Hindistan evliyâsından ve Kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Beyt:
İşlerinin olması mutlak Allah´dandır,
Sakın zannetmeyin bu, kullardandır.
Beyt:
Evliyâyla, onları candan severek otur,
Onlarla oturan kul, kalkınca sultan olur.
Evliyânın meşhurlarından Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Çalışıp da tevekkül etmek, bir yere çekilip ibâdet yapmaktan hayırlıdır.”
Yine buyurdular ki: “Tevekkül sâhibi, her şeyden yüz çevirip Allahü teâlâya dönen kimsedir.”
Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Muhammed Mürteiş (rah- metullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Sebeplere yapışmalı, fakat bu du- rum, o sebeblerin ve her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlâya îtimâd ve tevekkül etmeye mâni olmamalıdır.”
On dokuzuncu yüzyılın büyük velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvufta insanları yetiştirmeye başlamadan önce bütün arâzisini satarak Allahü teâlânın rızâsı için harcadı. Bu hususta; “İnsanlardan dünyâyı terk etmelerini isterken nefsimin dün- yâ malı karşısındaki durumunu öğrenmek istedim. Gasv´ın yâni Sıbga- tullah Arvâsî hazretlerinin himmetiyle Allah´a tevekkülümün tamam olduğunu gördüm.” dedi.
Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı, Ahmed bin Hanbel (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin yevmiye ile çalışan bir işçisi vardı. Ak- şam talebesine; “Bu işçiye ücretinden fazla ver.” dedi. Talebe, ücretin- den fazla para verdi. İşçi almadı ve gitti. Hazret-i İmâm; “Arkasından ye- tiş, şimdi alır.” dedi. Dediği gibi, işçi parayı aldı. Hazret-i İmâm´a sebebi suâl edildiğinde buyurdu ki: “O zaman böyle bir şey aklından geçiyordu… Şimdi ise bu düşünce onda yok oldu. Alması tevekkülünü bozmayacağı için aldı.” Tevekkül nedir diye suâl ettiler: “Rızkın Allahü teâlâdan oldu- ğuna inanmaktır.” buyurdu.
Ahmed bin Hanbel hazretlerine bir gün “Tevekkül nedir ” diye sordular. “İnsanlardan istemeyi ve onlara yalvarmayı terk etmektir.” buyur- du.
Ahmed bin Hanbel sık sık talebesine buyururdu ki: “Tevekkül, her şeyi Allah´tan bilmek ve rızkı O´nun verdiğine inanmaktır.”
“Tevekkül, bütün işlerinde Allahü teâlâya teslim olmak, başa gelen her şeyi O´ndan bilip katlanabilmektir.”
Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün tevekküle, teşvik ve alıştırmak için çocuklarından birine; “Yavrum! Bir şeye ihtiyâcın olursa, şu köşede bir delik var. Oraya git. Orada Allahü teâlâya; yâ Rabbî! İhtiyâcım olan falan şeyi bana ihsân et, diye duâ et.” buyurdu. Çocuk; “Peki efendim. Bundan sonra bildirdiğiniz gibi yapacağım.” dedi. Ahmed bin Harb evdekilere de; “Bunun isteğini, kendisi görmeden şu deliğe koyuverin.” diye tenbih etti. Bu hâl bir müddet böyle devâm etti. Çocuk arzu ettiği şeyleri bu delikten alıyordu. Bir gün evde kimse yok iken, çocuk âdeti üzere, deliğin yanına gidip yemek istedi. Allahü teâlânın izniyle o delikten yemeği alıp yerken ev halkı eve gelip durumu görünce, bu yemeği nereden aldığını sordular. Çocuk; “Her zamanki aldığım yerden.” dedi. Bunun üzerine Ahmed bin Harb, çocukta hakîkî tevekkülün teşekkül ettiğini anladı.
Büyük velîlerinden Ahmed bin Mesrûk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Tevekkül nedir ” diye sorduklarında; “Tevekkül, kalbin Alla- hü teâlâya güvenmesi, aleyhinde olanı bırakıp, lehinde olan ile meşgûl olmasıdır.” buyurdular.
Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: “İnsanlardan biri, Allahü teâlâya tevekkül ettim, diyor. Halbuki Allahü teâlâya karşı yalan söylüyor. Gerçekten Allahü teâlâya tevekkül etseydi, O´nun, hakkındaki muâmelesine de râzı olurdu.”
Bağdât velîlerinden Câfer bin Ahmed Es-Serrâc (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri bir sohbetinde Sehl bin Abdullah-ı Tüstürî hazretleri- nin şöyle naklettiğini buyurdu: “Bir gün bir arâziye çıkmıştım. İçim gâyet rahat ve huzurlu idi. Bu sırada kalbimde Allahü teâlâya bir yakınlık his- settim. Namaz vakti de gelmiş, abdest almak istemiştim. Küçüklüğüm- den beri, her namaz vaktinde abdestimi tâzelerdim. Bu, benim âdetim olmuştu. Ancak, su bulamadığım için üzüntülü idim. Bu sırada, iki ayağı üzerine kalkmış yürüyen bir ayı gördüm. Onu önce, mesâfe uzak olduğu için elinde yeşil bir testi bulunan bir insan zannettim. Fakat yanıma yak- laşıp testiyi yere koyunca, onun insan olmadığını gördüm. Kendi kendi- me; “Bu testi ve bu su nereden böyle ” diye düşündüm. Bunun üzerine ayı konuşmaya başladı ve:
“Ey Sehl! Biz, vahşî hayvanlardan bir grubuz. Allahü teâlâya olan tevekkülümüz ve sevgimiz sebebiyle, kendimizi Allahü teâlânın rızâsına adadık. Arkadaşımızla, bir mesele hakkında konuşurken âniden;
“Dikkat ediniz! Sehl bin Abdullah abdest için su istiyor.” diye bir ses işittik. Bu testi bana verildi. Yanımda iki tâne de melek var. Sana yaklaşınca, onlar, suyu havadan bu testiye döktüler. Ben suyun sesini bile işittim.” dedi. Bu sözleri ondan duyunca bayıldım. Ayıldığım zaman, testi yine yerinde duruyordu. Fakat ayı ortada yoktu. Nereye gittiğini de bilmiyordum. Fakat “Ayıyı niçin konuşturmadım.” diye çok pişmân oldum. Sonra testinin suyu ile abdest aldım. Abdest aldıktan sonra ondan su içmek istedim. O sırada vâdiden;
“Ey Sehl! Daha senin bu testiden su içme zamânın gelmedi!” diye bir ses işitince, testiyi bıraktım. Bir de ne göreyim, testi hareket edip gitti. Onun da nereye gittiğini bilmiyorum.”
Bağdât´ın büyük velîlerinden Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tevekkül, bir şeyin olması ile, olmaması arasında fark gözetmemektir.”
Her işinde tevekkül sâhibi olan, Allahü teâlâya güvenen Ebû Abdullah el-Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) her işini Allahü teâlâya havâle eder, yalnız O´na güvenir, her şeyi O´ndan beklerdi. O tevekkülü, bâzı câhillerin söylediği gibi hiç bir sebebe yapışmadan, her şeyi Allahü teâ- lâdan beklemek olarak değil, sebeplere en güzel şekilde yapışıp, sebep- leri yaratanın Allahü teâlâ olduğunu bilmek ve O´na tam güvenmek ola- rak kabûl ederdi. Tevekkül hakkında buyurdu ki:
“Tevekkül, Resûlullah´ın sallallahü aleyhi ve sellem hâli; kesb, çalışıp kazanmak da, O´nun sünnetidir. Kim Allah´a tevekkül ederse, Allahü teâlâ onun kalbini hikmet nûruyla doldurur. Allahü teâlâ her istediğinde ona kâfi gelir, onu sevdiği her şeye kavuşturur. Allahü teâlâ, Talâk sûresi 3. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Kim Allah´a tevekkül ederse, O, ona kâfidir.” buyuruyor. Bunun için Allahü teâlâ her işinde o kimseye kâfidir. Allahü teâlâya tevekkül etmek farzdır. Çünkü Allahü teâlâ, Kur´ân-ı kerîmde Mâide sûresi 23. âyetinde meâlen; “Eğer gerçek müminlerseniz, Allahü teâlâya tevekkül ediniz.” buyuruyor.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zaman zaman başından geçen hâdiselerden anlatırdı: “Çok kere sefere çıkardım. Bir defâsında birisini gördüm Tek ayağı vardı. Uzun bir yolculuğa çıkmıştı. Aksayarak gidiyordu. Ona; “Bu hâlin nedir Bu kadar uzak yere nasıl gidersin Bu hâlinle nasıl yolculuğa çıktın ” dedim. Ba- na; “Sen müslüman mısın ” diye sordu. Ben de; “Evet.” dedim. Sonra bana; “Peki sen Allahü teâlânın Kur´ân-ı kerîmdeki meâlen; “Biz hakîkaten insanoğlunu şan ve şeref sâhibi kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerine güzel güzel rızıklar verdik. Yine onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık.” (İsrâ sûresi: 70) âyet-i kerîmesini taşıyan o olduktan sonra bize ne düşer.” dedi. Bunun üzerine emin, tevekkül sâhibi biri olduğunu anladım.”
Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin meclisine bir kimse tevekkülün ne olduğunu sormak için geldi. İçeri girince Ebû Ali hazretlerinin başında çok kıymetli bir sarık olduğunu gördü. O kimsenin gönlü o sarığa meyletti. Bu sırada Ebû Ali hazretleri gelen kimseye dönüp; “Tevekkül, Allahü teâlâya îtimâd etmek, onun-bunun sarığına tama´ etmemektir.” buyurdu ve sarığını çıkartıp o kimseye hediye etti.
Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh)hazretleri, zamânındaki âlim ve velîlerle de sohbet ederdi. Pey- gamber efendimizin, Eshâb-ı kirâmın ve diğer âlim ve velî zâtların hayat- larını okur, insanlara anlatırdı. Bir gün Amr bin Sinân´a, Sehl bin Abdul- lah-ı Tüsterî´den bir menkıbe naklet dedi. Amr bin Sinân dedi ki: “Sehl şöyle derdi: Tevek- külün yâni her şeyi Allahü teâlâdan beklemenin, O´na güvenmenin alâmeti üçtür. Kimseden bir şey istememek, dilenmemek, verileni reddetmemek ve ele geçeni biriktirmemektir.”
Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr-i Nessâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, “Tevekkül nedir ” diye soran bir talebesine; “Tevekkül, varlığı ve darlığı Allahü teâlâdan başkasından bilmemektir.” buyurdular.
Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Ebû Hamza Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gece yolculuğa çıkmıştı. Gece yarısından sonra uykusu geldi. Bu sırada yol kenarındaki bir kuyuya düştü. Etrâfına bakındı çıkabilecek durumda değildi. Tevekkül üzere kuyunun içinde oturdu. O sırada kuyunun başına iki kişi geldi. Biri diğerine; “Bu kuyuyu böyle açık bırakmamız uygun olmaz. Onu dolduralım.” dedi. Diğeri ise; “Bu kuyuyu dolduramayız ancak bunun ağzını kapatalım.” dedi. Onlar böyle konuşurken Ebû Hamza Bağdâdî kendi kendine; “Ben buradayım.” demek istedi. Tam bu sırada gâibden bir ses; “Bize tevekkül ediyorsun, bizim belâmızdan başkasına şikâyette mi bulunuyorsun ” dedi. Bunun üzerine sustu. Gelenler kuyunun ağzını kapatıp gittiler. Ebû Hamza Bağdâdî bir gündüz ve bir gece kuyuda kaldıktan sonra, bir hayvan kuyunun ağzını açıp ayağını; “Bana sıkı yapış.” derce- sine uzattı. Ebû Hamza hazretleri onu cinnî zannedip elini uzattı. Eline sert bir cisim değdi. O cisme yapışıp kuyunun dışına çıkıp kurtuldu. Bir de ne görsün. Onun çıkmasına çalışan varlık yırtıcı bir hayvanmış. O sırada kendisine gâibden bir ses; “Ey Ebû Hamza! Biz seni bir belâdan bir belâ ile kurtardık. Seni korktuğun şeyden başka bir korktuğun şeyle kurtardık.”
