Aşikârdır ki, çeşitli sınıflara ve ilimlere mensup âlimlerden her bir zümrenin aralarında kullandıkları bir takım ıstılahları mevcuttur. Her zümre kendisine has bu nevi ıstılahlarla diğerlerinden ayrılır. Belli bir ilme mensup âlimler kendilerine mahsus bir takım maksat ve mânaları muhatablarının anlayışına yaklaştırarak veya muayyen ıstılahlar söylendiği zaman belli bir sanata veya ilme mensup olanların o sanat ve ilme has mânaları anlıyabilmelerini kolaylaştırmak maksadıyle belli ıstılahlar üzerinde anlaşmışlardır. Bunun gibi sûfiler zümresi de aralarında bir takım tâbir ve terimler kullanmaktadır. Maksat, kendilerine has (ruhî ve sırrî) mânaları birbirine anlatmak ve açıklamak, kendi yollarına yabancı olanlardan bu mânaları gizlemek ve saklı tutmaktır. Sûfiler, ehli olmayanlar arasında yayılmasından kıskançlık duydukları sırları yabancılardan saklı tutmak için, kendilerinden olmayanlara mânası müphem ve anlaşılmaz görünen ıstılahlar kullanmayı özellikle tercih etmişlerdir. Çünkü sûfilerin sahip oldukları hakikat ve marifetler gayret ve emek sarfedİlerek zoraki” bir şekilde toplanmış veya akıl yoluyla elde edilmiş değildir. Tersine bu hakikatlar sûfîler zümresinin kalplerine Allah Taâlâ tarafından tevdi edilmiş bir takım (özel) mânalardır.
Hakk Taâlâ sûfiler taifesinin sırlarını ve ruhlarını bu (gibi hususi mânaların hakikatini kabul etmek için saf ve hâlis hâle getirmiştir.
Biz burada sûfîlerin yolunu tutan ve onların dini geleneklerine uyan kimselerden olup da bu mânalara vâkıf olmak isteyenlerin anlama ve kavramalarını kolaylaştırmak için bu nevi tasavvufi ıstılahları açıklamak istiyoruz.
VAKT ve MAKAM
Husulü muhakkak olan hadise tasavvur edilen hadise için vakittir. Meselâ, «Aybaşında sana geleceğim,» denir. Gelme olayı tasavvurdur. Aybaşı ise vukuu muhakkak olan bir hadisedir. Bu duruma göre aybaşı gelme fiilinin vaktidir.
Üstad Ebu Ali DekkakTan şöyle söylediğini işitmiştim: «Vakit, içinde bulunduğun hâldir (1).Eğer sen dünyada isen (yani zihnin ve kalbin dünyevi düşüncelerle dolu ise) vaktin dünyadır, eğer âhirette isen vaktin âhirettir. Eğer neşeli isen vaktin neşedir, hüzünlü isen vaktin hüzündür.» Ebu Ali bu sözü ile vakit, insan üzerinde gâlib olan hâldir, demek istiyor.
Sûfîler bazan vakit sözü ile insanın içinde bulunduğu zaman parçasını kastederler. Bunun için bazı sûfîler, vakit iki zaman arasındaki şeydir. Yani geçmiş zamanla gelecek zaman arasındaki şeydir, demişlerdir.
Sûfîler, Sûfî ibnü´l-vâktdır (Sûfi vaktin oğlu, vakit uşağıdır) derler. Bununla, sûfi her vakit içinde o vakitte işlenmesi en hayırlı olan şeyle derhal meşgul olur, o vakit içinde kendisinden istenen görevi yerine getirir, mânasını kastederler.
Derler ki: Dervişin derdi ve düşüncesi geçmiş veya gelecek zamanı değildir. Onun derdi içinde bulunduğu vakit (hâl) dir. Bunun için, geçmiş zamana âit olup da elden çıkan şeylerle meşgul olmak, ikinci bir vakti de elden çıkarıp zayi etmektir, denilmiştir.
Sûfîler, kulun irâdesinin tesiri olmadan doğrudan doğruya Hakk´dan kendilerine gelen ve onları idare eden tasavvufi hâllere de vakt ismini verirler ve «Falan, vaktin hükmü iledir» derler. Bununla, kulun irâdesinin tesiri olmadan kendisini gaybden zuhur eden şeye (ve ilâhî tasarrufa) teslim etmesini, kastederler. Yalnız bu durum Allah Taâlâ´nın kulları üzerinde şeriatın hakkı ile ilgili olarak bir emri veya icabı bulunmadığı zaman bahis konusu olur. (Yani vaktin hükmüne teslim olma ve ona boyun eğerek, irâdeyi devreden çıkarma halidir.
• Vakt bahsini karşılaştır: Keşfu´l-mahcub s. 480.
1. Halin (çokluk şekli ahvâl) iki mânası vardır: a) Mazi ile müstakbel arasındaki zaman parçası, şimdiki zaman, b) Hüzün, neşe, v.s. gibi psikolojik hâller, durumlar. Bunun gibi, vaktin de iki mânası vardır. Hâl ve vakit fert tarafından yaşanan duygular demektir.
Büyüklerin tercih ettiKleri sözlerden biri de «Vakit kılıçtır» cümlesidir. Yani kılıç kesici olduğu gibi, vakit de Hakk´ın kul üzerindeki takdiri ve hükmü hususunda tesirini derhal gösterir, kılıç gibi keser atar.
Derler ki: Sathına dokununca kılıcın pürüzsüz ve yumuşak, yüzüne dokununca keskin ve sert olduğu müşahede edilir. O halde kılıca yumuşaklık gösteren selâmete erer. Kılıçla sertleşen ve zıtlaşan ise derhal zararını görür. Bunun gibi vaktin hükmüne teslim olan kurtulur, ona karşı çıkan tepetakla yuvarlanır, aşağıya düşer.
Şu şiir bu makamda okunur:
«Vakit kılıç gibidir, eğer kılıca yavaş ve yumuşak dokunursan, o da sana yavaş ve yumuşak dokunur. Eğer sert dokunursan, kılıcın iki yüzü de sana sert dokunur ve keser».
Bir kimseye vakit yar olursa, o kimsenin vakti (iyi) bir vakittir. Vakit bir kimseyi sıkıştırıp zor durumda bırakırsa, onun hakkında vakit ilâhi bir gadap ve intikamdır.
Üstad Ebu Ali Dekkak´ın şunu söylediğini işitmiştim: «Vakit bir törpüdür, seni aşındırır, fakat yok etmez, yani vakit törpüsü seni yok etse, tamamen ortadan kaldırsa mahvolduğun an kurtulmuş olurdun, lâkin vakit törpüsü her an senden bir parça almakta ve seni tamamen yok etmemektedir.»
Sûfiler şu şiiri bu mânada okurlar:
«Her geçen günüm benden bir parça, alıp götürmekte, kalbin içine bir hasret bırakmakta, sonra da geçip gitmekte…» Şu şiir de bu mânada okunur:
«Derileri yana yana tükenen, fakat azapları bitmesin diye kendilerine yeniden deri verilen cehennemlikler gibiyim ben.» Şu şiir de bu makamda söylenir:
«ölen ve öldükten sonra rahata kavuşan kimse ölü sayılmaz, sadece sağ iken ölenler ölü sayılır.»
Zeki ve akıllı kimse vaktin hükmü altında olur. Eğer vakti sahv ise şeriatın icabını icra eder, eğer vakti mahv ve vecd ise üzerinde gâlib olan hakikatin hükmü olur.
Tasavvuf ıstılahlarında makam, kulun tekrar ede ede kazandığı ve vasıf hâline getirdiği âdâb ve ahlâktır. Bu edepler-, bir çeşit tasarrufla, bir nevi arayış ve isteyişle sıkıntılara göğüs gererek elde edilir. Şu halde bir kimsenin makamı, içinde bulunduğu (ve çalışarak ulaştığı) yerdir. Riyazetle meşgul olduğu şeydir. (Yani içinde bulunduğu yer ve riyazetine konu olan şey).
Makamın şartı, içinde bulunulan bir makamın bütün hükümleri gerçekleştirilmeden ondan sonraki makama göz dikmemek ve oraya yükselmemektir. Şöyle ki; kanaat makamını gerçekleştirmeyen bir kimse için tevekkül makamı sahih olmaz, tevekkül makamım elde edemiyen bir kimsenin teslim makamına yükselmesinde sıhhat olmaz. Bunun gibi tevbe makamını tam olarak gerçekleştirmeyenlerin inabe makamına geçmeleri, verâ´ makamını tahsil edemiyenlerin zühd makamı ile uğraşmaları sağlam bir usûl değildir.
Mükâm ikâmet yeri (makam, kıyam yeri) demektir. Nitekim müdhal idhal, muhrec ihraç mânasına gelir. Bir kimsenin bir makam kazanması ve oraya konması ancak Allah Taâlâ´nın o kimseyi o makamda ikâmet ettirdiğini o kimsenin görmesi suretiyle mümkün olur. Böylece o kimse işini sağlam temeller üzerine bina kılmış sayılır.
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.)ın şunu söylediğini duymuştum: «Vâsiti Nişabur´a gelince Ebu Osman´ın müridlerine: Şeyhiniz size ne emrederdi diye sordu. Onlar da: Taat ve ibadete sıkı bir şekilde sarılmakla beraber bu husustaki hata ve kusurlarınızı görünüz, diye emrederdi, şeklinde cevap vermişlerdi. Bunun üzerine Vâsitî: Şeyhiniz size halis Mecusiliği emretmiş, keşke: Amele sıkı bir şekilde sarılın, fakat bu ameli yaratanı ve tatbik ettireni (Allah´ı) görerek amellerden kaybolunuz, diye emretseydi, demişti.» (Yani amelleri ve amellerdeki kusurları değil de, sadece bu amellerin yaratıcısını düşününüz ve böylece amellerden gâib olunuz).
Vâsitî, müritleri kendini beğenmişlik ve gurur hâlinden korumak maksadı ile bu sözü söylemiştir, yoksa kusur mahalline meyil ettirmek, (amelin kusurlu olması mühim değil mânasını kasdetmek) veya herhangi bir edebin ihlâl edilmesini caiz görmek için bu sözleri söylememiştir
* Makam bahsini karşılama Keşfu´l-mahcûb, s. 224, 484; Avârifu´l-maarif, IV, 281.
3. Hâl*
Hâl tasavvuf ıstılahlarındandır. Sûfilere göre hâl, kulun kasdı, celb etme teşebbüsü, kazanma isteği olmadan kalbe gelen neşe-hü-zün, rahatlık-sıkıntı, şevk-dert, heybet-heyecan gibi mânalardır.
Şu halde hâller Allah vergisidir, makamlar ise çalışılarak kazanılır. Hâller Allah Taâlâ´nın cömertlik ve lutfundan gelir. Makamlar ise cehd ve gayret sarfetmekle hâsıl olur. Makam sahibi makamında temkin sahibidir. Hâl sahibi ise hâli içinde yükselme durumundadır (makamda istikrar vardır, hâl ise değişme vaziyetindedir).
Zunnûn Mısrî´ye, arif (billah) dan sorulunca: «Şimdi burada idi. Fakat (hali değişti ve yükselip) gitti,» diye cevap vermişti. (Veya kendinden geçti, Allah´ına gitti).
Şeyhlerden bazıları, hâller şimşek gibidir, (parlar ve derhal kaybolur) . Eğer devamlı olursa bu hâl değil, nefsin sözü (hâdis-i nefis) ve vesvesesidir, demişlerdir.
Sûfiler şöyle derler: Haller isimleri gibidirler, kalbe hulul ve nüfuz eder etmez derhal zail olur. (Hâl kelimesi lügatte değişme mânasına gelir). Sûfiler bu mânada şu şiiri okurlar:
«Hâl değişmeseydi hâl ismini almazdı. Değişen her şey zail olur. Nihayete ulaştığı zaman gölgeye bak, uzaması son haddine varınca kısalmaya başlamakta.»
Sûfîlerden bazıları hâllerin baki ve dâimi olduğuna işaret ederek demişlerdir ki: Hâller devamlı olmaz ve peşpeşe gelmezse hâl değil, levâih ve bevâdih adını alır. Levâih ve bevâdih sahibi henüz hâllere ulaşmış değildir. Ancak bu sıfat, devam ederse o zaman hâl ismini alır.
Ebu Osman Hirî bu mânada olmak üzere diyor ki: «Kırk seneden beridir Allah beni hiç bir hâlde ikâmet ettirmemiştir ki ben o hâlden hoşnut olmuş olmıyayım» (Yani Allah hangi hâli vermiş ise ona razı olmuş, hoşnutsuzluk duymamış bulunmaktayım).
Ebu Osman bununla rızânın devamlı olduğuna işaret etmiştir. Rızâ ise hâl nevindendir. Bu hususta söylenmesi gereken şey, şudur: Hâllerin devamlı olduğuna işaret eden sûfîlerin sözleri doğrudur.
• Hal bahsini krş: Lunm, 42, 334; Ta´arruf, s. 86; Keşfu´l-mahcûb, s. 224, 480, Avârifu´l-maarif, IV. 281, 383.
gelen´ hâllerden fazla devam etmiyen tâli derecede bir takım haller daha vardır.
Tevârik, daha evvel anlatılan hâllerin devam edişi gibi devam ederse, sûfî daha üstün ve daha latif yeni hâllere yükselir. O zaman sûfî ebedî bir yükseliş durumuna girmiş olur.
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) in Resûlüllah (s.a.) in: «Kalbimi bir örtü bürür de onu kaldırmak için günde Allah Taâlâ´dan yetmiş defa af dilerim,» (2) hadisini izah ederken şöyle dediğini işitmiştim: «Resûlüllah (s.a.) hâlleri itibariyle ebedî ve devamlı bir yükseliş durumunda idi. Bir hâlden daha yüksek bir hâle ulaştığı zaman eski hâlini mülâhaza eder, yeni hâline nazaran eski hâlini bir hicap ve örtü kabul ederdi. Onun hâlleri ebedî ve devamlı olarak artış göstermekte idi.»
Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın kudreti dâhilinde bulunan lutufların nihayeti yoktur. (Mutlak ve ideal) izzet Hakk´ın hakkı olunca, hakiki mânadaki izzete ve yüksekliğe ulaşmak imkânsız olur. O halde kul hâlleri itibariyle ebedî bir yükseliş vaziyetinde bulunacaktır.
Allah´ın kulunu ulaştırdığı hiç bir mâna ve hâl yoktur ki, ondan daha üstün olanını yaratmak ve kulunu oraya ulaştırmak Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın kudreti dahilinde olmasın.
Sûfîlerin, iyi insanların sevap getiren güzel amelleri daha iyi olan kimseler için günah getiren fena amellerdir (Ebrârın hasenatı, mukarrebûnun seyyiâtıdır), sözünü bu mânada anlamak icabeder. Bu sözün mânası nedir, diye Cüneyd´e sorulmuş. O da şu şiiri okumuştu:
«Tavârik (hâl) nurları zuhur edince ışıldar. (Ebrârın makamı budur) Zuhur eden bu pırıltılar kuvvetlenince gizli sırları açığa çıkarır ve cem´ hâlini haber verir.»
4. Kabz-bast* Sûfi ıstılahlarından kabz ve bast; havf ve recâ ma-
2. Müslim, Zikr, 41: Ebu Davud. Nesâî, İmam Ahmed, AclunI, I, 219. Hal ile
ilgili Hanzale hadisi için bu eserin «Telvin ve temkin» bahsine bakınız. * Kabz ve bast bahsini kr§: Lama, 243, 432; Keşfu´l-mahcûb, a. 488.
