Melekûtunun büyüklüğü bakımından eşsiz, ceberûtunun güzelliği yönünden biricik, teklifindeki yücelik cihetinden aziz, her nevi ihtiyacı görmedeki (samediyyet) yüksekliği itibariyle mukaddes, zatı bakımından herhangi bir şeye benzemiyecek kadar ulu, sıfatları bakımından her nevi son ve kusurdan münezzeh, ulûhiyet makamının hakkı ve hususiyeti olan sıfatlara sahip ve yarattığı şeylerden hiç birine benzemediğini ifade eden delillere mâlik olan Allah´a hamd olsun (1).
O ne kadar aziz ve ne kadar mukaddes bir varlıktır ki, künhüne ve sınırına ulaşılmaz, en ince mânada bile çokluk (kesret) O´na yol bulamaz, hiç bir gaye ve hudut O´nu sınırlandıramaz, hiç bir kimse O´na yardımda bulunamaz, kendisine şefaatçi olacak ne bir çocuğa ne de bir ortağa sahip olmaz, hiç bir sayı ile ihata edilemez, (O sayıların toplamı değildir), hiç bir mekânda ikâmet etmez, hiç bir zaman O´nu çeviremez, hiç bir akıl O´nu idrâk etmeye kadir olamaz ve hiç bir muhayyile O´nu tasvir edemez. Hakkında, O nasıldır veya O nerededir denmekten veya sanatı vasıtasiyle zinet ve kemâl kazanmaktan-veya fiili ile kendisinden kusuru ve çirkinliği defetmekten pek çok -yücedir Çünkü
«O´nun misli gibi bir şey yoktur. O işiten ve görendir» (Şura, 42/11). Hiç bir canlı O´nu mağlüb edemez. Her şeyden haberdârdır, her şeye kadirdir. Kullarına yaptığı ihsana ve onları idare etmesine mukabil O´na hamd ederim. Vermediğine ve defettiğine karşılık da O´na şükrederim. O´na tevekkül eder, O´nunla kanaat ederim. Verdiğine de, vermediğine de razı olurum.
1. Melekût, maddî ve manevi alemlerin tümü, Allah hariç her şey, Ceberrût Allah´ın kahr, galebesi, üstün kudreti, istediğini zorla yaptırma gücü; samediyyet ve samed, her şey kendisine muhtaç, kendisi hiç bir şeye muhtaç olmayan.
süzülmüş ve seçilmiş kuludur, mümtaz bir eminidir ve bütün mahlûklara gönderilmiş bir resulüdür. Allah; O´na, karanlıkları aydınlatan meşaleler olan ailesine, soyuna ve hidayet anahtarları olan ashabına pek çok salât ve selâm eylesin.
Bu eser, her zaman Allah Taâlâ´ya muhtaç olan Abdülkerim b. Hevâzin Kuşeyrî tarafından 437/1045 senesinde İslâm ülkesindeki sûfi zümreleri için yazılmış bir Risâle´dir.
•*•
Dostlar! Allah sizlerden razı olsun, biliniz ki Hakk Taâlâ şu sûfi-ler zümresini dostlarının seçkini, Nebi ve Resuller müstesna bütün kullarının en faziletlisi kıldı. Bunların kalplerini ilâhi söz cevherleri için kaynak kıldı. Ümmet içinde ilâhi nurların doğduğu mahal olma hususiyetini onlara bahşetti. Sıkışık durumlarda kalan halkın sığındıkları merci bunlardır. Bunlar bütün hâllerinde (nefsleri ile değil) Hakk ile beraber ve Hakk´ın irâdesi ile bulunurlar.
Allah onları beşeri ve nefsâni bulanıklıklardan tasfiye etmiş, ahadiyyete ait ilâhi hakikatlardan kendilerine gelen tecellilerle onları ulûhiyeti temaşa (müşahede) makamlarına yükseltmiş, ubudiyetin (kulluğun) âdabını ifa etmeye muvaffak kılmış ve ilâhi kanunların cereyan tarzının menşeini görmelerini sağlamıştır. Bu sebeple onlar da mükellef tutuldukları vazifeleri ifa etmeye koyulmuşlar ve Allah Teâlâ´dan kendilerine gelen Allah´ın yarattığı şeyler üzerindeki tasarrufu ve idare şekli karşısında kalbin huzur ve sükûn içinde bulunması meziyetini kendi vasıfları haline getirmişler ve bu hasletleri kendilerinde gerçekleştirmişlerdir. Sonra bu teslimiyet içinde amel ederek samimi bir ihtiyaç hali içinde ve boyunları bükük bir vaziyette Hakk Taâlâ Hazretleri´nin huzuruna dönmüşler, işledikleri ameller ve elde ettikleri saf hallerden hiç bahsetmemişlerdir. Zira Aziz ve Celil olan Allah Taâlâ´nın dilediğini yaptığına ve kullarından istediğini veliliğe seçtiğine kanaat getirmişler, hiç bir mahlûkun ona hükmedemiyeceğine ve hiç bir varlığın onun irâdesi üzerinde hak iddia edemiyeceğine, hak edilmeden, amel karşılığı olmadan verdiği sevabın doğrudan doğruya bir lütuf olduğuna, azabın ise adaletinin eserleri (izleri veya kitapları) kalmıştır. Şu şiir bu hali çok güzel anlatır-.
«Çadırları onların çadırlarına benziyor, halbuki görüyorum ki çadırların içinde duran kabilenin kadınları, sevgilimin kabilesine ait çadırların kadınlarından başka!»
