[110] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/447.
[111] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/447-448.
[112] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/448.
[113] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/449.
[114] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/449
[115] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/450-451.
[116] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/451-452.
[117] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/452.
[118] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/453.
[119] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/454.
[120] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/454-455.
[121] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/455-456.
[122] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/456-457.
[123] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/457.
[124] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/457.
[125] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/457.
[126] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/458.
[127] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/458-459.
[128] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/459-460.
[129] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/461.
[130] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/462.
[131] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/463.
[132] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/463.
[133] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/464.
[134] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/464.
[135] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/465.
[136] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/465.
[137] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/465.
[138] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/465.
[139] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/466.
[140] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/466-467.
[141] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/467-468.
[142] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/468.
[143] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/469.
[144] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/470.
[145] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/470.
[146] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/471.
[147] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/471-472.
[148] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/472.
[149] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/472.
[150] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/472-473.
[151] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/474.
[152] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/474-375.
[153] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/475-476.
[154] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/476-477.
[155] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/478.
[156] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/478-479.
[157] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/480.
[158] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/480-482.
[159] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/482.
[160] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/482.
[161] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/482-484.
[162] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/484.
[163] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/485.
[164] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/485.
[165] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/485-488.
[166] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/488.
[167] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/488-489.
[168] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/489.
[169] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/489-490.
[170] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/490.
[171] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/490.
[172] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/491.
[173] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/491.
[174] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/491.
[175] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/492.
[176] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/492.
[177] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/493.
[178] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/493-494.
[179] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/494.
[180] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/494.
[181] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/495.
[182] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/495-500.
[183] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/500-502.
[184] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/502.
[185] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/503.
[186] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/503-505.
[187] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/505-506.
[188] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/506.
[189] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/506-507.
[190] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/507-509.
[191] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/509.
[192] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/509.
[193] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/509.
[194] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/509-512.
[195] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/512.
[196] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/512-514.
[197] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/514.
[198] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/515.
[199] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/515.
[200] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/515-518.
[201] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/521-524.
[202] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/527-528.
[203] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/528-530.
[204] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/531.
[205] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/532.
[206] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/532-534.
[207] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/535.
[208] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/535.
[209] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/536.
[210] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/536-538.
[211] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/538.
[212] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/538-539.
[213] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/540.
[214] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/540.
[215] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/540.
[216] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/541.
[217] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/541.
[218] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/541-544.
[219] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/544.
[220] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/545.
[221] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/545.
[222] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/545-546.
[223] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/547.
[224] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/547-548.
[225] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/549.
[226] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/549-551.
[227] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/552.
[228] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/552-554.
[229] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/5.
[230] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/5-6.
[231] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/8.
[232] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/8-9.
[233] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/9.
[234] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/9-10.
[235] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/10.
[236] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/11-12.
[237] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/12.
[238] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/12-13.
[239] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/13.
[240] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/13.
[241] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/14.
[242] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/14-15.
[243] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/15.
[244] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/16.
[245] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/16.
[246] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/17-18.
[247] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/18-19.
[248] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/20.
[249] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/20.
[250] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/21.
[251] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/21-22.
[252] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/23.
[253] Burada mübalağa yoktur. Çünkü o ebedîdir, dünya fânidir. Ebedî akan bir çeşme büyük bir denizden daha zengindir. Öyle ise ebedî olan kamçı kadar yere dünyadan daha hayırlıdır.
[254] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/23-24.
[255] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/24-25.
[256] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/25.
[257] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/25.
[258] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/25-27.
[259] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/27.
[260] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/28-29.
[261] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/30.
[262] Birinci cilt, s.518-530´a bakılsın.
[263] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/30-32.
[264] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/33.
[265] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/33.
[266] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/33.
[267] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/34.
[268] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/34-35.
[269] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/35-36.
[270] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/36-37.
[271] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/37.
[272] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/37-39.
[273] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/39-40.
[274] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/41-42.
[275] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/42.
[276] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/43.
[277] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/43-44.
[278] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/44.
[279] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/44-45.
[280] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/45.
[281] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/45.
[282] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/45-46.
