CİDAL VE MİRÂ BÖLÜMÜ
Cidâl ve Mirâ, sözle yapılan mühâsama ve munâzaradır.
Cidâl, lügat olarak جدل kökünden gelir. Bu ise, sağlam olmak, sert olmak, ipi sağlam bükmek, örgüyü sağlam kılmak gibi mânalara gelir. Bu asıldan olmak üzere cedel, husumeti şiddetli olmak, cidâl ve şiddetli husumet etmek mânasına gelir. Arapça´da cedel, cidâl, mirâ muhasama gibi kelimelerle ifade edilen aynı mânayı dilimizde münâzara, münâkaşa, tartışma, çekişme, cedelleşme gibi kelimelerle ifade ederiz, cedel ve muhasama kelimelerinin de kullanıldığı olur.[1]
İLM-İ CEDEL:
Bu kök, mâna esas olmak üzere, muhalif tarafın fikirlerini çürütüp kendi fikirlerini benimsetmek üzere geliştirilen ilme ilm-i cedel denmiştir. Kendisine has prensipleri, kaideleri vardır. Cedel ilmi mantık, fıkıh, hitâb, münazara gibi muhtelif dinî ve gayr-ı dinî ilimlerle teması olan bir ilimdir. Asıl maksadı, karşı tarafı çürütüp kendi fikrini benimsetme melekesinin tahsilidir. İlmî, amelî hayatta pratik faydaları vardır. İbnu Haldun, Mukaddime´de cedel´i: “Fıkhî mezhepler arasında olsun başka muhalif gruplar arasında olsun cereyan eden münâzara âdabını bilmektir” diye târif eder. Fıkıh mezheplerinden herbirinin, kendi görüşünün haklılığını, muhalif tarafın görüşündeki isabetsizliği ortaya koymak için gösterdiği gayret de bir nevi cedel sayılmıştır. Fukahanın geliştirdiği cedel daha ziyade şer´î delilleri esas alır. Bu hususu ilk sistemleştiren Hanefî fakihlerinden Fahru´l-İslâm Bezdevî merhum (V. 482/1089) olmuştur. Bunun cedeli daha ziyade nas, icmâ, istidlal gibi edille-i şer´iyyeye dayanır.
Bu mevzuda isim yapan diğer bir şahsiyet Rüknüddin el-Âmidî´dir (V. 515/1121). Âmidî, her ilimizde geçerli umumî münazara prensipleri üzerinde durmuştur. el-İrşâd fi İlmi´l-Cedel adlı eseri kendinden sonra gelen Nesefî vs. birçoklarına çığır olacaktır. Ancak şunu da belirtelim ki, bu sâhada ilk eseri, fukahadan Ebu Bekr Muhammed İbnu Ali el-Kaffâl´ın (v. 336/947) verdiği kabul edilir.
Cedel, doğruyanlış, hakbatıl demeden kendi fikrini benimsetmeye, karşı tarafı çürütmeye yönelik bir gayeyi esas alınca, inceleme mevzuu yapıp temas ettiği bir kısım meseleler, prensipler (muğalata, safsata vs.), bâzı alimleri rahatsız etmiş ve bu ilimle herkesin rastgele meşguliyetini uygun görmemişlerdir. Hatta şöyle diyenler bile olmuştur:”
Sakın ha şu cedel denen şeyle uğraşmayın. Bu, selef büyüklerinde yoktur. Onların inkırazından ve dâr-ı ukbaya irtihallerinden sonra zuhur etmiş zamâne fantezisidir, fıkıhtan uzaklaştırır, boş şeylerle meşgul ederek ömrün zayi olmasına sebep olur, ruhlarda vahşet ve adâvet uyandırmaktan başka bir işe de yaramaz. Bu bir kıyamet alâmetidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)´ın hadislerinde böyle haber verilmiştir vs…”
Bu çeşit uyarılara sıkca rastlanır.
