10. Hüzün
Yüce Allah: «Bizden hüznü gideren Allah´a hamdolsun, dediler». (Fâtır, 35/34) buyurmuştur.
Ebu Saîd Hudrî, Resûlüllah (s.a.) dan şu hadisi rivayet etmiştir: «Mümine isabet eden ve onu üzen hastalık, sıkıntı, hüzün ve elem gibi şeylere karşılık Allah Taâlâ kulunun günahlarını siler, bu nevi musibetler günaha keffaret olur» (34).
Hüzün; kalbi sıkarak gaflet vadilerine dalmasına ve dağılmasına engel olur.
33. Aclunî, II, 244.
34. Buharî, Merza, 1; Müslim, Birr, 14; Tirmizî, Cenaiz, 1.
Hüzün sahibi, hüzünlü olmayanların senelerce katedemedikleri Allaha giden yolu bir ayda kateder. Hadiste: ´Allah kalbi hüzün içinde olan tüm kullarını sever´ (35) buyurulmuştur».
Tevrat´ta: «Allah bir kulunu sevince kalbine bir nâiha (ölüye ağlayan kadın) kor, Allah bir kuluna buğz edince kalbine çalgı kor» (o kişi neşeli olur) denilmiştir.
Resûlüllah´ın her an düşünceli ve devamlı surette hüzünlü olduğu rivayet edilir (36).
Bişr b. Haris-. «Hüzün padişahtır. Bir yere yerleşince oraya (kendisine rakip olan bir hissin ve) başka bir kimsenin yerleşmesine razı olamaz,» demiştir.
Derler ki: İçinde hüzün olmayan kalp haraptır, nitekim bir evde insan ikâmet etmezse o ev harap olur.
Ebu Saîd Kureyşî, «Sebebi, hüzün olan ağlama gözü kör eder; sebebi, şevk ve özlem olan ağlama ise gözü bürür, fakat kör etmez, Allah Taâlâ´nın: ´Dertli olan Yakub´un hüzünden gözleri ağarmıştı´ (Yusuf, 12/84) buyurmuş olması bunu ifade eder», demiştir.
Râbiatü´l-Adeviyye bir adamın: Ah şu hüzün elinden! dediğini duymuş, Ona: «Ah ne kadar az hüzünlüyüm, de; gerçekten mahzun olsaydın nefes almaya imkân bulamazdın,» demiştir.
Sufyan b. Uyeyne, «Ümmet içinde mahzun birisi ağlasa, bu ağlama sebebiyle Allah Taâlâ o ümmete merhamet eder,» demiştir.
Davud Tâî´nin galip hali hüzün idi. Geceleri niyazda bulunurdu. İlâhî, senin derdin benden öbür dertleri sildi süpürdü, uykumla arama girdi». Her an başına gelen musibetler yenilenen kimse hüzünden ne ile teselli bulur ve nasıl kurtulur Hüzün yemeye-içmeye, havf günah işlemeye mani olur, denilmiştir.
Sûfilerden birine sorulmuş: Kişinin hüzünlü oluşuna ne ile istidlal edilir Şöyle demiş: İnlemesinin çok oluşu ile.
Seriyyu´s-Sakatî, «Bütün insanların hüznü benim olsun isterim,»demiştir.
Sûfîler hüzün bahsinde fikir beyan etmişler ve bu konuda şu husus üzerinde ittifak etmişlerdir. Âhiretle ilgili hüzün iyi, güzel-, dünya ile alâkalı hüzün kötü, çirkindir.
Hüznün fazilet olması insanın derecesini yükselttiği zaman onun günahlarını silme sonucunu doğurmasındandır,» demiştir.
Şeyhlerden biri, müritlerinden birisi sefere çıktığı zaman ona: Bir mahzun görürsen selâmımı söyle, diye emir verirdi.
Üstat Ebu Ali Dekkak´ın şunu söylediğini işitmiştim: «Sûfîlerden biri güneş batarken; Ey güneş bugün bir mahzun kişinin üzerine doğdun mu ! derdi» (mahzun kişi çok nâdir bulunur).
Hasanu´l-Basrî´yi görenler; onu, biraz evvel başına musibet gelmiş bir kişi zannederlerdi.
Fudayl vefat edince Vekîl şöyle dedi: «Bugün yeryüzünden hüzün gitti!»