Şimdi sûfiler şekil ve kıyafet bakımından eski sûfilere benziyor ama, ruh ve muhteva bakımından başkalaşmışlardır.
Tasavvuf yolunda bir duraklama ve gevşeme baş göstermiştir. Daha doğrusu bu yol hakiki manasıyla yok olup gitmiştir. Kendileriyle hidâyete ulaşılan şeyhler vefat edip gitmiş, şeyhlerin gidişatına ve âdetlerine tâbi olan gençler azalmış, verâ´ kaybolmuş, verâ´ sergisi durulmuş, tamah kuvvetlenmiş, ihtirasın kökleri ve bağları güçlenmiştir. Şeriata hürmet hissi kalplerden zail olmuştur. Dine karşı kayıtsızlığı, menfaat temin etmenin en güvenilir vasıtası olarak kabul eden zamanın sofuları, haram ile helal arasında fark görmez olmuşlar, dine ve din büyüklerine karşı saygısız olmayı, din haline getirmişlerdir, îbadet etmeyi hafife almışlar, namaz kılmayı ve oruç tutmayı basit bir şey saymışlar, gaflet meydanında at koşturmuşlar, nefsâni arzulara kendilerini teslim etmişler, işlenmesi mahzurlu olan şeyleri hiç aldırmadan işlemişler; halktan, kadınlardan ve zâlim devlet adamlarından temin ettikleri şeylerden hiç çekinmeden faydalanmışlardır.
Sonra bu nevi kötü şeyler yapmaya da kanaat etmiyerek bir de en yüksek manevi hallere ve hakikatlara işaret etmişler, bu gibi şeylerden bahsederek kulluk boyunduruğundan kurtulup hürriyete kavuştuklarını, Allah´a vuslat hâli ve hakikati ile muttasıf olduklarını, daima Hakk ile kâim bulunduklarını, üzerlerinde kendi irâdelerinin değil de Allah´ın hükmünün câri olduğunu, nefsâniyetlerinin yok olup fena mertebesine ulaştıklarını, işledikleri haramlardan veya işlemedikleri farzlardan dolayı azarlanıp yerilemiyeceklerini, ahadiyyetin sırlarını keşfen bildiklerini, cismani varlıklarının çarpılma ve kapılma suretiyle kendilerinden tamamen alındığını, beşerî varlıklara ait hükümlerin kendilerinden sakıt olduğunu, güya nefislerinden fâni olduktan sonra samediyetin nurları ile baki kaldıklarını, konuştukları zaman kendilerinden kendi namlarına başkasının, (Hakkın nuru ile baktıklarını söyler olmuşlardır. Bu yanlış inançlar yaygın bir hal aldığı zamanda bir dert halini almış ve bu durum uzayıp gitmiştir. Ben tenkit ve red dilini bu kadar uzatmak istemezdim. Çünkü şu tasavvuf yolunun ehli olan sûfilerden kötü bir tarzda bahsedilmesini ve tasavvufun aleyhinde bulunanların bu sözleri sûfileri ayıplamanın caiz olduğuna delil saymalarından endişe ederdim. Zira bu memleketlerde tasavvuf yoluna muhalif olan. ve tarikatı reddedenlerin giriştikleri çetin mücadele bir dert ve belâ haline gelmiştir. Tasavvufta görülen bahis konusu rehavet ve kayıtsızlık sebeplerinin ortadan kalkmasını ümit ederek; «Allah Taâlâ, tasavvuf yolunun âdabına riayeti hiçe sayan, çok güzel dinî ve tasawufl âdetlerden sapan kimselere belki lütuf ve ihsanda bulunur da onları irşad eder,» derdim. Bir yandan zaman işlerimi güçleştirirken, diğer taraftan zamanımızda yaşayan kimseler, tercih ettikleri hareket tarzına aldanarak alışkanlıklarına devam etmektedirler. Bu sebeple gönül sahiplerinin (ehl-i dil) tasavvuf yolunun temellerinin sahte sofuların iddia ettikleri gibi, bu şekilde atıldığı ve sûfilerin selefi olan zevatın da bu tarzda hareket ettikleri kanaatına varmalarından endişelendim, bu fikre sahip olurlar, diye onlara acıdım.
Sûfi dostlarım, Allah sizleri lutfuna nail eylesin. Bu Risâle´yi işte bu sebeple sizler için yazmış bulunmaktayım. Bazı tasavvuf şeyhlerinin âdâb, ahlâk, muamele ve kalplerinde besledikleri inanç gibi hususları bu Risâle´de bahis konusu ettim. Sûfilerin işaret ettikleri vecd hâllerini seyr ve sülük esnasında baştan sona kadar yükseliş keyfiyetini de bu eserde anlattım. Gaye, bu tarikata girmek istiyenlere kuvvet vermek, ilk sûfilerin durumlarını izah etmek suretiyle tasavvuf yolunu tashih ettiğim hususunda lehimde şehadette bulunmanızı temin etmek, sahtekâr sofuların halleriyle ilgili şikâyetlerimi yazarak teselli bulmak ve kerem sahibi olan Allah´ın lutfuna. ve ihsanına nail olmaktır.
Anlatacağım hususlarda Allah Taâlâ Hazretlerinden yardım niyaz ediyor, bahsedeceğim meselelerde bana kâfi olmasını ve beni hatadan korumasını diliyor, bana af ve afiyet bahşetmesini temenni ediyorum. İhsanda bulunmaya lâyık ve dilediğini yapmaya kadir olan O´dur.
