Firaset bahsini krş: Luraa, s. 226; Ta´arruf, s. 151.
111. Firâset: Bakmak, nazar etmek, sezmek, istidlal etmek, içe doğmak. Firâset iki nevidir, a) Adi ve umumî firâset: Bir takım karine emmâre, alâmet ve işaretlerle gizli bir şeye istidlal etmek ve vakıf olmak. Buna hikemî firâset de denir. Bu nevi firâset melekesi talim ve terbiye ile geliştirilir, b) Vehbi firaset veya ilhami firâset: Bu firâset «insanın kalbinde olan şeye muttali olmak» diye tarif edilir ve şer*î firâset adını da alır. Müminin firâseti nurânî ve vehbîdir. Tasavvufta şeyhlerin kalplerde olanı bilmeleri, müritlerini murakabe etmeleri firaset esasına istinad eder.
Kaynaklarda firâset kelimesi keşf ve ilham mânasında kullanılmaktadır. İlham ve firâset sayesinde çok nâdir hallerde bazı kimseler bazan geçmişte, halde ve gelecekte olanı bilirler, başkasının ne düşündüğünü tesbit edebilirler.
Lokman suresinin 34. âyetinde mugayyebât-ı hamse denilen beş hususun Allah´tan başkası tarafından bilinemeyeceği belirtilmiştir: 1. Yağmurun yağması, 2. Doğacak bebeğin oğlan veya kız olması, 3. İnsanın yarın ne kazanacağı, 4 İnsanın nerde öleceği, 5. Kıyametin ne zaman kopacağı. Hadiste ise, «Mefâtih-ı gayb, yani gaybın anahtarları Allah´ın yanındadır, gaybı ondan başkası bilmez», buyurulmuştur (bk. Buharî, Istiska, 29).
Fakat Allah dilerse ilham ve diğer herhangi bir meseleyi, ister müslüman olsun isterse olmasın bir kuluna bildirebilir.
1. Asr-ı Saadet´in IV. cildinde Hz. Peygamber´in gaybtan verdiği haberler konusunda geniş malumat vardır.
2. Hz. Ömer bazı şeyleri olmadan evvel haber veren sahabeden olduğu için kendisine «Mülhem», ilhama mazhar olan zat ve «Faruk» adı verilmişti (bk. Buharî, Faz&U, 6).
3. Cabir´in babası, oğluna, yarın Uhud´da öleceğim, demiş ve gerçekten de ertesi günü şehit olmuştu (bk. Mişkâtu´l-mesabih, in, 201; Buharî).
4. Hz. Ebu Bekir, hamile eşinin doğuracağı çocuğun kız olacağını doğumdan evvel haber vermişti (bk. Muvatta, Akziye, 4). Buna benzer daha pek çok misâli sahabeden vermek mümkündür.
Gayr-i müslimler de bu nevi şeyleri nâdir hallerde bilebilirler, ibn Sayyad hadisesi bunun en güzel örneğidir (bk. Buharî, Cihad, 178; Müslim, Fiten, 19). Saffat suresinin 10. En´am suresinin 121. âyetlerinde şeytanların kâhinlere ve kendi dostlarına ilham verdiklerini ve vahyi getirdikleri ifade edilmiştir.
Modern bilimde gaypten haber vermeye yönelik gelişmeler şu şekilde tasnif edilmektedir:
1. Telapati: Fikir ve hislerin, vasıtasız olarak uzağa intikal ettirilmesi, ruhların konuşması,
2. Presentiment (Hiss-i kable´l-vukû, önsezi): Bir şeyi olmadan evvel bilme, olacağını hissetme,
3. Psikometri: Bir cisme ait özellikleri ve nitelikleri, ona dokunarak anlamak. Gözün ve diğer duyu organlarının yaptığı idrâk işini derinin ve dokunma hissinin yapması,
4. Telestesi: Fevkalâda hassasiyet ve harikulade duyarlılık. Başka insanların duyamadıkları ve hissedemedikleri şeyleri duymak ve hissetmek,
5. Claire voyance: Basiret, kalp gözü ile bir şeyi net olarak görmek, müşâhede-i uryanî, çıplak görmek,
6. Vision: Temaşa, müşahede. Ulûhiyeti ve gayb âlemini seyretmek,
7. Avdision: Semâ, istima, ilâhî hitapları işitme, gaypten gelen sesleri duyma, hatiften gelen sadayı idrâk etmek, kalp kulağı ile işitme, vicdanın sesini dinleme. Clare audision, bir şeyi net olarak görmek,
8. Prevision: Uzaktan keşfetmek.
Firâset ve diğer bahislerde görülen keşf ve ilham nevinden olan bilgiler, yukarda anlatılan konulardan birine girerler. Burada anlatılan hususlar ender rastlanan vakalardır. Fakat mümkün ve gerçek hadiselerdir. Bunun bir kaidesi ve düzenli şekli yoktur. Onun için keşf ve ilhamın sınırını genişleterek, şümulünü arttırarak devlet ve cemiyet nizamına tatbik edilmesi, hukukî, iktisadî ve ticarî münasebetlerin buna göre ayarlanması sakıncalı neticeler verir. İlham, sadece ilhama mazhar olan kişi için ihtiyarî bir delildir. Hüccet-i lâzimedir, huccet-i mülzime ve huccet-i müteadriye değildir, yani bir ölçüde ilhama mazhar olan kişiyi bağlar, başkalarını bağlamaz, onlara delil olmaz.
ilk sofilerde ve Kuşeyrî Risâlesinde az rastlanan, bu nevi olaylara, zaman geçtikçe daha çok önem verilmiş, bu ise aklî ve tecrübî ilimlerin değerini kaybetmesine ve gerilemesine sebep olmuştur. Öyle zamanlar olmuştur ki, İslâm cemiyeti ve müslümanlar arasındaki münasebetler âdeta hayali şeylerle tanzim edilmiş islâm cemiyeti akıl, madde ve gerçekler dünyasından uzaklaştırılarak uyutulmuş, bir rüya hayatı yaşatılmıştır. Bu ölçüde spritüalizm ve ruhçuluk, lslâmın bünyesinde mevcut değildir. İslâm medeniyetinin gerilemesinin ve çökmesinin başta gelen sebeplerinden biri maddi âlemden, gerçekler dünyasından, akıl ve mantık sahasından uzaklaşılıp, ne olduğu bilinmeyen aşırı bir ruhçuluğun, karanlık bir spritüalizmin içine düşülmüş olmasıdır.
Kuşeyrî Risalesi´nde, hakikat dünyasından ve maddî âlemden uzaklaşmayan bir tasavvuf anlayışı vardır. Bu tasavvuf akla ve maddî gerçeklere azamî derecede yakın olan bir tasavvuftur.
Firâset karşısında nefsin ve aklın şek ve şüpheye düşmesi ihtimali yoktur.
Firâset, imanın kuvveti nisbetinde (hâsıl) olur, şu halde imanı en kuvvetli olan, firâseti en keskin olan kimsedir.
Ebu Said Harraz diyor ki: «Firâsetin nuru ile bakan, Hakk´ın nuru ile bakmıştır. Firâset sahibinin ilminin aslı ve menbaı, sehiv ve gaflet bahiskonusu olmaksızın Hakk´dır. Daha doğrusu firâset kulun dilinde cereyan eden Hakk´ın hükmüdür».