Seleften biri: Müminin amel defterinde bulacağı sevabın büyük ekseriyetini dert ve hüzün teşkil eder, demiştir.
Fudayl b. Iyaz şöyle der: «Selef, her şeyin bir zekâtı vardır, düşünce (kalb) in zekâtı ise uzun uzun hüzünlenmektir, demişlerdir».
Ebu Hüseyn Verrak bir gün Ebu Osman Hirî´ye hüznün ne olduğunu sormuş ve: «Hâzin hüznün ne olduğunu sormaya vakit bulamaz, önce hüzünlü olmayı talep et, sonra hüznün ne olduğunu sor,» cevabını almıştı.
11. Nefsânî arzuları terk ve açlık (Cû´)*
Ulu Allah: «Biz sizi biraz korku, biraz açlık ile imtihan ederiz» buyurmuş, âyetin sonunda: «Sabredenlere müjde var!» demiştir (Bakara, 2/155). Açlığın sıkıntısına sabredenlere güzel sevap ve mükâfat müjdele, demektir.
Yine Hakk Taâlâ: «Onlar ihtiyaçları olsa bile başkalarını kendilerine tercih ederler» buyurmuştur.» (Haşr, 59/9).
Bir gün Hz. Fatıma, Resûlüllah (s.a.) a bir ekmek parçası getirmiş, Resûlüllah, «Ya Fatıma, bu nedir » diye sormuş. Hz. Fatıma: «Pişirdiğim ekmeğin parçasıdır, bu parçayı sana getirmeden ekmeği yemeye gönlüm razı olmadı,» demiş. Hz. Peygamber, «Üç günden beri babanın ağzına giren ilk yiyecek budur,» buyurmuştu.
35. Acîûnî, I, 246.
36. Buharı, Cenalz, 45; Müslim, CeiuUz, 12.
Az yeme ve aç kalma bahsini krş: Keşfu´l-mahcûb, s. 418, 453; Kfltu´1-ku-lûb, II, 391, 344; İhya, II, 225.
Açlıkla ilgili birçok sûfînin menkıbesi vardır.
İbn Salim, «Kulun mutâd olarak yediği yemeklerden her gün sadece kedi kulağı kadar azaltması açlığın adâbındandır,» demiştir.
Derler ki: Sehl b. Abdullah sadece onbeş günde bir yemek yerdi. Ramazan gelince ay başından itibaren (Bayram) hilâli görene kadar yemek yemezdi. Her akşam yalnız su ile iftar ederdi.
Yahya b. Muaz diyor ki: «Açlık pazarda satılan bir nesne olsaydı, pazara giden âhiret taliplerinin ondan başkasını satın almaları caiz olmazdı».
Sehl b. Abdullah, «Allah Taâlâ dünyayı yaratınca günahı ve cehaleti tokluğun içine, ilmi ve hikmeti açlığın içine iskân etti,» demiştir.
Yahya b. Muaz, «Açlık; müritler için riyazet, temrin-, tâib (tevbe edenler için tecrübe; zâhidler için siyaset; arifler için ikramdır,» demiştir.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in şunu anlattığını işitmiştim-. «Sûfîlerden biri bir şeyhin ziyaretine gitmiş, onu ağlar vaziyette görmüş, neden ağladığını sormuş, ben açım, cevabını almış, bunun üzerine: Senin gibisi açlıktan ağlar mı diye sormuş, Şeyh de-. Sus, bilmiyor musun ki, aç kalmamdan (Allah´ın) muradı ağlamamdır, karşılığını vermişti».
Mahled, «Şam´da yanımızda ikâmet eden Haccac b. Ferâfise´nin elli gün müddetle ne bir yudum su içtiğine, ne de karnını doyuracak birşey yediğine şahid oldum,» demiştir.
Ahmed b. Yahya Cellâ diyor ki: «Ebu Türab Nahşebi Mekke´ye (Allah bu toprakları korusun) gitmek üzere Basra çölünden yola çıkmıştı. Yol esnasındaki yeme durumunu sorduk. Dedi ki: Basra´dan çıktıktan sonra bir kere Nebac´da, bir kere de Zatı Irak´da yemek yedim. Oradan da size gelene kadar bir şey yemedim. Ebu Türab çölü iki öğün yemekle geçmişti». (Ya tayyı mekân vaki oldu veya yemek yeme ihtiyacı hissetmedi, her ikisi de harikulade hallerdendir).
