(Keramet bahsini Vrş: Luma, s. 315, 318, 332; Ta´arruf, s. 71; Keşfu´l-mahcûb, s. 276, ;3; Yâfiî, Ravju´r-riyahîn, s. 16; îbn Teymiye, el-Fur-kân, s. 72.)
Üstad Kuşeyrî der ki: Evliyadan kerametin zuhur etmesi Allah Taâlâ´nın kudreti dahilinde bulunduğunu bilmek vacip olunca, vücuda gelmesinin imkânına engel olan hiç bir şeyin bulunmadığı anlaşılmış olur.
Kerametin zuhur etmesi, keramet sahibi şahsın (mânevi) hâllerinde doğruluk üzere bulunduğunun alâmetidir. Hâllerinde sâdık olmayan bir kimseden keramet nevinden olan bir şeyin zuhur etmesi caiz değildir. Hâllerinde sâdık olan ile yalancı olanın arasını istidlal yolu ile ayırdedebilmek için, kadîm olan Hakk Taâlâ´nın kerameti bize tarif etmiş olması tasavvur edilen bir husustur. Bu ise, davasında yalancı olanlarda bulunmayan bazı şeylerin velilerde mevcut olması ile mümkün olur. Bu husus ise biraz önce işaret ettiğimiz kerametten başka bir şey değildir. Kerametin harikulade (tabiat kanunlarının üstünde) bir fiil olması, velayetle muttasıf olan bir kimseden teklif zamanında (dünyada) zuhur etmesi ve onun hâlini tasdik edici mahiyette bulunması şarttır (180).
180. Keramet, âdetullah ve sünnetullah dediğimiz tabiat kanunlarının üstünde ve hatta onlara aykırı olan bir hâdisedir. Mucize ve keramet konusu, tabiat kanunlarının hükmünü aralıksız ve kesintisiz sürdürmesi, hiç istisna kabul edilmemesi mânasına gelen determinizm (muayyeniyet, icabiyye) zihniyeti ile uyuşmaz. Fakat özellikle psikolojik konularda her şeyin determinizm anlayışı ile halledilmesi imkânı da yoktur.
Tabiat kanunlarının istisnaları ve bazı hallerde iş görmedikleri, tesirli olamadıkları bazı sahalar mevcuttur. Bu istisnalar fizikten psikolojiye doğru gelindikçe artmaktadır. Maddî sahada çok ender olan istisnalar ruhi olaylar alanında nadir hale gelebilmektedir, İşte bu ender ve nadir haller, mucize ve keramet dediğimiz hadiselerin vücuda gelmesine imkân vermektedir. Fakat ender ve nadir halleri, bu durumdan çıkarıp umumî, şâyî ve şümullü haller durumuna getirmek; aslında fazla önemli olmayan bu gibi hususları çok ehemmiyetli ve birinci derecede değerli hadiseler şeklinde takdim etmek her şeyden evvel dini değerlere ve tasavvufî anlayışa zarar vereceğinden mahzurludur. Ama meselenin bu nevî yanlış yorumlara, istismarlara ve suistimallere elverişli olduğuna bakılarak kökten inkâr edilmesi veya hafife alınması da daha çok sakıncalıdır.
Bugün, parapsikolojide ve metapsişik olaylar üzerinde yapılan araştırmalar, tabiat kanunları ile kâbil-i izah olmayan bazı hadiselerin mevcudiyetini ve bir takım istisnaî hallerin var olduğunu göstermektedir: Teleknezi denilen ve insana, maddeye uzaktan tesir etmek mânasına gelen ilimlerden bahsetmektedirler. Ektoplazmi denilen tecessüd olayına tasavvufta da rastlanmaktadır. Gerisör; dua, okuma ve üfleme ile hastalara şifa veren insanlar tipi tasavvufta mevcuttur.
Keramet bir göz boyama, sihir, büyü, efsun, illüzyon, duyu yanılması ve yanıltılması meselesi değildir. Fakat yukarda saydıklarımızda bu durumlar olabilmektedir. Fevkalâde ve harikulade hadiselerin başlıca nevileri şunlardır:
1. Müslümanlardan zuhur ve sudur eden harikulade haller:
a) Mucize: Tebliğ görevine başladıktan sonra Nebilerden zuhur eder.
b) Irhâs: Tebliğ görevine başlamadan önce Nebilerden sudur eder.
c) Keramet: Velîlerden zuhur ve sudur eder.
c) Meunet: Sıkışık ve dar durumlarda kalan avamdan zuhur eder.
2. Gayr-i müslimlerden zuhur eden fevkalâde ve harikulade haller:
a) îstidrac: Nebileri tekzib, Allah´ı inkâr ve dinî hükümleri reddetmede aşırı giden azgın kâfirlerden zuhur eder. Kendilerinden harikulade hadiselerin zuhur ettiğini gören münkirlerin şımarıklıkları, kibirleri ve azgınlıkları artar. Bu gibi şeyler arttıkça hak edecekleri azap da artar. Merdivenin alt basamaklarından düşmekle üst basamaklarından düşmek arasındaki farka benzer.
b) İhanet: Yalancı peygamberlik iddiasında bulunanların, isteklerinin aksinin olmasıdır. Müseylemetu´l-Kezzab´a, tek gözü kör olan bir kişi getirilir, dua et de gözü iyi olsun, denilir. O da dua eder ama bu sefer adamın öbür gözü de kör olur.
c) Sihir: Büyü ve efsun denilen sihrin gerçek olup olmadığı konusunda âlimler ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre sihrin aslı vardır, bazılarına göre yoktur. Fakat hepsine göre de sihir yapmak haramdır. Lebid b. Asamm´ıh Hz. Peygamber´e sihir yaptığı, bunun tesirinin Resûlüllah´ta görüldüğü, Felak ve Nas surelerinin sihre karşı bir tedbir olmak üzere nazil olduğu kaynaklarda zikredilmektedir, bk. Buharı, Tıbb, 49; Müslim, Sihir, 17.
Kerametler iki çeşittir:
1. Sûrî ve kevnî keramet: Hissi ve maddî bir keramettir: Tayy-i mekân, su üzerinde yürümek, ihtiyaç zamanında yenecek ve içecek bulmak… gibi.
2. Manevî ve hakiki keramet: Bunlar ilim, irfan, marifet ve ahlâkla ilgili kerametlerdir. Bir kimse kötü bir huyunu atıp yerine iyisini koydu mu, en büyük keramet budur. Onun için, «İstikâmet kerametten üstündür. Çünkü keramet nefsin, istikâmet Rabbın senden istediği şeydin. denilmiştir. Hakiki ve büyük sûfiler ilim, irfan ve ahlâk sahasında yapılan değişiklikleri, ilerlemeleri, gelişmeleri ve yükselmeleri gerçek ve paha biçilmez kerametler olarak görmüşler, sûrî ve kevnî kerametlere fazla önem vermemişler, hatta zaman zaman bu nevi kerametlerin bir mekr-i ilâhî olabileceği, onun için de mahzurlar doğuracağı konusunda etrafındakileri ve mensuplarını aralıksız uyarmışlardır. Bir şeyhin ve velînin gösterebileceği en büyük keramet, bir münkirin mümin olmasına, hidayeti bulmasına vesile olmaktır.
Sufilerin kanaati şudur: «Mucizeler peygamberlerin davalarının hak olduğunu gösteren delilleridir. Peygamberliğin delili olan bir şey ise Peygamberlerden başkasında bulunmaz. Nitekim muhkem bir akıl ve sağlam bir muhakeme, âlim bir adamın ilim sahibi oluşunun delili olduğu için âlim olmayanlarda bulunmaz». Ebu İshak, «Evliyanın duanın kabulü nevinden kerametleri vardır, fakat peygamberlerin mucizeleri cinsinden kerametleri yoktur», derdi.
İmam Ebu Bekir b. Furek (r.a.) in kanaati ise şu idi: «Mucizeler Peygamberlerin doğru söylediklerinin delilleridir, mucize sahibi Peygamber olduğunu iddia ederse, mucize onun doğru söylediğini ispat eder, mucize sahibi veliliğe işaret ederse, mucize onun hâlinde sâdık olduğunu ispat eder ve bu hâl keramet ismini alır, mucize ismini almaz. Her ne kadar bu hâl mucize cinsinden ise de arada fark vardır. (Mucize tahaddi ile, keramet tahaddisiz zuhur eder).
İbn Furek (r.a.) derdi ki: «Mucize ile keramet arasındaki fark şudur: Peygamberler mucizeyi açıklamakla memurdurlar, kerameti saklı ve gizli tutmak ise veliler üzerine vaciptir. Resûlüllah (s.a.) mucize sahibi olduğunu iddia ediyor ve bunu katiyetle ifade ediyordu, velî ise keramet iddiasında bulunmaz, kendisinden zuhur eden hâllerin keramet olduğunu kesinlikle söyleyemez. Zira bu hâllerin bir mekr (oyun, istidrac) olması caiz ve mümkündür».
Zamanının teki Kadı Ebu Bekir (Bakillâni) (r.a.) der ki: «Mucizeler Peygamberlere mahsustur, kerametler velilere aittir. Velîlerin değil, sadece Peygamberlerin mucizeleri vardır, çünkü mucizede şart olan iddia ile bulunmaktır. Bizatihi (li-aynihi) mucize, mucize değildir, mucize birçok vasıflarla birlikte husule geldiği için mucizedir.
Keramet ise bir şahsın ıslahı nefes etmesine vesile ve vasıta olmaktır. Hal bu olduğu halde son zamanlarda manevî kerametten çok sûri keramete ehemmiyet verilmiş, menâkıbnâmeler âdeta efsane ve destan kitapları haline getirilmiş, her şeyin velî ve şeyhin himmeti ve irâdesi ile halledileceğine inanılmıştır. «Baba himmet!» diyen müridine, «Oğul gayret!» diye tavsiyede bulunan mürşitler bu noktayı gayet güzel tesbit etmişlerdir. Mutad sebeplere tevessül yerine, sadece olağanüstü hallerde ve bütün tedbirlerin bittiği ve çarelerin tükendiği zaman başvurulması gereken himmete müracaat edilmesi, îslâm cemiyetinde sebep, illet, gayret, çalışma, tedbir ve kendine güvenme gibi hususların zayıflamasına sebep olmuştur.
Kuşeyrî Risalesinde anlatılan keramet anlayışı, sonraki mutasavvıflarda benimsenen keramet anlayışından çok daha fazla naslara yakındır.
Bunlardan biri nübüvvet davasıdır. Veli nübüvvet davasında bulunmadığı için, ondan zuhur eden şey mucize değildir».
İtimat ettiğimiz görüş, iştirak ettiğimiz kanaat, hatta kendimize din bildiğimiz inanç budur.
Bu bir şart müstesna, mucizelere ait şartların hepsi veya çoğu keramette de bulunur. Şüphe yok ki, keramet hadis bir fiildir. Bu fiil âdeti nakz eder. (Tabiat kanunlarını işlemez hale getirir) ve teklif zamanında (dünyada) husule gelir. Keramet, kendisinden zuhur eden bir kula hususiyet ve fazilet bahşeder. Bazan kulun irâdesi ve duasıyle vücuda gelir, bazan da gelmez. Bazı zamanlarda ise kulun irâdesi dışında zuhur eder. Veli, halkı kendine davet etmekle memur değildir. Fakat ehil olan bir kimse bu neviden bir şey izhar etse caiz olur. (Velînin halkı Hakk´a davet etmesi vacip, kendine davet etmesi ise vacip değildir, sadece caizdir, halbuki Nebi halkı hem Hakk´a hem de kendisine davet eder, Nebi nübüvvetini kabul ettirmekle mükellef olduğu halde, velî veliliğini kabul ettirmekle mükellef değildir).
Hakk ehli olanlar, velinin veli olduğunu bilmesi acaba caiz midir, yoksa değil midir, konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Ebu Bekir b. Furek (r.a.) derdi ki: «Velînin velî olduğunu bilmesi caiz değildir, çünkü bu kuldan korku hissini izâle eder, yerine emniyet duygusunu ikâme eder».
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ise bunu caiz görürdü. Bizim de tercih ve iştirak ettiğimiz görüş budur. Bu husus bütün veliler hakkında vacip değildir ki: «Her velinin veli olduğunu bilmesi vaciptir» sonucuna ve hükmüne varılsın, lâkin bazı velîlerin velî olduklarını bilmeleri caiz olduğu gibi, bazı velilerin de bunu bilmemeleri caizdir. Bazıları velî olduğunu bilirse, bu bilme sadece o velîye mahsus bir keramet olur.
Bir velîye mahsus kerametlerin hepsi aynen bütün velîlerde bulunması vacip değildir. Hatta bir velîden dünyada hiç keramet zuhur etmese, kerametin zuhur etmeyişi o veli için kusur ve ayıp sayılmaz. Halbuki Peygamberlerde durum aksinedir. Peygamberlerin mucizelere sahip olması vaciptir. Çünkü Peygamber halka gönderilmiştir, halkın ise onun davasında sâdık olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır, bu ise sadece mucize ile bilinir. Velînin hâli bunun aksidir. Çünkü veli olan bir kişinin velî olduğunu bilmesi, kendi üzerine vacip olmadığı gibi, halk üzerine de vacip değildir, sadece caizdir. Nitekim aşere-i mübeşşere, Cennetlik olduklarına güvenememişlerdir.
«Korku halinden çıkarır», diye velinin veli olduğunu bilmesini caiz görmeyenlerin bu gerekçelerine gelince, akıbetlerinin değişmesinden (ve sû-i hatimeden) korkmamalarında bir mahzur yoktur. Zira Hakk Taâlâ´nın celâline, azametine ve heybetine ait olmak üzere velîlerin kalblerinde hissettikleri korku duygusu, sû-i hatimeden ileri gelen korkudan daha fazla ve daha çoktur.
Malum olsun ki, velî kendisinden zuhur eden kerametle sükûn bulamaz, buna güvenemez, bunu mülâhaza edemez. Nice zamanlar olur ki velilerde keramet nevinden olan kuvvetli bir yakîn ve fazla bir basiret zuhur eder. (Keramet onları kuvvetli bir yakîne, büyük bir basirete sahip kılar). Böylece velîler kerametin, hakikati hâlde Allah´ın. fiili olduğunu idrâk ederler. Bu suretle benimsedikleri inançların sıhhatli olduğuna (kerametle) istidlal ederler.
Kısaca velîlerden kerametlerin zuhur etmesini caiz görmek vaciptir. Marifet ehli olan cumhurun görüşü budur. Keramet nev´inden olan haber ve menkıbeler tevatür haddine ulaşacak kadar çoktur. Bu rivayetler, prensip olarak kerametin mevcudiyeti ve velilerden zuhuru hakkında kuvvetli bir ilim hasıl edecek ve bu konudaki şüpheleri izale edecek mahiyettedir. Sûfîler arasında bulunanlar kerametle ilgili haber ve menkıbelerin tevatür haddine ulaştığını bilirler, bu durumda olanlar esas itibariyle bu hususta şüphe etmezler.