2. Kuşeyrî´nin zamanındaki sofular hakkındaki bu tenkitleri oldukça dikkate şayandır.
SÛFİLERİN AKÂİD VE TEVHİD MESELELERİ HAKKINDAKİ İNANÇLARININ AÇIKLANMASI
Sûfi dostlarım —Allah sizleri rahmetine nail eylesin— iyi biliniz ki; Bu taifenin şeyhleri, işlerinin ve tasavvufî telâkkilerinin temellerini tevhid konusunda çok sağlam esaslar üzerine bina kılmışlar, böylece akidelerini bid´atlardan korumuşlar, selefin ve sünnet ehlinin benimsediğine inandıkları, teşbih (3) ve tatilden (4) uzak, tevhid anlayışını kendi dinleri olarak kabul etmişler, kıdem sıfatına hâiz olan Allah´ın hakkını tanımışlar, yokluktan var olanın sıfatı olan (fakr, ihtiyaç, zül ve inkiyad gibi) şeyleri kendi vasıfları haline getirmeyi gerçekleştirmişlerdir. Bu hususu, tasavvuf yolunun efendisi (seyyidü´t-tâife) olan Cüneyd (r.a.) «Tevhîd, kıdemi hadesten (ezelî olanı fani ve yaratılmış olandan) ayırmak ve ferd haline getirmektir», sözü ile açıklamıştır.
Sûfîler, akidelerinin esaslarını açık deliller ve belli şâhidlerle muhkemleştirmişlerdir. Nitekim Ebu Muhammed Cerîrî (r.a) bu hususta şöyle demiştir: «Bir kimse tevhid ilmine (Allah´ın var ve bir olduğunu gösteren) şâhidlerden bir şâhid, delillerden bir delil ile vâkıf olmazsa aldanmak ve şaşırmak suretiyle ayağı ölüm uçurumuna kayar.» Ceriri demek istiyor ki; tevhidle ilgili deliller üzerinde dü-şünmeyip taklidi benimsiyenler kurtuluş yolundan saparak^ölüm zincirine yakalanır ve helak uçurumuna yuvarlanırlar.
Sûfilerin sözleri üzerinde düşünenler, beyanlarını inceliyenler mutasavvıfların sözlerinde toplu veya dağınık olarak ifade ettiklerini tetkik edenler emin bir şekilde şu kanaata varırlar: Mutasavvıflar kendilerini hedeflerine ulaştıracak hususları araştırmada kusur etmemişler, gayelerine ulaşma arzularında ihmale meyletmemişlerdir. Biz bu bölümde usûl ve akâid meseleleri ile ilgili sûfîlere
3. Tegbih: Allah´ı yaratıklara benzetmek.
4. Ta´tU: Allah´ın sıfatlarını inkâr etmek.
Allah Taâlâ´nın zatı için bir sınır ve cihet, kelâmı için harf ve ses bulunmadığını ifadede sarihtir.
Ebu Nasr Tûsî şöyle demişti: Ruveym´e, Azîz ve Celîl olan Allah´ın halk üzerine ilk defa farz kıldığı şeyin ne olduğu sorulmuş, O da; «Marifettir, sânı yüce olan Allah´ın ´Ben cinni ve insi sadece bana ibadet etsinler diye yarattım´ (Zâriyât, 51/56) âyetinin, İbn Abbas tarafından: ´Tanısınlar´ (ibadet marifetle tefsir edilmiştir) şeklinde açıklanması bunu gösterir,» demiştir.
Cüneyd diyor ki: «Hikmete itikad konusunda kulun ilk defa muhtaç olduğu husus, sanatkârı, eserini ve eserini meydana getiriş biçimini tanımasıdır. Bu tanıma ve marifetin neticesi olarak mahlûk karşısında Hâlık´ın sıfatını, hadis karşısında Kadîm´in vasfını tanır, Yaratan´ın davetine boyun eğer,
O´na itaat etmenin şart olduğunu itiraf ve ikrar eder. Şüphesiz ki kendine mâlik olan, Allah´ı bilen, mülkün ve mülk üzerinde tasarrufta bulunma yetkisinin kimin hakkı olduğunu bilir, Mâliki tanımıyan, mülkünü de tanımaz.»
Ebu Tayyib Mağribî şöyle der: «Aklın delâleti vardır; Allah´ın var ve bir olduğunu delille bulmak akla aittir. Hikmetin işareti vardır. Marifetin şehadeti vardır. (Çünkü o vahdaniyeti temaşa etmiştir). Şu halde akıl delil olur. Hikmet rehber olur. Marifet şahitlik eder ki, ibadetteki saflığa, riyadan uzak halis taata ancak ve ancak tevhiddeki saflık ile nail olunur. Saf ibadete saf tevhid ile ulaşılır.»
Cüneyd´e tevhidin ne olduğu sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: «Tevhid edileni tekliğindeki kemâl ile birlikte birliğinin (vâhidiyetinin) gerçekleştirilmesi suretiyle O´nun doğurmayan ve doğrulmayan bir (vâhid) olduğunu kabul etmek, bunu yaparken teşbihe, keyfiyet nisbet etmeye, tasvir ve temsile kaymadan zıddı, dengi ve benzeri olduğunu reddetmek, ´Onun misli gibi bir şey yoktur´ (Şûra, 42/11) diyerek Allah´ı tek ve eşsiz olarak bilmektir.»