Ebu Süleyman Darâni, «Dünya (amelinin anahtarı tokluk, âhiret (amelinin anahtarı açlıktır,» demiştir.
Sehl b. Abdullah´a: Günde bir öğün yemek yiyene ne dersiniz denildi. «Bu sıddik olanların yeme tarzıdır,» dedi. Peki iki öğün yiyenlere ne dersiniz denildi. «Bu mümin olanların yeme tarzıdır,» dedi. O halde günde üç öğün yiyenler hakkında fikriniz nedir denildi. «Bari ailene söyle de sana ahırda bir yemlik yapsınlar,» diye cevap verdi.
Yahya b. Muaz, «Açlık nur, tokluk nâr (ateş) dır. îştah oduna benzer, ondan ateş meydana gelir, bu ateş sahibini yakmadan sönmez,» demiştir.
Ebu Nasr Serrac Tûsi diyor ki: «Sûfîlerden bir zat bir şeyhin huzuruna gelmiş, şeyh misafirine yemek ikram etmiş, sonra kaç gündür yemek yemedin, diye sormuş. Beş gün, cevabını alınca demiş ki: Senin açlığın cimrice bir açlıktır. Üzerinde (dervişlere has) elbise var, nasıl acıkabilirsin Fakirlerin (ve dervişlerin) açlıkları bu çeşitten bir açlık değildir».
Ebu Süleyman Darâni, «Gece sabaha kadar namaz kılmaktan, akşam bir lokma eksik yemek daha fazla hoşuma gider,» demiştir.
Ebu Kasım Cafer b. Ahmed Râzi anlatıyor: «Ebu´l-Hayr Aska-lâni´nin canı balık yemek istemişti. Seneler sonra helal olarak balık yemek imkânına kavuşmuştu. Balık yemek için elini uzatınca parmağına bir kılçık batmış, bunun üzerine: Ya Rab! Helale elini iştah ile uzatanın cezası bu! Harama elini şehvetle uzatanın cezası nice olur, demişti».
Üstad Ebu Bekr b. Furek´in şunu söylediğini duymuştum: «Ailevi meşgalelerle uğraşmak, helal yoldan şehvete tâbi olmanın sonucudur. Haram yoldan şehveti teskinin neticesinin ne olacağını varın kıyas edin».
Şirazlı sûfî Rüstem der ki: «Ebu Abdullah b. Hafif bir defa davete gitmiş, yoksulluk sebebiyle müritlerinden biri ondan evvel yemeğe elini uzatmış, bunu edebe uygun bulmayan diğer müritler, şeyhten evvel yemeğe elini uzatan adamı tenkid maksadı ile önüne birazcık yiyecek koymuşlardı. Fakir derviş edebe uygun olmayan
bu hakarete, başına gelen açlık sebebiyle uğradığını anladı.
Mâlik b. Dinar, «Dünyevî arzularına galebe çalan bir kimsenin, şeytan gölgesinden bile korkar,» demiştir.
Ebu Ali Ruzbârî, «Bir sûfî beş gün açlığa tahammül edemez ve açım, derse onu derhal çarşıya götürünüz ve maişetini çalışarak kazanmasını emrediniz,» demiştir (Sûfîlik, dilencilikle olmaz).
Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şeyhlerin birinden şunu hikâye ettiğini işitmiştim: «Cehennemlik kimselerin iştiha ve arzuları perhizkârlıklarına (ve yemeden sakınma hallerine) galebe çaldı. Bundan dolayı rezil oldular,» demiştir.
Yine Ebu Ali´den işittim, şöyle diyordu: «Sûfînin birine, iştahın yok mu diye sorulmuş, o da: iştahım var ama perhiz yapıyorum, diye cevap vermişti».
Yine Dakkak der ki: «Sûfîlerden birine, iştahın ve yeme arzun var mı diye sorulmuş, o da: Arzu etmemeyi arzu ediyorum, diye cevap vermişti. Bu fikir evvelkinden daha mükemmeldir».