Kerametin delillerinden biri Süleyman (a.s.) ın adamı (Asaf) hakkında Kur´an´da nass olarak: «Göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman içinde sana tahtı ben getireceğim». (Neml, 27/40) buyrulmuş olmasıdır. Halbuki Asaf Peygamber değildi. Müminlerin Emiri Ömer b. Hattab (r.a.) dan sahih olarak cuma hutbesi esnasında-. «Ya Sâriye, dağaçekil !» dediği rivayet edilir. Bu bir haberdir. O saatte düşmanın bulunduğu yerden sakınarak dağa çekilmesi için o anda Hz. Ömer´in sesinin kumandan Sâriye´ye ulaştırılmış olması bir keramettir.
Su soru sorulabilir: Peygamberlerin mucizelerinde bulunan mânadan daha fazlasını ihtiva eden bu nevi kerametlerin zuhuru nasıl caiz olur Velîleri peygamberlere tafdil etmek caiz midir?
Cevap: Bu nevi kerametler Peygamberimiz (s.a.) in mucizelerine ilhak edilir. (Keramet mucizenin lâhikasıdır). Çünkü müslümanlığında sâdık ve samimi olmayan hîç bir kimsede zuhur etmez Ümmeti içinde biri vasıtası ile, kendisinden keramet zuhur eden bir Peygamberin bu kerameti aslında bu Peygamberin mucizelerinden sayılır.
Keramet ve füyûzatın misâli, içi bal ile dolu olan ve balı dışarı sızdıran tuluktur. Bu tuluktan sızan şeyler bütün velilerin sahip oldukları (keramet ve) füyûzat gibi şeylerdir. Tuluğun içinde bulunan ise Peygamberimiz (s.a.) e ait olan şey gibidir».
Kerametler, bir duanın kabul edilmesi, zahirî ve maddî bir sebep olmadan fakru zaruret zamanında yemek izhar edilmesi, susuzluk vaktinde su husule getirilmesi, uzun mesafelerin kısa sürede kolaylıkla katedilmesi, düşman eline düşen birinin kurtarılması, hatiften bir hitabın işitilmesi veya bunlara benzeyen harikulade fiil nevileri şeklinde zuhur eder.
Malum olsun ki: Allah´ın kudreti dahilinde bulunan şeylerin çoğunun velîlerin kerameti olarak zuhur etmesinin caiz olmadığı bugün kesinlikle, yani zarurî olarak veya zarurete benzer bir şekilde bilinmektedir. Annesiz ve babasız bir insanın vücuda gelmesi, maddenin hayvan ve canlı hale getirilmesi gibi ki, bunun örnekleri çoktur. (Yani ilâhî kudrete nazaran mümkün olan her şey velîden keramet olarak zuhur edemez, fakat Nebi için mucize olan bir şeyin veli için keramet yolu ile husule gelmesi caizdir).
Velinin mânası nedir diye sorulursa, şöyle cevap verilir: Velî nin iki mânaya gelmesi ihtimali vardır. Velî «feîl» vezninde mübalağalı ism-i faildir. Alîm, Kadir v.s. gibi. Buna göre velî, araya isyan ve günâh hâli girmeden devamlı olarak ibadet ve itaat hâlinde bulunan kimse mânasına gelir. Velînin «feîl» vezninde ism-i mefûl olması da caizdir. Katil, maktul ve carîh, mecruh mânasına geldiği gibi. Buna göre velî daimi ve ebedi olarak Hakk Taâlâ tarafından muhafaza ve himaye edilen kimse mânasına gelir. Velîyi koruma işini (tevelli) Allah üzerine almıştır. Allah velî olan kulu için hizlân yaratmaz, yani asi ve günahkâr olmak için ona kuvvet vermez, veli olan kuluna tevfikini devam ettirir, yani taatte bulunmak için ona şevk ve kuvvet verir.
Veli masum (ismet sahibi, gunahsız, hatasız, mıdır: diye sorulursa, şöyle cevap verilir-. ´Velinin masum olması Peygamberlerde olduğu gibi vaciptir´, mânası kastedilmek isteniyorsa bu mümkün değildir. Fakat: ´Velîden şer, fesad, âfet ve hata zuhur edebilir, fakat veli mahfuzdur, bu gibi günahlarda ısrar etmez´, mânası kastedilmek isteniyorsa, bunun evliyanın vasfı olması imkânsız değildir.
Cüneyd´e Arif ve veli zina eder mi ey Ebu Kasım diye sorulunca uzun müddet başını eğmiş, düşünmüş sonra başını kaldırmış ve: «Allah´ın işi takdir edilen bir kaderdir». (Ahzab, 33/38) demişti. (Yani, Allah takdir ettiyse veli zina eder, fakat tevbe ederek Allah´a rücû eder, günah veli olmaya engel değildir. İsmet ve masum olmak günah işlememek demek olup Peygamberlere mahsustur. Hıfz ve mahfuz, günahta ısrar etmemek demek olup evliyaya mahsusdur. Çünkü veliler lâ-yuhtî değillerdir).
Velilerden korku hâli sakıt olur mu diye sorulsa şöyle cevap verilir: Büyük velîlerde galip olan korku hâlidir. Yukarıda izah ettiğimiz gibi, nâdir olarak veliden korku hâlinin düşmesi ise imkânsız değildir. Seriyyu´s-Sakatî diyor ki: «Birisi içinde çok miktarda ağaç bulunan bir bahçeye girse, her ağaç üzerinde bulunan bir kuş bu adama fasih bir lisan ile: Ey Allah´ın velîsi, Selâmün aleyküm! dese ve bu kişi bunun bir mekr (oyun, istidrac) olduğundan korkmasa, bu o zat için bir mekr ve oyun olmuş olur». Sûfilere ait bu gibi daha pek çok menkıbe vardır.
Bir keramet olmak üzere Allah Taâlâ´yı dünyada baş gözü ile görmek caiz midir diye sorulursa, şöyle cevap verilir: Kuvvetli olan görüşe göre bu caiz değildir. Çünkü bu hususta icma vardır. îmam Ebu Bekir b. Furek (r.a.) in Ebu´l-Hasen Eş´ari´ye ait er-Rü´yetü´l-kebîr isimli eserinde bu konuda iki görüş bulunduğunu hikâye etti-
181. Velî, ism-i fail mânasına alınırsa Allah´ı seven, O´nu dost bilen, itaat hâlinde bulunan kul demek olur; ism-i mefûl mânasına alınırsa Allah tarafından sevilen, himaye edilen ve işleri görülen kul demek olur.
Şimdi velî olan bir zâtın akibetinin değişmesi caiz midir diye sorulsa şöyle cevap verilir: Hüsn-i hatimeyi, en mükemmel şekilde hatm-ı enfâs (nefesleri sona erdirmek) etmeyi veliliğin şartı olarak görenlere göre bu caiz değildir. ´Şimdi hakiki olarak mümin olan bir kimsenin sonradan hâlinin değişmesi mümkündür´, kanaatinde olanlara göre, hâlde velî ve sıddîk olan zatın sonradan hâlinin değişmesi caizdir. Bizim tercih ettiğimiz görüş de budur.
Velînin akıbetinin emin olacağını, sonunun değişmeyeceğini ve hüsn-i hatime ile gideceğini kerametleri cümlesinden olarak bilmesi caizdir. O zaman bu mesele, yukarıda zikrettiğimiz, velinin velî olduğunu bilmesi caiz midir, değil midir konusuna girer.
“Mekr (oyun ve istidrac) korkusu velîden zail olur mu diye sorulsa, şöyle cevap verilir: Eğer velî müşahede (ve ilâhi cemâli temaşa) makamında istilâm ve istiğrak hâlinde ise, his ve şuurunu kaybetmiş bir vaziyette bulunuyorsa, hâlin istilâsına uğradığı için hisleri mahvolmuşsa, bilmek lazımdır ki, korku (gaybet halinde bulunanların değil, sadece) huzur ve sahv hâlinde bulunanların sıfatıdır.
Halkın hiç bir şeyine tamah etmemek
Hakaret için dili salıvermemek, halkın kötülüklerini görmekten sakınmak,
dünya ve âhirette hiç bir kimseye hasım olmamak.
Malum olsun ki: Evliyada zuhur eden kerametlerin en büyüğü, devamlı olarak ibadet ve taat işlemeye muvaffak kılınmak, günahtan ve emre muhalefetten korunmaktır.
Evliya üzerinde kerametin izhar edildiğine dair Kur´an´dan şahit, Hakk Taâlâ´nın Meryem (a.s.) hakkındaki şu sözüdür: «Zekeriyya, mihrapta bulunan Meryem´in yanına her girişinde orada rızık bulur ve bunlar nereden geliyor diye sorar, Meryem ise, o Allah´ın nezdindendir, derdi». (Âlu îmran, 3/37) Halbuki Meryem ne Nebî, ne de Resul idi. Başka bir âyette Hakk Taâlâ şöyle buyurmuştur: «Hurmanın şu kuru dallarını sallayıver, sana devşirilmiş yaş hurmalar düşecektir». (Meryem, 19/25) Hurmanın düşmesi hadisesi yaş ve taze hurma toplama mevsiminde değildi. Kehf ashabının kıssası ve köpeklerinin kendileri ile konuşması gibi. Bunlarda zuhur eden acaip ve garip haller de kerametin delilleridir. Zülkarneyn kıssası ve Hakk Taâlâ´nın başkalarına vermediği imkân ve kudreti ona vermesi de kerametin Kur´ân´daki delilidir. Hızır (a.s.) in elinden zuhur eden duvar düzeltme v.s. gibi hâller Hz. Musa´nın bilmediği şeyleri Hızır´ın bilmesi gibi hususlar da bu nevidendir. Bunların hepsi Hızır (a.s.) a mahsus harikulade hâllerdir. Halbuki o nebî değil, sadece velî idi.
Sahiv halinde velîde galip olan nedir diye sorulsa, şöyle cevap verilir: Evvela Hakk Taâlâ´nın hukukunu ifa etmekte sâdık ve samimi olmak, her halü kârda halka rıfK ve şefkatle muamele etmek, sonra merhamet kanatlarını bütün halk üzerine yaymak, sonra halktan gelen eza ve cefaya güzel bir davranış şekli ile tahammüle devam etmek. Aziz ve Celil olan Allah Taâlâ´nın önce halka ihsanda bulunanları mükafatlandıracağını unutmamak.
182. Bu konuyu krs: Luma, s. J50, 428; Ta´arruf, s. 42; Keşfu´l-mahcöb, s. 457.
Hadislerde rivayet edilen keramet menkıbeleri
Bu konuda rivayet olunan haberlerden biri rahip Cüreyc men-kıbesidir.
Resûlüllah (s.a.) söyle buyurmuştur-. «Beşikte iken konuşan sadece üç kişi vardır. İsa b. Meryem, Cüreyc zamanındaki bir bebek ve başka bir bebek. Hz. isa´nın nasıl konuştuğunu biliyorsunuz. Cüreyc´e gelince: Cüreyc, îsrailoğulları zamanında yaşayan âbid bir zat idi. Bir annesi vardı, bir gün namaz kılarken annesi onu özledi ve: Ey Cüreyc, diye bağırdı. Cüreyc: Ya Rab! Namazımı kılmam daha önemli diye düşünerek cevap vermedi. Annesi onun cevap vermeyişine kızarak iftiraya uğraması için beddua etti.
ısrail oğullarından bir kadın Ben Cüreyc´i fitneye düşüreceğim, onu baştan çıkaracağım ve zina etmesini sağlayacağım, dedi. Cüreyc´e geldi. Fakat hiç bir şey yapamadı. Geceleri Cüreyc´in tekkesine gelip sürüsü ile orada yatan bir çoban vardı. Fahişe Cüreyc´i baştan çıkarmaktan âciz kaldığını anlayınca gitti, kendini çobana teslim etti. Çoban fahişe ile zina etti ve fahişenin bir çocuğu oldu. Fahişe bu çocuğun Cüreyc´den olduğunu söyledi. İsrâiloğulları Cüreyc´e geldiler ve tekkesini başına yıktılar, sövdüler, saydılar. Cüreyc namaz kıldı, dua etti ve eli ile bebeğe dürttü. (Burada İbn Şîrîn, Ebu Hureyre´nin şunu eklediğini ilâve etmiştir: Sanki ben Resûlüllah (s.a.) in Cüreyc´in hâlini hikâye ederken eli ile işaret ederek-. Ey çocuk, baban kimdir dediğini görür gibiyim). Bebek: Babam falan çobandır, dedi. Bunu gören isrâiloğulları yaptıklarına pişman oldular, Cüreyc´den özür dilediler ve tekkeni yeniden fakat altından veya gümüşten inşa edeceğiz, dediler. Lâkin o buna razı olmadı ve tekkesini bizzat kendisi eskisi gibi inşa etti. öbür bebeğe gelince, emzirmekte olduğu bir bebeğe sahip olan bir kadın vardı. Bir gün güzel ve yakışıklı bir delikanlı bu kadının yanından geçti. Kadın: Allah´ım! Oğlumu şu genç gibi kıl, dedi. Fakat bebek: Allah´ım! Beni bunun gibi kılma, dedi. (Hadisin râvisi İbn Şirin, Ebu Hureyre´nin şunu ilâve ettiğini ifade etmiştir: Sanki ben meme emen bebeğin böyle söylediğini hikâye eden Resûlüllah (s.a.) ı görür gibiyim). Sonra kadının yanından; hırsızlık yaptığı, zina ettiği ve bu sebeple ceza gördüğü söylenen bir kadın geçti. Anne kadın: Allah´ım! Çocuğumu bunun gibi kılma, dedi. Bebek yine dile geldi ve: Allah´ım! Beni bunun gibi kıl, dedi. Anne bebeğine: Neden böyle konuşuyorsun dedi. Bebek dedi ki: Gördüğün genç zâlim ve gaddarın biri idi. Bu kadına gelince, hakkında zina etti, denilmiştir, ama zina etmemiştir, hırsızlık yaptı, denilmiştir, ama hırsızlık yapmamıştır. Kendisine bu nevi ithamlar yapılırken o: Hasbünallah = Allah bana kâfidir, demiştir» (183).
Bu hadis Sahih´de (Buhari´de) rivayet edilmiştir. Sahih hadis kitaplarında rivayet edilen meşhur «mağara hadisi» de bu nevidendir.
183. Buharî, Enbiya, 48; Müslim, Birr, 2.
Üç genç bir mağaraya girerler. Aniden mağaranın kapısı kocaman bir taş ile kapanır Bir türlü taşı iteklemeye muvaffak olamazlar. Çare olarak her birimiz Allah için yaptığı en büyük iyiliği vesile ederek kurtulmamız için dua etsin diye kararlaştırırlar. Birinci söze başlar. Benim ihtiyar anne ve babam vardı. Onlara süt vermeden evvel aileme, (süt) ve hayvanlara su içirmezdim. Bir kere bir ağaçla uğraştığımdan o akşam süt içirmek için yetişemedim, ben gelince onlar uyumuşlardı. Akşam içeceklerini hazırlamış, getirmiş, fakat onları uyur vaziyette bulunca uyandırmaktan çekinmiş, lâkin onlardan önce aileme (süt) ve hayvanlara su vermeyi hoş bulmamış, elimde kadeh sabaha kadar uyanmalarını beklemiştim. Nihayet şafak sökerken uyandılar ve akşama ait içeceklerini içtiler. Ya Rab, ben bu işi sırf Senin rızân için yaptıysam; bizi, içinde bulunduğumuz durumdan kurtar. Bunun üzerine mağaranın ağzını kapatan kaya biraz açıldı, fakat açıklık oradan çıkılacak kadar değildi».