Bağdât´ın büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) tevekkül sâhibiydi. Sebeplere yapıştıktan sonra her şeyi Allahü teâlâdan bekler, O´ndan başkasından bir şey beklemezdi. Tevekkül husûsunda buyurdu ki: “Tevekkül, kalbin Allah´a güvenmesidir”
Horasan bölgesinin büyük velîleriden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tevekkülle ilgili olarak buyurdular ki: “Tevekkül, kendini kulluk denizine atıp, kalbini Allahü teâ- lâya bağlamaktır. Verirse şükür, vermezse sabretmelidir.”
Tasavvuf büyüklerinden Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Gerçek tevekkül sâhibi, her şeyi Allahü teâlâdan bekler, başkasına eziyet ve sıkıntı vermez. Başına gelen belâ ve musîbetlerden dolayı kimseden şikâyetçi olmaz. Mahrum kaldığı şeyler sebebiyle de kimseyi kötülemez. Çünkü o, hayrın da, şerrin de, Allahü teâlâ- dan olduğuna îmân etmiştir.”
Tâbiînin büyüklerinden, hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rah- metullahi teâlâ aleyh) tevekkül ile alâkalı olarak “Tevekkül bedeni kullu- ğa, kalbi Allahü teâlâya çevirmek ve yetecek kadar rızka râzı olmaktır.” buyurdular.
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu ki: “Allahü teâlâya tevekkül et, işini O´na teslim et. İbrâhim aleyhisselâm, Allahü teâlâya öyle tevekkül etti ki, ateşe atıldığı hâlde Cebrâil aleyhisselâm dâhil hiç kimseden yardım istemedi. Cebrâil aleyhisselâm kendisine; “Bir ihtiyâcın var mı ” diye sorunca, “Sana yok, O´na var.” dedi. “O´ndan iste.” deyince, İbrâhim aleyhisselâm; “O hâlimi biliyor, O bana yetişir, istememe gerek yok.” buyurdu. Yûsuf aleyhisse- lâm, zindandaki arkadaşından yardım isteyince, Rabbi kendisine; “Âciz bir mahlûka dayandın ve başından geçenleri ona anlattın, ihtiyâcını ona söyledin. Hâlbuki veren ve vermeyen benim. Fayda ve zarar veren de benim.”
Tevekkül etmek, teslim olmak, sabretmek ve rızâ göstermek, Allahü teâlâya varan yolun esaslarıdır.
Sabrın başlangıcı çok acı, sonu bal gibi tatlıdır.
Allahü teâlâdan râzı olandan, Allahü teâlâ da razıdır. Kazâya rızâ, evliyânın şânındandır.
Sevgiliden gelen belâ, bahşiştir. Bahşişi kabûl etmemek hatâdır.
Molla İbrâhim! Allahü teâlâya bütün arzularını sana kolayca vermesi için yalvardım ve duâ ettim. Allahü teâlânın, bütün maksatlarına kavuşturmasına ümid ederim.
Allahü teâlâ bir kulunun mârifet sâhibi olmasını isterse, kendi nûrunu o kulunun kalbine koyar ve kul o nûr ile Rabbini tanır.
Mârifet, iki dünyâ saâdetidir. Muhabbet ise göz bebeğidir. Muhabbet, mârifetin meyvesidir. Mârifet ise ezelî hidâyettir.
Âşıkların kalpleri, Allahü teâlânın nûru ile aydınlanır. Konuşurlarsa, dudaklarından nûr saçılır.
Allahü teâlâ gibi sevgilisi olan, başkasına nasıl bakar. Allahü teâlâ gibi habîbi olan, başkasına nasıl güvenir. Allahü teâlâ gibi dostu olan başkasından nasıl korkar. Allahü teâlâ gibi sâhibi, ahbâbı olan, başkasıyla nasıl meşgûl olur! Allahü teâlâ gibi güzeli olan, başkasına nasıl gönül verir. Nitekim Allahü teâlâ meâlen; “Beni sevdiğini söyleyip de kalbinde benden başkası olan, iddiâsında yalancıdır.” buyurdu.