Kabz ile havf, bast ile recâ arasındaki fark şudur: Havf geleceğe ait bir hususla ilgili olur. İlerde arzu edilen bir şeyi elden kaçırma veya sakınılan bir duruma maruz kalma endişesinden doğar. Recâ için de durum böyledir. Yani gelecekte elde edilmesi arzu edilen bir şey hakkındaki ümide veya sakınılan bir şeyin ortadan kalkması emeline, hoşa gitmeyen bir durumun sona ermesi temennisine recâ adı verilir. Kabz ise gelecek zamanda değil, şimdiki zamanda, hâlde hâsıl olan bir mâna ile ilgilidir. Bast da öyledir. Havf ve recâ sahibi, bu halde bulunurken kalbi ileri ile, gelecek ile alâka halindedir. Kabz ve bast sahibi ise, içinde bulunduğu zamanda onu, galebe ve hükmü altında tutan vârid sebebiyle vaktinin esiridir.
Sonra sûfîlerin hâllerinin farklı oluşuna göre kabz ve bast durumundaki vasıfları da değişik olur. Meselâ, bazı vârid (feyz, ilham) kabz hâlini icabettirir, fakat kabz hâli tam ve kâmil olmadığı için bu durumda bulunan sâlik, kabzın dışında kalan başka şeylerle de meşgul olur. Kabz hâlinde bulunan bazı sâlikler ise, bu durumda iken kendilerinin kabz hâline geçmelerine sebep olan vâridden başkası ile ilgilenmezler, ilgilenmeleri caiz değildir. O sebeple sâlik kendine gelen vârid ile tamamen kendinden geçmiştir. Nitekim sûfilerden biri: Tutukluk ve kapalı olma hali bende dâimidir. Başka bir şeyle meşgul olmam caiz değildir, demiştir.
Bast hâlinde olan kimse için de durum böyledir. Bazan sâlik bast hâlinde iken halk ile ilgilenecek durumda olur. Eşyanın birçoğu onu sıkmaz. Bazan ise hiç bir hâl kendisinde tesir icra etmeyecek derecede bast halinde olur. (Bazan keder ve elem yüzde yüz olur, bazan bu nisbet düşük olur, o zaman kederle birlikte neşe de bulunur, fakat keder gâlib olduğu için sâlik kabz halindedir denilir. Bast hâli için de durum böyledir).
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) in şunu anlattığını duymuştum: Adamın biri Ebu Bekir Kahtî´nin yanına geldi. Kahti´nin bir oğlu vardı ve evde sürekli eğlenceyle meşguldü.
3. Kabz, darlık sıkıntı, ruhun üzüntülü, dertli, elemli ve endişeli olması hâli, akıl ve kalbdeki verimsiz ve kısır hâl, celali tecellileri müşahede hâli; Bast neşe, sevinç rahat ve huzur hâli. Ruhun feyz, kalbin ilham alma hâli, Cemâli tecellileri müşahede hâli.
şeyh bu oğlanın sıkıntısına nasıl da mübtelâ olmuş!, demişti, içeriye girince dışarda olup biten eğlenceden sanki Kahtî´nin hiç haberi yokmuş kanaatına vardı. Bu duruma şaştı ve: Ulu. dağların bile kendisinde tesir icra edemediği bu zata canım kurban olsun, dedi. Bunun üzerine Kahti dedi ki: «Biz ezelden beri eşyaya kul olmaktan âzâd olmuşuzdur.»
Kabzı icabettiren şeylerin en aşağısı ve basiti şudur: Sâlikin kalbine bir vârid (mâna) gelir. Bu mânada sâlikin azar işiteceğine bir işaret veya edeplendirmeyi hak ettiğine dair bir remiz bulunur. Bu yüzden behemehal sâlikin kalbinde bir kabz hâli meydana gelir.
Bazı vârid ve mânalarda ise Allah´ın kulunu kendisine yaklaştıracağına veya bir nevi lütuf ve ferahlandırma ile kuluna teveccüh edeceğine dair işaret bulunur. Bu sebeple kalbe bast hâli gelir.
Kısaca her insanın kabzı bastına göre, bastı da kabzına göre olur. Bazan kabzın sebebini tayin etmek, kabz sahibi için müşkül olur. insan, kalbinde bir kabz (sıkıntı, darlık) bulur, fakat sebebini ve bunu icabettiren şeyi bilemez. O zaman bu nevi kabız sahibi için kurtuluş yolu, bu hâl ve vakit geçene kadar teslimiyet göstermektir. Çünkü zoraki hareketlerle bu nevi kabzı kendinden uzaklaştırmak veya kendisine gelmekte olan kabz hâlini irâdesi ile defetmeye hazırlanmak kabz hâlini daha da fazlalaştırır.
Bazan bu nevi davranışlar kötü bir edep eseri olarak da görülebilir. Kul vaktin hükmüne kendini teslim ederse, pek yakında kabz hâli zail olur. Çünkü Hakk Sübhanehü ve Taâlâ «Kabz ve bast eden Allah´dır» (Bakara, 2/245) buyurmuştur.
Bazan bast aniden gelir, birden sahibine tesadüf eder, bunun sebebi bilinmez. Gelen bast, sahibini silkeler ve hafiflendirir. Bu durumda bast sahibi için kurtuluş yolu, sükûneti muhafaza etmek ve edebe riayet etmektir. Çünkü bu halde bast sahibi büyük bir tehlikeye maruz kalabilir. Bu, hâl sahibi hakkında´sakınılması gereken gizli bir oyun (mekr) olabilir.
Sûfilerden birisi demiştir ki- Bana bast ile alâkalı bir kapı açıldı. Bunun neticesi olarak bir hata işledim. Bunun için, ulaştığım makam ile arama bir perde çekildi ve derecemi kaybettim. Yine bunun için, «Bisât üzerinde dur, inbisâttan sakın,» denilmiştir. (Bisât, yaygınlık, dağılmavdersek bu hâllere nisbetle fakirlik ve mahrumiyettir.
Cüneyd der ki: «Allah´tan korkmak (havf) beni kabz hâline, ondan (af ve lütuf) ümit etmek (recâ) bast hâline getirmektedir. Hakikat (Vecd) beni Allah ile cem´ hâline, Hakk ise fark hâline sokmaktadır. Allah havf ile kabz hâline sokunca beni benden yok etmekte, fena mertebesine ulaştırmaktadır. Recâ ile bast hâline geçirince beni kendime iade etmektedir. Hakikat ile cem* hâline geçiren Allah, beni huzuruna çıkarmakta, Hakk ile fark hâline geçirince de bana başka şeyler göstermekte, bir perde ile kendisini benden gizlemektedir. Bütün bu hususlarda beni hareket ettiren, bir hâlden daha yüksek hâle ulaştıran, bir hâlde tutmayan, bana yalnızlık (vahşet, vahdet) hâlini veren, üns hâlini vermeyen Allah Taâlâ´dır. Böylece O´nun huzurunda bulunarak vecd (vücûd, buluşumun zevkini tadıyorum. Ne olurdu Hakk beni benden alarak ve fena mertebesine ulaştırarak (ünsü ve münacatı ile) faydalandırsaydı veya beni benden kaybederek rahata erdirseydi!»
5. Heybet-üns*
Tasavvuf ıstılahlarından heybet ve üns; kabz ve bastın üstünde iki hâldir. Nitekim kabz havfın üstünde bir mertebe, bast da recanın üstünde bir derecedir (4).
Heybet kabzdan daha yüksek, üns ise bastdan daha mükemmel bir hâldir. Heybetin hakkı gaybettir. Heybet sahibi olan her sâlik gaybet hâlinde bulunur. Heybet sahibi olan sâlikler gaybetteki durumlarının değişik oluşlarına göre farklılıklar gösterir. Kiminin gaybeti uzun, kiminin kısa sürer. Ünsün hakkı ise Hakk ile sahv durumunda olmaktır. Üns sahibi her sâlik sahv sahibidir. Sahv sahipleri şirb (haz, zevk, içme, meşreb ve) hallerindeki değişik durum-* Heybet ve üns bahsini krş: Luma, s. 64; Ta´arruf, s. 106; Keşfu´I-mahcûb,
s. 319, 490.
Allah korkusu kalbde kuvvetlenince kabz, daha çok kuvvetlenince heybet adını alır. ümit (reca) hali kuvvetlenince bast, daha kuvvetlenince üns ve naz halini alır.
Bu makamların en üst mertebesi; sâlik kızgın ateşler içine atılsa bile, üns hâlinin bozulmaması ve kederin hissedilmemesidir, denilmiştir.´
Cüneyd (r.a.) der ki: «Serî´nin şöyle dediğini işitirdim: Kul o hadde ulaşır ki, kılıç ile yüzüne vurulsa acısını hissetmez.»
Kalbimde, acaba böyle olur mu şeklinde bir şüphe vardı. Nihayet aşikâr bir surette anladım ki hâl böyle imiş.
Ebu Mukatil Akki´nin şöyle dediği nakledilir: «Şibli´nin yanına gittim. Cımbızla kaslarındaki saçları yoluyordu. Dedim ki: Efendim siz nefsinize karşı böyle davranıyorsunuz ama onun elemini ben kalbimde duyuyorum! Bana dedi ki: Yazıklar olsun sana! Bana hakikat tecelli etmiştir. Böyle davranmamın sebebi budur, kendime acı çektiriyorum, belki bunun ızdırabını duyarın da hakikatla arama bir perde çekilir diye. Fakat ben ızdırap duymuyorum. Hakikatla arama da perde çekilmiyor, hakikati temaşaya takatim da yetmiyor» (ilk anda hakikati görme böyle ızdıraplara sebep olur).
Heybet ve üns hâli her ne kadar yüce hâller ise de hakikat ehli bunları eksiklik sayarlar. Çünkü bu hâller kulun değişmesi mânasını taşırlar. Temkin ehli olanlar, hâllerin değişmesi mertebesini aşmışlardır. Onlar için ne heybet, ne üns, ne şuur, ne de his bahis konusu olur.
Ebu Said Harrâz´dan nakledilen meşhur hikâye şudur: Harrâz diyor ki: «Bir kere çölde yolumu kaybetmiştim, çölde dolaşırken şu şiiri okuyordum: Çölde şaşkın şaşkın dolaşıyorum, hayretten, ben kimim bilmiyorum. Sadece halkın benim ve cinsim hakkında söyledikleri (kulluk ve ihtiyaçla ilgili) şeyleri hatırlıyorum. Şaşkın şaşkın bu memleketin cin ve insini dolaşıyorum da, cin ve insten bir şahıs bile bulamadığım için kendime ve hayretime dönüp bakıyorum.
«Bu şiiri okurken hatiften bir sesin bana şöyle dediğini işittim: Ey varlığının ve vecd hâlinin en yükseği olarak (hakikata ulaştıran) sebepleri gören! Bayağı-çöl, şaşkınlık ve üns hâli ile ferahlık duyan! Gerçekten vücûd (vecd) ehli olsaydın bütün maddî âlemden, arş ve kürsiden de kaybolurdun. Hâli terkederek Allah ile bulunsaydın cinni de insi de hatırına getirmekten korunmuş olurdun. (Allah ile olan üns, heybet ve bast gibi hâlleri, ne ins ve cinni, ne de çölü ve Arşı hatırlayabilir, onlar vecd hâlinde sadece Allah´ı hatırlarlar).
Kul, bu hâlden daha üstün olan hâle ancak (vecdin ileri bir merhalesi olan) vücûd ile yükselebilir.
6. Tevâcüd-vecd-vücûd*
Tevâcüd; vecdin, kemâl haline sahip olmayan bir sâlikin bir nevi irâde ile vecdi davet etmesidir. Zira sâlik kâmil manada vecde sahib bulunsaydı, o zaman vâcid (mütevâcid olmaz, vücûd sahibi) olurdu. «Tefâül» babı ekseriyetle mevcut olmayan bir sıfatı varmış gibi göstermek için kullanılır.
Şair der ki: «Gözlerim küçük olmadığı halde küçükmüş gibi gösteririm (tecâzür). Sonra bir gözü kapar, tek gözlü görünürüm. Halbuki ben tek gözlü değilim.»
Sûfilerden bir zümre zorlama (tekellüf) mânasını taşıdığı için tevâcüd, sahibi için «mahzurdan salim olmaz,» demişlerdir. Bu görüş hakikattan uzaktır. Başka bir zümre ise; tevâcüd, sûfiyâne hâller bulmayı gözetleyen tecrîd sahibi fukara (dervişler) için mahzurdan salimdir, demişlerdir. Tevâcüdün esası Resûlüllah (s.a.) dan rivayet olunan: «Ağlayınız, eğer ağlayamazsanız ağlar görününüz» (5) hadisine dayanmaktadır.
Ebu Muhammed Cerirî (r.a.) ile ilgili olarak nakledilen meşhur menkıbe şudur.- Cerirî diyor ki: «Cüneyd´in yanında idim. îbn Mes-rûk ve daha başkaları da orada bulunuyordu. Burada bir de ilâhîci (kavvâl, guyende) vardı, tlâhici okumaya başlayınca îbn Mesrûk ve oradaki diğer zevat (tevâcüd için) ayağa kalktılar. Cüneyd ise sakin bir şekilde oturuyordu. Cüneyd´e: Efendim! Semâ yapmak istemez misiniz » dedim. Cüneyd dedi ki: ´Dağları, yerinde hareketsiz olarak görürsün, halbuki onlar bulut gibi geçip gitmede ve dönmede.´ (Neml, 27/88). Cüneyd daha sonra bana sordu: Peki Ey Cerîri sen semâ yapmak istiyor musun Nasıl semâ yapıyorsun Dedim ki: Efendim, semâ meclisinde hazır bulunduğum zaman şayet burada haya edilen muhterem bir zat varsa kendime hâkim olurum ve vecdimi zabt ederim. Kimsenin bulunmadığı yerlerde ise vecdimi salıveririm ve tevâcüde gelirim.» Bu hikâyede Cerîri tevâcüd sözünü kullanmış, Cüneyd de bu sözü tenkit etmemişti.
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) ın şunu anlattığını hatırlıyorum: «Cerîri semâ hâlinde büyüklerin edebine ve hakkına saygı gösterdiği için, Allah edebin hürmetine onun vaktini korudu da, kendime hâkim olmak
• Vecd, tevftcttd ve vücûd bahsini krş: Lama, s. 300, Sİ2; Ta´arrof, s. 112;
Keşfu´l-mahcûb, s. 538; Kûtu´l-knlûb, I, 174; îh • 2S6. S. îbn Mace, îkftmet, 176; Zübd, 19.
mümkün değildir. Fakat Cerîrî şeyhlerin hürmetini gözetmede samimî olduğu için Allah onun vaktini (ve hâlini) muhafaza etmiş, o da bu sayede kimsenin bulunmadığı yerlerde vecdini salıvermişti.»
Vecd: Tevâcüd, izah edildiği tarzda vecd hâlinin başlangıcıdır. Tevâcüdden sonra vecd hâli gelir. Vecd kasıt ve zorlama olmaksızın sâlike gelen ve kalbine tesadüf eden (ve onu kendinden geçiren) bir şeydir. Bunun için şeyhler derler ki: Vecd bir müsadefedir. (Kulun irâdesinin tesiri olmaksızın Allah´tan gelen bir feyz, lütuf ve ihsandır). Vecd hâlleri, evradın (belli zamanda belli sayıda yapılan ibadet ve zikirler) meyveleridir. Bir kimse virdini ve vazifesini fazlalaş-tırdıkça Allah da onun hakkındaki lutfunu ziyadeleştirir.
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) ın şöyle dediğini işitmiştim: «Varidat (fuyûzât) evrada (zikirlere) göre olur. Zahirde virdi olmayanın sırrında ve bâtınında varidi bulunmaz. Bir vecd ki, onda kulun irâdesinin tesiri vardır, o vecd değildir. Kulun külfet ve gayretle yaptığı zahirî muameleler taat ve ibadette tatlılığı icabettirdiği gibi, safha safha gerçekleştirdiği batini hükümler de vecd hâllerini icabettirir.»