[283] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/46.
[284] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/47.
[285] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/47-49.
[286] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/49.
[287] Bu hadis 4366 numarada geçti.
[288] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/49-51.
[289] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/51.
[290] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/51-52.
[291] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/52.
[292] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/52-53.
[293] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/53.
[294] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/53.
[295] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/54.
[296] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/54-55.
[297] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/56.
[298] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/56-57.
[299] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/57.
[300] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/57-58.
[301] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/58.
[302] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/59.
[303] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/60.
[304] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/60-61.
[305] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/61.
[306] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/61-62.
[307] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/63.
[308] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/63-64.
[309] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/64.
[310] Birinci cilt 527-529. Sayfalara bakılsın.
[311] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/64-65.
[312] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/66-67.
[313] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/68.
[314] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/68-69.
[315] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/69-70.
[316] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/70.
[317] Cum´a bahsi 9. Ciltte (s. 176 ve devamı) geçti.
[318] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/70-71.
[319] Bu kısım ayetten muktebestir (Hacc 2). Birine göre şöyle takdir etmek gerekir: Kıyametin hali öyle bir dehşette olacak ki, o esnada eğer kadınlar hamile olsalardı çocuklarını düşürürlerdi. Nitekim Araplar: اَصَابنَا اَمْرٌ يُشِبُ مِنْهُ الْوَلِيدُ
[320] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/71-72.
[321] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/72-73.
[322] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/73.
[323] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/73.
[324] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/74.
[325] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/74.
[326] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/74.
[327] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/74-75.
[328] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/75.
[329] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/75-76.
[330] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/76.
[331] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/76-77.
[332] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/77.
[333] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/78.
[334] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/78-79.
[335] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/79-80.
[336] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/80.
[337] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/80-81.
[338] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/81.
[339] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/81.
[340] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/82.
[341] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/82-83.
[342] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/83-84.
[343] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/84.
[344] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/84-86.
[345] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/86.
[346] Kıyamet alametleri, Kıyametin vukû´u gibi meseleler kitabımızın Kıyamet Bölümünde gelecektir (5004-5056. Hadisler).
[347] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/86-87.
[348] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/87.
[349] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/87-88.
[350] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/88.
[351] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/88-89.
[352] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/89.
[353] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/89-90.
[354] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/90.
[355] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/90.
[356] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/90-91.
[357] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/91.
[358] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/93.
[359] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/93-94.
[360] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/94.
[361] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/94.
[362] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/95.
[363] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/95-96.
[364] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/96-97.
[365] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/97.
[366] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/98.
[367] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/98.
[368] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/99.
[369] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/99.
[370] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/100.
[371] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/100.
[372] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/101.
[373] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/101.
[374] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/101.
[375] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/102.
[376] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/102-103.
[377] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/103.
[378] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/103.
[379] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/103-104.
[380] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/104.
[381] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/105.
[382] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/105.
[383] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/105.
[384] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/106.
[385] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/106.
[386] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/106.
[387] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/106-108.
[388] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/108-109.
[389] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/109.
[390] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/110.
[391] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/110.
[392] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/111.
[393] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/111.
[394] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/111-112.
[395] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/113.
[396] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/113-114.
[397] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/114.
[398] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/114-115.
[399] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/115.
[400] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/116.
[401] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/118-119.
[402] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/119-120.
[403] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/120.
[404] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/120-121.
[405] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/121-122.
[406] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/123.
[407] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/124.
[408] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/124-127.
[409] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/128.
[410] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/129.
[411] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/129.
[412] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/129-130.
[413] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/131.
[414] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/131.
[415] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/132.
[416] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/132.
[417] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/133.
[418] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/134.
[419] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/134.
[420] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/134-136.
[421] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/136.
[422] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/137.
[423] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/137.
[424] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/138.
[425] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/138.
[426] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/139.
[427] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/139-140.
[428] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/141.
[429] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/141-142.
[430] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/142.
[431] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/142-143.
[432] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/144.
[433] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/144.
[434] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/144-145.
[435] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/145.
[436] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/145-146.
[437] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/146.
[438] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/146-147.