Ebu Nasr Timâr diyor ki: «Bir gece Bişr Hafî bize gelmişti. Ona: Seni bize gönderen Allah´a hamdolsun, Horasan´dan gelen pamuğu kızım eğirdi, ipliği sattı, bize et aldı, iftarı burada birlikte yaparız, dedim. Şöyle dedi: Birinin yanında yemek yemek âdetim olsa sizde yerdim. Sonra ilâve etti: Senelerdir canım patlıcan yemek istiyor, fakat bunu yemek mümkün olmadı. Et yemeğinin içinde helal patlıcan da var, dedim, öyle ama patlıcan yeme arzum safvet bulmadıkça (durulmadıkça) yiyemem, dedi».
Sûfî Abdullah b. Bâkûye (r.a.) nin Ebu Ahmed Sağîr´den şunu naklettiğini işitmiştim. «Ebu Ahmed diyor ki: Ebu Abdullah b. Hafîf her gece iftar için kendisine on tane kuru üzüm götürmemi emreyledi. Bir gece acıdım ve onbeş tane kuru üzüm götürdüm. Bunu gören ibn Hafîf bana baktı ve: Böyle hareket etme emrini nereden aldın dedi ve on tanesini yedi, öbürlerini bıraktı».
Ebu Türab Nahşebî anlatıyor: «Bir defa müstesna, nefsim hiç bir şey arzu ve temenni etmemişti. Seferde iken bir defa ekmek ve yumurta arzu etmişti, yolu bırakarak bir köye saptım, köylülerden biri yakama yapıştı ve, hırsızlarla bu adam da vardı, dedi. Bana yetmiş kırbaç vurdular. Sonra içlerinden biri beni tanıdı ve: Bu adam Ebu Türab Nahşebi´dir, dedi. Benden özür dilediler, içlerinden bir adam bana acıdı, evine götürdü, ikramda bulundu, ekmek ve yumurta verdi. Nefsimin arzusuna ancak epey dayak yedikten sonra kavuşabilmiştim.
12. Huşû-tevâzu*
Yüce Allah: «Namazlarını huşu içinde kılan müminler kurtuluşa ermişlerdir.» (Müminûn, 23/2) buyurmuştur (38).
Abdullah b. Mesud Resûlüllah (s.a.) dan şu hadisi rivayet etmiştir: «Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete girmiyecektir. Kalbinde zerre kadar iman bulunan kimse Cehenneme girmiyecektir». Adamın biri sordu: Ya Resûlallah, şüphesiz ki insan elbisesinin güzel olmasını ister (bu kibir midir ) dedi. Bunun üzerine Resûlüllah: «Hayır! Şüphesiz ki Allah güzeldir, güzelliği sever, kibir hak olan bir şeyi reddetmek, halkı hor ve hakir görmektir,» buyurdu (39).
Enes b. Mâlik anlatıyor: «Resûlüllah (s.a.) hasta ziyaretine gider, cenazeyi teşyi´ eder, eşeğe biner, kölenin davetine bile icabet ederdi. Kureyza ve Nadir muharebesi sırasında başında hurma ağacı liflerinden yapılmış bir yular ve üzerinde liflerden mamul bir palan yapılmış eşeğe binmişti» (40).
Huşu, Hakk´a boyun eğmek; tevazu Hakk´a teslim olmak, Hakk´ın hükmüne itirazdan vazgeçmektir,
Huzeyfe, «Dininizden ilk olarak kaybettiğiniz şey huşudur,» demiştir.
Sûfîlerden birine: Huşu nedir diye sorulmuş. O da: Kalbin Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın huzurunda toplu ve büyük bir himmetle ayakta durmasıdır (Allah´ın huzurunda murakabe halidir), diye cevap vermiştir.
Sehl b. Abdullah, «Kalbi huşu içinde olana Şeytan yaklaşamaz», demiştir.
Derler ki: İnsanda huşu bulunduğunun alâmeti, kızdırıldığında veya irâdesine muhalefet edildiğinde veyahut reddedilme durumunda kaldığında bu halleri kabul ile karşılamasıdır.
* Tevazu ve huşu bahsini krş: Ta´airuf, 94; İhya, III, 362. 38. Huşu, boyun eğmek, itaat ve inkiyad etmek, tevazu, alçak gönüllü olmak,
kibirli ve gururlu olmamak, kendini beğenmemek, demektir. Huşu Hakk´a karşı, hudû halka karşı itaatkâr ve mütevazî olmak. $9. Müslim, iman, 39; ibn Mâce, Zühd, 16. 40. Tirmlzî, Cenaiz, 32; İbn Mâce, Zühd, 16.