Resûlüllah (s.a.) buyurdu ki: «İkinci zat şöyle dua etmişti: Allah´ım, amcamın bir kızı vardı. İnsanlar içinde en çok sevdiğim o idi. Bir kere ona sevişme teklif etmiştim, lakin o reddetmişti. Fakat bir kıtlık senesinde kız sıkıntıya düştü. Bana geldi, beni muradıma nail kılması için yüzyirmi dinar verdim, o da kabul etti. Onunla başbaşa kalıp istediğimi yapacağım zaman bana: Mührü haksız bir şekilde bozman senin için helal olmaz, dedi. Bunun üzerine arzumu yerine getirmeyi sakıncalı buldum ve ondan yüz çevirdim. Halbuki benim için insanların en sevimlisi o idi. Verdiğim altınları da ona bırakmıştım. Ya Rab, eğer bunu sırf Senin rızânı kazanmak için yaptıysam bizi içinde bulunduğumuz durumdan kurtar! Bunun üzerine kaya biraz daha açıldı, fakat yine de çıkmaya kadir olamamışlardı».
Resûlüllah (s.a.) üçüncü zatın şöyle dua ettiğini ifade buyurmuşlardı: «Allah´ım, ben işçi çalıştırır, hepsine de ücretlerini öderdim. Bir kere bir işçi çalıştırmıştım, fakat o ücretini almadan savuşup gitmişti. Parasını kâr getirecek şekilde işlettim. Adam bir zaman sonra geldi ve: Ey Allah´ın kulu, ücretimi ver, dedi. Şu gördüğün develer, davarlar ve köleler hep senin ücretindir, al ve git, dedim. Adam: Ey Allah´ın kulu, benimle dalga geçme, dedi. Hayır, seninle dalga geçmiyorum, dedim Bunun üzerine adam malların hepsini aldı ve sürdü götürdü, geriye hiç bir şey bırakmadı. Ya Rab, eğer ben bunu Senin rızânı kazanmak için yaptıysam, bizi içinde bulunduğumuz sıkıntılı durumdan kurtar dedi ve kaya biraz daha açıldı. oradan selametle çıkıp kurtuldular.
Aşağıdaki haber de bu nevidendir.
Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Adamın biri sığırı sürüp götürürken hayvanın sırtına bir şeyler yüklemişti, öküz adama döndü ve: Ben eşya taşımak için yaratılmadım, dedi». Bunu dinleyenler: Sübhanallah, sığır da mı konuşurmuş, dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.), «Ben, Ebu Bekir ve Ömer buna inanırız», buyurdu (185).
Üveys Karâni (Veysel Karânî) menkıbesi, Ömer b. Hattab (r.a.) ın bu zatta müşahede ettiği hâl ve hareket, sonra Üveys´in Heren b. Hayyan´la görüşmeleri, bunlardan her birinin daha önce yekdiğerini tanımadıkları halde ad söyleyerek birbirine selâm vermeleri… Bunlar harikulade şeylerdir. Çok meşhur olduğu için Veysel Karânî menkıbesini anlatmıyoruz (186).
Sahabe ve tabiûndan sonra bunları takip eden nesilden istifaze ve şöhret haddine ulaşacak kadar çok kerametler zuhur etmiştir. Bu konuda birçok kitap yazılmıştır. Bu menkıbelerden bir kısmına kısaca işaret edeceğiz, inşallah Taâlâ…
Bunlardan biri îbn Ömer´le ilgilidir. îbn Ömer bir sefer esnasında, yolları arslan tarafından kesildiği için bekleyen bir cemaata rastladı. Gitti arslanı oradan kovdu ve yollarını açtı, sonra: «İnsanoğluna korktuğu şey musallat kılınır, insan Allah´tan başka hiç bir şeyden korkmasa, ona hiç bir şey musallat kılınmaz», dedi. Bu bilinen bir haberdir.
Rivayet olunur ki Resûlüllah (s.a.) ´Alâ b. Hadramî´yi, bir gaziler cemaatı ile birlikte bir yere göndermişti. Gidecekleri yer ile, bulundukları yer arasında bir deniz parçası vardı. ´Alâ b. Hadramî ism-i a´zam duasını okudu ve arkadaşları ile su üstünde yürüdü (ve Bahreyn´e vardı).
184. Buharî, Edeb, 5; Müslim, Zikir, 27.
185. Buharl, Enbiya, 54; Müslim, Fazaüü´s-sahâbe, 1. Aynı hadise göre bir kurt bir sürüden bir koyun 186. Müslim. Fazâilü´s-sahabe. 55.
Toz toprak, elbiseleri eski ve kendilerine önem verilmez nice insanlar vardır ki, Allah´ım, şu işi şöyle yap (veya Allah şu işi şöyle yapacaktır) diye yemin etseler, Allah onları yeminlerinde yalancı çıkarmaz». Resûlüllah bunu söylerken hangi şeylerle Allah Taâlâ´ya yemin ve dua edileceği konusunda bir tefrik yapmadı. (Yani hangi isim ve sıfatlarla dua edileceğinden ziyade, hangi kalp ve itikad ile dua edileceği önemlidir) (188).
Bu haber ve hadisler çok meşhur olduğu için senetlerini terketmiş bulunuyoruz.
Sehl b. Abdullah´ın şöyle dediği rivayet edilir: «Bir kimse hulûs-i kalp ile sâdık ve samimi olarak dünyada zühd hayatı yaşarsa, ondan kerametler zuhur eder, eğer böyle yaptığı halde keramet zuhur etmeyen biri çıkarsa, bu onun zühdde sâdık olmamasındandır». Sehl´e böyle yapan zata keramet ne şekilde zuhur eder diye sorulunca: «Dilediğini dilediği gibi ve dilediği yerden alır», dedi.
Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştu: «Bir adam bir kelime ile zikir yaparken buluttan bir nida işitmiş, buluttan (melekten) gelen ses şöyle diyordu: Falanın bağını sula! Bunun üzerine bulut o bağın üzerine geldi ve suyunu oraya boşalttı. Sesi işiten zat bulutu takip etmiş ve sahibinin namaz kıldığı bir bağa gelmiş ve adama: İsmin nedir diye sormuş. O adını söyleyerek: Falan oğlu falanım, demişti. Adam bağ sahibine: Bağın meyvelerini devşirdiğin zaman bunu ne yapacaksın diye sordu. Bağ sahibi: Bunu neden soruyorsun dedi. Adam: Buluttan işittiğim bir ses: Falanın bağını sula, demişti de ondan, dedi. Bağ sahibi: Hâ, öyle desene, dedi ve anlattı. Bağın mahsulünü devşirdiğim zaman bunu üçe böleceğim, üçte birini kendime ve aileme, diğer üçte birini bağın masraflarına, geriye kalan üçte birini fakir, fukara ve yolda kalmışlara harcayacağım» (189).
187. Buharî, Men&kıb, 25; Müslim, Salâttt´l-müsaflrîn, 36.
188. Müslim, Birr, 40; Tirmizî, Meaâkıb, 54.
189. Müslim, Fazâilu´s-sâhabe, 55.
Miskin ve yoksul insanlar Sehlin yanına gelirlerdi. Sehl de onları bu odaya alır, misafir eder, et yedirir, sonra da salıverirdi. Ebu Nasr diyor ki: Tuster halkının hepsinin bu hususta ittifak ettiklerini ve bunu kimsenin inkâr etmediğini görmüştüm. Bu kanaatta olanlar büyük bir kalabalık teşkil ediyordu».
Hamza b. Abdullah Alevi diyor ki: «Ebu´l-Hayr Tinâti´nin yanına gitmiştim. İçimden, yanına girer, selâm verir ve yemeğini yemeden çıkar giderim, diye azmetmiştim. Yanından çıkıp bir miktar yürüdükten sonra; bu zatın içinde yemek bulunan bir sini ile arkamdan geldiğini farkettim. Şöyle diyordu: Ey delikanlı, şu anda (yemek yememe) azmini yerine getirmiş bulunuyorsun, artık gel ve şu yemeği ye». Ebu´l-Hayr Tinâtî kerametle meşhur olan bir zattır.
İbrahim Rakki´nin şöyle dediği rivayet olunur: «Bir kere selâm vermek için Ebu´l-Hayr´ın yanına gitmiştim. Akşam namazını kılmış, fakat (ucmelik ve pelteklik sebebiyle) fatihayı doğru dürüst okuyamamıştı. Kendi kendime: Bu zatı ziyaret için boşuna sefere çıktım, dedim. Selâm verdim, oturdum ve sonra taharet için dışarı çıktım, bir arslanm üzerime geldiğini görünce geri döndüm ve-. Bir arslan üzerime yürüdü, dedim. Ebu´l-Hayr dışarı çıktı ve arslana bağırdı. Onu kovdu ve: Ben sana misafirlerimize dokunma dememiş miydim, dedi. Bunun üzerine arslan bir tarafa çekildi, ben de taharetimi yaptım. Tekrar Ebu´l Hayr´a geldiğimde: Zahiri şeyleri (ve kıraati) düzeltmekle meşgul oldunuz, onun için arslandan korktunuz. Biz kalbimizi düzeltmekle meşgul olduk, onun için arslan bizden korktu, dedi».
Derler ki: Cafer Huldi´nin bir yüzük kaşı vardı. Bir gün bunu Dicle nehrine düşürdü. Kaybolan bir şeyi bulmada, tesiri tecrübe ile sabit olan bir dua biliyordu. Bu duayı okudu. Bunun üzerine yüzük kaşını aradığı yaprakların içinde buldu.
Ebu Hatim Sicistâni, Ebu Nasr Serrac´dan duanın şu olduğunu işitmiştim demiştir: «Ey vukuunda şüphe olmayan kıyamet gününde halkı toplayan, kaybettiğim şeyle beni bir arada topla».
Ebu Nasr Serrac diyor ki: «Ebu Tayyip Akki bana bir Risale gösterdi. Bu Risale, kaybettiği şey için bu duayı okuyup da yitiğini bulanların isim listesini ihtiva etmekte idi. Risalede birçok yaprak ve sayfa, vardı».
Ahmed Taberâni Serahsi (r.a.) ye: Senden hiç keramet zuhur varaır ki, twicxiuvim zuııuı unuan tır. Bir kimse kâinatta Allah´tan başka bir mevcut (veya mûcid) görmezse, ister murad ve tabiî bir fiil görsün, ister harikulade bir fiil görsün müsavidir, arada bir fark yoktur».
Muhammed b. Ahmed Sûfî´nin, Abdullah b. Ali´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Ebu Hasan Basrî diyor ki: Abadan´da harabelerde yatıp kalkan fakir ve siyah bir adam vardı. Yanıma bir şey (gıda) alarak onu aramaya gittim. Gözü bana çarpınca tebessüm etti ve eli ile yere işaret etti, yerin pırıl pırıl altınlarla dolu olduğunu gördüm, sonra bu zat: Yanındakini ver, dedi. Getirdiğim şeyi verdim. Adamın durumu içime öyle bir heybet saldı ki, orada durmadan kaçtım».
Mansur Mağribi´nin şunu anlattığını işitmiştim: «Ahmed b. Atâ Ruzbârî demiş ki: Taharet hususunda çok titiz davranır ve sık dokur ince elerdim. Çok su döktüğüm için bir gece canım sıkılmıştı, kalbim sükûn ve huzur bulmadı ve: Ya Rab! Af fimi dilerim, dedim. Hatiften şöyle bir ses işittim: Af ilimdedir. (Şeriat ilmine tâbi olanlar affedilirler). Bunun üzerine içimdeki sıkıntı zail oldu». (Allah duamı kabul etti ve taharetle ilgili vesveseyi kalbimden defetti).
Mansur Mağribî´den şunu işittim: «Bir kere Ahmed b. Atâ Ruz-bâri´yi sahrada yerde otururken görmüştüm, seccadesiz idi, üzerinde davar gübresinin eserleri vardı. Ey şeyh, şu davar gübresinin eserleri değil mi (eskiden sen buna karşı titiz ve vesveseli değil mi idin) dedim. Bu konuda fakihlerin ihtilâfı var, dedi». (Böylece vesvese hâlinin zail olduğunu fukahanın ihtilâfından istifade etmek istediğini anlattı).
Ebu Süleyman Havvas diyor ki: «Bir gün eşeğe binmiştim, sinekler eziyet veriyor, onun için eşek başını durmadan eğiyor ve ben de elimdeki deynekle eşeğin başına vuruyordum. Nihayet eşek kafasını kaldırdı ve: Vur, dedi. Şüphe etme ki bu dayak yarın senin başına inecektir». Hüseyin Râzî, Ebu Süleyman´a, «Bu gerçekten vâki oldu mu » diye sormuş. O da: «Evet, tıpkı işittiğin gibi», demişti.
İbn Atâ´nın şöyle söylediği bilinmektedir: «Ebu Hüseyin Nuri şöyle demiştir: Kerametler konusunda içimde bir ukde vardı. Bir kere çocukların kullandıkları bir oltayı aldım ve iki kayık arasında durarak: İzzetine yemin ederek söylüyorum, şu olta ile üç okkanm çıkarılmasını hak etmişti. însan keramet istememelidir), demiştir.
Cüneyd´in üstadı Ebu Cafer Haddad anlatıyor: «Mekke´de idim, saçım uzamıştı, saçımı alacak ve düzeltecek bir âletim yoktu. Mü-zeyyin´e geldim, onda hayır sezmiştim. Dedim ki: Allah Taâlâ için saçımı alır mısın Evet, memnuniyetle, dedi. Yanında dünya uşağı olan bir zengin vardı. Onu yanından savdı, beni yanına oturttu ve saçımı tıraş etti. Sonra, bana içinde para bulunan bir kâğıt verdi ve: İhtiyaçlarının bir kısmını görmek için bundan faydalan, dedi. (Hem tıraş etti, hem para verdi). Parayı aldım, fakat buna karşılık elime geçen ilk şeyi getirip Müzeyyin´e ikram etmeye azmettim. Mescide geldim, dostlarımdan biri yanıma gelerek: Basra´daki dostlarından birinden sana içinde üç yüz dinar bulunan bir kese geldi, dedi. Keseyi aldım, doğru Müzeyyin´e getirdim ve: Bu parayı bir takım işlerin için kullanabilirsin, dedim, fakat o bana: Ey şeyh! Utanmıyor musun Hem bana Allah için saçımı tıraş et, diyorsun, hem de senden bir şey almamı istiyorsun, böyle şey mi olur, hadi işine dön, Allah sana afiyet versin, dedi». (Velî iyilik yapar ama karşılık istemez, hizmete karşılık alırsa, o iş Allah için olmaz).