Ebu Bekir Zahrabâzî´ye, marifet hakkında soru sorulmuş o da: «Marifet bir isimdir. Kalbte ta´til ve teşbih akidesinin bulunmasına mani olan tazim duygusunun mevcudiyeti, mânasına gelir,» demiştir.
Ebu Hasan Bûşencî (r.a.), «Tevhid, onun zâtı itibariyle teşbihle ilgisi bulunmayan, vasıfları itibariyle sıfatları reddedilmeyen bir ilâh
Hadis, cisim ve madde olarak ortaya çıkmış ve idrâk edilir hale gelmiştir. Araz cismin ayrılmaz bir vasfıdır. Sebeplerde (canlılarda duyumlar gibi) çeşitli arazlar toplanmıştır. Sebepler (canlılar) da bulunan kuvvetler arazları bir arada tutmaktır. Bir zamanın birleştirdiği bir şeyi başka bir zaman ayırır, dağıtır. Başkası sayesinde kâim olan bir şey zarurî olarak ona muhtaç olur (Hadis Vacibe muhtaçtır). Vehm ve hayal edilen bir şey tasavvur ve tasvir edilebilir. Bir kimse mekânda bulunursa, ´Nerede´ sorusu onu yakalar. Bir kimsenin cinsi varsa, ´Nasıldır´ sorusu onu arar. Bu gibi sebeplerden dolayı şüphesiz ki Hakk Taâlâ´yı üst gölgelendirmez, alt taşımaz, son ve sınır karşısına çıkmaz, yan O´nu sıkışık hale getirmez, arka O´nu ihata edemez, ön O´nu sınırlandıramaz, evvel O´nu açığa çıkaramaz, sonra O´nu yok olmaya götüremez (Âlemden evvel zahir, âlemden sonra bakidir). Cüzlerden mürekkep bir kül değildir, ´İdi´ (kâne) O´nu yaratmış değildir, ´değildi´ dense), O´nu yok kılmaz, (Vardır denildiği için var olmadı, yoktur demekle de yok olmaz). Sıfatlarının vasıf ve keyfiyeti yoktur, fiilinin, âmil ve sâiki mevcut değildir, varlığının sonu yoktur, mahlûkların sıfatlarından ve hallerinden münezzehtir, mahlûk ve eşya ile mezcolmuş değildir, fiili vasıta ile meydana gelmez (yardımcısı yoktur), yaratılan bütün varlıklar hâdis olmaları itibariyle O´na zıt oldukları gibi, O da kadim ve ezeli olması bakımından mahrukata zıttır.
«Ne zaman ” dersen bil ki, O´nun varlığı zamandan evveldir, Hüve (O) dersen bil ki (H) ve (V) harfleri O´nun tarafından yaratılmıştır. ´Nerede ´ dersen bil ki O´nun mevcudiyeti mekândan öncedir.
«Şu halde harfler âyetleri ve delilleridir, varlığı mevcudiyetinin delili ve ispatıdır, marifeti tevhididir, zira tevhid etmiyen O´nu tanımaz. Tevhid demek O´nu yaratıklarından ayırdetmek, demektir. O vehimlerin tasavvur ve tahayyül ettiğinin aksinedir. Kendisinden zuhûr eden yaratıklar O´na nasıl hulul edebilir O´nun inşa ve icad ettiği eşya O´na nasıl döner ve O´nunla nasıl kâim olabilir Göz bebeği O´nu hiç bir cihette göremez, zanlar O´nu idrâk edemez, kuluna yakın olması bir, ikramıdır, uzak kalması kulunu zelil kılması demektir, kuluna üstünlüğü mekân cihetinden değildir, gelişi yer yönünden olmaz.
de durdu ve: Tevhidin ne olduğunu bana haber ver, dedi. Zunnûn bu zata: Allah Taâlâ´nın kuvveti eşyadadır, fakat eşya ile mezcolmuş değildir. O eşyayı vasıtasız yaratmıştır. Her şeyin var oluş sebebi O´nun yaratma ve yapma kudretidir. Ne semâların yüceliklerinde, ne de yerlerin derinliklerinde Allah´tan başka idareci yoktur, vehim ve zihin O´nu nasıl tasavvur ve tahayyül ederse etsin Allah o tasavvurun zıddıdır, şeklinde cevap verdi.»
Cüneyd tevhidi, «Allah ezeliyetinde tektir, O´nunla birlikte bir ikincisi yoktur, O´nun fiilini vücuda getiren başka bir şey mevcut değildir, diyebilmen ve ikrar etmendir,» tarzında tarif etmiştir.
Abdullah b. Hafif, iman Hakk´ın gayba ait olmak üzere bildirdiği şeyleri kalbin tasdik etmesidir,» demiştir.
Ebu´l-Abbas Seyyar: «Allah´ın ihsanı iki nevidir-. Keramet ve istidrac (5). Verdiği şeyi sende devamlı tutarsa bu keramet (ikram, ihsan) dır, tutmazsa istidracdır. O halde inşaallah ben mü´minim de,» demiştir. Bu sözleri söyleyen Seyyar zamanının şeyhi idi.
üstad Ebu Ali Dekkâk (r.a.) dan işittim: Adamın biri Ebu´l-Abbas Seyyâr´ın ayağına dürttü, Seyyar ona, «Aziz ve Celîl olan Allah´a asi olmak için katiyen bir adım bile attırmadığım bir ayağa dokunuyorsun, dikkat et ha,» dedi (tevhid budur).