Muhammed b. Ali Tirmizî der Ki: Huşu sahibi, arzuları tükenen, göğsündeki arzudan haz alma dumanı sükûnet bulan, kalbi (şeriata hürmet ve) tazim nurları saçan, bu sebeple şehveti (ve nefsi) ölen, fakat kalbi dirilen, onun için de organları huşu (ve saygılı bir sükûnet) içinde bulunan kimsedir».
Hasan Basri, «Huşu, kalp için lüzumlu olan dâimi korkudur,» der.
Cüneyd´e huşûun ne olduğu sorulunca şöyle demişti: «Kalbin gaybı bilene (Allâmü´l-guyûba) karşı zillet içinde bulunmasıdır.»
Allah Taâlâ: «Rahman olan Allah´ın arz üzerinde vakar ve sükûnetle yürüyen kulları vardır.» (Furkân, 25/63) buyurmuştur. Üs-tad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in, «Âyette geçen hevn kelimesi tevazu ve huşu sahibi demektir,» dediğini işitmiştim. Yine Dakkak´a göre âyetin mânası «Yürürken nalinlerin tasmasını bile beğenmiyenler» (en küçük bir şey sebebiyle bile kibirlenmiyenler) demektir.
Sûfîler, huşûun mahallinin kalp olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Sûfilerden biri zahiren hüzünlü gözleri ile yere bakan, omuzları aşağıya doğru sarkık, büzülmüş birini görmüş ve adama göğsünü göstererek: Ey falan huşu buradadır. Omuzlarına işaret ederek, (Huşu) burada değildir, demişti.
Rivayet olunur ki, Resûlüllah (s.a.) namaz esnasında sakalı ile oynayan birini görmüş ve: «Bu zatın kalbi huşu içinde bulunsaydı organları da huşu içinde olurdu,» buyurmuştur (41).
Derler ki: Namazda huşûun şartı, sağda kim vardır, solda kim vardır, bilmemektir.
Şöyle de denilebilir: Huşu, Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın huzurunda edebe riayet şartıyla sırren (ruhen) boyun eğmektir.
Huşu, Rabbın tecellileri karşısında kalbin soluşudur veya huşu, hakikat sultanı olan Allah´ın tecellisi karşısında kalbin erimesi ve geri çekilerek saklanmasıdır veya huşu, Hakk´ın heybetlerinin mukaddimeleridir veyahut; huşu´ aniden ilâhî bir hakikatin keşfen bilinmesi sırasında birden kalbe gelen bir ürpertidir, denilmiştir.
Fudayl b. îyaz, İnsanın kalbinde bulunan huşûdan fazlasını üzerinde bulundurmasından hiç hoşlanmazdı.
41. Süyûtî, II, 130.
Derler ki: Bir kimse kendisine karşı mütevazi olmazsa, başkasına karşı hiç mütevazi olamaz.
Ömer b, Abdülaziz topraktan başka bir yere secde etmezdi. Resûlüllah (s.a.), «Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse Cennete girmez,» buyurmuşlardır (42).
Mücahid (r.a.) der ki: «Allah Taâlâ Nuh kavmini tufanda boğunca, bütün dağlar semâya doğru baş kaldırmışlar, sadece Cudi Dağı baş eğmiş ve tevazu göstermişti. Onun için Allah Taâlâ bu dağı Nuh (a.s.) un gemisinin karargâhı kılmıştı».
Hz. Ömer (r.a.) hızlı hızlı yürür ve: «İşlerin daha seri bir şekilde bitirilmesi ve kendini beğenme halinden daha uzak kalınması için bu yürüme şekli lüzumludur,» derdi.