îbn Sâlim anlatıyor: «İshak b. Ahmed vefat ettiğinde Sehl b. Abdullah onun tekkesine geldi ve burada bir sepet buldu, içinde iki kavanoz vardı, kavanozun birinde kırmızı, diğerinde beyaz bir şey vardı, ayrıca bir parça altın, bir parça gümüş bulmuştu. Fakat o altın ve gümüş parçalarını Dicle´ye attı, kavanozlarda olan şeyi toprağa döktü. Halbuki îshak´ın borcu vardı. Ibn Salim, Sehl´e: Kavanozlarda ne vardı diye sordu. Sehl: Birinde öyle bir şey vardı ki tonlarca bakıra bu şeyden bir dirhem ağırlığınca atılsa, bu kadar bakırı altına çevirir, diğer kavanozdaki şeyden bir miskal, tonlarca kurşuna dökülse bu kadar çok kurşunu gümüşe çevirir, dedi. Bununla îshak´ın borcunu ödeseydi ne mahzuru vardı diye soran İbn Sâlim´e, Sehl: Ey dost, imânından korkmuştu, diye cevap vermişti». (Ishak bakırı altın yapan kimya sanatına vakıftı, fakat buna değil, Allah´a güveniyordu, şayet bakırı altın yapar da borcunu öderse, imânı eksilir diye endişe ediyordu).
Bize şu menkıbeyi dikte ettirmişti: Keramet sahibi olan Ebu Türâb Nahşebî ile bir kere sefere çıkmıştım. Benden başka yanında daha kırk kişi vardı. Bir ara fakr u zaruret içinde kaldık. Bu durumu gören Ebu Türâb yoldan ayrıldı ve biraz sonra bir salkım muz getirdi. Muzu yedik, fakat içimizde bulunan bir genç yemedi. Ebu Türâb ona: Ye, deyince: Ben malum olan şeyleri (ve önceden tâyin edilen ve hazırlanan rızkı) terketme hâlini gerçekleştirmeye azmettim, şu anda sen malumum oldun, artık seninle arkadaşlık yapmam, dedi. (Sen harikulade bir şekilde ve keramet yolu ile bize muz getirdiğin için bundan sonra birlikte yolculuk yaparsak Allah´a değil, sana güvenmiş olurum. Havvas da aynı mülâhaza ile Hızır ile yolculuk yapmamıştı). Bunun üzerine Ebu Türâb gence: İçine doğan kanaatla beraber ol, (ona göre hareket et), dedi».
Ebu Nasr Serrac, Bayezid Bistamî´den şunu hikâye etmiştir: «Üstadım Ebu Ali Sindî yanıma geldi ve elindeki dağarcığı silkeledi, baktık içinden mücevherler döküldü. Bunlar sana nereden geliyor dedim. Şurada bulunan vadiye gitmiştim. Baktım pırıl pırıl parlayan bir şeyler, aldım, buraya getirdim, (çakıl topladım mücevher oldu) dedi. O vadiye girdiğin zaman nasıl bir vakit ve hâl içinde bulunuyordun dedim. İçinde bulunduğum hâl, bir gevşeklik ve fütur geldiği vakit idi, dedi». (İnsan istiğrak hâlinde ne vadiyi, ne de vâdi-dekileri bilir, keramet yüksek hâlde zuhur etmez).
Bayezid Bistâmî´ye: Falan zat bir gecede Mekke´ye gidiyor, denildi, «Şeytan da bir anda meşriktan mağribe gider, fakat Allah´ın lânetindendir», dedi. Falan zat su üzerinde yürüyor ve havada uçuyor, denildi. «Kuş da havada uçuyor, balık da su üstünde yürüyor», dedi. (Marifet şeriatın ahkâmını tatbik etmektir, keramet göstermek değil).
Sehl b. Abdullah, «Kerametlerin en büyüğü kötü huylarından bir huyunu değiştirmendir», demiştir.
Abdurrahman b. Ahmed adında, Sehl b. Abdullah´ın sohbetlerine devam eden bir adam vardı. Bir gün: «Sehl, abdest alırken dökülen suların dallar arasında altın ve gümüş halinde aktığını, ikide bir görmekteyim», dedi. Sehl ona: «Bilmiyor musun ki: Bebekler ağladıkları zaman meşgul olmaları (ve sükût etmeleri) için kendilerine haşhaş (afyon) verilir». (Keramet seyr ve sülûkün başında sabit olur.
Cüneyd diyor ki: «Bir gün Seriyyu´s-Sakatî´nin yanına gittimm. Bana şunu anlattı-. Her gün yanıma bir serçe gelirdi, ekmek kırıntılarını ufalardım. o da elimden bunları yerdi. Bir kere serçe aşağıya doğru indi, fakat elime konmadı, kendi kendime-. Acaba bunun sebebi nedir (ne günah işledim ), diye düşündüm. Bir kere ekmeği katık yaptığım bir otla yediğimi hatırladım ve içimden: Bir daha bunu yemiyeceğim, diyerek tevbe ettim. Bunun üzerine kuş elime kondu, ve ekmeği yedi». (Keramet zühdün neticesidir).
Ebu Amr Enmâtî´nin şöyle dediği hikâye edilir: «Bir kere üstadımla çölde sefer yaparken yağmura yakalandık, korunabilmek için orada bulunan bir mescide girdik, fakat tavandan içeriye su akıyordu. Elimizde bulunan bir sırıkla lüzumlu yerleri düzeltmek için dama çıktık. Fakat sırık duvara yetişmedi. Bunu gören üstadım: Sırığı uzat, dedi. Ben de uzattım. Sırık eskiden yetişmeyen yerlere yetişecek kadar uzadı, ben de duvarın orasını burasını düzelttim».
Ebu Bekir Dakkak anlatıyor: «Benî İsrail çölünde yürürken, hakikat (ve tasavvuf) ilmi şeriata zıttır, diye hatırımdan bir düşünce geçti. Bir ağacın altından ve hatiften gelen bir sesin: Şeriata uymayan her hakikat küfürdür, dediğini işittim».
Sûfîlerden biri anlatıyor-. Hayru´n-Nessac´ın yanında bulunurken adamın biri geldi ve: Ey şeyh, dün ipliğini iki dirheme sattıktan sonra parayı ridanın ucuna çıkıladığını gördüm, ardından geldim, ridanızın ucunu çözdüm, parayı aldım, fakat şimdi avucum kapalı vaziyette kaldı, açılmıyor (özür ve af dilerim, bana dua buyur), dedi. Bunun üzerine Hayru´n-Nessac güldü ve eli ile bu adamın ellerine işaret etti, adamın elleri açıldı, sonra Hayru´n-Nessac adama: Hadi şimdi git, bu iki dirhemle ailene dilediğin şeyi al, fakat bir daha böyle bir şey yapma, dedi».
Ahmed b. Muhammed Sülemi´nin şöyle dediği rivayet edilir: «Bir gün Zunnûn Mısri´nin yanına gittim, önünde altından bir tepsi ve etrafında da anber ile kafur ve misk karışımı bir madde vardı, bunları ateşte kızdırıyordu. Bana: Bast zamanında oldukları zaman padişahların yanına girebilir misin (Çok neşeli ve keyifli oldukları zaman padişahlar adam kabul etmezler, bunu resmiyete ve ciddiyete uygun bulmazlar) dedi ve bu paradan bana bir dirhem verdi. Belh şehrine gelinceye kadar harcadığım halde bir dirhemi tüketemedim». (Şeyhin huzuruna rastgele girilmez).
Ebu Said Harraz´ın şöyle dediği hikâye edilir-. «bir sefer esnasında bir yere oturdum. Hatiften bir ses bana: hangini daha çok arzu edersin, sebebi (ve yiyecek bir şeyi) mi, yoksa (mânevi bir) kuvveti (sabrı) mı dedi. Kuvveti tercih ederim, dedim ve derhal ayağa kalktım. Ağzıma hiç bir şey almadan oniki gün yürüdüm ve hiç zayıflamadım da».
Mürtaiş, Havvas´ın şöyle dediğini işitmiştim, diyor: «Bir kere çölde yolumu şaşırmıştım, bir adam geldi, selâm verdi ve: Yolunu mu şaşırdın dedi. Evet, dedim. Yolu bulman için sana kılavuzluk yapayım mı dedi ve önüm sıra birkaç adım yürüdükten sonra gözümden kayboldu. Fakat bu arada ben de kendimi caddeye çıkmış buldum. Ondan sonra ne yolumu şaşırdım, ne de sefer esnasında açlık ve susuzluk hissettim».
İbn Cellâ bir gün Rakkî´ye şunu anlatmıştı: «Babam vefat ettiği zaman gassalin yüzüne gülmüştü. Onun için kimse onu gasletmeye cesaret edememişti. Her gelen: Bu sağdır, demişti. Sonra babamın akranı olan bir gassal geldi ve onu gasletti».
Sehl b. Abdullah´ın müridi Minâhî anlatıyor: «Sehl yetmiş gün yemek yemez ve açlığa sabreder, yemek yediği zaman zayıflar ve acıkınca kuvvetlenirdi».
Ebu Ubeyd Busri, Ramazan ayının başında evinin bir köşesine çekilir, çekildiği odanın kapısını karısına kerpiç ve çamurla kapattırır ve içeriye her gün odanın küçük penceresinden bir somun alırdı. Bayram günü gelince kapı açılır, karısı içeri girer ve odanın bir köşesinde otuz somunun yenmeden kaldığını görürdü. Busri bir ay müddetle ne bir şey yer, ne bir şey içer, ne uyur, ne de bir rek´at namazını geçirirdi.
Ebu Haris Evlâsı anlatıyor-. «Otuz sene yaşadım. Bu müddet içinde dilim, sırrım (kalbimden dinlediği şeyleri söyledi. Sonra hâlim iyiye doğru değişti. Otuz sene daha yaşadım. Bu müddet içinde sırrım Rabbımın (hitabını) dinledi».
Sehl b. Abdullah ömrünün son günlerinde kötürüm olmuştu. Namaz vakti gelince kötürümlüğü zail olur, elleri ve ayakları açılırdı. Farz namazı bitirince kötürümlüğü avdet ederdi.
Ebu İmran Vasıtî´nin şöyle dediği rivayet edilir: «Bir deniz yolculuğu yaparken vapur parçalanmış, ben ve bir kadın bir tahtanın üzerinde kalmıştık, bu halde iken hanım dünyaya bir bebek getirdi. Kadın bana bağırdı ve: Susuzluk beni öldürüyor, dedi. Hakk Taâlâ Efendinizin kölesiyim, dedi. Bu mertebeye ne ile ulaştın dedim. Rızâsı için hevâ (ve hevesi) bıraktım, onun için beni havaya oturttu, havayı emrime verdi, dedi. Sonra gözümden kayboldu, bir daha göremedim».
Zunnün Mısrî anlatıyor: «Kabe´nin yanında pek fazla rükû ve secde eden bir genç gördüm, yaklaştım ve: Pek çok namaz kılıyorsun, dedim. Namazdan dönmek ve çıkmak için Rabbımdan izin bekliyorum, dedi. Sonra bu adamın üzerine bir pusulanın düştüğünü gördüm: Pusulada Aziz ve Gafur olandan sâdık kuluma: Geçmiş ve gelecek bütün günahlarını affettim, namazdan çık, ibaresi yazılı idi». (Genç günahını affettirmedikçe namazdan çıkmadı).
Sûfîlerden biri anlatıyor: Bir cemaatle beraber Medine´de Resûlüllah (s.a.) in mescidinde bulunuyor ve evliyaların menkıbelerini naklediyorduk. Yakınımızda bulunan kör bir adam da bizi dinliyordu. Kör yanımıza geldi ve: Sözleriniz hoşuma gitti, dedi ve başından geçen şu hadiseyi anlattı: Biliniz ki, ben çoluk çocuk sahibi bir kimse idim. Bakî mezarlığına gider, satmak için odun toplardım. Bir gün yine odun için çıkmıştım. Üzerinde keten bir gömlek ve parmağında bir nalin bulunan bir genç gördüm, yolunu şaşırmış biri zannettim, elbisesini soymak için ona doğru gittim ve: Üzerindekileri çıkar, dedim. Allah´ın hıfz ve emanetinde olarak yürü (başımdan savul) dedi. Teklifimi ikinci, üçüncü defa tekrarladım. Genç, behemehal istediğini yapmam mı lazım, dedi. Evet, öyle, dedim. Bunun üzerine uzaktan parmağı ile gözüme işaret etti, gözlerim derhal aktı ve deşildi. Gence Allah´a yemin veriyorum, sen kimsin, söyle dedim, ibrahim Havvas, dedi.
Zunnûn Mısrî anlatıyor: «Bir kere bir gemide yolculuk ediyordum. Gemide mücevher bir gerdanlık çalınmıştı. Adamın birini hırsızlıkla itham ettiler. Siz bırakın da ben durumu tatlılıkla ona anlatayım, dedim. Baktım suçlanan adam abasına sarılmış ve uyumuş bir genç. Genç kafasını abasından çıkardı, ben de meseleyi kendisine anlattım. Genç: Bunu bana mı söylüyorsun Ya Rab! Yemin ediyorum, istisnasız denizdeki bütün balıklar ağızlarında birer cevherle buraya gelecekler, dedi. Bir de baktık suyun yüzü ağızlarında birer cevher bulunan balıklarla dolu! Sonra genç kendini suya bıraktı.
Bir gün sufi ile derviş karşılaşır ve beraber bir müddet yolculuk etmeye karar verirler. Acıktıkları zaman rahip: müslümanların rahibi, neye gücün yetiyorsa marifetini göster, acıktık, dedi. Bunun üzerine: İlâhi, beni bu kâfirin karşısında rezil etme, dedim. Hemen (gaybten gelen) bir tepsi üzerinde ekmek, kebap ve bir testi su gördüm. Yedik içtik ve yedi gün daha yürüdük, bu sefer ben söze başladım ve: Ey Hıristiyanların rahibi, yanındakini getir, gücünü ortaya koy, sıra sana gelmiştir, dedim. Adam asasına dayandı ve dua etti. Baktık iki tabak geldi, bu tabaklarda bana gelen tabakta bulunanın kat kat fazlası vardı. Hayrete düştüm, hâlim değişti ve yemekten çekindim. Adam ısrar etti, fakat ben teklifini kabul etmedim. Nihayet adam: Ye! Sana iki müjdem var. Birisi şu: Eşhedü en lâilaheillallah ve eşhedü enne Muhammeden. Resûlüllah, dedi ve zünnârını çözüp attı. Diğeri de şu: Ben şöyle dua etmiştim: Allah´ım, şu kulunun (Havvas´ın) nezdinde bir değeri varsa, bana onun hürmetine rızık ver, dedim, O da verdi. Bunun üzerine yedik, içtik, yola çıktık, haccettik. Mekke´de bir sene ikâmet ettik. Sonra adam burada öldü ve Bethâ´da toprağa verildi» (Yunus´un menkıbesi gibi).