Şu halde, tatlılıklar (halâvet) muamele ve amellerin meyveleri, vecd hâlleri de (zühd, verâ´, takva, ihlâs gibi gerçekleştirilen) menzil ve makamların neticeleridir.
V ü c û d: Vecd hâlinden yükselenlerin ulaştığı mertebedir. Hakk´ı bulmak ancak beşeri his ve sıfatlar söndükten ve kaybolduktan sonra mümkün olur. Hakikat sultanı (Allah´ın tecellileri) zühûr ettiği zaman beşeri varlık için beka tasavvur edilemez.
Ebu Hüseyn Nuri´nin: «Ben yirmi senedir vecd ile fakd (buluş ile kaybediş) arasındayım. Rabbımı bulunca kalbimi kaybediyorum, kalbimi bulunca Rabbımı kaybediyorum.» demesinin mânası budur.
Cüneyd´in: «Tevhidin ilmi, tevhidin vücuduna zıttır. Vücudu da ilmine zıttır.» (Yani insan vecd hâlinde tevhidi bulur, fakat o zaman tevhid hakkında bilgisi ve şuuru olmaz, bilgi ve şuur sahibi olunca da vecd hâlinde olmaz) demiş olmasının mânası da budur.
Şu şiiri bu makamda okurlar: «Bana görünen şühûd ve tecellilerle varlıktan kayboldum mu,, hakiki varlığımı işte o zaman bulurum.»
Bu duruma göre tevâcüd bidayet, vücûd nihayettir, vecd ise bir ilerleme meydana getirir). Vecd, kulun istiğrakını icabettirir (onu manevî heyecanlara garkeder). Vücûd, kulun helak ve yok olmasını gerektirir. Kul bu konuda, önce denizi gören, sonra gemiye binen nihayet denize açılan kimse gibidir.»
Bu hâllerin tertip şekli, önce kusûd (niyet), sonra vürûd (geliş), sonra şuhûd (görüş), sonra vücûd (buluş), sonra humûd (sönüş) tarzındadır.
Humûd, vücûd miktarınca hasıl olur, vücûd sahibinin sahv ve mahv hâli vardır. Sahv hâlinde bekası, mahv halinde fenası Hakk iledir. Bu iki hâl daima yekdiğerini takip ederek sâlik üzerine gelir, sâlik, üzerinde «Hakk ile sahv» hâli galip olunca artık kul Hakk ile hareket eder, Hakk ile söyler. (Fiili ve kavli Hakk olur). Resûlüllah (s.a.) Hakk Taâlâ´dan haber verdiği kudsi bir hadiste: «Kul benimle işitir, benimle görür» (6) buyurmuştur.
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi´nin. Mansur b. Abdullah´tan işiterek naklettiği şu menkıbeyi anlattığını duymuştum: «Adamın biri Şiblinin zikir halkasında durdu ve sordu: Vücûdun sıhhatli oluşunun eserleri vecd sahibi .olan vâcidler üzerinde zuhur eder mi Şiblî: Evet, dedi: İştiyak ateşi ile birlikte bir nur ışıldar, bu nurun eserleri bedenler üzerinde parıldar.»
îbn Mu´tez şiirinde bunu tasvir etmiştir: «Kadehin ibriklerinden su yağdırdı da bu su altın gibi toprakta inci bitirdi. Meclis halkı ateş gibi üzümden, nur gibi bir su çıktığını görünce şaştılar ve Süb-hanellah! dediler. Ad kavmine İrem´den miras kalan bu şarab idi. Kisra´ya baba ve dedelerinden kalan hazine de bu idi.»
Ebu Bekir Dukki´ye: Cehm Dukki, semâ esnasında coştu ve eline geçirdiği bir ağacı kökünden söktü, dediler. Ebu Bekir ile Cehm bir ziyafette bir araya geldiler, Ebu Bekir âmâ idi. Cehm ayağa kalktı, coşkun bir hâlde dönmeye ve semâ yapmaya başladı. Zayıf bir adam olan Ebu Bekir yanındakilere: Cehm yaklaşınca onu bana gösteriniz, dedi. Cehm semâ yaparken yanına uğradı ve ona yaklaştı. Yanındakiler: Cehm işte budur, deyince Ebu Bekir hemen Cehm´i bacağından yakaladı ve çivi gibi bulunduğu yere çaktı. Cehm için kıpırdamak mümkün olmadı. Bunun üzerine Cehm: «Ey Şeyh! Tevbe! Tevbe!» demeye başladı. Bunun üzerine Ebu Bekir Cehm´i salıverdi.
6. Buharî, Rekftik, 38; îbn Mâce, Flten, 16.
üzerinde galip olan mahv hâli olursa, onda ne ilim, ne akıl, ne anlama, ne de his bulunur.»
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî (r.a.) nin sened zikrederek şunu naklettiğini duymuştum: «Ebu İkâl Mağribi hiç bir şey yemeden ve içmeden Mekke´de dört sene ikâmet ettikten sonra orada vefat etmişti. Sûfilerden biri Ebu îkâl´e geldi ve: Selâmün aleyküm! dedi. Ebu İkâl: Aleyküm selâm! diye mukabelede bulundu. Adam: Ben falanım, diye kendini tanıttı. Ebu îkâl: Sen falan zatsın, Nasılsın Hâlin nasıl diye sordu ve hâlinden kayboldu, kendini kaybetti. Adam diyor ki: Ebu îkâl´e tekrar: Selâmün aleyküm! dedim. O da beni hiç görmemiş gibi: Aleyküm selâm! diye karşılık verdi. Bu hareket tarzını birkaç kere tekrar ettim. Sonra anladım ki, bu zat gaybet halindedir. Kendisini terkettim ve oradan ayrıldım.»
Ebu Abdullah Turuğbazî´nin hanımı anlatıyor: Bir kıtlık senesi idi. Halk açlıktan ölüyordu. Ebu Abdullah Turûğbazi evine girdi ve iki ölçek kadar buğdayın mevcut olduğunu gördü: «Halk açlıktan ölürken, evimde buğday bulunuyor.» dedi ve aklını kaçırdı. Namaz vakitleri hariç bir daha kendine gelmedi. Namaz vakti gelince kendine gelir, farzı edâ ettikten sonra eski haline dönerdi, ölünceye kadar bu hâl devam etmişti.
Bu menkıbe gösterir ki; hakikatin hükmü gâlib gelse bile, bu zatın şeriatın âdabına riayet etmesi temin edilmekte idi. Zaten hakikat ehlinin sıfatı budur. Sonra bu zatın temyiz hâlini kaybetmesinin sebebi müslümanlar hakkında beslediği şefkat hissi idi. Hâlinde, hakikat mertebesinde bulunduğunun alâmeti bu idi (yani şeriatın hükümlerine riayet edebilmesi idi).
7. Cem´-fark* Cem´ ve fark kelimeleri sûfilerin çokça kullandıkları sözlerdendir. Fark kulun görevlerini idrak edip gereğini yapmasıdır.
Allah tarafından kalbde mâna ve marifet, vücuda getirilmesi, lütuf ve ihsanda bulunulması gibi hususlar ise cem´ adını alır. Sûfîlerin cem´ ve fark konusunda en aşağı hâlleri budur, «En aşağı hâl» fiilleri görmek mahiyetindedir. Hakk Sübhanehu ve Taâlâ bir kimseye itaat ve isyan mahiyetindeki fiillerini gösterirse, o tefrika vasfı ile kuldur. Hakk Sübhanehu ve Taâlâ bir kimseye, o kimseyi bizzat kendisinin idare ettiğini ve bununla ilgili fiillerini gösterirse o cem´ şahidi (vasfı) ile kuldur. Şu halde: «Halk vardır» demek tefrika kısmına girer. «Hakk vardır» demek ise, cem´ hâlinin niteliğidir.
Bir kul için cem´ ve fark hâllerinin ikisi de şarttır. Çünkü tefrika hâline sahip olmıyanın kulluk hâli bulunmaz. Cem´ hâli bulunmayan ise Hakk´a dair marifet sahibi olmaz. Fatiha´daki «Yalnız sana ibadet ederiz» ibaresi fark hâline, «Yalnız senden yardım dileriz» ibaresi ise cem´ hâline işarettir.
Kul, Hakk Taâlâ´ya münacaat yolu ile hitap ederek niyaz veya duada bulunsa veya O´na hamd ü sena etse veya şükretse veya günahından tevbe etse veya tezellül ile yalvarsa, bu durumda «tefrika» mahallinde bulunmuş olur. Mevlâsının kendisine nida edişini can kulağı ile dinlese, O´nun hitabını gönlünde duysa, çağırışını kalbi ile işitse, sâlik çağırması, ona gizlice birşeyler söylemesi, birşey-ler tarif etmesi veya kalbini ışıklandırarak onu murad etmesi gibi şeylerle Hakk kuluna hitap etse, kul da bunu kalbinde duysa, Mevlâsının kendisine olan münacatını (gizli ve mahrem çağrısını) can kulağı ile dinlese, bu durumda cem´ vasfı (hâli ve şahidi) ile bulunmuş olur. CKuldan Allah´a yönelen hitap tefrika, Allah´tan kula gelen hitapların kul tarafından ruh kulağıyle dinlenmesi cem´ hâlidir).
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) şöyle dediğini işitmiştim: «Bir ilâhîci (kavval, guyende) üstad Ebu Sehl Sulûki (r.a.) nin huzurunda: Benim tenezzühüm (rahatım, huzurum, zevkim) seni seyretmemdir. Üstad Ebu Sehl, mısrada geçen ´cealtü´ kelimesi ´Cealte´ şeklinde olmalı, dedi. Nasrabâzî: Hayır! ´Cealtü´ şeklindedir, dedi. Üstad Ebu Sehl: Aynu´1-cem´ (Aynu´l-fark´dan) daha mükemmel değil midir diye sorunca Nasrabâzî sükût etmek zorunda kaldı.» («Seni seyretmeyi tenezzühüm kıldım.» Mısraı cealtü = kıldım, şeklinde ve buna aynul-cem´ adı verilir).
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî´nin de bu menkıbeyi bu şekilde naklettiğini işitmiştim.
Bunun mânası şudur: Mısradaki fiili «cealtü» diye okuyan kendi hâlini haber vermiş olur. Sanki kul kendinde olanı kendinden anlatmış olur. Mısradaki fiili «cealte» diye okuyan bunun kendi irâdesi ve zorlaması ile olmadığını belirtmiş, bu durumdan kendini temize çıkarmış ve Mevlâsına hitap ederek: Hususî surette bunu bana ihsan eden sensin, bunu irâde ve zorlama ile ben kazanmış değilim, demiş olur.
Bu okuma şekillerinde birincisinde dava ve iddia tehlikesi vardır. İkincisi, kendinde güç iddia etmekten vazgeçmek şartı ile Allah´ın lütuf ve ihsanını ikrar etmek mânasına gelir. «Sana kendi gücümle ibadet ediyorum» diyen kimse ile «Seni senin lütuf ve ihsanınla temaşa ediyorum» diyen kimse arasında elbette ki fark vardır.
8. Cem´u´l-cem´
Cem´ü´l-cem´: Cem´ü´l-cem´, cem´ hâlinin üstünde bir derecedir. Bu konuda sûfîler hâllerinin farklı ve derecelerinin muhtelif oluşuna göre değişik durumlar gösterir. Bazıları hem kendini hem de Hakk´ı isbât eder, var bilir. Fakat her şeyin Hakk ile kâim olduğunu görür. Buna cem´ hâli denir. Kul, bir çarpılma ve koparılma hali ile halkı görmekten alıkonulmuş, kendi varlığı hakkındaki şuurunu yitirmiş, Allah´tan başka olan bütün varlıklar hakkındaki uyarlığını kaybetmiş, sadece hakikat sultanından gelen ve kendisini istilâ eden tecellilerle meşgul bir vaziyette ise, buna Cem´ü´1-cem´ adı verilir.
Tefrika: Masivâyı (ağyarı) Aziz ve Celil olan Allah´a ait olarak görmektir, cem´ masivâyı Allah ile görmektir. Cem´ü´1-cem´ külliyen yok olmak (istihlâk) ve hakikatin galebe etmesi anında Aziz ve Celil olan Allah´ın dışında kalan bütün eşya ile ilgili hisleri kaybetmektir. Bu hâlden sonra, Sûfilerin fark-ı sâni, adını verdikleri çok aziz ve pek değerli bir hâl daha vardır. Bu da kulun farzları edâ edeceği zaman sahv hâline iade edilmesidir. Böylece kul Allaha ait fiillerle, ibadete ve Allah´a) dönmüş olur.
Bunun sonucu olarak Sûf i bu hâl içinde kendisini Hakk Taâlâ´-nın idaresinde ve tasarrufunda mütalâa eder. Kudreti ile zatını ve aynı (kendisi)ni yaratan; ilmi ve irâdesi ile fiillerini ve hallerini vereni görür.
Bazı sûfiler cem´ ve fark ıstılahları ile Hakk´ın bütün halkı (eşyayı) idare etmesini kastetmişlerdir. Her şeyin zatını yaratan ve yarattıklarına gerekli sıfatları veren olması itibariyle Hakk Taâlâ bütün mahlûkatı idaresinde ve tasarrufunda cem´ etmiş, sonra nevilere ayırmak suretiyle fark durumuna getirmiş, bir kısmını saadete erdirmiş, “bir kısmını kendisinden uzaklaştırmış ve bedbahtlığa düşürmüş, bir kısmını hidayete ulaştırmış, bir kısmının gözünü kör ederek dalâlete düşürmüş, bir kısmını bir perde (hicab) ile kendisinden ayırmış, bir kısmını kendine doğru cezb ve celb etmiş, bir kısmını vuslata erdirerek üns ihsan etmiş, bir kısmına rahmetinden ümit kestirmiş, bir kısmına tevfiki ile ikramda bulunmuş, bir kısmını gaybet hâlinde bırakmış, hakikata ulaşıp meramlarına nail olan bir kısmını yok etmiş, bir kısmına sahv, bir kısmına mahv hâlini vermiş, bir kısmını huzuruna yaklaştırmış, bir kısmının huzur hâlini gayb hâline çevirmiş, bir kısmını ilâhî huzura kabul ederek onlara aşk ve vuslat şarabını içirmiş, sarhoş etmiş, .bir kısmını şekavete sevketmiş, geriye itmiş, sonra kovmuş ve terketmiştir. Allah´ın bu fiilleri sayıya sığmaz, anlatmak ve açıklamakla tafsilâtı bitmez.
Cem´ ve tefrika halini anlatmak için Cüneyd (r.a.) e ait şu şiiri okumak sûfîler arasında âdettir: «Sırrımda ve ruhumda seni bir hakikat olarak buldum (cem´), sonra dilim sana münacaatta bulundu (tefrika). Bir takım mânalar sebebi ile seninle cem´ olduk (hakikat hAli), diğer bir takım mânalar için senden ayrıldık (ibadet hâli), azametin ve yüceliğin bu dünyada baş gözü ile seni açık açık görmeme mani oldu ise de vecd hâli beni sana canımdan ve ciğerimden daha çok yaklaştırdı» (seni can gözü ile gördüm).
Şu şiir de bu makamda okunur: «Hakk tecelli edince onun azameti karşısında bana gaybet hâli gelir, yok olurum (cem1), sonra gafil olmamış kimsenin hâli ile (beşerî gayretle değil, ilâhî inayetle
filan mahalle) tekrar dönerim (fark). Bana cem´ ve fark hâlini ilan eden ve bunu yaşatan sensin.»
Vuslat konusu olan tek (Allah, kula cem´ ve fark hâlini yaşatmıştır.
9. Fenâ-beka
Sûfiler fena sözü ile insandaki kötü sıfatların yok olmasına işaret ettikleri gibi, beka sözü ile de insanın güzel vasıflar edinerek bunda devam etmesine işaret ederler.