Ebu Bekir Vâsitî, «Ben hakikaten mü´minim´ diyen kimseye denilir ki: Hakikat idrâki (ve gaybe vâkıf olmayı) ve ihatayı gerektirir, bu hâli kaybedenin imanla ilgili davası bâtıl olur,» demiştir. Vâsiti bu sözü ile ehl-i sünnetin şu inancını anlatmak istemiştir: Hakikî mü´min, Cennetliktir, diye hükmedilen zattır. Bir kimse Allah Taâlâ´nın hikmetinin kesin olarak bu hususun kendisinde mevcudiyetini bilmezse: «Ben hakikaten mü´minim» demesi doğru olmaz.
Sehl b. Abdullah Tüsteri: «Sonunu idrâk ve ihata etmek söz konusu olmaksızın mü´min Allah Taâlâ´yı (âhirette) gözü ile seyredecektir,» demiştir.
Ebu´l Hasan Nûrî, «Hakk Taâlâ bütün kalplere nazar kıldı, kendisini görmeye Muhammed (s.a.) in kalbinden daha çok şevk ve özlem duyan bir kalp bulmadı. O sebeple Allah´ı görme ve O´nunla konuşmaya muvaffak kıldı.
5. Istidrac: Allah´ın bazı kimselere onları sapıtmak için verdiği keramete benzer güç.
Ebu Osman bana hitaben: Ya Eba Muhammed, birisi sana ibadet ettiğin Ma´bûd nerededir, dese ona ne cevap verirsin, dedi. ´Ezelde olduğu yerdedir´, derim, dedim. Peki ezelde nerede idi, derse nasıl cevap verirsin, dedi. ´Şimdi olduğu yerde idi, yani mekânın bulunmadığı zaman nerede ise şimdi de oradadır´, diye cevap veririm, dedim. Bu cevabım Ebu Osman´ın o kadar çok hoşuna gitti ki elbisesini çıkarıp bana vermekten kendini alamadı.»
İmam Ebu Bekir b. Furek´i (r.a.) Ebu Osman Mağribî´nin şu sözü söylediğini hikâye ederken dinlemiştim: «Bazı naslardan Allah´ın bir cihette (üstte) olduğu kanaatına varmış idim, Bağdat´a geldiğimde bu kanaatim zail oldu, o zaman Mekke´deki dostlarıma: Hiç şüpheniz olmasın ki, ben şu anda yeniden müslüman olmuş bulunmaktayım, diye yazdım.»
Muhammed b. Hüseyn´i (r.a.) Ebu Osman Mağribî´nin şunu söylediğini hikâye ederken dinlemiştim: Ebu Osman´a halk nedir diye sorulmuş. O da, «Üzerlerinde ilâhî kudretin hükümlerinin câri olduğu beden kalıplarıdır, kimseye faydası ve zararı dokunmayan heykellerdir, hakiki fail Allah´tır,» demiştir.
Vâsitî diyor ki: «Ruhlar ve cesetler zatları ile değil, Allah, ile kâimdirler, O´nunla zuhur eder, var olur. Bunun gibi düşünceler ve hareketler de zatları ile değil, Allah ile kâimdir. Çünkü hareketler ve hatarât cesetlerin ve ruhların dallarıdır.» Ebu Osman bu sözü ile kulların kazandığı fiillerin Allah Taâlâ tarafından yaratıldığını, cevherlerin Allah Taâlâ´dan başka yaratıcısı bulunmadığı gibi arazların da Allah´tan başka Hâlık´ı bulunmadığını açıkça ifade etmiştir.
Ebu Said Harrâz: «Kim çaba harcıyarak maksadına ulaşacağını zannederse kendisini boşuna sıkıntıya sokar, kim çaba sarf etmeden maksadına (Allah´a) vâsıl olacağını zannederse kuru bir temenninin peşinde koşar,» demiştir.
Vâsitî, «Makamlar kaderin sonucu olan kısmetlerdir, Allah tarafından tatbik edilen vasıflardır. O halde bunlar hareket ve gayretle nasıl elde edilir Çalışmakla bunlara nasıl nail olunur »
Vâsiti´ye, Allah ile küfür ve Allah için küfür, ne demektir (Allah´ı inkâr etmek de Allah´ın irâdesi ve halkı ile midir ) diye sorulmuş; «Küfür ve iman, dünya ve âhiret Allah´tandır, Allah´adır, Allah iledir, Allah içindir. İbtidâ ve inşa bakımından Allah´tandır, dönüş ve nihayete eriş bakımından Allah´adır, beka ve fena bakımından Allaha aittir.
ona şu cevabı vermişti: SaKin, yaratiKların hareket ve şükürleri, tek olan, şeriki bulunmayan, Aziz ve Celil olan Allah´ın fiilidir, diye bilinendir. Böyle yaptın mı O´nu tevhid ettin, demektir.»
Adamın biri Zunnûn´a geldi ve: Allah´a benim için dua buyur, dedi. Zunnûn ona dedi ki: «Eğer Allah´a ait gayb ilminde tevhidde samimî olmakla te´yid edilmiş isen, daha önce nebi ve veliler tarafından senin için yapılmış nice makbul dualar var! Aksi halde denize batanı, çağırmanın (duanın) kurtaramıyacağını bilmelisin!»
Vâsitî diyor ki: «Firavn açıktan açığa Rab olduğunu iddia etti. Mutezile aynı şeyi kapalı olarak iddia etti ve ´Dilediğini yapabilirsin´ dedi.»