Muhammed b. Mübarek Sûrî anlatıyor: «Beytülmakdis yolunda İbrahim b. Edhem ile birlikte bulunuyorduk, öğlen olunca bir nar ağacının altında konakladık ve namaz kıldık. Nar ağacının kökünden gelen şöyle bir ses işittik: Ey İbrahim, bizden bir şey yiyesin diye sana nar ikram ettik. Bunun üzerine İbrahim başını eğdi, cevap vermedi, ses üç kere tekrarlandı. Fakat o yine cevap vermedi (peki olur demedi). Bu defa ses bana: Bizden bir şey yemesi için İbrahim nezdinde bana şefaatçi ol, ey Muhammed, dedi. Bunu işitince: Ey İbrahim, söyleneni işittin, dedim. İbrahim kalktı ve iki nar aldı, birini kendisi yedi, diğerini bana verdi. Verilen narı yedim, fakat ekşi idi. Zaten ağaç da kısa bir nar ağacı idi. Dönüşte tekrar buraya uğradık, ağacı yüksek, narını tatlı olarak bulduk. Bu ağaç her sene iki kere meyve vermekte idi. Bu ağaca Rummanetü´l-âbidin (abid-lerin narı) adı verilmişti. Âbidler bu ağacın gölgesinde barınırlardı». Câbir Rahbî anlatıyor: «Kerametler mevzuunda Rahbe halkı beni red ve inkârda fazla ileri gitmekte idi. Bu sebeple bir gün arslana bindim ve Rahbe´ye girdim. Allah´ın evliyasını tekzib edenler neredeler dedim.
Abdurrezzak hadis rivâyet ederken halk etrafını çevirmişti. Onların uzağında başını dizlerine kadar eğmiş bir genç gördüm. Adama: İşte Abdurrezzak, Re-sûlüllah (s.a.) dan hadis rivayet ediyor, gidip dinlesene, dedim. Genç bana: O, ölüden rivayet ediyor, ben ise Allah´tan gaip değilim hep O´nun huzurundayım, dedi. Eğer dediğin gibi isen kim olduğunu bana söyle dedim. Sen kardeşim Ebu´l-Abbas Hızır´sın dedi (ve kendi ismini söylemedi). Bu hadise üzerine anladım ki Allah´ın tanımadığım kulları mevcuttur».
Naklederler ki: İbrahim b. Ethem´in bir müridi vardı. Merdiveni ve basamağı bulunmayan yüksek bir odada ibadet ederdi. Taharet yapmak istediği zaman odanın karşısına gelir. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh, der, havada uçar gibi yürür, sonra temizlik işlemini yapar ve: Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh, diyerek, odasına çıkardı.
Ebu Muhammed Cafer Hıza, Şiraz da şunu anlatmıştı: «Ebn Ainr istahrî´den edep (ahlâk ve tasavvuf) öğrenmekte idim. Hatırıma bir şey geldiği zaman İstahr´a giderdim. Nice kereler ben bir şey söylemeden o muhtaç olduğum cevapları bana verirdi. Nice kere de sorum üzerine cevap verirdi. Sonra meşguliyetim olduğu için İstahr´a gidemez oldum. Fakat bu sefer de hatırımdan ve sırrımdan geçen meselelere İstahr´dan O cevap vermeye başladı. Üzerime gelen vâridler konusunda bana (vasıtasız olarak tâ İstahr´dan) hitap etmekte idi».
Sûfîlerden biri anlatıyor: Karanlık bir gecede dervişin biri vefat etmişti. Ölüyü gasletmek için bir lamba aramanın sıkıntısı içinde iken odanın küçük penceresinden içeri bir ışık düştü ve burasını aydınlattı, ölüyü gasletme işini bitirince ışık kayboldu, oda eski haline döndü.
Adem b. Ebu İlyas anlatıyor: «Askalan´da idik, bir genç bize gelir, bizimle oturur ve sohbet ederdi. Sohbet sona erince namaz kılmaya başlardı. Genç bir gün İskenderiye´ye gitmek istiyorum, dedi ve bize veda etti. Onu uğurlamaya çıktım ve eline birkaç dirhemcik vermek istedim. Fakat o bu parayı almaktan kaçındı. Ben bu konuda ısrar edince ıbrıkına bir avuç kum attı, sonra üzerine deniz suyunu koydu ve bana: Buyur, ye, dedi. Baktım, çok miktarda şeker ve peksimet gördüm. Genç bana-. Allah ile hâli bu şekilde olan bir kişi dirhemi neylesin
Ne kalpte ne de yürekte sevgilinin göreceği yer Benim arzum, hayalim ve neş´em odur, ömrüm oldukça onunla olursam hoş bir hayat yaşayacağım. Kalbime gelen dert konusunda ondan başka bir doktor bulamadım».
İbrahim Acurî´nin şöyle dediği hikâye edilir: «Bir Yahudiye borcum vardı. Bir gün Yahudi borcunu istemek için bana geldi. Kiremit yapmak için kızdırdığım fırının yanında oturmakta idim. Yahudi bana: Ey İbrahim, bana bir keramet göster de o sayede İslâm olayım, dedi. Gerçekten dediğini yapacak mısın dedim. Evet, dedi. O halde elbiseni çıkar, dedim. Elbisesini çıkardı. Elbisesini dürdüm, kendi elbisemi de onun elbisesine sardım ve ateşe attım. Sonra bizzat kendim ateşe girdim ve fırının ortasından elbiseyi dışarı attım ve öbür kapıdan dışarı çıktım. Baktık elbisem olduğu gibi duruyor, hiç bir şey olmamış. Yahudinin elbisesinin ortasında ise bir yanıklık vardı. Bu hâli müşahede eden Yahudi derhal Müslüman oldu».
Derler ki: Habib Acemi, tevriye günü Basra´da, ârefe günü Arafat´ta görülürdü. (Tayy-i mekân, bast-ı zaman).
Muhammed b. Abdullah Sûfi´nin, Ahmed b. Muhammed b. Abdullah Fergânî´den şunu naklettiğini işittim: «Abbas b. Mehdi bir kadınla evlenmiş, fakat gerdeğe girdiği gece bir pişmanlık duymuş, kadına yaklaşmak istemiş ama (manen bu işten) menolunmuş, onun için cinsi münâsebetten vaz geçerek odadan dışarı çıkmış, üç gün sonra kadının kocası zuhur etmişti».
Üstad Kuşeyrî der ki: Hakiki keramet işte budur, zira Allah,´ onun üzerine ilmi korumuştur (yani şeriat ilmine ve ahkâmına muhalefet etmemesini sağlamıştır).
Naklederler ki: Fudayl b. İyaz, Mina dağlarından bir tepe üzerinde iken, «Allah Taâlâ´nın evliyasından bir velî şu dağa: Sallan, dese dağ derhal sallanır», dedi. Bunun üzerine dağ sallanmaya başladı. Fudayl dağa: «Sakin ol, ben bu sözümle seni kastetmedim», dedi ve dağ sâkinleşti.
Abdulvâhid b. Zeyd, Ebu Asım Basrî´ye sordu: «Haccac seni aramaya başladığı zaman nasıl hareket ettin » Şöyle dedi: «Odamda idim, kapımı çaldılar ve içeri girdiler. Kendimi öyle bir savurdum ki, gözümü açınca Mekke´deki Ebu Kubeys dağında olduğumu gördüm.
Allah Taâlâ şu dünyaya-. «Ebu Asım´e hizmet et», diye emir vermiştir, dedi.
Derler ki: Âmir b. Abdulkays, beytülmalden her ay kendisine verilen parayı alır, yolda karşılaştığı her insana bir miktar para verir, evine gelince paralarını bir kenara kor, paranın aldığı kadar olduğunu ve hiç eksilmediğini görürdü.
Ebu Amr Züccâcî anlatıyor: «Bir kere Cüneyd´in yanına gittim. Hacca gitmek için yola çıkmak üzere idim. Cüneyd bana sağlam bir dirhem verdi ve dua etti. Dirhemi ridamın bir kenarına çıkıladım. Hacca giderken hangi eve girdiysem arkadaş ve ahbaplarla karşılaştım ve bu sebeple bu bir dirhemi harcama ihtiyacı duymadım. Hac vazifesini ifa edip Bağdat´a döndüğüm zaman Cüneyd´i ziyaret ettim. Cüneyd elini uzattı ve: Ver şu parayı, dedi. Parayı teslim ettim. Sonra bana: Nasıl oldu (maceranı anlat) dedi. Ben de: Emir nafizdir, (duan tesirlidir, bu sayede sıkıntı çekmedim) dedim».
Ebu Cafer Aver´den hikâye edilir: «Zunnûn Mısrî´nin yanında idim. Bahis, eşyanın evliyaya itaat etmesinden açılmıştı. Zunnûn: İtaat dediğin şu sandalyeye şu odanın dört köşesini dolaş, sonra eski yerine dön, demem ve onun da bunu yapmasına derler, dedi ve derhal sandalye odanın köşelerini dolaştıktan sonra eski yerine döndü. Bu durumu müşahede eden bir genç ağlamaya başladı ve oracıkta can verdi».
Naklederler ki: Vâsıl Ahdeb: «Rızkınız ve size vaad olunan şeyler semâdadır». (Zâriyât, 51/22) mealindeki âyeti okudu ve: «Rızkın semâda, ben ise onu arzda arıyorum. Vallahi bir daha rızk aramayacağım», dedi ve bir harabeye çekilip oturdu. îki gün beklediği halde bir yerden kısmeti zuhur etmedi, durumu zorlaştı. Üçüncü gün olunca, yanında bir zembil hurma buldu. Niyet ve himmet bakımından kendisinden daha güzel olan bir kardeşi vardı. O da yanına gelip ikâmet etmeye başladı. Bu sefer günde iki sepet hurma gelmeye başladı, ölüm aralarını ayırana kadar bu hâl böyle devam etti.
Sûfîlerden biri anlatıyor: Bağ bekçiliği yapan İbrahim b. Ethem´i bağda uyurken görmüştüm. Ağzında, nergisten bir yelpaze bulunan bir yılan onu serinlendiriyordu.
Derler ki: Eyüp Sicistânî ile birlikte yolculuk yapan bir cemaat vardı. Çok aramalarına rağmen su bulmaktan aciz kalmışlardı. Eyüp onlara: «Hayatta bulunduğum müddetçe benden zuhur eden hâli kimseye bahsetmeyecekseniz ben size su bulurum dedi ve bir keramet göstererek hepsinin su ihtiyacını giderdi.
Hammad b. Zeyd durumu açıkladı. Abdulvâhid b. Zeyd de: «Bu hadiseye o gün ben de şahit oldum», diyerek onu te´yid etti.
Bekir b. Abdurrahman anlatıyor: «Zünnûn Mısrî ile çölde yolculuk yaparken deve dikeni dedikleri bir ağacın altında konakladık. Hurması da olsa şurası ne hoş yerdir, dedik. Zünnûn güldü: Canınız hurma mı istiyor dedi ve ağacı silkeledi. Sonra: Ey ağaç! Seni yok iken var eden ve yaratan Allah´a yemin ediyorum, behemehal üzerimize yaş ve taze hurmalar saçacaksın, dedi. Sonra ağacı bir kere daha silkeledi, ağaçtan taze hurmalar döküldü. Bunlardan yedik, doyduk, sonra uyuduk. Uyandığımız zaman bu defa ağacı biz silkeledik, fakat üzerimize diken döküldü».
Ebu Kasım b. Mervan Nihavendi´nin şöyle dediği rivayet edilir: «Ben ve Ebu Bekir Verrak, Ebu Said Harraz´a arkadaş olmuş, deniz sahilinde Sayda şehrine doğru yürüyorduk. Harraz uzaktan bir şahıs gördü ve bize: Gelin şurada oturalım, çünkü şu şahıs muhakkak ki Allah´ın velîlerinden bir velidir dedi. Orada beklemeye başladık, çok geçmeden karşımıza güzel yüzlü bir genç çıktı. Elinde bir su kırbası, bir de mürekkep hokkası vardı, üzerinde ise bir hırka bulunuyordu. Hokka ile birlikte su kabını da taşımasını hoş karşılamayan Harraz, (sûfîler yanında divit-hokka taşıyan zahiri ilim mensuplarının hakikata yabancı olduklarına kani olurlardı) bu gence döndü ve: Ey delikanlı, Allah Taâlâ´ya giden yollar nasıldır, nelerdir diye sordu. Delikanlı: Ey Harraz, Allah´a giden iki yol biliyorum. Biri hususi bir yoldur, diğeri ise umumi. Senin tuttuğun yol umumi bir yoldur. Hususi bir yola gelince, beni takip et (öğrenirsin) dedi, sonra su üstünde yürümeye başladı. Bir müddet sonra da gözümüzden kayboldu. Ebu Said gördüğü manzara karşısında hayrete düşmüştü».
Cüneyd anlatıyor: «Şunûziyye mescidinde kerametler konusunda sohbet yapan bir fukara (sûfiyye) cemaati gördüm, içlerinden bir fakir: öyle bir zat tanırım ki, şu sütuna, yarısı altın, diğer yarısı gümüş olsun, diye emir verse derhal dediği olur, dedi. Cüneyd diyor ki: O sırada sütuna baktım, bir yarısı altın, diğer yarısı gümüş olmuştu».
Naklederler ki: Süfyan Sevri, Şeyban Râi ile hacca giderken karşılarına bir arslan çıkmış, bunu farkeden Süfyan, Şeyban´a: «Şu arslanı görüyor musun » demiş. Şeyban ise: «Sen korkma», demiş. Sonra
arslan onu sırtına yüKler, MeKKeye Kadar götürür.
Hikâye edilir ki: Seriyyu´s-Sakatî ticareti terkettikten sonra iplik eğiren kız kardeşinin bu işten kazandığı paradan kendisine infak ettiği şeyle geçinirdi. Bir gün bacısı gecikmiş, Seri de: «Neden geç kaldın » diye sormuş, o da: İpliğim satılmamıştı da ondan demişti. İplik karışık ve hileli olduğu için satılmamıştı, diye bir bahis geçmiş, bunun üzerine Serî bir daha bacısının getirdiklerini yemekten sakınmıştı. Sonra bacısı bir gün Serî´nin yanına gelmiş, Serî´nin evini süpüren bir kocakarı görmüş, buna üzülmüş ve doğru îmam Ahmed b. Hanbel´e giderek şikâyette bulunmuş. İbn Hanbel de bu konuda Serî´ye bir şeyler söylemişti. Seri dedi ki: «Bacımın getirdiklerini yemeyi terkedince Allah Taâlâ bana infâk ve hizmette bulunsun diye dünyayı emrime verdi». (Bir daha işine hile karıştırmasın diye kadına dünya, hizmetçi suretinde gösterilmişti).
