Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sevdiklerinden birisinin kardeşinin vefâtı üzerine tâziye, başsağlığında bulunduğu sırada buyurdular ki: “Ey kardeş! Hakikaten ölüm, musîbetlerin en büyüklerindendir. Ondan gafil olmak da ondan daha büyük bir musîbettir. Öyle ise fukahânın cenâze bâbında söyledikleri gibi ölüme hazırlık yapılması her mükellefin üzerine vâcibdir. Hele kendisiyle arasında alış-verişi olan kimselerle helallaşması gerekir. Allah´ın mağfiretine kavuşanınızın musîbeti şiddetli ve güç olsa da, kulun Hak sübhânehû ve teâlânın yaptığı işe râzı olması lâzımdır. Çünkü bizler dünyâda ebedî kalmak için yaratılmadık. Belki faydalı işler yapmak için yaratıldık. Öyle ise çalışmak lâzımdır. Esâsen ölüm musîbet olmayıp, belki ölümden sonra, dost olan Allahü teâlâya kavuşmaktır. Mürşidim (Şeyh Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî) bâzı sevenlerinin tâziyesinde şöyle yazmıştır: “Ey kardeş! Ölümden nasîb ibret almaktır. İbret alıp onu nasîhat kabûl ederek işlek bir yol olduğunu, ondan hiçbir kimsenin kurtulamayacağını bilen ve o yola evliyânın sevgilerini kazanarak ve Allahü teâlânın emirlerine uyup, yasaklarından sakınarak hazırlanan kimseye ne mutlu. Ondan ibret almayana ne yazık. Allahü teâlânın rahmetine kavuşanın bizdeki nasîbi, ona, bağışlanması için duâ etmektir. Allah´ım! Kusurlarını affedip ona rahmet eyle.”
İbn-i Abbâs´dan (radıyallahü anh) rivâyet edilen hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Ölünün mezardaki hâli imdâd diye bağıran denize düşmüş kimseye benzer. Boğulmak üzere olan kimse kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, meyyit de, babasından, anasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı bekler. Kendisine bir duâ gelince dünyânın hepsi kendine verilmiş gibi sevinmekten daha çok sevinir. Allahü teâlâ yaşayanların duâları sebebiyle ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin de ölülere hediyesi onlar için duâ ve istiğfâr etmektir.” Şüphesiz rahmetli Hacı Süleymân, öz kardeşindi. Yaptığı iyiliğine karşı mükâfât olarak iyilik etmek, zaman zaman ona duâ edip rûhuna sadaka vermeniz, onu unutmamanız, ölümünden kendinize ibret alıp, öleceğinizi hatırlayarak, Hak sübhânehû ve teâlânın râzı olduğu şeylere bütünüyle yönelmeniz lâzımdır. Allah sevâbınızı artırsın, üzüntünüzün mükâfâtını versin, ölünüzün kusurlarını affeylesin. Kalplerinize sabır versin.”
Hindistan evliyâsının büyüklerinden Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri´nin yakın talebelerinden Mirzâ Muhammed Kâbilî´nin hanımı vefât etmişti. Kayyûm-i Zaman, tâziye (başsağlığı) için Mirzâ´nın evine gitti. Mirzâ Muhammed, hanımının Kayyûm-i Zaman´a olan muhabbet ve bağlılığının fazlalığından bahsetti ve; “Eğer kabûl buyurursanız ve zahmet olmazsa, kabri hemen şuracıktadır. Beraber gitsek çok memnûn olurdum.” diye arz etti. O da kabûl edip kabri ziyâret ettiler. Kayyûm-i Zaman o hanımın mağfiret olunması için duâ etti. Sonra murâkabeye daldı. Duâ ve murâkabe esnâsında yüzünde bir ferahlık ve neşe göründü. Ziyâretten sonra berâberce dönerlerken, Mirzâ; “Efendim, duâ ve murâkabe esnâsında mübârek yüzünüzde neşe ve sevinç alâmetleri gördüm. Acaba hikmeti neydi ” diye suâl etti. Kayyûm-i Zaman hazretleri buna cevap olarak buyurdu ki: “O esnâda bana ilhâm olundu ve hattâ söyleyen sesi duydum. Şöyle buy- ruluyordu: “Seni ve kıyâmete kadar vâsıtalı ve vâsıtasız olarak seni tevessül edenleri (seni vâsıta ederek bana yalvaranları) mağfiret eyledim. Bu hanım da onlardandır.” Allahü teâlânın nihâyetsiz inâyetinin (ihsânının) bu fakîre geldiğini gördüm ve bu hanımın, umûmun yanında husûsî olarak zikredildiğini duydum. Bunun için Allahü teâlâya çok şükreyledim. Yüzümdeki neşe ve sevinç alâmeti bu yüzdendi.”
Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Mirzâ Hüsâmeddîn Ahmed hazretlerine; İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı İkinci cild, 17. mektupta buyuruyor ki: “Önce, Allahü teâlâya hamd ve Peygamber efendimize salevât eder, size de duâ ederim. Yazılarımla sizi rahatsız ediyorum. Başımıza gelenlere sabr tavsiye buyurduğunuz, kıymetli mektubu, Şeyh Mustafa getirdi. Okumakla şereflendik. Hepimiz, Allahü teâlânın mülküyüz. Hepimiz, O´nun huzûruna gideceğiz! Başımıza gelenler, görünüşte çok yakıcı, çok acıdır. Fakat, hakîkatte ilerletici, yükseltici ilâclardır. (İlâçlar, elbette acı olur). Bu acıların, dünyâda verdiği faydalar, âhirette beklediğimiz nîmetlerin yüzde biri olamaz. O hâlde evlad, Allahü teâlanın büyük bir ihsânıdır. Yaşadıkları müddetçe, insan, faydalarını görür. Ölümleri de, sevâp kazanmaya, yükselmeye sebeb olur.
Büyük âlim Muhyissünne (Nevevî) Hilyet-ül-Ebrâr ismindeki kitabında; “Abdullah ibni Zübeyr halîfe iken, tâûn hastalığı oldu. Bu tâûnda, Enes bin Mâlik´in çok çocuğu öldü. Kendisi, Peygamber efendimizin hizmetçisi idi ve bereket, bolluk için duâsını almıştı. Abdurrahmân bin Ebî Bekr Sıddîk´in da bu tâûnda çok çocuğu ölmüştü. İnsanların en iyisi, en kıymetlisi olan Eshâb-ı kirâma (aleyhimürrıdvân) böyle yapılınca, bizler gibi günahı çok olanlar, hesâba dâhil olur mu Hadîs-i şerîfte buyruldu ki; “Tâûn, eski ümmetlere, azâb olarak gönderildi. Bu ümmet için şehîd olmaya sebeptir.” Doğrusu, bu vebâda ölenler, şaşılacak bir huzur, Alla- hü teâlâya teveccüh içinde ölüyor. Bu belâ gününde, insan bu mübârek cemâate karışmaya hevesleniyor. Onlarla birlikte, dünyâdan ayrılıp, âhi- rete gitmeye özeniyor. Tâûn belâsı, bu ümmete gazab, azâb gibi görünmekte ise de, iç yüzü rahmettir. Meyân Şeyh Tâhir dedi ki, tâûn günlerinde, Lâhor´ da; “Bu günlerde ölmeyene yazıklar olsun!” diye sesler duyulduğu söylendi. Evet öyledir! Bu şehîdlerin hâline dikkat olunduğu zaman, şaşılacak hâller, anlaşılamıyan işler görülüyor. Böyle ikrâmlar, yalnız Allahü teâlâ için canını fedâ edenlere mahsûstur.