Ömer b. Abdülaziz bir gece misafirinin bulunduğu bir yerde bir şeyler yazıyordu. Lambada yağ kalmamıştı, sönmek üzere idi. Misafir: Müsaade ederseniz kalkayım lambayı düzenliyeyim, dedi. Ömer, «Hayır! Misafirden hizmet istemek kereme sığmaz,» dedi. Misafir: O halde hizmetçiyi uyandırayım, dedi. Ömer yine, «Hayır olmaz, hizmetçi daha yeni uyudu,» dedi ve kalktı, yağ tenekesine gitti ve lambaya yağ koydu* Bu durumu gören misafir: Ey müminlerin emiri, iyi ama bu işi bizzat kendin yaptın, dedi. Ömer: «Ama Ömer olarak gittim ve Ömer olarak döndüm, neyim eksildi,» diye cevap verdi. Ebu Said Hudrî (r.a.) rivayet eder ki: «Resûlüllah (s.a.) merkebine ot verir, evini süpürür, ayakkabısını tamir eder, elbisesini yamar, koyunları sağar, hizmetçilerle beraber yemek yer, el değirmeni çeviren hizmetçi yorulunca ona yardım eder, pazardan aldığı eşyayı eve bizzat taşımasına hayası mani olmaz, zengin-fakir herkesin elini sıkar, ilk defa selâm veren o olur, davet edildiği şey (takdim edilen şey) ham ve kuru bir hurma bile olsa hor görmez idi. Çok külfetsiz bir dostluğu vardı, huyu yumuşak idi, yaratılış itibarıyla asil idi. Arkadaşlığı güzel, yüzü güleç idi, gülmez, fakat daima gülümserdi. Mahzun idi, fakat asık suratlı değildi. Mütevazi idi, fakat zelil değildi. Cömert idi, fakat müsrif değildi. Her müslümana merhamet eden rikkatli bir kalbi vardı, tokluk sebebiyle geğirmez, elini tamahla bir şeye uzatmazdı» (43).
42. Küsüm, İman, 39; İbn Mâce, Zühd, 16 îrâkî, İhya kenarı, II, 381
43. Şiblî, II, 924; Şifa, I, 76; Luma, V, 97; Iraki, îhya kenarı, II, 381.
Fudayl b. İyaz, «Nefsinin peşinde gidenin tevâzudan nasibi olmaz,» demiştir.
Fudayl´e, Tevazu nedir diye sorulmuş. O da-. «Hakk´a itaat etmek, ona boyun eğmek, kim söylerse söylesin hakkı kabul etmektir,»diye cevap vermiştir.
Fudayl der ki-. «Hakk Sübhanehu ve Taâlâ dağlara şöyle vahyet-ti-. ´İçinizden birisi üzerinde Peygamberimle konuşacağım´. Bunun üzerine dağların hepsi baş kaldırdı, boyunlarını uzattı, sadece Tûr-i Sina boyun eğdi, tevazu gösterdi. Gösterdiği tevazu sebebiyle Allah Taâlâ Peygamberi Musa (a.s.) ile bu dağ üzerinde konuştu».
Cüneyd´e, Tevazu nedir diye sorulunca: «Şefkat kanatlarını (ana kuşun yavruları üzerine gerdiği gibi) halk üzerine germek ve onlara karşı yumuşak davranmaktır,» demiştir.
Vehb der ki-. «Allah Taâlâ tarafından nazil olan kitapların birinde-. “Ben insan zürriyetini Âdem´in sulbünden çıkardığım zaman Musa (a.s.) in kalbinden daha çok mütevazi bir kalp bulamadım. Onu seçmemin ve onunla konuşmamın (mükâleme) sebebi budur´, diye ´yazılmıştır».
İbn Mübarek şöyle diyor-. «Zenginlere karşı kibirli görünmek,fukaraya karşı alçak gönüllü olmak tevâzuun gereğidir».
Bayezid´e: Kişi ne zaman mütevazi olur diye sorulunca-. «Makam ve hâl sahibi olmadığına kani olur ve halk içinde kendinden daha şerit (şerli) kimse bulunmadığı görüşüne ulaşınca,» diye cevap vermişti.
Derler ki: Tevazu hased edilmiyen bir nimettir, kibir ise merhamet olunmayan bir felâkettir. İzzet ve şeref tevâzudadır. Kibirde izzet arayan onu bulamaz.
İbrahim b. Şeyban, «Şeref, tevâzuda-, izzet, takvada-, hürriyet, kanaatdadır.» demiştir.
îbn Arabi şöyle diyor-. «Bana nakledildiğine göre Sufyan Sevri, İnsanların (en değerlisi) en azizi şu beş sınıftır-. Zâhid olan âlim, sûfi olan fakih, mütevazi olan zengin, haline şükreden fakir, sünni olan (ve Hz. Peygamberin neslinden gelen) şerif, demiştir».
Yahya b. Muaz demiştir ki: «Kimde bulunursa bulunsun tevazu güzeldir ama zenginlerdeki tevazu çok daha güzeldir. Kimde bulunursa bulunsun kibir kötüdür fakirlerdeki kibir daha kötüdür.