Ebîl-hayr b. Mansur Tûsî anlatıyor: «Ebu Mahfuz Maruf Ker-hî´nin yanında idim. Bana dua etti. Ertesi gün yanına girince yüzünde bir sıyrık izi gördüm. Adamın biri: Ey Maruf, dün yanında idik, yüzünde bir iz yoktu, bu neden oldu dedi. Maruf ona: Seni ilgilendiren bir şey sor, dedi. Fakat adam: Allah hakkı için soruma cevap ver, diye ısrar edince durumu anlattı: Dün gece şurada namaz kılmış, sonra da Kabe´yi ziyaret etmeyi arzu etmiştim. Mekke´ye gittim, Kabe´yi ziyaret ettim, sonra suyundan içmek için zemzem kuyusuna yöneldim, kapıda ayağım kaydı ve yüzümde bir sıyrık meydana geldi».
Derler ki: Utbetu´l-Gulâm oturur ve: «Ey kumru, eğer Aziz ve Celil olan Allah´a benden daha çok itaat ediyorsan gel ve elime kon», der. Bunu işiten kumru gelir eline konardı.
Ebu Ali Ruzbârî´nin şöyle dediği rivayet edilir: «Bir gün Fırat nehrinin üzerinden geçerken canım taze balık arzulamaya başladı. Baktım ırmak bana doğru bir balık fırlattı. Tam o sırada bir adam koşarak yanıma geldi ve: Şu balığı senin için kızartayım mı dedi».
Naklederler ki: İbrahim b. Edhem arkadaşları ile yolculuk yapıyordu, arkadaşlarının yolu bir arslan tarafından kesilince, ona geldiler ve-. Ey İbrahim! Yolumuzu arslan kesti, dediler. İbrahim geldi ve: «Ey arslan! Şayet bize bir şey yapmak için emir aldıysan bunu yerine getir, aksi halde geldiğin yere dön», dedi. Bunun.üzerine arslan yerine döndü, onlar da yollarına devam ettiler.
İbrahim Havvas ile bir yolculuğa çıkmıştık. bir gece Sahrada yattı, uyudu. Arslan başından ayağına kadar her yerini kokladığı halde ona dokunmamış, sonra da oradan savuşup gitmişti. İkinci gece bir köyün mescidinde geceyi geçirelim, dedik. Gece Havvas´ın yüzüne bir sivrisinek kondu ve onu soktu. Bunun üzerine Havvas inledi ve bir sayha attı. Senin hâline şaştım, dedim: Dün gece arslan seni rahatsız etmedi, bu gece bir sivrisinekten nara atıyorsun. Şöyle dedi: Dün gece Aziz ve Celil olan Allah ile birlikte olma hâli içinde bulunuyordum. Bu gece ise nefsimle olma hâlinde bulunuyorum».
Atâ Ezrek´ten hikâye edilir ki: «Bir gün karısı, aile efradına un alsın diye eğirdiği iplikten kazandığı iki dirhemi vermişti. Parayı alıp evden çıkan Atâ yolda ağlayan bir cariyeye rastlamış ve neden ağladığını sormuştu. Cariye: Efendim bir şeyler satın almak için bana iki dirhem vermişti, yolda giderken parayı düşürdüm, beni döver diye korkuyorum, dedi. Atâ dirhemleri cariyeye verdi ve yoluna devam etti. Kereste biçen bir dostunun dükkânında oturdu, durumu ona anlattı ve kötü huylu karısının kendisi ile çekişmesinden korktuğundan bahsetti. Dostu ona: Şu dağarcığı şu talaş ile doldur, belki ocakta yakarak bundan faydalanırsınız, sana yardım etmek için başka imkâna sahip değilim, dedi. Atâ talaşı aldı, evine getirdi, evinin kapısını açarak dağarcığı içeri attıktan sonra kapıyı kapattı ve mescide giderek gecenin geç saatlerine kadar orada kaldı, karısının dırdırından kurtulmak için uyku zamanına kadar orada kaldı. Sonra geldi, kapıyı açtı, ev halkının yemek pişirdiklerini gördü ve: Bu ekmeği nereden buldunuz diye sordu. Dağarcıktaki undan. Bir daha bu undan başkasını alma, şeklinde cevap aldı. O da: Olur, inşallah öyle yaparım, dedi».
Ebu Cafer b. Berekât şöyle demiştir: «Fukara ile düşüp kalkmakta idim. Bir gün elime bir dinar geçti, bunu dervişlere vermek istedim. Sonra kendi kendime, belki buna ihtiyacım olur, diye düşündüm. Hemen o saatte dişim müthiş bir şekilde ağrımaya başladı. Ağrıyan dişimi söktüm, derken öbür dişim ağrıdı, onu da söktüm… Hatiften işittiğim bir ses: Eğer bu bir dinarı fukaraya vermezsen ağzında bir diş bile kalmıyacak, diye bana seslendi». (İlk gelen hâtıra uymak icap eder).
Osman b. Ebu Atike anlatıyor: «Rum diyarında gaza yapıyorduk. Kumandan bir yere müfreze gönderdi ve: Şu zamanda dönmüş olacaksın, diye vakit tayin etti. Tayin edilen vakit geldiği halde müfreze dönmemişti. Ebu Müslim Havlâni sütre olsun diye yere diktiği mızrağına karşı namaz kılarken bir kuş geldi, mızrağın ucuna kondu ve: Müfreze selâmettedir, ganimet aldı ve falanca günün şu saatinde size gelecektir, dedi. Ebu Müslim kuşa: Allah Taâlâ sana rahmet eylesin, sen kimsin dedi. Kuş: Ben müminlerin kalbinden hüznü gideren kuşum, dedi. Bunun üzerine Ebu Müslim komutana geldi ve durumu bildirdi. Ebu Müslim´in söylediği gün gelince müfreze anlatılan biçimde çıkageldi».
Sûfîlerden biri anlatıyor: Bir vapurda yolculuk yaparken içimizden hastalanan biri vefat etti. ölüyü teçhiz ve tekfin ettikten sonra denize atmak istedik, derken deniz kurudu ve vapur karaya oturdu. Vapurdan çıktık, bir mezar kazıdık ve ölüyü defnettik. Bu işleri bitirdikten sonra sular kabarmaya başladı, vapur su üzerinde yüzdü ve böylece yolumuza devam ettik.
Derler ki: Bir kere Basra halkının başına kıtlık musibeti gelmişti. Habib Acemi bu senede veresiye yiyecek bir şeyler alır, yoksullara dağıtır, kesesini alır, yastığının altına kor, borçlular para almak istemeye geldiği zaman keseyi alır, onu dirhemlerle dolu olarak bulur, bu para ile alacaklıların borcunu öderdi.
Naklederler ki: İbrahim b. Edhem bir kere bir gemiye binmiş, fakat ilgililer, bir dinar vermedikçe kendisini gemiye alamayacaklarını söylemişlerdi. Bunun üzerine İbrahim sahile gitti, iki rek´at namaz kıldıktan sonra, «Allah´ım! Bunlar bende bulunmayan bir şey istiyorlar», diye dua eder etmez derhal önündeki kumlar dinar haline geldi.
Ebu Muaviye Esved´in hizmetçisi Ebu Hamza Nasr b. Ferec anlatıyor: «Ebu Muaviye âma olmuştu. Kur´an okumak istediği zaman mushafını açar, Allah görme hissini iade eder, mushafı kapatınca görme duyusu giderdi».
Ahmed b. Heysem Mutayyib, Bişr Hâfî bana: «Git, Maruf Ker-hî´ye namazdan sonra ona gideceğimi söyle», dedi. Ahmed Elçilik vazifesini yerine getirdi. Ben evimin damında su oluğunun üzerinde beklemeye devam ettim. Nihayet gecenin bir kısmı geçtikten sonra Bişr başında bir seccade olduğu halde geldi, Dicle´ye doğru yürüdü ve su üzerinden geçti, onu görünce kendimi damdan aşağı attım. Gittim ellerini ve ayaklarını öptüm ve: «Benim için Allah´a dua et» (zira hakkında suizanda bulunmuştum) diye rica ettim, o da dua etti ve: «Bende gördüğün şu hâli gizli tut», dedi. Ben de bu müşahedemi o vefat etmeden evvel hiç kimseye anlatmadım. (Bişr, ona teheccüd namazından sonra gideceğim, demek istemiş, fakat elçi meseleyi yanlış anlamıştı).
Kasım Curî diyor ki: «Bir adam tavaf esnasında: İlâhî! Herkesin istediğini yerine getirdin, fakat benim ihtiyacımı görmedin, demekten başka bir şey söylemiyordu. Neden bu duadan başka bir şey söylemiyorsun dedim. Anlatayım dedi: Önce şunu bil, biz ayrı ayrı memleketlerden yedi kişi idik, cihad için çıkmıştık. Fakat Rumlara esir düştük. Bizi öldürmek için alıp götürdüler. Bu esnada semâdan yedi kapının açıldığını gördüm. Her kapının önünde ahu gözlü güzel bir huri durmakta idi. İçimizden biri alındı (ve öldürüldü). Semâdaki cariyelerden biri elinde bir mendille ruhunu teslim aldı. Böyle böyle altı arkadaşım şehit edildi. Rumlardan biri hayatımı bağışladı. Bunun üzerine huri bana: Ey mahrum, ne kaybettiğini biliyor musun dedi ve semânın kapıları kapandı. İşte ey kardeşim, kaybettiğim bu şeyin hasreti ve üzüntüsü içindeyim!»
Kasım Curî diyor ki: «İçlerinde en faziletli olanın bu adam olduğu kanaatindeyim, çünkü bu öbürlerinin görmediğini görmüştür ve onlardan sonra şevk ile amel etmiştir».
Ebu Bekir Kettânî anlatıyor: «Sene ortasında Mekke yolunda giderken pırıl pırıl dinarlarla dolu bir kese buldum. Mekke fukarasına dağıtmak için bu keseyi almak istedim. Fakat hatiften bir ses bana dedi ki: Eğer sen bunu alırsan, biz de senden fakirlik vasfını geri alırız».
Abbas Şarki anlatıyor: «Ebu Türâb Nahşebî ile Mekke yolunda gidiyorduk. Saptığını gören yanındaki arkadaşlarından biri ona: Biz çok susadık, dedi. Ebu Türâb ayağı ile yere vurdu ve hemen bir çeşme meydana geldi, soğuk ve berrak bir su akmaya başladı. Sonra bu delikanlı: Ben bu suyu bir kadehle içmek istiyorum, dedi. Ebu Türâb ayağı ile bir kere daha yere vurdu ve görebildiğim cam kabın içi soğuk su ile dolmuştu.
bu işler konusunda arkadaşların ne diyorlar acaba dedi. .Ben de arkadaşların hepsi de buna inanıyorlar, dedim. Zaten buna inanmayan kâfir olur, (çünkü Allah´ın kudretine acz nisbet etmiş olur). Ben sana hâl yolu ile sordum (yani kerameti müşahede etme zamanında hâlleri nasıl oluyor ) dedi. Bu hususta bir şey söylediklerini bilmiyorum (inkâr eden yok) dedim. Hayır, dedi. Tersine arkadaşların bunun Hakk´ın bir oyunu olduğunu (bununla dilediğini doğru yoldan çıkardığını) iddia ediyorlar. Halbuki durum böyle değildir, insan kerametle sükun bulursa, bu o zaman oyun olur. Fakat bir kimse kerameti talep etmez ve onunla sükunete kavuşmazsa bu Rabbani olanların mertebesidir».
Ebu Abdullah b. Cellâ anlatıyor: «Bağdat´ta Seriyyu´s-Sakatî´nin odasında bulunuyorduk, gecenin bir kısmı geçtikten sonra Serî, temiz bir gömlek, şalvar, ridâ ve ayakkabı giyindi ve dışarı çıkmak için ayağa kalktı. Bu vakitte nereye gidiyorsun diye sordum. Feth Mevsıli´yi ziyarete gidiyorum, dedi. Bağdat´ın sokaklarında giderken gece bekçileri bunu yakaladılar ve hapsettiler. Sabah olunca diğer mahpuslarla birlikte dövülmesi için ilgililere emir verildi. Cellad Serî´yi dövmek için elini kaldırdığı zaman eli havada donakaldı ve hareket ettirmeye kadir olamadı. Cellada: Ne duruyorsun, vur! denilince: Karşımda bir şeyhin durduğunu ve bana ´Vurma!´ dediğini müşahede ediyorum, onun için elim kazık kesildi, hareket ettiremiyorum, dedi. Bu şeyh kimdir diye baktıkları zaman bunun Feth Mevsıli olduğunu gördüler ve Serî´yi dövmekten vazgeçtiler».
Said b. Yahya Basri anlatıyor: «Kureyş´ten bir topluluk Abdul-vâhid b. Zeyd´in sohbetinde bulunuyorlardı. Bir gün geldiler ve Abdul vâhid´e: Biz sıkıntılı ve muhtaç duruma düşmekten korkuyoruz, dediler. Abdulvâhid başını semaya kaldırarak: Allah´ım! Yüce ismin hürmetine —ki Sen bu isimle velîlerden dilediğine ikramda, âşıklarından safderun olanlara ilhamda bulunursun— Senin nezdinden bize bir rızık ihsan eyle. Bu ihsan sayesinde, şeytanın kalplerimizle ve arkadaşlarımızın kalpleri ile olan bağlarını ve ilgisini kes, Sen Hannan´sın, Mennan´sın, ihsanı kadîm olansın. Allah´ım! İsteklerimizi hemen lütfet, diye dua etti. Allah´a yemin ederek söylüyorum ki: Derhal tavan çatırdadı, sonra üzerimize dinarlar, dirhemler saçıldı. Daha sonra Abdulvâhid b. Zeyd: Aziz ve Celil olan Allah´a muhtaç olunuz. Allah inancına sahip olduğunuz için kendinizi zengin bîliniz dedi.
Kettânî diyor ki: . «Sûfîlerden tanımadığım garip biri Kabe´ye geldi ve: Ya Rab! Tavaf yapan bu şahısların (şu manzarayı müşahede ettikleri zaman) ne dediklerini (ve sana nasıl dua ettiklerini) bilmiyorum, dedi. Bu zata: Şu pusulaya bak, denildi. (Adam pusulayı okudu dileğini, kal diliyle anlatmaya lüzum kalmadan kabul edildiğini gördü) Kettânî daha sonra kâğıdın havaya uçup kaybolduğunu gördü».