«Hakk´ın nuru ile bakmak» sözü ile Hakk Sübhanehu ve Taâlâ tarafından tahsis edilen özel bir nur kastedilmektedir.
Vâsıtî şöyle der: «Firâset, kalpte pırıldayan nurun ışığıdır, kalpte yerleşmiş bir marifettir. Bu ışık ve marifet vasıtasıyla gaybın sırlan (insanların içinde gizli bulunan sırlar) bir gaybten (halkın kalplerinden) diğer bir gaybe (firâset sahibinin kalbine taşınır) nakledilir. Böylece firâset sahibi eşyayı Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın kendisine gösterdiği şekilde görür. Onun için de insanların zamirinde ve kalbinde bulunan şeyleri haber verir».
Ebu´l-Hasan Deylemî´nin şöyle dediği hikâye olunur: «Firâset yolu ile sır olan şeyleri haber verdiği söylenen siyahi bir zatı görmek için Antakya´ya gitmiştim. Adam Likam dağından çıkana kadar bekledim. Nihayet adam elinde, satmakta olduğu mubah bir şey olduğu halde çıktı, iki günden beri aç idim. Hiç bir şey yememiştim. Adama, elindeki şeyin fiatı nedir diye sordum ve müşteri olduğum kanaatini vermeye çalıştım. Adam bana: Burada otur, elimdekini satınca karnını doyuracak kadar yiyecek almayı sağlayacak miktarda para veririm, dedi. Bunun üzerine adamı bıraktım. Para karşılığında mal almak isteyen birisi olduğum kanaatini hakim kılmak için başka birine gittim. Sonra adama tekrar döndüm ve: Şayet bunu satacaksan bana fiatını söyle, dedim. Adam: Sen iki günden beri beni mi deniyorsun diye durumumdan haber verdi.
112. Tirmizî, Taberânî. Aclûnî, I, 41. Ibn Hanbel, iman, 82;
Hadisteki Nazar (bakma, bakış):
Erenlerin nazarı toprağı gevher eyler Erenler kademinde toprak olasım gelir.
beytinde geçen nazar mânasına gelmektedir.
Ne istersen onu sadece Allahtan iste. sadece Allah´tan istemez de nefsinin de ihtiyacın görülmesinde tesiri olduğuna inanırsan o ihtiyacın görülmez, dedi».
Kettanî der ki: «Firâset, yakın mükâşefe etmek, gaybı gözle görmektir. (Zan değil, kesin ilimdir). Firâset iman makamlarından bir makamdır».
Derler ki: Şafiî ile Muhammed b. Hasan Mescid-i haram´da iken bir adam içeri girdi. Muhammed b. Hasan, «Firâsetime göre bu adam dülgerdir», dedi. Şafiî, «Benim firâsetime göre demircidir», dedi. Gittiler, adama sanatının ne olduğunu sordular. Adam: önce demirci idim, fakat şimdi dülgerlik yapıyorum, dedi.
Ebu Said Harraz demiştir ki: «Müstenbit (istinbat yapan) ebedi olarak gaybı mülâhaza ve müşahede eden zattır. Gayb ondan gizli kalmaz, hiç bir şey ona saklı ve kapalı olmaz. O, Allah Taâlanın: ´Bunu onlardan istinbat yapanlar elbette bilir´ (Nisa, 4/83), sözünün delâlet ettiği kimsedir. Mütevessim, emmâre ve alâmetleri tanıyan kimsedir. O istidlal ve alâmetlerle kalplerin içindeki en gizli olan şeyleri bile bilen bir ariftir. Allah Taâla, ´Bunda mütevessim olanlar için âyetler vardır´ (Hicr, 4/78) buyurmuştur. Yani Allah Taâlâ´nın dost ve düşman zümreleri üzerinde açığa çıkardığı (hayra ve şerre delâlet eden) alâmetlerden anlayan arifler için bunda âyetler vardır, demektir». «Müteferris-: Allah Taâlâ´nın nuru ile bakar: Bu nur, firâset sahibinin kalbinde parıldıyan nurun bir ışığıdır, firâset sahibi gayba ait mânaları bununla idrâk eder. Bu ilâhi nur imanın özelliklerindendir. Mütevessimden daha büyük hazzı olanlara Rabbaniyyûn, denir. Hakk Taâlâ, ´Rabbaniler olunuz´ (Âli îmrân, 3/79) buyurmuştur. Ahlâk ve (kulların işlerini) görme bakımından Hakk´ın ahlâkı ile ahlâklanan âlim ve hâkimler olunuz, demektir. Bunlar halkın içinde olanları haber vermeyi, onlara (nurullah ile bile olsa) nazar etmeyi ve onlarla meşgul olmayı terketmişlerdir. (Sadece Rab Taâlâ ile meşguldurlar)».
Naklederler ki: Münâdi (dellâl) Ebu Kasım bir defa hastalanmıştı. Ebu Kasım Nişabur´un şanı büyük şeyhlerinden biri idi. Ebu´l-Hasan Bûşencî ve Hasan Haddad kendisini ziyaret etmek istemişlerdi. Yolda veresiye yarım dirhemlik elma satın almışlar ve hastaya getirmişlerdi. Hastanın yanına oturduklarında Ebu Kasım, «Bu zulmet ve karanlıktan bu kadar süratli bir şekilde çıkması da mümkün imiş! ne oldu halinizi haber verin», demiş. Onlar da durumu anlatmışlardı. Bunun üzerine Ebu Kasım, «Evet, herbiriniz, parayı arkadaşım öder, diye düşünmüş, arkadaşına itimat etmiş idiniz. Adam ise ödeme talebinde bulunmaktan utanıyordu. Böylece borç altında kalmıştınız, buna ise ben sebep olmuştum. Ben bu hâli sizde müşahede etmiştim», demişti. Ebu Kasım dellâl idi. Her gün çarşıya çıkar dellâlcılık yapar, rızkını temin edecek kadar (bir danik ile yarım dirhem arası) para kazanınca çarşıdan ayrılır ve vaktini muhafaza, kalbine riayet hâline dönerdi.
Hüseyin b. Mansur (Hallaç) der ki: «Hakk kulun (kalbini, ruhunu ve) sırrını istilâ etti mi, bütün sırları onun mülkü haline getirir. (İnsan esrar üzerinde tasarruf eder). Bunları gözü ile görür ve ne olduklarını haber verir». (Hakk kulunun sırrını ve ruhunu istilâ edince, kul, sahib-i esrar olur).
Sûfilerden birine firâsetin ne olduğu sorulmuş, o da: Firâset; melekût âleminde kalıptan kalıba ve türlü şekillere giren ruhlar, gaybe ait mânaları müşahede ederler. Bunun neticesinde zan ve şüpheye istinad eden bir konuşma ile değil, görmeye dayanan bir konuşma ile halkın sırlarını anlatırlar, demişti.
Derler ki: Tevbe etmeden evvel Zekeriyya Sahteni ile bir kadın arasında bir münasebet vardı, (uygunsuz bir iş yapmışlardı). Zekeriyya, Ebu Osman Hîrî´nin en seçkin müritleri arasına girdikten sonra bir gün mürşidinin baş ucunda dururken o kadının durumu hakkında düşünmeye başladı. Ebu Osman derhal başını kaldırdı ve «Utanmıyor musun », dedi.