Bir gün Abdullah b. Abbas Zeyd b. Sabiti görünce atının üzengisinden tutarak ona hizmet etmek istedi. Zeyd ne yapıyorsun ey Allah Resulünün amcazadesi,» dedi. İbn Abbas üzengiyi bırakmadı ve: «Âlimlerimize böyle hürmet göstermekle emrolunduk,» dedi. Bunun üzerine Hz. Zeyd, İbn Abbas´ın elini tuttu, öptü ve: «Biz de Allah Resulü (s.a.) nün akrabasına böyle saygı göstermekle emrolunduk,» dedi.
Urve b. Zübeyr diyor ki: «Hz. Ömer (r.a.) i omuzunda su tulumu taşırken gördüm ve: Ey müminlerin emiri, bu davranış sana lâyık değildir, dedim. Bana cevaben-. Kabile şefleri bana itaat ederek ve sözümü dinliyerek yanıma gelmişlerdi. Bunun neticesi olarak içimde kibir ve azamet duygusu belirdi. Bu duyguyu kırmayı arzu etmiştim, dedi ve yoluna devam ederek kırbadaki suyu ansardan bir kadının evindeki su kabına boşalttı».
Ebu Hatim Sicistânînin Ebu Nasr Serrâc´dan şunu naklettiğini işitmiştim: Medine Emiri bulunduğu sırada Ebu Hüreyre sırtında odun getirirken, «Komutana yol veriniz!» derken görülmüştür.
Abdullah Râzî, «Tevazu hizmette fark gözetmemektir», demiştir. Ebu Süleyman Darâni, «Nefsinin kıymeti olduğu görüşünde olan kimse, hizmetin zevkini tadamaz», demiştir.
Yahya b. Muaz, «Sana malı ile kibirlenene karşı kibirli olman tevazu dur», demiştir.
Şiblî (r.a.), «Bendeki zillet yanında Yahudi zilleti (bk. Ali İmrân, 3/112) hiç kalır», demiştir.
Adamın biri Şiblî´ye geldi, Şiblî ona: «Sen nesin » (veya sen kimsin) dedi. Adam: «´Bâ´ harfinin altındaki noktayım (önemsiz bir kimseyim) efendim,» diye cevap verdi. Bunun üzerine Şibli: «Kendin için bir makam tanımadıkça sen bir Şahidisin (Huzur-ı Hakk´dasın, hâlin istikamet üzeredir) dedi. (Kendini harflerin üstündeki noktalara benzetmeyip ´Ba´nın altındaki noktaya benzetmesi tevâzudan kinayedir. ´Ba´ harfi altındaki küçük bir nokta ile diğer harflerden ayırdedildiği gibi ben de önemli olmayan farklarla halktan ayrılır ve tanınırım. Aslında onlardan ayrı bir yönüm yoktur, halktan biriyim, demektir. “Ba´daki nokta bu harfe delâlet ettiği gibi ben de yaratanıma delâlet ediyorum, şeklinde de izah edilmiştir).demiştir.
Şuayb b. Harb diyor ki: «Bir kere Kabe´yi tavaf ederken aniden biri dirseği ile beni dürttü, o tarafa baktım, gördüm ki Fudayl b. îyâz imiş. Bana dedi ki: Ey Şuayb! Eğer şu hac mevsimine bir sen, bir de benden daha kötü kimse iştirak etmiştir, zannında isen, bil ki bu çok fena bir zandır!»
Sûfîlerden biri anlatıyor: Tavaf esnasında meddahlar arasında bir kişi görmüştüm, meddahlar o kişi için halkın tavaf yapmasına mani oluyorlardı. Aynı şahsı bir müddet sonra Bağdat köprüsünde halktan bir şeyler dilenirken gördüm. Hayrete düştüm. Şaşkınlığımı farkedince bana dedi ki: Ben halkın tevazu gösterdiği bir yerde kibirlendim. Halkın kendilerini yüksek gördükleri bir yerde beni zillete mahkûm etmek suretiyle Hakk Taâlâ ve Takaddes Hazretleri başımı *belâya soktu.