Ebu´l-Hüseyn Nuri, «Teşbihle ilgili fikirler bir yana, Allah Taâlâ´-ya işaret eden her” fikir tevhittir,» demiştir.
Ebu Ali Rûzbâri´ye, tevhidin ne olduğu sorulmuş, o da şu cevabı vermişti: «Tevhid, teşbihi red ve ta´tîli terk ettiğini ispat eden kalbin istikâmet üzere bulunmasıdır. Tevhid, bir kelime ile fikir ve muhayyile ne şekilde tasavvur ederse etsin Allah Taâlâ´nın onun hilâfına olduğunu bilmektir. Çünkü Allah Taâlâ: ´O´nun misli gibi bir şey yoktur´ (Şura, 42/11) buyurmuştur.»
Ebu Kasım Nasrabâzî: «Cennet Allah´ın baki kılma fiili ile bakidir. Allah´ın seni zikretmesi, sana merhamet eylemesi ve seni sevmesi Hakk´ın bekası (beka sıfatı) ile bakidir.» Şeyh Ebu Kasım Nasrabâzî´nin bu sözü hakikatin son haddidir. Çünkü hak ehli olanlar, kadim olan Allah Taâlâ´nın zatının sıfatları onun bekası ile bakidir, demişlerdir. Nasrabâzî bu söze işaret etmiş ve Baki olan Allah´ın bekası ile baki olduğunu, hak ehline muhalif olanların ise hakka muhalefet ederek, bunun aksini müdafaa ettiklerini açıklamıştır.
Muhammed b. Hüseyn, Nasrabâzî´nin şunu söylediğini bana haber verdi.- «Sen fiil sıfatları ile zat sıfatları arasında gidip gelmedesin, bunların her ikisi de hakiki mânada Allah Taâlâ´nın sıfatlarıdır. Tefrika (fark) makamında seni şaşkına çevirince (kalbin kesret ve fark halinde bulununca) Allah seni fiil sıfatlarına yaklaştırmıştır, demektir. Cem´ makamına ulaştırınca seni zat sıfatlarına yaklaştırmış olur.» Ebu Kasım Nasrabâzî zamanının büyük şeyhlerinden biri idi.
Cüneyd demiştir ki: «Misli ve benzeri bulunmıyan ne zaman misli ve benzeri bulunan şeyle birleşmiştir Heyhat! Bu acaip bir zandır! Ancak latif olan Allah´ın lutfu ile birleşme (vuslat) mümkün olur. Fakat bu şekildeki birleşme; yakînin işareti ve imanın hakikati diyordu. Bundan birkaç gün sonra bize uğradı ve Muhammed itikatı müstesna başka yoldan ne idrâk edilir, ne tahayyül edilir, ne de ihata edilir.»
Yahya b. Muâz´a; Bize Allah´ın ne olduğunu haber ver, denilmiş. O da, «O, tek ilâhtır,» demiş. O, nasıldır, denilmiş. «Mâlik ve Kadirdir,» demiş; O nerededir, denilmiş. «Kullarının hareketlerini gözetleme mahallindedir,» demiş. Sual sahibi, ben sana bunu sormadım, demiş. O da, «Biliyorum ama söylediklerimden başkası Hâlık´ın değil, mahlûkun sıfatıdır, Allah´ın başka türlü tavsifi mümkün değildir,» demişti.
Ebu Ali Ruzbâri: «Zihin cehalete dayanarak, ´O şöyledir´, diye ne hayal ederse etsin, akıl Allah´ın o şeyin hilâfına olduğuna delâlet eder,» demiştir.
îbn Şahin, Cüneyd´e, «Allah´la beraber olmanın mânası nedir,» diye sormuş, Cüneyd de: «Bunun iki mânası vardır: Allah yardım ve himayesi ile peygamberlerle beraberdir. Nitekim, ´Şüphe yok ki ben sizinleyim, işitir ve görürüm.´ (Tâhâ, 20/46) buyurmuş olması bunu gösterir. İlim ve ihatası ile Allah bütün halkla beraberdir. Nitekim, ´Üç kişi arasında bir fısıldaşma olursa, dördüncüsü O´dur.´ (Mücadele, 58/7) buyrulmuş olması bunu ifade eder,» demişti. Bunun üzerine İbn Şahin Cüneyd´e, «Halk´ı Allah´a ulaştırmak için senin gibi bir mürşide ihtiyaç vardır,» demişti.
Zunnûn´a: «Allah Arş üzerine istiva etti.» (Tâhâ, 20/5) mealindeki âyetin mânası nedir, diye sorulmuş, o da, «Allah bu âyetle zatını ispat etti, mekânını reddetti. O zatı ile mevcuttur. Eşya ise Hakk Taâlâ´nın dilediği biçimde O´nun hükmü ile mevcuttur,» şeklinde cevap vermişti.
Şiblî´ye: «Allah Arş üzerinde istiva etti (kuruldu, oturdu)» mealindeki âyetin mânası sorulunca, «Allah ezelidir, Arş ise hadistir, bunun için Arş O´nunla istiva etti (ve düzgün hale geldi)» diye cevap vermişti. Yine Ca´fer Sâdık demiştir ki: «Sonra yaklaştı ve göründü.´ (Necm, 53/4) âyetinden kim, Peygamber cismi ile Allah´a yaklaştı, mânasını vehmederse, Allah ile Peygamber arasına bir mesafe koymuş olur. Yaklaşma sadece kalp iledir. Kalp Allah´a yaklaştıkça, Allah o kalpten maddeye ait dünyevî bilgileri uzaklaştırır. Çünkü bu konuda maddî mânada yaklaşma veya uzaklaşma söz konusu değildir.»