Üstad ve imam Kuşeyri (r.a.) der ki: Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) a vâsıl olduğum ilk zamanlarda Mitraz mescidinde benim (ders vermem) için bir meclis kurulmuştu. Bir gün Nesâ şehrine gitmek için şeyhimden izin aldım. Meclise giden yolda şeyh ile yürürken: Ben bulunmadığım günlerde şeyh bana niyabeten meclislerimi de idare etse, diye düşündüm, hatırımdan böyle bir fikir geçti. Şeyh hemen bana döndü ve: «Sen olmadığın zaman ders meclislerini sana niyabeten ben idare ederim», dedi. Biraz daha yürüdüm. Aklıma geldi ki; şeyh rahatsızdır, haftada iki gün bana niyabet etmek ona ağır gelebilir. Şeyhim idare ederim sen gelinceye kadar diye içimden geçeni cevaplandırmıştı.
üstadımın keskin bir firâseti vardı. Şöyle derdi: «Harama bakmaktan gözünü muhafaza edenin, kendini nefsânî arzulara kapılmaktan koruyanın, dâimi murakabe ile bâtınını, sünnete tâbi olarak zahirini imar edenin ve helal lokma yemeyi alışkanlık haline getirenin firâseti şaşmaz». (Firaseti tam isabet kaydeder).
Ebu Hasan Nuri´ye; Firâset sahibinin firâseti nereden doğar, bunun kaynağı nedir diye soruldu. Allah Taâlâ´nın: «Ben ona ruhumdan üfledim». (Sad, 38/72) sözünden, dedi. îmdi: Bir kimse bu nurdan ne kadar mükemmel haz alırsa müşahedesi o kadar muhkem, firâsetinin hükmü o nisbette doğru olur. Görmez misin ki, Âdem´e ruhun üflenmesi şu âyete göre kendisine secde edilmesini icabettirmiştir: (Hakk Taâlâ buyurur ki): «Onu tesviye edip içine ruhumdan üflediğim zaman önünde secdeye kapanın» (Hicr, 15/29).
Ebu Hasan Nuri´nin bu sözü biraz müphem ve muğlaktır. Ruhun üflenmesinden bahsedilmesi ruhların kadim olduğuna inananları tasvip etmek mânasına çekilebilir. Halbuki durum, zayıfların kalbine gelen zan gibi değildir. Üflenmeye, cisimlere bitişmeye ve onlardan ayrılmaya elverişli olan bir şey (ruh) tesir altında kalmaya ve değişmeye maruz kalır, bu ise hadis şeylerin alâmetidir. Âdem´e secde edilmesi ona ruh üflendiği için değil, Allah bunu emrettiği içindir).
Şüphesiz ki Allah Taâlâ müminlere bir takım basiretler ve nurlar tahsis ve lütfetmiştir. Onlar bu sayede firâsette bulunurlar. Aslında basiret ve nur denilen şey bilgiler (marifet) dir, Resûlüllah (s.a.) in «Mümin, Allah´ın nuru ile nazar eder» hadisi bu mânada anlaşılmalıdır. Hadis «Mümin, Allah Taâlâ´nın tahsisen kendisine verdiği ve onu benzerlerinden ayırdığı bir ilim ve basiretle bakar», mânasına gelir. İlme ve basirete nur adının verilmesi yeni ve garip bir şey değildir. Bunun (nurun) üfleme (nefh) ile vasfedilmiş olması uzak bir ihtimal değildir. Bundan murad halktır. (Yani nefh ile yaratmak kasdedilmiştir, üfledim demek, yarattım demektir. Nefh demek nur, nazar ve marifet demektir, yaratmak da bu mânaya gelir).
Ebu Cafer Haddad şöyle demiştir: «Firâset, karşısına hiç bir şeyin çıkmadığı ilk hatırdır. Eğer karşısına kendi cinsinden bir muarız çıkarsa, o firâset değildir, hatır ve hadis-i nefstir».
Sonradan Nişabur´a gelerek yerleşen Ebu Abdullah Râzi´den nakledilir. Şöyle demiş: «İbn Enbârî bana bir hırka giydirmişti. Şeyhim Şiblî´nin başında bu hırkaya lâyık bir serpuş gördüm. Her ikisi de benim olsun, istedim. Şiblî oturduğu yerden kalkınca bana döndü (ve beni takip et, der gibi baktı, sonra yürüdü), kendisini takip ettim. Kendisini takip etmemi istediği zaman bana dönmek âdeti idi. Şiblî evine girdi, peşinden ben de içeri girdim, bana hırkayı çıkar, dedi. Derhal çıkardım. Hırkayı dürdü, katladı, serpuşu da üzerine attı, ateş getirttirdi, her ikisini de yaktı». (Aklını böyle şeylere takma demek istedi. Hz. Musa da Beni İsrail için fitne vesilesi olan şeyleri yakmıştı, Hz. Süleyman ise namazın kazaya kalmasına sebep olan atları kesmişti).
Ebu Hafs Nişaburi der ki: «Firâset sahibi olduğu iddiasında bulunmaya kimsenin hakkı yoktur. Yapılacak şey başkasının firâsetinden sakınmak ve korunmaktır. Zira Resûlüllah (s.a), ´Müminin firâsetinden korunun´, buyurmuş, fakat ´Firâset sahibi olmaya çalışın´, buyurmamıştır. Şu halde firâsetten korunma mevkiinde bulunan bir kimsenin firâset davasında bulunması nasıl doğru olabilir »
Ebu Abbas b. Mesruk anlatıyor: «Hasta olan dostlarımızdan bir şeyhi ziyarete gitmiştim, şeyhi çok fakir ve perişan bir halde buldum. İçimden: Bu ihtiyar rızkını nasıl temin ediyor acaba dedim. İhtiyar bana dedi ki: Ey Ebu Abbas, bu aşağılık düşünceleri kov gitsin, şüphe etme ki Hakk Taâlâ´nın gizli lütufları mevcuttur».
Zebîdî´nin şöyle dediği hikâye edilir: «Fukara ve dervişlerden bir cemaatla Bağdat´ta bir mescidde bulunuyordum. Günler geçtiği halde kısmetimiz zuhur etmedi, (rızkımız çıkmadı). Bir miktar bir şey istemek için Havvas´a geldim. Gözü bana ilişince: Görülmesi için buraya kadar geldiğin ihtiyacını Allah biliyor mu, bilmiyor mu diye sordu. Pek tabii ki biliyor,-dedim. Bunun üzerine, ağzını kapat, ihtiyacını hiç bir mahluka açma, dedi. Bu tavsiye üzerine geri döndüm,
Naklederler ki: Zamanın büyüklerinden olan Ebu Abdullah Turağbezî Tûs´a gitmek için yola çıkmış, Har mevkiine gelince talebesi olan arkadaşına, «Ekmek satın al», demiş. Arkadaşı iki kişiye yetecek kadar ekmek almış, fakat şeyh, «Daha fazla ekmek al», demiş. Bunun üzerine sanki şeyhin sözü bir hakikat ve hikmet değilmiş gibi bir anlayış içinde gitmiş, kasten on kişiye yetecek kadar ekmek satın almıştı. Ebu Abdullah arkadaşı ile yola çıkmış, bir dağ başına ulaştıkları zaman eşkıya tarafından elleri ayakları bağlı vaziyette terkedilen ve uzun zamandan beri aç bulunan bir cemaata rastlamış, cemaat kendisinden yiyecek isteyince Şeyh arkadaşına, «Bunlara sofra hazırla», demişti.