Ömer b. Abdulaziz´e oğlunun bin dirheme bir yüzük kaşı satın aldığı haber verildi. Ömer hemen oğluna bir mektup yazarak: «Bana gelen haberlere göre bin dirheme bir yüzük kaşı almışsın. Mektubumu alınca derhal onu sat ve bin aç karın doyur. İki dirhemlik bir yüzük kullan, kaşı da Çin demirinden olsun, üzerine: Allah haddini bilene (ve nefsinin değerini idrâk edene) merhamet eylesin! diye yaz,» demiştir.
Derler ki: Emirlerden birine satın alması için bir köle takdim edilmişti. Kölenin değeri bin dirhem idi. Parayı vereceği bir zaman Emir fiyatı çoğumsadı ve köleyi almaktan vazgeçtiğini bildirdi. Getirilen paraları hazine memuruna iade etti. Bunun üzerine köle dedi ki: Beyefendi, beni satın almalısın! Çünkü vereceğin her dirheme mukabil bende bir maharet var, hatta meziyetlerim vereceğin dirhemlerden de fazla. Emir-. Neymiş bu meziyetler dedi. Köle: Bu hünerlerin en azı ve aşağısını söyliyeyim-. Beni satın alsan da bütün kölelerin başına geçirsen yine kabalık yaparak gururlanmam, kölen olduğumu bilir ve kibirlenmem, dedi. Bunun üzerine Emir köleyi satın aldı.
Reca b. Hayya´nın şunu söylediği nakledilir: «Ömer b. Abdüla-ziz hutbe okurken giyindiği elbiseye on iki dirhem fiat takdir ettim. Bu elbiseler; bir kaba, bir sarık, bir gömlek, bir şalvar, bir çift mesh ve bir serpuş idi».
Hamdûn Kassar der ki: «Tevazu ne dünyada, ne de âhirette hiç kimsenin sana muhtaç olmadığı kanaatini beslemendir» (Halka bir faydan dokunursa bunu kendinden değil, Hakk Taâlâ´dan bilmendir).
İbrahim b. Edhem diyor ki: «İslâm içinde geçen ömrüm dahilinde sadece üç kere sevindim: Bir kere bir gemiye binmiştim, orada bir hokkabaz vardı. Biz Türk diyarında kâfiri böyle yakalardık, diyor ve başımdaki saçımdan tutarak beni sallıyordu, bu ise beni memnun ediyordu. Çünkü onun nazarında gemide benden daha hakir birisi mevcut değildi. Başka bir zaman da hasta vaziyette mescitte bulunuyordum. Müezzin içeri girdi ve: Defol buradan! dedi. Dışarı çıkmaya takatim kalmamıştı, ayağımdan tuttu, sürüyerek mescidin dışına attı. Üçüncü hadise şudur: Şam´da bulunuyordum, üzerimde bir kürk vardı. Kürke baktım arasındaki bitlerin çokluğundan kürkün tüylerini ayırdedemedim. Bu manzara beni sevindirmişti».
Nakledilen başka bir menkıbeye göre İbrahim b. Edhem: «Bir gün otururken bir adam geldi ve üzerime işedi. O gün sevindiğim kadar başka bir zaman sevindiğimi bilmiyorum,» demiştir.
Derler ki Ebu Zer ile Bilal (r.a.) şiddetli bir tartışmaya girmişlerdi. Ebu Zer Bilal´ı kara olmakla itham etti. Bilal Ebu Zer´i Resû-lüllah (s.a.) a şikâyet etti. Resûlüllah, Ebu Zer´e, «Söylediğin bu söz câhiliyet dönemindeki kibirden olmak üzere kalbinde kalan bir şeydir,» dedi. Bunun üzerine Ebu Zer kendini yere attı ve Bilal, ayağı ile kafasına basmadıkça başını yerden kaldırmamaya yemin etti ve Bilal istenen işi yapmadıkça başını yerden kaldırmadı (44).
Naklederler ki: Hz. Ömer ganimet olarak gelen hülleleri sahabe arasında taksim etmiş, Yemen işi bir hülleyi de Hz. Muaz´a göndermiş, Hz. Muaz bu hülleyi satmış, parası ile altı tane köle almış, sonra da bunları âzâd etmişti. Hadise Hz. Ömer´e intikal etmiş, Hz. Ömer de başka bir seferinde hülleleri bölüştürürken Hz. Muaz´a değeri evvelki hülleden aşağı bir hülle göndermiş. Bunun da değerini bilerek muamele eder,» demişti.