Bu iki kısım vasıflardan birinin kulda bulunması zaruridir. O halde aşikârdır ki, bu huylardan biri bulunmadığı zaman, behemehal diğeri bulunacaktır. Bir kimse kötü vasıflarından fâni olursa, güzel sıfatlar o şahısta zuhur eder. Bir kimsede kötü hasletler gâlib olursa, o kimsede iyi sıfatlar tesirsiz bir şekilde gizli kalır (7).
Bilinmelidir ki kulun vasfı olan şeyler fiiller, huylar (ahlâk) ve hâller olmak üzere üç nevidir. Fiiller kulun irâdesine dayanan tasarruflardır. Huylar insanda doğuştan bulunur. Fakat sürekli bir tedavi ve terbiye ile değiştirilebilir. Hâller ise başlangıç itibariyle (irâdenin tesiri olmaksızın ilâhî bir hibe olarak) kula gelir, fakat ameller halis ve temiz olduğu nisbette hâller saflaşır (yani Allah´ın hibesi olan hâlleri, kul ihlâslı ameli ile daha da saf hale getirir). Hâller bu bakımdan huy (ahlâk) gibidir. Zira kul kalbi ve irâdesi ile ahlâkını düzeltmek için çalışıp, fena huyları kendinden defetmeye uğraşırsa, Allah ona ahlâkını güzelleştirme imkânını lütfeder. Bunun gibi kul, bütün gücünü sarfederek amelinin temiz ve ihlâslı olmasına devamlı olarak gayret ederse, Allah ona hâllerini saflaştırmayı, hatta tam ve mükemmel bir şekle getirmeyi ihsan eder.
Bir kimse şeriat dili ile yerilen fiillerini terk ederse, o «şehvet ve nefsânî arzularından fâni oldu» denilir. Nefsânî arzulardan fâni olunca ubûdiyyetindeki niyeti, kasdı ve ihlâsı ile bakî kalır. Bir kimse kalbi ile dünyadan yüz çevirirse (zühd), o «dünyaya rağbet etmekten fâni olmuştur» denir. Dünyaya rağbet etmekten fâni olunca, inâbesindeki (Allah´a dönüşündeki samimiyet ve) sıdkı ile bâki-
• Fena ve beka bahsini krş: Lama, s. 213, 341, 433; Ta´arruf, s. 123; Keşfu´l-
mahcûb, s. 311. 7.
Fena: Yok olma, mahvolma. Beka: Var olma, varlığın devamı.
fâni oldu» denilir. Kötü huylarından fâni olunca fütüvvet ve sıdk ile (civanmertlik ve doğrulukla) bakî kalır.
Bir kimse (taat, isyan, saadet, dalâlet gibi) hükümlerde tesirli olan (ilâhî) kudretin cereyan tarzını müşahede ederse, o, «yaratıklar üzerinde halkın tesirini hesaba katmaktan fâni oldu» denilir. Eser ve olayları Allah´tan başkasından vehmetme hâlinden fâni olursa «beşerî sıfatlardan fâni oldu ve Hakk´ın sıfatları ile baki kaldı» denilir.
Bir kimseyi hakikat sultanı ´ve Hakk´ın tecellisi) istilâ eder de Allah´tan başka olan şeylerden (mâsîvadan) hiç bir şeyi; ne maddî bir varlığı ne de onun eserini, ne bir şekli ne de onun gölgesini müşahede edemezse; o, «halktan fâni oldu, Hakk ile baki oldu» denir.
Şu halde yerilen fiillerden ve aşağı hâllerden kulun fâni olması ve kurtulması, bu nevi fiilerin yok edilmesi ile olur. Kulun nefsinden ve halktan fâni olması, kendisi ve halk hakkındaki hissini kaybetmesi ile olur. Kul; fiillerinden, huylarından ve hâllerinden fâni olunca, fena suretiyle terk ve yok ettiği şeylerin ona göre mevcut olması caiz değildir (o şeyin tesirli bir varlığı olmaz). «Kul, nefsinden ve halktan fâni oldu» demek, «kulun nefsi de mevcuttur, halk da mevcuttur, fakat kulun ne halk hakkında, ne de kendisi hakkında ilmi, şuuru, hissi ve haberi yoktur,» demektir. Onun için kulun kendisi vardır, halk da vardır, fakat kul kendinden ve halktan tüm olarak gafildir. Bundan dolayı kendi varlığını ve halkın mevcudiyetini hissedememektedir.
Bazan saltanat sahibi birinin veya saygıdeğer bir zatın huzuruna giren bir şahsın, kalbini istilâ eden heybet sebebi ile kendinden geçtiği, meclis ehlinden gafil olduğu, hatta bazan bu saygıdeğer zatın mevcudiyetinin bile farkına varamaz bir hale geldiği müşahede edilir, öyle ki, bu adama oradan çıktıktan sonra, meclisin biçimi, o değerli zatın hal ve hareketleri ve kendisinin oradaki davranışları ve heyeti hakkında soru sorulsa, hiç bir şeyden haber veremez.
Allah Taâlâ Yusuf suresinde buyurur ki: «Kadınlar Yusuf´u görünce onu gözlerinde o kadar büyüttüler ki, güzelliği karşısında hayrete düşerek ellerini doğradılar ve bunun farkına varamadılar.» Yani Yusufu (a.s.) görünce ilk anda kesilen ellerin acısını duymadılar, halbuki kadınlar insanların en zayıfıdırlar ve onun için de acıya dayanamazlar. Şaşkın haldeki kadınlar: «Bu insan değildir melektir diyerek kendinden geçerse, aradan hicap kalktıktan sonra Hakk Sübhanehü ve Taâlâ´yı temaşa eden kul hakkında ne düşünülür! Bu durumdaki kul, kendinden geçse, hemcinsinden gafil olsa bunda şaşılacak ne var!
Cehlinden fâni olan, ilmi ile baki olur; şehvet ve arzudan fâni olan, Allah´a dönüş hâli ile baki kalır; dünyaya rağbet etmekten fâni olan, zühd ile baki olur; hevâ ve hevesinden fâni olan, Allah Ta-âlâ´nın irâdesi ile baki olur. Diğer bütün sıfatlar için de aynı şey söylenebilir.
izah edilen şekilde kul beşerî sıfatlardan fâni olunca, bu hâlden «Fenası sayesinde fenasını görmeme» derecesine yükselir. Bir sûfî şu şiiri okuyarak bu hâle işaret etmiştir: «Bir gurup sûfî sahrada şaşkın bir vaziyette kaldılar. Başka bir gurup aşk meydanında hayrete düştü. Bunlar yok edildiler, sonra yine-yok” edildiler, sonra yine yok edildiler! Sonra Rablarına yakın olma mânasına gelen beka hâli ile ibkâ edildiler.»
Bu şiirdeki ilk fena kulun kendinden ve sıfatlarından fâni olarak Hakk´ın sıfatları ile baki olmasıdır. İkinci fena Hakk´ı temaşa eden kulun Hakk´ın sıfatlarından da fâni olmasıdır. Üçüncü fena, Hakk´ın vücudunda yok olan kulun kendi fenasını görmesinden de fâni olmasıdır.
10. Gaybet-huzur*
Gaybet: Duyguların kalbe gelen vârid (feyz, ilham) ile meşgul olması sebebiyle halkla ilgili hallere ait bilgilerin ve şuurun kalbten kaybolması hâlidir (manevî âlemle meşgul olan duyu organlarının maddî âleme ait duyarlığım ve şuurun kaybetmesi). Sevabı hatırlatma veya azabı düşünme nevinden bir vârid sebebiyle kalbin kendisi ve başkası ile ilgili duyarlığını kaybederek gaybet haline geçtiği olur. Şu menkıbe buna misâl teşkil eder: Rebi´ b. Heysem, İbn Mesud (r.a.) a giderken bir demirci dükkânının önünden geçti. Körüğün ağzındaki kızgın bir demir parçasını görür görmez kendisini kaybetti, baygın halde yere düştü. Bir gün sonrasına kadar ayılmadı.
Gaybet ve huzur bahsini kış: Ta´arruf, s. 118; K.eşfu´1-mahcub, s. 319.
» Bu hâl gaybetin haddini ve sınırını aşıp bayılma (Gaşyet, dini his ve heyecan içinde boğulup kendinden geçme) vaziyetine geliştir (8).
Rivayet edilir ki, Ali b. Hüseyn secde halinde iken evine yangın ateşi düşmesine rağmen, namazını kesip yangınla meşgul olmadı. Neden böyle hareket ettiği sorulunca: «Büyük ateşi Cehennemi) düşünmek, bu ateşi düşünmekten beni alıkoydu,» dedi (ve Kur´an´daki azab âyetleri ile meşgul olduğu için kendisini kaybettiğini, bu ateşi hissedemediğini anlattı). Bazan Hakk Sübhanehü ve Taâlâ´dan keşif yolu ile gösterilen bir mâna (vârid feyz) sebebiyle kul hissini kaybederek gaybet hâline geçer. Bu şekilde bir vârid sebebiyle kendinden geçen sûfîler hâllerine göre değişiklik gösterirler.
Demirci Ebu Hafs Nişabûri´nin sanatını terkedişi ile ilgili sülûkünün başlangıcındaki şu menkıbe çok meşhurdur: Ebu Hafs dükkânında çalışırken bir hafızın Kur´an´dan bir âyet okuduğunu işitmiş ve kalbine gelen vârid sebebiyle hissini kaybederek kendinden geçmiş, elini ateşe sokmuş, ocaktaki kızgın demiri eli ile çıkarmıştı. Bu durumu gören bir müridi: Üstad, bu ne hâl!, demiş. Bunun üzerine Ebu Hafs kendisinden zuhur eden kerametin farkına varmış (kendisini meşhur eden bu hadise sebebiyle bir fitneye düşmek korkusundan) sanatı terkederek dükkânından çıkıp gitmişti.
Cüneyd bir gün karısı ile otururken, Şiblî yanlarına geldi. Şib-li´yi gören kadın örtünmeye teşebbüs etti. Cüneyd: «Şiblî´nin senden haberi yok (O gaybet halindedir), yerinde otur,» dedi. Cüneyd, Şibli ile o kadar konuştu ki, nihayet Şiblî ağlamağa başladı. Şiblî ağlamaya başlayınca Cüneyd karısına: «Şiblî kendine geldi, gaybet hâli zail oldu, şimdi örtün» dedi.
Salih bir insan olan Ebu Nasr Müezzinin Nişabur´da şöyle dediğini duymuştum: «Nişabur´da üstad Ebu Ali Dekkak´ın meclisinde Kur´an okuyordum. O zaman Ebu Ali Nişabur´da oturuyordu. Ekseriya hacdan bahsederdi. Sözü kalbime tesir etmiş, o sene hac için yola çıkmış, sanatımı ve dükkânımı terketmiştim. Üstad Ebu Ali (r.a.) de o sene hac için sefere çıkmıştı. Nişabur´da iken kendine hizmet eder ve meclisinde Kur´an okumaya devam ederdim. Bir gün 8. Gaybet: Kendini kaybetme, kendinden geçme, hissini ve şuurunu kaybetme, bayılma, dalgınlık hâli.
Huzur: Kendine gelme, maddî âlemde hazır olma kendinden geçerek Hakk´ın huzuruna çıkma hâli.
su içmek için taşıdığı testiyi yanına almayı unuttuğunu gaybet hâlinde olduğunu farkettim. Testiyi aldım, durak yerine dönünce yanına koydum. Bu davranışımı görünce: Bunu getirdiğin için Allah sana hayır ihsan etsin, mükâfatını Hakk Taâlâ versin, dedi. Sonra hiç görmemiş gibi beni uzun uzadıya seyretti. Sonra: Seni bir kere gördüm, sen kimdin diye sordu. Ey kendisi ile Allah´a sığınılan zat, uzun müddet sohbetinde bulundum, meskenimi ve malımı terketmemin sebebi sen oldun. Şu uçsuz bucaksız çölü birlikte katediyoruz, hal böyle iken şimdi, seni bir kere (ve ilk defa) gördüm diyorsun, diye cevap verdim.»
Huzur: Sûfî bazan Hakk ile hâzır olur, O´nun huzurunda bulunur. Çünkü o halktan uzaklaşınca Hakk ile beraber bulunur. Bunun mânası, sanki Hakk´ın huzurunda hazırmış gibi olur, demektir (9).
Bu durum Hakk´ın zikrinin, kulun kalbini istilâ etmesi suretiyle husule gelir. O zaman kul kalbi ile yüce Rabb´ının huzuruna çıkar. Kulun halktan gaybeti nisbetinde Hakk ile olan huzuru mükemmel olur. Eğer halktan tamamen kaybolmuş ise, huzur hâli gaybet hâline göre olur, yani tam olur. «Falan hazırdır,» cümlesinin mânası kalbi ile Rabb´ının huzurundadır, O´dan gafil değildir, O´nu ihmal etmiş değildir, tersine daima O´nu zikretmektedir, demektir. Sonra kul Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın kendisine tahsis ve lütfettiği mâna ve feyzdeki derecesi nisbetinde Hakk´ın huzurunu keşif yolu ile temaşa eder (huzur halinde mükâşefe mertebesine erdirilir).
Bazan nefsin ve halkın hallerini his ve idrâk etme haline dönülmesi (yani şuur ve his halinin avdet etmesi) vaziyetine de-. «Kul hazırdır,» denilir. Bu, kul gaybet hâlinden dönmüştür, gaybet hâli son bulmuştur, demektir. Buna «Halk ile huzur,» ilkine ise «Hakk ile huzur» hâli denir.
Sûfîlerin gaybetteki hâlleri değişik olur-, bazılarının gaybet hâli devam etmez, bazılarının bu hâli devamlı olur. Hikâye ederler ki, Zunnûn Mısrî, sıfatı ve durumu hakkında bilgi getirmek için müritlerinden bir şahsı Bayezid Bistâmî´ye göndermiştir. Adam Bistâm şehrine gelince Bayezid´in evini sordu, izin aldı ve içeri girdi. Bayezid adama, «Kimi arıyorsun » diye sordu. Adam, «Bayezid´i arıyorum!» diye cevap verdi. Kendinden geçmiş olan Bayezid adama dedi ki: «Bayezid kimdir Bayezid nerede ikamet eder Ben de Bayezid´i arıyorum.
9. Huzur hem gaybet ve sekr, hem de temkin ve sahv mânasına gelir.
Bu hadiseyi dinleyen Zunnûn ağladı ve: «Kardeşim Bayezid (Hakk´a) gidenlerle O´na gitmiş,» dedi. (Gaybet ve Hakk´da huzur hâli).
11. Sahv-sekr*
S a h v: Gaybet hâlinin nihayete ermesinden sonra his ve şuur hâline dönüştür. Sekr ise kuvvetli bir varidin tesiri ile gaybet hâline geçiştir (10). Sekr, bir bakıma gaybet hâlinden daha fazla ve daha kuvvetli bir hâldir. Çünkü bazan sekr sahibi sekr hâlinde tam ve mükemmel bir mertebede olmadığı zaman bast hâlinde bulunur. Bazan sekr halinde (sekr tam olduğu için) eşyayı hatırlama hâli kalbinden zail olur. Varidin kendisini mükemmel bir şekilde istilâ etmediği mütesâkir (irâdesi ile sekre gelen) in durumu budur. Bu takdirde sûiide (zayıf da olsa, şuur ve) his hâlinin bulunması caizdir. (Bu durumda gaybet sekrden kuvvetli olur).
Bazan sekr hâli gaybet hâlinden daha fazla ve daha kuvvetli olur. Bazan-gaybet sahibi gaybetinde, sekr sahibinden daha tam olur. Sekr hâlinde mükemmel bir mertebeye ulaşmamış olan mütesâkire nazaran gaybet sahibinin durumu budur.