Üstad ve İmam Kuşeyrî der ki: Bir gün Ebu Ali Dakkak (r.a.) in huzurunda bulunuyordum. Söz şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî (r.a.) den açılmış, Sülemî dervişlere uyarak semâ yapmaktadır, denilmişti. Üstad Ebu Ali, «Böyle bir manevi hâle sahip olan neden bu şekilde hareket eder acaba, sakin olmak semâ yapmaktan onun için daha iyi değil mi, dedikten sonra bana döndü ve dedi ki: «Sülemi´ye git. Onu kitaplarının, bulunduğu odada oturur vaziyette bulacaksın. Kitapların üzerinde kırmızı renkte dört köşe bir kitap kabı (kılıfı) göreceksin. Onun içinde Hüseyn b. Mansur Hallac´ın şiirleri var, o kitap kabını al, kimseye bir şey söylemeden bana getir», öğle sıcağının bastığı bir vakit idi. Gittim, içeriye girdim, Sülemi´yi kütüphanesinde buldum. Kitap kabı Ebu Ali´nin tarif ettiği yerde idi. Gösterilen yere oturunca Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî söze başladı: «Adamın biri semâ esnasındaki hareketinden dolayı âlimlerden birini tenkit ediyordu. Bir gün bu adam kimsenin bulunmadığı bir yerde sanki vecde gelmiş (ve semâ yapmak için ayağa kalkmış) gibi dönerken görüldü ve: Bu halin ne böyle diye soruldu. Adam: Benim için halli müşkil olan bir mesele ile uğraşıyordum, birden meseleyi çözdüm ve mânasını anladım, kendime mâlik olamıyacak kadar sevindim ve neşemden dönmeye başladım, diye cevap verdi. Adama denildi ki: îşte sûfîlerin (semâ ve raks esnasındaki) hâlleri de böyledir».
Bir taraftan Üstad Ebu Ali´nin bana verdiği emri ve kitabın yerini tespit ettim
Sonra düşündüm ve içimden, doğruluktan başka çıkar yol yoktur, dedim ve arzettim: Üstad Ebu Ali kitabın kabının yerini bana tarif etti ve Şeyh Sülemi´den izin almadan bu kabı al ve bana getir, diye emir verdi. Bu işe memur olan bendeniz korku içinde huzurunuzda bulunmaktayım, verilen emre muhalefet etmem mümkün değildir. Bu durumda ne yapmamı emir buyurursunuz Bunun üzerine Sülemi, içinde Hüseyn b. Mansur´a ait şiirler bulunan altı köşeli bir kitap kabı çıkardı. Bu kap içinde ayrıca Sülemî´nin yazdığı ve es-Sayhûr fi nakzı´d-duhûr adını verdiği (Bu kitabın Hallac´a ait olması daha doğrudur, bk. îbn Nedim, Fihrist) bir kitap daha mevcut idi. Sülemî bana, bunu ona götür ve de ki: «istediği kitabı şu anda ben mütalaa etmekte ve yazmakta olduğum bir esere oradan beyitler nakletmekteyim…» dedi. Peki, dedim ve oradan ayrıldım.
Hasan Haddad (r.a.) in şunu anlattığı hikâye edilir: <ebu´l-kasım münâdî nin yanında bulunuyordum, bir derviş cemaatı vardı.Ebu´l-kasım bana git ve bunlar yenecek şey tedârik et, dedi.Benim olduğuma hükmetti de dervişlere hizmet etmeme yiyecek getirmeme izin verdi diye sevinmiştim.Gittim zenbil aldım, çarşıya çıktım, sikke-i seyyâr´a (seyyâr´ın dükkânına) geldim. Kendisini güzel nurânî ihtiyar olarak gördüm, selâm verdim, falan yerde (ve fukara) var, onlara ihsa etmek ister misin dedim.İsteğimi yerine getirmesi için hizmetçisine emir verdi. Verilen ekmek üzüm gibi şeylerle yola çıktım, eve gelince münâdi kapının arkasından bağırdı: getirdiğin aldığın yere iade et! Geri döndüm.adamı buldum,özür dileyerek dervişleri bulamadım,dağılıp gitmişler, mânasına gelen sözler söyledim,maddelerini iade ettim,sonra döndüm, Allah´tan elime şeyler geçti. aldım, getirdim.ebu´l-kasım,İçeri gir,dedi girdim. Durumu anlattım.doğru,o saltanat ailesine bağlı bir seyyar idi.(bu gibilerin malı saf helal olmayabilir).getireceğin zaman onlar gibisinden getir, bunu değil».
Ebu´l-Hasan Karâfi diyor ki: «Ebu´l-Hayr Tinâti´yi ziyarete gitmiştim. Veda edip ayrıldıktan sonra beni mescidin (tekkenin) kapısına kadar teşyi etti ve dedi ki: Ey Ebu´l-Hayr, yanında rızık ve nimet olarak ne varsa Allah onu bereketli kılsın.
Daha sonra acıktığımda cebimdekilerden alarak doyuncaya kadar elma yiyor, fakat cebimdeki elma sayısı eksilmiyordu. Sonra kendi kendime: Bu iki elma tevekkül hâlimi bozabilir. Çünkü malum ve muayyen bir rızık haline gelmiştir, dedim ve ikisini birden cebimden çıkardım. Karşımda abaya bürünmüş bir fakirin: Ah! Canım ne kadar çok elma istiyor, dediğini gördüm! Elmaları fakire verdim ve yoluma devam ettim. Birden içime: Şüphe yok ki şeyh elmaları bu derviş için göndermişti, bu elmalar benim yol arkadaşımdı, bana emanet edilmişti, düşüncesi doğdu. (Duasını alayım diye) dervişin bulunduğu yere döndüm. Fakat bulamadım (sırra kadem basmıştı)».
Muhammed b. Hüseyn, şu hadiseyi nakletmiştir: «Cüneyd´in sohbetinde bulunan bir genç vardı, halkın kalbinden geçen şeyleri haber verirdi. Durum Cüneyd´e bildirildi. Cüneyd gence-. Senin için anlatılan bu sözlerin aslı nedir dedi. Genç Cüneyd´e: Kalbinde bir şey sakla, dedi. Cüneyd: Sakladım, dedi. Genç: Şunu şunu sakladın, dedi. Cüneyd: Hayır, bilemedin, dedi. Genç: Bir daha sakla, dedi. Cüneyd: Sakladım, dedi. Genç: Şunu şunu sakladın, dedi. Cüneyd: Bilemedin, dedi. Genç: Üçüncü olarak kalbinde bir şey sakla, dedi. Cüneyd: Sakladım, dedi. Genç: Şunu şunu sakladın, dedi. Cüneyd yine olmadı, dedi. Bunun üzerine genç: Acaip şey bu, sen çok doğru bir insansın (dediklerinin doğru olmaması imkânsız) ama ben de kalbimi iyi bilirim, dedi. Cüneyd gence: îlkinde, ikincisinde ve üçüncüsünde hep doğru söyledin, kalbimden geçeni bildin. Lâkin kalbin değişecek mi, değişmeyecek mi diye seni imtihan etmek istedim, dedi».