[439] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/147.
[440] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/147.
[441] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/149.
[442] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/149-150.
[443] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/150.
[444] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/150-151.
[445] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/151.
[446] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/151-152.
[447] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/152.
[448] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/152.
[449] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/152.
[450] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/152-153.
[451] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/153.
[452] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/153-154.
[453] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/154.
[454] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/155.
[455] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/155-156.
[456] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/156.
[457] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/156-159.
[458] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/160.
[459] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/160.
[460] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/161-162.
[461] Bu hadisenin teferruatı daha önce geçti (4432-4434. hadisler).
[462] Bu hadisenin teferruatı daha önce geçti (4454-4456. hadisler).
[463] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/162-164.
[464] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/164-165.
[465] Hicret ve “hicret üzerine biat” hadisesinin risalet-i Muhammiye´deki geniş mânâsı Hicretle ilgili bölümün (5775-5779) sonunda müstakilen tahlîl edilecektir.
[466] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/165-167.
[467] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/167.
[468] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/167.
[469] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/168.
[470] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/168.
[471] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/168.
[472] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/169.
[473] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/169-171.
[474] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/171-172.
[475] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/172.
[476] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/172-173.
[477] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/173.
[478] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/173-174.
[479] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/174.
[480] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/174.
[481] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/174-175.
[482] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/175.
[483] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/176.
[484] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/176-177.
[485] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/178.
[486] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/178-179.
[487] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/179.
[488] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/180.
[489] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/180-181.
[490] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/181.
[491] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/182.
[492] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/182-183.
[493] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/183.
[494] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/183.
[495] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/184-185.
[496] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/185-186.
[497] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/186.
[498] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/186-187.
[499] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/187.
[500] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/188.
[501] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/188.
[502] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/188-189.
[503] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/189.
[504] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/189-190.
[505] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/190.
[506] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/190.
[507] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/191.
[508] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/191.
[509] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/191-192.
[510] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/193.
[511] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/193.
[512] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/193.
[513] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/194.
[514] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/194.
[515] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/194.
[516] Bir berîd: Dört fersah; bir fersah dört mil; bir mil dört bin zirâ´dır. Yani bir berid altmışdörtbin (64.000) zirâ´dır. 1 zirâ´da 50-70 cm uzunluğuna tekabül eden bir ölçü birimidir (el-Müncid- Beyrut. 1960. S. 234).
[517] Belâzurî´deki bir rivâyette “Ancak saka devesi ile ekin ve bağlarını sulayan kimseye sabanını ve (bozuk) sulama âletini onarmak üzere dağdağan ve seksek ağaçları mâkulesinden faydalanmaya müsâade etti” denir.
[518] Muhtelif rivâyetlerde, haram kılınan bölgenin hududlarını tesbit maksadıyla, çok sayıda yer isimleri zikredilir. Bunlardan bir kısmı sarihtir, mâlum yerlerdir. Bir kısmı mübhemdir (Lâbiteyhâ, Me´zemeyhâ, Cebeleyhâ gibi). Bir kısmı da münâkaşalıdır (Sevr dağı gibi ki, bâzı selef âlimleri, Medine civârında bu isimde bir yer olmadığını, Sevr´in hicret sırasında Resûlullâh aleyhissalâtü vasselâm´ın sığındığı mağaranın bulunduğu dağ olduğunu, bu dağın ise Mekke yakınlarında bulunduğunu söylemişlerdir. Ancak başta İbn-i Hacer el-Askalâni olmak üzere (Fethu´l-bâri: 4/453-454) mes´eleyi tahkîk eden bir çok âlimler Medine´de Uhud dağının gerisinde, küçük, yuvarlak bir dağın Sevr olarak bilindiğini ve Medine halkınca da mâruf olduğunu göstermişlerdir. Muhammed Fuâd Abdulbâki merhum. Müslim´in tahkıkli neşrini yaparken bu mevzuya geniş açıklama ayırmıştır, oraya bakılsın (2/995-998). Biz, şerh kitaplarında yer alan uzun münâkaşa ve tahlillere burada yer vermeyi gerekli bulmadık. Mevzuya ilgi duyacak okuyucularımıza, bu meseleye geniş şekilde yer vermiş bulunan Semhûdî´yi de tavsiye ederiz (el-Vefâu´l-Vefâ: 1/89-117).