Rağbet ve rehbet (îstek ve endişe) nin gereği, havf ve recâ (korku ve ümit) in icabı olarak kalbe gâlib ve arız olan hâller sebebiyle gaybet, âbid (ve mübtedi) ler için bahiskonusu olur. Sekr ise sadece vecd sahipleri için bahiskonusu olur. Kul, cemâl vasfı ile mükâşefe hâline erdirildi mi (yani sûfî cemâl tecellisini ve kemâl sıfatlarını temaşa etti mi) sekr hasıl olur, ruh neşelenir, kalp aşk hislerine gark olur.
(îlâhi cemâli temaşa halindeki sekri anlatmak için) şu şiiri okurlar:
«(Hakk Taâlâ der ki: Ey kulum): hitabımı dinlerken sahv hâlinde olman vuslatın ta kendisidir. Beni temaşa ederken sekr hâline geçmen sana (aşk) şarabını mubah kılmada… Bu şekirdeki şarabın sakisi de, içicisi de bıkmaz. (Güzelliğini) temaşa etmenin meydana
• Sakv ve sekr bahsini krş: iuraa, s. 320, 342; Ta´arruf, s. 113; Keşfu´l-mahcûb, s. 230; Avârifu´l-maarif, IV, s. 461.
10. Sekr veya sükr, sarhoş olmak, içki içerek kendinden geçmek, mest olmak; Sahv, ayılmak, ayıklık hali, şuur ve idrâk haline dönme, ifâkat.getirdiği mahmurluk; aklı sarhoş ve insanı mest eden bir kadehtir.» Şu şiir bu makamda okunur:
«Meclis ehli kadehin dönmesinden (içmekten), ben ise kadehi döndürenden (kadehi döndürenin güzelliğini seyretmekten) sermest oldum.»
Şu şiir de bu gibi hallerde okunur:
«Benim iki nevi sarhoşluğum var (biri sevgilimin bana ihsanda bulunması ve beni nimeti ile sarhoş etmesi, diğeri onun cemâlini ve kemâlini temaşa ederek sarhoş olmam). Arkadaşlarımın sarhoşluğu ise bir nevidir. İki nevi sarhoşluktan biri sadece bana mahsustur.»
Şu şiir de bu makamda okunur:
«İki nevi sarhoşluk var: Biri sevgilinin ihsan ve nimetine nail olmaktan, diğeri, sevgilinin güzelliğini temaşa etmekten ileri gelmekte. Şu halde iki nevi sarhoşlukla mest olan bir yiğit ne zaman ayılacaktır » (Sahv hâlinde ihsan ile, sekr hâlinde cemâlini temaşa ile mesttir).
Sahv hâlinin sekr hâline göre olduğunu bilmek lâzımdır. Sekri Hakk ile olanın sahvı da Hakk ile olur. Sekri nefsâni hazlarla karışık olanın, sahvı da bu nevi hazlarla birlikte bulunur. Sahv hâlinde Hakk üzere olan, sekr hâlinde ilâhî bir muhafaza altında bulundurulur. Sahv ve sekr hâlleri (cem´ hâline değil) tefrika hâline işaret ederler.
Hakikat sultanından (ve ilâhi tecellilerden) alâmetler zuhur edince mahv ve kahr olmak kulun sıfatı haline gelir.
Şu şiiri bu mânada okurlar:
«Sabah, şarap kadehi üzerine doğunca sarhoş ile ayık eşit olur» ilâhî tecellilerin zuhuru anında herkes yok olmada eşit olur).
Allah Taâlâ buyurur ki: «Rabbı dağa tecelli edince onu yerle bir etti ve Musa kendinden geçerek yere düştü» (A´raf, 7/143). Bu tecelli karşısında, Hz. Musa kadri ve şanı yüce bir Resul iken, kendinden geçerek yere düşmüş, dağ katılığına ve kuvvetine rağmen, parçalanarak yerle bir olmuştu.
Kul, sekr hâlinde hâl şahidi iledir (manevî bir hâl ile huzur-i ilâhidedir). Sahv hâlinde ilim şahidi iledir (şeriat ilmine göre şuurlu olarak hareket eder). Ancak sekr hâlinde kendi zorlaması ve gayreti ile değil, (Allah tarafından) hıfz edilmiştir. Sahv hâlinde ise kendi irâdesi ve tasarrufu ile korunmaya çalışmaktadır. Sahv ve sükr hâli zevk (tatma) ve şirb (içme) hâlinden sonra gelir.
12. Zevk-şirb*
Zevk ve şirb (şerb veya şürb de olur), sûfîlerin dillerinden bırakmadıkları kelimelerdendir. Sûfîler bu iki kelime ile tecelli meyvalarmdan, keşif neticelerinden ve varidatın tesiri ile aniden gelen hâllerden olmak üzere içlerine doğan hususları anlatırlar. Bunlardan ilkine zevk (tatma), sonrakine şirb (içme), en sondakine reyy (kanma) tâbir ederler. Muâmelelerindeki safvet, sûfîlerin mânaların zevkini tatmalarını; makamlarının bütün hakkını yerine getirdikten sonra bir üst makama yükselmeleri şirb hâlini; vuslatlarının devamlı oluşu reyy hâlini gerektirir. Şu halde zevk sahibi mütesâ-kir tyarı sarhoş) tur. Şirb sahibi tam mesttir, reyy sahibi ise sahv halindedir, ayıktır. Aşkı kuvvetli olanın şirbi sürekli olur. Sürekli olarak bu sıfatta bulunan bir sûfî için şirb, sekr sonucunu doğurmaz, (çünkü o sekr halinden sahv haline döndüğü zaman yine vuslat halindedir, kemâl hali de budur). Bu duruma göre sûfînin sahv hâli de Hakk iledir. O bütün nefsânî hazlardan fâni olmuştur. Gelen vâridler ona tesir etmez, içinde bulunduğu durumu değiştirmez. Bir kimsenin sırrı saf hâle gelirse şirb onun durumunu bulandırmaz. Gıdası şarap olan, şaraptan ayrı kalmağa sabredemez, onsuz yapamaz.
Şu şiir bu makamda okunur:
«Aramızda dolaşan kadeh, süt annemizdir. Ondan tatmazsak yaşamamız mümkün olmaz.»
Şu şiir de bu mânada okunur
«Şaşarım o kimseye ki Rabbımı zikrettim (hatırladım) der! O´nu hiç unuttum mu ki, unuttuğumu hatırlamak bahiskonusu olsun Aşkı kadeh kadeh içtim. Fakat ne şarap bitti, ne de ben kandım.»
Yahya b. Muaz´ın, Bayezid Bistâmî´ye şöyle yazdığı nakledilir: «Burada biri var, aşk kadehinden öyle içti ki, bir daha sarhoş olmadı.» Bayezid ona şöyle cevap verdi: «Hâlindeki za´fa şaştım, burada biri var, dünyadaki bütün denizleri içtiği halde, ağzını açmış daha yok mu, diyor» (11).
Malûmdur ki yakınlık (kurb ve vuslat) kadehleri gaybtan sunulur
• Zevk ve şürb bahsini krş: Lunıa, s. 372; Keşfu´l-mahcûb, s. 507; Avârifu´l-maarif, IV. 470.
11. İçmek, sarhoş olmak, şaraba doymak ve kanmak, ayılmak, kadeh, meyhane ve saki gibi deyimler ilâhî aşkı ifade eden mecazlar ve remizler olarak tasavvufta kullanılmaktadır.
13. Mahv-isbât*
Mahv alışılan sıfatları (ve huyları) ortadan kaldırmak, isbât ise ibadetin hükümlerini (icaplarını) ifa etmektir (12).
Bir kimse kendi hâl ve hareketlerinden, zemmedilen huyları uzaklaştırır, onun yerine övülen hâl ve fiilleri koyarsa, o kimse mahv ve isbat sahibidir.
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) in şöyle dediğini işitmiştim: «Şeyhlerden biri bir zata dedi ki: Mahvettiğin şey nedir İsbat ettiğin şey nedir Adam cevap veremedi, sükût etti. Şeyh dedi ki: Vaktin (ve zamanın) mahv ve isbat olduğunu bilmiyor musun Bir kimsenin mahv ve isbat hâli olmazsa, o kimse âtıl, tenbel ve ihmalkârdır» (o halde hiç durma, içinde yaşadığın vakit içinde kötü huylardan uzaklaş ve güzel huylar edin).
Mahv, zahirden ve bedenden, hataları mahvetme (izâle etme, silme) kalbten gafleti mahvetme, ruhtan illeti (Allah´tan başka bir şey görme hâli) mahvetme gibi kısımlara ayrılır. Hata ve günahın (bedenden izâle ve) mahvedilmesi, yerine (isbat, taat ve) muamelelerin konulması, mânasına gelir. (îsbat hâli). Gafletin mahvında, makamlarla ilgili çeşitli menzillere ulaşma hâlini isbat vardır. (Allah´la meşgul olmaya engel olan) illetin mahvında O´na vuslat vardır. Ubudiyet şartına ve kula göre mahv ve isbatın mânası budur.
Fakat aslında mahv ve isbatın hakikati ilâhi kudretten sudur eder. Buna göre mahv Hakk´ın örttüğü ve sildiği, isbat Hakk´ın açıkladığı ve meydana çıkardığı şeydir. Mahv ve isbat Allah´ın irâdesine inhisar eder. Hakk Taâlâ: «Allah dilediğini mahv, dilediğini isbat eder» (Ra´d, 13/39) buyurmuştur. Derler ki: Hakk Taâlâ ariflerin kalbinden Allah Taâlâ´dan başka şeylerin hatırasını ve düşüncesini mahv eder. Mürit ve mübtedilerin dilinde Allah´ın zikrini isbat eder, var eder, Allah´ın her bir insanla ilgili mahvı ve isbatı, o kimsenin hâline lâyık şekilde olur. Hakk Sübhanehu ve Taâlâ bir kimsenin (kendini ve fiillerini) görme hâlini mahvederse, onu
• Mahv ve isbat bahsini krg: Luma, s. 355; Avârifu´l-maarif, IV, 465. 12.
Mahv: Yok etmek, silmek, gidermek, mahv olmak. İsbat: Var kılmak, devam ettirmek, kaymak, bırakmak.
Adamın biri Şiblî (r.a.) ye-. Seni mahzun bir halde görmemin sebebi nedir Hakk seninle, sen de Hakk´la değil misin dedi. Şiblî dedi ki: «Ben O´nunla birlikte olsaydım; ben, ben olurdum. Fakat ben O´nda mahv (ve fâni olmuş bir) haldeyim.» (Bende tasarruf eden O´dur, benim irâde ve ihtiyarım yoktur. Ben yok, O vardır, ben bende değilim…).
Mahv hâlinin üstündeki hale mahk denir. Mahv hâli bir takım izler ve eserler bıraktığı hâlde «mahk» hâli iz ve eser bile bırakmaz. Sûfîler zümresinin nihaî gayesi Hakk Taâlâ´nın onları, kendilerini görme halinden yok etmesi (mahk), sonra onları kendilerini görme hâlinden de yok ettikten sonra bir daha bu hale iade etmemesidir.
14. Setr-tecellî*
Avam (mübtediler) setr perdesi içindedir. Havas ise devamlı olarak tecelli hâlini temaşa durumundadır. Hadiste: «Allah bir şeye tecelli edince, o şey Hakk´a boyun eğer» (13) buyurulmuştur. Şu hâlde setr sahibi şuhûdunun vasfı iledir Allah´ın üzerindeki nimetini görme halindedir). Tecelli sahibi ise ebedi olarak Hakk´a boyun eğme vasfı ile bulunur. Avam için setr ceza, havas için ise rahmettir. Çünkü Allah mükâşefe suretiyle gösterdiği tecellileri setr etmeseydi, hakikat sultanı (ve ilâhi tecelliler) zuhur ettiği zaman havas mahv ve perişan olurdu. Fakat Hakk Taâlâ bazan onlara tecellilerini gösterdiği gibi, bazan da onlardan gizlemektedir (14).
Mansûr Mağribî´nin şöyle dediğini işitmiştim: «Fukara (derviş-• Setr ve tecelli bahsini krş: Luma, s. 363; Ta´arruf, 121; Keşfu´l-mahcftb, s. 405, Avârifu´l-maartf, IV, 461.
13. Nesaî, Küsûf, 16; îbn Mâce, İkamet, 152.
14. Setr veya sitr, örtü, perde, hicap, kulun ayıbını ve kusurunu görmemesi hali. Kul ile Allah arasında perde bulunması hali; Tecellî: Beşerî ve nefsanî arzu ve nazların ortadan kalkıp Hakk´ın tecellilerinin görülmesi hali, kulun kusur ve ayıbını görmesi durumu.
bir genç iç geçirdi. Derviş, gencin halinden sordu. Dediler ki: Amcasının bir kızı var, gönlünü ona kaptırdı. Bu kız kendi çadırında yürürken eteğinin kaldırdığı tozları gören genç baygınlık geçirdi. Derviş, kızın çadırına gitti ve: Garip ve misafir kişilerin katınızda hürmeti ve itibarı vardır, şu gencin işi hakkında size şefaatçi olmak için geldim. Senin aşkın genci ne hale getirmiş, bir bak ve ona merhamet et, dedi. Kız dervişe dedi ki: Sübhanellah! Sen kalbi temiz bir kişisin, o benim eteğimden kalkan tozları görmeye takat getiremiyor, sohbetime nasıl tahammül edecek » (Bunun gibi setr ve tecellinin kaybolması hâli bazıları için rahmet olur. Çünkü tecelli devamlı olursa, kul takat getiremez).
Sûfîler taifesinin en aşağı tabakası (avam) tecelli halinde yaşar, setr hâli ise onlar için belâdır. (Avama kusurları gösterilirse buna tecelli denir ve onlar için hayat budur, kusurları gösterilmezse buna setr hâli denir ve bu onlar için âfettir).
Havâssa gelince, onlar tîş ile ayş (sekr ve sahv) arasında bulunurlar. Çünkü Hakk kendilerine tecelli edince tîş (sıkıntı) hâline geçerler, Hakk kendini onlardan setredince, beşerî hâl ve arzularına iade edilir ve öyle yaşarlar.
Derler ki, Hakk Taâlâ´nın Hz. Musa´ya: «Ey Musa! Şu sağ elindeki şey nedir » (Taha, 20/17) diye hitab etmesinin sebebi, ansızın işiteceği mükâşefenin (mükâşefe ile işiteceği ilâhi hitabın) kendisinde tahammül edemiyeceği bir tesir yapması karşısında onu avutmak ve eğlendirmek için idi.
Bunun için Resûlüllah (s.a.): «Bazan kalbimi bir perde bürür, bu perdeyi kaldırmak için günde yetmiş defa istiğfar ederim» (15) buyurmuştur.
İstiğfar, setr hâlini talebetmek (günahlarımı ört demek) tir. Çünkü gafr, setr demektir. Nitekim elbiseyi örtmeye gafru´ ssevb, başı örten serpuşa miğfer v.s. denilir. Bu hadisi ile sanki Resûlüllah hakikatin hamlelerine karşı kalbinin setr hâlinde olmasını istemiştir. Çünkü Hakk´ın vücudu ile beraber halk için beka mümkün değildir. Başka bir hadiste: «Allah yüzünden perdeyi açsa, yüzün şuaları ve nurları gözünün gördüğü her şeyi yakar, kül ederdi» (16) buyurmuştur.
15. Müslim, Zikr, 51; Ebu Davud, Vitr, 26.
16. Müslim, İman, 79; îbn Mâce, Mukaddime, 13; İbn Hanbel, IV, 401.
Muhâdara, başlangıçtır. Sonra mükâşefe, daha sonra da müşahede, hâli gelir. Muhâdara, kalbin (Allah nezdindeki) huzurudur. Bazan delillerin tevatür haddine ulaşması ile muhâdara hâli hasıl olur. Bu ise hicap ve setr hâlinden sonra bahiskonusu olur. Bazan muhâdara, zikir kuvvetinin (ve sultanının) kalbi istilâ etmesi ile hâsıl olur (Bunun sonunda keşif hâli meydana gelir, kalp ya delil veya zikir ile muhâdara makamına ulaşır).