Muhammed b. Hüseyn´in Ebu Abdullah Râzi´den şunu naklettiğini işitmiştim». Bir defa İbn Rakki hastalanmıştı, kendisine bir kadeh içinde ilaç getirildi. Kadehi eline aldı ve: Bugün islâm diyarında büyük bir hadise vukua geldi, bunun ne demek olduğunu öğrenemedikçe ne bir şey yiyeceğim, ne de içeceğim, dedi. Birkaç gün sonra Karmatîlerin Mekke´ye girdikleri ve tarihte meşhur olan büyük katliâm hareketine giriştikleri haberi geldi».
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi (r.a.), bu hadise dolayısıyle Ebu Osman Mağribî´den şunu işittim, diyor: «Yukardaki menkıbe ibn Kâtib´e anlatılmış. O da: Acaip şey, demiş. Bunda taaccüp edip araştırınca dediğin
gibi çıktı» (diyor, Ebu Osman Mağribi).
Enes b. Mâlik (r.a.) in şöyle dediği rivayet olunur: «Hz. Osman b. Affan (r.a.) in yanına gittim. Yolda, giderken gördüğüm bir kadının güzelliğini düşündüm. Bunun üzerine Hz. Osman (r.a.): İçinizden biriniz gözlerinden zina alâmetleri zuhur ede ede, beni ziyarete gelmektedir, dedi. Kendisine: Resûlüllah (s.a.) dan sonra vahyi ile mi karşılaşıyorum diye sordum, fakat buna tabsıre, burhan ve sâdık firaset, derler diye cevap verdi».
Ebu Said Harraz anlatıyor: «Mescid-i harama girdim, üzerinde iki hırka bulunan bir derviş (fakir) in halktan dilendiğini gördüm. İçimden: Bunun gibisi de halka yük oluyor, dedim. Adam bana bak ti ve: Dikkatli olunuz, ´Allah içinizden geçenleri bilir´ (Bakara, 2/ 235), dedi. Bunun üzerine derhal içimden istiğfar ettim, derviş şöyle bağırdı: ´Kullarının tevbesini kabul eden O´dur». (Şuara, 26/25.)
ibrahim Havvas´ın şunu anlattığı nakledilir: «Bağdat´ta Câtni-i Medine´de bulunuyordum. Burada bir dervişler cemaatı vardı. Yüzü güzel, saçları muntazam ve hoş bir koku neşreden zarif bir genç bize yöneldi.
Arkadaşlarıma: Kalbime bu gencin Yahudi olduğu hissi doğdu, dedim. Bu sözümden bütün arkadaşlarım hoşnutsuz oldu. Oradan çıktım, genç de çıktı. Sonra genç arkadaşlarımın yanına vardı ve: Şeyh hakkımda ne dedi diye sordu. Adamlar durumu anlatmaktan çekindiler, fakat genç ısrar edince, o senin Yahudi olduğunu söyledi, dediler. Bunun üzerine genç yanıma geldi, elime, ayağıma düştü ve müslüman oldu. Gence böyle hareket etmene sebep nedir denilince anlattı: Kitaplarımız yazar ki: Sıddikin firâseti hata etmez. Buna dayanarak müslümanları imtihan edeyim, dedim. Müslümanlar üzerinde incelemeler yaptım ve karar verdim. Eğer bunlar arasında sıddîk var ise bu zümre (sûfîye) arasındadır. Çünkü bunlar Hakk Sübhanehu´nun sözünü söylüyorlar. Tebdîl-i kiyafet ederek içinize girdim. Şu Şeyh hakkımda firâsette bulunarak kalbime muttali olunca, onun sıddîk olduğuna kanaat getirdim. Bundan sonra genç büyük sûfiler mertebesine yükselmişti».
Muhammed b. Davud anlatıyor: «Cerîrî´nin yanında bulunuyorduk ona firasetin aslı var mıdır,dedik. Dedi ki: Allah Taâlâ´dan hiçbir nasip almamış kalpler üzerine ağlayınız!» (Firâset zühd ve istikâmetin semeresi ve neticesidir, netice olmayınca sebep de yok demektir, firâsetin olmaması zühd ve istikâmetin olmaması mânasına gelir).
Ebu Musa Deylemî anlatıyor: «Abdurrahman b. Yahya´ya tevekkülün ne olduğunu sordum, şöyle dedi: Elini bir ejderhanın ağzına soksan ve boğaza kadar yutsa, bu halde bile sadece Allah Taâlâ´dan korkman, başka bir şeyden korkmamandır. Oradan ayrıldım. Tevekkülün ne olduğunu sorayım diye Bayezid Bistami´ye geldim. Kapısını çaldım. İçerden: Tevekkül konusunda Âbdurrahman´ın söylediği kâfi değil mi dedi. Kapıyı aç! dedim. Sen benim ziyaretime gelmedin, soru sormaya geldin. Sorunun cevabını kapının arkasından almış bulunmaktasın, dedi ve bana kapıyı açmadı. Oradan ayrılıp gittim. Bir sene sonra onu ziyarete geldim. Beni ziyaret için geldin, merhaba, dedi. Bir ay yanında kaldım. Bu müddet içinde kalbimden bir şey geçmedi ki onu bana haber vermemiş olsun. Bana veda ederken-. Beni faydalandır, bana nasihat et, dedim. Şöyle dedi: Annem anlatırdı: Bana hamile iken kendisine helal yemek getirilse eli uzanırmış, helal oluşu şüpheli yemek olunca eli gitmezmiş». (Yemeğin helal olup olmadığını firâsetle bilirmiş).
İbrahim Havvas diyor ki: «Mekke´ye gitmek üzere sahraya girdim. Çölü aşana kadar şiddetli sıkıntılara maruz kaldım. Mekke´ye varınca, kendimi beğenmişlik haline tutuldum. Bir kocakarı bana şöyle bağırdı: Çölde seninle beraber idim, fakat sırrını meşgul etmiyeyim diye seninle konuşmak istememiştim: Şimdi seni yakalayan şu vesveseyi içinden çıkar». (Demek bilinmeyen bir kocakarı bile tanınmış bir zat olan Havvas´tan üstün olabiliyor).
Hikâye ederler ki: Fergâni her sene hacca gider, Nişabur´a uğrar fakat Ebu Osman Hîri´yi ziyaret etmezdi. Fergânî diyor ki: «Bir keresinde Ebu Osman´ı ziyarete gitmiş ve selâm vermiştim, fakat selâmımı almamıştı. İçimden, bir müslüman ziyaret için geliyor, selâm veriyor, fakat selâmı alınmıyor, dedim. Böyle düşünürken Ebu Osman: Böyle birisi annesini terkediyor, ona hizmet etmiyor, fakat haccediyor, dedi. (Annesi, Fergânî´nin her sene hacca gitmesine razı değildi ama o annesine rağmen nafile hac yapıyordu). Bu sözü işitince derhal Fergana´ya döndüm, ölünceye kadar anneme hizmete devam ettim. der. Bu zat kabul edilmiş. Şeyhi vefat edinceye kadar atına bakma vazifesi ile meşgul olmuştu.