Ancak şunu belirtmek gerek: İslâm âlimleri, menfi fikirlerin benimsetilmesinde kullanılan bir kısım kaide ve prensipleri hakkın müdâfaası ve tebliği için kullanma gereğine inanarak ilm-i cedel mevzuunda gâfil kalmamışlardır. Hatta Kur´ân-ı Kerim´de yer alan: وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ “Ey Muhammed! Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır, ONLARLA EN GÜZEL ŞEKİLDE TARTIŞ…” (Nahl 125) âyetini de kendilerine delil yaparak doğrunun, gerçeğin ve hakkın izhârı için, bu ilmi geliştirmişlerdir.
Günümüz sol dünyasının diyalektik adı altında büyük bir itina ile üzerinde durduğu cedel mevzuunda en azından dinin tebliğini gâye edinen insanların bîgâne kalmaması gerekir. Zamanımızda geliştirilen psikoloji, propaganda, reklâm gibi konuların da, artık cedelin -geniş tutulması gereken- meşguliyet sahası içerisinde mütâlaası şarttır. Bazı hadislerde cedele müteallik olarak gelen bir kısım kötüleme ve yasaklamaların, zamanı öldürmeye veya dinî teslimiyeti kırmaya müncer cidâl ve meşguliyetlerle te´vili şarttır.[2] اَللَّهُمَّ اَرِنَا الْحَقَّ حَقّاً وَارْزُقْنَا اِتِّبَاعَهُ وَاَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطًِ وَارْزُقْنَا اِجْتِنَابَهُ
ـ1ـ عن أبى أمامة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَا ضَلَّ قَوْمٌ بَعْدَ هُدَى كانُوا عَلَيْهِ إَّ أُوتُوا الجَدَلَ. ثُمَّ تََ: مَاضَرَبُوهُ لَكَ إَّ جَدًَ بَلْ هُمْ قَوْمٌ خَصِمُون[. أخرجه الترمذى وصححه.
1. (1156)- Ebu Ümâme (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Bir kavm, içinde bulunduğu hidayetten sonra sapıttı ise bu, mutlaka cedel sebebiyle olmuştur.”
[Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bunu söyledikten sonra, delil olarak] şu âyeti okudu: “Onlar: “Bizim tanrımız mı yoksa O mu daha iyidir ” dediler. Sana böyle söylemeleri, sırf tartışmaya girişmek içindir. Onlar şüphesiz münakaşacı bir millettir” (Zuhruf 58). [Tirmizî, Tefsir, Zuhruf, (3250); İbnu Mâce, Mukaddime 7.][3]
AÇIKLAMA:
Hadis, kendilerine gelen hidayetle istikamet üzere gitmeye başlayan milletler sonradan sapıttı ise, bu sapmanın, peygamberin getirmiş olduğu dinî ta´limat (emirler, yasaklar; iyikötü, hayırşer şeklindeki değer hükümleri gaybî ihbârât vs.) hakkında yersiz münâkaşalara girmelerinden, aleyhte deliller getirmeye kalkmalarından hasıl olduğunu belirtmektedir.
Din, mü´minlerden öncelikle teslimiyet ister. İslâm dini de öyle. Esâsen Müslüman, lügat olarak teslim olmuş demektir.
Ayet-i kerimenin, peygamberlerle bâtıl yolda münakaşaya giren, öğrenmek ve ikna olmak için değil, inad ve inkâr gayesiyle mucizeler taleb eden kavimleri sözkonusu ettiği belirtilmiştir. Mamafih Kur´ân hakkında yürütülen inâd ve münakaşanın maksûd olduğu, bunun da, herkesin kendi şahsî görüşlerini veya şeyhlerinin fikirlerini öne çıkarmak ve üstün kılmak için Kur´ân´ın bazı âyetlerini diğer bazılarıyla karşılaştırmak suretiyle tahrik edilip, hakkın ortaya çıkmasının asla düşünülmediği hadiste, işte bu çeşit tartışmanın kötülenip tahrim edildiği, hakkın izharı gibi faydalı bir maksadla yapılacak münazaranın yasaklanmasının sözkonusu olmayacağı hatta böylesi münâzaranın “farz-ı kifâye” olduğu belirtilmiştir.[4]
ـ2ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَنْ تَرَكَ المِرَاءَ وَهُوَ مُبْطِلٌ بُنِىَ لَهُ بَيْتٌ في رَبَضِ الجَنَّةِ، وَمَنْ تَرَكَهُ وَهُوَ مُحِقٌّ بُنِىَ لَهُ بَيْتٌ في وَسَطِهَا، وَمَنْ حَسَّنَ خُلُقَهُ بُنِىَ لَهُ في أعَْهَا[. أخرجه الترمذى .