Ebu Abdullah b. Cellâ anlatıyor: «Bir gün annem canının balık istediğini babama bildirmiş, babam da balık almak için çarşıya gitmişti. Ben de babamın yanında bulunuyordum. Babam balığı aldı ve bunu eve götürecek birini beklemeye başladı, derken yanında bir çocuğun başka bir çocukla beraber beklediğini gördü. Çocuk: Amca bunu taşıtacak birini mi bekliyorsun diye sordu. Babam: Evet! deyince çocuk balığı aldı ve peşimizden gelmeye başladı. Bir ara bir ezan sesi işittik. Çocuk: Müezzin ezan okuyor, temizlenip namaz kılmaya ihtiyacım var, razı olursan böyle, olmazsan balığını al, kendin götür, dedi ve balığı bırakıp gitti. Babam: Balık konusunda tevekkül göstermemiz daha evlâdır, dedi (ve o da balığı yolda bir kenara bıraktı). Gittik, bir mescide girdik, namaz kıldık. Çocuk da geldi ve burada namaz kıldı. Mescidden çıkınca balığı koyduğumuz yerde bulduk. Çocuk balığı aldı ve bizimle birlikte eve kadar getirdi. Babam durumu anneme anlatınca annem, çocuğa söyle, yanımızda dursun ve bizimle beraber yemek yesin, dedi. Fakat çocuk: Orucum, dedi. O halde iftara buyurun (hem o zamana kadar bir yere daha bir şey taşırsın), dedik. Çocuk: Ben günde bir defa bir şey taşıdım mı ikinci defa bir şey taşımam, dedi. Lakin mescide giderim, akşama kadar orada kalırım, sonra evinize gelirim, dedi ve gitti. Akşam olunca çocuk geldi ve bizimle yemek yedi. Yemekten sonra taharet yapacağı yeri gösterdik. Çocuğun halveti tercih ettiğini (ifadesinden) müşahede ettik ve kendisine boş bir oda tahsis ettik. Gece yarısı olunca yakınımızda olan kötürüm kız yürüyerek bize geldi, hâlini ve nasıl şifa bulduğunu sorduk: Ya Rabbi! Misafirimiz hürmetine bana afiyet ver, dedim ve ayağa kalktım, dedi. Çocuğu aramaya başladık, kapılar olduğu gibi kapalı idi. Çocuğu bulamadık. Bunun üzerine babam: Onların (velîlerin) kimi küçük, kimi büyük olur, dedi».
Said b. Yahya Basrî anlatıyor: «Gölgede oturan Abdulvâhid b.nuaym eline bir avuç çakıl alarak ya Rabbi sen bunları altın Kılmayı dilesen istediğini yaparsın, dedi. Vallahi baktım çakıl elinde altın olmuştu. Sonra bunları bana attı ve: Bunu sen harca, âhiret için olanı müstesna, dünyada hayır yok, dedi».
Ahmed b. Mansur anlatıyor: «Üstadım Ebu Yakup Sûsi şu hadiseyi anlatmıştı: Bir kere vefat eden bir müridimi gasletmiştim. Teneşirde yatan mürit baş parmağımdan yakaladı. Evlâdım, parmağımı bırak, zaten ben senin ölü olmadığını, bir yurttan diğer bir yurda intikal ettiğini biliyorum, deyince parmağımı salıverdi».
İbrahim b. Şeybânî anlatmıştı: «İrâdesi ve müritliği güzel olan bir genç sohbetime devam etmeğe başladı ve çok geçmeden vefat etti. Kalbim bu gençle ciddi surette meşgul idi, onun gaslini üzerime almıştım. Ellerini yıkamak istediğim zaman, dehşet ve hayretimden sol elinden başlamışım. Genç sol elini elimden aldı ve sağ elini verdi. Ben de: Evlâdım, sen doğrusun, ben hata ettim, demekten başka bir şey söylemedim».
Ebu Yakup Sûsî anlatıyor: «Mekke´de iken bir fakir geldi ve: Üstad, ben yarın öğleyin öleceğim, şu bir dinarı al, yarısı ile bana bir mezar kazdır, diğer yarısı ile kefen al, dedi. Ertesi gün olunca geldi, Kabe´yi tavaf etti, sonra oradan uzaklaştı ve daha sonra da ruhunu teslim etti. Bizzat kendim gaslini ve tekfinini yaptıktan sonra mezara indirdim, fakat müridin gözlerini açtığını gördüm. Ölümden sonra hayatla mı karşılaşıyorum diye hayretimi ifade edince, mürit: Ben hayattayım, Allah´ı seven hiç ölür mü, dedi». (Âşık ölmez).
Ebu Ali b. Vasıf Müeddib anlatıyor: «Sehl b. Abdullah bir gün zikir konusunda konuşmuş ve: Hakiki mânada Allah için zikir yapan kimse ölüyü diriltmek istese, istediğini yapabilir, dedi ve önünde bulunan bir hastayı eliyle meshetti, hasta derhal iyi oldu ve ayağa kalktı».
Bişr b. Haris Hafi anlatıyor: «Amr b. Utbe namaz kılarken bir bulut parçası onu gölgelendirir ve arslanlar kuyruklarını sallayarak etrafında dolaşırlardı».
Cüneyd diyor ki: «Bir kere dört dirhemim vardı. Serî´nin yanına gittim ve: Şu dört dirhemi sana getirdim, dedim. Evladım, müjde, felaha erdin. Dört dirheme ihtiyacım vardı. Onun için, Allah´ım! Bu dört dirhemi nezdinde felaha eren birisi ile bana gönder, diye dua etmiştim, dedi».
Ebu İbrahim Yemânî anlatıyor: «Sahil boyunca İbrahim b. Edhem ile yolculuk ediyorduk. Dinlenmek için otururken birimiz üşümektense şu odunları yaksak, diye teklifte bulunduk. Peki, öyle yapın, dedi. Kaleden ateş aldık ve odunları çattık, yanımızda bulunan ekmeği yiyelim diye çıkardık. İçimizden biri: Ne güzel kor oldu, et olsa da kızartsak, dedi. İbrahim b. Edhem: Allah Taâlâ bunu size yedirmeye kadir, dedi. Biz bu meseleyi konuşurken bir arslan tarafından kovulan dağ keçisi yakınımıza düştü ve boynunu uzattı. İbrahim b. Edhem ayağa kalktı ve: Şunu boğazlayınız, Allah bunu yiyesiniz diye size göndermiştir, dedi. Biz keçiyi, kesip, etini kebap yaparken arslan durmuş bizi seyrediyordu».
Hâmid Esved diyor ki: «Hiç bir şey yemeden ve hiç de zayıflamadan tek hâl üzere İbrahim Havvas ile çölde yedi gün yolculuk yaptık. Yedinci gün olunca ben bittim, dedim. Şu iki şeyden hangisini daha çok istiyorsun, suyu mu, ekmeği mi diye sordu. Suyu, dedim. O halde su arka tarafınızdadır, dedi. Baktım yeni sağılan bir süt gibi bir su çeşmesi gördüm, içtim ve abdest aldım. Havvas ise bana bakıyor, fakat çeşmeye yaklaşmıyordu. Oradan göçeceğimiz zaman yanıma biraz su almak istedim. Fakat Havvas: Hayır! Elini çek, bu sudan azık alınmaz, diye bana mani oldu».
Ebu Ali Ruzbâri´nin kızkardeşi Fatıma anlatıyor: «Ebu Hüseyin Nuri´nin hizmetinde bulunan, daha evvel de Ebu Hamza ve Cüneyd´e hizmet etmiş olan müstahdem Zeytûne şunu anlatmıştı: Soğuk bir gün idi. Nuri´ye: Sana bir şeyler getireyim mi° dedim. Evet! dedi. Ne istersiniz dedim. Ekmek ve süt! dedi. İstediğini getirdim, önünde kömür vardı. Kömürü eli ile karıştırırken eli karardı. Böyle iken ekmek yiyor ve üzerinde kömürün siyahlığı bulunan elinden süt akıyordu. İçimden: Ya Rab! Bu ne pis veli, evliyanın içinde hiç mi temiz olanı yok dedim. Bu düşünce ile yanından çıktım. Dışarı çıkınca kadının biri eteğime yapıştı ve: Benim bohçamı sen çaldın, dedi. Halkı başıma topladı, beni polise götürdüler. Durum Nuri´ye haber verilmiş, polis karakoluna geldi ve polise: Bu kadın için takibat ve tahkikat yapmayın, dedi. Polis: Ben bunu nasıl yapabilirim ki, karşıda davacısı var, dedi. Bu sırada bir cariye aranan bohçayı getirdi, sahibine teslim etti. Nuri hizmetçisini kurtardıktan sonra (Cezasını çektikten sonra): Bir daha: Allah´ım! Ne pis velîlerin var, diyecek misin dedi. Hayır, kat´iyyen! Allah Taâlâ´ya tevbe ettim, dedim».
Havvas diyor ki: «Bir sefer esnasında kendimden geçip yere düşecek kadar susamıştım. Birden üzerime su serpildiğini hissettim.
Bir sufi anlatıyor: Ben kendi halimde oturmuş düşünürken tanımadığım biri geldi ve ne düşünüyorsun dedi. Medine´yi görmek istiyorum, dedim. Şurada in ve Resûlüllah (s.a.) a: Kardeşin Hızır´ın sana selâmı var diyerek ona selâmımı söyle, dedi».
Muzaffer Cassas anlatıyor: «Ben ve Nasr Harrat bir gece bir yerde ilmî meseleleri müzakere ediyorduk. Nasr: Allah Taâlâ´yı zikreden bir kimsenin zikri ile sağladığı fayda Allah Taâlâ´nın kendisini zikrettiğini, kendisinin Allah Taâlâ´yı zikretmesinin Allah´ın kendisini zikretmesi sayesinde olduğunu bilmesidir, dedi. Nasr´ın bu görüşüne muhalefet ettim. Hızır (a.s.) şimdi burada olsa fikrimin doğruluğuna şahitlik ederdi, dedi. Derken yer ile gök arasından bir dedenin gelmekte olduğunu gördük. Yanımıza gelince bize selâm verdi ve: Nasr doğru söyledi, Allah Taâlâ´yı zikreden Allah Taâlâ kendisini zikretmesini ona lütfettiği, daha evvel Allah kulunu zikrettiği için Rabbını zikretmektedir, dedi. O zaman bu ihtiyarın Hızır (a.s.) olduğunu anladık».
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şunu anlattığını işitmiştim: «Adamın biri Sehl b. Abdullah´a geldi ve: Halk senin su üzerinde yürüdüğünü söylüyor, dedi. Sehl: Bunu mahallenin müezzinine sor, zira o yalan söylemeyen sâlih bir zattır, dedi. Adam gitti, aynı soruyu müezzine sordu. Müezzin: Bunu bilmiyorum, fakat şu günlerden birinde yıkanmak için havuza giren Sehl´in ayağı kaymış havuza düşmüştü, ben olmasaydım o biçimde kalacak ve boğulacaktı».
Üstad Ebu Ali Dakkak bu hadiseyi şöyle izah etmişti: «Sehl hakikatte halkın kendisini vasfettiği gibi idi. Lakin Allah Taâlâ evliyasının kerametlerini ve hâllerini gizli tutmayı murad ettiği zaman müezzinin anlattığı gibi hadiseler meydana getirir. Havuz hadisesi Sehl´in halini örtmek için vukua gelmişti, yoksa Sehl keramet sahibi idi». (Havuza düşmüş değildi, su üzerinde yürümüştü).
Ebu Osman Mağribî´den nakledilen şu menkıbe de mâna bakımından Sehl´in menkıbesine yakındır: «Ebu Hüseyin Cürcânî´nin el yazısı ile şöyle bir menkıbe gördüm: Bir kere Mısır´a gitmek istemiştim. Gemiye bineyim, diye hatırımdan geçti. Sonra orada meşhur olurum, diye aklıma bir fikir geldi. Şöhretten korktum ve gemiye binmekten vazgeçtim. Gemi gittikten sonra tekrar fikri değiştirdim. Su üzerinden koşarak gemiye yetiştim ve bindim. Halk bana bakıyor, fakat içlerinden hiç birisi, şu hadise harikuladedir veya değildir demiyordu.
Kaç kere tuvalete gittiği, hatta iki rek´at farz namaz kılmak için birkaç defa abdest yenilediği olurdu. Vaaz meclisine giderken yanında bir şişe taşırdı. Yolda giderken bu şişeyi kullanmak için defalarca gidip geldiği olurdu. Lakin kürsüye oturup vaaza başladı mı, kürsüde uzun bir müddet kalsa bile artık bir daha abdest yenilemeye ihtiyaç duymazdı. Biz bu hadiseyi senelerce gözle görürdük de aklımıza bu harikulade bir şeydir, diye bir düşünce gelmezdi. Ancak Üstad vefat ettikten sonra bunun harikulade bir şey olduğu içimize doğmuş ve ilham edilmişti.
Sehl b. Abdullah´tan hikâye olunan şu menkıbe de buna yakındır: «Ömrünün son günlerinde Sehl kötürüm olmuştu. Fakat farz namazları kılacağı zaman kendisine ayağa kalkma gücü verilirdi».
Meşhurdur ki: Abdullah Vezzan topal idi, ayakta duramazdı, fakat semâ esnasında vecde geldi mi ayağa kalkar ve semâ ederdi.
Ahmed b. Ebu´l-Havâri anlatıyor: «Bir kere Ebu Süleyman Darânî ile hacca gitmiştik. Yolda giderken su tulumumu düşürmüştüm. Ebu Süleyman´a: Tulumu kaybettim, dedim. Susuz kalmıştık, hava çok soğuktu. Ebu Süleyman: Ey yitiği iade eden, ey dalâletten hidâyete erdiren, yitirdiğimiz şeyi bize iade eyle, diye dua eder etmez, arkamızdan birinin: Şu tulumu kim kaybetti diye bağırdığını işittik. Ben kaybettim, dedim. Gittim, tulumu aldım. Yolda yürürken havanın çok soğuk olması sebebiyle kürklerimizi giyindik. Bu sırada üzerinde eski iki elbise bulunan, fakat terleyen bir insana rastladık. Ebu Süleyman ona: Gel de sana yanımızda bulunan elbiselerden bir şey verelim, dedi. Fakat adam: Ey Ebu Süleyman! Hem üşüyorsun, hem de bana zâhidlik tavsiye ediyorsun. Otuz sene var ki, şu sahrada dolaşıyorum, ne soğuktan titredim, ne de sıcaktan elbisemi çıkardım. Allah soğuk havalarda mahabbetinden sıcacık bir elbise, yazın ise mahabbetinin serinliğini tatma elbisesini giydirmektedir, dedi ve geçip gitti».
Havvas diyor ki: «Bir kere çölde idim, öğlenin sıcağında yürümeye başladım, yakınında su bulunan bir ağaca ulaştım ve orada konakladım. Buraya doğru büyük bir arslanın gelmekte olduğunu gördüm. Arslana teslim olmuştum. Arslan yaklaşınca benden yardım ister gibi ses çıkarmaya başladı, sonra önümde çöktü ve ön ayaklarını kucağıma koydu. Baktım ayağı irin ve kan içinde kalmıştı. Yıkayıp elimden geldiği kadar tedavi ettim. Arslan kalktı gitti.
Ahmed b. Ebu´l-Havârî diyor ki: «Muhammed b. Semmak hastalandığı zaman idrarını almış ve Hıristiyan bir doktora götürmüştük. Hire ile Küfe arasında yolda giderken, yüzü güzel, kokusu hoş ve elbisesi temiz bir adama rastladık, bize-. Nereye gitmek istiyorsunuz dedi. İbn Semmak´ın idrarını göstermek için falan tabibe gidiyoruz, dedik. Sübhanallah, Allah´ın dostu için onun düşmanından yardım mı isteyeceksiniz dedi. Şu idrar kabını yere atınız, İbn Semmak´a dönünüz ve ona: Elini ağrıyan yerine koy ve: ´Biz onu Hakk ile indirdik ve o Hakk ile indi´ (İsrâ, 17/105) de,.deyiniz, dedi ve gözden kayboldu. Bunun üzerine İbn Semmak´a döndük ve durumu anlattık. Elini ağrıyan yerine koydu ve adamın tarif ettiği şeyi söyledi. Derhal sıhhata kavuştu ve: O adam Hızır (a.s.) idi, dedi».