Hayru´n-Nessac anlatıyor: «Bir gün. evimde otururken: Cüneyd kapıda durmaktadır, diye içime bir fikir doğdu. Bu düşünceyi kalbimden kovdum. Fakat aynı düşünce tekrar içime doğdu. Dışarı çıktım baktım ki Cüneyd kapıda beklemekte… Cüneyd: İlk hatırlayınca neden dışarı çıkmadın dedi». (Arif-i billah olanlar himmet etmeseler bile, Allah kalplerine verir).
Muhammed b. Hüseyn Bistâmî anlatıyor-. «Ebu Osman Mağribî´nin yanına gittim. İçimden, belki arzu ettiği bir şeyi almamı arzulamaktadır, diye geçirdim. Bunun üzerine Ebu Osman; halk istemeden verdiklerini almamızla yetinmiyor, bizim kendilerinden bir şeyler talep etmemizi istiyor, dedi».
Dervişlerden biri anlatıyor: Bağdat´ta idim. Çölde yolculuk yaparken, İhtiyaç duyulan bir su kovası, bir ip, bir de nalin satın alabilmem için Murta´iş bana onbeş dirhem para getirecek, şeklinde kalbime bir fikir doğdu. Bu sırada kapı çalındı, kalktım, kapıyı açtım ve birden Murta´iş´i karşımda buldum. Yanında bir çıkın vardı. Bunu al», dedi. Efendim zahmet ettiniz, istemez, dedim. «Bizi üzme, ne kadar istemiştin», dedi. Onbeş dirhem, dedim. «Tamam,onbeş dirhem var», dedi.«ölü olup da dirilttiğimiz» (Enam, 6/122) âyetinin izahında sûfilerden biri; zihni ölü olanı Allah Taâla firâset nuru ile ihya etmiş) ve tecelli ve müşahede nuru ihsan etmiştir. Böyle birisi, gaflet ehli olanlar içinde gafil gafil gezen biri gibi olamaz, demiştir.
Firâset sahih olursa, sahibi müşahede makamına yükselir, denilmiştir
Ebu´l-Abbas b. Mesrûk anlatıyor: «Bize bir şeyh gelmişti, muhakemesi iyi, ifadesi tatlı olan bu zat güzel bir üslûp ile bize tasavvuf yolunu anlatmaya başladı. Bir kere bize hatırınıza ve kalbinize ne gelirse onu bana söyleyin, dedi. Kalbime bu şeyhin Yahudi olduğu fikri düştü. Bu hatır zail olmadı, tersine gittikçe kuvvetlendi. Bu durumu Cerirî´ye anlattım. Çok zoruna gitti, imkânsız, dedi. Ben bu durumu behemehal adama haber vereceğim, dedim. Şeyhe dedim bize diyorsunuz ki: Kalbinizden her ne geçerse onu bana söyleyin Benim kalbimden senin Yahudi olduğun geçmektedir. Şeyh dedi: Bütün din ve mezhepleri araştırmıştım. Eğer hak şu kimselerden biri ile ise bunlarla (yani sûfilerle) diye kanaat getirmiştim. Bu sebeple denemek için aranıza girmiştim. Siz hak üzeresiniz. Adam bundan sonra güzel bir İslâmî hayat yaşadı».
Hikâye ederler ki: Seri talebesi Cüneyd´e: «Halka vaaz ve irşad-da bulun», derdi. Cüneyd diyor ki: «Halka vaaz etmek konusunda kalbimde bir endişe vardı. Bu ehliyeti hak ettiğim hususunda kendimi itham eder ve bu işe lâyik görmezdim. Bir cuma gecesi rüyada Resûlüllah (s.a.) ı gördüm. Bana: Halka vaaz et, dedi. Uyandım ve daha sabah bile olmadan Serî´nin evine koştum, kapısını çaldım. Seri bana: Sana vaaz et, denilmedikçe sözümüzü tasdik etmedin, dedi». (Seri´ye Resûlüllah´ı rüyada gördüğümü nereden biliyorsun, dedim. Rüyada Allah´ı gördüm, vaaz konusunda sana emir vermesi için Resûlüllah´ı vazifelendirdiğini söyledi dedi).
Bunun üzerine ertesi gün Cüneyd vaaz ve nasihat için camiye oturdu. Halk arasında Cüneyd halka vaaz ediyor, diye yayıldı. Bir gün tebdil-i kiyafet eden bir Hıristiyan genç Cüneyd´in karşısına dikildi ve-. «Ey Şeyh! Resûlüllah (s.a.) in, Müminin firâsetinden korkunuz, çünkü o Allah´ın nuru ile nazar etmektedir», sözünün mânası nedir dedi. Cüneyd biraz başını önüne eğdi ve sonra kaldırdı: Müslüman ol, îslâma girme zamanınız yaklaşmıştır, dedi. Genç derhal müslüman oldu. (Cüneyd gencin hem Hıristiyan olduğunu, hem de müslüman olma zamanının geldiğini firâseti ile bilmişti) .
33. Ahlâk*
Yüce Allah: «Şüphesiz ki sen yüksek bir ahlâk üzeresin». (Kalem, 68/4) buyurmuştur.
Resûlüllah (s.a.) a imanı en üstün olan mümin kimdir diye sorulmuş. O da: «Ahlâkı en güzel olan», buyurmuşlardı (113).
Şu halde güzel ahlâk, insanın güzel ve örnek davranışlarının en iyisi ve faziletlisidir. insanların cevherleri bu sayede açığa çıkar,
* Ahlâk bahsini krş: îhya, in, 48. 113. İbn Mâce, Zühd, 31.
Yüce Allah Kuranda sahip olduğu özellikler içinde en çok huy güzelliğini ileri (sürerek peygamberini bu vasfı ile övmüş ve: ´Şüphesiz ki sen büyük-•«ok bir ahlâk üzeresin´, buyurmuştur».
Vâsıti şöyle der: «Yüksek ahlâk (huluk-ı azim), kimseye hasım olmamayı ve kimsenin husumetini kazanmamayı sağlayacak derecede Allah Taâlâ hakkında mükemmel bir marifet sahibi olmaktır».
Hüseyin b. Mansur Hallaç, «Yüksek ahlâk, bir kere Hakk´ı mütalâa ve müşahede ettikten sonra artık halkın eza ve cefasının sana tesir etmemesidir», der (sebebe değil, müsebbibe bakmandır).
Harraz, «Yüksek ahlâk Allah Taâlâ´dan başka şeyin himmet ve düşüncesine sahip olmamandır», demiştir (Sadece Allah´ı düşünmek; hareketlerine, Hakk rızâsına uygun bir istikamet vermektir).
Kettâni demiştir ki: «Ahlaken senden fazla olan, tasavvuf yönünden de senden fazladır». (Tasavvuf ahlâktan ibarettir. bir Kimse ahlâkını ziyade kılar ve güzelleştirirse, seni tasavvuf bakımın-dan da geliştirmiş olur).
ibn Ömer´in şöyle dediği rivayet olunur: «Bir köleye, Allah seni rezil etsin, diye hitap ettiğimi duyarsanız, şâhid olunuz ki, o köle hürdür». (Kendilerini tedavi ve terbiye etmek isteyenler hata ve kusur olan davranışları için kendi kendilerini cezalandırmalıdırlar).