»رَبَضُ الجَنَّةِ« مشبهِ بِرَبَضِ المدينة، وهو ما حولها من العمارة .
2. (1157)- Yine Ebu Ümâme (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
“Kim haksız olduğu bir münakaşayı terkederse kendisine cennetin kenarında bir ev kurulur. Haklı olduğu bir münâkaşayı terkedene de cennetin ortasında bir ev kurulur.Kim de ahlakını güzel kılarsa cennetin yüce yerinde bir ev kurulur.” [Tirmizî, Birr 58, (1994); Ebu Dâvud, Edeb 8, (4800); İbnu Mâce, Mukaddime 7, (51); Nesâî, Edeb (6, 21).][5]
AÇIKLAMA:
1- Bu rivâyeti, müellif, Tirmizî´ye nisbet ederse de Ebu Ümâme rivayeti Ebu Dâvud´da yer almaktadır. Tirmizî´deki rivayet Ebu Ümame´ nin değil Hz. Enes (radıyallahu anh)´indir. Ayrıca mânada fark olmasa da lâfızlarda bazı değişiklik mevzubahistir. Nesâî´deki rivayet Fadâle İbnu Ubeyd´dendir ve mânaca buna yakındır.
2- Hadis metninde geçen رَبَض (rabad), bir şehrin surlarının dışında yer alan evlere denir. Kelimesi kelimesine yapılacak bir tercüme “…cennetin dışında” veya “banliyösünde” şeklinde olmalı idi. Ancak, âlimler bununla bir teşbih yapıldığını, maksadın da dış taraf (veya “kenar”) olduğunu belirtir. Zîra Aliyyü´l-Kârî´nin Mirkâd´da açıkladığı üzere, itikadımızca cennetin dışında, cehennemden başka bir ikamet yeri mevcut değildir. Sadece Mûtezile´nin “el-Menziletü Beyne´l-Menzileteyn” inancı vardır. Ehl-i Sünnet, hiçbir şer´î delile dayanmadıkları için Mûtezile´yi bu görüşünden dolayı reddeder. Öyleyse, hadisin devamından da anlaşılacağı üzere, bundan murad cennetin gözde olmayan, geri planda kalan yeridir, kıyı, kenar kelimeleriyle de ifade edilebilir.
Şu halde, mü´min şânına, imanına hiç yakışmayan bâtıl bir iddiaya girer de bunu bir noktada bırakırsa Cenab-ı Hakk lütfuyla buna bir mükâfaatta bulunuyor.
Haklı olduğu bir meselede iddialaşma ve münazarayı bırakan, öncekinden daha büyük bir sevap alıyor. Bu sevap kendisine mükâfaat olarak cennetin ortasında bir ev verilmesi şeklinde ifade edilmiştir.
Böylece, haklı bile olunsa münâkaşanın terkinde hayır olduğu ifade edilmiştir.[6]
ـ3ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: المِِرَاءُ في الْقُرآنِ كُفرٌ[. أخرجه أبو داود .
3. (1158)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) hazretleri anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurdular: “Kur´an hakkında münâkaşa küfürdür” [Ebu Davud, Sünnet 5, (4603).][7]
AÇIKLAMA:
Buradaki münakaşadan maksad Kur´an´ın kelamullah olduğu hususunda şekke düşmektir. Bazı âlimler, buradaki münakaşadan maksadın Kur´an kadim mi, hadis mi diye yapılacak münakaşa ile müteşâbih âyetleri üzerine yapılacak münakaşa olduğunu söylemişlerdir. Bu münakaşalar en azından bir kısım hakikatlerin inkarına ve dolayısıyla onların örtülmesine müncer olacağından Resûlullah böyle bir ameli “küfür” olarak tavsif buyurmuştur. Ehl-i bid´anın fikirleri dışında, haramhelâl gibi ahkâmın ortaya çıkması, gâmız mânaların izhârı, ondaki hayat düsturlarının keşfi gibi müsbet maksadlara mebni münâkaşa ve incelemelerin, tefsir faaliyetlerinin -ehliyetli kimselerce yapılması şartıyla- müstahsen olduğu izah gerektirmeyen bir husustur. Kur´ân´la ilgili bu çeşit mübâhaseler Sahâbe devrinden beri olagelmiştir.