Allahü teâlâyı seven, Peygamber efendimizi de sever. Peygamber efendimizi seven O´na salevâtı çok okur, sünneti ile amel eder.
İbâdetlerin en üstünü müslümanlara din ilmi öğretmektir. İlimlerin en üstünü de namaz ilmidir. Çünkü o, müminin mîrâcıdır. Sen farzları vaktinde, sünnetleri ile berâber kıl. Mümkünse cemâati de kaçırma.
Dünyâ, çocukların oyuncağıdır, hayâldir, bâtıl bir rüyâdır; harâbdır… Herşeyi bırak Allah´a dön.
Yemeği ve içmeği azaltmak sıhhat ve rahatlıktır. Uykuyu azaltmak huzûr ve sürûrdur. Susmak açık bir hikmet ve güzel bir haslettir. Dilin susması, kalbin susmasına, kalbin susması Rabbin mârifetine yardımcı olur.
Musul âlimlerinden ve Evliyânın büyüklerinden Feth-i Mûsulî (rah- metullahi teâlâ aleyh) bir gün Bişr-i Hafî´nin evine misâfir gitti. Bişr-i Hafî, talebelerinden birine bir mikdâr para vererek; “İyi ve tatlı bir şeyler alıp gel!” buyurdu. Bişr-i Hafî´nin o zamana kadar böyle şeyler aldırdığı görülmemişti. Berâberce talebenin getirdiklerini yediler. Feth-i Musulî giderken artan yemekleri aldı. Talebeleri bu duruma şaştılar. Bişr-i Hafî talebelerine; “Feth-i Mûsulî bize, tevekkülü sağlam olana, gıdâ saklamanın zarar vermeyeceğini gösterdi.” buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tevekkül, Allahü teâlâdan başkasına güvenmemek ve O´ndan başkasından korkmamaktır.”
Fıkıh, hadîs ve tasavvuf âlimlerinden Hamdûn-ı Kassâr (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Tevekkül nedir ” diye sorulunca ceva- ben; “On bin dinar paran olsa bir dinar da borcun olsa bu borcun üzerin- de kalmasından ölmeden önce emin olmamandır. Aynı şekilde on bin di- nar borcun olsa, bunu ödeyecek hiçbir şey de bırakmasan, Allahü teâlâ- nın o borcunu ödeyecek bir vesile vermesinden ümid kesmemendir.” bu- yurdular.
Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tevekkül; yüce Allah´a en iyi şekilde sığınıp, samîmî bir şekilde O´na muhtaç olmaktır.”
Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: “Tevekkül; olan şey ile yetinmek ve olmayan şeye râzı ol- maktır.”
Büyük velîlerden Mansûr el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tevekkül, bütün işleri Allahü teâlâya havâle etmektir.”
Tâbiînden meşhûr fıkıh ve hadîs âlimi Mesrûk bin el-Ecdâ (rahme- tullahi teâlâ aleyh) son derece tevekkül sâhibiydi. Tevekkül sâhibi olan- ları da severdi. İmâm-ı Gazâlî İhyâu Ulûmiddîn kitabında şöyle yazmak- tadır: Mesrûk bin el-Ecdâ buyuruyor ki: Çölde yaşayan bir bedevînin bir merkebi, bir köpeği, bir de horozu vardı. Horoz kendilerini sabah namazı için uyandırır, köpek bekçilik yapar, merkeb de su ve çadırlarını taşırdı. Fakat bu bedevi son derece tevekkül eden ve her şeyi hayra yoran bir kimseydi. Bir gün tilki horozunu çaldı. Âile fertleri buna üzüldü. Fakat bu zât; Belki hakkımızda hayırlısı budur. dedi. Bir müddet sonra kurt mer- kebini parçaladı. Yine çoluk çocuğu üzüldü. Adam; Belki hayırlısı bu- dur. dedi. Bir müddet sonra köpek de öldü. Adam yine; Belki hakkı- mızda hayırlısı budur. dedi. Bir gün sabahleyin baktılar ki, etraflarındaki komşular eşkıyâlar tarafından esir alınıp götürülmüşler. Çünkü gece on- ların hayvanları gürültü yaparak yerlerini belli edince, eşkıyalar bunların yerlerini kolayca tesbit etmişler. Fakat bunların hayvanı olmadığı için, eşkıyalar karanlıkta bunları fark edemeyince bunlar kurtulmuştur. Demek ki bunların hakkında hayırlısı, adamın dediği gibi bunların alınması, öl- mesi imiş. Allahü teâlânın gizli lütuflarını ve ihsânlarını bilen ve O na te- vekkül eden; O nun işinden râzı olur. buyurarak onun tevekkül ve rızâ- sından haber veriyor, delil gösteriyor.