Muhâdaradan sonra mükâşefe hâli gelir. Mükâşefe açıklık vasfını taşıyan bir delil ile gaibin (Hakk´ın) huzurunda oluşu mânasına gelir. Mükâşefe hâlinde delil üzerinde düşünmeye, yol aramaya ihtiyaç yoktur. Bu durumda insanı şek ve şüpheye davet eden hususlardan sakınmaya lüzum yoktur (Çünkü şüphe yoktur). Kul ile gayba ait hususlar arasında perde bulunmaz.
Mükâşefeden sonra müşahede hâli gelir. Müşahede herhangi bir şüphe bahiskonusu olmadan Hakk´ın (kulun kalbinde) huzurudur. (Müşahede Hakk´ı eşyada görme, eşyayı tevhid delili ile hâlidir).
Sır ve ruh semâsından setr bulutları açılınca şuhûd (temaşa) şulesi şeref burcundan parlamaya başlar. (Ruh temizlenip hicaplar zail olunca, hakikat güneşi insanın içini aydınlatır). Müşahedeyi hakkiyle tarif eden Cüneyd olmuştur. Cüneyd (r.a.) der ki: «Müşahede kendini kaybederek Hakk´ı bulmandır» (Kendinden fâni olman Hakk ile beka bulmandır).
Şu halde muhâdara sahibi (Allah´ın var ve bir olduğunu gösteren) delillere merbuttur. Mükâşefe sahibi Allah´ın sıfatları ile bast ve üns halindedir. Mükâşefe sahibi zatı ile (Hakk´ın ehâdiyyet ummanına atılmıştır. Muhâdara sahibini aklı hidayete erdirir. Mükâşefe sahibini ilmi (Allah´a) yaklaştırır. Müşahede sahibini marifeti mahveder (fena makamına ulaştırır).
Müşahedenin hakikatini anlatmak için Ebu Osman Mekki (r.a.) um yaptığı tarife hiç bir kimse bir söz ilâve edememiştir. Bu konuda söylediği sözün mânası şudur: Müşahede; araya setr ve inkıta
Muhâdara-mukâşefe-tniişâhede bahsini krş: Luma, s. 68, 335; Keşfu´1-mah-rfıh, s. 427, 487; Avarifu´l-maarif, IV, 470.
girmeden bir gecede şimşeğin sürekli bir şekilde ve kesintisiz olarak çaktığı farz edilse; gece, gündüz gibi aydınlık olur.
Bunun gibi tecelli hâlinin devamlı olması sebebiyle kalbin gecesi (karanlığı) ortadan kalkar, gece diye bir şey olmaz. (Gayb net olarak görülür).
Şu şiir bu makamda okunur:
«Gecenin karanlığı insanları kaplamışken, benim gecem yüzünle gündüz gibi aydınlık olmuştur. Halk gecenin zifiri karanlığında iken, biz gündüzün ışığındayız.» ^
Nurî der ki: «(Benlikten) kendisinde bir damar kaldıkça kulun müşahedesi sahih değildir» (Allah´tan başka şeyler hakkında bilgisi bulundukça, nefsinden eser kaldıkça müşahede tam olmaz).
Yine Nuri, «Sabah olunca kandile ihtiyaç kalmaz» (Rab Taâlâ müşahede edilince, aklî ve naklî delillere ihtiyaç yoktur), der.
Müşahede hâlinin bir nevi tefrika mânası taşıdığını vehmeden sûfîler vardır. Bunlara göre «müfaala» babı Arapçada ikilik ifade eder. Fakat bu görüş, bu kanaatta olanların vehminden ibarettir. Çünkü Hakk Sübhanehu ve Taâlâ zuhur edince halk mahv ve helak olur. Arapçada müfaala babı her zaman iki kişi arasında müşareketi bildirmez. «Sâfere», sefere çıktı; «Târeke´n-na´le», ayakkabıyı çaktı vs. gibi fiillerde durum böyledir.
Şu şiiri bu makamda okurlar:
«Sabah aydınlığı olunca, güneşin ışıkları yıldızların ışıklarını görünmez hale getirdi. Onlara (aşk şarabını) öylesine yudum yudum içirdiler ki, bu şarabı bu şekilde cehennemin ateşi içmiş olsaydı, en hızlı giden biri gibi uçar ve kaybolurdu (Cehennemin ateşini bile söndüren aşk şarabı nefsin ateşini daha rahat söndürür). Kadeh, ama ne kadeh! İçenleri istilâm ve fena hâline getirmede (kendinden geçirmekte ve yok etmekte), kendi benliklerinden koparıp almakta, kendi hâlleri ile başbaşa terketmekte, onlara (beşeriyet ve nefsâniyet namına) hiç bir şey bırakmayan ve terketmiyen bir kadeh onları külliyen mahvetmekte. Beşerî varlığa ait izlerden zerre kadar bir parça bile bırakmamakta.»
Nitekim bir sûfî, (sâlikler nefislerinden) «yürüdüler ve gittiler, onlara ait ne bir emmare, ne de bir iz kaldı,» demiştir.
Üstad Kuşeyrî (r.a.) der ki: «Bunlar, mânaları birbirine yakın olan kelimelerdir. Aralarında önemli bir fark yok gibidir. Bu üç ıstılah, kalp ile yükselme halinde ve yukarıya doğru çıkış vaziyetinde bulunan, fakat devamlı olarak marifet güneşi tarafından aydınlatılmayan başlangıç durumundaki mübtedilerin sıfatlarını ifade eder. Lâkin Hakk Sübhanehu ve Taâlâ her halükârda bunların kalblerinin rızkını verir. «Onlara orada sabah, akşam rızıkları verilir» (Meryem, 19/62) buyurulması bunu gösterir. Kalp semâsı (nefsânî) haz bulutları ile karardığı zaman, sûfîlere keşif pırıltıları (levâih) zuhur eder, yakınlık (kurb) ışıltıları devâmi´) pırıl pırıl parlar. Onlar setr halinde aniden levâihin gelişini gözetlerler.» Nitekim şâir der ki: Ey parlayan şimşek, şimdi semânın hangi tarafını aydınlatıyorsun
Sûfîlere ilk zuhur eden pırıltılara levâih, sonrakine leva-mi´, daha sonrakine tevali´ denir. Levâih şimşek gibidir, görünür görünmez kaybolur. Nitekim şâir der ki:
«Uzun bir müddet birbirimizden ayrı kaldık^ kavuşunca da selâm vermesi ile veda etmesi bir oldu.»
Şu şiir de bu makamda okunur:
«O ateş almaya gelen biri gibi ziyaret etti. Ey acele acele evin kapısından uğrayıp giden ziyaretçi, içeri girseydin bunun sana ne zararı dokunurdu »
Levâmi´, levâihten daha açıktır. Levâih kadar hızlı bir şekilde olmaz. Levâmi´ iki-üç vakit devam eder. Fakat «Seyretmeye doyamadığı için göz ağlamaktadır» mısraında denildiği ve «Göz, yüze yaşı akıtmaya doymadan rakibi ile karşılaştı.» mısraında belirtildiği gibidir (yani çabuk gelir ve geçer).
Levâmi´ parladığı zaman seni senden ayırır ve onunla birleştirir. Fakat gecenin askerleri hücuma geçmedikçe gündüzün nuru karanlık hâle gelmez. Bu gibi kimseler «ravh» ile «nevh» (rahatlık ile üzüntü) arasında bulunurlar. Çünkü bunlar keşf ile setr arasındadırlar. Nitekim şâir demiştir ki: «Gece bizi hırkasındaki ilâvesi ile örter, sabah yaldızlı ridası ile bizi kaplar.»
Sonra tevali´in husule gelme zamanında çabuk kaybolur, batışı ile ilgili hâlleri ise uzun sürer.
Burada mânaları anlatılan levâih, levâmi´ ve tevâli´in hükümleri değişiktir. Bazıları yok olduğu zaman geriye bir iz bırakmaz, Şevârik yıldızı gibi ki, bu yıldızlar battıkları vakit sanki gece daimîdir zannedilir.
Bazıları geriye bir iz bırakır. İzi kaybolsa elemi kalır, nurları batsa eserleri devam eder. Kendisinde bu hâl bulunan kimse ,hüzün ve galebe hâlinin sükûn bulmasından sonra, bu hâlin bereketli ışığı içinde yaşar. Bu hâl ikinci defa kendisine gelene kadar vaktini tehir (durumu idare) ederek kaybettiği mânanın tekrar dönmesi zamanını bekler. Bu hâli bulduğu zaman da onun içinde yaşar.
17. Bevâdih-hücum*
Bevâdih (bedahet, açık ve ani ilham), ansızın gaybden kalbe gelen şeydir. Bu hâl ya neşe veya hüzün tesiri yapar.
Hücum, insan irâdesinin tesiri olmadan vaktin kuvveti sayesinde kalbe gelen şey (varidat) dir. Bevâdih ve hücum bu hâllerin meydana gelişine sebep olan varidin kuvvetli veya zayıf oluşuna göre muhtelif nevilere ayrılır. Bazı sûfî ve sâlikleri bevâdih değiştirir, Hevâcim tasarrufu altına alır. Bazıları ise hâl ve kuvvet yönünden aniden gelen şeylerin üstünde bulunur, (yani bu gibi şeyler onu değiştirmez). Bu durumda olanlar zamanın büyükleri, vaktin efendileridir. (Vaktine ve hâline hâkimdirler, mahkum değildirler). Nitekim: «Zamanın getirdiği (fakirlik, zenginlik, sıkıntı, rahatlık) gibi hadiseler onları değiştirmeye yol bulamaz. Büyük ve önemli işlerin dizginleri onların elindedir» (Kuvvetli oldukları için hadiselerin tesirinde kalmazlar, bilâkis hadiselere tesir eder ve onlara yön verirler) denilmiştir.
Bevâdih ve hücum bahsini krş: Luma, s. 341; Avârifu´l-maarif, IV, 471.
Telvin hâl sahibi olanların sıfatıdır. Temkin ise hakikat ehlinin sıfatıdır. Kul (seyr ve sülük) yolunda oldukça telvîn sahibidir. Çünkü o bir hâlden diğer bir hâle yükselmekte, bir vasıftan diğer bir vasfa intikâl etmekte, bir konak yerinden ayrılıp çimen-zâr olan başka bir konak yerine ulaşmaktadır. Vuslata erince de makamında yerleşmekte ve temkin sahibi olmaktadır (17).
Sûfîler bu hâl için şu şiiri okurlar:
«Senin aşkınla o kadar konaklar (verâ´, zühd, rızâ gibi makamlar) aştım ki, aklı başında olan kimseler bu makamların aşılması karşısında hayrete düştüler.»
Telvîn sahibi ebedi olarak ziyadeleşme ve fazlalaşma halindedir; temkin sahibi ise önce vuslata, sonra ittisale ermiştir. (Hakk´a vâsıl olmuş, onun ile bitişmiştir). İttisal hâlinde oluşunun emaresi, kendine ait her şeyden tüm olarak fâni olmasıdır (Hiç bir şekilde kendisini düşünmemesi, daima Hakk´ı düşünmesidir).
Şeyhlerden biri şöyle der: Sâliklerin (seyr ve sülükteki) seferlerinin nihâî merhalesi nefislerine karşı zafer kazanmaktır. Nefislerini yenip muzaffer oldular mı vuslata erdiler, demektir.
Üstad Kuşeyrî (r.a.) der ki: «Şeyh bu sözü ile beşeri ve nefsâni hükümlerin yok edilmesini, hakikat sultanının sâliki istilâ etmesini kastetmiştir. Bu hâl kulda daimî olursa o kul temkin sahibi olur.
Şeyh Ebu Ali Dekkak (r.a.) der ki: «Musa (a.s.) telvin sahibi idi. Onun için Allah´ın sözünü dinleme (makamından halk ile ih-tilât haline) döndü. Ve yüzünü bir nikabla örtme ihtiyacını duydu. Çünkü ilâhi kelâmı işitme hâli kendisine tesir etmişti. Bizim Peygamberimiz (s.a.) temkin sahibi idi. Miraca gittiği gibi döndü (Hiç değişmedi). Çünkü o gece temaşa ettiği şey kendisinde tesir etmemiş, onu değiştirememiştir.» Ebu Ali bu görüşün doğru olduğuna Yusuf (a.s.) un kıssasını şâhid olarak zikrederdi.
Ansızın Yusuf (a.s.) u temaşa hâli ile karşılaşan kadınlar, onu görür görmez güzelliğinin tesirinde kalarak ellerini kesmişlerdi. Halbuki Aziz´in karısı Züleyha, Yusuf´un aşkına hepsinden daha fazla giriftar olmuştu.
* Temkin ve telvîn bahsini krş: Luma, s. 366; Keşfu´l-maheûb, s. 484; Avâ-rifu´l-maarif, IV, 472.
17. Temkin, mekânda yerleşme, karar kılma, istikrar, devamlı olma, değişmeme; Telvîn, renkten renge girme, boyanma, değişme, kararsız olma.mest şu iki sebepten gelir. Ya vârid Kuvvetlidir veya vârid konusu olan kimse zayıftır. Sükûn hâlinde bulunmanın sebebi de ikidir: Ya vârid konusu olan kimse kuvvetlidir veya gelen vârid zayıftır. Bunu böyle bilmek icabeder.
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) ın şöyle dediğini işitmiştim: «Temkin hâlinin devamının cevazı konusunda sûfîlerin esasları şu iki şekilde açıklanır: Bu hâlin devamı mümkün “değildir. Çünkü Resûlüllah (s.a.) Hanzala hadisinde: ´Benim yanımda bulunduğunuz hâl üzerinde kalsaydınız, melekler size gelir ve elinizi sıkardı,´ (18), buyurmuştu. Başka bir hadiste ise şöyle buyurmuşlardı: Benim öyle bir vaktim var ki, Aziz ve Celil olan Rabbımdan başkası oraya sığmaz´ (Beni sadece o meşgul eder). Bu hadisi ile Resûlüllah kendi hususi vaktini haber vermiştir.
«İkinci açıklama şekli şudur: Hâllerin devamı şahiddir. Çünkü hak ehli olanlar tevârik (hâl) ile değişme vasfını aşmışlar ve daha yüksek makamlara çıkmışlardır. Hadiste: ´Melekler sizinle musafaha eder´, buyurulmuş ve iş imkânsız bir şarta bağlanmamıştır (böylece hâlin devamının cevazına işaret edilmiştir). Meleklerin musafahası mübtedi (başlangıç hâlinde bulunan) kimseler için, Resûlüllah (s.a.) ın ´Melekler, amellerinden razı olduklarını göstermek için kanatlarını ilim taliplerinin üzerine gererler´ (19), buyurduğu hâlden daha aşağı bir hâldir. ´Benim öyle bir vaktim var ki´ (20) hadisi, dinleyicinin anlayışına göre söylenmiştir. Zira O bütün hâllerinde hakikat ile kâim idi.»
En doğrusu şu görüştür: Kul yükselme hâlinde bulundukça telvîn sahibidir. «Hâllerin fazlalaşması ve eksilmesi bu durumdaki bir sâlikin vasfıdır,» demek doğrudur. Kul, beşerî ve nefsâni hükümleri tesirsiz hâle getirerek Hakk´a vâsıl olunca, Hakk Sübhanehu ve Taâ-lâ onu nefsinin illetlerine iade etmemek suretiyle temkin sahibi kılar. O zaman kul makamına ve istihkakına göre hâlinde temkin sahibi olur. Sonra Hakk Sübhanehu ve Taâlâ her an bu durumdaki kuluna ihsanda bulunur, nail olan kulun hâlleri fazlalaşma gösterir.