Üstad Ebu Ali´nin el yazısı ile şöyle bir yazı görmüştüm: Sûfî-nin birine, Allah nerededir, diye soruldu. O da, Allah seni nefsinden kurtarsın ve kendisi ile kılsın. Göz göre göre Allah nerededir, sorusu sorulur mu hiç!, diye cevap verdi. *
Ebu Sâid Harrâz der ki: «Hakiki yakınlık kalpte bulunan eşyaya ait hissin yok olması ve vicdanın Allah Taâlâ ile huzur ve sükûn bulmasıdır.»
İbrahim Havvâs diyor ki: «Şeytan tarafından çarpılan ve sara hastalığına yakalanan birisine rastladım, kulağına ezan okumaya başladım. İçinden şeytan bana şöyle bağırdı: Bırak ta bu herifi öldüreyim. Zira o Kur´an´ın yaratılmış (mahlûk) olduğunu iddia etmektedir.»
İbn Atâ: «Allah harfleri yarattığı zaman bunları kendisi için sır kıldı. Âdem´i (a.s.) yaratınca bu sırrı onun içine yaydı, halbuki bu sırları meleklerden bile hiç birinin içine yaymamıştı. Bunun üzerine Âdem (a.s.) in dilinde bu harflerin her biri bir türlü aktı ve çeşitli fenleri ve lisanları meydana getirdi. Allah bu harfleri bu nevi mânalar için kalıp kılmıştı, demiştir.» İbn Atâ bu sözleri ile harflerin, dolayısiyle Kur´an´ın lâfzının ve kıraatinin yaratılmış (mahlûk) olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Sehl b. Abdullah: «Harfler Allah´a ait fiilin dilidir, zatın lisanı değildir. Allah´ın zatına değil, yaratma fiiline delâlet eder. Çünkü harfler eşyada bulunan bir fiildir, lisanda meydana gelen yaratıklardır» demiştir. Sehl´in bu sözü de harflerin mahlûk olduğunu açık bir şekilde ifade eder.
Cüneyd Şamlıların sordukları soruları cevaplandırırken:
olmakta olanı, bulunanı ve olmayacak olanın olsaydı nasıl olacağını sadece O bilir,» demişti.
Hüseyn b. Mansur Hallâc, «Tevhidde hakikati bilen kimseden, nasıl ve niçin soruları sakıt olur. Çünkü Allah´ın fiil ve hikmetinden sual olmaz,» demiştir.
Cüneyd, «Meclislerin en şereflisi ve en yükseği tevhid meydanında düşünce ile birlikte oturmaktır,» demiştir.
Vâsitî, «Allah ruhtan daha makbul bir şey yaratmadığı halde, ruhun yaratılmış (mahlûk) olduğunu sarahaten beyan eylemiştir,» demiştir.
Üstad, İmam ve Zeynü´l-îslâm Ebu´l-Kasım Kuşeyrî (r.a.) der ki: Nakledilen bu sözler delâlet eder ki, sûfî şeyhlerinin akideleri usûl ve akâid meselelerinde hak ehli olan Sünnîlerin kanaatlarına uymaktadır.
Tercih ettiğimiz az ve öz yazma esasından uzaklaşırız, endişesiyle bu konuyu kısa kesiyor ve bu kadarını zikretmekle yetiniyoruz.
**
Allah izzetini dâim kılsın, üstad ve Zeynü´l-îslâm Ebu´l-Kasım Kuşeyrî der ki: Bu bölümler sûfîlerin tevhid meseleleri hakkındaki inançlarının açıklanmasını ihtiva etmektedir.
Biz sûfilere ait bu akideleri şu şekilde tertip ettik: Tasavvuf yolunun şeyhlerinin tevhide dair sözleri ile eserleri şuna delâlet eder:
Hiç şüphe yok ki Hakk Sübhânehü ve Taâlâ mevcuttur, kadîmdir, vâhiddir, hikmet sahibidir, kadirdir, alimdir, kahirdir, merhametlidir, irâde sahibidir, işiticidir, kerîmdir, büyüktür, konuşandır, görendir, güçlüdür, hayat sahibidir, bakidir, sameddir.
Şüphesiz ki O ilmi ile âlim, kudreti ile kadir, irâdesi ile mürid, sem´ sıfatı ile işitici, basar sıfatı ile görücü, kelâm sıfatı ile konuşucu, hayat sıfatı ile diri ve beka sıfatı ile bakidir. O´nun iki eli vardır. Bu iki el O´nun sıfatıdır, hususi surette dilediği şeyi bunlarla yapar.