Tîbî der ki: “Hadiste yasaklanan münâkaşadan maksad Kur´an-ı Kerim´in bazı âyetlerini, diğer bazı âyetleriyle tekzibe kalkışmaktır. (Bu durumda böylesi kötü niyetlilerin tahribini önlemek için) Kur´an-ı Kerim´deki birbirine muhalif gibi gözüken âyetleri, selef akidesine muvafık gelecek şekilde te´lif etmek maksadıyla gayret göstermek gerekir. Te´lif edilemeyecek âyetlerle karşılaşılacak olursa (münakaşaya girmeyip, “bundan murad ne ise Allah bilir” diyerek) Allah´a tevekkül etmelidir.”[8]
ـ4ـ وعن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]قال رسولُ اللّه #: إنَّ أبْغَضَ الرِّجَالِ إلى اللّهِ تَعالى ا‘لدُّ الخَصِمُ[. أخرجه الخمسة إ أبا داود.»ا‘لَدُّ« الشديد الخصومة. »والخَصِمُ« الذى يخْصِمُ إخوانه ويُحاجُّهم.
4. (1159)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: “Allah´ın en ziyade buğzettiği erkek, şiddetli düşmanlık yapan hasımdır.” [Buharî, Ahkâm 34, Mezâlim 15, Tefsir, Bakara 37; Müslim, İlm 5, (2668); Tirmizî, Tefsir, Bakara, (2980); Nesâî, Kadât 33, (8, 247, 248).][9]
ـ5ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]خَرَجَ رسولُ اللّه # وَنَحْنُ نَتَنَازَعُ في الْقَدَرِ فَغَضَبَ حَتَّى كَأنَّمَا فُقِئَ في وَجْهِهِ حَبُّ الرُّمَانِ مِنْ حُمْرَةِ الْغَضَبِ. فقَالَ: أبِهذَا أمِرْتُمْ؟ أمْ بِهذَا أُرْسِلْتُ إلَيْكُمْ؟ إنَّمَا أهْلَكَ مَنْ كاَنَ قَبْلَكُمْ كَثْرَة التَّنَازُعِ في أمْرِ دِينِهِمْ وَاخْتَِفُهُمْ عَلى أنْبِيَائِهِمْ[.زاد في رواية: عَزَمْتُ عَلَيْكُمْ أنْ َ تَنَازَعُوا فِيهِ. أخرجه الترمذى .
5. (1160)- Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Biz kader hususunda münâkaşa ederken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) çıkageldi. Öylesine kızdı ki, öfkenin hâsıl ettiği kızıllıktan, yüzünde sanki nar taneleri ortaya çıkmıştı. Bize şöyle çıkıştı:
“Bununla mı emredildiniz, yoksa ben size bunun için mi gönderildim. Bilin ki, sizden öncekileri, dinî meselelerdeki münâkaşalarının çokluğu ve peygamberleri hakkında düştükleri ihtilâfları helâk etmiştir.”
Bir rivayette şu ziyade mevcuttur: “Kader hususunda münâkaşa etmemeniz için yemin verdim.” [Tirmizî, Kader 1, (2134); İbnu Mâce, Mukaddime 10, (85).][10]
AÇIKLAMA:
İslâm dininin en ziyade münâkaşaya açık olan prensibi kaderdir. Kader, kulun -hayır ve şer- bütün fiillerini Allah´ın yarattığına, insanları yaratmadan önce ne yapacaklarını Levh-i Mahfuz´da yazdığına, herşeyin, Allah´ın kazası, kaderi, irâde ve meşîeti ile meydana geldiğine iman ve taata razı olup bunlara mukabil sevap vaadettiğine, küfür ve masiyete râzı olmayıp bunlara karşı da ceza vaadettiğine inanmaktır.