18. Müslim, Tevbe, 3; Tirmizî, Kıyamet, 59; îbn Hanbel, IV, 346.
19. Tirmizî, İlim, 19; îbn Mace, Mukaddime, 17; îtn Hanbel, IV, 239; V, 196; Ebu Davud, İlim, 1.
20. Aclûnî, I, 173.
Şu halde kul daimî surette içinde bulunduğu hâlde bir an evveline nisbeten daha fazla temkin sahibi olur. Sonra bu hâlden onun üstündeki diğer bir hâle yükselir. Şüphe yok ki Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın kudreti dahilinde bulunan her nevi ve (her cins hakkındaki ihsan ve) lütfun haddi hesabı yoktur.
Şahidinden kaybolan ve hislerini tamamen yok eden «muştalime (meczub, yani kendisi ve maddî âlemi hakkındaki şuurunu ve hissini yitiren sâlike) gelince, beşeri hadlerin bir sınırı vardır. Bedeni, nefsi ve hissi, kısaca bütün varlığı hakkındaki şuurunu kaybeden kul, kâinat ve oradaki her şeyle ilgili bulunan bilgisini yitirip devamlı bir gaybet hâline ulaşınca, kul «mahv» durumunda bulunur. O zaman kul için ne temkin, ne telvîn, ne makam, ne de hâl bahiskonusu olur. Kendi gayreti ve irâdesinin tesiri olmadan (ilâhi) bir muamele ile eski hâline iade edilmesi durumu müstesna, bu vasıfta devam eden kul için teşrif ve teklif yoktur. Halkın zannına göre bu durumdaki kul mutasarrıftır (irâde sahibidir). Fakat o haki-katta mutasarreftır (Hakk´ın irâdesi ile idare edilmektedir). Allah Taâlâ, «Onları uyanık zannedersin, halbuki uyumaktadırlar, onları sağa ve sola çeviriyoruz.» (Kehf, 18/18) buyurmuştur. Muvaffakiyet Allah´tandır (21).
19. Kurb
Kurbda ilk derece (Allah´ın) taatına yakın olmak ve bütün zaman boyunca ona ibadet vasfı ile muttasıf olmaktır. Buud ise Allah´ın emirlerine muhalefet etmekle kirlenmek ve ona karşı itaatli olma hâlinden uzaklaşmaktır (22).
Bu´d (Allah´tan uzak olma) nın ilk şekli onun tevfıkinden (yardım ve ihsanından) uzak kalmaktır. Bundan sonra (tahkik ve) hakikattan uzak kalmak mânasmdaki bu´d gelir. Aslında tevfikten uzak
* Kurb ve bu´d bahsini, krş: Luma, s. 56; Ta´arruf, s. 107.
21. Kendisi, Rabbi ve diğer şeyler hakkında şuuru bulunmayan mahv sahibine mustakin (meczûb) denir, en yüksek hâl bu değildir.
22. Kurl», Allah´a yakın olma, bu´d O´ndan uzak kalma hâli. Tevfik, Hakk´ın kulunu başarıya, tahkik ise hakikata ulaştırması, demektir.
kulum ibadet ve itaatle bana yaklaşır. Hem o kadar çok yaklaşır ki, en nihayet ben onu severim. Onu sevdim mi, kulağı ve gözü olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir» (23), buyurmuştur.
Şu halde kulun Allah´a yakınlığı, evvelâ O´na iman etmek O´nu tasdik etmekle, sonra ihsanına ve tahkikine yakın olmakla olur.
Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın kuluna yakınlığı ise bu dünyada özel surette ona ilim ve irfan vermesi, âhirette ise kendisine müşahede ve temaşa imkânını ihsan eylemesi ve bu meyanda çeşitli lütuf ve ikramda bulunması suretiyle olur.
Kul halktan uzaklaşmadıkça Hakk´a yakın olamaz. Madde ve görünüşler âlemine âit olan hükümler değil, kalplere mahsus sıfatlarda durum budur.
Hakk Sübhanehu ve Taâlâ ilmi ve kudreti ile her şeye ve herkese; lutfu ve yardımı ile sadece müminlere yakındır, (Allah) üns hâli ile hususi olarak evliyaya yakındır. Allah Taâlâ: «Biz ona şah damarından daha yakınız.» (Vakı´a, 56/85) buyurmuştur. Başka âyetlerde: «Nerede olursanız olun, O sizinledir» (Hadid, 57/4), «Üç kişi arasında bir fısıldaşma olmaz ki, dördüncüsü O olmasın» (Mücadele, 58/7) buyurulmuştur.
Hakikaten Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´ya yakın olanın en aşağı hâli daimi surette Hakk´ı murakabe (ve O´nun hukukuna riayet) etmektir. Çünkü bu durumda bulunan kul üzerinde bir takva murakıbı, (denetleyicisi) bir hıfz ve vefa murakıbı, bir de haya murakıbı vardır. (Takva, vefa ve haya onu gözetler, günahtan korur).
Şu şiir bu hususta okunur:
«Biri kalbimi ve içimi; diğeri gözümü, dilimi ve dışımı kollayan iki murakıbı başıma dikmiş gibisin (yani diktin).
«Gözlerim senden (yani seni temaşadan) sonra seni üzecek bir manzaraya bakar bakmaz: Başımda bekleyen iki murakıb beni gözetliyor, dedim. (Razı olmadığım bir şeye bakmadım.) Ağzımdan, senden başkası ile ilgili olan ve senin hoşuna gitmeyen bir kelime çıkar çıkmaz: Başımda bekliyen iki murakıb söylediklerimi dinliyor, dedim. (Rızâna uymayan bir şey söylemedim. Hep seni zikrettim) .
23. Buharî, Rekâik, 38; Ibn Mâce, Fiten, 38.
«Sadık dostlarımın sohbetinden bile bıktım ve artık gözüm ila onlara bakmaz, dilimle onları yad etmez hâle geldim. Dostlarımı ter-ketmemin sebebi zühdüm değildir. (Yani ihtiyaç hissetmediğim için dostlardan yüz çevirmiş değilim). Ancak nerede olursam olayım her yerde seni gördüm (de onun için dostları terkettim, seninle, olduğum için onlarla olmaya vakit bulamadım)».
Şeyhlerden biri müritlerinden birine özel bir alâka ve ihtimam gösteriyordu, sohbetinde bulunanlar (gayretlerine dokunan) bu hususu bahiskonusu edince şeyh müritlerinden her birine bir kuş verdi ve: «Bu kuşları kimsenin görmeyeceği bir yerde boğazlayın,» dedi. Her mürit kuşunu aldı. Kimsenin bulunmadığı yerde boğazladı ve şeyhin huzuruna döndü. Şeyhin hususi teveccühüne mazhar olan mürit kuşu kesmeden geri getirdi. Şeyh, kuşu neden kesmediğini sorunca mürit dedi ki: Siz bu kuşu kimsenin görmeyeceği bir yerde boğazlamamı emir buyurmuştunuz. Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın görmediği hiç bir yer bulamadım. Bunun üzerine şeyh meclisteki müritlerine döndü ve: «îşte bunun için bunu size takdim ediyorum, sizde galib olan hâl halk ile ilgili olan düşünce ve söz iken bu, Hakk´-tan bir an bile gafil olmamaktadır», dedi.
Kurbu görmek kurba hicaptır (kendini Allah´a yakın görmek gerçekten Allah´a yakın olmaya manidir, hicaptır). Nefsi için bir makam veya nefes (tesir, rahatlık) gören, bu hatalı görüşü ile aldatılmış ve oyuna getirilmiş olur. Onun için sûfîler şöyle dua ederler: Allah seni O´na yakın olduğun için sıkıntıya soksun. Yani O´na yakın ol ma hâlini görmekten seni alıkoysun, (seni daha iyi şeylerle meşKul etsin de kurb hâlini göremiyesin). Çünkü kulun Allah´ın kurbu ile ünsiyet etmesi, kendisini aziz bilmenin (ve netice itibariyle Allah´tan uzak kalmanın) alâmetlerindendir. Zira Hakk Taâlâ her nevi üns hâlinin ötesindedir ve hakikat (vuslat) makamları (ünsü değil), dehşete düşme ve mahvolma hâllerini icabettirmektedir.
Bu mânaya yakın olmak üzere sûfiler derler ki: Senin için sıkıntı çekiyorum ama benim bu sıkıntıya aldırdığım yok, yakın olma haliniz uzak olma hâlinize (vuslatınız hicranınıza) benziyor. O halde ben ne zaman rahata kavuşacağım
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) sık sık şu beyti okurdu:
«Dostluğunuz ayrılık, sevginiz dargınlık, yakın olma hâliniz uzaklıktır. denildi ki: «Sen kurba işaret eden (Allah´a yakınlık iddia eden) Ebu Ham-za´nın müritlerindensin. Şeyhinle görüştüğün zaman ona de ki: Ebu Hüseyn Nuri´nin sana selâmı var, diyor ki: İçinde bulunduğumuz şu halde yakının yakını, uzağın uzağıdır.» (iddia ile kendisini Allah´a yakın olanlardan daha yakın sanan, Allah´tan uzak olanlardan daha uzaktır).
Zat ile yakın olmaya gelince, Meliku´l-Hakk (hakiki padişah) olan Allah, bu nevi yakınlıktan müteâl ve münezzehtir. Çünkü O hududu, bölgeleri, sonu ve miktarı olmaktan mukaddestir. Hiç bir mahlûk O´nunla (zatı ile) birleşemez, sonradan olan hiç bir hadis ondan (zatından) ayrılmış ve kopmuş değildir. Samediyyeti, vaslı ve faslı, bitişme ve ayrılmayı kabul etmekten çok yücedir.
Şu halde «zatların yakınlığı» mânasında kurbun Allah´ın vasfı olması imkânsızdır/Fakat ilim ve görme suretiyle yakın olma, Allah hakkında vacib ve zaruri bir vasıftır. Bir de Allah´ın vasfı olması caiz olan bir kurb vardır. Lutf ile muamele etme yakınlığı, adını alan bu kurbu, Allah kullarından dilediğine tahsis eder.
20. Şeriat-hakikat”
Şeriat, ubûdiyyete (kulluğa ve ibadete) sımsıkı sarılmak hakkındaki emirdir. Hakikat rubûbiyyeti temaşa (müşahede) etmektir. Hakikat tarafından teyid edilmiyen hiç bir şeriat makbul değildir. Şeriatla mukayyed olmayan hiç bir hakikat da makbul değildir.
Şu halde şeriat halka mükellefiyetler getirmiştir. Hakikat ise Hakk´ın (kâinat hakkındaki) tasarrufunu ve idaresini bildirmiştir. O halde O´na ibadet etmek şeriat, O´nu müşahede etmek hakikattir. Şeriat, emredileni ifâ etmektir. Hakikat, Allah´ın kazasını, kaderini, gizlediği ve açıkladığı şeyi görmektir.
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) ın şöyle dediğini işitmiştim: «Fatiha süresindeki: ´Sadece sana ibadet ederiz´ cümlesi şeriatı korumak, ´Sadece senden yardım isteriz´ cümlesi hakikati ikrar içindir».
İyi bil ki, Allah´ın emri ile vâcib olması bakımından her şeriat aynı zamanda bir hakikattir. Aynı şekilde * Şeriat ve hakikat bahsini, krş: Luma, s. 215, 336; Ta´aruf, a. 84; Keşfu´l-mahcûb, s. 498; Kûtu´l-kulûb, II, 286.
Abide ahkamı kuraniyeye tam bağlı olduğu için şeriat sahibi, arife ma´bûd ve onu müşahede hâli galip olduğu için hakikat sahibi adı verilmiştir. Aslında ibadet ve ma´bûd gibi âbid ile arifi de yekdiğerinden ayrı düşünmek kabil değildir).
21. Nefes*
Gaybden gelen latif hâller ile kalpleri ferahlandırmaya nefes (dem) adı verilir. Nefes sahibi hâl sahibinden daha ince ve daha saftır. Buna göre vakit sahibi (vaktini değerlendiren) mübtedidir (başlangıç halindedir). Nefes sahibi müntehidir (son merhalededir). Hâl sahibi ikisi arasında bulunur. Onun için hâller vasıta (aracı, vesâit), nefesler ise yükselmenin nihayetidir, denilmiştir.. Vakitler (zamanı mamur hâle getirme işi) kalp sahibi olanlara, hâller ruh sahiplerine, nefesler sır sahiplerine mahsustur.
Sûfîler derler ki: İbadetlerin en faziletlisi Hakk Sübhanehu ve Taâlâ ile geçen nefesleri (soluk alıp vermeyi) saymaktır.
Yine sûfiler derler ki: Allah kalpleri yarattı ve bunları marifet cevherlerinin menbaı kıldı. Kalplerin ötesinde sırları yarattı ve buraları tevhid mahalli kıldı. Marifete delâlet ve tevhide işaret etmeden alınıp verilen her soluk ızdırâr yaygısı üzerine serilmiş bir ölüdür (Yani bu nevi nefesler sadece fizikî ve fizyolojik bir ihtiyacı karşılar, manevî bir değeri olmaz). Bu sebeple bu nevi nefeslerden sahibi mesuldür.
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) in şöyle dediğini, işittim: «Arife nefes teslim edilmez (onun nefes ve rahat hâli olmaz). Zira o müsamaha esasına göre hareket etmez. Muhib (âşık) için nefes şarttır. Çünkü onun nefes hâli olmazsa (müşahedeye) takati kâfi gelmiyeceğinden helak olur».
22. Havâtır
Havâtır kalplere gelen bir hitaptır (veya hitap mânasında olan bir şeydir). Havâtır bazan meleğin, bazan da şeytanın ilkâsı sonucu ortaya çıkan
* Nefes bahsini krş: Luma, s. 347; Keşfu´l-mahcûb, s. 245. ** Havâtır bahsini krş: Luma, s. 418; Keşfu´l-mahcûb, s. 502; Avârifu´1-ma-arif, s. 252; Ta´arruf, s. 90, 157; Kûtu´1-kulfib, I, 231, 257, 234, 249.
gelen vesvese ve desiseleri) şeklinde görünür. Bazan da Hakk Sübhanehu ve Taâlâ cihetinden gelir. Melekten olan havâtıra ilham, nefs cihetinden olana hevâcis , şeytan tarafından gelene visvâs (vesvese) adı verilir. Havâtır kalbe ilkâ olunmak suretiyle Hakk Taâlâ cihetinden gelirse buna hâtır-ı Hakk denir. Bunların hepsi söz nevindendir (24).
Havâtır, melek tarafından gelirse, bunun doğruluğu, (şer´î) ilme muvafık olması ile bilinir. Bunun için, bir hatır ki onun doğruluğuna (şeriatın) zahiri şahitlik etmez, o bâtıldır, denilmiştir.
Hatır, şeytan cihetinden gelirse (hâtır-ı şeytan), bunun çoğu insanı günah işlemeye sevk eder. Hatır nefs cihetinden gelirse (hâtır-ı nefs), bunun ekserisi insanı hevâ ve hevese tâbi olmaya, kendini büyük görmeye veya nefsin özelliği olan diğer vasıflara çağırır.
Şeyhler ittifak etmişlerdir ki, yediği haram olan bir kimse ilham ile vesvese arasındaki farkı göremez. Şeyh Ebu Ali Dekkak (r.a.) in şöyle dediğini duydum: «Bir kimsenin gıdası malum olursa (tevekküle değil, biriktirdiği muayyen erzaka istinat ederse) o kimse ilham ile vesveseyi fark edemez».
Müşâhedesindeki sadakati sayesinde nefsinin hevâcisi (arzuları) sükûnete kavuşan bir kimse, cehd ve gayretinin hükmü ve tesiri sayesinde kalbinin hikmet anlattığını müşahede eder (kalp dilinin hikmet konuştuğunu duyar).
Nefsin doğru, kalbin yalan söylemiyeceğini şeyhler ittifakla ifade etmişlerdir.