Efendim! Çok sevgili oğlumun ayrılığı, pek büyük musîbet oldu. Beni yaktı. Bu kadar yakan bir elem, kimsenin başına gelmemiştir. Fakat, Allahü teâlânın bu felaket karşısında, kalbi zayıf olan bu fakîre ihsân eylediği sabr ve şükr nîmeti de, en büyük ihsânlarından olmuştur. Allahü teâlâdan dilerim ki, bu musîbetin karşılığını dünyâda vermesin. Hepsini âhirette versin! Bu dileğin de, yüreğimin darlığından olduğunu bilmez değilim. Çünkü, O´nun rahmeti sonsuz, merhameti boldur. Dünyâda da, âhirette de bol bol vericidir. Kardeşlerimizden son nefeste îmân ile gitmemize ve insanlık îcâbı yaptığımız kusurların affedilmesine duâ buyurarak yardım ve imdâd etmelerini umarız. Yâ Rabbî, bizi affet, doğru yoldan ayırma! Kâfirlere karşı korunmakta yardımcımız ol! Âmin. Size ve hidâyette olanlara selâm ederim.”
Bitlis velîlerinden Şeyh Sâlih Sıbkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Buhtan emiri Bedir Hanın oğullarından biri ölmüştü. Talebelerinden bir kısmı ile birlikte Bedir Hana taziyeye gittiler. Talebeleri yolda, Emire; Allah ecrini artırsın, sabır versin.” gibi şeyler söylenmesi için ara- larında konuştular. Bedir Han onların geldiğini duyunca adamlarıyla bir- likte karşılamaya çıktı. Şehir dışında karşılayıp Şeyh Sâlih Sıbkî hazretlerinin elini öptü. Atının üzengisinden tutup arkasından yürüdü. Şehre girince oturdukları mecliste emirler, âlimler ve halk toplandı. Saygı ile hu- zurunda oturdular. Bedir Hana oğlunun vefâtından dolayı başın sağolsun derken Emire sanki bir talebesine hitap eder gibi; Allah ecrini artırsın. Ey Emir! Oğlunun vefâtını duyunca çok sevindim! İnşâallah diğer oğulla- rının büyüğü, küçüğü de ölür! Yaşarlarsa senin gibi zâlim olurlar! Bu sözleri söyleyince; meclisinde bulunanlar ve talebeleri Emir Bedir Hanın zâlim bir kimse olduğunu bildikleri için kızıp ona zarar vermesinden çok korktular. Emir çok kızmasına rağmen birşey diyemedi. Ancak kendi kendine, ben bu zâtı bir tecrübe edeyim. Eğer gerçekten velî bir zât ise ona talebe olurum. Öyle değilse şiddetli bir cezâ vereyim! dedi.
Şeyh Sâlih Sıbkî köyüne döndükten sonra, Emir, adamlarından birine helal malından kırk mecidiye para verdi. Bu paraların arasına da haram bir para karıştırdı. Eğer bu haram parayı ayırmadan hepsini alırsa o velî değildir, diyerek gönderdi. Emirin adamı Basret köyüne varıp paraları Şeyh Sâlih Sıbkî hazretlerine verip; Bunlar size, Emir Bedir Hanın hediyesidir, diyerek kırk mecidiyeyi önüne koydu. Emirin helal paralar arasına karıştırdığı haram parayı göstererek; Bunu emire götür. Bu para haramdır. Onun helal malından değildir! diyerek gelen kimseye geri verdi. Emirin adamı gelip durumu anlatınca, Emir Bedir Han onun velî bir zât olduğunu anlayıp ona âşık oldu. Huzuruna gidip elini öptü ve sâdık talebelerinden olup, adil, tebeasını gözeten, haktan ayrılmayan bir emir oldu. O kadar âdil ve güzel ahlâklı bir emir oldu ki, adâleti ve güzel ahlâkı, âlimler ve halk arasında darb-ı mesel hâlini aldı.