Bu inanç ilk bakışta mütenakız gibi görülür ve bazı halli zor sorular getirir. Şöyle ki:
1- Her şeyi Allah önceden yazdı ise, kul yaptığı amellerde mecburdur, bu durumda fiillerinden sorumlu olmaması gerekir.
2- Allah râzı olmadığı şeyi niye yaratır
3- Yazılan şey meydana geleceğine göre çalışmanın ne kıymeti var Böyle bir inanç insanı tembelliğe atmaz mı vs.
Sorular daha da çoğalabilir. Bunlara ilmî, kesin cevap da bulmak zordur. Üstelik insan fıtratı, tabiatı gereği, kader bahsi geçince bu sorları sorma ihtiyacı duyar ve ilgisiz kalamaz.
Biz burada teferruata girmeyeceğiz. Çünkü kaderle ilgili müstakil bir bölüm gelecektir (4830-4846´ncı hadisler). Burada iki noktaya temas edeceğiz:
1- Kader, İslâm´ın Allah inancının bir parçasıdır. Kaderi reddetmek veya tereddütle karşılamak, Allah inancını haleldâr eden bir durum getirir. Meselâ soralım:
Allah her şeyi ezelden bilmemiş olabilir mi
Allah her şeyin miktarını önceden takdir etmemiş olabilir mi Yani hâdisat, kâinatın ahvâli tesadüflere bağlı olarak mı cereyan etmektedir
Cevabımız “Evet!”se kader var demektir, “Hayır”sa Allah inancımız sakat demektir.
2- Kader Allah inancımızı ilgilendirdiğine göre gaybî umûra girer, gayb sâdece tasdik edilir, mahiyetini kavramakla ne mükellefiz, ne de kâdiriz. Gayba iman mü´minin ana vasıflarından biridir.
3- Kul olarak biz, Allah´a karşı, bize bildirilen vazifelerden sorumluyuz. Bu vazifeler nelerdir, açıkca belirtilmiştir. Emirler, yasaklar, mübahlar vs. Öyle ise, kul olarak sorumlu olduğumuz vazifelere dikkat etmeli; ne dereceye kadar yaptık, neleri yapmadık, niçin yapmadık, eksikleri nasıl telâfi ederiz, mükemmele nasıl ulaşırız … gibi.
Durum böyle olunca, Allah söz konusu olduğu zaman “inandım!” deyip geçilecek kader meselesiyle -vazife kılınmadığı halde- uğraşmak, halledemiyeceğimiz yükün altına kendimizi atmak, ama öbür tarafta iktidarımız dâhilinde olan ve yapmakla da mükellef olduğumuz vazifeleri bırakmak, herhalde sağlıklı olmayan marazî bir durum olsa gerektir ki bu da mü´minlik, kulluk edebiyle hiç bağdaşmaz. İşte bu sebeple olacak ki Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) kader üzerine münâkaşa edenlere kızmış ve: “Sizi bu konuda münâkaşa etmemeye mecbur ediyorum (veya yemin veriyorum)” demiştir.
Şu halde, bu mevzuda en sağlıklı yol “inandım” deyip, imanın getirdiği vazifeleri yapma hususunda gayret sarfetmektir. Öyle ise kaderle uğraşmak “emredileni terkedip, emredilmeyen şeyle meşgul olmak” veya hesabı olan işi bırakıp, hesabı olmayan işe girişmek ve böylece sorumluluğu katlamaktır.
Ve, şimdiye kadar hiç kimse, kader hususunda Kur´an´ın bildirdiği çizginin dışında tatminkâr bir çözüm getiremediğine göre şimdiden sonra da getiremeyecektir.[11]
ـ6ـ وعن ابن المسيب قال: ]بَيْنَمَا رَسُولُ اللّه # جَالِسٌ في أصْحَابِهِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُم وَقَعَ رَجُلٌ بِأبِى بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فآذَاهُ فَصَمَتَ عَنْهُ أبُو بَكْرٍ، ثُمَّ آذَاهُ الثَّانِيَةَ فَصَمَتَ عَنْهُ ثُمَّ آذَاهُ الثَّالِثَةَ فَانْتَصَرَ أبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فقَامَ رسولُ اللّه #. فقَالَ أبُو بَكْرٍ أوَجِدْتَ عَلىَّ يَارسُولَ اللّهِ؟ قالَ َ؛ وَلكِنْ نَزَلَ مَلَكٌ مِنَ السَّمَاءِ يُكَذِّبُهُ بِمَا قَالَ لَكَ. فَلمَّا انْتَصَرْتَ ذَهَبَ المَلَكُ وَقَعَدَ الشّيْطَانُ فَلَمْ أكُنْ ‘جْلِسَ إذَا قَعَدَ الشَّيْطَانُ[. أخرجه أبو داود .