Büyük velîlerden Mimşâd ed-Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tevekkül, kalbinin ve nefsinin meyl ettiği her şeyden uzak- laşmaktır.”
Evliyânın büyüklerinden, kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tevekkül, sebebe yapışmayıp, tembel oturmak değildir. Çünkü böyle olmak, Allahü teâlâya karşı edepsizlik olur. Müslümanın meşrû olan bir sebebe yapışması lâzımdır. Sebebe yapıştıktan ve çalışmaya başladıktan sonra tevekkül edilir. Yâni istenilen şey, bunun hâsıl olmasına sebeb olan şeyden beklenilmez. Çünkü Allahü te- âlâ sebebi, istenilen şeye kavuşmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şe- yin hâsıl olmasına sebeb olan işi yapmayıp da, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeye benzer ki, edebsizlik olur. Allahü teâlâ ihtiyâçlarımıza kavuşmak için kapıyı yaratmış ve açık bırakmıştır. Onu kapamamız doğru değildir. Bizim vazifemiz kapıya gidip beklemektir. Sonrasını O bilir. Çok zaman kapıdan gönderir. Dilediği zaman da pencereden atarak verir.”
Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rah- metullahi teâlâ aleyhâ) hazretleri´nin hacca gitmek arzusu çoğaldı. Bir kâfileye katılarak yola çıktı. Yolda merkebi ölünce kâfiledekiler; “Eşyâla- rınızı bizim hayvana yükleyelim” dediler. Onlara; “Ben Allahü teâlâya te- vekkül ederek yola çıktım. Siz yolunuza devam ediniz, ben yavaş yavaş gelirim” dedi ve kervan yoluna devam etti. “Yâ Rabbî! Çok âciz oldu- ğumu görüp, biliyorsun. Beni evine dâvet ettin ama bineğim yarı yolda öldü. Koca çölde yalnız kaldım. Durumu sana havâle ettim.” diyerek eşyâlarını yüklendi. Onun bu yalvarışından sonra Allahü teâlâ merkebi diriltti. Hazret-i Râbia buna çok sevindi.
Bir gün, Râbia-i Adviyye´ye yemek yapmak istediler, fakat soğan yoktu. Komşudan alalım dediler. O da; “Kırk senedir, Allahü teâlâdan başkasından bir şey istememek üzere söz verdim. Zararı yok soğansız olsun.” buyurdu. Sözünü yeni bitirmişti ki, bir kuş ayaklarındaki soğanları oraya bırakıp gitti. Bunu gören hazret-i Râbia; “Bu ilâhî bir imtihandır, Allahü teâlânın azâbından emin değilim, korkuyorum!” deyip, yemek yerine kuru ekmeği yedi.
Râbia-i Adviyye hazretlerinin tevekkülü o dereceye ulaşmıştı ki; “Gök tunç olsa, yer demir kesilse, gökten bir damla yağmur düşmese, yerden bir bitki bitmese ve dünyâdaki bütün insanlar benim çocuğum olsa, Allahü teâlâya yemîn ederim ki onlara nasıl bakacağım düşüncesi kalbime gelmez. Çünkü, Allahü teâlâ hepsinin rızkını vereceğini bildirmiş ve üzerine almıştır” derdi.