[519] Akik: Medine´de Harra´dan sonra gelen (…) bir yer. Yâkut´un açıklamasına bakılırsa, haram bölge (koruluk)´nin dışında kalmaktadır (Mucemu´l-Büldân, Beyrut, 1957, 4/139).
[520] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/195-198.
[521] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/198-200.
[522] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/200.
[523] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/200-201.
[524] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/201.
[525] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/202.
[526] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/202.
[527] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/203.
[528] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/203.
[529] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/204.
[530] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/204.
[531] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/205.
[532] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/205.
[533] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/206.
[534] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/206-207.
[535] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/207.
[536] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/207.
[537] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/208.
[538] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/208.
[539] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/208-209.
[540] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/209.
[541] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/209-210.
[542] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/210.
[543] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/210.
[544] Veber: Deve yünü demektir. Ehl-i veber´le bedeviler kastedilir. Çünkü onlar evlerini bu yünden yaptıkalr çadırlar şeklinde inşa ederlerdi, yani çadırlarda yaşarlardı. Meder: Yapışkan toprak demektir. Ehl-i meder tabiriyle şehirliler, yerleşikler ifade edilir. Çünkü evlerini topraktan inşa ederler.
[545] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/211-213.
[546] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/213.
[547] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/213-214.
[548] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/215.
[549] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/215.
[550] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/216.
[551] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/216.
[552] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/216-217.
[553] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/217.
[554] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/217.
[555] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/218.
[556] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/218.
[557] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/218-219.
[558] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/219.
[559] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/219-220.
[560] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/220.
[561] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/220-221.
[562] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/223.
[563] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/223.
[564] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/224.
[565] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/224.
[566] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/224-225.
[567] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/225.
[568] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/226.
[569] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/226.
[570] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/226.
[571] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/227.
[572] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/227
[573] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/227-228.
[574] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/228.
[575] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/229.
[576] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/229.
[577] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/229-230.
[578] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/230.
[579] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/230.
[580] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/230-231.
[581] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/231.
[582] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/231-232.
[583] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/232.
[584] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/232.
[585] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/232.
[586] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/233.
[587] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/233.
[588] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/233.
[589] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/234.
[590] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/235.
[591] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/236.
[592] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/236-237.
[593] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/237.
[594] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/238.
[595] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/238.
[596] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/239.
[597] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/239.
[598] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/240.
[599] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/242-243.
[600] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/243.
[601] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/244.
[602] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/244-249.
[603] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/250.
[604] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/250.
[605] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/250-252.
[606] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/252.
[607] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/254-255.
[608] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/255-256.
[609] Köşeli parantez, rivayetin Tirmizi´deki aslından alınmadır, bazı küçük farklar var.
[610] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/257-258.
[611] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/260.
[612] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/260-261.
[613] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/261.
[614] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/261-263.
[615] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/263.
[616] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/264-265.
[617] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/266.
[618] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/266.
[619] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/267.
[620] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/267-270.
[621] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/270.
[622] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/270-271.
[623] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/271.
[624] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/271.
[625] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/272.
[626] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/273.
[627] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/273.
[628] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/273.
[629] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/274.
[630] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/275.
[631] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/276.
[632] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/276-277.
[633] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/277.
[634] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/277.
[635] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/278.
[636] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/278.
[637] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/279-280.
[638] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/280.
[639] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/280.
[640] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/280.
[641] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/281.
[642] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/281.
[643] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/282.
[644] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/282.
[645] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/282.
[646] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/282.
[647] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/283.
[648] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/283-285.
[649] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/287.
[650] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/288.
[651] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/288.
[652] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/288.
[653] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/289.
[654] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/289.
[655] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/289.
[656] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/290.
[657] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/290.
[658] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/291.
[659] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/292.
[660] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/292-293.
[661] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/294.
[662] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/294.
[663] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/295.
[664] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/296-297.
[665] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/297-298.