Hindistan´ın büyük velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi te- âlâ aleyh) Allahü teâlâdan gelen belâ ve musîbetlere sabretmek husûsunda da yazdığı bir tâziye mektûbunda buyurdular ki: “Allahü teâlâ Bekara sûresi 156. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm! Belâya ve musîbete sabredenlere müjdele ki, onlar belâ ve musîbet gelince dediler ki: “Biz hayâtımızda Allahü teâlânın kuluyuz ve öldükten sonra da yine O´na döneceğiz.” buyruldu. Üzüntümü nasıl anlatacağımı ve ne yazacağımı bilemiyorum. Herkesin sevdiği ve Allahü teâlânın sonsuz affına muhtaç, Seyyid Emîr Hanın insanı ürperten ölüm haberini işitince ne kadar elemlere gark olduğumuz, ne türlü gam ve sıkıntılara düştüğümüz, söz ve yazıya sığmaz. Bir gün bu haber gelince, bütün ev halkı dayanılmaz acılara ve hüzne kapıldılar. Hastalık gibi bâzı mâniler olmasaydı, bu fakîr bizzat gelerek başsağlığı dileyecektim. Bu acı yalnız sizin değil, hepimizin, bütün dostlarımızın müşterek acısıdır. Lâkin elden ne gelir. Hiç kimse ölümden kurtulamıyacaktır. Enbiyâ (aleyhimüsselâm) ve evliyâ (kaddesallahü esrârehum) bu ölüm köprüsünden geçince başka insanlar ne yapabilir ki Zümer sûresi 30. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ey Resûlüm! Elbette sen öleceksin ve Mekke müşrikleri de ölecektir.” buyruldu. Bu âyet-i kerîme sözümüze katî delildir. Sizin için de bizim için de ölüm hemen önümüzdedir, gelecektir. Nâziât sûresi 7. âyet-i kerîmesinde me- âlen; “Kıyâmet günü birinci sûr ile bütün gökler harekete geçecek, bütün mahlûkât yok olacak, herkes ölecektir. İkinci sûr ile bütün mahlûkât yeni- den hayat bulacaktır.” buyruldu. Hazret-i müceddîd-i elf-i sânî rahmetul- lahi aleyh, İmâm-ı Nevevî´nin rahmetullahi aleyh Hilyet-ül-Ebrâr kitabın- dan naklen buyurmuşlardı ki: “Abdullah ibni Zübeyr radıyallahü anh za- mânında insanlar üç gün tâûn hastalığına yakalandılar. Bu salgın hasta- lıkta, Peygamberimize sallallahü aleyhi ve sellem hizmet eden Enes´in (radıyallahü anh) seksen üç oğlu ve torunu ve Abdurrahmân ibni Ebî Bekr´in (radıyallahü anh) ise kırk oğlu ve torunu vefât etmiştir.” İnsanların en hayırlısı Peygamber efendimize, Eshâb-ı kirâmına (radıyallahü an- hüm) öyle muâmele yapılınca, bizim gibi âsîler hangi hesâba dâhil edi- leceğiz Yine yüksek dedemiz ve mânevî rehberimiz Müceddîd-i elf-i sânî hazretleri, Muhammed Sâdık (rahmetullahi aleyh) amcamın tâûn- dan vefâtı esnâsında Mahdûmzâde Kilân´a yazdıkları mektupta buyur- muşlar ki: “En azîz oğlumdan ayrılık, en büyük musîbet ve belâlardandır. Başka bir kimseye bunun gibi bir musîbet isâbet ettiğini bilemiyorum. Ammâ Allahü teâlâ hazretlerinin bu musîbet esnâsında, bu zayıf kalbe ihsân ettiği sabır ve şükürler, O´nun en büyük nîmetlerindendir. Allahü teâlâ hazretlerinden bu belânın mükâfâtını âhirette vermesini dilemeliyiz. Bir hadîs-i kudsîde buyrulmuştur ki: “Ey insanoğlu! Gönderdiğim belâ ve musîbete sabredersen, ben de âhirette senin için Cennet´e girmenden başka bir mükâfâta râzı olmayacağım.” vesselâm.”