Umma Bistami diyor ki: «Bayezid Bistami´nin yanında oturuyorduk, birden: Haydi kalkalım, Allah Taâlâ´nın evliyasından bir velîyi karşılayalım, dedi. Onunla birlikte yola çıktık, şehrin giriş kapısına varınca İbrahim b. Şeybe Herevi ile. karşılaştık. Bayezid ona-. Seni karşılamak ve Rabbımın nezdinde senin için şefaatçi olmak hatırımdan geçmişti, dedi. İbrahim b. Şeybe: Sadece benim için değil de, bütün insanlar için Rabbımıza şefaatçi ve duacı olsan yine de büyük bir iş yapmış olmazsın. Nihayet bütün insanlar toprağın küçük bir parçasından ibaret değil midir dedi. Bu cevap Bayezid´i hayret ve dehşete düşürmüştü». Üstad Kuşeyrî der ki: Firaset nevinden olmak üzere Bayezid´e keramet verilmiş ve şefaat yetkisine sahip olduğu tasdik edilerek kendisine bildirilmişti. Onun bu kerametinden İbrahim b. Şeybe´nin bunu küçümseme şeklindeki kerameti daha mükemmeldir. (Çünkü Bayezid tek kişiye, o ise bütün insanlığa şefaat-tan bahsetmişlerdi).
Salim Mağribî, Zunnûn Mısrî´ye tevbenin aslının ne olduğunu sormuş, o da şu hadiseyi anlatmıştı: «Bir kere bir köye gitmek üzere Mısır´dan çıkmış, yolda uyumuş, uyanıp gözümü açtığım zaman, ağaçtan yeryüzüne kör bir tarla kargasının düştüğünü görmüştüm, O anda yer yarıldı.. İçinden biri susam, diğeri su dolu olan iki çanak çıktı. Çanakların biri altın, diğeri gümüş idi. Kuş bundan yedi, ondan içti. İçimden: Bu hadise bana kâfi, (Allah kör bir kuşa ne kadar şefkatli ise muhakkak diğer yaratıklarına da o kadar merhametlidir.
Kimseden cevap alamayınca namaz vakti geçecek diye korktu. Onun için: «Ya Rab! Zincirimi çöz ki, abdest alayım, sonra bana yine dilediğini yap», dedi. Derhal sıhhata kavuştu, abdestini aldı. Fakat sonra tekrar yatağa düştü ve eski hâlini aldı.
Ebu Eyüb Hammal anlatıyor: «Ebu Abdullah Deylemî sefer esnasında bir yerde konakladığı zaman eşeğine yaklaşır: Seni bağlamak istiyordum, fakat şimdi bağlamıyacağım, otlayasın diye şu sahraya salıvereceğim, konaktan ayrılacağımız zaman yanımıza gelirsin, der, eşek de konaktan göç başlıyacağı zaman sahibine gelirdi».
Naklederler ki: Ebu Abdullah Deylemî kızını evlendirmiş, fakat çehizini yapmak için para bulamamıştı. Emsalini her gün bir dinara sattığı bir kumaşı vardı. Bu kumaşı pazara çıkardı, simsar: Bu kumaş bir dinardan fazla eder, diye müşteriye takdim etti. Müşteriler kumaşın fiatını yüz dinara kadar artırdılar. Deylemi de bu para ile kızının çehizini hazırladı.
Nadr b. Şümeyl anlatıyor: «Çarşıdan bir kumaş almış, fakat bunun kısa olduğunu görünce Yüce Rabbım´a bu kumaşı bir arşın uzatması için dua etmiştim ve Rabbım da duamı kabul eylemişti». Nadr b. Şümeyl diyor ki: «Eğer daha fazlasını isteseydim kumaş daha uzun olurdu». (Burada geçen mağt, uzatmak mânasına gelir, «Mağtu´l-kavs», yayın uzaması demektir).
Derler ki: Âmir b. Kays kış aylarında yıkanacağı suyun müsait olmasını Rabbından niyaz etmişti. Bu duadan sonra kendisine getirilen suyun sıcak su olduğu görülürdü. Sonra kadınlara karşı şehvet duyma hissinin kalbinden sökülüp atılmasını istemiş, bundan sonra kadınlara ilgi duymaz hale gelmişti. Daha sonra namazda iken şeytanın kalbine vesvese vermemesini istemiş, fakat bu isteği kabul edilmemişti.
Bişr b. Haris anlatıyor: «Evime girdiğim zaman bir adamla karşılaştım. Sen kimsin, neden iznim olmadan evime girdin deyince: Ben kardeşin Hızır´ım, diye cevap verdi. O halde benim-için Allah´a dua et, dedim. Allah´ım! Taatta bulunmasını buna kolaylaştır, diye dua etti. Biraz daha dua et, dedim. Allah´ım! Taatının gizli kalmasını buna nasip eyle, dedi».
İbrahim b. Havvas anlatıyor: «Mekke yolunda yolculuk yaparken bir gece bir viraneye girmiş, fakat kocaman bir arslanla karşılaşmıştık.
Şiblî anlatıyor: «Bir zamanlar kesin olarak helal olduğunu bilmediğim bir şeyi yememeye azmetmiştim. Çöllerde dolaşırken bir incir ağacı gördüm, meyvesini alıp yemek için elimi uzattım. Ağaç bana: Azmini koru, benden yeme. Çünkü sahibim Yahudidir, dedi».
Ebu Abdullah b. Hafif anlatıyor: «Hacca giderken Bağdat´a uğramıştım, başımda sûfîlik gururu vardı. Tam kırk gün yemek yemedim ve Çüneyd´i ziyaret etmedim, yoluma devam ettim. Zübâle mevkiine ulaşıncaya kadar ağzıma bir damla su almadım, daimî surette abdestli idim. Kuyu başında su içen bir ceylan gördüm. Susuzluktan yanmıştım. Kuyuya yaklaşınca ceylan ürktü gitti. Baktım su kuyunun dibine çekilmiş, yoluma devam ettim ve kendi kendime: Mevlâm, şu ceylan kadar değerim yok, dedim. Arkamdan işittiğim bir ses: Seni tecrübe ettik. Fakat sabredemedin, geri dön ve suyunu al, dedi. Geri döndüğüm zaman kuyunun ağzına kadar su ile dolu olduğunu gördüm. Tulumumu doldurdum, Medine´ye varıncaya kadar bu sudan içtim ve abdest aldım, fakat su yine de bitmedi. Kuyudan su ihtiyacını giderdiğim zaman hatiften gelen bir sesin bana: Ceylanın ne su kabı vardı, ne de su çekmek için ipi. Sen ise tulum ve iple geldin, dediğini işittim. Hac dönüşü Bağdat´ın camiine girmiştim. Cüneyd´in gözüne çarptım. Bana: Sabretseydin ayaklarının altından su fışkıracaktı, ne olurdu birazcık sabretseydin, dedi».
Muhammed b. Said Basrî anlatıyor: «Basra sokaklarından birinde yürürken deve süren bir bedevi gördüm. O tarafa baktım, deve cansız bir şekilde yere düştü, devenin sırtındaki semer ve yük de bir tarafa düşmüştü. Durumu gören bedevi: Ey her sebebin sebebi, ey sebepleri yaratan, ey arama hâlinde olanların efendisi ve ümidi, kaybettiğim devemi iade et de semeri ve yükümü taşısın, diye dua eder etmez semer ve yük sırtında olduğu halde deve derhal ayağa kalktı».
Derler ki: Bir kere Şibl Mervezî´nin canı et istemiş, fakat yarım dirheme aldığı eti, yolda giderken bir kırlangıç kuşuna kaptırmış, o da mescide girerek namaz kıldırmaya başlamıştı. Daha sonra evine geldiğinde hanımı önüne et getirince «Bu et nereden geldi » diye merak etti.Tayı âriyeten bana ver, diye dua edince tay derhal ayağa kalktı. Gazayı bitirip Büsrâ´ya dönünce, bana: Evladım, tayın eğerini al, dedi. Ben: At terlidir, eğerini alırsam soluğan olur, dedim. Evladım, tay ariyettir, dedi. Tayın sırtından eğeri alınca derhal yere düştü ve can verdi».
Naklederler ki: Kefen soyan bir adam vardı. Bir kadın vefat etmiş, halkla birlikte kefen soyguncusu da kadının cenaze namazını kılmıştı. Fakat gayesi kadının mezarını Öğrenmek idi. Gece olup karanlık basınca adam kadının mezarını kazdı. Kadın orta: Sübhanal-lah, sen Allah tarafından affedilmiş bir kişisin, benim gibi Allah´ın affına mazhar olmuş bir kadının kefenini nasıl alabiliyorsun dedi. Adam: Farzedelim ki sen affedilmiş bir kimsesin, benim affedildiğimi nereden biliyorsun dedi. Kadın: Allah Taâlâ beni ve cenaze namazımı kılanların hepsini affetti. Sen de cenaze namazımı kılmıştın, dedi. Adam diyor ki: Bunun üzerine kadını terkettim, mezarına iade ettim ve üzerini toprakla kapattım. Bu zat bundan sonra tevbe etmiş ve tevbesine de güzel bir şekilde sâdık kalmıştı.
Ebu Muhammed b. Numan b. Musa Hîrî, Hire´de şunu anlatmıştı: «Zunnûn Mısri´ye ait şöyle bir hâl müşahede ettim: Biri halktan, diğeri devlet memuru iki kişi kavga etmişler, halktan olan zat memura saldırarak dişini kırmış, bunu gören polis saldırganın yakasına yapışarak: Hadi, seni valiye götüreceğim, demiş. Yolda giderken Zunnûn´un bulunduğu semtten geçmişlerdi. Halk: Şurada bir şeyh var, ona çıkın, ihtilâfınızı o halleder, deyince taraflar Zunnûn´un yanına çıkmışlar ve başlarından geçen hadiseyi ona anlatmışlardı. Zunnûn kırılan dişi almış, tükrüğü ile ıslatmış, dişi kırılan adamın ağzına ve eski yerine takmış, sonra dudaklarını kıpırdatarak dua etmiş, Allah Taâlâ´nın izni ile diş yerine yerleşmişti. Dişi kırılan zat ağzını açıyor kapatıyor ve bütün dişlerinin birbirine eşit olduğunu görüyordu».
Ebu Sebre Nehaî anlatıyor: «Adamın biri Yemen´den yola çıktı. Yol esnasında eşeği öldü. Adam kalktı, abdest aldı, iki rek´at namaz kıldı, sonra: Allah´ım, Sen´in rızânı kazanmak için Sen´in yolunda cihad gayesi ile yola çıktım. Ben şehadette bulunurum ki, Sen ölüyü diriltirsin. Benim de eşeğimi dirilt diye dua etti ve eşeği dirildi.
«Ebu Bekir Hemedânî diyor ki: Hicaz çölünde hiç bir şey yemeden günlerce aç ve susuz bir vaziyette kalmıştım. Basra´nın Tâk mahallesinden sıcak bakla ve ekmek gelmesini canım istemişti. İçimden: Benimle Irak arasında uzun bir mesafe var, diye düşünüyordum. Daha bu düşünce nihayete ermeden uzaktan bir bedevinin: Sıcak bakla ve ekmek var, diye bağırdığını işittim, yanına vardım ve: Sende gerçekten sıcak bakla ve ekmek var mı dedim. Evet, dedi ve üzerindeki peştamalı açarak ekmek ve bakla çıkardı ve: Buyur ye, dedi. Yedim. Yine: Ye, dedi. Yedim. Yine: Ye, dedi. Yine yedim. Dördüncü defa: Ye, deyince: Seni bana gönderenin hakkı için kim olduğunu mutlaka bana söyleyeceksin, diye yemin verdim. Bedevi: Ben Hızır´ım, dedi ve gözden kayboldu».
Ebu Cafer Haddad anlatıyor: «Sa´labiyye´ye gelmiş, buranın harap olduğunu görmüştüm. Yedi günden beri ağzıma bir şey almamış bir halde idim. Orada bulunan bir kümbete girdim. O sırada açlıktan bitkin hale gelen Horasanlı bir topluluk buraya gelmiş ve kendilerini künbetin önüne atıvermişlerdi. Bu esnada bineğine binmiş bir bedevi geldi, Horasanlıların önüne hurma döktü, onlar hurmayı yemekle meşgul oldular ve bana bir şey söylemediler, bedevi de beni görmemişti. Oradan ayrılan bedevi bir müddet sonra geri döndü ve Horasanlılara: Burada, sizin yanınızda başka biri var mı diye sordu. Evet, var. Künbetin içindeki şu adam, dediler. Bedevi içeri girdi ve bana: Sen kimsin neden konuşmadın ve hâlini bildirmedin, ben buradan gittikten sonra karşıma çıkan bir adam benimle çekişti ve geride bir adam bıraktın, ona yenecek bir şey vermedin, dedi. Karnını doyurmadan gitmek benim için mümkün olmadı. Halbuki uzun mesafeler katetmem beni yorgun düşürmüştü, dedi. O gittikten sonra Horasanlıları davet ettim, hurmayı onlar ve ben birlikte yedik».
Ahmed b. Atâ diyor ki: «Bir kere bir deve benimle konuşmuştu. Şöyle ki: Mekke yolunda sırtlarına yük vurulmuş birçok develerin boyunlarını uzatarak gece yol aldıklarını görmüş: Tenzih ederim O Zat´ı ki, develerde olan yükü kendi taşır, demiştim. Bunun üzerine develerin içinden biri (edebe uymayan o söz yerine): Allah Uludur (Cellellâh) de, dedi. Ben de hemen celle celâlühü, dedim».
Halil Sayyad diyor ki: «Bir kere oğlum Muhammed kaybolmuş, buna çok şiddetli bir şekilde üzülmüştük. Maruf Kerhî´ye geldim ve: Ey Maruf, oğlum kayboldu, annesi yanıp tutuşuyor, dedim. Ne istiyorsun dedi. Allah´a dua et de oğlumuzu iade etsin, dedim. Peki, dedi ve: Allah´ım, semâ Sen´in semandır, arz Sen´in arzındır, bu ikisi arasındaki şeyler de San´a aittir. Muhammed´i iade eyle, diye dua etti». Halil, «Bu duadan sonra Şam kapısına gittim, oğlanın orada beklediğini gördüm ve: Ey Muhammed, şimdiye kadar nerede idin diye sordum. Muhammed: Babacığım, az önce Anbâr şehrinde idim, diye cevap verdi», diyor.
Üstad Kuşeyrî der ki: Bil ki, bu konuda hikâye ve menkıbeler sayılmayacak kadar çoktur. Anlattığımızdan fazlası bizi az ve öz yazma maksadından uzaklaştırır. Bu konuda kanaat olunacak ve iktifa edilecek kadar menkıbe nakletmiş bulunuyoruz.