6. (1161)- İbnu´l-Müseyyeb (rahimehullah) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ashâbının (radıyallahu anhüm) arasında otururken, bir adam Hz. Ebu Bekir´e hakaretâmiz sözler sarfederek cefa verdi. Ancak Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) adama karşı sükût etti. Adam ikinci sefer aynı şekilde hakaret ederek eziyet verdi. O yine sükût etti. Adam üçüncü sefer de eziyet verince Hz. Ebu Bekir (adama hak ettiği cevabı vererek) intikamını aldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hemen kalktı. Hz. Ebu Bekir:
“Ey Allah´ın Resûlü, yoksa bana darıldınız mı ” diye sordu.
“Hayır” dedi. “Ancak semadan bir melek inmiş, sana söylediklerini tekzib ediyordu. Sen intikamını alınca melek gitti, şeytan oturdu. Bir yere şeytan oturdu mu ben orada duramam.” [Ebu Dâvud, Edeb, 49 (4896, 4897).][12]
AÇIKLAMA:
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh), bidâyette havassın yolu olan azimeti ihtiyar ederek, kendisine yapılan hakarete cevap vermiyor. Ancak üçüncü sefer hakarete mâruz kalınca dayanamayıp mukâbele ederek intikamını alıyor. Ayet-i kerimede Cenâb-ı Hakk: “Bir kötülüğün karşılığı aynı şekilde bir kötülüktür. Ama kim affeder ve barışırsa, onun ecri Allah´a aittir” (Şurâ 40) buyurur, Keza: “Eğer ceza vermek isterseniz size yapılanın aynıyla mukabele edin. Sabrederseniz and olsun ki bu, sabredenler için daha iyidir” (Nahl 126) buyurulmuştur. Şu halde, Cenab-ı Hakk, yapılan kötülüğe misliyle mukabele etmeye izin veriyor, ancak sabrın daha hayırlı olacağını belirtiyor. Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) başlangıçta -havas mertebesinde olanlara has olan- azimet tarikini, yani sabrı ihtiyar etmekle daha hayırlı bir davranışta idi. Cevab vererek intikam alınca, daha hayırlıyı bırakarak avam tabakası için câiz olan bir davranışa yer verdiği için Resûlullah´ın aksülamelinde (reaksiyon) ifadesini bulan bir kayba maruz kalmıştır. Öyle anlaşılıyor ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebu Bekir´den sıddıkiyet mertebesine muvafık mükemmel davranışın devamını arzu etmekte idi.
Azimet yolu, avama da açıktır. Büyüklerin yoluna sülûk, küçüklere de büyüklük kazandırır.[13]
ـ7ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما أنَّهُ قال: ]َتُمَار أخَاكَ فإنَّ المِرَاءَ َ تُفْهَمُ حِكْمَتُهُ، وََ تُؤمَنُ غَائِلَتُهُ، وََ تَعِدٌ وَعْداً فَتُخْلِفهُ[. أخرجه رزين .
7. (1162)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) hazretleri şöyle buyurmuştur: “Kardeşinle münâkaşa etme, zîra münâkaşanın hikmeti anlaşılmaz, sıkıntısı eksik olmaz, tutamayacağın bir vaadde de bulunma.” Rezîn ilavesidir.[14]
——————————————————————————–
[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/267.
[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/267-268.
[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/269.
[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/269.
[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/270.
[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/270.
[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/271.
[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/271.
[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/272.
[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/272.
[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/272-274.
[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/274-275.
[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/275.
[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:5/275.