Bir zaman hasta olmuştu. Ziyâretine gelenler; “Ey Râbia! Sana gelen bu hastalık çok ızdırap vermektedir. Duâ et de Allahü teâlâ çektiğin bu ızdırâbı hafifletsin.” dediklerinde, buyurdu ki: “Siz biliyor musunuz ki, bu ızdırâbı çekmemi Allahü teâlâ irâde etmiştir.”
“Evet biliyoruz” dediler. O da; “Bunu bildiğiniz halde, O´nun irâdesine muhâlefet etmemi, O´ndan tersini dilememi nasıl istiyebiliyorsunuz ” dediği zaman, onlar; “Ey Râbia, peki senin arzun nasıldır ” diye sordular. O da; “Allahü teâlâ benim hakkımda ne irâde ve ne takdir etmişse ona râzı olmak” buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden, maddî ve mânevî ilimler sâhibi Serrâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tevekkülü Ebû Bekr Dekkâk ve Sehl bin Abdullah´ın şu sözleri ne güzel anlatır: “Tevekkül; yarını düşün- meyip, hayatının o günde son bulacağını düşünmektir. Tevekkül; kulun Allahü teâlânın irâdesine kendisini tam teslim etmesidir.”
Tevekkülün şartı, Ebû Türâb Nahşebî´nin şu sözünde bildirilmiştir: “Bedeni Allahü teâlâya ibâdette kullanıp, kalbiyle Rabbine bağlanmak, Allahü teâlânın kâfî olduğuna kalbin mutmain olması, verilirse şükredip, verilmezse sabretmektir.”
Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hacdan dönüp Bağdât a geldiğinde vâz vermeye başladı. Hep, Allahü teâlâya tevekkül etmenin lüzumunu anlatırdı. Birisi gelip, kendisine; Hacca gitmek istiyorum. deyince, o kimseye; Yol harçlığın nedir diye sordu. O kimse; Allahü teâlânın benim için takdir ettiği rızkın mutlaka bana ulaşacağını, bu rızkı başkalarının alamıyacağını, Allahü teâlânın takdirinin her zaman benimle berâber olduğunu, hangi halde ve durumda bulunursam bulunayım, Allahü teâlânın benim durumumu benden daha iyi bilmekte olduğunu bilirim. dedi. Bunun üzerine Şakîk-i Belhî; Çok güzel, ne güzel yol harçlığın var. Tevekkül böyle olmalı. Güle güle git kardeşim. Yolun açık olsun. buyurdu.
Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Öyle bir tevekkül sâhibi olmalıdır ki, Allahü teâlânın, kendisi için ezelde takdir ettiği şeyden başka, başına hiçbir şeyin gelmeyeceğine gözüyle görür gibi inanmalıdır.
Mısır da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hak yolu bulması şöyle anlatılır: Bir ağaç altında otururken, iki gözü kör bir kuşun ağaçtan indiğini, yeri eşerek altın bir kutu çıkardığını gördü. Dikkat edince kutunun içinde susam olduğunu ve kuşun bunu yediğini gördü. Daha sonra başka bir yeri gagası ile eşti ve başka bir kutuda bulunan suyu içti. Tekrar gagası ile gömdü. Ağaca kondu. Topraktaki kutu yerleri belirsiz hâle geldi. Bu hâli gören Zünnûn-i Mısrî hazretleri, Allahü teâlâya tevekkül etmenin gerçeğini anladı ve tevekkül etmeye karar verdi. Biraz ileride, bir vîrânede fakirlerle karşı- laştı. Geceyi birlikte geçirdiler. Ertesi gün, Zünnûn-i Mısrî hazretleri, bir küp altın buldu. Bu küpün ağzında bulunan tahta kapakta, Allah ismi yazılıydı. Altınları fakirlere dağıttı, kendisi de tahtayı alıp, o gece de orada yattı. Uyandıkça, yazıyı öpüp başına koyup gözüne sürüyordu. Gece rüyâsında kendisine; Arkadaşların altınları aldılar. Sen Allahü teâlânın ismini azîz tuttun. Sen de dünyâda azîz ol! dediler. Sonra uyandı. O anda, gönlü ve içi nûrla doldu.