FudayL b. İyaz, «İnsan ihsan ve iyiliğin her şeklini yerine getiren, fakat sadece kümesindeki tavuğa kötülük etse yine de muhsin iyi insanlardan olamaz», demiştir. (İhsanda kemâl budur). (Cüneyd´e sorulmuş: Dünya hakkında bir çekirdeği emme ve sormadan başka arzusu olmayan kişi için ne dersiniz Şöyle cevap vermiş: «Bir dirhem borcu bile kalsa mükâtib köledir»).
Derler ki: İbn Ömer (r.a.) kölelerinden birinin namazı güzel kıldığını görünce onu azâd ederdi. Onun böyle bir ahlâk anlayışına sahip olduğunu öğrenen köleler riya olarak namazlarını güzel kılarlardı, İbn Ömer de onları âzâd ederdi. Durum kendisine hatırlatılarak: Böyle hareket etmenizin sebebi nedir diye sorulunca: Allah için bizi kandırmaya çalışanlara kanarız» dedi. (Hüsnü zannınn gereği ne ise ben onu yaparım, eğer onlar riya yapıyorlarsa mesuliyet kendilerine aittir, iyi iş ve netice için bizi aldatmak istiyenlere seve seve aldanırız.
dostluk». (Yüz, güzel olmalı, fakat iffetli ve masun olmalı, söz güzel olmalı, fakat doğru ve tatlı olmalı, iyi bir dostluk bulunmalı, fakat aradaki bağ vefa omalı).
Muhammed b. Hüseyn´in, Abdullah b. Muhammed Râzî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Ahlâk, senden ona olanı küçük, ondan sana olanı büyük görmektir». (Yaptığın ibadet ve ubudiyeti önemsiz saymak, nail olduğun nimeti büyük ve önemli görmektir).
Ahnefe: Ahlâkı kimden öğrendin diye sorulmuş. O da, «Kays b. Asım Minkarî´den», demiş. Ona ait ne gibi ahlâkî faziletler biliyorsun denilince anlatmış: «Bir gün Kays evinde otururken hizmetçisi üzerinde kızartılmış et bulunan şiş getirmişti. Hizmetçi kadının elindeki şiş, Kays´ın oğlunun başına düşmüş, çocuk olduğu yerde can vermiş, manzarayı gören cariye dehşete düşmüştü. Bu durum karşısında Kays kölesine: Hiç endişe etme, Allah Taâlâ´nın rızâsı için seni âzâd ettim, demekten başka bir şey söylememişti». (Affını âzâd ile ikmâl etmişti).
Şah Şucâ´ Kirmânî, «Güzel ahlâkın alâmeti, eza ve cefa vermekten kaçınmak ve verilen eza ve sıkıntıları sineye çekmektir», demiştir. (Kimseyi incitmemek, kimseden incinmemektir).
Resûlüllah (s.a.): «Halkı malınızla memnun etmeniz mümkün değildir. O halde onları güler yüz ve güzel ahlâk ile memnun ediniz», buyurmuştur (114).
Zunnûn Mısri´ye soruldu: Halkın dert ve düşüncesi en çok olanı kimdir Şöyle cevap verdi: «Huyu en kötü olan». (Kötü huylu kimse sık sık başına dert olan bir mesele çıkarır).
Vehb, «Bir kimse iyi bir huyu kırk gün kendi ahlâkı hâline getirirse, Allah o güzel huyu onun tabiatı (tabii vasfı) haline getirir», der.
Hasan Basri, «Elbiseni temizle» mealindeki âyeti (Müddessir, 74/4) «Huyunu güzelleştir» şeklinde tefsir etmiştir.
Naklederler ki: Zâhidlerden birinin bir koyunu vardı. Bir gün ayağının biri kesilen koyunun üç ayak üstünde durduğunu gördü. Bu hayvana bunu kim yaptı diye sordu. Hizmetçisi: Ben yaptım, dedi. Niçin yaptın diye sordu. Seni üzmek için, dedi. Zâhid: Hayır!
114. Süyûtl, I, 101.
ibrahim b. Edhem´e: dünyada hiç sevindin mi • Evet!» dedi. «îki defa sevindim. Bir defasında otururken bir adam geldi, üzerime işedi. Başka bir kere otururken bir kişi geldi, enseme bir sille indirdi».
Hikâye ederler ki: Çocuklar Üveys Karânî´yi gördüklerinde onu taşlarlardı. O ise çocuklara: «Şayet behemehal beni taşlamanız gerekiyorsa, namaza gitmeme engel olmaması için bacağımı kırmayacak kadar küçük taşlar atınız», derdi.
Adamın biri Ahnef b. Kays´ın peşine takılmış, durmadan sövüp sayıyordu. Ahnef kabilesine yaklaşınca adama döndü ve: «Delikanlı bana söyliyeceğin küfür varsa burada söyle, çünkü ileride kabilenin sefih insanları sözlerini işitecek olurlarsa sana mukabele ve eziyet ederler», dedi.
Hâtem b. Asamm´a soruldu: Bir insan herkese tahammül etmeli midir Şöyle dedi: «Evet! Nefsi hariç herkese tahammül etmelidir» nefis müstesna herkese müsamaha edilmelidir).
Rivayet ederler ki: Emirulmüminin Ali b. Ebu Talib (r.a.) bir Köleyi çağırmış
fakat köle çağrıya cevap vermemişti. Hz. Ali çağırısını ikinci ve üçüncü kere de tekrarladığı halde cevap alamayınca kalkmış, kölenin yanına gitmiş, köleyi yatar vaziyette görünce, «Ey zalim, sesimi duymadın mı » demiş. Köle, «Evet, duydum», diye cevap vermiş. Hz. Ali, «Peki, cevap vermemene sebep ne idi demiş «Nasıl olsa beni cezalandırmazsın, diye ağır davrandım», deyince Hz. Ali, «Hadi git şuradan, seni Allah Taâlâ´nın rızâsı için Azâd ettim», demekten başka bir şey söylememişti. (İyiliğe iyilik her kişinin, kötülüğe iyilik er kişinin kârıdır).
Naklederler ki: Maruf Kerhî Dicle nehrinin kenarına inmiş, Mushafını ve elbisesini bir kenara koyarak abdest almaya başlamıştı. Bu esnada bir kadın gelmiş, eşyalarını alıp götürmüştü. Durumu farkeden Maruf kadını takip etmiş ve ona: «Hemşire hanım, bana Maruf derler. Bunları götürmende benim için bir mahzur yok, bunlar senin olsun) fakat Kur´an okuyacak çocuğun var mı » diye sorunca hayır! cevabını alınca: «Peki, kocan var mı » diye sormuş. Yine hayır! cevabını alınca: «öyleyse mushafımı ver de, elbise senin olsun demişti.
Bir kere hırsızlar Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemi´nin evine zorla girmişler, bulduklarını alıp götürmüşlerdi. Bu hadiseden sonra arkadaşlarımızdan biri Sülemi´nin şunu söylediğini nakletmişti: «
Ebu Hafs´a, ahlâk nedir diye sorulmuş, o da: «Affı al ve iyiliği emret». (A´raf, 7/199) âyeti kerimesi ile, Aziz ve Celil olan Allah´ın Resulü (s.a.) için tercih ettiği davranış şeklidir, demişti.
Derler ki: Ahlâk halka yakın olmak, fakat aralarında garip olarak bulunmaktır, (zahirde halk ile bâtında Hakk ile bulunmaktır).