Şeyhlerden biri şöyle demiştir: Şüphe etme ki, nefsin sana doğruyu, kalbin yalanı söylemez. Ruhum bana hitab etsin, diye ne kadar cehd ve gayret sarfedersen et yine de ruh sana hitap etmez (Ruh yüksek makamlara doğru yükseldiğinden sana dönüp hitap etmez, hitap eden ya kalptir, ya nefstir).
Cüneyd, nefsin hevâcisi ile şeytanın vesvesesini şu şekilde ayırmıştır: «Nefs senden bir şey isterse bunda inat eder, direnir, bu hususta bir zaman sonra bile olsa muradına vâsıl olup maksadını elde edinceye kadar ısrar eder durur. Meğer ki, nefse karşı açılan savaş samimî bir şekilde devam ettirilmiş olsun. Bu halde bile isteği konusunda sana tekrar tekrar müracaat eder.
24. Havâtır (Hatır), hatırlama, amma, fikir, insanın içinde duyduğu ses, can kulağı ile işitilen sada. Bu ses kaynağına göre hâtır-ı Hak, ilhanı, hâtır-ı şeytan, hâtır-ı nefs, hevâcis ve vesvese gibi isimler alır.
işletmeye çalışır, bunu red edersen, başka bir günah işletmek için seni kandırmaya çalışır, Çünkü şeriata muhalif olan bütün davranışlar şeytana göre müsavidir. Şeytanın maksadı daimi surette seni herhangi bir günaha davet etmekten ibarettir. Bir günahı bırakıp, hususi surette belli bir günahı işletmek onun gayesi değildir».
Melekten gelen bir hâtıra, insan bazan uyar, bazan ona aykırı hareket eder (nefsine ve şeytana uyarak meleğin dediğine muhalefet eder). Fakat Hakk Taâlâ´dan gelen hâtır´a kulun muhalefet etmesi kabil değildir, denilmiştir.
Şeyhler ikinci hatır (hâtır-ı sâni) konusunda da konuşmuşlardır. Yani Hakk Taâlâ´dan iki hatır gelirse, acaba birincisi mi, yoksa ikincisi mi daha kuvvetlidir konusunda fikir beyan etmişlerdir. Cüneyd bu konuda: «Birincisi daha kuvvetlidir. Çünkü birincisi baki kalır ve devam ederse, sahibi bu hususta düşünme haline döner. Düşünme ise ilim şartına bağlıdır, (Aynı konuda ve birbirine muvafık olan iki hatırdan hangisi zayıflatır, hangisi kuvvetlendirir, düşüncesi ile meşgul olmak ameli geciktirir, onun için) birinci hatırla amel etmeyi terketmek ikinci hâtıra zaaf verir» demiştir. Birinci hatır zahirî ilme uygun olursa durum budur.
İbn Atâ, «İkinci hatır daha kuvvetlidir. Çünkü birincisinden aldığı destekle daha da kuvvetli hale gelmiştir,» demiştir.
Sonraki sûfîlerden Ebu Abdullah b. Hafîf, «Her ikisi de eşittir, ikisi de Hakk´tandır. Birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Zaten ikinci hatır gelince birincisi baki kalmaz. Zira eser ve arazların bakî kalması caiz değildir, demiştir.
23. İlme´l-yakîn-ayne´l-yakîn-hakka´l-yakîn
Bu üç terim açık (bedihî) bilgileri ifade eder. Yakin öyle bir ilimdir ki, bu bilgiye sahib olan kimse ulemâ dilinde kullanılan mânada ve mutlak olarak şüpheye düşmez. Naslarda geçmediği için yakin ıstılahı Hakk Taâlâ´nın vasfı olarak kullanılmaz.
îlme´l-yakîn, yakînin kendisidir. Ayne´l-yakin de yakinin kendisidir. (Ayn, hem göz, hem de kendisi mânasına gelir). Aynı şekilde hakke´l-yakîn de yakînin tâ kendisidir (lügatta üçünün mânası birdir).
Sûfîlerin ıstılahına göre ilme´l-yakin burhan ve delille elde edilen bilgidir. Ayne´l-yakîn beyân hükmünde olan bilgidir (keşf ve ilimle elde edilir. Aynel yakin
(zevk ve keşfe dayanan) ilim sahibi olanlara, hakkel-yakîn ise marifet (irfan ve hakikat) sahibi olanlara mahsustur.
Bu konuyu daha fazla incelemek ve açıklamak (muhâdara, mü-kâşefe, müşahede bahsinde) daha evvel söylediklerimizi tekrar etmemize sebep olur. Onun için burada konunun esasına işaret ederek bu kadarla iktifa ediyoruz.
24. Vârid
Sûfilerin en çok söyledikleri sözlerden biri de varidat kelimesidir. Vârid kulun, kasdı olmaksızın kalbe gelen hatırlar (havâtır, ilham, feyz) dır. Havâtır kabilinden olmayan vâridler de vardır (Bazı vârid söz nevinden, bazısı ise mâna ve bilgi nevindendir).
Vâridler bazan Hakk´tan, bazan ilimden (zahirî ve bâtını bilgilerden) gelir. Bu duruma göre varidat havâtırdan daha umumî bir ıstılahtır. Çünkü havâtır, hitap (söz) nevinden olan veya bu mânaya gelen şeylere (ilham ve feyze) mahsus bir ıstılahtır. Varidat ise sürür varidi, hüzün varidi, kabz varidi, bast varidi vb. gibi mânalara (ve hâllere) de şâmil olan bir ıstılahtır.
25. Şâhid**
Sûfîlerin sözleri arasında en çok geçen ıstılahlardan biri de şâhid kelimesidir. Falan ilim şahidi ile, filân vecd şahidi ile, falan hâl şahidi iledir, derler ve şâhid sözü ile, o anda insan kalbinde hazır ve mevcut olan şeyi kastederler. Bu ise insanın gözünden uzak ve gâib bile olsa, bir şeye bakıyormuş ve onu görüyormuş gibi, o şeyin zikrinin kalp üzerine galip olmasıdır (Gâib olan şeyi göz önünde imiş gibi kuvvetli bir şekilde hatırlamaktır). Şu halde zikri, sahibinin kalbini istilâ eden her şey o kimsenin şahididir
• Vârid bahsini krş: Luma, s. 342; Kûtu´l-kulûb, 1, 168.
•* Şâhid bahsini krş: Luma, s. 339. KuşeyrI bu konu üzerinde, «Müridlere tavsiyeler» bölümünde de Şibli´ye: Müşahede nedir diye sorulunca şöyle dedi: «Biz nerede, Hakk´ı müşahede (rü´yet) etmek nerede Hakk bizim şahidimizdir.» Şiblî, Hakk şahidi sözü ile kalbini istilâ eden ve kalbinde galip olan Hakk´ın zikrine, kalbinde devamlı olarak hâzır ve mevcut olan Hakk´ın zikrine işaret etmiştir.
Bir kimse bir mahlûka kalpten bir alâka duyarsa, alâka duyduğu şey onun şahididir, denir. Yani bu şey onun kalbinde hazır ve mevcuttur, demek istenir. Çünkü sevgi devamlı olarak sevgiliyi zikr ve hatırlamayı, sevgilinin istilâsı altında bulunmayı icabettirir.
Bazıları şâhid sözünün iştikakı (kelimenin kökü olan şehadet kelimesi ile münasebeti) konusunda zorlamaktan başka bir şey olmayan izahlar yapmışlar ve şöyle demişlerdir: Şâhid kelimesi şehadet kökünden alınmıştır. Bir kimse (yakışıklı) bir şahsı güzel vasıfları ile gördüğü zaman eğer beşeri varlığını kaybetmiş ve nefsinden fâni olmuş ise, böyle güzel bir şahsı görmek onu meşgul etmez, içinde bulunduğu hâlin devamına engel olmaz, bu güzel şahısla sohbet etmek için bir şekilde ona tesir etmez. Bu durumda bu güzel şahıs, o kimsenin nefsinden fâni olduğunun şahididir, derler. Eğer bu güzel şahsın sohbeti ona tesir ederse, bu durumda bu güzel şahıs, o kimsenin nefsinden fâni olmadığına, nefsâniyetinin baki olduğuna, hüküm ve vasıflarla kâim olduğuna şâhiddir, derler. Şu halde bir kimsenin beşeri hükümlerle kaim oluşu (yani bu güzel şahıs) ya onun lehinde veya aleyhinde şâhiddir, demektir.
(Bazı mutasavvıflar yakışıklı bir oğlanı alırlar, onu en güzel şekilde süslerler, semâ esnasında eline bir meşale verirler, sonra acaba bu yakışıklı ve güzel gençle mi yoksa içinde bulunduğumuz hâl ile mi meşgulüz diye kendilerini imtihan ederlerdi. Bu fena ve çirkin usûle eski sûfîlerde değil, sonraki bazı mutasavvıflarda rastlanmakta idi).
Bu şekilde davrananlar, Resûlüllah (s.a.) in. şu hadisini ileri sürmektedirler: «Rabbımı mirâc gecesi en güzel surette gördüm» (25). Yani en güzel sureti bu gecede gördüm, fakat yine de bu suret Rab Taâlâ´yı görmeme mani olmadı, daha açıkçası ben Musavviri (Allah´ı) surette, münşii inşâ´da (Halikı halk fiilinde ve sanatkârı eserinde gördüm demiştir.
25. Aclûnî, I, 436. Hadis için ayrıca bk! Kinanî. Tenzihu´ş-şeria, s. 145.
26. Nefs*
Lügatta bir şeyin nefsi demek, o şeyin varlığı (ve kendisi) demektir. Sûfîler nefs sözünü kullandıkları zaman bu kelime ile ne bir şeyin varlığını (vücûd), ne de vaz´ olunmuş kalıbı (cismi) kastederler. Onların nefs kelimesinden muradı, kulun kötü (ve illetli) vasıfları ile yerilen (ve zemm edilen) huy ve fiilleridir”^
Kulun illetli vasıfları iki nevidir: Birincisi irâdesi ile kazandığı günah ve isyan (ilâhi irâdeye aykırı davranma), ikincisi aşağı huylar. Aslında kötü olan bu nevi huylar insan tarafından tedavi ve terbiye edilerek, tedricî bir şekilde düzeltilmeye uğraşılırsa, devamlı bir mücadele ile kötü huyları yok etmek mümkün olur.
Nefse ait birinci kısım hükümler, haram veya mekruh kılınarak (tahrimen veya tenzihen) yasak kılınan şeylerdir, ikinci kısım hükümler ise, nefsin aşağı ve bayağı (süfli ve behimî) huylarıdır. İkinci kısmın tarifi budur. Bunun izahı da şudur: Kibir, gadap, kin, hased, kötü huy, tahammülsüzlük v.s. gibi yerilen ve kötülenen huylar ikinci kısmı teşkil eder. Nefsin hükümlerinden en çetini ve en zoru; nefsin bu gibi şeylerin güzel olduğu vehmine kapılması veya kendisinin bir değeri bulunduğuna, (başkaları tarafından) kadrinin bilinmesi hakkı olduğuna kani olmasıdır.
Bunun için bu husus gizli şirk sayılmıştır. Nefsâni arzuları ter-ketmek ve nefsi kırmak, isteklerinin zıttına hareket etmek suretiyle onu tedavi ve terbiye etmek, açlık, susuzluk ve uykusuzluk gibi güçsüz ve kuvvetsiz hale gelmeyi temin eden mücâhede nevilerinden daha mükemmel ve daha tesirli bir tedavi tarzıdır. Her ne kadar açlık, susuzluk ve uykusuzluk gibi hususlar da nefsin arzularını terk kısmına girerse de…
Nefis, muhtemelen şu beden kalıbına tevdi edilen ve kötü huyların mahalli olan bir latife (sır) dır. Nitekim ruh da şu beden kalıbına tevdi edilen ve güzel huyların mahalli olan bir latife (sır ve manevî cevher) dir. (Nefs, ruh, akıl, gibi kuvvetlerin) bazısı diğer
Nefs bahsini krş: Luma, s. 227; Keşfu´l-mahcûb, s. 245; Kûtu´l-kulûb, I. 174; Avarifu´l-maarif, IV, melek ve şeytanın letafet sıfatına benzer. İşiten, gören, koku ve tat alan, tek bir insan olduğu halde, işitme mahallinin kulak, görme uzvunun göz, koku alma organının burun, tat alma yerinin dil olması mümkün olduğu gibi, iyi huy ve vasıflara kalbin ve ruhun, kötü huy ve vasıflara nefsin mahal olması da mümkündür. Nefs bu bütünün bir parçasıdır. Aynı şekilde bu bütünün diğer bir parçası da kalptir. Hüküm ve isim (insan denen) bu bütüne aittir.
27. Ruh*
Ehl-i sünnetin araştırıcı âlimleri ruh konusunda ihtilâf etmişlerdir. Kimi, ruh, can ve hayat demektir, demiş; kimi de, ruh beden kalıbına tevdi edilmiş aynî (bir cevher) bir varlıktır, demiştir. Ruh öyle bir latife (sır) dır ki, bedende bulunduğu müddetçe Allah Taâlâ ruhun mahalli olan beden kalıbında hayat yaratır. Tabiattaki ilâhî kanun böyle cereyan etmektedir. İnsan (ruh ile değil) hayat ile diri ve canlıdır, uyku halinde (ruh maddî âlemden) yükselir, bedenden ayrılır, sonra ona döner.
İnsan ruh ve cesedden meydana gelir, çünkü Hakk Sübhanehu ve Taâlâ bu bütün içinde her birini diğerinin emrine vermiş ve yekdiğerine muhtaç kılmıştır. Haşr ve neşr bu bütün ile ilgili olacağı gibi, ceza ve sevap gören de (ruh ve bedenden müteşekkil olan) bu bütün (insan) olacaktır.
Ruhlar mahlûktur, kıdemine inanan büyük bir hataya düşmüştür. Haber ve eserler ruhun latif bir ayna´yânı latife, ecsâm-ı latifeden) olduğuna delâlet etmektedir.
28. Sır””
Muhtemeldir ki, sır da ruh gibi beden kalıbına tevdi edilmiş bir latifedir. Sûfilerin esasları ve prensipleri, sırrın müşahede (ulûhiyyeti seyr re temaşa) mahalli olduğunu icap ve ifade etmektedir.
* Ruh bahsini krş: Luma, 221, 231; Ta´arruf, s. 67; Keşfu´l-mahcûb, s. 335. ** Sır bahsini krş: Luma, s. 231. 354.
Nitekim sırrın sırrı ise, Hakk´tan başkasının muttali olamadığı şeydir. Sufîlerin İstılahına ve esaslarına göre, sırrın ruhtan daha latif, ruhun da kalpten daha şerefli olması icabetmektedir.
Sûfiler derler ki: Sırlar başkasının eser ve kalıntılarının kulluğundan azâd olmuştur (yani sırlar Allah´tan başka hiç bir şeye meyletmez, hiç bir şeyin kulu ve kölesi olmaz).
Kul ile Hakk Sübhanehu ve Taâlâ arasında saklı ve gizli kalan (mektûm, masun) hâllere de sır denilir.
Sırlarımız bakiredir, hiç bir kimsenin vehmi bu bekâreti bozmamıştır,» diyenlerin sözünü bu mânada anlamak icabeder.
Sûfîler derler ki: Hür ve asil kişilerin kalbleri sırların mezarıdır, (hür kişinin kalbine tevdi edilen sır orada ölür, bir daha dışarı çıkmaz) .
Yine sûfiler: «Sırrımı düğmem bilse onu koparır atarım» demişlerdir. (Ne düşündüğümü şapkam bilse, başımdan çıkarır atarım).
Süfîler arasında kullanılan ıstılahların tefsiri, tabirlerin izahı özet olarak bundan ibarettir. Zikrettiğimiz bu gibi ıstılah ve tabirler sûfîlere mahsustur.