Allah hiçbirşeye bağımlı değildir, muhayyilede tasavvur edilemez, akıl ile tahayyül edilemez, zaman ve mekândan münezzehtir. Üzerinden zaman ve vakit geçmez. Vasfı hakkında eksiklik ve fazlalık bahis konusu olmaz. Miktar ve keyfiyet O´nun hususiyeti değildir. Sonu ve sınırı yoktur. Hadis şeylere mahal olmaz. Hiç bir âmil O´nu fiile sevk edemez. Üzerinde renk ve oluş bulunması caiz olmaz. Yardımcısı ve destekçisi yoktur. Hiç bir yaratık kudretinin hâricine çıkamaz. Hiç bir varlık hükmünü kabul etmemezlik edemez. Bilinen hiç bir şey ilmine gizli kalmaz. Yaptığı ve yapacağı şeyi nasıl yaparsa yapsın fiilinden ötürü kınanmaz. O´nun için bir başlangıç farzederek, ne zaman var oldu, denemez. Bekası son bulmaz ki va´desini tamamladı ve zamanını doldurdu, denilsin. Yaptığı şey için, niçin yaptı, denemez. Çünkü fiilinin illeti (âmili, sâiki) yoktur. O nedir, denemez. Zira cinsi yoktur ki O´nu benzerlerinden ayırdeden bir emmare teşkil etsin. O, bir cihette olmaksızın âhirette görülecektir. Başkasını görür, fakat gözle değil. Bizzat işin içine girmeksizin ve vasıta kullanmak-sızın yapmak istediği şeyi yapar. En güzel isimler, en yüce sıfatlar O´nundur. irâde ettiğini yapar, kullarını hükmüne boyun eğdirir, hükümrân olduğu mülkünde dilediğinden başka bir şey olmaz, yaratmış olduğu kâinatta, daha Önce takdir edilmiyen bir şey vücuda gelmez. «Olacaktır,» diye bildiği hâdiseler «olsun,» diye irâde ettiği hususlardır. Olması mümkün olan şeylerden, «olmayacaktır,» diye bildiği hususlar «olmasın,» diye irâde ettiği şeylerdir. Hayır olsun, şer olsun kulların irâdeleri ile kazandıkları amellerin yaratıcısı O´dur. Az olsun, çok olsun âlemdeki eşyanın ve eserlerinin (yani eşyaya ait arazların) icad ve halkedeni O´dur. Üzerine farz olmamakla beraber kavimlere Peygamberler gönderir. Hiç bir kimsenin itiraz edemiyeceği ve kınamıyacağı bir şekilde bütün insanları Peygamberlerin (a.s.) dili ile kendisine ibadete davet eder. Peygamberimiz ve Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.) ı, mazeret beyan etmeye mahal bırakmıyacak ve yakîn ile inkârı (iyiliği ve kötülüğü) açıklayarak adaleti vazeylemiştir. Ortaya koyduğu delillerle bâtılın kökünü kazımıştır: «Kâfirler hoşlanmasalar da Islâmı bütün dinler üzerine üstün kılmak için» (Tevbe, 9/33) sözü ile dine va´d ettiği yardımı ifa eylemiştir. İşte şu söz ve bölümler, kısa bir şekilde şeyhlerin inançlarının esaslarını teşkil etmektedir. Muvaffak kılan Allah´tır, (7).
6. Allah´ın eli konusunda selefin ve ilk Eş´arîlerin görüşü budur, yani müte-şabihi te´vil etmemek gerekir.
7. Kuşeyrî´nin sûfîlere ait olmak üzere burada anlattığı akideler, sonraki Eş´arî kelâmcılarından çok Selefiye mezhebine daha yakın görünmektedir. Allah´ın sıfatları, yedullah ve vechüllah (Allah´ın eli ve yüzü) gibi nasları te´vil etmeden kabul eden Kuşeyrî´nin bu özelliği mühimdir. Sûfîlerin tevhid konusundaki fikirleri için Kuşeyrî Risale´sinin «Tevhidi ve «Marifeti bölümlerinde de ayrıca geniş malûmat verilmiştir.
Sûfi kardeşlerim —Allah sizi rahmet ve merhametine nail kılsın— iyi biliniz ki müslümanların en faziletli şahısları, Resûlüllah As.a.) in vefatından sonraki çağda: «Resûlüllah (s.a.) in ashabı» unvanından başka bir isim almamışlardı. Hz. Peygamber´in sohbetinden daha faziletli bir şey bulunmadığından bu sohbette bulunanlara Sahabe adı verilmişti. Sahabenin yaşadığı çağdan sonraki asırlarda yaşayanlardan Sahabe ile sohbet edenlere Tâbiûn ismi verilmişti. Tâbiûndan olan zevat bu ismi en şerefli bir unvan olarak görmüşlerdi. Tâbiûndan sonra gelenlere ise Etbâu´t-tâbiîn adı verilmişti.
Bunlardan sonra halk ihtilafa düştü, dereceleri birbirinden farklı ve yekdiğerine zıt tipler ortaya çıktı. Bunun sonucu olarak dinin hükümlerine büyük bir dikkat ve hassasiyetle riayet eden insanlara zühhâd ve ubbâd (zâhid ve âbidler) adı verildi. Daha sonra bid´at mezhepleri ortaya çıktı. Her mezhep öbürü ile çekişmeye ve halkı kendisine davet etmeye başladı. Böylece her mezhep zâhidler zümresinin kendi içinde bulunduğunu iddia etti durdu. Bunun neticesi olarak, «her nefeste Allah Taâlâ ile olma» halini koruyan ve kendilerine arız olan gaflet musibetlerinden sakınmaya çalışan Ehl-i sünnetin ileri gelenleri Mutasavvıf (ve meslekleri için de tasavvuf) adını alarak öbürlerinden ayrılmışlardır. Bu zümrenin büyükleri hicrî ikiyüz senesinden evvel bu isimle meşhur olmuşlardır. Biz bu bölümde ilk tabakadan, son zamandaki tabakaya varıncaya kadar tasavvuf yolunun şeyhlerinden bir cemaatın adını zikrederek, Allah Taâlâ´nın izni ile sûfiliğin esaslarını ve âdabını belirtecek şekilde mutasavvıfların hal, hareket ve sözlerinden bahsedeceğiz (1).