Demişlerdir ki: Ahlâk, halktan ve Hakk´ın kaderinden gelen eza ve cefayı hiç üzülmeden ve sızlanmadan (gönül hoşluğu ile) kabul ederek sineye çekmektir.
Naklederler ki: Ebu Zer bir oluktan develerine su içiriyordu. Adamın biri koşarak geldi ve oluğu kırdı. Bunun üzerine Ebu Zer yere oturdu, az sonra da yattı. Neden böyle hareket ettin diyenlere: Resûlüllah (s.a.) bize şöyle emir vermişti, dedi: «Bir insan kızdığı vakit otursun, eğer öfkesi geçerse ne âlâ, aksi halde yatsın İncil´de, «Kulum, öfkelendiğin zaman beni zikret ki, ben de ga-zaplandığım zaman seni hatırlayayım», diye yazılı olduğu nakledilir.
Kadının biri Mâlik b. Dinar´a: Ey müraî, diye bağırdı. Mâlik dedi ki: «Hanım! Basralıların yitirdikleri ismimi sen buldun!»
Lokman, oğluna şöyle demişti: «Üç şey vardır ki, diğer üç şey olmadan bilinmez: Halim-selim kişi öfke anında, cesur kişi savaşta ve dost kendisine muhtaç olunduğunda bilinir».
Musa (a.s.) şöyle dua ederdi: «ilâhi; hakkımda, bende bulunmayan şeyin söylenmemesini sağlamanı niyaz ediyorum». Hakk Sübhanehu ve Taâladan vahiy geldi: «Ya Musa, bunu kendim için bile yapmadım, senin için nasıl yaparım!» (Kişi ne kadar kâmil olursa olsun hakkında dedikodu mevcut olur, bu kötü oluşuna delâlet etmez).
115. İbn Hanbel, V, 152.
Fudayl b. lyaz, «Kötü huylu âbid birinin bana arkadaş olmasından ziyade, güzel huylu fâcir birisinin arkadaş olmasını arzu ederim», der. (Çünkü fâcir günahkârdır, böyle olduğunu bilmektedir, onun için ikazlarımı dinler, tutumunu değiştirebilir, âbid ise İbadetine ve taatına güvendiğinden ikazlarımı dinlemez, inat eder).
Güzel ahlâk; güzel müdârâ ve iyi idare tarzı ile sıkıntıları göğüslemektir, denilmiştir.
Hikâye edilir ki, İbrahim b. Edhem sahrada giderken bir askerle karşılaştı, asker ona: Mamur ve meskûn yerler nerede diye sordu. İbrahim mezarlığı işaret etti. (Kendisi ile alay edildiğini zanneden) asker İbrahim´in başına şiddetle vurdu, sonra savuşup gitti. Askere: Dövdüğün zat Horasan zahidi İbrahim b. Edhem´dir, denilince geri döndü, özür diledi. İbrahim b. Edhem, «Sen bana vurunca, ben Allah Taâlâ´dan senin için Cennet niyaz ettim», dedi. Asker: Niçin diye sordu. İbrahim, «Dövülmeye sabrettiğim için sevap ve ecir aldığım bana bildirilmişti. Onun için bu karşılaşmadan benim karlı çıkmamı, senin ise zarar görmeni istemedim», dedi.
Hikâye edilir ki; Bir zat Ebu Osman Hîri´yi yemeğe davet etmişti. Ebu Osman davet edildiği evin kapısına varınca, adam: Üstad, şimdi içeri giremezsin, seni davet ettiğime pişman oldum, geri Kit, dedi. Ebu Osman geri döndü. Evine vardığı zaman adam arkamdan koştu, yetişti ve: Üstad, yaptığıma pişman oldum, dedi ve özür dilemeye başladı. Buyurun hemen gidelim, dedi. Ebu Osman kalktı, adamla birlikte tekrar evine gitti. Kapının önüne varınca adam ilk hareketini tekrar etti. Üçüncü ve dördüncü defalar da aynı şeyler tekrarlandı. Ebu Osman adamın evine gidiyor ve geri dönüyordu. Birkaç defa tekerrür eden bu hareketlerden sonra Ebu Osman yine de adamın evine gidince: Üstad, seni denemek istemiştim, dedi ve bir yandan özür dilemeye, bir yandan da onu methu sena etmeye başladı. Bunun üzerine Ebu Osman, «Köpeklerde bile bulunan bir huydan ötürü beni övme, köpek de çağırıldığında gelir, azarlandığında uzaklaşır», dedi.
Derler ki: Ebu Osman bir gün öğle sıcağında bir sokaktan geçerken üzerine bir evin damından bir leğen kül döküldü, yanında ulunan dost ve müritleri bu işe bozulmuşlar ve külü dökene ileri geri söylenmeye başlamışlardı. Ebu Osman onlara engel oldu.
Derler ki: Dervişlerden biri Cafer b. Hanzala´ya misafir olmuştu. Derviş, Cafer´in kendisine ikram ve hizmette kusur etmediğini görünce: Yahudi olmasan ne kadar iyi bir insansın, dedi. Cafer: «Yahudi olmam muhtaç bulunduğun hizmeti yapmama engel olmuyor, şu halde (sen peşin fikirli olma hastalığına tutulup Yahudi olmama hükmettiğin için) kendine Allah´tan şifa, bana da hidayet dile», (böylece iyiliğe mukabele etmiş olursun) dedi.
Nakledilir ki: Abdullah Hayyat´ın Mecusî bir müşterisi vardı Mecusî elbisesini ona diktirir, fakat bozuk (ve geçmez) para verirdi. Abdullah da bu paraları kabul ederdi. Abdullah bir işi için dükkânından ayrıldığı zaman tesadüfen Mecusi getirdiği paraları çırağa vermek istedi, fakat çırak bu paraları kabul etmedi, bunun üzerine Mecusi sağlam para vermeye mecbur oldu. Terzi Abdullah dükkâna dönünce çırağına, «Mecusinin gömleği nerede » diye sordu. Çırak da durumu anlattı. Terzi, çırağına: «Çok fena bir iş yapmışsın, Mecusî epeyden beri bana bu şekilde muamele yaptığı halde, bu bozuk paralara benden başkası kanmasın diye sabrediyor, aldığım kalp paraları götürüp kuyuya atıyordum», dedi.
Derler ki: Kötü huy sahibinin kalbini sıkar, çünkü kötü huylunun kalbine kendi arzu ve irâdesinden başkası sığmaz. Nitekim dar bir yere de sahibinden başkası sığmaz, (canı darlık kötü huydur, vasia-i sadr, yani gönül genişliği güzel huydur). Güzel huy; (namaz kılarken) yanındaki safta, (zengin, fakir, hür, köle) kim durursa dursun bozulmamandır, (herkesi kendine eşit bilmendir) denilmiştir.
Gözünün, başkalarının kötü huylarını görmesi kötü huylu olduğun içindir, denilmiştir. (Çünkü yâ hüsn-i zan sahibi değilsin veya kendi halini düzeltmekle meşgul değilsin de ondan başkalarının kusur ve ayıplarını görüyorsun).
Resûlüllah (s.a.) a uğursuzluğun ne olduğu sorulunca: «Kötü huy», demişti (116).
116. Ebu Davud, Edeb, 124.